7 Nisan 2011 Perşembe

Fetullah Gülen ve Kar Ortağı Tayyip Erdoğan Dindarlığı

Kürdistan tarihinde geniş kitleye yaygın erişimli bir „ilk” ve kurucu genel yayın yönetmeni, isim babası olarak harcını kardığım, 7’den 74 yaşına kadar 71 emektarını terör devletine kaptıran „Özgür Gündem” gazetesi, doğum yeri İstanbul’da yeniden çıkmaya başladı. Kayıpların ardında yüreğimin bir yanında hüzün, öbür yanda yeniden doğuşun sevinci... Tehditlerin postal sesleri arasında, Özgür Gündem’in karılan ilk harcını yazmak isterdim. Ama günün gündemi, kör vicdanlı, dindar kisveli dolandırıcıların yeminli Kürt düşmanlığı...

Kürdistan yangınlarla, ölüm tarlaları, toplu mezarlarla tarumar edilmiş, Kürt zalimin ayağı altında ezilmiş, ama „din satma dükkanı” işletenler neden, hangi ayette karşılığını, cevazını bulmuşsa, Kürtlerin kendileri olarak namaza durması nafile, Kürtçe vaaz, yakarı ayrımcılık, yani nifak...


TC Başbakanı Recep Erdoğan, ırkçılığı başına vurmuş, aklını altına alıp boğmuş gibi böyle söylüyor, her diktatörlük kendi dinini yaratıyordu ya, o da çıkar yollarında dine, İslama bir kere daha takla attırıyordu...


Kürtlere kininden beyni kilitlenmiş Recep’in İslami bilgisine ne isim vermeli bilemiyorum, ama Kürtler dili farklı, Türklerden ayrı bir kavimdir. Eğer, parayla tutulmuş TC rejiminin din memurlarının ardında namaza durmamaları nifakçılık ise bu alemin Türkçe bilmeyen halkları Acemler, Afganlılar, Pakistanlı, Arap, Endonezya, Malezyalılar da nifakçıdır. Recep’in henüz haberi yok, ama her halkın, kendi diliyle ve din adamlarının yol göstericiliğinde ibadet etmesi, Tanrısal hak ve bağışlanmış ilahi hürriyettir.


Öte yandan, söylemleri ayrı, yaptıkları farklı olan Fethullah Gülen’in foyaları da Kürdistan’da foşurduyor, iki yüzlülükler ortalığa saçılıyor. Yalanım varsa, ben Nurettin Veren’in yalancısıyım. İzmir’deki Kestanepazarı Camisi’nin tahta barakasında yatıp kalktığı günden beri tanıyan ve onu „din adamından çok, kaba bir kamyon şoförüne benziyordu” diye anlatan mühendis Nurettin Veren de, yazdığı kitapta, kazanç uğrunda nasıl şekilden şekile girip, dini fetva icat ettiğini anlatıyor.


Nurettin Veren’e göre Fethullah Gülen her türlü resim ve fotoğrafı din dışı, haram ve günah sayıyordu. Öyle ki, üstünde para olanların namazını nafile sayıyordu. Çünkü parada resim ve en önemlisi nefret ettiği Atatürk fotoğrafı vardı.


Veren, „bir gün camide namaz kılarken, günaha girmeyeyim diye cüzdanımı çıkarıp, kenara koyunca çaldırdım” diye yazıyor.


Vaazlarında resim, fotoğraf haram ama, sinema büsbütün cehennemlik günah, kadın „mekruh”tu. Veren’e göre, bir kadının kalktığı sandalyeye erkeğin oturması zina derecesinde suçtu. Çünkü, sandalyeye sinmiş kadın ısısı erkeğe geçerek, onu günahkar ediyordu.


Ama Fethullah Gülen kendi televizyonunu açıp, para kazanınca günah, haram uçup gidiyor, aşklı, ihtiras, dekolte tekmili birden yayımlanıyordu.


Nurettin Veren, ona kazanç kapılarını açan kişiydi. Öğrenci yurtları, okulları kuran, uluslararası boyutlarda yayan, bu yüzden de vazgeçilmez adamıydı. Veren, „o kadar güveniyordu ki, yedi sene boyunca, her türlü alım satım dahil, genel vekilliğini yaptım” diye anlatıyor. Veren’in anlattığına göre, Kestanepazarı günlerinde, faizciliğe savaş açmış bir mücahitti, Fethullah Gülen. Vaazlarında faiz alan da, veren de cehennem ateşlerinde yanandı.


Fakat, Tansu Çiller’in kocası Özer Uçuran Çiller’in planlamasıyla Asya Finansı kurulunca, faizin adı aniden „kar payı” olarak caiz olmuş oluyordu. Tefecilik şirketi, daha sonra „Bank Asya” adını alıyor, Samanyolu televizyonu, günde yirmidört saat reklamını yayımlıyor Fethullah da „faizin haramlığını” ağzına almıyordu.


Yatırımların ilk sermayesi cami avlularında toplanan sadakaydı. Daha sonra şehirlere yayılıp, semt, mahalle düzeyinde hücre ağı kurulunca esnaf „bağış” adıyla haraca bağlanıyor, iş adamlarından paralar toplanıyor, elektronik eşya ticaretinden bankacılığa, sigortacılıktan kolejler zinciri, televizyon, radyo kanalları, gazete ve dergiler ormanıyla bir dolar imparatorluğu kuruluyordu. O da Amerika’da 137 dönüm arazisi, üstünde sekiz ayrı villalı çiftlikte, hizmetkarlarıyla Sultani bir hayata kavuşuyordu.

O artık bir dolar milyarderidir. Ama her şey kontrolünde. Yine Veren’e göre, Zaman gazetesi denetiminden geçtikten sonra yayımlanıyor. İmparatorlukta kimin nereye geleceği de onun onayına bağlı.


O nedenle, parası olanın her şey kadir olduğu TC’de Fetullah Gülen, ondan geçinenlerin şişirmesiyle, bugün „Hoca efendi” namıyla, dokunanın cezaevini boyladığı yarı „ermiş kişi”dir. Devletin resmen ilan edilmemiş baş efendisi, Kürdistan’da ise „hesap peşinde koşan ermiş” rolünde, ırkçı uygulama peşinde...


„Yardım” adıyla yoksulları devşiriyor, „sevabına okutma” kılıfı içinde, Osmanlı’nın Hristiyan çocuklarını kaçırıp, „Yeniçeri” olarak yetiştirdikten sonra kendi halkına saldırtması misali, körpecik çocukları avlıyor.


