29 Temmuz 2011 Cuma

İmamın İktidardaki Kuvvetleri: Emniyetçiler, Askerler, Hâkimler


TSK komutası içinde AKP iktidarı ile en olumlu ilişkiye sahip isim olarak bilinen Jandarma Genel Komutanı Necdet Özel dışında genelkurmay komuta kademesinin istifasının ya da kitabına uygun deyişle emekliliklerini istemesinin politik arka planı ve sonuçlarının ne olacağına ilişkin ayrıntılı öngörülerde bulunmak güç. Ancak sistem içi krizlerin bugüne dek her koşulda AKP’nin işine yaradığı, AKP’nin bu tür krizleri yönetmekte ustalaştığı dikkate alındığında direniş kılıklı yeni bir tavizden de söz edilebilir. Çünkü bu istifa/emeklilik isteme olayının sonucunda Jandarma Genel Komutanı Necdet Özel'in Genelkurmay Başkanlığı'na atanması gündeme gelebilecek.

Generallerin kararlarını muhtemelen borsa zarar görmesin diye cuma akşam mesai bitiminde açıklaması da bu "erdemli" hamlenin, karşı tarafı yıpratma amacından ne kadar uzak olduğunu gösteriyor.

Çok büyük bir sürpriz olmazsa sistem yine AKP’nin iktidarı yeniden yapılandırma planı doğrultusunda seyrini sürdürecek. Bu seyir de çok uzak olmayan bir gelecekte genelkurmay kademesinin de AKP’nin/cemaatin mutlak denetimine gireceği bir hedefe doğru ilerliyor.

Tam da bu nokta da yazarımız Mustafa Peköz’ün 4 Haziran’da yayımladığımız ilgili makalesini yeniden okurlarımızın ilgisine sunmakta fayda görüyoruz. (Sendika.Org)

İktidardaki İmamın Kuvvetleri: Emniyetçiler, Askerler, Hâkimler

Dr. Mustafa Peköz

Doktora tezimin konusu ‘Türkiye’de Politik İslam’ın Gelişmesinin Ekonomik Politik ve Sosyal Nedenleri’ydi. Tezim daha sonra ‘İslami Cumhuriyete Doğru’ adıyla 2009 yılında Kalkedon yayınlarında kitap olarak yayınlandı. Konulardan biri İslamcı hareketin ve özellikle Gülen Cemaatinin sistem içerisindeki örgütlenmesini anlatıyordu.


Sistem stratejik kurumlarını hedefleyen cemaatin örgütlenmesi hemen hemen tamamlanma aşamasına gelmiş bulunuyor. Özellikle Milli Eğitim ve İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Yargı, Ordu, Diyanet İşleri Başkanlığı, YÖK, MİT, Milli Güvenlik Kurulu Sekreterliği gibi kurumlar ön plana çıktı. Cemaat bunların çok önemli bir kısmında örgütlenmesini bütünlüklü olarak tamamladı. Yargının üst kurumları ve ordu örgütlenmesi en sona kalanlardı. Anayasa referandumuyla birlikte cemaatin yargıdaki örgütlenmesinde çok ciddi bir gelişmeler oldu ve kısa sürede etkin duruma geldi. En son olarak orduya yönelik yapılan operasyonlar da giderek sonuç almaya başlandı. Genelkurmay bürokrasisine önemli darbeler vuruldu ve geriletildi. Sürekli generaller tutuklanıyor. Ama aynı zamanda kendisiyle uyumlu olabilecek generalleri de ön plana çıkarıyorlar.


İmamın kuvvetleri iktidarlarını üç ana noktada yoğunlaştırmış bulunuyorlar:



1- İKTİDARDAKİ İMAMIN YENİ GENERALLERİ

Gülen Cemaatinin ordu içinde çok gizli ve derinden gelen örgütlenmesi önemli bir aşamaya geldi. Artık fiili olarak orduyu kendisine göre yeniden dizayn etme sürecine girmiş bulunuyor. ‘Ergenekon’ davası gerekçe gösterilerek birçok generalin tutuklanmış olmasının arka planındaki hedef, 2017 yılının komuta kademesinin Gülen’e bağlı olan generaller tarafından şekillendirilmesidir.

Türk ordusu içinde adı darbelere bulaşmamış hiçbir üst düzey subay gösteremezsiniz. Özellikle Ankara merkezli genelkurmay ve kuvvet komutanlıkları bürokrasisinin tamamı bu sürecin içerisindedirler. Bunu bilmeyen yok. Ancak burada ilginç bir durum söz konusu: İslamcı AKP iktidarı, Ergenekon davasında isimleri geçmesine rağmen bazı generaller hakkında hiçbir işlem yaptırmadığı gibi, bu kişileri yanı başında tutuyor.


Bugüne kadar çok gizli çalışan, hedeflerine varmak için en iyi Kemalist generaller olarak geçinen, hatta darbe çalışmasında yer alan İmamın generalleri stratejik merkezlere gelmeye ve daha açık oynamaya başladılar. İmamın politik ve askeri güçleri hedefe varmak için çok yönlü projelerini kesintisizce uyguluyorlar. Kemalist rejimi temsil eden generallerin önemli bir kısmını birçok gerekçeyle tutuklayarak özellikle kuvvet ve ordu komutanlıklarına gelmesini engelliyorlar. Buna paralel olarak kendilerine bağlı generaller ekibini oluşturmaya başlardılar. Örneğin Jandarma Genel Komutanı (Necdet Özel), İmamın cemaatine yakınlığıyla bilinir ve aynı zamanda cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile yakın bir ilişki içindedir. Kürt coğrafyasında koşullandırılmış ve özel olarak eğitilmiş olan 2. Ordu Komutalığına, Özel Kuvvetler Komutanlığı yapmış olan
Orgeneral Servet Yörük getirildi. Darbe dosyalarında ismi geçen Yörük, Erdoğan tarafından desteklendi ve hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Kendisi, İslamcı AKP hükümeti tarafından ön plana çıkartılan bir generaldir.

Dikkat çeken bir başka alan ise
‘Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın (ÖKK) yapılandırması sırasında görevlendirmede Erdoğan’ın özel bir etkide bulunmasıdır. ÖKK bünyesinde iki komutanlık oluşturuldu. Birinci komutanlığa Tuğgeneral Mustafa Bakıcı, ikinci komutanlığa Tuğgeneral Zafer Çelik sorumlu kılındı. ÖKK, ordu içerisinde stratejik öneme sahip kontrgerilla rolünü oynaması bakımından da Erdoğan ve cemaat lideri tarafından önemsenmektedir.

Yine 2. Ordu Komutanlığına bağlı olan 6. Kolordu Komutanı Korgeneral
Mehmet Eröz de Erdoğan’a yakın generallerden biri olduğu biliniyor. İşin ilginç tarafı, Mehmet Eröz de Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın yakından tanıdığı ve atanmasında tercihini kullandığı bir komutan.

Ayrıca Korgeneral Mehmet Eröz, Balyoz kapmasında darbe planın altında imzası bulunan ve daha sonra darbe planlarını yapan ve Harekat Başkanlığı ve Bilgi Destek Dairesi’ndeki bilgisayar kayıtlarını sildiren kişidir. Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz, bu generali ifadeye çağırdı ama gitmedi ve bir daha isminden söz edilmedi. Çünkü Eröz, Erdoğan’ın askeri konularda başdanışmanıydı ve darbe dosyaları konusunda Erdoğan’ın akıl hocalığını yaptı. Geçen yıl YAŞ kararıyla 6. Kolordu Komutanlığına atandı ve geleceğin kuvvet veya ordu komutanlarından biri olarak düşünülüyor.


Başka bir isim de 23. Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı görevini yürüten
Mustafa Bakıcı’dır. Ergenekon davasında yargılananları Genelkurmay Başkanlığı adına ziyaret eden kişi ve dosyada ismi geçmesine rağmen, savcılık tarafından çağrılmasına rağmen ifade vermeye gitmeyenlerden biridir. Kürt coğrafyasında görev yapan tümgeneral hakkında hiçbir işlem yapılmadı ve hükümetle ilişkileri gayet iyidir. Hükümetin önemli bir görevler yüklediği Bakıcı’nın da geleceğin komutanlarından biri olacağı söyleniyor.

Bir başka ilginç örnek ise Elazığ 8'inci Kolordu Komutanı Korgeneral
Galip Mendi. Kocaeli Garnizon Komutanıyken, Kandıra F Tipi Cezaevi’ne gidip, Ergenekon davasında tutuklu bulunan emekli Orgeneral Şener Eruygur ve emekli Orgeneral Hurşit Tolon‘u ziyaret etti. Ayrıca AKP’ye komplo örgütlediği iddiasıyla Ergenekon dosyasında ismi geçmesine rağmen ifade vermeye gitmedi ve hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Özel savaş örgütleyicisi generalin hükümetle ilişkisi iyi olduğu söylenir ve geleceğin kuvvet veya ordu komutanlarından bir olarak görülüyor.

İktidar güç ilişkilerinde ordular her zaman stratejik öneme sahiptir. Orduyu kontrol edemeyen bir gücün gerçek anlamda iktidar olma şansı yoktur. İktidarın çok önemli bir aracı olan silahlı birliklerin kontrolü hemen her ülkede aynı derecede önemlidir. Cemaat bu gerçeğin farkındadır. İktidarı sağlamlaştırmak için ordudaki kontrolünü güçlendirmek istiyor. Bu bakımdan Kemalist geleneği temsil eden generallerin bir kısmını kendi safına çekmeyi başarmış görünüyor ve ayrıca generaller bürokrasisine karşı sürekli hamleler yapıp tutuklatarak ciddi bir psikolojik baskı uyguluyor ve genelkurmayın kendi gücüne olan güvensizliğini derinleştiriyor. Arkasına ABD’yi alan cemaat hedefine ciddi adımlarla ilerliyor.



2- İMAMIN POLİS KUVVETLERİ


Ordudan sonra sistemin en önemli ikinci silahlı gücü polis teşkilatıdır. Sayısı 300 bine yaklaşan polis gücünün örgütlenmesinin çok yönlü önemli avantajlar sağladığı kesindir. Cemaat, yıllardır çok sabırlı bir şekilde polis merkezinde örgütleniyor ve artık bu alanı bütünlüklü olarak ele geçirdiği gibi başka alanlarda etki gücü yaratmak içinde kapsamlı olarak kullanıyor. Cemaatleşmiş polis teşkilatının daha ağır silahlarla donatılmasının bir yanını orduyla girdikleri iktidar rekabeti oluşturuyor. Bu bakımdan polis teşkilatı içinde örgütlülük düzeyini tamamlamış olup, cemaatin merkez üssü olarak kullanılmaktadır.


Geçmişten beri cemaatin temel örgütlenme üssü Emniyet Genel Müdürlüğü olduğuna dair çok sayıda rapor hazırlandı. 1992’de 54, 1999’da ise 132 polis hakkında cemaatle ilişkisi olduğu iddia edildi. dava Büyük bir çoğunluğu, komiser ve baş komiser rütbesinde olan polisler hakkında, 05.02.1999 gün ve B.05.1.EGM.0.06.01.27.(126).439/99 sayılı yazı Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından dava açıldı.


