3 Ağustos 2010 Salı

Kürdistan İslam Alimleri Fetva Kurulu: "PKK Meşru Bir Harekettir"

Dünya İslam Alimleri Birliği'nin, İstanbul'da düzenlediği toplantıda Kürt hareketini "terörist" olarak tanımasına Güney Kürdistan'daki dini kurumlardan tepkiler geldi. Kürdistan İslam Alimleri Fetva Kurulu, PKK’nin meşru bir hareket olduğunu belirtti.

Açıklamasında Fetva Kurulu, "Türkiye’de sayıları 20 milyonun üzerinde olan Kürtlerin hakları Türk hükümeti tarafından ellerinden alınmıştır" diyen Fetva Kurulu 25 Haziran'da İstanbul’da toplanan Dünya İslam Alimleri Birliği'nin Kuzey Kürdistan'daki Kürt hareketinin “terörist” olarak tanımlamasına sert tepki gösterdi.

Dünya İslam Alimleri Birliği'nin açıklamalarına katılmadıklarını belirten Kurul, İslam'ın emirlerinin tekrar gözden geçirdiklerini ve belli sonuçlara ulaştıklarını ifade etti. Buna göre, Kürt hareketini 'meşru' bulduğu duyuran Fetva Kurulu,"Türkiye'de sayıları 20 milyonun üzerinde olan Kürtlerin hakları Türk hükümeti tarafından ellerinden alınmış, İslam şeriatına göre de hakları çiğnenmiştir. Bu nedenle haklarını elde etmek için yürütülen mücadele meşrudur" dedi.

Türk devletinin, Kürt halkının varlığını kabul etmediğini ve Kuzey Kürdistan'da Kürt hareketinin barışçıl çözüm çağrılarına da kulak vermediğinin kaydedildiği açıklamada ayrıca; İslam'ın şartlarına göre her müslümanın haklıdan yana tavır alması ve haksızlığa karşı durması gerektiği hatırlatıldı.

'KÜRT HAREKETİNE KARŞI OLMAK, İSLAMİ İLKELERE TERSTİR'

"Dünya İslam Alimleri Birliği'nin bildirisi, haksızlığa arka çıkması ile İslami ilkeler ve izahatlara zıttır" değerlendirmesini yapan Kurul, Dünya İslam Alimleri Birliği'nin başkanı Yusuf Karadavi'ye de, çağrıda bulundu: "Tövbe etmeli ve sözlerini geri almalıdır."

Her Kürdün Kürt özgürlük hareketini destekleme hakkı olduğunu ve bunu savunduklarını dillendiren Kürdistan İslam Alimleri Fetva Kurulu, son olarak da, "Hareketin kendisi de barışçıl ve demokratik çözümden yana olduğunu ifade etmiştir" hatırlatmasında bulundu.

Dünya İslam Alimleri Birliği Başkanı Yusuf Karadavi, İstanbul'da düzenledikleri toplantıda, bütün müslümanlara Türk Başbakan Erdoğan'a destek verme çağrısında bulunmuştu.

ANF NEWS AGENCY

Kürde Karsi Psikolojik Savas ve Türkte Yaratılan Sahte Hassasiyetler

Türk devleti tüm Kürt isyanlarını bastırırken psikolojik savaşın en kötü biçimlerini kullanmıştır. Koçgiri’den bu yana Kürt isyanlarına karşı yürütülen çirkin psikolojik savaş Türkiye toplumunda Kürt halkına karşı bir önyargı oluşturmuştur. Bugün Türk toplumunun bir kısmında Kürtlere karşı şoven milliyetçi bir bakış ortaya çıkmışsa bunu yaratan Türk devletinin yürüttüğü psikolojik savaştır.

Bugün de PKK öncülüğündeki Kürt Özgürlük Hareketine karşı çok boyutlu bir psikolojik savaş sürdürülüyor. 1984 gerilla hamlesiyle birlikte psikolojik savaş örgütlü ve planlı bir biçimde yürütülmüştür. Eğer o günden bugüne gazete ve televizyon arşivleri bir taransa akla hayale gelmedik haberler, iftiralar, çirkin suçlamalar görülür. Bilmeyenler, bu kadar da olmaz, der.

Gerilla hamlesi başladığında ilk yapılan şey, kuşkusuz bu mücadelenin dış kaynaklı olduğunu göstermekti. Çünkü Kürt olmadığı gibi Kürtler için mücadele veren bir örgüt de olamazdı. Bu nedenle psikolojik savaş ağırlıklı olarak bu mücadelenin Kürtlerle ilgili olmadığını ortaya koymaktı. Bu nedenle yıllarca ASALA terörü bitti, şimdi de PKK terörü ortaya çıkarıldı tezi işlenmiştir. Çatışmalarda yaşamını yitirmiş gerillanın sünnetsiz ve ermeni olduğu bile söylenmiştir.


Savaş geliştikçe toplumu PKK ve Abdullah Öcalan karşıtı yönlendiren özel savaş programları yapılmıştır. Bunların en bilineni Anadolu’dan Görünüm programıdır. Bugün PKK ve Kürt Halk Önderine Türkiye toplumunda tepki var dedikleri şey, sistemli yürütülen psikolojik savaşla ortaya çıkarılmıştır.


Bu psikolojik savaş gerillanın 1999 yılında Türkiye sınırları dışına çıkmasından sonra farklı bir biçime bürünmüştür. Sanki böyle bir mücadele olmamış ve sorun yokmuş gibi davranılmıştır. Bunu AKP hükümet olduktan sonra başbakan Erdoğan “düşünmezseniz böyle bir sorun olmaz” biçiminde ifade etmiştir.


Türk devletinin ve AKP hükümetinin bu sorunu yok sayan politikalarına karşı Özgürlük Hareketi 2004 yılında yeniden direnişe geçince Kürt Özgürlük Hareketine karşı psikolojik savaş yeniden tırmandırılmıştır.


2004 yılından sonra psikolojik savaş esas olarak klasik derin devlet ya da özel harp dairesi denen psikolojik savaş merkezi tarafından yürütülmüştür. O yıllarda ABD’nin müdahalesi sonrası Güney Kürdistan’da federasyonun kuruluşu Irak anayasası tarafından kabul edilmiştir. Bu nedenle Türkiye’de bir ABD karşıtlığı geliştirilmiştir. 2004 yılında başlatılan direniş de ABD’ye bağlanmıştır. Bu nedenle Kürt halkının Özgürlük Mücadelesinin arkasında ABD’nin olduğu propagandası yapılmıştır. O zaman toplumda ABD karşıtlığı geliştirildiği için bu karşıtlık PKK’ye yöneltilmek istenmiştir. Türkiye toplumunda böyle bir algı yaratılmak için özellikle basın kullanılmıştır.


2007 yılıyla birlikte psikolojik savaş yön değiştirmiştir. Özellikle 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra AKP hükümetinin bir savaş hükümeti haline gelmesinden sonra psikolojik savaş, PKK’nin devlet tarafından kurulduğu ve devlet içinden bazı güçler tarafından desteklendiği çerçevesinde yürütülmektedir. Çünkü hükümet ve basın artık ABD’nin PKK’ye karşı savaşta tam destek verdiğini ileri sürerek PKK’ye ömür biçmeye başlamışlardır.


PKK daha grup aşamasındayken bir sempatizan olarak grupla ilişkilenen Pilot üzerinden PKK’yi devlet kurdurmuş biçiminde bir spekülasyon geliştirilmiştir. Halbuki Pilot’un devlet tarafından sızdırıldığını ve bunun nasıl açığa çıkarıldığını açıklayan, bu konuda birçok çözümleme yapan Kürt Halk Önderidir. 1980’li ve 90’lı yıllarda bu konuyla ilgili birçok değerlendirme yapılmış ve bunlar PKK’nin yayın organlarında yayınlanmıştır. Buna rağmen bu sakızı çiğnemekten bir türlü vazgeçilmemiştir.


Kürt Özgürlük Hareketini en iyi tasfiye ederim diyerek hükümet olmaya devam eden ve Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etme temelinde devletin başat gücü olmak isteyen siyasal İslamcı çevreler de son zamanlarda PKK’yi Ergenekon denen özel harp dairesinin şu anda yargılanan bir kesimiyle ilişkilendirme gayreti içindedirler. Bir defa belirtelim ki şu anda yargılananlar, özel harp dairesi denen kurumlaşma içinde yer almış ve devletin genel politikası dışında bazı şeyler yapmak istemiş olan çevrelerdir. Esas olarak da AKP hükümetine yönelik darbe girişiminde bulunanlardır. Bunlar buz dağının görünen yüzü olduğu gibi, Kürdistan’da işledikleri suçlar için bunların üzerine gidilmemektedir. Kürdistan’da işlenen suçlara dokunulmayacağı konusunda AKP hükümetiyle derin devletin çekirdeği genelkurmay başkanlığı anlaşmışlardır.


AKP yandaşı basın son zamanlarda işlerini güçlerini bırakmış, Kürt Özgürlük Hareketine karşı kirli bir savaş yürütmektedirler. Çünkü varlık nedenlerini Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etmeye bağlamışlardır. AKP kendini Kürdistan’da etkili kıldığı müddetçe devletin hoşgörüsünü kazanacaktır. Kürt Özgürlük Hareketi karşısında başarılı olurlarsa o zaman hükümet olmaya hak kazanacaktır. Çünkü Türkiye’de hala devletin sahibi olmak, bu konuda hak iddia etmek, hükümet olma iddiasında bulunmak ancak Kürtler üzerindeki politikaların başarısıyla mümkün olmaktadır. Türkiye’de iktidar olmanın kanunu hala böyledir. AKP yandaşlarının saldırısı bu çerçevede ele alınmadan doğru kavranılamaz.


On yıllardır olduğu gibi AKP ve yandaşlarının yürüttüğü psikolojik savaşın amacı: PKK’nin Kürtlerin özgürlük ve demokrasi için mücadele etmediğini ortaya koymaktır. Dün mücadele şu-bu dış güce bağlanırken, bugün içeride yürütülen iktidar mücadelesi nedeniyle içerideki kimi güçlerle ilişkilendirme yoluna gitmişlerdir.


PKK’yi ideolojik, siyasi, askeri olarak ezemeyenler, PKK’nin Kürt toplumu üzerindeki itibarını ortadan kaldırarak bu amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlar. Kuşkusuz önceleri de psikolojik savaş ve kirli yöntemleriyle bunu amaçlıyorlardı. Ancak AKP şimdi bunu çok kurnazca, PKK’yi onlarca yıldır yürüttüğü mücadeleyle teşhir ettiği, kirli yüzünü açığa çıkardığı ve başarısız kıldığı özel savaşçılarla ilişkiliymiş gibi göstererek yapmaktadır. Kürt toplumuna karşı suç işleyen bu kesimleri lanetli konuma düşüren PKK’dir. PKK’yi Kürt halkına karşı suç işleyen kesimlerle ilişkiliymiş gibi göstermek herhalde psikolojik savaşın yeni bir yöntemi olmaktadır. Anlaşılıyor ki PKK’yi bunun dışında yıpratacak başka bir yöntem bulamamışlardır.


Kuşkusuz bu ucuz bir propagandadır. Yalancının mumu bu büyük mücadele gerçekliği karşısında yatsıya kadar bile yanmaz. Ama Kürt halkının AKP’nin gelmiş geçmiş kirli savaşçılar ve psikolojik savaş odaklarından daha tehlikeli bir saldırı içinde olduğunu görmesi için bunları belirtme gereği duyduk.