Ama Kürdistan, dolandırıcılardan arınıyor.


akahraman61@hotmail.com
Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir

yeni özgür politika

Stalin Uzerine Bir Mulakat

Eylül-Kasım 2010’da, Gürcistan’da çıkmakta olan The Georgian Times adlı gazetede, özellikle Stalin dönemi Sovyetler Birliği tarihi üzerine Rusça original kaynaklara dayalı bilimsel çalışmalarıyla ünlü Prof. Grover Furr ile kapsamlı bir mülakat yayımlandı. Dört bölüm halinde (20 Eylül 2010, 11 Ekim 2010, 19 Ekim 2010 ve 9 Kasım 2010) yayımlanan mülakatı Jozef Stalin’in büyük torunu Yakob Çugaşvili gerçekleştirdi. Aşağıda bu mülakatın, The Georgian Times’ta yayımlanan İngilizce versiyonundan tarafımdan yapılan çevirisini bulacaksınız. Prof. Furr’un vebsitesine şu adresten erişebilirsiniz: http://chss.montclair.edu/english/furr/

Garbis Altınoğlu

Dr. Grover Furr: “Çok Gizli Raporlar Sızdırıldı”
The Georgian Times, 20 Eylül 2010
Yakob Çugaşvili geçenlerde ABD New Jersey’deki Montclair Eyalet Üniversitesinde profesör olan Dr. Grover Furr ile bir mülakat gerçekleştirdi.

G. Times: Dr. Furr, mülakata, SSCB tarihini araştırmaya ilişkin yaklaşımınızı betimlemenizi sorarak başlamak istiyorum.

G. Furr: Sözlerime, herşeyden önce, bütün araştırmalarımda objektif olmaya çalıştığımı söyleyerek başlamak isterim. Ben, elde bulunan en geçerli kanıtlara ve en doğru yorumlara dayanarak hakikatı ortaya çıkarmak için elimden gelen çabayı harcarım.
 
İyi öğretmenlerim vardı; onlar, bir ortaçağ tarihi uzmanı olan bana objektif olmayı öğrettiler. Biz, fiziksel bilimler alanındaki öğrenciler gibi, konuya ilişkin tüm kanıtları toplamayı ve tümdengelim ve vargılarımızı bu kanıtlara dayandırmayı öğrendik. Ben, kendi yerleşik düşüncelerimi doğrulamaya çalışmak ya da akademik ya da siyasal bakımdan “revaçta olanı” yinelemek yerine kendi önyargılarımı sorgulamanın ve neyin doğru ve neyin yanlış olduğuna kanıtları esas alarak karar vermenin ne denli önemli olduğunu öğrendim.

Benim ABD’nde lisansüstü eğitim gördüğüm dönemde Vietnam Savaşı tüm hızıyla sürüyordu. Yavaş yavaş, komünist hareket hakkında bana öğretilenlerin objektif olmadığını, doğru olmadığını öğrenmeye başladım. Bu anlatılanlar, araştırma kılığına bürünmüş anti-komünist propagandadan başka bir şey değildi. Kanıtlar ya çarpıtılmış ya da büyük ölçüde görmezden gelinmişti. Soğuk Savaş sırasında; komünizm, Sovyetler Birliği ve Stalin üzerine yapılan araştırmalar aşırı derecede önyargılıydı ve objektiflikten tümüyle yoksundu. Soğuk Savaş çoktan bitmiş olmasına rağmen durum hala aynıdır. Veriler, tüm “anaakım” ve “saygıdeğer” bilim insanlarının bu konular hakkında yazdıklarının hemen hemen tümünün bilim kılığına bürünmüş anti-komünist propaganda olduğunu kanıtlamaktadır.

Antistalinskaia podlost’/ Anti-Stalinist Alçaklık (Moskova: Algoritm, 2007) adlı ilk kitabımda, Stalin ile onun sağ kolu sayılan Gürcü komünist Lavrenti Beria hakkındaki sözümona “açığa çıkarmaların” tümünün yanlış olduğunu kanıtlayabildim. Konuya ilişkin tüm kanıtları ya kitabımda ya da internette vebsayfası adreslerini vererek yeniden sundum.

Bugün aynı çabayı sürdürüyorum; yani en geçerli kanıtlara dayanarak hakikatı keşfetmeye ve bunu neyin “kabul edilebilir” ya da “siyasal bakımdan doğru” olduğuna bakmaksızın yapmaya çalışıyorum. Bu hoş, hatta eğlenceli bir çaba. Ve inanılmaz sonuçlar veriyor.

G. Times: Aralarında bir çok Gürcü’nün de bulunduğu çok sayıda akademik ve siyasal kişi, 23 Ağustos 1939’da Molotov-Ribbentrop Paktı’nı imzalamak suretiyle SSCB’nin, Hitler Almanyası’yla birlikte Polonya’yı işgal etmeyi kabul ettiğini ileri sürüyor ve dolayısıyla SSCB’ni saldırgan sayıyorlar. Bu böyle mi?

G. Furr: Hayır. 1939’da dünyada hiçbir ülke SSCB’ni saldırgan saymadı. Bağlaşıkların hepsi ve (BM’in önceli olan ve Türkçe literatürde daha çok Cemiyet-i Akvam olarak anılan- G. A.) Uluslar Ligası, Sovyetler Birliği’nin sınırlarını savunmakta olduğu ve Almanya-Polonya savaşı sırasında tarafsız kaldığı yolundaki savını kabul ettiler. Polonya’yı ve Polonya halkını yüzüstü bırakanlar, bu ülkenin siyasal ve askeri liderleriydi.

Sovyet hükümetinin tutumu, Polonya devletinin çöktüğü yönündeydi. Ancak, bu özgül tutum reddedilse bile Sovyetlerin hukuksal konumu gene de sağlamdı. 1958’de, yani Soğuk Savaşın en hararetli döneminde, SSCB’ne sempati duymayan, ama -bugün olduğu gibi o zaman da ender rastlanan- objektif bir bilim insanı olan George Ginsberg adlı bir Amerikan Uluslararası Hukuk uzmanı, Sovyetlerin eylemlerinin uluslararası hukuka aykırı olmadığını belirledi (American Journal of International Law/ Amerikan Hukuk Dergisi, Ocak 1958).

SSCB’nin Polonya’ya askeri birlik göndermeye hakkı olmadığını ileri sürenler, edimsel olarak Sovyetler’in Alman ordusunun ta 1939-öncesi sınırlara kadar ilerlemesine izin vermesi gerektiğini söylemiş olmaktadırlar. Ne dünyada herhangi bir devlet böyle davranırdı, ne de uluslararası hukuk bunu gerektirirdi.