Gülen Cemaatinin emniyetteki örgütlenmesi hakkında dava açılmaya karar verildikten kısa bir süre sonra, cemaat hakkında soruşturma yapan Ankara İstihbarat Şube Müdürlüğünün bilgisayarlarına girilerek cemaate ilişkin bütün raporlar silindi. Ayrıca soruşturmada görevli polislerin kişisel bilgisayarına girilerek bütün hard diskleri işlevsiz hale getirildi.


Hükümetler üzerinde ciddi etkide bulunan cemaat liderinin müdahalesiyle açılan davalar kısa bir süre sonra kapatıldı ve sadece dosyada adı geçen polislerin yerleri değiştirildi. Başsavcılığın dosyayı kapatmasından hemen sonra cemaat soruşturmasını yürüten polisler de görevlerinden alındılar.


Cemaatin denetiminde olduğu belirlenen Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı İstihbarat Şube Müdürlüğünde “Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genel Kurmay Başkanlığı ve Bakanlıklar ile bazı siyasi partiler, hatta Emniyet Genel Müdürlüğü ve ailelerinin telefonlarının dinlendiği ortaya çıktı.” Türkiye’de çok yaygın olarak kullanılan dinlenme olayları, uluslar arası güçlerin desteğiyle cemaatin Emniyet Genel Müdürlüğü içerisindeki yapılanması tarafından yapıldığı biliniyor. Cemaat polis teşkilatı içindeki gücünü pekiştirmek ve etki alanını genişletmek için ‘dinlenme tezgâhını’ tam bir şantaj aracı olarak kullanmakta ve politik dengelerin oluşturulmasında bir özel bir araç olarak değerlendirmektedir.


Gülen’in ‘polis imamları’ olarak bilinen ve haklarında dava açılan132 kişilik listede adı geçenlerin önemli bir kesimi, bugün emniyet müdürlükleri içerisinde üst düzeyde önemli kritik görevlerde bulunuyorlar. Özellikle isimleri kamuoyuna yansımış olan ‘imamın polislerinin’ bu kadar etkin olması, iktidarın bütünlüklü olarak ele geçirme stratejisiyle ilişkilidir.


Dosyada isimleri bulunan ve kamuoyunda yayınlanan isimlerden bazıları şunlar:


Murat Güller: ‘Fethullahın Talebeleri’ isimli örgüt üyeliğinden yargılandı. Şuan Aksaray Polis Merkezi'nde amirdir.
Ahmet Cemil Bezci: 1999 yılında hakkında soruşturma açılmasına rağmen. 2000 yılında Ankara Çevik Kuvvet Şube Müdürü Yardımcılığına getirildi.
Mehmet Pacci: 1999 listesinin 46. Sırasında bulunuyordu. Polis Akademisi'nde öğretim üyesi ve 3. sınıf emniyet müdürü.
Yunus Ayhan: Maltepe Emniyet Müdürlüğü, Ümraniye Emniyet Müdürlüğü yaptı. Daha sonar, 2008 yılında Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğüne getirildi.
Sait Yayla: 4. sınıf emniyet amiri olarak Terörle Mücadele Şubesinde görevli.
Erdal Özbek: Yozgat Emniyet Müdürlüğü Toplum destekli Polislik Büro amiri.
Ayhan Falakalı: Van Emniyet Müdürlüğüne atandı ancak görevinden alındı.
Harun Yıldız: Malatya Emniyet Müdürlüğü'nde görev yapıyor.
Recep Güven: Siirt Emniyet Müdürü oldu.
Recep Gültekin: İkinci soruşturmada adı geçti, şimdi Emniyet Genel Müdürlüğü Dış İlişkiler Daire Başkanı oldu.
Fettah Ünsal: İkinci soruşturmada adı geçti, şimdi Emniyet Genel Müdürlüğü'nde Terörle Mücadele Daire Başkanı.
Özgür Aytaç: İçişleri Bakanı Danışmanı
Kerem Al: İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu Bşk., Bayburt Valisi
Osman Karakuş: Emn. Gen. Md. Hukuk Müşaviri
Abdullah Bey: Müsteşar Danışmanı
Rahmi Kızıltoprak: Emn. Amiri
Mehmet Erdem: Şb. Md.
Ayhan Demiröz: Emn. Amiri
Mehmet Bey: Genel Md. Yard.

EMNİYET GENEL MÜDÜRLÜGÜ

a- İstihbarat Dairesi


1. Ramazan Akyürek, Daire başkanı

2. Recep Güven, Değerlendirme Şb. Md.
3. Sadettin Akgüç, Eğitim Şb. Md
4. Sabri Dilmaç, Organize Şb. Md.
5. İsmail Duman, Teknik Şb. Md.
6. Coşkun Çakar, Personel Şb. Md.
7. Fikret Salmaner, A Şb. Md.
8. Nafiz Yüksel, B Şb. Md.
9. Ali Fuat Yılmazer, C Şb. Md.
10. Yunus Yazar, Tekop Şb. Md.
11. Bekir Akarsu, İd. Mali İş Şb. Md.
12. Hasan Çobanoğlu, Bilgi İşlem Şb. Md
13. Muharrem Durmaz, Ankara İst. Şb. Md.
14. Ali İhsan Güler, İstanbul İst. Şb. Md.
15. Hasan Ali Okan, İzmir İst. Şb. Md.


b- Kaçakçılık Ve Organize Suçlar Dairesi


1. Ahmet Pek, Daire Bşk

2. Ömer Aydın, Başkan Yard.
3. Celal Bodur, Tadoc Md.
4. Osman Balcı, Mali Şb. Md.
5. Ömer Tekeli, Yük. Tek. Şb. Md.
6. Hilmi Bey, Araştırma Şb. Md.
7. Mehmet Ali Keskinkılıç, Organize Md.
8. Muhterem Çakır, Narkotik Şb. Md. Yard.
9. Nuri Uluayak, İns. Kay. Md.
10. Mustafa Bey, Tadoc Şb. Md. Yard.


c- Terör Dairesi


1. Cemal Kuloğlu, Bşk. Yard.

2. Zeki Bayut, Arge Md.
3. Ahmet Eren, Şb. Md.


d- Güvenlik Dairesi


1. Ahmet Zeki Gürkan, Bşk. Yard.

2. Murat Çetiner, Başkomiser
3. Ömer Zeren, Başkomiser
4. Magsut Bey, Emniyet Amiri


e- Dişilişkiler Dairesi


1. Recep Gürtekin, Daire Bşk.

2. Mustafa Özgüler, Şb. Md.
3. Mustafa Aygün, Bşk. Yard.
4. Beyhan Uğsuz, Şb. Md.


f- Polis Akademisi


1. Vadi Çiçekli, Akademi Bşk.

2. Osman Zoroğlu, Bşk. Yard.
3. Ali Osman Elmastaş, Şb. Md.
4. Dr. Süleyman Özeren, Başkomiser
5. Doç. Dr. Önder Aytaç,
6. Doç. Dr. İbrahim Cerrah
7. Doç. Dr. Eryılmaz
8. Ahmet Kaya Polis Koleji Md.


g- Personel Dairesi


1. Muammer Bucak, Bşk. Yard.

2. Osman Şişman, Şb. Md.
3. Ersin Bey, Başkomiser


h- Kriminal Dairesi


1. Mustafa Aydın, Bşk. Yard.

2. Oğuz Karakuş, Şb. Md.


i- Asayiş Dairesi


1. Müslim Bey, Bşk. Yard.

2. Harun Bey, Özel Güvenlik Şb. Md.
3. Özer Zeyrek, Şb. Md.
4. Naci Özmen, Şb. Md.


j- Eğitim Dairesi


1. Mustafa Çankal, Daire Bşk.

2. Metin Bey, Şb. Md.
3. Ahmet Bey, Bşk. Yard.


k- Bilgi İşlem Dairesi


1. İsmail Boşnak, Bşk. Yard.

2. Ekrem Oyun, Bşk. Yard.
3. Yusuf Aşkan, Şb. Md”


Bu listede ismi bulunan polislerin bir kısmı başka görevlerde bulunmaktadırlar. Bunun çok önemli bir etkisi yok. Belirleyici olan cemaatin polis içindeki gücünün düzeye ve yarattığı etkidir. Başta Emniyet Genel Müdürlüğü olmak üzere il valilikleri ve emniyet müdürlükleri gibi stratejik kurumları elinde tutan cemaatin gerçek gücünü ortaya koyan yer burasıdır. Sorun birkaç ismi aşmış devletin en önemli kurumsal yapının tamamen denetim altına alınmış olmasıdır. Emniyet Genel Müdürlüğü, cemaatin dışarıdaki imamları tarafından yönetildiğine dair çok sayıda bilgi kamuoyuna yansıdı.



3- İMAMIN YARGI KUVVETLERİ


Cemaatin en önemli sıkıntılarından biri de yargı gücüydü. Kemalist rejimin önemli merkezi olarak işlev gören yargının üst kurumları cemaat için hemen her zaman ciddi sorunlar yarattığı gibi devletteki iktidar gücünü pekiştirmek için mutlaka ele geçirilmesi gereken bir alan olarak görülüyordu.


Yargı sisteminin alt tabakalarında örgütlenen ve önemli yerleri ele geçiren cemaat, kendi kuvvetini resmileştirmek için özellikle HSYK, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Sayıştay gibi kurumların mutlaka ele geçirilmesi gerekiyordu. Bütün dikkatini buna veren cemaat, yargı kurumları içerisindeki örgütlülüğünü aşamalı olarak sürdürdü ve çok ciddi bir etki gücü yarattı. Alt örgütlenmesini tamamlayan cemaat artık üst merkezleri olacak merkezlere yönelmektedir.


İslamcı güçler tarafından anti-demokratik bir kurum olarak görülen HSYK’nın yapısı anayasa referandumdan sonra değiştirildi. Yapılan seçimlerde Bakanlığın listesi kazandı. Bir başka ifadeyle, HSYK el değiştirdi. Kemalistler kaybettiler ve fiilen İslamcı güçlerin eline geçti. Kısa süre içinde aldıkları kararlarda bu çok açık olarak görüldü.Cemaat çevresi anti demokratik olarak gördüğü HSYK’ye şimdi toz kondurmuyor.


İkinci önemli hamle ise Anayasa Mahkemesinin ele geçirilmesiydi. Referandumdan sonra Anayasa Mahkemesinin yapısının yeniden düzenlenmesi ve üye sayısının çok ciddi oranda artırılması ile dengeler İslamcılar lehine değişti. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç İslamcı gelenekten geliyor. Anayasa Mahkemesinin yeni yapısı 17 üyeden oluşuyor ve bunların çoğunluğu İslamcı gelenekten gelen ve cemaate yakın olan insanlardır. Cumhurbaşkanı Gül’un yaptığı atamalarla dengeler önemli oranda değiştirildi. Artık İslamcı güçlerin çıkarlarını koruyan, esas alan bir Anayasa Mahkemesi gerçeği bulunuyor.