Son zamanlarda PKK’nin her etkili eyleminden sonra kuşku yaratmak için her türlü hokkabazlığı ve propaganda aracını kullanıyorlar. ABD büyük silah gücü ve tekniğiyle başarılı olamazken, dünyanın en haksız savaşını sürdüren Türk devleti nasıl başarılı olacak! AKP ve yandaşlarının başarısızlığı Türk devletinin inkar ve imha sisteminde göreceğine, şu ya da bu tedbirsizlikle açıklamaya çalışması, Kürt sorununda nasıl bir zihniyete sahip olduklarını göstermektedir. Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve AKP hükümetinin bir çözüm politikası ortaya koymaması da bu anlayışın sonucudur.


İlgili herkes bilmektedir ki gerilla her zaman eylem gücüne sahip bir savaş tarzına sahiptir. Takip eder, hasmının zayıf yerini ve anını bulur, eylemi yapar. Böyle bir savaş ortamında tüm karakollar ve mevziler gerillanın her an eylem yapacağını bilir. Sürekli gerilla tarafından izlendiğini, takip edildiğini, zayıf yanının ve anının arandığını düşünür. Buna rağmen hiçbir teknik ve hiçbir tedbir gerillanın eylem kapasitesini ortadan kaldıramaz. Bu gerilla savaşının teori ve pratiğinin ortaya koyduğu gerçektir. Kaldı ki HPG gerillalarının 30 yıllık bir deneyimi vardır.


Kürt halkının Özgürlük Mücadelesinin ve gerilla eylemlerinin onlarca yıl sürmesini devletin bazı tedbirsizliklerine ve yanlışlıklarına bağlamak, devletin Kürtlere karşı yürüttüğü kirli savaşı ve buna karşı yürütülen büyük mücadeleyi çarpıtmak anlamına gelir. Bu zihniyet sahipleri Kürtlerin mücadelesinin askeri tedbir ve yöntemlerle bitirileceğini söyleyen odaklarla aynı düşünmektedir. Zihniyet olarak aynı familyadandırlar.


Bunlar Kürt sorunu çözülmeden Kürt Özgürlük Hareketi bitirilecekmiş gibi bir anlayışa sahiptirler. Ordu daha teknik olursa, profesyonelleşirse ve sıfır hata yaparsa (sanki olabilirmiş gibi) gerillanın eylem gücü ortadan kaldırılır ve tasfiye edilirmiş! İşte AKP ve yandaşlarının Kürt sorunundaki sihirli çözümü budur! Anlaşılıyor ki açılım kod adı verilen tasfiye politikasıyla Kürtleri kandıracaklarını sananlar; böyle teknik, palyatif ve kozmik askeri yöntemlerle dünyada hiçbir gücün başaramadığı gerillayı bitirmeyi kendileri başaracaklardır!


Türk ordusu da yıllarca “hiç kimsenin başaramadığını biz başardık” diye övünmüştür. Bir kısmı Ergenekon davasında yargılanan kontrgerillacılar da zaten “biz bu işi başardık” diyerek kendilerini dokunulmaz kılmışlar ve her türlü hukuk dışı işi yapmayı kendilerine hak görmüşlerdir. AKP ve yandaşlarının başarıları da olsa olsa bu kesimlerin PKK’yi bitirdik dedikleri kadar sürer. Herkes sağa sola kıvırtmadan görmelidir ki Kürt sorunu çözülürse ortada ne savaş kalır ne gerilla gücü kalır. Hiç kimse haklı bir gerekçe olmadan böyle bir mücadeleyi sürdüremez. Dolayısıyla bir yerde siyasi sorun varsa ve hala gerillayla asker-polis arasında çatışma sürüyorsa bunun nedeni, orada çözülmeyen ciddi bir sorunun var olmasıdır.


Türkiye’de siyasi aktörler terör jargonunu bırakmadan, PKK’yi ve Kürt Halk Önderini kötüleme politikasından vazgeçmeden Kürt sorunu çözülemez. Çünkü psikolojik savaşı bir çözüm aracı olarak görenler; Kürtler PKK’ye karşı çıkarsa bu sorundan kurtuluruz diyenler Kürt sorununu çözemez. Bu tür söylemlerde bulunanlar gerçeği görmezlikten gelenlerdir. 40 yıldır mücadele veren bir örgütü psikolojik savaşla, askeri ve siyasi operasyonlarla ortadan kaldırmak isteyenler bu sorunu çözemez.


PKK ve Kürt Halk Önderine yönelik her gün kirli propaganda yürüt; sonra da çık Türk toplumu PKK ve Apo’yu kabul etmiyor de! Bu, çözümsüzlükte ısrardır. Kürt sorununda çözümsüzlüğün asıl nedeni bu zihniyet ve tutumlardır. Bu tutumlar da çözüm politikası ve projesi olmadığı için sürdürülüyor.


Çözüm politikası ve projesi ortaya çıktığında bu tür politikalar da söylemler de bırakılır ve Kürt sorunu birkaç ay gibi kısa bir sürede çözülür.

Haluk Gerger:"Açılımdan Tasfiyeye"

Türkiye herkes için korkunç sonuçlar doğuracak bir iç savaşa doğru sürüklenirken, belki, bütün bu gidişe ilişkin üstyapıyı üstyapıyla açıklama tuzağına düşmeyen bir yöntem ve buna bağlı kimi gözlemler yararlı olabilir.
Elbette işe "sorunların anası" Kürt sorunuyla başlamak kaçınılmaz. Cumhuriyetin "raison d'etre"ini (varlık nedeni) oluşturmuş bulunan ve Kürtlerin çok güzel olarak "inkar-imha" diyalektiği içinde ifade ettiği sarmal, çıkmaza girdi.

"Topyekun tasfiye"den "aşamalı tasfiye"ye

 

Bu ulusalcı "şiddete dayalı topyekun tasfiye" yönteminin iflası, egemenlik sistemi içinde, başka bir damarın filizlenmesi sonucunu doğurdu. Özal'la başlayan bu eğilim, öncelikle, şiddetin mutlaka reformla beslenmesi anlayışına ve yerli burjuvazinin uluslararası kapitalizmin yeni birikim tarzıyla eklemlenmesini zora sokan çelişkilerin giderilmesiyle, yani emperyalizmin mutlak desteğinin yeniden kazanılmasına dayanmaktaydı. Daha sonra, en son Obama'nın da desteğiyle, gündeme, liberal "şiddetin yanı sıra hak bahşedilmesine dayalı aşamalı tasfiye" yöntemi devreye sokuldu.
Buna göre, reformlarla birlikte şiddet öncelikle PKK'nin askeri kanadının tasfiyesine yönelecek ve ancak bunun gerçekleşmesinin ardından politik aygıtın, giderek de, sorunun kendisinin tasfiyesine geçilecekti. Buna bağlı olarak, Güney Kürdistan'da da "ABD kırmızı çizgileri" çerçevesinde bir uydulaştırma projesi devreye sokulacaktı. Egemenlik sistemi içindeki uzun birikim sonucu, AKP'nin iktidara gelmesiyle burjuvazinin eski-klasik siyasi örgütlenmelerinin tasfiyesi ve biri askeri (Zap Direnişi), öteki politik (son mahalli ve genel seçimler) kırılmalar sonucunda gündeme getirilen "açılım" bu yeni tasfiye modelini ifade etmekteydi. Egemenlik sistemi içindeki "iktidar mücadelesi"ni önce tetikleyen, sonra da yıkıcılaştıran işte bu "vites değişikliği" oldu.
Her iki yöntem de, "karşı taraf"ın reddiyesi ve dize getirilememesi sonucu başarısızlığa uğradı. Açılım da, sonunda, aslına döndü, ve klasik tasfiye metoduna, yani "sadece şiddete dayalı topyekun tasfiye"ye rücu etti. Tabii, sarmalın üst uçlarından başladı şiddete geri dönüş ve doğrudan toplumun müdahalesiyle Kürtleri bastırma operasyonu yeni boyutlara uzandı. Bunu Bush'un Ortadoğu serüvenindeki aşamalara benzetebiliriz.
Sadece Amerikan askeri varlığının şiddetiyle bölgeyi yeniden "dizayn" etmeye girişen ABD, bu yöntem başarısız olunca, biraz da panik içinde alelacele, şiddetin yanı sıra "değerler hegemonyası"nı inşaya ve buna bağlı yerel ittifakları devreye sokmaya dayalı "Büyük Ortadoğu Projesi"ni gündemleştirdi. Kadim kültürün Ortadoğu halkları bunu yutmayınca, yeniden "surge" stratejisine, yani daha büyük askeri operasyonlara geri dönüldü. Öyle ki, Obama da bu nesnel yasadan kurtulamadı, şiddeti daha da genişletmek zorunda kaldı, Afganistan'daki cepheyi derinleştirdi ve bir de Pakistan Cephesi açtı. Türkiye'de de yasa böyle işliyor; her seferinde sarmalın üst noktalarından başlamak gerekiyor.
Ne var ki, "şiddette buluşmak" iktidar mücadelesini ortadan kaldırmıyor çünkü başka dinamikler de hükümlerini icra ediyorlar.

Burjuvazinin değişen dengeleri

 

Türkiye'de, burjuvazi içindeki dengeler de değişmekte uzun yıllardır. 1950'de politik iktidarı da ele geçiren burjuvazi çok yönlü birikimsizlikler içinde, içeride "devlet"e, tabii en çok da onun zor aygıtlarına, dışarıda da emperyalizme sığınarak, onların hamiliğinde yönetmeyi denedi.
Zaten "devlet fideliği"nde yetişen ve palazlanan bu burjuvazi, bürokratik; onun hamisi bürokrasi de "burjuva" nitelikler almışlardı ve ikisinin ortaklığı kolayca kuruldu. Toplum üzerinde kendi "değerler hegemonyası"nı kuramayan "birikimsiz burjuvazi," ayrıca, "resmi ideoloji"ye sığındı. Bütün bunların elbette bedelleri olacaktı. Bedellerin ikisi stratejik nitelikteydi:
Birincisi, burjuvazi Devlet'in yoğunlaşmış hali olan militarist kurumların, Genelkurmay'ın vesayetini, (gücü paylaşmayı, iktidar ortaklığını) kabul etti.