Yineliyorum: Sovyetler Birliği Polonya’ya karşı saldırgan bir tutum almamıştır. İlgili okurların 2009 tarihli ve http://www.tinyurl.com/furr-mlg09 adresinde bulabilecekleri “Did the Soviet Union Invade Poland in September 1939”/ “Sovyetler Birliği Eylül 1939’da Polonya’yı İşgal Etti mi?” başlıklı yazıma bakmalarını öneririm.

G. Times: Peki ya Moskova Duruşmaları? Hemen hemen tüm bilim insanları Stalin’in Moskova Duruşmalarında ve “Tuhaçevski Olayı”nda masum sanıklara karşı uydurma suçlamalar getirdiğine inanıyorlar.

G. Furr: Elde bulunan kanıtların hepsi de bunun tam tersini, yani sanıkların en azından itiraf ettikleri suçları işlediklerini gösteriyor. “Kanıtların büyük çoğunluğu” değil, TÜMÜ sanıkların suçlu olduklarını gösteriyor.

Aralarında Trotskist araştırmacıların da bulunduğu “anaakım” bilim insanları, sanıkların masum olduğu varsayımından yola çıkıyorlar. Bunun nedeni onların, siyasal önyargılarını araştırmalarına zorla dayatmalarıdır. Onlar bu vargılarını kanıtlara dayandırmıyorlar. Rus yetkilileri, Moskova Duruşmaları sanıklarının soruşturma raporlarını hala “çok gizli” konumunda tutuyorlar. Fakat zaman içinde hayli bilgi sızdı. Mart 1938 Moskova Duruşmasının baş sanığı Nikolay Buharin hakkında ve yüksek rütbeli askeri komutanların “Tuhaçevski Olayı” diye bilinen davası hakkında sanıkların gerçekten de suçlu olduklarını gösteren yeterinden de fazla kanıt var. Moskova’da oturan meslekdaşım Vladimir L. Bobrov ile ben önümüzdeki yıl içinde, Gorbaçov dönemi Sovyet yetkililerinin, Buharin’i “masum” ilan eden Şubat 1988 tarihli “rehabilitasyon” raporunun kasıtlı olarak çarpıtılmış olduğunu gösteren bir kitap yayımlayacağız. Bu raporun kendisinin o zaman gizli olduğunu söylediği, ama şimdi erişilebilir hale gelen kanıtların ta kendisi, Buharin’in suçlu olduğunu ve Sovyet yetkililerinin bunu bilmelerine rağmen durumu örtbas ettiklerini göstermektedir.

Bu arada okuyucularınıza, 2007’de Rus bilimsel dergisi Klio’da (St. Petersburg) yayımlanan (Rusça- G. A.) makalemize (http://tinyurl.com/bukharin) bakmalarını öneriyorum.

Leon Trotski Moskova Duruşmalarının üçünde de, yokluğunda yargılanan sanık konumundaydı. O, ‘terör’le –Stalin’i ve diğer Sovyet liderlerini öldürtmek için komplo kurmak- ve SSCB’nde iktidarı ele geçirmek için Nazi Almanyası ve militarist Japonya’yla işbirliği yapmakla suçlanmıştı. Ben Nisan 2010’da, “Evidence of Leon Trotsky’s Collaboration with Germany and Japan”/ “Leon Trotski’nin Almanya ve Japonya ile İşbirliğinin Kanıtları” başlıklı yazımı yayınladım. (http://clogic.eserver.org/2009/Furr.pdf) Ele geçen kanıtlardan çıkarılabilecek bir tek sonuç var: Trotski suçluydu.

G. Times: Peki, ya Aralık 1934’te Leningrad Parti lideri Sergey Kirov’un öldürülmesi? Herhalde bu eylemi Stalin’in kendisinin planladığından ya da tek başına hareket eden çıldırmış bir silahlı kişinin eylemini siyasal düşmanlarından kurtulmak için sinik bir biçimde kullandığından kuşku duyulamaz?

G. Furr: Hruşçov, Stalin’in Kirov’u öldürttüğünü “kanıtlamak” istedi. Kendisine bağlı sahtekar araştırmacılar bunu başaramayınca “tek başına hareket eden silahlı kişi” teorisini uydurdular ve Stalin’in Kirov’un öldürülmesini, sinik bir biçimde siyasal düşmanlarına “çamur atmak” –onları haksız yere suçlamak- ve infaz etmek için “kullandığını” ileri sürdüler. Bu bütünüyle yanlış. Elimizde bulunan kanıtlar sadece ve sadece, Kirov’un gerçekten de, mensuplarının duruşmada ve –şimdi bir bölümüne ulaşabildiğimiz- gizli önduruşma soruşturmalarında itiraf ettikleri gibi yeraltı muhalefeti tarafından öldürüldüğü hipoteziyle bağdaşmaktadır.

G. Times: 1937-38’in “Büyük Terör”ünde hemen hemen 700,000 kişi infaz edildi. Bunların hepsi de bir “suç” işlemiş miydi? Eğer değillerse, böylesi bir kıyım nasıl açıklanabilir?
josef stalin
G. Furr: 2005’te “Stalin and the Struggle for Democratic Reform”/ “Stalin ve Demokratik Reform Savaşımı” (http://clogic.eserver.org/2005/furr.html ve http://eserver.org/clogic/2005/furr2.html) başlıklı ve iki bölümden oluşan denememi yayımladım.
O günden bu yana, (bazan Robert Conquest’in, hiç de dürüst olmayan ama etkili kitabının adına izafeten “Büyük Terör” olarak anılan) “Yejovşina” hakkında çok daha fazla kanıta ulaşmış bulunuyoruz.

Şimdi okurlarınıza, kanıtlara ulaşabilecekleri linklerle (http://tinyurl.com/ezhovshchina) bu vargıların İngilizce özetine (“The Moscow Trials and the ‘Great Terror’ of 1937-1938: What the Evidence Shows”/ “Moskova Yargılamaları ve 1937-1938’in ‘Büyük Terör’ü: Kanıtlar Neyi Gösteriyor?”)
bakmalarını önerebilirim.

Yeni elde edilen kanıtlar, NKVD’nin 1936’dan 1938’in sonlarına kadar şefi olan Nikolay Yejov’un Almanlarla da entrikalar tezgahladığını doğrulamaktadır. Sağ(cı)lar ve Trotskistlerin yaptığı gibi Yejov ve onun NKVD içindeki üst düzey adamları Almanya’nın, Japonya’nın ya da bir başka büyük kapitalist ülkenin işgaline bel bağlamışlardı. Onlar, kurşuna dizilmelerini sağlamak için işkence yaptıkları çok sayıda masum kişiyi, idamı gerektirecek suçlar itiraf etmeye zorladılar. Ve daha pek çok insanı da çarpıtılmış gerekçelerle ya da herhangi bir gerekçe olmaksızın infaz ettiler.