Cemaatin iktidar örgütlenmesinde hedeflediği diğer çok önemli bir merkezde ‘Yargıtay’dır. Yapılan yeni düzenlemeyle Yargıtay’a yeni 160 üye atanmıştı. Bunların çok önemli bir kesimi İslamcı geleneğe ve özellikle cemaat geleneğine yakın olanlar oluşturuyordu. Bu üyeler, Yargıtay seçimlerinde blok oy kullanarak seçimi doğrudan etkilediler Yargıtay Başkanlığına seçilen Nazım Kaynak, cemaat çevresinde olan biri olarak tanınıyor. Arınç buna ilişkin yaptığı değerlendirme bize bir fikir vermektedir: "Birinci turda, benim güzel kardeşim, sınıf arkadaşım Nazım Kaynak Yargıtay Başkanı oldu. Çok mutlu oldum. Kahramanmaraşlı, yurtta beraber kaldığımız, her şeyinden emin olduğum pırıl pırıl bir Anadolu delikanlısıdır. Yıllardır Yargıtay’da idi zaten.” Cemaatin önemsediği iki merkez daha var: Birincisi Yargıtay Başsavcılığıdır. Büyük bir olasılıklı bu merkezi ele geçirecektir. İkincisi ise Danıştay merkezidir. Burayı gele geçirmek için önünde hiçbir engel bulunuyor.


Sonuç olarak: Sistemi bütünlüklü olarak ele geçirmede önemli adımlar atan İslamcı iktidar ve dahası cemaat, kendi kuvvetlerini fiilen oluşturmuş durumda. Cemaatin kuvvetleri toplum üzerinde tam bir korku psikolojisi oluşturuyor. Medya cemaat aleyhine hiçbir şey yazmak istemiyor. Ellerinde önemli belgeler bulunmasına rağmen, kamuoyuna sunulmasına cesaret edemiyorlar.


Korku, toplumun farklı kesimlerinin öyle bir etki yaratmış ki; ‘DOKUNAN YANIYOR’ deniliyor. Hâlbuki gerçek tersinedir: DOKUNMAYAN YANAR, cemaatin kirli işler imparatorluğuna karşı mücadele etmeyen YANAR. Kendisine korku duvarı oluşturanlar tamamen kaybeder.


Dokunmaktan korkmamak gerek.


İktidardaki cemaatin kuvvetlerini etkisizleştirmemin yolu mücadeledir. 

Dr. Mustafa Peköz

Belgelerle Deniz Feneri Soygun Şirketinin İşleyişi-1

Deniz Feneri hesaplarından Mehmet Gürkan, Mehmet Taşkan, Firdevsi Ermiş, İzzet Kurum tarafından çekilen 18,5 milyon Euro yoksullara değil Kanal 7 patronu Zekeriya Karaman’a götürüldü. Paralar nasıl transfer edildi? Şirketler, dernekler ve kişiler arasında nasıl bir ilişki var? Sahte yardım belgeleri nasıl hazırlandı? Harun Kapıyoldaş’ın Almanya’ya götürdüğü 20 kilo belge nasıl hazırlandı, ne için kullanıldı? Bu soruları, Almanya’daki Deniz Feneri e.V. dosyasında yer alan belgelerle yanıtladık

(Ön not: Yazı içerisinde yer alan tırnak içi ifadeler Almanca dava dosyasının tasdikli çevirisinden alıntıdır. Yazı içerisindeki belgeler ise Almanca dava dosyasından alınmıştır. Bazı belgelerin boyutu yazı içinde yayımlanmaya uygun olmadığı için küçültülmüş bu nedenle de okunması güç hale gelmiştir; yazı içinde bu belgelerin resimlerinin üzerine tıklayarak belgelerin büyük boylarına erişebilirsiniz.)


Deniz Feneri Soygun Şirketine ilişkin veriler/belgeler, Birgün gazetesi ve Sendika.Org sitesinde çok kapsamlı olarak ortaya konuldu. Kamuoyunda ciddi olarak yer edinmeye başlayan davaya ilişkin bana çok sayıda e-mail geldi. Bazılarında yeterince veri sunulmadığı belirtiliyor. Halbuki yazı dizisi ciddi bir şekilde takip edilseydi, yazının tamamının belgelere dayanılarak hazırlandığı anlaşılırdı.


Ayrıca, Sayın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun adı, Deniz Feneri’ne ilişkin bir yazıda geçtiği için mahkeme tarafından yazının Sendika.Org’dan kaldırılmasına karar verildi.
(Söz konusu yazı Sendika.Org’da 2008’de yayımlandı, Aydınlık gazetesi aynı içeriği haberleştirince de Davutoğlu’nun avukatı tarafından mahkemeye başvurularak, Türkiye’de yürütülen dava üzerinden yayın yasağı getirildi; Sendika.Org’un notu.) Türkiye’deki davaya ilişkin birçok hukuki karar alınabilir. Almanya’daki dosyaya dayanarak buna ilişkin açıklamayı da uygun bir zamanda yapacağım. Ayrıca belirtmek gerekir ki, ilgilendiğimiz dava dosyası Frankfurt Mahkemesi’ndeki dosyadır.

Frankfurt Am Main Bölgesel Mahkemesi
dava dosyasındaki belgelere dayanarak iddianame hazırlandı ve bunun sonucunda davanın ilk üç sanığı ceza aldı. Ancak, bugün Türkiye’de tutuklu bulunan Zahid Akman ve Zekeriya Karaman gibi birçok insan hakkında soruşturmanın tamamlanmamış olması nedeniyle dava fiilen devam etmektedir. Hatta ikinci bir soruşturma için Alman savcılarının Akman ve Karaman’ın sorgulanması talebi birçok kez gündeme geldi. Ancak Türkiye tarafından kabul edilmedi.

Türkiye’deki davanın sağlıklı yürüyebilmesi için Almanya’daki dava dosyasının çok yakından bilinmesi ve takip edilmesi gerekiyor. Bu bakımdan merkez alınması gereken dosya Almanya’dakidir.


Türkiye’deki dosyada somut ne tür veriler ve belgeler var, henüz bilinmiyor. Ancak Almanya dosyasında veriler çok açık olarak ortaya konulmuş. Bu nedenle Almanya dosyasındaki belge ve bilgilerin ne olduğu anlaşılırsa, Türkiye’deki davanın esası anlaşılmış olur. Bundan dolayı, söz konusu ettiğimiz iddiaların, dosyadaki belgelere ve iddianameye dayandığını göstermemiz yerinde olacaktır.


Banka hesaplarından çekilip Zekeriya Karaman’a aktarılan paralar

Dava dosyasında bulunan ve iddianamede yer alan verilerin başında Deniz Feneri Derneği’nin banka hesaplarından çekilen paralar bulunmaktadır. Deniz Feneri Derneği’nin Frankfurt am Main Postbank’taki 301 535 602, Vakıf Bank Int. AG Frankfurt’taki 3344, Bank für Sozialwirtschaft’taki 86 20 500, Commerzbank Frankfurt’taki 585 4666 hesap numaralarından Mehmet GÜRKAN, Mehmet TAŞKAN, Firdevsi ERMİŞ, İzzet KURUM tarafından yaklaşık olarak 18,5 milyon Euro çekiliyor.
Kişilerin Deniz Feneri Hesabından Çektiği Nakit Paralar




“Resmi muhasebeye göre Türkiye’deki yardım projeleri ile ilgili olarak 2002 ile 16 Nisan 2007 (en son kayıt) tarihleri arasında kalan zaman dilimi için 13.850,000,00 € para yardımı kayıtları var. Bunun 13 milyon 181 bini Türkiye’de para yardımı olarak kayıtlı ve tamamının derneğin bankalardaki hesaplarından keş çekilerek yapıldığı kaydedilmiş. Keş çekilen paralar, paraları Türkiye’ye götüren kuryelerden alınan ‘Teslim alındı Belge’lerine (Empfangsbescheinigung) göre, Türkiye’ye keş olarak götürülmüş. Para kuryelerinin ‘teslim alındı belge’leri, sadece 2004 yılından 2006 yılı sonlarına kadar mevcut. ‘Teslim alındı belge’lerine göre, belirtilen bu zaman dilimi içerisinde, para kuryeliği yapan kişilere teslim edilen paranın miktarı yekün olarak 14 milyon 21 bin tutmaktadır.” Ancak nakit olarak çekilen bu paraların nereye verildiklerinin belge ve dokümanları yok. Deniz Feneri Derneği’nin banka hesaplarından çekilen, özellikle Kanal 7’ye aktarılan paraların bir kısmının dökümü verilmiş.





Örneğin, Ocak-Şubat 2006 döneminde, Deniz Feneri Derneği’nin hesabında çekilen ve Türkiye götürülen 1,8 milyon Euro’nun nereye aktarıldığına dair hiçbir resmi doküman bulunmuyor. Bunun için hemen Türkiye’ye bilgi veriliyor. Ek sahte işlemler yapılması için ‘alındı belgelerinin hazırlanması’ talebinde bulunuluyor. Çekilen ve nereye yatırıldığı belli olmayan paralara dair veriler sayfa 66, 73, 74 ve 75’te bulunuyor. Dosyadaki ilgili belgeleri veriyoruz.











Deniz Feneri Soygun sistemi nasıl işliyor? Deniz Feneri-Şirketler-Bankalar arasındaki bağlantı nasıl kurulmuş, para transferleri nasıl yapılmış, kimler paraları çekmiş, nereye aktarmışlar? Şemalar halinde ayrıntılı olarak verilmiş. Verilen şemalar incelendiğinde oluşturulan ağın nasıl işlediğini rahatlıkla görebiliriz.

Para transferlerini gösteren şema 



Banka hesapları & şirketler 



Şirket ve kişilerin ilişkisini gösteren şema 



Paraların elden götürülüp Zekeriya KARAMAN’a elden teslim edildiğini belirten Ermiş ifadesinde bunu şöyle açıklıyor: “[Paralar] Türkiye’ye götürülüp orada ortak olan ve aynı zamanda Yeni Dünya İletişim’in Genel Müdürü olan, hakkında ayrıca soruşturma yapılan Zekeriya Karaman’a veriliyordu. Bizzat kendisi de takriben on kez Zekeriya Karaman’a para götürmüş (4 Temmuz 2007 tarihli ifade tutanağı, sayfa 12 ve devamı). Paranın Zekeriya Karaman’a teslim edildiğine dair ondan imza isteniyormuş, ancak kendisi o kadar imza atmak istemediğinden, bazen sanık Mehmet Gürhan’ın amcası/dayısı (“Onkel”; Almancada ikisi için aynı kelime kullanılıyor) olan Hakkı Sandal’ın imza atması rica ediliyordu ve sanki parayı kendisi, yani Zekeriya Karaman değil de, Hakkı Sandal teslim almış gibi görünüyordu (4 Temmuz 2007 tarihli ifade tutanağı, sayfa 47).”


Sahte yardım belgeleri nasıl hazırlandı?


Şirketler, bankalar ve Deniz Feneri’nin mali durumunu kontrol etme kararı alan Frankfurt Vergi Dairesi, dernek yönetimine gönderdiği yazıda, ‘derneğin yardım belgelerini ibraz etmesi’ uyarısını yapmış. Dernek de Maliye’ye bildirdiği hayali yardımları resmileştirmek için, çok açık bir şekilde, sahte belge hazırlama kararı almış.