İkinci olarak da, emperyalizmin destekleri karşılığı elindeki tek koz olan "tetikçilik"in ana aygıtının, Silahlı Kuvvetlerin, bu metayı satın alan emperyalizmle, kendisini ve iktidarını atlayarak, doğrudan ilişkisi kurmasına razı oldu. Bunlar, elbette, toplumla ve emperyalizmle iki stratejik ilişkinin bazı rantlarından vazgeçmek ya da iktidarı paylaşmak anlamına gelmekteydi.
Türkiye'de şimdi, burjuvazi içinde "yeşil sermaye" ya da "Anadolu Kaplanları,"diye anılan bir kesim yükseliyor. Bu sermaye, klasik büyük burjuvazinin aksine yine devletin teşvikleriyle ama aynı zamanda "devletin üvey evladı" psikozu içinde palazlandı. Şimdi, klasik TÜSİAD burjuvazisine karşı "devlet rantları' üzerinde daha fazla hak talep ediyor. İkincisi, eski seçkinci, Batıcı, devletçi burjuvaziye göre, toplum üzerinde "Anadolu muhafazakarlığı"na ve "politik İslam"ın bir tür "Osmanlıcılık-Türkçülük"le sentezine dayalı kendi öz ideolojik hegemonyasını kurabileceğine güveniyor ve zaten müşteki olduğu "resmi ideoloji"ye olan bağımlılıktan kurtulmak istiyor.
Tabii bu, aynı zamanda, "resmi ideoloji"nin kurumlarına, başta silahlı bürokrasiye, olan özel bağımlılığın ve rantın (vesayetin) reddiyesi anlamına da geliyor. Buradan da yeni bir düzen içi ilişkiler sisteminin hukukuna ulaşılmak isteniyor. Bu yükselen burjuva kesiminin siyasal temsilcisi AKP'nin bakanlarından birinin "artık normal bir ülke olmak istiyoruz" demesi aynı anlama geliyor. "Normal" bir kapitalist ülke olmak demek, burjuvazinin bürokrasinin değil, tam tersine bürokrasinin ve zor aygıtlarının burjuvazinin denetimi altında hizmet görmesi demek. Yandaş liberallerin "burjuva demokrasisi" dedikleri de bu kuşkusuz.
Düzene içkin bu yeni ilişkilendirme hukukunda, önce, bürokrasi zapturapt altına alınarak rant ödenmesi ve vesayet borcu inkar edilmek isteniyor. Emir-komuta sistemindeki bu değişiklik, elbette, burjuvazi içi paylaşımları da bu yeni kesim lehine değiştirecek diye hesaplanıyor kuşkusuz. Ayrıca, yükselen burjuvazi, emperyalizmle ilişkilerde de, politik temsilcisi olarak gördüğü AKP hükümeti dolayımıyla, müdahil ve muhatap olmak, aracı bürokrasiyi devre dışı bırakarak buradan kaynaklanan rantlara da el koymak istiyor. Türkiye'de egemen ve yönetici sınıf olmanın gerekleri bunlar.
Bu noktada, emperyalizmin yeni durumu da bürokrasi aleyhine gelişmekte olduğunu söylemek lazım. Eski dünya düzeninde, Türkiye gibi ülkelerde, bürokrasi, özellikle de silahlı bürokrasi, belirli ulus-devlet toprak parçalarını beynelmilel sermaye ve onun işbirlikçileri adına kapatan, denetleyen, iç ve dış baskı aygıtı olarak görev yapmaktaydı.
"Beynelmilel komünizm"e, daha doğrusu, dış kaynaklı özgürlük, bağımsızlık, anti-emperyalizm gibi tahlikeli girdi, etki ve rabıtalara karşı kalkan görevini yerine getirmekteydi bu güçler. Halkları birbirlerine karşı izole etmekte, gerektiğinde vuruşturmaktaydılar ve, yerel burjuvazinin zayıflığı oranında da, bu konumlarının avantajlarından nemalanmaktaydılar. İçeride iktidarı paylaşmakta, dışarıdan da beslenmekteydiler.
Kürelleşme dediğimiz beynelmilel sermayenin uluslararası hareketliliğinin ve yeryüzünün her noktasına nüfuzunun görülmemiş boyutlara ulaştığı süreçteyse, emperyalizm artık sınırların kapatılmasını değil, tam aksine, alabildiğine açılmasını, ulus devletlerin bütün denetim mekanizmalarının tasfiyesini dayatmaktadır. Dünyayı hep sahiplerinin kazanacağı dev bir kumarhaneye dönüştüren spekülatif sermaye fazlasının tanrıları artık bu durumda, eski tetikçileri bertaraf etmekteler. Böylece, tabii, eski "sınır bekçileri" de kontrol güçlerini, bundan kaynaklanan avantajlı konumlarını, "hizmet rantı"nı yitirmektedirler.

Bunlar, ayrıca, Sovyet sonrası dünyadaki yeni hevesliler karşısında, "işbirlikçilik tekeli"ni de sürdüremiyorlar, bu ayrıcalıktan da yoksun kalıyorlar. Bir başka ifadeyle, "eski tetikçiler" şimdi "kullanılmış kirli bir mendil" gibi buruşturulup çöp sepetine atılmakta ve yeni koşullara uygun görevleri için yeniden yapılandırılmaktadırlar.

Kürt sorunundaki uzlaşma

 

Emperyalizmle devletçi-militarist tetikçi yapılar arasındaki çelişki ve çatışmalar bununla da kalmamaktadır. Her zaman olduğu gibi, küreselleşme sürecinde de, sermaye sadece finansal enstrümanlar ve metalar aracılığıyla değil, değerler, fikirler, hayat tarzları biçiminde de nüfuz etmektedir toplumsal yapılara. Liberal kozmopolitizme devletçi-militarist yapıların ideolojik karşı çıkışı yeni değildir. Unutmamak gerekir ki, Hitler de "liberal şeytan" a karşı savaşmıştır.
Bu ideolojik-kültürel kan uyuşmazlığı, Soğuk Savaş tetikçiliği görevlerinde emperyalizmin destek unsurlarının gücü olarak kışkırtılmıştı bile ama şimdi hoşgörüyle karşılanmamakta, aksine, demokrasi karşıtlığı olarak damgalanıp cezalandırılmaktadır. Bir de, Türkiye bağlamında, Kürt sorunu üzerindeki çelişki ve çatışmalar da göz önüne alınırsa, bürokrasinin ikilemini ve buna bağlı olarak da yükselen burjuvazinin avantajlı konumu daha iyi ortaya çıkar.
Yukarıda söylediklerimizin tamamıyla kesişen/birleşen büyük tasfiye operasyonları, "demokratikleşme" ve "hukukun üstünlüğü" olarak pazarlanmaktadır ama açıktır ki, mesele, kavganın tarafları bakımından, sadece güç ve çıkarlarla bağlantılıdır. 12 Eylül referandumundaki "vesayetten kurtulmak" projesi de işte anlamını ancak burada bulmaktadır.
Burjuvazi ve kanatları-silahlı bürokrasi-iktidar üçgeninde gelişen bu iç mücadelede, şimdilik, en azından Kürt sorununda, bir uzlaşma somut olarak ortaya çıkmış görünmektedir. Son linç ve toplu kırım girişimleri, bunlara, bütün düzen partilerinden, medyadan, kurumlardan, düzenin sağından soluna, liberaline, dincisinden ulusalcısına her akımından iliştirilen çok yanlı meşruiyet argümanları, yeni uzlaşmanın somut görünümleridirler. "Aşamalı tasfiye"ye geçiş hamlesinin sancıları önce bütün toplumu sardı ve ardından liberaller geri çekildiler.
Şimdi şiddete dayalı klasik topyekun tasfiye yönteminde yeniden birleştikleri görülen taraflar, dolayısıyla, halk güçleri karşısına "çırılçıplak" çıkmışlardır. Aralarındaki öteki çelişki dinamikleri sürmektedir ama yazgılarını yekvücut Kürt halkının iradesinin karşısında konumlandırmışlardır bir kez daha. Dolayısıyla, bu badireden Kürtlerin başarıyla çıkmaları, onları da aşan büyük bir "kurtuluş"a işaret etmektedir. Bilmem etraftaki aymazlara, yenilgilerinin de Kürtleri aşacağını ve daha neleri, kimleri ölü toprağının altında nefessiz bırakacağını ayrıca söylememe gerek var mıdır?

Sosyolojinin Kökenleri


Avrupa'da 14. ve 15. yüzyılda gelişen bilimsel gelişmeler toplumun temel direklerini yerinden sarsıyordu. Sınırlı gelişmelerin sınırı aştığında tutucu toplumlardaki psikolojik eşiği aşıp, alternatifler oluşturmasıyla bilimlerin önünü de açtı. Bilimsel gelişmelerin ardından başlayan tartışmalar, bilimi daha geliştirdiği gibi bilimin ilgilenmediği alanlar kalmamış gibiydi. Özellikle Avrupa kıtasındaki gelişmeler hem bu yönlü zorluklar doğurmuş, hem de gelişmeleri hızlandırmıştı. Doğa bilimleri gibi toplum bilimi de gelişip hızla yaygınlaşmaya başlamıştı. İnsanlar artık doğadan farklı olarak insan yaşantısının çeşitliliği, grup ve etnisitelerin farklılığı konusunda bilgi ediniyor ve bilgisini geliştiriyordu.

Bu süreç 'Toplum bilimleri' olarak ifadelendirilmişti. 19. yüzyılda da belirleyici rol oynayan toplum bilimleri, 17. ve 18. yüzyılda ortaya çıktı. En genel tanımıyla; insan davranışlarını toplumsal ve kültürel yönleriyle ele alan disiplin veya bilim dalları, iktisat, siyaset bilimi, sosyoloji, sosyal psikoloji ve antropolojiyi kapsar. Fakat toplum bilimlerinin 19.yy.'daki temel konusu Fransız devriminin, sanayi devriminin, geçmiş toplumsal düzeni sarsması ve sorgulaması, bu vesileyle ortaya çıkan yeni sorun ve sorunları çözme, çözümler ortaya koymasıyla, esas olarak da bu arayışlardan doğdu.

YENİ KAVRAMLARIN DOĞUŞU

Hızlı ve radikal değişim-dönüşümler doğal olarak toplumsal düşünceye de yansıdı. Bu yansıma hızlı olduğu kadar, çözümdeki bocalamalar radikal değişimi zorunlu kılmıştı. Bugün bildiğimiz ve hemen hemen gündelik siyasal, ekonomik ve toplumsal sözcükler olan sanayi, sanayici, toplumsal sınıf, ekoloji, aydın, proletarya, kapitalizm, bunalım, kitleler, eşitlikçi, insancıl gibi kavramlar ilk kez 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyıl ile 20. yüzyıllarda sıkça kullanılır oldu.

Sanayi ve demokrasi devrimlerinin bir uzantısı olan toplumsal temalar, toplumsal düşüncelerle sınırlı kalmayıp felsefe, edebiyat yapıtlarına olduğu kadar, bilimsel çalışmalara da yansıyordu. Bu temaların en başta gelenleri demografik olarak artan nüfus, çalışanların yaşamı, üretim koşulları, mülkiyetin giderek ve hızla nitelik değiştirmesi (örneğin, toprak mülkü yerine işyerinin geçmesi) toplumsal sınıflar arasındaki çelişkilerin belirginleşmesi ve uçuruma dönüşmesi, kent nüfusunun hızla artması, yeni kentlerin oluşması, teknoloji, fabrika sisteminin yaygınlaşması. Yani topraktan kopup üretime geçme, artan oranda kitlelerin siyasete katılması, 19. yüzyılda yeni ideolojilere hem temel oluşturdu ve hem de daha netleşmelerini sağladı. Çünkü devrimlerin ideolojik sonuçları toplum bilimleri açısından hayati önem taşıyordu.

Toplumsal yaşamın egemen olgusu gelişme-ilerleme olup, diğer yandan ilerlemede sırf gelişmiş bir etkene, yani insanoğlunu kendi doğasını geliştirmeye iten temayüle bağlıdır. Bazen toplumsal olgular öylesine direkt türerler ki, tarihin evreleri içinde gözleme başvurma gereği olmaksızın doğadan direkt olarak çıkarsamaları mümkündür. Bu dönemde toplum bilimcileri arasında iki zıt görüş türedi. Bir kesimi 'toplum bilimlerini bütünleştirme' kulvarında savunurken, diğer kesim 'ayrı dallarda uzmanlaşmayı' savunuyordu. Toplumun bölünmezliğinden yola çıkan Comte, Bentham, Marx ve Spencer tek bir toplum bilimini savunuyorlardı. Nihayetinde 19. yüzyıl sonlarında birkaç toplum bilimi türemişti bile.