Yejov, çok sayıda masum insanın kitlesel olarak öldürülmesinin Sovyet halkının geniş bir bölümünün hükümete karşı tutum almaya itmesini umuyordu. Bu, bir Alman ya da Japon saldırısı sırasında Sovyet hükümetine karşı iç isyanların gerçekleşmesi için bir zemin oluşturacaktı. Yejov bu ve benzer konularda Stalin’e, Parti ve hükümet liderlerine yalan söyledi. 1937-38’de hemen hemen 680,000 kişinin bu korkunç kitlesel kıyımı, Yejov ve onun üst düzey adamlarının, Sovyet halkı arasında hoşnutsuzluk tohumları ekmek için gerçekleştirdikleri esas itibariyle haksız infazlardan oluşuyordu.

G. Times: Son soru: Sevelim ya da sevmeyelim, Jozef Stalin tarihte gelmiş geçmiş en büyük Gürcü. Stalin’e ilişkin değerlendirmenizi kısaca söyler misiniz?

G. Furr: Stalin’i, kendisinin de kabul ettiği standartla yargılamamızı öneriyorum. Stalin, Lenin’in öğrencisi olmaya çalıştı. O, sosyalizmi inşa etmek ve ardından sömürünün olmadığı, emekçi halk tarafından yönetilen ve onlara hizmet eden bir komünist toplum kurmak için uğraştı. Peki, ne ölçüde başarılı oldu O?

Benim görüşüme göre Stalin, Lenin’in sadık bir öğrencisiydi. O, ilkeli bir insandı; çok zeki ve son derece çalışkan biriydi. Stalin, Bolşeviklerin niteliklerinin en iyileriyle donanmıştı. Ancak, Stalin ve onunla birlikte savaşan ve çalışan insanlar, uğruna bu denli uğraş verdikleri komünist toplumu kurmayı başaramadılar.

Bence, Lenin’in yaşamış ya da SSCB’nin başında Trotski, Zinovyev ya da başka birisinin olmuş olması halinde sonuç pek de farklı olmazdı. Başarısızlığın nedeni, Stalin’in, Bolşeviklerin ve Sovyet emekçi halkının yeterince çaba harcamamış olmaları değildi. Kusur, onların sosyalizmi inşa etmeye ve ardından komünizm yolunda ilerlemeye ilişkin anlayışlarındaydı. Bu kuşağa ya da gelecekteki kuşaklara düşen görev, Stalin de içinde olmak üzere Bolşeviklerin başarılarından ve başarısızlıklarından öğrenmek ve onların ulaşmak için bu denli kahramanca uğraştıkları amaçlar doğrultusunda daha da ileri gitmektir. 

“Antistalinizm”- Mit mi yoksa Gerçeklik mi?
The Georgian Times, 11 Ekim 2010

The Georgian Times, ABD’nin New Jersey eyaletindeki Montclair Eyalet Üniversitesi’nde profesör olan Dr. Grover Furr ile yaptığı özel mülakatı yayımlamayı sürdürüyor.

“Antistalinizm”i tartışmak için önce “Stalinizm”i tartışmamız gerekir. “Leninizm” teriminin kullanıma girmesi, “Stalinizm” sözcüğünün kullanılmasını kaçınılmaz kıldı. Stalin, “Trotskizm” terimini 19 Kasım 1924 gibi erken bir tarihte kullandı. “Stalinizm” sözcüğünün kullanımı da aşağı yukarı bu döneme dayanır. “Stalinizm” sözcüğünün Trotski tarafından icat edildiği sanılıyor. O bu terimi, 28 Haziran 1917’de G. Evdokimov ile birlikte yaptığı ortak açıklamada kullandı.

İlk başlarda “Stalinizm” sadece, Stalin’in liderliğiyle bağlantılı politikalar anlamına geliyordu. Sabık Alman komünisti Arthur Rosenberg Temmuz 1927’de bu terimi, dünya devriminin eli kulağında olmadığının kabulü anlamında kullanmıştı. Trotski “Stalinizm”i, Stalin’in politikalarının “Leninizm”le karşıtlık içinde olduğunu göstermek amacıyla kullandı; ve Stalin de “Trotskizm”i
aynı amaçla kullandı.

Fakat zamanla “Stalinizm” terimi, gerçeklerden tamamen kopuk bir anlam kazandı. İşte bazı “Stalinizm” tanımları:
“Stalinizm”- 1930-50’ler arası dönemde SSCB’nde meydana gelen ve J. V. Stalin’in yaptıklarıyla –toplumsal yaşamın her yanının denetimi anlamında kişisel iktidar rejimi, kitlesel baskı vb.- bağlantılı olaylar” – Kuznetsov’un Açıklamalı Rus Dili Sözlüğü.
Dmitriy Pospiyelovski, “Restalinizasyon ya da Destalinizasyon” adlı kitabında şöyle diyor: “Stalinizmin formel bir tanımı şöyle yapılabilir: tek bir diktatörün keyfi bir biçimde ve herhangi bir parti organı tarafından denetlenmeksizin yönettiği, Marksist-Leninist dogmanın biricik yorumcusu olduğu ve etrafının kendi kişiliğine tapınmayla çevrili olduğu tek kişi diktatörlüğü.” (Russian Review 27, No. 3 (Temmuz 1968), s. 307-320, s. 309)
Stalinizm tanımlarının büyük çoğunluğu bu iki tanımda olduğu gibidir.

Bu tanımların en önemli yanı, ayrıntılarına varana değin yanlış olmalarıdır. Stalin tanım gereği hiçbir zaman “diktatör” olmamıştı. Parti liderleri onun görüşlerini kabul etmeyebiliyor ve (zaman zaman- G. A.) da kabul etmiyorlardı. SSCB’nde hiçbir zaman “toplumsal yaşamın her yanının sıkı sıkıya denetimi” sözkonusu değildi.

Bir dizi teorisyen ve zamanın Sovyet liderliğinin çoğunluğu, onun Marksizm-Leninizm yorumuna katılmıyordu.
Stalin kişisel olarak “tapınma”ya karşı çıktı ve onu “zararlı” olarak niteledi. O, diğer liderler öyle davranmasını dayattıkları için buna katlandı. Hatta Malenkov, Stalin’in ölümünden kısa bir süre sonra bunu itiraf etti.