İddianamede bu duruma ilişkin şunlar belirtilmiş: “Maliye dairesinden, yardım belgelerinin (Spendenbelege) ibraz edilmesi istendiğinde, muhasebede görülen kayıtlarla mevcut yardım belgelerinin mutabakat göstermediği görülmüş. Çünkü sadece 2001 – 2003 yılları için belgelerin bir kısmı varmış. Olay, hemen Türkiye’ye, ayrıca hakkında soruşturma yapılan [Zekeriya] KARAMAN ve [Harun] KAPIYOLDAŞ’a iletilmiş. KAPIYOLDAŞ, içinde takriben 20 kilo belge bulunan çantayla Almanya’ya gelmiş. Getirdiği belgeler doldurulmuş, sadece Euro meblağlarının yazılması gerekiyormuş ki böylece Deniz Feneri’nin muhasebesi ile yardım belgelerinin (Spendenqittungen) yekûn meblağları birbirlerine mutabık olacak şekilde uydurulmuş. ‘Alındı Belgeleri’nin hiçbirinde tarih yokmuş.” Firdevsi ERMİŞ’in dosyada bulunan 1701-1805 arası sayfalarda bulunan ifadesinde sahte işlemlerin nasıl yapıldığını çok açık olarak ortaya koymuş. Sayfa 1760, 1761, 1762 1763’te, Ermiş’in, sahte dokümanların hazırlanmasına dair ifadesi bulunuyor.


Sahte yardım belgesi hazırlığını gösteren belgeler 
 





Deniz Feneri’nin Türkiye’nin veya dünyanın bir başka ülkesine yardım yaptığını ispatlamak için sahte belgelerin hazırlanması iki şekilde gerçekleşiyor. Birincisi Türkiye’den çok sayıda “yardım” belgesinin getirtilmesi, ikincisi ise bu belgelerin “bilgisayar üzerinde yapılması”. Bu iki yöntem de kullanılmış. “Belge adı altında, ‘Alındı belgesi’, (Empfangsbe-staetigung), ‘yardıma muhtaçlık belgesi’ (Hilfbedürftigkeitsbe-scheinigung), Meldebescheinigung/Nüfus kopyası’nın alınması gerekiyormuş. Maliyeden belgelerin ibrazı istendiğinde, 2001 ve 2002 yılına ait belgeler tamamlanmıştı, sadece 2003 yılı belgeleri yokmuş. 2001 ve 2002 yıllarına ait belgeler, 2003, 2004 ve 2005 yıllarında GÜRHAN, TAŞKAN ve KURUM tarafından Almanya’ya getirilmiş. Bütün belgeler bavullarla getirilmiş; kendisi, ERMİŞ, belgelerin Maliye’ye ibrazından evvel sıralanması işiyle BİLGİN’i görevlendirmiş.”


Deniz Feneri hesaplarından çekilen paraların nereye verildiğine dair belge bulunmuyor. Dosyanın bütünü incelendiğinde ödemelerin nereye yapıldığına dair hiçbir somut bilgi ve belge yok. 2038-2050. sayfalarda Ermiş’in verdiği bilgilerden anlaşıldığı üzere, sahte belgelerin hazırlandığı ortaya çıkıyor. “BİLGİN belgeleri sıralayıp düzeltirken, 2003 yılına ait 800.000,00 €’luk paranın karşılığı belgelerin olmadığını, onun için bu kadar bir meblağın açık göründüğünü tespit etmiş ve bunu, GÜRAH’la, ERMİŞ’e bildirmişti. Bunun üzerine 300.000,00 € 2004 yılına aktarılmış ve böylelikle sadece 500.000,00 € bir kalem açık kalmıştı ki, gerekli olan, ancak henüz mevcut olmayan ‘Alındı Belgeleri’ (Empfangsbescheinigung), maliyenin yazısıyla 2006 Temmuz’unda vergi işlemlerinin yapıldığı tarih arasında gelmişlerdi. ERMİŞ, Belgelerin Türkiye’den geldiğini ama nereden, kimden geldiğini bilmediğini belirtiyor.”





“Bu ‘teslim tesellüm belge’leri, sanık Ermiş’in açıklamalarına göre (19 Ekim 2007 tarihli konuşmanın tutanağına bak), sadece paranın kuryeler tarafından, yerine götürmek üzere teslim alındığına dair bir belgedir, başkaca da fonksiyonu yok. Kendisi, Dilek Balıkçı’nın bilgisayarda hazırlamış olduğu böylesi bir ‘teslim tesellüm belgesi’ formülerini sadece ‘teslim alan, teslim eden’ ve ‘tarih’ yerlerini yenileyip, yeni ‘teslim tesellüm Belge’leri yapmak istemiş. Bu belgelerin üzerine yazılı meblağlar da, gerçekten teslim edilen para miktarları değilmiş, fiktif rakamlarmış (bunun için 21. ifade tutanağına, 14 Aralık 2007 tarihli, sayfa 4, bak). Aslında gerçekten teslim edilen para meblağları, gayri resmi muhasebede görülebilirmiş. Bu belgelerin yapılmasını sanık Gürhan istemiş. Gürhan ayrıca, kimin, ne zaman ve ne kadar para teslim almış olacağını da tespit etmiş ve bu teslim tesellüm belgelerindeki tarihler de, parayı teslim alanların pasaportlarındaki mühürlere uyacak şekilde yazılmış.”


Ayrıca 4 Ocak 2006 tarihine kadar kasaya giriş ve çıkışları kapsayan Excel tablosunda 2005 yılı için “Alındı belge’lerinin kayıtlarının olmayışı dikkat çekicidir. Sadece kasadan ‘Çıkış’ların kayıtları değil, aynı zamanda alındı belgelerine uyarlanan kayıtlar (Buchung) da sonradan geçirilmiş.”


Deniz Feneri’ndeki, işlemlerin hangi düzeyde yapıldığını ortaya koyan çok daha fazla belgeyi dosyanın içinde görmek mümkündür. Bu belgeler, Zekeriya KARAMAN’ın bilgisi ve onayı ile hazırlanmış. Çünkü paraların götürüldüğü merkez Kanal 7’dir.


Bir sonraki yazımızda Deniz Feneri Soygun Şirketini kuranların, paravan şirketlerde sahte fatura düzenleyerek halktan toplanan paraları nasıl zimmetlerine geçirdiklerini belgeleriyle ortaya koyacağız. 


 Mustafa Peköz

Haçlı Seferlerinin Yeni Versiyonu mu?



Acaba Anders Behring Breivik, cezalandırılmayacağını bilseydi daha kaç düzine insan öldürürdü? 22 Temmuz Cuma günü daha önce tahmin bile edemeyeceğimiz trajediye ilişkin merak edilen sorulardan sadece birisi. En önemlisi de Breivik saldırıyı planladı mı? Hangi aşamaların ardından böylesine bir katliama karar verdi?

Brevik, avukatı Geir Lippe’ye Oslo’daki saldırı ve Utoya adasındaki katliamı çok korkunç bulduğunu söylemiş. Fakat aynı zamanda eylemlerinden önce internete attığı manifestoda kendisini şövalye ve kutsal bir savaşçı olarak tanımlıyor. Buradan olayın perde arkasına bakarsak haçlı seferinin yeni bir şekli ortaya çıkabilir. Ancak kimi terörist eylemlerde böyle anlaşılmaz ve kafa bulandıran tanımların da yapıldığını unutmamak gerekir.

İlk haçlı seferleri kilisenin geliştirdiği kutsal şiddet ideolojisiyle yapıldı. Şiddet reva görülmüş, etnik ve dini motiflerle işgaller başlamıştı. 1099 yılındaki Kudüs’ün fethine tanık olan Aguilarlı Raymon, kan gölünü dönmüş şehrin kesilmiş el, ayak ve kafalardan geçilmediğini aktarmıştı. Bu nasıl bir cezalandırma duygusu?

İlk haçlı seferine çıkan şövalyeler, Tanrı’nın Müslümanları ve Ortadoğu’daki halkları cezalandırdığını ve verilen cezayı uygulamak için yollara düştüklerine inanırlardı. Aynı şekilde kendisini kutsal savaşçı gören Breivik de Marksizm ve İslamlaştırmaya karşı kutsal mücadeleden söz ediyor. Her ne kadar Marksizm ve İslam birbirine zıt olsalar da, Brevik’in hedefinde iki ideoloji var; madalyanın iki yüzü gibi.

Peki neden Utaya adasındaki gençlik kampı asıl hedefti? Brevik’in bu konuda mantıklı bir cevabı var; Çünkü kamp hükümetteki partinin en radikal gençlik hareketine ev sahipliği yapıyordu. Breivik, Marksizm’in Norveç siyasetini etkilendiğine inanıyor. Aynı şekilde İşçi Partisi’nin değişik gruplara tolerans tanıdığını ve çok kültürlü bir toplumu yaratma çabası içinde olduğunu düşünüyor. Marksizm ve İslam tehlikesine karşı toplumu korumak adına hedef olanlar ise Utaya’daki genç politikacılar.

Diğer taraftan Breivik, modern İslam tarihinin en önemli teorisyenlerinden Seyyid Qutib’a dikkat çekiyor. Böyle alimler, İslam toplumunu koruma adına terör saldırılarından yanalar. Hatta İslam dininin varlığı için bütün yöntemleri reva görüyorlar. İşte burada terör eylemlerinin fikir babası radikal İslamcılar ile Breivik’i nasıl ayrıştıracağız? Oklahoma, New York, Madrid, Londra’nın Oslo ve Utaya’dan farkı nedir?

Daha önceki teröristler, eylemlerini İslam adına yaptıklarını söylediler. Breivik de Hıristiyanlıktan ve kutsal savaştan söz ediyor. Durum çok ciddi, burada hataya düşmemek gerekir. Müslümanlar 11 Eylül saldırılarından uzak durdurdular, eylemlerin İslam adına olmadığına dikkat çektiler. Benzer bir şeyi Hıristiyan örgütler ve liderler de yapmalı, bu terör eylemini Hıristiyanlıktan uzak tutmaya çalışmalılar.

Oslo ile Utaya’da trajediden hemen sonra Hıristiyan din adamları kurbanlar ve yakınlarının yanında oldular. Bu ilk ve önemli bir adımdı, böyle girişimlerin devamı gelmeli, olay Hıristiyanlıkla bağdaştırılmamalı.

Hıristiyanlar bunu neden yapmalı? Üç nedenini sıralayabilirim. Birincisi; Müslüman din adamları, birçok kez İslam motifli terörü sert şekilde kınadılar, böyle eylemlerin dinlerinde yeri olmadığını özellikle dile getirdiler. Aynı şekilde Hıristiyan liderler de haçlı seferleri gerçeğiyle yüzleşmeliler, buna karşı çıkmalılar.