Peş peşe bu dallar belirmişti, ilki iktisattı. Ardından da siyaset, antropoloji, sosyoloji ve sosyal psikoloji gibi disiplinler türedi. Halbuki toplum bilimlerinin amacına hizmet edecek olan en doğru yol, bütünsel bir bilimin konusu olarak tek kalmasıydı. Kalmadı ve bölündü. Günümüze kadar en önemli dal olarak da sosyoloji önemini her zaman korudu. Sosyolojinin alanı, toplumsal ilişkilerin yapısını, nedenlerini, etkilerini araştıran bilim dalı olarak kabul edilir. İnsanların ve grupların etkileşiminden doğan geleneklerin, toplumsal yapıların ve kurumların harcını oluşturan veya zayıflamasına yol açan etkenleri ayrıca grup ve örgüt üyeliğinin insanlar üzerindeki etkilerini inceler. İnsan toplumunun temel niteliğiyle, sürekliliğine ve değişimine yol açan çeşitli süreçlerle ilgilenir.

SOSYOLOJİNİN İKİ GELENEĞİ

Sosyolojinin geçmişi Batı geleneği çevresinde Eski Yunan'a dayandırılsa da, asıl olarak 18. ve 19. yüzyıl felsefesinden doğar ve başlangıçta ahlak felsefesinin bir alt disiplini olarak tanımlanıyordu. Çeşitli kuramsal çerçevelerin benimsendiği sosyolojide tarihsel gelişimi içinde iki gelenekten bahsedilebilir. Avrupa ve Amerika geleneği. Emile Durkheim ve Max Weber gibi ve sosyolog olmayan Karl Marx Avrupa kıtasında farklılıklarına rağmen evrensel yapıları ve süreçleri ortaya çıkarmaya çalışıyorlardı. Bir bütün olarak toplumun ekonomik, siyasal örgütlenmesiyle paralel din, ideoloji ve bilinç sorunlarıyla, aileden devlete her türlü kurumla ilgilenir; tüm bu düzeyler arasında ilişki kurarak inceliyor, sonuçlara varıyorlardı.



Bu Avrupa geleneği içinde yeni görüşler ve yeni süreçlere yol açıyordu. Bütünlüklü olarak sorunlara eğiliyorlardı. Amerikan geleneği olarak bilinen gelenekte ise toplumsal öğelerin ayrı ayrı ele alıp, davranışçı açıdan ve deneysel yöntemlerle incelenmesi daha ağırlıktadır. Daha çok sınırlı bir ölçekte 'gerçek' toplumsal olguları ve süreçleri betimlemektedir. Sosyolojinin sınırlarını genel olarak toplum bilimlerine doğru zorlayan Avrupa geleneğine karşın, Amerikan geleneği uzmanlaşmaya daha yatkın bir pozisyondadır.

DOĞA BİLİMLERİNİN ETKİLERİ

Doğa bilimlerinin, toplum bilimlerinin sosyoloji dalından önce var olması, tabiatıyla sosyolojiye de yansıdı. Sosyolojik tahlilleri de etkiledi. Biyoloji ve evrim kuramlarından etkilenen ilk sosyologlar biyolojik ve toplumsal organizmalar arasında bağlantılar, koşutluklar aradı. A. Comte'un sosyoloji terimini yarattığı 1838'den 19.yüzyılın sonlarına kadar da bu yeni bilim dalını biyoloji ve psikoloji gibi alanlardan ayıran sınırlar tam olarak tanımlanamadı. İç içelik böyle bir zorluğu ortaya çıkardığı gibi yeterli verilere ulaşma zorlukları kısıtlı imk‰nlar bunu engelliyordu.

EVRİM KURAMININ YANSIMALARI

İlk elde önemli akım Darwin'in evrim kuramının etkisinde kalarak toplumu da evrim içinde değerlendiren Sosyal Darwincilik oldu. Herbert Spencer, Lewis H. Morgen, E.B. Tylor ve L. T. Hobhouse gibi düşünürler insan toplumu ile biyolojik organizma arasında benzerlikler kurarak sosyolojiyi geliştirmeye çalıştılar. Sosyoloji kuramına 'değişkenlik', 'doğal seçme' ve kalıtım gibi biyolojik kavramları yerleştirdiler. Toplumu da biyolojik olarak ele alıp, doğal seçmenin yalnızca en iyi uyum sağlayanların varlığını sürdürmesine olanak vereceği ve bu şekilde uygarlığın sürekli ilerleyeceği görüşüne temel kazandırdılar.

MARX'IN SOSYOLOJİYE YAKLAŞIMI

Karl Marx toplum bilimlerini bir bütün olarak ele alır, ama özel olarak sosyoloji başlığı altında yazmadı. Ama ekonomik belirleyiciliğin güçlü temsilcisi oldu. Marx'ın ekonomik çıkarlara ağırlık veren sosyologlar Charles A. Beard'ın, başlangıçta Marksist olan Werner Sombart gibi kimi yazarların eserlerini okumalarına karşın, bu tür ekonomik görüşler sosyolojinin ana çizgisine kalıcı etki yaptı. Bu dönemdeki şiddetli tartışmalar, sosyolojiyi hem zenginleştiriyor, hem geliştiriyordu.

Artan üretim, üretim ilişkilerini etkilediği gibi sosyal yaşamdaki değişiklik kültürel canlanma, toprak üretiminden kopup sanayi ve fabrikalaşmanın yarattığı işçi sınıfının durumu, yine toplumsal ayrışmaların kültürel, kültürel farklılaşmaların toplumda birbirini tamamlayan sorunlar yeni çıkışları gerektiriyor, zorluyordu. Çözüm noktasındaki farklı görüşler tahlilde farklılaşmayı yaratıyordu. Sonuçta sosyoloji ayrı bir disiplin olarak gelişti.

Sosyolojinin bağımsız bir bilim dalı olarak kabul edilmesi gerektiği anlaşıldıktan sonra bu kez de sosyolojinin konusu öteki disiplinlerden ayrılacak biçimde tanımlanması belirlendi. E. Durkheim bu sorunlara eğilen düşünürler arasında öne çıktı. Durkheim'e göre bireyler arası ilişkilerin tek tek bireylerde bulunmayan bazı yeni özelliklere yol açabileceğini ileri sürer. 'Toplumsal olgu' adını verdiği bu kolektif duyguların, geleneklerin kurumların ve ulusların, bireysel psikoloji düzeyinde değil, ancak sosyolojik düzeyde açıklanabileceğini ileri sürdü. Toplumu parçaları etkileşim içindeki bir bütün olarak algıladı ve toplumun birey açısından dışsal bir sistem oluşturduğunu ve onu sınırlandırdığını savundu.

Toplulukları bir arada tutan iki ayrı temel belirledi; 'mekanik' ve 'organik dayanışma'. Mekanik dayanışmanın benzerliklere, organik dayanışmanın ise bir birini tamamlayan farklılıkların örgütlenmesine dayandığını söyledi. Avrupa geleneğinde yer alan Durheim'in sosyolojik tahlilleri içerisinde çığır açan bu fikirleri hızla tartışılıyordu. Sonuçta kendi aralarında da tartışmalarda ortak noktada buluşmadıkları da vardı. Spencer'e göre toplum bir organizmadır. Onun karşılıklı bağımlılık içindeki parçaları da canlıların anatomisini andıran bir yapı oluşturur. Bu da sosyolojinin alt dalı olan 'toplumsal yapıya' denk düşer. Tanım olarak da toplumsal yapı belli bir toplumda insanların etkileşimde bulunmasına aracılık eden ve bir arada yaşamalarına olanak veren kurumların o topluma özgü düzeni olarak bilinir. Oysa K. Marx'a göre yapı kavramının geleneksel anlamlarından biri olan inşaat etkinliğinin kavramsal izdüşümleri vardır.

Toplum bilimciler, toplumsal yapı kavramı konusunda anlaşamadıkları gibi tanımlarında ortak öğelere yer verdikleri de görülüyor. Örneğin, toplumsal birimlerin zamanla belli bir devamlılık gösteren, karşılıklı ilişki çerçevesinde hem bir bütün olarak toplumsal birimin işleyişini hem de tek tek üyelerin etkinliklerini büyük ölçüde öğeleri vardır. Bunlarda toplumsal yapıyı oluşturur. Kısaca insanların kısıtlamalarına bağlı kaldıkları fikirlerini öne çıkarır. Süre gelen tartışmalar ışığında sosyoloji bilimi ayrı bir dal olarak ele alındığı için, sosyolojik yasalar, psikolojinin genel yasalarının sonucunda başka bir şey olamazlar. Kolektif, ortak hayatın açıklaması, bu hayatın insan doğasında ne suretle kaynaklandığını tanıtmak ve göstermekten ibarettir.

TOPLUM-BİREY TARTIŞMALARI

Şunu çok iyi anlıyoruz ki, toplum bireylerden önce var olmadı ve olamaz da. Toplumd a sonuçta bireylerden oluştu. Ortak duygular, amaçlar, kültürler çevresinde bütünleşip gelişti. Ama bu bireyin toplum dışılığını, toplum karşıtı eylemini meşru göstermez. Tartışmalar bu noktalarda da geliştiği içindir ki, Spencer bu tartışmayı boyutlandırdı. Lakin bireycilik Spencer'in düşünce sisteminin ana anahtarıydı. O toplumu bir organizma olarak ele almıştı, bireyi toplumda üstün tutmuştu.



Spencer'e göre hayvanlarda ve toplumlarda üç sistem vardı: 1. düzenleyici sistem. 2. besleyici sistem. 3. dolaşım sistemi. Merkezi sinir sistemi ve devlet birinciyi, beslenme ve sanayi ikinciyi, toplar ve atar damarlar, yollar, telgraf, üçüncüyü tekabül eder, açıklanır. (Son maddeye günümüz itibariyle telefon, cep telefonu, internet, bilgisayarı eklesek acaba nasıl olur?) Hayvan organizmalarıyla, toplumsal organizma arasındaki büyük fark ilkinde bütünle ilişkili, tek bir bilincin olması, ikincisinde bilincin tek tek her üye de bulunmasıydı. Bireyler toplumun değil, toplum bireylerin yararı için vardır. Spencer toplumu bireyin üstünde görmemektedir. O sosyolojinin toplum ayağını bu şekilde açıklayarak bireyi kutsamaktadır, dersek abartmış olmayız.

Evet, toplum içinde bireyler daha zeki, daha yaratıcı, daha erdemli olabilir. Ya da tüm bir toplum bilim adamı, filozof olamaz. Ama bireyler olabilir. Bu bireyin hizmetine tüm toplumu koşturmak anlamına gelemez. Ama birey yaratıcılığıyla, filozofluğu ve bilim adamlığıyla toplumu geliştirir, güçlendirir. Tüm toplumu bireyin yararına çalıştırsan, birey belirtilen vasıflara sahip olmazsa, o zaman ne olur? Toplum belirli amaçlar için kurulmuş araçlar sistemi değildir. Eğer öyle olmuş olsa tüm toplum tek bir birey bilincine sahip olmuş olur. Oysa toplum yaşamın ve düşüncenin her alanında farklı ve farklılıkları taşır. Spencer'in düşünce sisteminin anahtarı olan bireycilikle alası olmayan bir gelişmedir. Çünkü bireyler toplumla açıklanır, toplumlar bireyle değil.