“Anti-stalinizm”, Stalin dönemi SSCB’nin tarihinin çarpıtılması anlamına gelmektedir. Bu, yukardaki türden ve daha pek çok tarihsel uydurmalara, yalanlara dayanır. Bu tarihsel uydurmaların serpilmesinin nedeni, onların anti-komünizmin çıkarlarına hizmet etmeleridir. “Anti-stalinizm”, anti-komünizmin bir biçimidir. Benim görüşüme göre, “anti-Stalinist” uydurmaların üç ana kaynağı ya da “akımı” var: Leon Trotski, Nikita Hruşçov ve Mihail Gorbaçov.
“Anti-stalinist” uydurmaların ilk kaynakları arasında Leon Trotski en önemlisidir. Kendi etkinliklerine, Stalin’e ve kendi dönemindeki Sovyetler Birliği’ne ilişkin korkunç yalanları; onu her renkten anti-komünistler arasında son derece popüler hale getirdi. Uydurmalarını “sol” bir kılığa büründürdüğü için bazı dürüst insanları da kendi örgütlerine çekebildi. Kapitalistler de ona, kendi uydurmalarını yaymakta yardımcı oldular.

Dürüst eleştiri, her alanda son derece yararlıdır. Lenin’in zamanında çok miktarda dürüst eleştiri ve görüş ayrılığı vardı. Trotski’nin –sosyalizmin tek bir azgelişmiş ülkede, yani SSCB’nde zafere ulaşamayacağı yolundaki- görüşünü, içlerinde Lenin’in de olduğu başka bir çok kişi kısmen paylaşıyordu. Trotski’nin (ve diğerlerinin) bu ve benzer eleştirileri tartışılmayı hak ediyordu.

Trotski’nin komünist hareket içinde olumsuz ve yıkıcı bir rol oynamış olmasının nedeni onun, sosyalizmin inşasının yolu konusunda Stalin’le anlaşamamış olması değil, devasa ölçekte bir çarpıtıcı olmasıydı. Trotski, dürüst olmadığı için zararlı ve gerici bir rol oynadı.

Trotski kendi çıkarlarının ve siyasal iktidarın peşindeydi. O, kollektif tarzda çalışma yetisinden yoksun bir bireyciler şahıydı. Önerileri 1920’lerdeki tartışmalarda yenilgiye uğradığında asla çoğunluğa boyun eğememiş ve Parti çizgisini izlemeyi kabul edememişti o. Tersine o, gizlice ve dürüst olmayan bir biçimde çeşitli entrikalara girişti. Böyle davrandığı için sürgüne gönderildiğinde Trotski’nin uydurmaları ve yalanları giderek daha da rezil bir nitelik kazanmaya başladı. O günden bu yana tüm anti-komünist propagandacılar ve “bilginler” büyük ölçüde Trotski’nin Stalin’e ve SSCB’ne ilişkin uydurmalarından yararlanmışlardır.

“Anti-Stalinizm”in ikinci büyük kaynağı Nikita Hruşçov’du. Hruşçov, Stalin ve Sovyet tarihi hakkında gerçekten de devasa ölçekte yalanlar imal etmeye koyuldu. Bunların bir bölümünü Anti-Stalinist Alçaklık (=Antistalinskaia podlost’) adlı kitabımda yazdım. Hruşçov’un yalanları ve onun yazdırdığı yalanlar üzerine bir dizi denemem daha çok geçmeden yayınlanacak.

Anti-Stalin yalanların üç ana “ırmağı”ndan ikisi, Trotski ile Hruşçov’dur. Aleksandr Orlov gibi diğerleri hem kendileri yalanlar uydurmuş, hem de bu ikisinden kopya çekmişlerdir. 

“Anti-Stalinizm”in üçüncü büyük kaynağı, Gorbaçov döneminde ve onun rejimi tarafından uydurulan ve yayılan uydurmalardır. Gorbaçov dönemi “tarihçileri”, Trotski’den ve özellikle Hruşçov’dan yararlandılar ve bunlara kendi çarpıtmalarını eklediler. Gorbaçov dönemi çarpıtmaları Yeltsin döneminde sürdürüldü ve bugün de sürüyor. Moskovalı meslekdaşım Vladimir L. Bobrov ve ben çok yakında Yauza tarafından yayımlanacak olan “1937 god. Pravosudie Stalina” adlı kitabımızda, bu Gorbaçov dönemi çarpıtmalarının bir bölümünü daha irdeliyoruz.

G. Times: Hruşçov’un, Şubat 1956’daki 20. Parti Kongresi’nde yaptığı konuşma, Sovyet halkının birbirini izleyen üç kuşağının zihinlerini güçlü bir biçimde etkiledi. Bu konuşma, SSCB’ni değişikliğe uğrattı ve komünist hareketi dünya ölçeğinde baltaladı. Siz, Hruşçov’un konuşmasında yer alan 61 yalanı sergilediniz. Hruşçov’un en ölçüsüz yalanlarından bir kaçına kısaca değinebilir misiniz?

G. Furr: Aslına bakılırsa, Hruşçov’un Stalin’e ve Lavrenti Beria’ya yönelik “açığa vurma” ve suçlamalarının tek tek hepsi yanlıştır. Bir kaç örnek: “Kişiye tapınma”. Stalin buna karşı çıkıyordu; fakat Hruşçov bu iğrenç “tapınma”yı ateşli bir biçimde teşvik ediyordu. Hruşçov Stalin’in, “kendisine muhalefet eden liderleri ahlaksal ve fiziksel olarak yokettiğini” ileri sürüyordu. Aslına bakılırsa, böyle bir şey hiç, tek bir kez bile olmadı. Hruşçov, bu konuşma sırasında alıntıladığı bütün belgeleri kasıtlı olarak çarpıttı: Pavel Postişev’in Şubat 1937 Merkez Komitesi plenumundaki sözleri; sözümona Ocak 1939 tarihli “işkence telgrafı”; Robert Eikhe’nin mektubu buna örnektir.

Bu yalanlar arasında en rezilce olanı hangisiydi? Büyük olasılıkla Hruşçov’un göndermede bulunduğu sahte “rehabilitasyon raporları!” Bunların bir çoğu 2000 yılında yayımlandı. Hepsi de düzmece. Bu raporların hiçbiri, “rehabilite edilen” kişilerin masum olduğunu kanıtlamıyor. Bunların bir bölümünü kitabımda ele alıyorum. 

Bu konuşmadan sonra Hruşçov ve ona bağlı olarak çalışanlar yalan söylemeye –örneğin Moskova Duruşmaları ve Tuhaçevski Olayı sanıkları hakkında- devam ettiler. Onlar, 1961’deki 22. Parti Kongresi’nde yalan söylemeye devam ettiler. Hruşçov’un adamlarının sağladığı sahte verilere dayandıklarından, Hruşçov dönemi kitaplarında yayımlanan “açığa vurmalar”ın da hemen hemen hepsi yalandır. Bunun böyle olmasının çok önemli sonuçları olacaktır. 