İkincisi; Breivik gibi çok sayıda Hıristiyan’ın olması korkunç bir durum. Ben kendim değişik internet sitelerinde Breivik gibilerine rastladım. Üçüncüsü; Breivik’in savunduğu ideoloji ayrıntılı bir şekilde analiz edilmeli. Tabi eğer kurban olmak istemiyorsak, tüm bunları yapmalıyız.

* Bu yazı Norveç’in yüksek tirajlı gazetelerinden Aftenbladet’tan Perwer Yaş çevirdi.

Öcalan: Benim Yapacaklarım Bitti

PKK lideri Abdullah Öcalan, Devlet ve Kandil’e seslenerek, “Benim yapacaklarım bitti. Bundan sonra benim rolümü sürdürmem için sağlık, güvenlik ve özgür hareket alanının sağlanması gerekiyor. Artık bunlar olmadan hiçbir şey yapmıyorum” dedi. Öcalan "Öcalan İran operasyonunun da “bölgesel boyutta bir saldırı” olduğunu söyleyerek, “İran Kürt özgürlük damarını kökten bitirmek istiyor, çok tehlikelidir” diye belirtti.

PKK lideri Abdullah Öcalan, 27 Temmuz Çarşamba günü yaptığı görüşmesinde çok önemli açıklamalarda bulundu.

Öcalan, sağlığına ilişkin şunları belirtti: “Sağlığımı soranlara şunu söyleyebilirim, sorunlarla boğuşuyorum, nasıl boğuştuğumu sorabilirler. Önemli olan bizim bu boğuşmadan nasıl bir sonuçla çıkacağımızdır.”

İRAN OPERASYONU ALÇAKÇA BİR SALDIRIDIR

İran ordusunun 16 Temmuz’dan beri sınır hattı boyunca yürüttüğü operasyonları değerlendiren Öcalan şöyle dedi: “Tahmin ediyorum Türkiye de İran'ın Kandil'e yönelik 16 Temmuz'dan beri süren operasyon işinin içindedir. İran'ın saldırısı alçakça bir saldırıdır. Bu iğrenç bir saldırıdır. Bu iğrenç saldırıyı da İran şimdilik üstlenmiş durumdadır. Bu saldırı sadece Kandil'e dönük bir saldırı değil, dört parçadaki Kürtlerin özgürlük damarını kesmek istiyor, bitirmek istiyor bu saldırıyla. Gerilla kendisini korumasını bilir, savaşır.

İRAN’IN ŞU ANKİ DURUMU SADDAM’IN DURUMUNA BENZİYOR

İran'ın şu anki durumu Saddam'ın durumuna benziyor. İran Kürt özgürlük damarını kökten bitirmek istiyor, çok tehlikelidir. Bu bölgesel boyuta sahip bir saldırıdır. Türkiye İran'ı sahaya sürüyor ama İran tehlikenin farkında da değil. İran tehlikeli oynuyor, Türkiye'de bunu anlayacak kimse yok. Hükümet, zaten onun derdi başka, gündemi başka, gününü kurtarma peşinde. İran burada durmayacaktır, Kürtlerden sonra Türkiye'yi de baskısı altına almaya çalışacaktır. Çünkü İran bölgede İsrail'e kadar hegemonyasını kurma peşindedir. Türkiye bunu anlamıyor, tehlikeli oynuyor. ABD'nin politikaları da doğru değil, ABD objektif olarak İran'a yardım ediyor, İran ile aynı tarafa düşüyor!

SİVİLLER GEREKİRSE ORADAN ÇIKARILMALI

Kandil’deki siviller de korunmalı, ailelerin güvenliği sağlanmalı. Orada sivillerin zarar görmemesi sağlanmalıdır. Siviller gerekirse oradan çıkarılır. Uluslararası kuruluşlar da dikkatlerini İran'a yöneltmeli, bu konuda çalışmalar yapılması gerekir. Güneyli güçler de bu duruma sessiz kalmamalıdır.

TÜRKİYE İRAN ÜZERİNDEN KÜRTLERİ HALLETMEYE ÇALIŞIYOR

Türkiye İran üzerinden Kürtleri halletmeye çalışıyor. Bölgesel bir plan bu. Kürtlerin kazanımlarını ortadan kaldırmak istiyorlar. İran bu saldırıyla ABD ve İsrail'e de yakınlaşma, işbirliği mesajı veriyor. Yine Ahmedinejat, mollalar, Amerika ve İsrail'e karşı Türkiye'ye de mesaj veriyor, yanına çekmeye çalışıyor.”

HER İKİ TARAF DA BENİ İDARE EDİYOR

Öcalan, içinde bulunduğu koşullarda pratik önderlik yapamayacağını belirtirken şöyle devam etti: “Ben burada pratik önderlik yapamayacağımı, bu şartlarda bunu sürdüremeyeceğimi söylemiştim. Her iki taraf da bana bir şeyler söylüyorlar. Devletin-AKP'nin zaten ne yaptığı ortada. Her iki taraf da beni idare ediyor. Aslında bu bir şantajdır. Kandil beni taşeron olarak kullanıyor. Devlet de heyeti taşeron olarak kullanıyor. Her iki taraf da beni taşeron olarak kullanıyorlar.

BENİM YAPACAKLARIM BİTTİ

Her iki tarafın beni taşeron olarak kullanmasına son veriyorum. Bugün itibariyle buna son veriyorum. Benim yapacaklarım bitti. Bundan sonra benim rolümü sürdürmem için sağlık, güvenlik ve özgür hareket alanının sağlanması gerekiyor. Artık bunlar olmadan hiçbir şey yapmıyorum. Bu şekildeki pozisyonum devlete de, Kürtlere de zarar veriyor. Bazıları da “Öcalan bu şartlarda orada yönetemez, yapamaz, içeriden pratik önderlik yapılamaz.” diyordu. Doğru söylüyorlar. Bu koşullarda barış görüşmesi yapılamaz.

BENİM DURUMUM MANDELA’YA BENZİYOR


Benim durumum Güney Afrika'daki Mandela'ya benziyor. Durumum onunki gibidir. Desmond Tutu, Mandela'ya, “özgür olmadan bu işe girişmeyin, tehlikelidir” diyordu. Doğru söylüyordu. Ama sonra Mandela'nın önünü açtılar. Ben de özgür olmadan, özgür hareket etmeden bu barış işine girişmem, kalkışmam. Bundan sonra doğru değil. Biliniyor, Güney Afrika'da Mandela'ya gerekli koşulları sağladılar, o da rolünü oynadı.

DE CLERK ROLÜNÜ OYNAYACAK KİMSE YOK


Türkiye'de De Clerk rolünü oynayacak kimse de yok. Bırakın De Clerk'i, Erdoğan şu anda Çiller rolüne soyunmuş. Operasyon üzerine operasyon yapıyor. Heyet de üzerine düşeni yapmadı. KCK de üzerine düşeni yapmadı. Bu şekilde yol da alamıyoruz. Ayrıca zarar da veriyor. “Devletin ali menfaatleri” deniliyor ya, devlete de zarar veriyor. Kürtlere de zarar veriyor. Bu şekilde bu koşullarda daha fazla sürdürmem Kürtlerin yararına değil.

HER İKİ TARAFIN DA İŞLERİNİ KOLAYLAŞTIRDIM


Ben her iki tarafın da işlerini kolaylaştırdım, onlara öneriler sundum, onlara çözüm yolunu gösterdim, protokoller sundum, işlerini kolaylaştırıcı adımlar attım. Daha ne yapayım? Daha fazlasını ayda yılda bir burada bir saat konuşarak mı yapacağım! Daha ne yapayım? Ama her iki tarafın da tavırları başka. Beni de burada taşeron gibi kullanıyorlar. Her iki taraf da beni idare ediyor. Ben idare edilecek birisi değilim. Bunu böyle bilsinler. Ben Kürtlerin onuruyla oynanmasına izin vermem, buna hiçbir şekilde müsaade etmeyeceğim.

KÜRT SİYASETÇİLERE VE TÜRK YETKİLİLERE…

Kürt siyasetçileri şunu bilmeli. İkide bir “biz halkı tutamıyoruz, biz kitleyi zor durduruyoruz, kitle patlama noktasındadır. Sorun çözülmezse devrimci halk savaşını başlatırız, savaşa da barışa da hazırız” diyorlar. Seni tutan mı var, yapar mısın yapmaz mısın sen bilirsin. Ama bu şekilde daha fazla benim üzerime yıkma. Türkiye de, ikide bir “bitireceğiz, şöyle bitireceğiz” diyor. Sen de bitireceksen bitir.

HÜKÜMETE: BİTİRECEKSEN BİTİR, NE DURUYORSUN?

Hükümet, bitirmek için ne yapıyorsa yapsın; özel timleri, polisi devreye sokuyormuş, bilmem dört kuvveti bir kuvvete bağlıyormuş, üçüncü kuvvet yaratıyormuş, ne yapıyorsanız yapın. İşte dün başbakanlıkta yine zirve yapmışlar. Ne karar aldıklarını bilmiyorum. Ama bu şekilde ben yokum. İşte “Sri Lanka gibi olacak” diyorlar. Üç yüz uçağı kaldırıp Kandil'i bombalayıp bitireceklerini söylüyorlar, yapacaksan ne duruyorsun! Örgüt de hazırsa Sri Lanka olmadığını ispatlar o halde.

AKP SAVAŞ İSTİYOR, ÇÖZÜM İSTEMİYOR

Ben taşeronluk yapmayacağım. Heyete de söyledim, Erdoğan'a da çağrı yaptım. Gerillayı güvenli bir alana çekeceğim demiştim. Ama buna dahi imkan tanımadılar. Öcalan “ben silahlı güçleri güvenli bir yere çekeceğim” diyorum. Buna dahi cevap vermiyorlar. Ben daha ne yapayım. AKP savaş istiyor, çözüm istemiyor. Bu şekilde, Başbakanın o çokça değer verdiği anaların gözyaşları böyle dinmez. Anaların gözyaşını dindirmek için silahlı güçleri güvenli bir yere çekeyim diyorum, buna bile cevap vermiyorlar. Tersine her gün operasyonlar var, çatışmalar yaşanıyor, asker, gerilla ölüyor. Kanın aktığı yerde barış nasıl gelişir? Hükümete açık mektubumdur. Eğer gözyaşının dinmesini istiyorsanız, gerillayı güvenli bir yere çekmemin yolunu açın. Böyle yaparsanız bir hafta içinde çözeriz.

SAVAŞ GÜMBÜR GÜMBÜR GELİYOR

Savaşın gümbür gümbür geldiğini bunu durduracak tek kişinin ben olduğumu söyleyenlere diyorum: Ben burada ayda yılda bir yaptığım bir iki saatlik görüşmeyle mi bunu başaracağım. Yapabiliyorsa bu koşullarda gelip kendileri yapsın. Bu koşullarda kim bir şey yapabilir. Öcalan'ın rolünü oynaması için Hükümetin adım atması lazım, irade göstermesi lazım. Onlar da üzerine düşeni yapmalılar. Hem bu koşullarda hem de tek taraflı nasıl olacak? Liberal aydınlara sesleniyorum, böyle şey olur mu? Herşeyi bana yüklüyorlar. Herşeyi benden bekliyorlar. Bu koşullarda ne yapabilirim? Elimde çözmek için sihirli bir değnek yok ki? Bir hayvanı dürtmek için bile elinizde bir değnek olmalıdır. Benim şu anki durumum, susuz bir havuzda yüzmeye benziyor. Havuzun içinde su yok ama bana yüz diyorlar, sürekli yüz diyorlar. Nasıl yüzeyim bu şekilde, böyle şey olur mu? Ben bu şartlarda daha fazla ne yapabilirim ki! Bu neden görülmüyor? Ama başka sorumluluk alan da yok. Benden susuz havuzda yüzmemi istiyorlar. Hatta benden havada yüzmemi bekliyorlar.