TEKNOLOJİNİN TOPLUMSAL SONUÇLARI

Durkheim ve A. Comte sanayi ve bilgi için düşünceler belirtirken, sosyolojinin toplumsal ayağını daha da güçlendiriyorlardı. Spencer'den farklı olarak Durkheim, türler ve yasalar halinde gruplandırılmadıkça olguların insan zihni açısından hiçbir anlamı yoktu. Somut gerçeklik hakkında bilgi, olguların dışardan gözlenmesi yoluyla değil, gerçeğin iç doğası üzerine kavramsal yapılar kurulmasıyla sağlanabilirdi. Teknolojinin gelişmesi ve makineleşmenin ahlaki ve toplumsal yapıları tehdit ettiğini belirten Durkheim, iş bölümü, artık hiçbir işçi bir ürünün tamamını kendi başına üretmediğinden işçileri birbirine hem daha yabancı hem de daha bağımlı kılıyordu.

A. Comte ise çağdaş sanayi toplumuna uygun bir siyasal örgütlenmeye temel olabilecek sistemler açıklıyordu. İnsan zihninin gelişimi tarihsel olarak üç aşamada geçtiğini belirterek 'üç hal yasasını' ortaya attı. 'Dinsel aşama', 'metafizik aşama' ve bugün varılan 'olgusal aşama'.Birincisinde dünya ve insanın bu dünyadaki yazgısı, tanrılar veya ruhlarla açıklanmıştı. İkincisinde tanrıların yerini 'öz', 'son neden' gibi soyut kavramlar almıştı. Üçüncüsünde ise, insan bilgisinin sınırlılığı anlaşılmıştı.

Bilgi ancak insan türünün doğasına ve değişen toplumsal, tarihsel koşullara bağlı dolayısıyla da göreli olabilirdi. Comte'a göre mutlak açıklamaları bir kenara bırakmak ve olgular arasındaki düzenli ilişkileri ya da yasaları bulmaya yönelmek gerekiyordu. Bu yolla, olgusal bilgi türlerini 'bilimler sıralaması' içinde sınıfladı; her birinde takip edilecek yöntemi açıklığa kavuşturdu. Hepsini birleştiren sosyolojiyi de özellikle vurguladı. O ahlakı temel aldı. Bilginin ve insan uğraşının temel konusunun ahlak ve ahlaki ilerleme olduğunu vurgulayarak ve bunun için siyasal örgütlenme biçimini belirtti.

Son nokta, sosyoloji her ne kadar başlangıçta ahlak felsefesinin bir alt dalı olarak tanımlandırdıysa da toplum bilimlerinin belkemiğini oluşturur. Hatta felsefenin kendisi de sosyolojide büyük oranda yararlanır. Fakat sosyologlar filozofluktan yeterince sıyrılmalıdırlar. Zira sosyolojiyi felsefeye merak uyandırıcı olgularla canlandırmaya hizmet ederek felsefeyi yeni görüşlerle zenginleştirir. Ve sosyolojiyi ne özgürlüğü ne de determinizmi teyit etmez. Ama bu pratik sorunlara karşı omuz silkeleyip kayıtsız kalıyor anlamı da taşımaz.

Ahmet ORAL*
* Muş E Tipi Cezaevi

Dörtyol BDP:"Felaketi Biz Engelledik"



BDP Dörtyol İlçe Başkanı Baybatis, 'Eğer örgütlü ve sağduyulu yaklaşmasaydık felaket olurdu' dedi

Dörtyol'da binlerce kişinin Kürtlerin işyerlerini yaktığı, evlerine saldırdığı olaylarda Kürtlerin sağduyulu ve örgütlü davranarak büyük bir felaketi engellediğini söyleyen BDP İlçe Başkanı Halil Baybatis, 'Biz öncelikle güvensiz yerde oturan herkesi güvenli bir bölgeye topladık. Dedik ki 'örgütsüz davranmak yok, bundan sonra ne yaparsak, hangi adımı atarsak birlikte karar vereceğiz'. Bunu başardık. Biz örgütlü olmasaydık, burada yüzlerce insan ölebilirdi' diyor.

Yüzlerce kişinin ölümünü biz engelledik

O geceyi hatırlıyorsunuz, Dörtyol'da binlerce kişinin katıldığı bir eylemle Kürtlerin işyerlerinin yakıldığı geceyi... Peki, o gece Kürtler ne yaptı acaba?

İlçe Başkanı Halil Baybatis anlatıyor: 'Biz öncelikle halkımızın can güvenliğini sağlamamız gerektiğini düşündük ve güvensiz yerde oturan herkesi güvenli bir bölgeye topladık. Dedik ki 'örgütsüz davranmak yok, bundan sonra ne yaparsak, hangi adımı atarsak birlikte karar vereceğiz'. Bunu başardık. Biz örgütlü olmasaydık, durumu iyi analiz edemeseydik, burada yüzlerce insanın ölümüne neden olunabilinirdi. Elbette halkımız, gençler öfkeliydi, herkeste cesaret de var ama karşılık verilmesine izin vermedik. Karşılık verilseydi emin olun burada yüzlerce insan ölürdü.'

'Güvenli bölge'de yani Mezbaha mahallesinde yaşayanlar 'karşılık vermeme' meselelesinin iyi anlaşılmasını istiyor. İlk önce çocuklardan duymuştum, 'biz can güvenliğimiz yok diyoruz ama kendimizi korumayı biliriz, kimseden korkumuz yok,' demişti içlerinden biri. Daha sonra buna benzer sözleri çok duydum.

Yaşlı bir adam ise sert bir sitemkarlıkla uyardı bizi: 'Basın buradan çıkamadığımızı yazıyor. Böyle yazıp küçük düşürmeyin bizi. Biz istediğimiz zaman buradan çıkacak güce sahibiz. Topluca Dörtyol'a gitmiyorsak, provokasyon yaratmak isteyenlere meydan vermemek içindir, halkı birbirine kırdırmamak içindir. Biz neler görmüşüz, korkmamışız. Bizi korkak duruma düşürmeyin.'

'EMİNE AYNA BURADAYMIŞ'

İlçe Başkanı'nın söylediği gibi Kürtlerin örgütlü davranmaları olabilecek gerilimleri önlüyor. Bunu gözlerimizle gördük. Hem Dörtyol merkezde, hem de Mezbahane'de inanılmaz fısıltılar yayılıyor. Ama Mezbahane'deki bütün fısıltılar önce BDP yöneticileriyle paylaşıldığı için, hemen doğru bilgilere ulaşılıyor. Örneğin, biz BDP ilçe yöneticisiyle otururken, 'Dörtyol'da 'Kürtler sokağa çıkmasın' diye anons yapılmış' bilgisi geldi. İlçe yöneticileri derhal doğru bilgiye ulaştılar. Meğer, hava çok sıcak olduğu için 'öğlen saatlerinde zorunlu değilseniz sokağa çıkmayın' anonsu yapılmış. Yani herhangi bir 'Türk, Kürt' vurgusu yok. İlçe yöneticileri gerekli bilgiyi verince, fısıltıyı iletenler yaymaya gerek duymadılar. Konu yayılmadan bitti.

Kürtlerin bu örgütlülüğü Merkez'dekileri ürkütüyor. Oysa Kürtlerin de, Türklerin de can güvenliğini sağlayan Kürtlerin bu örgütlülüğü.

Dörtyol merkezde böyle bir örgütlülük yok. Tabii halkın tümünün dahil olduğu bir örgütlülükten söz ediyorum.

Bu yüzden de oradaki fısıltılar, gerçekmiş gibi dolaşıp, büyüyor. Dörtyol'dakiler Kürtlerin bayrak asan işyerlerini yakıp yıkacağından endişe ediyor. Römorklarla silahların geldiği söyleniyor. Emniyet Amiri'nin BDP yöneticilerine aktardığı bir fısıltı ise çok komik: 'Emine Ayna bariyerlerden atlamış, mahalleye gelmiş, toplantılar yapıyormuş.'

Bariyerden atlama filan çok komik de, asıl güldüğüm toplantı yapma haberi oldu. Dükkanları yakanlar yıkanlar, silahsız bir kadından, onun yaptığı toplantıdan niye bu kadar korkar, anlayamadım doğrusu!

DÖRTYOL'DA GECE... NÖBETTEYİZ

Neyse yine dönelim Mezbahane'ye... Gece ve biz nöbetteyiz. Nöbet derken gazetecilik nöbetinden söz ediyorum.

Mahalle'deki (Mezbahane mahallesinin halk dilindeki kısaltılmışı) 'olaylı gece'den beri tekrarlanan rutin akşam yaşamına biz de katılıyoruz. Akşam saatlerinde mahallenin ortasındaki kahvene boşalıyor, herkes haberleri izlemek üzere evine gidiyor. Yemekten sonra yine toplanılıyor. Tabii bir de duş. Sıcak ve nemli havanın yorgunluğu atılıyor.

Biz de gittiğimiz evde yeniden enerji toplayıp toplanma saatinde dışarı çıkıyoruz. Gece mahallede gazetecilik öyle kolay ki, hele bir de ayaklarımızda bizi evinde ağırlayanların ısrarıyla giydiğimiz plastik terlikler de olunca, keyfimiz yerinde.

Yavaş yavaş mahallenin orta yerinde buluşuluyor. Dükkanların önleri, evlerin bahçeleri de çok hareketli. Daha küçük gruplar da buralarda toplanıp sohbet ediyorlar. Her evin ocağında çay kaynıyor. Nereye gitseniz çay hazır. Soğuk su, soğuk meşrubat, çay... İçip duruyoruz.

Mahallede nöbet tutulduğu doğru ama burada tutulmuyor. Daha sonra 'nöbetçilerle' de karşılaştık. Halkın neden 'Biz kendi kendimizi koruyabiliriz' dediğini de anladık.

Zaten Mezbahane'ye giden yoldaki son polis noktası epeyce aşağıda.

HİKAYELER HEP AYNI

Rastgele girdiğimiz bir bahçede, 32 yaşındaki Nezihe'nin hikayesi aslında buradaki pek çok kişinin hikayesine benziyor. Mardin'in Derik ilçesine bağlı bir köyde yaşarken korucularla yaşanan bir çatışma sonucu çıkmak zorunda kalıyorlar. Sonra eşinin teyzesi Dörtyol'da yaşadığı için buraya geliyorlar. Orada marketleri var. Her şeyi bırakmak zorunda kalıyorlar. İlk yılları zor geçiyor. Kirada oturdukları evin sahibi Med TV izledikleri için onları evden çıkartıyor. Şimdi burada bir bakkal dükkanları var, dükkanın arkasındakı koca bahçede ise havuz bile var. Nezihe'nin 6 çocuğu burada oynamayı çok seviyor.

Çoğu Diyarbakır ve Urfa'dan göç etmiş. Kimi eşinin teyzesi, kimisi amcası, Bölge'den bütün göç etmek zorunda kalanların yaptığı gibi Dörtyol'a gelenler de bir yakınları olduğu için gelmiş ilk kez. İlk geldiklerinde yerleştikleri bu hazine arazisini yaşanır bir hale getirmişler yıllar içinde. Evlerin tapusu yok ama evler gerçekten çok şirin. Koca bahçeler, avlular, balkonlar... Ve hepsinin kapısı açık.

Dörtyol'un yaklaşık 140 bin olan nüfusunun yaklaşık 20 bini Kürt. Dörtyol'un yedi mahallesinin 4 mahallesinde yoğun yaşıyorlar. Bir de Peyas beldesinde.

Çoğu tarım işçisi. Onlar şimdi 'dışarıda'. Kalanı başka işler yapıyor.