Sovyet tarihinin, Gorbaçov döneminden bu yanaki günümüzdeki çarpıtıcıları, hala Stalin dönemine ilişkin Hruşçov dönemi uydurmalarını esas alıyorlar. Onlar, buna ek olarak yeni çarpıtmalar da uyduruyorlar.

SSCB’ndeki Kollektivizasyon Çok Sayıda Avrupalı’nın Yaşamını Kurtardı

The Georgian Times, 19 Ekim 2010
Ben, uzun süredir kollektivizasyon ve kıtlık (Golodomor) konularına ilgi duymaktayım.

Ben yıllardır, Sovyetler’deki kıtlıklar konusunda dünyanın en iyi araştırmacısı olan West Virginia Üniversitesi profesörü Dr. Mark Tauger ile iletişim halindeyim. Ne anti-komünist ve ne de pro-Stalin ya da pro-komünist olan Tauger, diğer araştırmacılardan farklı olarak tümüyle objektif bir araştırmacıdır. O sadece gerçeği keşfetmeye çalışmaktadır.

Tauger’e göre Rusya tarihinde, yaklaşık her iki ya da üç yılda bir olmak üzere yüzlerce kıtlık yaşanmıştır. 1920-21’de, 1924’de, 1927’de ve 1928’de de ciddi kıtlıklar yaşandı.

G. Times: Neden bazı tarihçiler kollektivizasyonun ve sınaileşmenin Stalin’in ve Bolşeviklerin en büyük hataları olduğunu düşünüyorlar?

G. Furr: Tauger 2001’de, 1928 kıtlığı üzerine, “Tahıl krizi mi yoksa kıtlık mı?” başlıklı bir makale yayımladı. 1920-21 yıllarının “Volga kıtlığı”nı kısmen, yaşanan acıları gözler önüne seren dehşet verici fotoğraflar çekmiş olan Nansen yardım komisyonundan ötürü iyi biliyoruz. Ancak, 1924 ve 1927-28 kıtlıkları büyük ölçüde görmezden gelindi. Görmezden gelmedikleri durumlarda anti-komünist araştırmacılar bunların “kıtlık” olduğunu reddediyor ve onları “bölgesel ve yerel sorunlar” olarak adlandırıyorlar.
Onlar, Rusya’da büyük ya da küçük boyutlarda kıtlıkların çok sık meydana geldiği olgusunu gizlemek için böyle davranıyorlar. Anti-komünist yazarlar insanları, böylesi kıtlıkların kollektivizasyona kadar olan dönemde seyrek olduğuna inandırmaya çalışırlar. Fakat aslında, kıtlıklar yaygındı ve kollektivizasyon esas itibariyle, durmadan yinelenen bu sorunu çözme girişimiydi.

Churchill, İkinci Dünya Savaşı dönemi anılarını anlattığı Hinge of Fate adlı kitabında yer alan ünlü bir pasajda Stalin’in ellerini havaya kaldırarak şu sözleri söylediğini aktarır:
“On milyon. Korkunç bir şeydi. Dört yıl sürdü. Periyodik kıtlıklardan sakınmak için toprağı traktörlerle sürebilmek mutlak bir gereklilikti.”

Churchill bu ciltleri yıllarca sonra yazdı ve o sıralar belleği büyük olasılıkla kusursuz olmaktan uzaktı. Fakat hiç kimse Churchill’in “periyodik kıtlıklardan sakınma”ya ilişkin bu pasajı uydurduğunu ileri sürmedi. Gerçekten de, bu (Churchill’in kıtlıklar hakkında söyledikleri- G. A.) doğruydu.

Tauger halihazırda, daha eski tarihlerde meydana gelen kıtlıklar üzerinde çalışıyor.

Dolayısıyla, sınaileşmeyi finanse etmek için gerçekten de zorunlu olmakla birlikte, kollektivizasyona sadece bu amaçla girişilmemişti. O, çok sayıda insanın yaşamını yitirmesine yol açan periyodik kıtlıklara son vermek için de zorunluydu.

Ve 1932-33 kıtlığı, temel nedeni savaşın yol açtığı devasa yıkım olan 1946-47 savaş sonrası kıtlığı sayılmazsa, son kıtlık oldu. 1932-33 kıtlığı tartışmalarında bu olgu hep gözlerden saklanır.
Kollektivizasyon tabii ki ölümlere yol açtı! Bunu hiç kimse yadsımadığı gibi ben de yadsımıyorum.

Kollektivizasyona gitmemek de ölümlere yol açacaktı. Statüko, kıtlıklar nedeniyle ölümlere yol açıyordu… Yeni Ekonomik Politikayı (=NEP) sürdürmek de kıtlık kaynaklı ölümlere yol açacaktı.

Demek ki, eldeki bütün seçenekler ölümlere yol açacaktı. Bu konuya iki tarzda yaklaşılabilir: Birincisi-kimler ölecekti? Ve ikincisi ne kadar insan ölecekti? 

Kollektivizasyon, köylere egemen olan zengin köylüleri (“kulak”) hedef alıyordu. Statüko esas dikkati, en yoksulların çektiği acı üzerine yoğunlaştırıyor. Statüko, yoksullara karşı zenginleri gözetiyordu. Kollektivizasyon, zenginlere karşı yoksulları gözetti. Aslına bakılırsa, yiyecek maddelerini satın alıp daha sonra fiyatları yükseltebildikleri için zenginler kıtlıklar sırasında daha da zenginleşiyorlardı.

Kollektivizasyon olmasaydı kaç kişi ölürdü? Burada bir sürü olasılık var. İşte bir tanesi. Savaş – Bolşevikler, Avrupa devletlerinin içinde yer aldığı ve belki Japonya’nın da katılacağı şu ya da bu bağlaşmanın er ya da geç SSCB’ni işgal edeceğini düşünüyorlardı. Bu aynen gerçekleşti.

Kollektivizasyon sayesinde sınaileşme sağlandı. Sınaileşme olmaksızın SSCB modern bir ordu kuramazdı.

Beklentilere uygun olarak, tümüyle masum 28 milyon Sovyet yurttaşını öldüren Naziler neredeyse SSCB’ni ele geçireceklerdi. 