30 YILDIR HERKES TÜM YÜKÜ OMZUMA ATMIŞ

30 yıldır herkes tüm yükü omzuma atmış. 30 yıl dışarıda 13 yıldır da burada sırtımda taşıyorum. Benim bu önderlik tarzıma alışmışlar. Benden, benim bu önderlik tarzımdan sürekli yardım almaya alışmışlar. Beni sürekli çalıştırıyorlar. Ama artık kendilerine daha fazla yardımcı olamam. Böyle anlayışı kabul etmiyorum. Bu şekildeki gerillacılığı kabul etmiyorum. Savaşırlar mı savaşmazlar mı, güçleri var mı yok mu ne yaparlar bilemem. Ama ben bunu bu şekilde daha fazla da devam ettiremem. Gerilla da süreci iyi anlamalıdır, gerekirse kimseyi dinlememeli, değerlerimize bağlı olmalı, ona göre süreci sahiplenmelidir. Siyasetçiler de doğru dürüst karar vermeli ve kararlarını da uygulamalıdır.

BUNDAN SONRA BU KOŞULLARDA BEN YOKUM

Ben heyete de bu şartlarda daha fazla sürdüremeyeceğimi anlatmıştım. Heyetle herhalde bir kez daha görüşürüm. Bu kararımı onlara da anlatacağım. Bundan sonra her iki taraf anlaşabilirlerse anlaşsınlar. Bundan sonra bu koşullarda ben yokum. Kendi aralarında anlaşıyorlarsa anlaşırlar, savaşıyorlarsa savaşırlar, ben karışmıyorum.

ROL ALMAMI İSTERLSERSE ÜÇ ŞARTIM VAR

Benim rol almamı isterlerse üç şartım var; sağlık, güvenlik ve özgür hareket etme. Bu üç şartı sağlayabiliyorlarsa ben devam ederim. İki taraf da rolüm konusunda anlaşırlarsa, sağlık, güvenlik, özgür hareket alanı yaratırlarsa, rolümü oynarım. Bu şartları sağlayamıyorlarsa ben daha fazla devam etmeyeceğim.

BİR TEK ANANIN DAHİ GÖZYAŞI DÖKMESİNİ İSTEMİYORUM

Ben bir tek ananın dahi gözyaşının dökülmesini istemiyorum. Bir ananın gözyaşının dökülmesi bana acı veriyor. Türkiye kamuoyunun şunu bilmesini istiyorum. Ben Başbakan'a “çözüm için gerillaları bir yerde toplayalım”, “sorunu hemen bir haftada çözelim” demiştim. Ama Başbakan'dan ses yok. Başbakan'ı itham ediyorum. Barış istemiyor, her türlü kolaylığı sağlamamıza rağmen barışa yanaşmıyor. Daha ne yapabilirim?

KÜRT AYDINLARA ELEŞTİRİ

Tarih, Kürt tarihi inceleniyor ama bugün derinlemesine ele alınmıyor. Celadet Ali Bedirhan, meseleyi iyi biliyordu, iyi anlamıştı, iyi araştırmıştı. Mustafa Kemal'e mektup da yazmıştı. Ama elinden bir şey gelmiyordu. O dönem cılız kaldı. Fazla bir şey yapamadı. Ama ben bu şartlarda herşeye rağmen dünya kadar şey yaptım. Bu görülmüyor mu? Bir şeyler yazan, bir şeyler anlatan yazar arkadaşlar var ama onlar da derinliğine anlayamıyor, yetersiz kalıyor. Birbirlerine benziyorlar. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş.

Bazı Kürt aydını geçinenler de hala sırtımdan geçiniyorlar, hala beni kullanarak varlar. Bazıları burada iken herşeylerini biz karşılıyorduk. Her türlü imkanı sağlıyorduk. Bunlar Avrupa'da da bizim sırtımızdan geçindiler. Şimdi de 13 yıldır benim sırtımdan yaşatıyorlar kendilerini. Hiç irşey yapmıyorlar ama yine de bana saldırıyorlar. Şu anda bile sırtımdan geçiniyorlar. Bu sayede Türkiye'ye dönüyorlar ve hala bana saldırıyorlar!”

BU SÜRECİ EN İYİ EVRİM DEMİR ANLADI

Öcalan değerlendirmelerini 14 Temmuz’da bedenini ateşe veren 18 yaşındaki Kürt kızı Evrim Demir’e adadığını söyledi: “Değerlendirmelerimi Evrim Demir anısına yapıyorum, ona adıyorum. Bu süreci en iyi anlayan Evrim Demir'dir. İşte genç bir kız, 18 yaşında ama herşeyi, bu süreci, olup-bitenleri en iyi o kavramış. Ve kavradığı gibi kararını vermiş, eylemini yapmış. Daha fazla söze de gerek yok. Evrim süreci anlamıştı ama KCK, PKK, BDP, DTK bunlar anlamış değil. Bu sürecin gerçek anlayanı ve öncüsü Evrim Demir'dir. Mustafa Malçok da aynı şekilde. Her ikisi de çok genç, saygı duyulacak öncülerimizdir. Bize bu süreçte öncülük edecek en iyi kişilerdir. Ama bu şekilde kendilerini feda etmeleri yerine kendilerini özgürce ifade edebilecekleri yaşam olanaklarını oluşturmalarını tercih ediyor, öneriyorum. Her ikisini de saygıyla anıyorum.”

SAVUNMALARIMDA DİYALEKTİĞE YENİ BİR YORUM KATTIM


Savunmalarına ilişkin bazı sorular aldığını ifade eden Öcalan şunları söyledi: “Savunmalarıma ilişkin bazı sorular alıyorum. Bu sorulara şartlarımdan dolayı çok kısa yanıtlıyorum. Savunmalarımda epistemolojik açıdan yenilikler var. Karşılıklı besleyici diyalektiğe dayalı paradigma ile sınıf çatışması teorisinin pek anlaşılmadığı belirtiliyor ve sınıfların birbirini beslemesinin mümkün olup-olmadığı soruluyor. Savunmalarımda diyalektiğe yeni bir yorum kattım. Aslında sınıfsal açıdan Marks olaya kendi koşulları üzerinden yaklaştı. Bu nedenle kaba ve katı bir diyalektik yorum geliştirdi. Antagonizma tartışmaları önemlidir. Ama Marks'ın anladığı anlamıyla antagonizma doğru değildir. Bizim bakış açımıza göre doğada hiçbir şey tamamen yok olmaz. Birbirini besleme daha önemlidir. Yıkıcılık doğru değildir. Birbirini tamamen yok etmek doğru değildir. Zaten biliyorsunuz doğada mutlak yokluk yoktur, mutlak kesinlik de yoktur. İki ucun yok etme temelinde birbiriyle mücadelesi doğru değildir.

MUTLAK KARŞITLIK DOĞRU DEĞİL

Bununla birlikte bu mücadele yaratıcıdır ve özgürleştiricidir. Ama doğada esas olan, % 99 karşılıklı beslemedir. Çatışma ise yüzde birdir. Bu açıdan Marks'ı eleştirmek lazım. Onda herşey siyah beyazdır. Ama örneğin doğadaki renkleri düşünelim. Ak ile siyah renklerini örnek verelim. Siyah bir renk değildir, beyaz da bir renk değildir, bunlar birbirlerini soluma ile var olurlar. Bunların dışında bir sürü renk vardır. Dolayısıyla mutlak karşıtlık doğru değildir. Siyaseten sınıfsal açıdan da mutlak karşıtlık doğru değildir. Savunmalarımda genişçe yer verdim. Bu proletarya diktatörlüğüne götürür. Oysa biz demokratik moderniteyi savunuyoruz.

Diğer bir soru çalışmalarımda iktisadi alan vurgusunun biraz geri planda kaldığı, kullandığım sosyal piyasa kavramının Keynes ve ardıllarınca ortaya atıldığı ve yıpranmış bir kavram olduğu yönündeydi. Bunun yerine yeni bir kavram düşünülüp düşünülemeyeceği soruluyor. Savunmalarımda iktisadi alan da işlenmiştir. İktisadi anlamda Braudel'den aldığım kavramları işledim. Braudel de kapitalizmi eleştiriyor. Tekel karşıtlığını o da ele alıyor. İktisadi alan Braudel incelemesiyle daha da zenginleştirilebilir. Kullandığım “Sosyal Piyasa” kavramı da Braudel'e aittir. Kendimce geliştirdim ve zenginleştirdim. Kapitalizmin piyasa ekonomisine ve sömürüsüne karşı emekçiden yana bir kavramdır bu. Dünya Bankası çevresi bu kavramı kullanmış olabilirler ama benim dediğimin bunlarla ilgisi yok. Sahte liberaller bu kavrama ayrı bir anlam yüklüyorlar, bu liberal sahtekarlıktır. Bu kavramı maske olarak kullanıyorlar. Bu sosyal piyasa kavramı benim savunmamın özgün yanlarından biridir. Piyasa sosyalizmde de var, olmalıdır. Herkes ürettiği en kaliteli malları piyasaya sürer fakat bu kar amaçlı bir piyasa değildir. Bu, toplumun yararına olan bir piyasadır. Kaliteli kültürel değerlerin topluma sunulmasıdır. Oysa kapitalizm piyasanın inkarıdır. Bu anlamda kapitalizmi de yeniden tanımladım.

POLİTİKA TAMAMEN ANTİ-DEVLETTİR

Üçüncü bir soru; savunmalarda toplumu yeniden inşa etme bağlamında politika kurumuna özel vurgu yaptığım, buna göre politika özgürleştirir dediğim belirtilerek, politikanın nasıl özgürleştireceği soruluyor.

Evet, politikanın özgürleştirdiğini savunuyorum. Bu, savunmamın en özgün tezlerinden biridir. Bunun kaynağı da Hannah Arendt'e aittir. Arendt'i tamamen incelemiş değilim ancak bunu çok iyi işliyor, özgün yanları var. Politikanın özgürleştirici olduğuna inanıyorum.