Ağır, acılı, yoksul hayatlar... Ama değişen bir bilinç, gelişen bir umut ve büyük bir değişim. Kürt halkının 30 yılının özetini burada da görüyorsunuz.

'FİKRİM DEĞİŞTİ'

Dörtyol'da yaşayan Kürtlerin hepsi BDP'ye oy vermiyor tabii. Hatta işyeri yakılanların çoğu BDP'den uzak, kimileri ise başka partilerde açık çalışma bile yürütmüş.

BDP'ye oy verenler arasında da yaşam biçimi, yaşamı algılayış açısından farklar var.

'Gece nöbeti'nde gittiğimiz evlerden birinde yaşayan aile, buraya ilk gelenlerden. 40 yıldır Dörtyol'da yaşıyormuş. Ailenin lise öğrencisi kızı anlatıyor: 'Ben burada doğdum, arkadaşlarımın çoğu Türk. Zaten biz Türk, Kürt ayrımı yapmadık. Ben yapanlara da kızıyordum. İki de bir 'biz Kürdüz' diyenlere kızıyordum. Ama artık fikrim değişti. Onları okşuyorlar, bize gaz atıyorlar. Evlerimize bile gaz attılar. Ben evdeydim, bayılacak gibi oldum gazdan.'

Bir başka evde, yine 40 yıl önce yerleşenlerden bir kadın anlatıyor: 'Biz buraya ilk gelen aileyiz. Biz geldiğimizde buranın yerlisi kerpiç evde yaşıyordu. Biz burada dut yaprağını bile değerlendirdik. İpek böceği ürettik. Bizim insanımız 6 ay dışarda çalışıp kazandığı parayı burada harcıyor. Burası artık bizim yerimiz, kimse bizi buradan bir yere gönderemez.'

'ÖNCÜLÜK ONLARDA, IRKÇILIK HEPSİNDE'

Kürtler yaşananlardan sonra haklı bir üzüntü yaşıyor.

Mezbahane'deki misafirlerden biriyle konuşuyoruz. Olaylı geceden sonra Merkez'deki evinden buraya gelmiş, o geceden beri misafir. Onun da kahvehanesi yakılmış. 'Ertesi gün geçmiş olsun demeye geldiler. Ama yüzüme bakamıyorlardı. Sonra görüntüleri gördüm, baktım onlar da içinde.'

Yaşlı bir adam da şuna isyan ediyor: 'Burada bizim gençler bir şey yapmak istese biz önüne geçtiğimizde dururlar. Bizimkiler bir yere yakıp yıkmaya çalışsa durdururuz. Orada, 'yapmayın' diyen bir yaşlı çıkmadı mı?'

Bir başkası 'olayları yapanlar MHP'li' ya da 'dışardan gelenler yaptı' sözlerini yorumluyor: 'Öncülük onlarda olabilir ama ırkçılık hepsinde. İnegöl olayları sonrasında bizim burada da aynı şeyler olabilir diyordum ama bu kadarını beklemiyordum. Yüz yüze baktığımız insanların işin içinde olmasını beklemezdim.'

Bir başkası da 'Geçmiş olsun diyenlere 'ben size saldıran olsaydı, engellerdim' dedim. Ama onlar engellemedi. Artık Dörtyol'da yeni bir süreç başladı' diyor.

KENDİ İŞİNİ KENDİN GÖR!

Dörtyol merkezinde durum sakin. Mezbahane'de de. Ama fark şu. Mezbahane'de Kürtler kendi işlerini kendileri görüyorlar. Günlerdir toplanmayan çöpleri topluyorlar, çevreyi temizliyorlar. 'Biz kendi belediyemizi kurduk' diyorlar. Kendi güvenliklerini kendileri sağlıyorlar. Güvende olmayanları evlerinde ağırlıyorlar. Bir yandan da hukuk mücadelesi yürütüyorlar.

Halil Baybatiz'in dediği doğru. Dörtyol'da Kürtler ve Türkler yaşamlarını yitirmediyse, inanın ki bu Kürtlerin örgütlülüğü sayesindedir.


Ramazan, Ferdi, Azad, Aziz, Müslüm, Renaz, Abdülkadir, Gökhan, Rıdvan, Ferhat, Devrim, Büşra, Gülistan ve Safiye'yle ben. Bir aradayız. (İsmini yazmadığım varsa, kusuruma bakmasın.) Çocuklar 11-13 yaş arasında. Hepsi Dörtyol'da doğmuş. Soruyoruz anlatıyorlar. Ama kimi şartları var. Azad'ın ismi d harfiyle bitiyor. Yanlış yazmamamız gerekiyor. Bir de zafer işaretli resimlerini basmamız şart. Başka resim çektirmek istemiyorlar. Hatta bir ara, 'işaretsiz resim de çekelim' diye ısrar ettiğimiz için söyleşiyi terk etmek isteyenler oluyor.


Çocukların öğrendikleriyle yaptıkları ve yapmak istedikleri arasında kimi çelişkiler var ama pek açık vermiyorlar. Birisi 'biz de Türklerin evlerini taşlayalım' dediğinde diğerleri hemen itiraz edip kardeşlikten söz ediyor.

Gülistan ve Büşra kendi bahçelerinde olduğumuz için yanımızdalar. Aslında oğlan çocukların yanında kız çocukları yok. Ama hepsi kadın özgürlüğünden yana. Örnekleri de hazır: 'Yürüyüşte sloganı en çok kızlar attı.' Filozof, psikolog, tarihçi, siyasetçi çocukların gürültülü konuşmalarından not alabildiklerimi aynen aktarıyorum:


  • Çarşıda bizim aleyhimize gösteri yapıldı. Bizim Kürt dükkanlarımızı yaktılar. BDP binamızı ateşe verdiler. Bunu duyunca bizim Kürtler toplandı. Bütün illerden milletvekilleri geldi. Selahattin Demirtaş, Gülten Kışanak geldi. Erzin'e kadar geldiler. Hevesimiz kursağımızda kaldı.

  • Onları buraya sokmayınca biz de yürüdük. Helikopterden gaz bombası attılar. Gözlerimiz yandı. Ağzımızı burnumuzu tıkadık.

  • Kadınlar limon verdi bize, sürdük. Kadınlar hazırlıklı gelmişti.

  • Bize çifte standart uygulanıyor. Bizim konvoyu sokmadılar. Başka partilerin konvoyu gelse sokarlar.

  • Onlar dükkan yakıyor bir şey demiyorlar, biz slogan atınca gaz atıyorlar.

  • Onların arkasında polis var.

  • Can güvenliğimiz yok.

  • Böyle diyoruz ama aslında biz kendimizi koruruz.

  • Kimseden korkumuz yok. Birlik olunca...

  • Okulda Türk arkadaşlarımız var ama mahallede Türk yok.

  • Ben çocukların Türk olduğunu fiziğinden, sesinden anlarım. Sesleri nazik. Kendileri bakımlı.

  • Ben Kürtçe ya da Zazaca bilmeyince anlıyorum Türk olduğunu.

  • Bu mahallede Türk var ama Kürtlerle yaşaya yaşaya Kürt olmuş artık.

  • Türklerle Türkler arasındaki kablo kesildi. Ama Türkler başladı.

  • Biz Türklerle gene kardeşiz ama eşitsizlik var. Kabul etmeyiz ki.

    Filiz KOÇALİ

    Fotoğraflar: Safiye ALAĞAŞ

  • İnegöl’de ‘bakkalımız Kürt’tü’

    Yeni_Özgür_PolitikaKürt sorununu demokratik olmayan temelde çözmeyi planlayan AKP hükümeti tırmandırılan bu linç ortamından yararlanarak, seçime dönüşmüş referandum kampanyasında BDP’yi hedef tahtasına yerleştirmiş durumda. ‘Hassasiyetin’ ortakları linç kampanyasında anlaşmış görünüyor.
    Geride bıraktığımız günlerde İnegöl ve Dörtyol’da meydana gelen olaylar; kanlı katliamlar ve etnik temizlik işaretleriyle doluydu. Sokakta yükselen ‘’öldürün’’, ‘’yakın’’, ‘’yıkın’’ sesleri, Kürtlere ait yakılan, yıkılan ve yağmalanan evler, işyerleri gelecekte yaşanabilecek muhtemel büyük katliamların habercisi. Belkide en önemlisi bu kanlı katliam provalarının arkasında kim, kimler var, amacı ne sorusudur. Herkesin bildigi ve yüksek sesle ifade etmediği bu sorunun yanıtı elbette ki devlettir.

    Türkiye’nin uzak ve yakın tarihine baktığımızda; Ermeni soykırımı, Yahudi, Rum, 6-7 Eylül, Maraş, Çorum, Sivas ve Gazi gibi katliamlar yaşanmış ve arkasında hep devlet çıkmıştı. Aynı devlet bu kez de ‘’yüksek çıkarları“, ve ‘’vatanın bölünmez bütünlüğü’’ gerekçesi ile yıllardır sahnelediği oyunlarından birini İnegöl ve Dörtyol’da sergiledi. Biz de bu haftanın gündemi olan bu saldırıları demokrasi güçlerinin içinde yer alan, Türkiye’nin tanınmış mimarlarından Celal Beşiktepe ile konuştuk. Beşiktepe linçleri, linçlerin arkasındaki odakları, İnegöl ve Dörtyol olaylarını anlattı.

    Sokakta linçler başladı. Katliam provaları yapılıyor.
    1970-80 döneminde benzer saldırı ve katliamlar yaşandı bu topraklarda. 1970 ve 1980 askeri darbelere giden yolların kilometre taşları olarak çeşitli katliamlar planlı ve organize şekilde gerçekleştirildi. Geçmişte “Sünni-Alevi” ayrışması üzerine dinamitlenmek istenen kardeşlik ve birlikte yaşama iradesi bugün “Türk-Kürt” çatışması şeklinde sahneye konuluyor.

    Kim koyuyor? Bu vatandaş ‘hassasiyeti’ mi ‘AKP hassasiyeti’ mi?, Devlet ‘hassasiyeti’ mi? Hangisi?
    Kürtlere yönelik ırkçı, ayrımcı ve saldırgan bir linç kampanyası planlı olarak tırmandırılıyor. Derin devlet, toplumun derinliklerinde iş başında: barışı ve kardeşliği dinamitlemek için. Özgürlüğe, eşitliğe ve demokrasiye yönelmiş bir mücadelenin irtifa kaybetmesi ve zayıflatılması için. Kürt sorununu demokratik olmayan temelde çözmeyi planlayan AKP hükümeti tırmandırılan bu linç ortamından yararlanarak, seçime dönüşmüş referandum kampanyasında BDP’yi hedef tahtasına yerleştirmiş durumda. “Hassasiyetin” ortakları linç kampanyasında anlaşmış görünüyor. Kapitalizmin krizinin ve bunun yarattığı dramatik sosyal etkilerin, işsizliği, yoksulluğun derinleşerek genişlediği bir ortamda toplumsal yaşamdan dışlanan, yok sayılan ve yalnızlaşan geniş kitleler yaşadıkları sefaleti, güvensizlikleri, zayıflıkları milliyetçi söylemlerin her türlü algısına bağlanarak unutturmaya çalışılıyor. Linç kampanyasının aktörleri olarak öne çıkarılıyor, öfkeli kalabalıklar olarak adlandırılıyor bu yoksullar. Irkçı ve ayrımcı tüm linç kampanyalarında olduğu gibi. Türkiye’deki sistem böyle işliyor. Demokrasinin gelişmesinin en büyük engeli haline gelen, tüm kararların bir avuç azınlık tarafında alındığı bu sistemde, bu bir avuç azınlık şimdi barışı, kardeşliği ve birlikte yaşama iradesini ortadan kaldıracak yeni planların peşinde.