G. Times: Modernleştirilmiş bir Kızıl Ordu olmuş olmasa ve Naziler SSCB’ni ele geçirmiş olsaydı?

G. Furr: Eğer Naziler SSCB’ni ele geçirmiş olsalardı, çok daha fazla sayıda Sovyet yurttaşı öldürülecekti. Hitler’in planı böyleydi. İki cephede birden savaşma kaygısı olmayan ve SSCB’nin bütün kaynaklarıni elinin altında bulunduran bir Hitler, Bağlaşıklar açısından çok daha tehlikeli bir düşman olurdu. Almanlar ve –aralarında Ukrayna milliyetçilerinin ve 14. Waffen-SS Tümeni olarak da bilinen Ukrayna Asi Ordusu’nun da bulunduğu- bağlaşıkları yüzbinlerce, belki de milyonlarca daha fazla Bağlaşık askeri ve yurttaşını öldürebilirlerdi.

Hitler’in Britanya adalarını işgale ilişkin ciddi planları vardı. O bunu yapabilirdi! Ne kadar çok Birleşik Krallık yurttaşı yaşamını yitirirdi? Pek çok insan!

Japonlar Uzakdoğu’da Bağlaşıklara karşı çok daha güçlü hale gelmiş olurlardı. Onlar, Nazilerden insan ve materyel desteği ve işgal edilmiş olan SSCB’nden Sahalin (adası- G. A.) petrolünü alabilirlerdi. Bu durumda onlar, çok daha fazla İngiliz, Fransız, Hollandalı, Çinli, Vietnamlı ve Amerikalı öldürürlerdi.

Ve Yahudileri de unutmayalım. Daha işin başında Britanya ve Fransa ordularının işini bitirmiş olan Hitler, ellerini kollarını sallayarak dolaştığı Avrupa’da daha da fazlasını yapardı. 

G. Times: Böyle bir durumda Hitler’in, öldürmüş olduğundan daha da fazla Yahudi öldürebileceğini düşünüyor musunuz?

G. Furr: Bence bu tartışma götürmez. Tabii ki o, çoğu Slav olmak üzere çok büyük sayıda “Untermenschen” (=alt-insan) ile birlikte daha da fazla Yahudi öldürürdü! 

Bu bakımdan, son derece haklı olarak, SSCB’ndeki kollektivizasyonun sadece çok büyük sayıda Sovyet yurttaşının yaşamını kurtardığını söylemekle yetinemeyiz. Kollektivizasyon çok büyük sayıda Avrupalı, Çinli ve Amerikalıların, hatta Japon ve Almanların yaşamlarını da kurtardı. Savaşın daha fazla uzaması halinde, Eksen ülkelerinde de daha fazla asker ve yurttaş yaşamını yitirecekti.

Bu, yol açtığı iyi şeyler ve engellediği kötü şeyler hesaba katıldığında, eşlik ettiği sorunlar ve ölümlere rağmen kollektivizasyonun 20. yüzyılın en büyük zaferlerinden biri olduğu anlamına gelir.

Kollektivizasyonun tek alternatifi, Çarların yapmış olduğu gibi her 2-3 yılda bir kıtlıkların meydana gelmesine süresiz olarak katlanmak ve sınaileşmeden bütünüyle değilse de onlarca yıl süreyle vazgeçmekti. (Nazilere kalsaydı, onlar bütün Slavları eğitimden yoksun serflere dönüştüreceklerdi.)

Çok hızlı (“yoğunlaştırılmış”) sınaileşme olmaksızın Kızıl Ordu Nazi işgaline karşı savaşmaya hazır olamazdı. 

Bolşeviklerin kollektivizasyon ve sınaileşme deneyimlerine göz atmak bizlere çok şey öğretir. Çin Komünistleri, Vietnam Komünistleri vb bunu kesinlikle yaptılar! Onlar Sovyet örneğini kölece taklit etmemede kararlıydılar ve etmediler de.
Fakat Bolşevikler –ya da isterseniz “Stalin”- bir ilktiler. Onlar, edinilmiş deneyimin verdiği avantajdan yoksundular. Onların, hatalı olduğu daha sonra ortaya çıkan bir çok karar almaları son derece doğaldı. Bu öncülerin değişmez yazgısıdır. 

Kollektivizasyon sırasında Bolşevikler tonlarca hata yaptılar. Ama, bu işe hiç kalkışmamak ölçülemeyecek ölçüde daha büyük bir hata olurdu! 

Ve sorun tam da bu. Bu hususlara değinmek rağbet görmüyor ve “siyasal bakımdan uygunsuz” sayılıyor. Doğu’da ve Batı’da, özellikle seçkinler arasında egemen olan anti-komünist ve özellikle anti-Stalinist ortodoksluk, bu düşüncelerin yayımlanmasını hemen hemen olanaksız hale getiriyor. Bu bir olgu, bu gerçeğin ta kendisi- ama “onu söyleyemezsiniz.” 

Stalin ve O’nun döneminin Bolşeviklerini “mazur göstermeye” çalışmıyorum. Onlar ellerinden geleni yaptılar.
Sahip oldukları bilgiler ve SSCB’nde 1928’deki durum gözönüne alındığında onların, çok hızlı kollektivizasyon ve sınaileşme dışında bir seçenekleri yoktu.

Şimdiye kadar hiç bir tarihçi ya da iktisatçı Bolşeviklerin 1929’da benimseyebilecekleri geçerli bir alternatif plan önerememiştir. Tek bir kişi bile çıkmamıştır bunu yapacak! Birisinin böyle bir plan bulduğunu varsaymamız halinde bile onun, Bolşeviklerin –Stalin ya da başka birinin- bu planı 1928’de bilebileceğini kanıtlaması gerekecektir. 

Bunun gerçekleştirilebileceğinden kuşkuluyum. Bugün, kollektivizasyonun çok sayıda can yitimine yol açtığını biliyoruz. Fakat bunu, geriye doğru bakabildiğimiz ve bu sürecin nasıl geliştiğini görebildiğimiz için biliyoruz. Stalin ve yoldaşları 1928’de bunu göremezlerdi. Onlar edinilmiş deneyimin verdiği avantajdan, kendi deneyimlerinden öğrenebilme olanağından yoksundular!
Biz bugün bu olanağa sahibiz. Buna rağmen hiç kimse ortaya uygulanabilir seçenek çıkaramamıştır. Dolayısıyla, tarihsel olarak söylemek gerekirse, böyle bir seçenek YOKTU.

Bu, anti-Stalinist, anti-komünist tarihçilere ve benzerlerine, ellerini oğuşturmaktan ve ahlak dersi vermekten vazgeçip kollektivizasyonun geçerli seçeneklerinin ne olduğunu açıklamaları için yapılmış nazikçe, ama doğrudan bir meydan okumadır.
Grover Furr: “Milliyetlerin Sürgünü Mazur Görülebilir Bir Önlemdi”
The Georgian Times, 9 Kasım 2010
 
G. Times: Profesör Furr, ya halkın savaş sırasındaki sürgün edilmesine ne buyrulur? Olup bitenler kabaca bilindiğine göre, yanıtlanması gereken esas soru şu: Böylesi sürgünler nasıl haklı çıkarılabilir? Bunlar bir tür jenosid değil miydi?