Marks diyor ki bilinç-sınıf özgürleştirir. Hegel de akıl-devlet özgürleştirir diyor. Ben ise politika özgürleştirir diyorum. Bundan ne kastettiğim soruluyor. Evet, politika tamamen anti-devlettir. Bu konuyu uzunca değerlendirebilirim ancak şartlardan dolayı en kısa ve öz ifade ediyorum. Esasında devlet politikanın inkarıdır. Bu yüzden politika özgürleştirir. Marks'ın dediği gibi sınıfın özgürleştirmediği, bu yönlü sosyalizm denemelerinden anlaşıldı. Hegel, devlet özgürleştiririr diyordu ama Hitler faşizminden de anlaşıldığı gibi o da özgürleştirmiyor, aksine yıkıcıdır. Bu tür durumlarda devlet herşeydir vatandaş hiçtir, bir noktadır. Noktalaşmaya karşı durmak gerekir. Çünkü nokta hiçtir. Devlet ne kadar güçlü var olursa vatandaşlık o kadar az olur. Devlet ne kadar küçülürse vatandaşlık da o kadar büyük olur. Devlet zaten özünde anti-özgürlüktür hem de anti politikadır. Devletli sistemlerde vatandaş nokta kadardır, yani sıfırdır, hiçbir şeydir. Bu nedenle özgürleşmek için devlete karşı politikayı savunmak önemlidir. Politika yapmak özgürlüktür.

Bu tez, savunmalarımın en özgün tezlerinden biridir. Ben Marks ve Hegel'den farklı olarak toplumun inşasının temeline özgürlüğü koyuyorum. Hatta bu nedenle politika eşittir özgürlüktür. Bunların hepsi savunmalarımda mevcuttur ama yeterince okunduğunu, dikkate alındığını, uygulandığını sanmıyorum.

Bu çabalarımı Lenin'in çabalarıyla karşılaştıranlar da oluyor. O da eleştiriyordu, yeni bir sistem öneriyordu ve pratize etmeye çalışıyordu. Lenin de teori geliştirmiştir, pratiğe de dökmüştür, o imkanları olmuştur. Ama işte benim burada böyle bir imkanım yok. Ancak bunu kimse anlamıyor.

BİZİM DEMOKRATİK MODERNİTE TEORİMİZ VAR

Bir diğer soru “iktidar birikimi” kavramına ilişkindir. Sermaye birikimine çok atıf yapılmıştır ama “iktidar birikiminin” ilk kez kullanıldığı söyleniyor. Sermaye birikimi savunmam açısından önemli bir kavram. Fakat en az onun kadar önemli olan diğer kavram da iktidar birikimidir. Bunlar birbirlerinden bağımsız olan şeyler değil. Sermaye birikimi oldukça iktidar birikimi de kaçınılmaz oluyor. Braudel de Marks da sermaye birikimine değinmiştir fakat ikisi de bir sonraki hamleyi, iktidar birikimini görememiştir. Sermaye birikimiyle bağlantılı iktidar birikimini görememiştir. İşte Hitler'i gördük. Hitler, iktidar birikiminin zirvesiydi. Bunları siyasete iyi uyarlamak gerekir.

Bunlar moderniteyle bağlantısı olan şeyler. Bizim demokratik modernite teorimiz var. Kapitalist moderniteye karşı demokratik moderniteyi savunuyoruz. Kapitalizmin yıkıcılığına ve emekçilerin sorunlarına karşı bu model önemlidir. Kapitalist modernitenin endüstriyalizmine karşı biz ekolojik üretim toplumunu savunuyoruz. Ulus-devlete ya da devletin ulusuna karşı demokratik ulus blokunu, demokratik toplumu savunuyoruz. Demokratik ulus, küçük birimler olarak varlığını koruyacak. Mesela Türkiye için Türkiye Demokratik Ulus birimleri kavramını kullanabiliriz. Herkes kendi dil, renk ve özgünlüğüyle buna katılacak. Mesela bir halka düşünülebilir, fakat bu halkanın ucu kapalı değil, uçları birbirine değmiyor. Ucu açık bir halkadır. Ucu kapalılık, nokta haline gelmedir. Nokta haline gelinmemelidir. Yani her halkanın uçları kapanmayacak, diğer halkalara açık olacak. Kesişme noktaları olacak. Birbirlerine etkilenmeler, birbirlerine verip almalar olacak, buna açık olacak. Bir halka Kürt, bir halka Türk, bir halka Arap, bir halka Acem vs hepsi iç içe geçiyor, kesişme noktaları oluyor, ortak değerleri, ortak kültürleri oluyor. Bunlar demokratik ulus birimleridir. Bu şekilde özyönetim güçleriyle kendilerini ortaya koyarlar. Bunlar Dipnot vb. çeşitli dergilerde tartışılabilinir.

Bunlar savunmamın temelini oluşturuyor. Ertuğrul Kürkçü onlar da bunun üzerinde durabilirler. Türkiye'de kapitalizm nasıl bu kadar emekleri sömürdü, doğayı sömürdü, her şeyi yok etmeye başladı, nasıl bu hale gelindi? Buna karşı hala neden mücadele verilemiyor, neden örgütlenme yapılamıyor? Blok çalışmaları bu temelde hızlandırılabilir. İşte görülüyor 70 yıldır sol bir araya gelemedi. Onu da bana yüklediler. Savunmalarımdan yararlanılırsa yüzde yirmilerde oy alınır, patlama olur.”

DERSİM’İ YÖNLENDİREN BİR GLADİO VAR

Öcalan son olarak şunları söyledi: “Dersim ve Bingöl üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Buralar seçimlerde beklenenin elde edilemediği yerler. Bu durumun değerlendirilmemesi, üzerine gidilmemesini esefle karşılıyorum. Dersim'i idare eden, Dersim'i yönlendiren bir Gladio var. Aynı şekilde Bingöl'e yerleşen Bingöl'ü de idare eden bir Gladio var. Ama her iki yerdeki Gladio da aynı merkezden yürütülüyor. O Kamer Genç gibiler “biz Alevi Türküz, Kürt değiliz” diyorlar. Bunlar Gladio elemanları, çocuklarını da Amerika'da okutuyorlar. Kamer Genç 1980 darbesinin adamıdır. Hatta Kamer Genç örtülü ödenekten beslenmektedir. Her türlü şeyi yapmasına rağmen buna ses çıkarılmıyor, neden? Çünkü Dersim'in bir kısmını bu şekilde tutuyor, Gladioya bağlı kılıyor. Bingöldekiler de “biz Kürt değiliz, Şafi Zazayız” diyorlar. Dersim'de Alevi-Zazacılığı bize karşı geliştiriyorlar. Yine Bingöl'de Şafi-Zazacılığı geliştiriyorlar. Bu ikisinin de kaynağı Gladiodur. Bunlar iyi çözümlenmelidir, üzerinde önemle durulmalıdır. Aslında ikisi de aynıdır. İkisi de Kürtlüğü bitirmeye dönük özel savaş uygulamalarıdır. Bunların tedbirleri alınmalıdır. Her ikisini de yöneten, idare eden aynı merkez, aynı Gladio, aynı zihniyettir. Bu durum iyi çözülmelidir. Bu durum iyi çözülmediği sürece orada yol katedilemez, bu görülmelidir.

Bazı dergilerde yayınlanan makaleler üzerine “Apo'dan özgürlük filozofu yaratıyorlar” şeklinde eleştiriler yapanlar olmuş. Ne filozofu! Bu tür şeylere ihtiyaç duymuyorum.

Bazı cezaevlerinin boşaltılarak tutsakların başka yerlere nakledildiğine dair haberler basında çıktı. Yeni bir KCK operasyonunun yapılabileceği belirtiliyor. Eskisinden çok daha kapsamlı, çok daha büyük operasyonlar yapabilirler. Daha kapsamlı askeri operasyonlar da yapabilirler. Bu durum da herşeyi daha içinden çıkılmaz hale getirecektir.

Dipnot dergisini de takip ediyorum, başarılı buluyorum, çalışmalarında başarılar diliyorum. Tüm halkımıza en derin sevgi ve selamlarımı iletiyorum.”

Türk Basının Ar Damarı Var mı?

14 Temmuz’da Silvan’da 13 askerin öldürülmesi başbakan R. T. Erdoğan tarafından ‘kırılma noktası’ olarak değerlendirildi. Sözüm ona ‘teröre karşı yeni bir tarzla mücadele’ edeceklerini deklere etti. Kürtlerin sıkça duyduğu, ama artık iplemediği tehditlerini savurdu.

Böylelikle Erdoğan’ın, Silvan’daki asker kayıplarını bahane ederek Kürtlere karşı savaşta Çiller-Ağar-Güreş üçlüsünün denediği, ama hüsranla sonuçlanan yöntemi, yani özel savaş politikalarını, devreye koyacağını resmen ilan etti. Bu açıklamaya paralel olarak Kürdistan’da kan akıtacak Özel Hareket Timleri için 15 bin elamanın alımına başlandığı da basına yansıdı veya bilinçli olarak yansıtıldı.

Geçmişte Özel Harekatçıların Kürdistan’da ne haltlar yedikleri ve çevirdikleri kamuoyu tarafında biliniyor. Şimdi Türk devletinin ‘eski’ politikaya dönmesini ordunun güç kaybetmesi ve sivil iradenin güçlenmesi olarak görenler ve bunu yeni ‘paradigma’ olarak adlandıranlar ciddi bir yanılgı içinde olduklarını çok geçmeden, hem de çok acı bir şekilde görecekler.

ERDOĞAN SAVAŞTA ISRARLI

Ortada yeni bir paradigma falan yok. Türk devleti ve onun hükümeti AKP, iflah olmaz kirli savaşı bir kez daha deneme niyetindedir. Asker-sivil ilişkilerinde değişen dengeler ve roller bu gerçeği değiştirmez. Değiştirmiyor.

Çünkü Erdoğan, partisinin seçimlerde aldığı yüzde 50 oyu, CHP’nin kemiksiz, milliyetçi siyasetini, MHP’nin malum durumunu, uluslararası koşulları ve Türkiye’ye sunulan dış desteği bu işi ‘kökünden bitirmek’ için tarihi fırsat olarak görüyor. Bunun için Fehmi Koru gibi ‘aklı başında’ olduğu düşünülen bazı yazarlar, Türkiye’yi geri dönüşü olmayan bir iç savaşa sürükleyecek Sri Lanka modelini öneriyorlar olsa gerek.

Her zaman olduğu gibi, bugünde Türk basını, ordudan, polisten önce silahları kuşanmış, potinini çekmiş cepheye koşuyor. Savaş kışkırtıcılığı yapıyor. Açıktan Kürt düşmanlığını körüklüyor. Yala üstüne yalan atılıyor.

TÜRK MEDYASI 90’LI YILLARA DÖNDÜ

Ayrıca bugün iktidardan nemalanan medyanın yazdıkları, çizdikleri, attıkları yalanlar da yeni değil. 90’lı yılların başındaki gazeteleri açın bakın, hemen hemen aynı manşetlerle, aynı köşe yazılarıyla, aynı cümlelerle karşılaşacaksınız. Sadece gazete ve TV kanallarının ismi ve künyeleri değişmiştir.

Örneğin bugün ahlak ve vicdan sınırlarını aşarak Kürt hareketini ırkçı diye niteleyen Cemaatin sözcüsü Hüseyin Gülerce’nin ismini kazıyın, altında 90’lı yılların başında benzeri yazılar yazan dönemin Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’u görürsünüz. Bugün Sözcü gazetesinde yazan Emin Çölaşan’ı görürsünüz. Veya Gülerce’nin üstünü biraz daha kazırsanız ‘Kürtlerin ırkçı olduğu’ tezinin patent sahibi ‘rahmetli’ Behiç Kılıç’ı görürsünüz. Bu örnekleri daha fazla çoğaltmak mümkün. Ama bu kadarı yeter sanırım.