    Sizde İnegöllüsünüz. İlk saldırı orada oldu. Doğduğunuz yeri tanımlarken ‘İnegöl bir mozaik’tir demiştiniz. İnegöl nasıl bir yer? Kürt göçü ne zaman başladı?
    Evet, İnegöl bir mozaiktir. İnegöl, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasının çok yerleşim alanlarında olduğu gibi etnik kökenden insanların bir arada yaşadığı bir yerleşim alanıdır. Çerkezlerin, Gürcülerin, Arnavutların, Göçmenlerin ve Kürtlerin yıllardır birlikte kardeşçe yaşadıkları bir yerdir. Benim İnegöl’de 1950’li yıllarda çocukluğumun geçtiği mahallemizin bakkalı İskan Kanunu nedeniyle sürgün edilen Kürtlerden biriydi. İnegöl, bir yerlerden göç edip gelenlerin yaşadığı bir kenttir. Kürt bakkalın da zorunlu iskanla gelip yerleşmesi göç psikolojisi açısından da anlaşılabilir bir durumdu. Bu tarihlerde batı coğrafyasında bulunan Kürtlerin büyük bölümü zorunlu ikamete tabi tutulanlar oluşturmuş. Bölgedeki çatışma ortamından kaynaklı, binlerce köyün yakılıp yıkılması ve boşaltılması sonucu milyonlarca Kürt insanının yerinden ve yurdundan zorla göç ettirilmesiyle başlayan göç dalgalarının duraklarından biri de İnegöl oldu. Beslenme, sağlık, eğitim, çalışma gibi onurlu bir insan yaşamının en temel haklarından yoksun bırakılan bu insanlar tüm coğrafya da olduğu gibi İnegöl yerleşiminde de vahim travmalarla karşı karşıya yaşamaya mahkum edilmişlerdir. Birlikte yaşama iradesinin güçlü olduğu İnegöl’de Türk-Kürt çatışması üzerinden bugüne kadar herhangi bir olay da olmamıştır.

    Bu mozaik bozulmak isteniyor. Ne düşünüyorsunuz; bu kanlı senaryo kimler tarafından yazıldı, ne yapmak istiyorlar?
    Yaşadığımız coğrafyanın mozaiği bozulmak, Türk-Kürt çatışması üzerinden bir linç kampanyası tırmandırılmak isteniyor. Önce bunu görmemiz gerek. İnegöl ve Dörtyol saldırılarından önce çeşitli yerleşim alanlarındaki linç olayları bunun işaretleriydi. Daha önce İzmir, Selendi, Tire, Kırklareli, Trabzon ve Muğla’da yaşananlar geleceğin habercileriydi. Öyle bir siyasi atmosfer oluşturulmaya başlandı ki; ayrımcı ve saldırgan linç olayları Türkiye’nin herhangi bir köşesinde her an patlak verebilir. Bunun sorumlusunun da Kürt hareketi olacağı önceden ilan edilmeye başlandı. İnegöl ve hemen arkasından Hatay Dörtyol olayları tıpkı 12 Eylül askeri darbe öncesi zincirleme sahnelenen katliamları çağrıştırıyor.

    Neden İnegöl, neden Kürtlere linç?
    12 Mart 1971’de İnegöl’de kalabalık gruplar “Dinsizlere, komünistlere ölüm” sloganlarıyla devrimci ve demokrat insanların evlerine, işyerlerine saldırdılar, yakıp yıktılar. Bu saldırıdan bir gün önce yani 11 Mart 1971’de benzer olaylar Hatay Kırıkhan’da sahnelendi. Zincirleme bu saldırılar, 12 Mart 1971 Askeri Darbe arifesinde yaşandı. Bugün çok insan bu olayları ve benzerlikleri hatırlamaz. Yıllar sonra yine İnegöl ve Hatay. Diyelim ki bu tesadüftür. Bu tesadüf bile gelecekle ilgili bazı planların ve organizasyonların yapıldığına işaret etmiyor mu? Bence, demokrasi ve özgürlük güçlerinin geleceğine dair kanlı senaryolar yapılmaktadır. Halkların birbirine düşman edilmesi üzerine büyük bir plan yapılmaktadır. 200 bin insanın yaşadığı mozaik bir kentten, çeşitli dinlerin ve etnik kimliklerin yıllardır birlikte barış ve kardeşlik içinde yaşadığı Hatay’a uzanan bir linç kampanyası kimlerin işine yarar. Sadece demokrasi güçlerinin işine yaramaz.

    Olaydan sonra İnegöl’e gittiniz mi yada oradaki arkadaşlarınızla konuştunuz mu? Beşir Atalay İnegöl’de yaptığı açıklamada ‘bir kaç sarhoşun işi’ dedi.
    Akrabalarımla, arkadaşlarımla yaşanan olayları tüm detaylarıyla konuştum. Hiçbiri olayın sıradan bir kavga sonucu çıktığına dair bir şey söylemedi. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın yaptığı açıklamaların doğru olduğuna inanan hiç kimseye tanık olmadım.

    Bugün yaşananları kıyaslarsak geçmişe benziyor mu?
    Geçmişte Maraş’ta yaşananların bir kısmı ile Hatay Dörtyol’da bugüne kadar yaşananlar benzeşiyor. Maraş’ta yaşananların tümünün Dörtyol’da yaşandığını düşünün. Korkunç sonuçlar çıkar ortaya. Dörtyol’la sınırlı kalmaz ve tüm Türkiye ateş çemberine döner. Şimdi Dörtyol’da kuşatma altında yaşayan Kürtlerin halini düşünün. Empati yapalım. Kuşatma altındasınız ve her an saldırıya uğrama tehdidi altındasınız. Kendi güvenliğinizi kendinizin sağlaması dışında hiçbir garantiniz yok. Gelinen aşamada yapılması gereken barikatların kurulmasıdır. Maraş’ta Aleviler bazı mahallerde barikatlar kurmamış, kendi güvenliklerini sağlamamış olsalardı, inanın katliamın boyutları çok daha büyük olurdu.

    Yaşananlar 12 Eylül benziyor.
    12 Eylül sürecinin başka bir versiyonu gibi. Yaşananlar, Türkiye’nin en önemli sorunu olan Kürt sorununun bu sistem içinde çözümünün mümkün olmadığına işaret ediyor. Çürütme ve yok etme politikalarıyla ayakta kalan sistemin en iyi bildiği işlerden biri de: Çözümsüzlüktür. 12 Eylül askeri darbesi de çözümsüzlüğün bir ürünü ve sonucudur. Bu açıdan bakıldığında süreçler birbirine oldukça benziyor.

    Türkiye’de kanlı bir tarih var. Bunun üzerinden konuşursak bugün olanlar birazda bu mu? Ermeniler, Rumlar, azınlıklar...
    Toplumsal gelişmenin kesintisizliği, tarih bilimine bugünü anlamada ve geleceği görebilmede birinci derecede önemli bir işlev yüklemiştir. Gelecekle ilgili kaygılar taşıyan her insan, her sınıf, her ulus, her toplum geçmişten vazgeçemez. Geçmiş, bugünü geliştirip, geleceğin belirlenmesine yarayan tek hazinedir. Bu nedenle, kültürel mirasa sahip çıkmak, insanlık adına ideolojik bir tavır içine girmektir. Çünkü kültürel miras, belli bir bilme ve kavrama süreci içinde edinilmektedir. Kültürel mirasa sahip çıkmak, bilincin yenilenmesi anlamına gelir. İşte bu gelecek kaygısı ve tarih bilinci yapışık kardeşlerdir. Gelecek kaygısı, tarih bilinci edinmeyi gerektirir, tarih bilinci de, gelecek kaygısının düşüncede biçimlenmesini sağlar. Açıktır ki, tarih burada “geçmişi hatırlamak” anlamına gelmez. Tersine, tarih bilinci insana geleceği gösterir. Kültürel değerlere sahip çıkma denildiği zaman, öncelikle bu topraklar üzerinde yaşamış ve yaşayan halkların kültürleri üzerindeki baskılara karşı çıkmak yalnız demokrasinin bir gereği olmayıp, insanın geleceğine de sahip çıkmasının bir gereğidir. Türkiye’deki resmi ideoloji; üzerinde yaşadığımız coğrafyanın sosyal ve tarihi gerçekliğini öğrenmemizi, kültürel değerleriyle buluşmamızı sürekli engellemiştir. Çünkü halkların, kültürlerin inkar ve imha edilmesi üzerine kurulmuş bir sistemle yüz yüzeyiz. Bugün yaşadıklarımızın nedenleri, tarihsel arka planını bu gerçeklik üzerinden aramamız gerekli.

    Demokrasi güçleri ne yapmalı?
    Mevcut sistemde, egemenler için de bir gelecek sorunu vardır. Ancak o, “bugünün” gelecekte de kalmasını istediğinden, geleceğini düşünmek zorundadır. Toplumsal muhalif güçler için de, “bugün”ün gelecekte değişmesi gerektiğinden bir gelecek sorunu vardır. Bu durum, Marks’ın “geleceğin toplumunu, üstüne, günümüz toplumunun gölgesini düşürmeden tasarlamalıyız” sözü denk düşmektedir. Demokrasi güçlerine düşen görev: sistemden köklü bir kopuşu sağlayacak bir gelecek projeksiyonunu, toplumsal özgürlüğe yönelmiş bütünlüklü bir toplum projesini geliştirmektir. Stuart Hughes, Milyonların Kültürü adlı kitabında, kişinin, toplumun daha iyi bir geleceğe kavuşacağına inanmadığı sürece, çevresindeki toplumsal gerçekleri renksiz, tümüyle anlamsız ve soğuk olgular dizisi gibi görebileceğini vurguluyor ve ekliyor : Birey, daha iyi bir gelecek konusunda bir inanç kazanıncaya dek, insanlık kültürü bugün olduğu gibi kalacaktır; sıkıcı, bayağı, durgun ve yararsız...

    Savaş sürüyor. Türkiye’nin geleceğini nasıl buluyorsunuz? Ne olacak? Ankara Kandil’e operasyon diyor.
    Dostlarımıza seslenmek istiyorum; biz, Türkiye’de, tüm ülke halkını dışlayan, önce Kürtleri dışlayan, tarihsel olarak dışlayan, arkasından emekçileri, ezilenleri, çalışanları dışlayan, kadınları dışlayan, gençleri dışlayan, Alevileri dışlayan, ekoloji mücadelesi verenleri dışlayan ve tüm renkleri, tüm milliyetleri, tüm inançları, bütün ülke dinamiklerini dışlayan bir sistemle yüz yüzeyiz. Bunu hepimiz biliyoruz. Bu ülkede hep beraber çeşitli olaylara tanık olduk. Neye tanık olduk; ateşin düştüğü yeri yaktığına tanık olduk. Atasözüdür bu; ama Türkiye sosyal, siyasal ve ekonomik tarihinde ateşin düştüğü yeri yaktığına hep beraber tanık olduk. Kürt coğrafyasında tüm insanlık onurunun ayaklar altına alındığına tanık olduk, temel hak ve özgürlükler alanının yok edildiği ortamlara tanık olduk, ormanların, dağların gece gündüz bombalandığına tanık olduk. Arkasından, bu ülke halklarının vergileriyle yapılmış olan büyük tesislerin özelleştirilmesine tanık olduk. PETKİM’lerin, TÜPRAŞ’ların, SEKA’ların özelleştirilmesine tanık olduk. Ateş düştüğü yeri yaktı.Hepimizin beyinlerinden, düşüncelerinden ve yüreklerinden geçen bir ortak demokrasi mücadelesini birlikte yürütme günüdür. Demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü ve adaletin, demokrasinin evrensel değerlerinin içselleştiği bir yeni anayasayı yapmak ve bunun Anadolu’nun tüm enlem boylamında toplumun derinliklerinde yaşam bulduğu, talepler manzumesi haline geldiği, Türkiye’nin tüm sınıfsal katmanlarıyla, tüm renkleriyle birlikte örülen bir mücadelesini verme yeteneğinden yoksun muyuz? Sadece anayasanın şu, şu, şu içerikte olmasını talep eden pozisyondan, yani tarihi yazan pozisyonundan, yapan pozisyonuna geçebilme yeteneğini bireysel ve örgütsel olarak gösterebilecek bir birikime sahip değil miyiz? Bence sahibiz.