G. Furr: 25 Şubat 1956’da 20. Parti Kongresi’nde yaptığı gizli konuşmada Hruşçov bu sürgünlere üç noktada karşı çıktı: (1) “hiçbir istisna” yapılmamıştı; (2) bunları, “dayatan herhangi bir askeri gerekçe” yoktu, (3) “bireylerin ya da grupların düşmanca eylemleri nedeniyle uluslar bir bütün olarak” cezalandırılmışlardı.
Bu savların hiçbiri de doğru değildir. Koyu bir anti-Stalinist olan Rusya’nın öndegelen sürgün uzmanı N. Bugai, savaş gazileri ve onların ailelerinin sürgünlerinde bazı istisnalar yapıldığını belgelemiştir. Bugai şunu da söylemiştir: “… Önceliklerini cephe hattının gerisinde ve özellikle Kuzey Kafkasya’da düzeni sürdürme olarak saptayan Sovyet hükümeti, bu önceliklerin dağılımını esas itibariyle doğru bir biçimde yapmıştır.” 

G. Times: Peki ama uluslar bir bütün olarak sürgün edilmeli miydi?

G. Furr: Bence bu soru, iki bölüm halinde yanıtlanabilir. Birincisi, bu isyanların ne ölçüde kitlesel bir nitelik taşıdığı ve ikincisi de, jenosid sorunudur. Birbirlerine özgün bir dil, tarih ve kültürle sımsıkı bağlı insanlardan oluşan küçük bir ulusal grubu parçalara ayırmak, aslında onu yok etmek demektir.

Amerikalı anti-komünist Ann Applebaum, ünlü “GULAG” adlı kitabında kitlesel isyanlar ve askerden kaçmalar olduğunu yadsımaktadır. Ben, Antistalinskaia Podlost’ adlı kitabımda başka araştırmacıların ortaya çıkardığı ve bu pro-Nazi isyanların gerçekten de sözkonusu etnik gruplardan halkın çoğunluğunu kapsadığını kanıtlayan olgulara değindim.

Örneğin, silah altına alınan Kırım Tatarları’nın yüzde 90’ı askerden kaçtılar. Alman kaynaklarına dayanan araştırmacı J. Otto Pohl, bunların hepsinin Nazi kuvvetlerine katılmadığını ileri sürmüştür. Bu görüşün doğru olması bir şeyi değiştirmez: Sovyetler bunun böyle olup olmadığını bilmedikleri gibi, kaçakların büyük çoğunluğu da anti-Sovyet partizan çetelerine ve haydut gruplarına katılmışlardı.
Aynı biçimde, 1942’de silah altına alınan Çeçen ve İnguş’ların yüzde 93’ü askerden kaçtılar, saklandılar, Nazilere katıldılar ya da asi ve haydut gruplarına katıldılar. Pro-Nazi Çeçen milliyetçileri Şubat 1943’te Nazi bayrağı altında büyük bir pro-Alman isyana önderlik ettiler.

Grigory Tokayev and Viyaçeslav Molotov, savaş sırasında bu bölgelerde büyük-ölçekli anti-Sovyet isyanların meydana geldiğinde anlaşıyorlar.

Aralarındaki tek fark Tokayev’in bu isyanları haklı görmesinde yatmaktadır.

Tarihçi V. I. Zemskov, genel olarak sürgünler konusunda uzmanlaşmış bir kişidir. Onun tahminine göre, sürgüne gönderilen 151,720 Kırım Tatarının 191’i sürgün sırasında ölmüştür. Bu yüzde 0.13 demektir. Ne yüzde 13, ne de yüzde 1.3.

Bugai ile Gomov’a göre, “NKVD kayıtları, aynı dönemde yakalanan 493,269 Çeçen and İnguş uyruklu kişiyi taşıyan 180 tren konvoyundan söz ediyor. Operasyon sırasında 50 kişi ve yolculuk sırasında da 1,272 kişi öldü.” Bu rakam, yüzde 0.27’ye, asilerin silahsızlandırılması vb. sırasında ölen 50 kişiyi saymazsak yüzde 0.26’ya denk düşüyor. Bu olayların kış koşullarında ve dünya tarihinde yaşanan en acımasız savaş sırasında meydana geldiği gözönüne alındığında, rakamın pek yüksek olmadığı görülür. Bu büyük olasılıkla, işgal koşullarındaki Sovyet sivillerinin verdiği kayıp oranlarının çok altındadır.

Çeçen-İnguşlar ve Kırım Tatarları’nın durumunda Nazilerle işbirliği, kitlesel boyutlardaydı ve nüfusun büyük çoğunluğunu kapsıyordu. “Sadece suçluları” izole etmeye ve cezalandırmaya çalışmak, sözkonusu ulusları parçalamak anlamına gelecekti. Bu büyük olasılıkla, sözkonusu ulusların yokedilmesine yol açacak ve sonuçta ortada genç kadınların evlenebileceği çok az genç erkek kalacaktı. Bunun yerine, (Sovyetler’in uyguladığı yöntem sayesinde- G. A.) ulusal gruplar birarada tutuldular ve zamanla nüfusları yeniden arttı.

G. Times: Fakat, eğer ulusların sürgünü, tıpkı tarımın kollektivizasyonunda ve sözümona “Holodomor”da olduğu gibi basit bir biçimde mazur gösterilebilirse, dünyanın her yerindeki saygıdeğer tarihçilerin bu olayı eleştirmesini nasıl açıklarsınız?

G. Furr: Bunu anlamanın zor olduğunu sanmıyorum. Sovyet tarihinde ve özellikle Stalin döneminde yaşanan bu olaylar; aşırı işçi sınıfı düşmanı ve sağcı milliyetçi akımların yararına yanlış yorumlanmakta, çarpıtılmakta, yalanlara konu edilmektedir.
Yukarda ele almış olduğum sürgünler, Nazilerle yapılan büyük-ölçekli işbirliğinin sonucunda meydana gelmişti. Nazilerle yapılan bu işbirliğini meşrulaştırmak ve bu grupların içindeki sağcı milliyetçiler yararına bir “görkemli geçmiş” yaratmak için Nazilerle yapılan bu işbirliğinin “haklı” ve sürgünlerin “haksız” olduğunun gösterilmesi gerekmektedir.

Yakob Cugaşvili ve Eka Buçukuri (“The Georgian Times’ın Gürcüce basısından -İngilizceye- çevrilmiştir.)