KOLTUKLAR SALLANIYOR

Bugün Türk basınında ‘kalıbın adamı’ gazeteci bir elin parmakları kadar değil. Nerdeyse kimse kalmadı. Birçok kelli-felli yazar, gazeteci iktidar karşısında havlu attı. Bugün sallanan koltuk ve köşelerini korumanın derdi ve sıkıntısı onları basmış durumda. Koltuktan düşmemenin en kestirme yolu da Kürtlere hakaret etmek, iktidarın hoşuna gidecek manşetler atmak, haberler yapmak ve köşe yazıları döşemektir. İşte ar damarı da tamda burada patlamaktadır.

Kimisi ‘Emine Ayna’dan nefret edişinin ’deklarasyonunu’ yayınlayarak koltuğunu sağlama almaya çalışıyor, kimisi Ece Temelkuran’ın ‘PKK yandaşı olduğunu’ yazarak, kimisi ‘Demokratik Özerkliği izah edecek tek bir adamları yoktur’ deyip Kürtleri aşağılayarak, kimisi ise tıpkı bu işlere asla kafası basmayan Taha Akyol gibi sosyal bilimlere de müthiş(!) katkılar yaparak, örneğin ‘Stalinist milliyetçilik’ kavramları gibi ‘ucube’ icatlar yaparak bu işi kotarmaya çalışıyor.

Kürt basının karşı karşıya kaldığı devlet terör artık olağan kabul ediliyor. Ancak Türk basınında Erdoğan diktatörlüğüne boyun eğmeyenlerin akıbeti ise giderek dramatik bir hal alıyor. Gazeteciler ya zindana atılıyor. Ya tek tek kovuluyor, yada etkisiz hale getiriliyor. Yada Kırşehir’de olduğu gibi AKP’li bir belediye başkanı için yolsuzluk haberi yaptığı için bir gazeteciye mahkeme 365 gün gazetecilik mesleğini yasaklıyor. Veya en son Ferai Tinç örneğinde şahit olduğumuz gibi gazeteciler, fikir insanları bezdirilerek istifaları sağlanıyor, hatta aktif gazeteciliğe veda ediliyor.

SUSKUN TOPLUM İSTENİYOR

Çünkü Erdoğan’ın ve ekibinin Kürtlere karşı başlattığı savaşın kazanılması için suskun, itaatkar ve konuşmayan bir toplum ve kamuoyu lazım. Bunu sağlamak içinde teksesli basına ihtiyaç duyuluyor. Basın hizaya çekiliyor. Bu nedenle Erdoğan ipin ucunu kaçırarak basını ‘PKK propagandası yapmakla’ itham ediyor. Gazetecilere parmak sallıyor, onları açıktan ‘hangi gazetede çalışıyorsun’ diyerek işten atmakla tehdit ediyor. Çok azda olsa da aykırı çıkan seslerin susturulmasını istiyor.

Erdoğan’ın basını susturma ve hizaya getirme girişimi de yeni değil. 90’lı yılların başında da PKK ile hiç alakası olmayan gazeteciler-yazarlar, insan hakları savunucuları aynı şekilde suçlanmış, hakların da Andıçlar hazırlanmış ve bertaraf edilmeye çalışılmıştı.

Hatırlardadır. Akın Birdal saldırıya uğramış ve 8 kurşun yarası almış. Şans eseri olarak ölümden dönmüştü. Gazeteciler ise işlerinde olmuş. Hatırladığımız kadarıyla Cengiz Çandar bir dönem Türkiye dışına çıkmak zorunda kalmıştı.

BU BASININ AR DAMARI HEP PATLAKTI

Geçen bunca zamana, yaşan bu kadar acı deneye rağmen bu basın ve medya sınıfı zerre kadar uslanmamış, iktidar ve rejim borazancılığında ar damarını hep patlak tutmuştur. Her seferinde cinayetlerin ve zulmün ortağı olduğunu ‘yeni bir dönem başlayana’ kadar bilerek unutuvermiştir.

Ahmet Kaya için ‘şerefsiz’ diye manşetleri atanlar, Ermeni gazeteci Hrant Dink’in katledilmesi için çağrı yapanlar üç-beş yıl geçtikten sonra ‘itiraf etmeye’ başlamış, hatta utanmadan günah dahi çıkarmışlardır.

Şimdi Ahmet Hakan adındaki bir ‘TV yıldızı’ geçmişte ‘ağabeylerinin’ tıpkı Ahmet Kaya ve Hrant Dink’e yaptıkları çirkefliği, sorumsuzluğu ve daha açık bir şekilde katile adres sunmayı Amed’te son seçimlerde 80 bin oy almış Kürt politikacısı Emine Ayna için yapıyor. Resmen hedef gösteriyor. Ayna için infazcıları, tetikçileri göreve çağırıyor. Tıpkı Ahmet Kaya, Hrant Dink ve birçok insana yapıldığı gibi. Ne yazık ki Ahmet Hakan adlı bu ‘sınıf atlamış’ parlak ‘TV yıldızı’ veya Jöleli Erdoğan dalkavuğu televizyoncu tekil vakalar değil. Onlar bu işi çoğunluk adına yapıyor, çoğunluk adına konuşuyorlar.

Çünkü Kürtlerin ve diğer etnik ve inanç toplulukların kolektif hak talepleri gündeme gelince bunların yüzü dökülüyor. Kendilerini gizlemek, yüzlerini örtmek için çaldıkları o kimlikler dökülüyor. Dökülüyor dökülmesine ama, arlanan ve uslanan olmuyor. Çünkü bu yüzsüzlük, neredeyse Türkiye’nin tarihiyle eşit yaşta.

YALANLARLA GERÇEK KARARTILAMAZ

İletişim teknolojisi sayesinde dünya küçüldü bir köye döndü, ama Türkiye hale kendisini ‘dev aynasında’ görmeye devam ediyor. Yalanlarla, gerçeği kararta bileceğine inanıyor. Çünkü böyle alışılmış, böyle öğretilmiş. Gerçek yerine yalan atmak, gerçeği karartmak değer görmüş. Para etmiş. Mevki ve güç sahibi yapmış.

Eşyanın adıyla çağrılmadığı tek ülke Türkiye olsa gerek. Kavramlar, sıfatlar, adlar ve nitelemeler sanki bu ülkede amuda kalkmış gibidir. Tarih bilinci konusunda dünya bir yana Türkiye bir yana dır. İnsanlığın doğruları bara da yanlış olarak kabul edilir.

Örneğin Türkiye’deki egemen anlayışa göre ortada bir Ermeni soykırımı söz konusu değildir. Bu konu gündeme geldiği zaman vicdan ve ahlak sahibi birkaç kişi hariç ileri sürülen teze bakılırsa Ermeniler kendi kendilerini ortadan kaldırmışlardır. Bunu yaparken de Türkleri öldürmüşlerdir.

Dünyanın hiçbir yerinde işgal hareketi ‘Barış Harekatı’ olarak adlandırılmaz. Ama yıllardır Türkiye’de yapılan budur. Kürdistan’ı bir taraf bırakalım. 37 yıl önce Kıbrıs işgal edildi. Bu işgal hareketi Türk kamuoyuna ‘barış hareketi’ olarak yutturuldu. Erdoğan’ın Kıbrıs çıkarması da bu ‘barış hareketinin’ son halkası oldu.

Peki 19 Aralık 2000’de Türkiye cezaevlerinde yapılan katliama ne demeli? Onunda adı ‘umut operasyonuydu.’ Düşün öyle bir ‘umut operasyonu’ ki cezaevlerinde ölüm orucu ve açlık grevinde bulunan savunmasız tutsaklar katledildi. Diri diri yakıldılar. İtiraf ise yıllar sonra geldi. Açın o günkü gazetelere bakın, TV arşivlerini bir tarayın, katliamın Türk basını tarafından ustalık gizlendiğini ve savunulduğunu göreceksiniz. Hatta şunu söyleyenler oldu: ‘kendi kendilerini yaktılar. İçerden silahla karşılık verdiler’ ve daha neler neler.

Kürtlere karşı 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden sonra başlatılan ve bugün rehin sayısı dört bine ulaşan operasyonlarda yazılan-çizilenleri, söylenenleri benzeri türdendi. Bir kısmına göre ‘Kürtler Kürtlerden kurtarılıyordu’, bir kısmına göre Kürt hareketi içindeki ‘şahinler bertaraf ediliyordu’, ipin ucunu kaçıran bir kısmın yazar-çizer takımına göre de zaten bu işin bu noktaya gelmesini Kürt hareketi istiyordu ve planlamasını buna göre yapmıştı! DTP kapatıldığı zamanda cemaat basını ‘istedikleri olmuştu’ manşetini atmıştı.

Buna benzer onlarca değil yüzlerce hatta binlerce örnek sıralıya biliriz. Şimdide aynı eski yöntemler, yalanlar pazara tekrardan sürülüyor. İflas etmiş tüccarlar gibi eski veresiye defteri tekrardan, tekrardan karıştırılarak oralardan bir şeyler çıkarılmaya çalışılıyor.

Yok efendim, Kürtler ırkçıymış, yok efendim Kandil-İmralı arasında görüş ayrılığı varmış, yok efendim Demokratik özerklik konusunda DTK’de, BDP’de çatlaklık varmış, yok efendim şu ‘şahin, şu ‘güvercinmiş’, yok efendim ‘şunun gözünün üstünde kaşı’ varışmış türünden en bayağı yalanlar eskimiş özel savaş propagandaları tekrar, tekrar pazara sürülüyor.

Doğrusu millete kına geldi. Ayıptır artık. İnsan biraz yaratıcı olur. Yalan atacaksanız, bari biraz kitabına uydurun. Aldığınız parayı, içtiğiniz şerbeti bariz hak edin.

Ha şu Kürtlerin ‘ırkçı olduğu’ savı ise zaten yeni değil. Ama burada Kürtlerin kendilerini bu adamlara ispatlama diye bir dertleri olamaz. Olmamalıdır. Çünkü bu saldırıya uğramış mağdurun kendini katile karşı ispatlaması gibi saçma bir şeydir de ondan.

Kürtleri ırkçı diye niteleyenler, zahmet edip şu son birkaç yüzyılda Balkanlardan, Arap yarım adasına, Lazistan’dan, Kürdistan’a, Anadolu’dan Mezopotamya’ya kadar atalarının ne yaptığına ve şuanda yapılanlara bir baksalar iyi olur. Ha bu kadar zahmete katlanamıyoruz diyorlarsa eğer ‘dokundukları zaman ibadet etik’ diye taptıkları liderleri Erdoğan’ın ‘tek, tek’ sözlerini hatırlarsınlar. Oda yetmiyorsa ‘istemeyen çeker gider’ sözlerinin nasıl bir ırkçı hezeyan olduğunu önce kendilerine sonrada bize anlatsınlar. 

Cahit Mervan