    O halde?
    O halde, bu Anadolu coğrafyasının bütününe talip olan, öncelikle acil olan barışın ve kardeşlik ortamının tesis edilmesini eksenine alan bir mücadeleyi birlikte örgütlemek gibi bir yükümlülüğümüz var. Çünkü sistem, çürürken çürütüyor, toplumun tüm hücrelerini çürütüyor. Dünyanın herhangi bir ülkesinde toplumun bütün dokularını çürüten bir sistemin barışı, adaleti, kardeşliği, eşitlik ve özgürlüğü sağladığına hiç tanık oldunuz mu? İnsanlık tarihinde temel hak ve özgürlük alanının, demokrasinin değerlerinin birileri tarafından topluma verildiğine hiç tanık oldunuz mu? Ama şuna hepimiz tanığız: Temel hak ve özgürlükler, yani demokrasi, ona ihtiyacı olanların verdiği mücadelelerle elde edilmiş değerler manzumesidir.

    Gündem de olan bir başka konu referandum. ‘Evet’, ‘Hayır’ ve ‘Boykot’ diyenler var. Siz ne düşünüyorsunuz? Hükümet ‘Özgürlük’ için ‘Evet’ diyin diyor?
    Normatif bir bütünlük olarak toplumun önüne yasalar kümesini koymanın; şu madde, bu madde, şu kanun, bu kanun diye bir tartışmanın sistem içi bir tartışma olduğunu biz çok iyi biliyoruz. Çıkarılan yasaların bile uygulanmadığını da biliyoruz. Avrupa Birliği süreçlerinde Anayasada yapılan dört-beş paket değişikliğin hangisi yaşama geçirilmiştir? Şimdi 12 Eylül anayasasına ve rejimine sistemin içinden bakma günü değildir. Milyonlarca ezileni, yoksulu, kadını, genci tanımayan sistemi de tanımayacağımızı ilan edelim. Brecht’in “diyalektik tiyatro”su, toplumu, insanın ürünü, insanın egemenliği altında ve insan tarafından değiştirilebilir olarak sergiliyor. Bunu yalnızca bir “gelişim” olarak değil, aksine bir “değiştirilebilirlik” olarak benimsiyor. Brecht, egemen sistemin bireyleri içine soktuğu “yabancılaştırma” çukurundan onları yine “yabancılaştırma” ile kurtarmanın mümkün olduğunu, diyalektik tiyatrosu ile pratikleştirmiştir. Bu durum, insanın aklına, diyalektiğin “inkarın inkarı yasası”nı getiriyor. Bu, insanın zorunluluklar dünyasından özgürlükler dünyasına sıçramasıdır.

    ERDAL ER

    rojrost@hotmail.com

    Tarık Ali: Afganistan'daki savaş kazanılamayacak

     

    Pakistanlı 
    gazeteci-yazar Tarık Ali, ABD'nin Afganistan'daki savaşının kötü gidişatta olduğu ve asla kazanılamayacağı yönündeki görüşünü, yazdığı bir makalede dile getirdi.

    The Guardian’daki makalesinde Afganistan'daki savaşı konu alan Tarık Ali, gidişatın kötü yönde olduğunu belirtti ve süren savaşın ise çözüme değil, sadece daha fazla insanın ölümüne yol açabileceğini vurguladı. Yazar Tarık Ali, ABD Başkanı Obama'ya önerisini ise, "...Yalnızca daha fazla ölüme yol açacak bir savaşı haklı çıkarmak için kullandığı bütün bahaneleri terk etme zamanı geldi Obama için" sözleriyle yansıttı.

    "Bir çıkış stratejisine acilen ihtiyaç var” diyen Tarık Ali, geçtiğimiz günlerde Wikileaks sitesinin ortaya çıkardığı ve ABD'nin Afganistan'daki operasyonlarının yer aldığı gizli belgelerle birlikte de, bu savaşın kazanılmayacağının apaşikâr ortaya çıktığını vurguladı.

    'CAMERON CİDDİYE ALINMAMALI'

    Tarık Ali, makalesinin devamında İngiltere Başbakanı Cameron için de, şunları belirtti: "David Cameron’ın Hindukuş dağlarındaki düşmana yardım eden Pakistan hakkındaki post-Wikileaks yorumları fazla ciddiye alınmamalı. Hindistan’da dikkatlice hazırlanan “infial” Cameron’ı ağırlayanları hoşnut etmek ve birkaç iş anlaşmasını (Cameron ve Cable’ın İngiliz silah endüstrisi için didindikleri) imzalamak için tasarlandı."

    'PAKİSTAN YÖNETİMİ İKİYÜZLÜ DAVRANIYOR'

    Yazar Tarık Ali, Pakistan’ı "ikiyüzlü" bulduğunu, şu ifadelerle açıkladı: "Pakistan’ın resmi cevabı da aynı ölçüde ikiyüzlü. İslamabad kukla oynatıcısına saldıramadığı için kuklaya saldırıyor."

    Tüm tarafların Afganistan'ın 9 yıl önce işgal edildiğinden beri Pakistan ordusu ile Taliban arasındaki ilişkiden haberdar olduklarını bildirdiği makalesinde Ali, üç yıl önce bu iki taraf arasındaki görüşmeler sırasında Amerikalı bir istihbarat görevlisinin bir Pakistan askeri tarafından öldürüldüğünü ve bunun Pakistan basınında da yer aldığını hatırlattı.

    PAKİSTAN'LA TALİBAN GÖRÜŞMESİNDEKİ AMERİKALILAR

    Kendisine geçen yıl Pakistan ordusuna yakın bir kaynaktan bilgi geldiğini açıklayan Tarık Ali, bu hususu ve yorumunu, kaleme aldığı makalesinde şöyle anlattı: "Pakistan ordusuna yakın bir kaynak geçen yıl bana, Pakistan istihbarat servisi ile Taliban arasındaki görüşmelerde Amerikalı istihbarat görevlilerinin de hazır bulunduğunu söylemişti. Dolayısıyla kimsenin şaşırmasına gerek yok. Bunun sebebi de açık: Savaş kazanılamıyor. Pakistan’ın 9/11 olaylarından sonra Taliban’ı asla büsbütün terk etmediği pek de sır değil. Nasıl terk edebilirlerdi ki? Taliban’ın Kabil’den çekilmesini organize eden İslamabad idi, böylece ABD ve müttefikleri ülkeyi çatışmasız ele geçirebilecekti. Pakistan generaller Afganlı dostlarına zamanınızı bekleyin tavsiyesinde bulundular. "

    Afganistan’daki savaş kızışırken ayaklanmanın da büyüdüğüne dikkat çeken Ali, yabancı işgalini pekçok Afganın gözünde bile daha kötü gösteren ve değiştirilmiş rejimin bir parçası olmamış yeni kuşak Peştunları çatışmaya sokan gelişmenin çıkış noktasını, "Hamid Karzai’nin ekibinin siyasi yozlaşması ve toplumsal kaos" şeklinde niteledi. Tarık Ali, Wikileaks sitesinin açığa çıkardığı belgelerle ilgili olarak da görüşlerini, aynı makalede dile getirdi. Ali'nin bu konudaki yorumu da, şöyle: "Wikileaks’in açığa çıkardığı geliştirilmiş infilak aygıtı diyagramına göre direnişin neredeyse ülkenin her tarafına yayılmasını etkin şekilde organize edenler işte bu yeni-Talibandır. "

    MÜŞERREF'E SUİKASTLARIN NEDENİ

    ABD'nin 2007'deki bir planının ise, bir grup ayaklanmacıyı Taliban’ın lideri Molla Ömer’den koparmak için onlara hükümet mevkilerini önermesi olduğunu yazan Tarık Ali, şöyle devam etti: "Yeni-Taliban liderleri ülkede yabancı askerler varken hükümete katılmayı reddettiler. Fakat temasları sağlam tutmak için Pakistan ordusu kritik önem taşıyordu. ABD tarafından çeşitli kereler kılıf olarak kullanılmış bu ordu artık İslamcı kimliğinden (Sovyetler Birliği’ne karşı verilen cihat için gerekli olan) sıyrılmaya zorlandı. Bu, ordunun safları içindeki pekçok kişiyi öfkelendirdi ve General Müşerref’e üç kez suikast girişimi yapıldı."

    'KARZAİ, TALİBAN DESTEĞİNİ KAZANMAK İSTİYOR'

    Özerkliği her zaman önemsenmiş istihbarat örgütü ISI için, "Neredeyse tamamen kontrol altına alındı" diyen Ali, General Ashfaq Kayani'nin, (Müşerref’in yerine ordunun başına geçen) ISI’yı tepeden tırnağa yeniden organize ettiğini belirtti. 2008’de Kabil’deki Hindistan büyükelçiliğine yapılan saldırının, bu kurum içindeki bazı "aykırı unsurlar" tarafından onaylandığını anımsatan Ali, kendilerinin derhal görevden alındığını hatırlattı.

    "Günümüzde ISI’ya saldırmak General Kayani’ye ihtiyaç duyduğu için doğrudan ona saldıramayan Batı için elverişli. Kayani’nin bilgisi olmadan ISI veya askeriyenin herhangi bir kanadı ayaklanmacılara yardım edemez. Ve Kayani Nato ile savaşan ayaklanmacılarla teması korumak için onların önüne birkaç yem atmak gerektiğini gayet iyi biliyor" değerlendirmesinde bulunan Tarık Ali, birkaç ay önce Afganistan Cumhurbaşkanı Karzai'nin, Taliban’ın desteğini kazanmak için çeşitli çabalar sarf ettiğini ve amacının da, Kabil’deki BM barış elçisi General Eikenberry’den Ömer de dâhil olmak üzere tüm Taliban liderlerinin en çok arananlar listesinden çıkarılması olduğunu kaydetti.

    Makalesinde, "Eikenberry bunu reddetmedi ama her vakanın kendi şartlarıyla ele alınması gerektiğini belirtti. Savaşın kaybedildiğine dair bundan daha iyi bir göterge olur mu?" diye soran Tarık Ali, Wikileaks sitesi için, "Karzai’yi geçici bir süre öne çıkarmış gibi görünüyor" ifadelerini kullandı. Pakistan’ın Taliban’a verdiği destek ile ilgili bir soruya verdiği cevapta Karzai'nin, “Afganistan’ın bu meseleyi çözüp çözemeyeceği başka bir mevzu… ama müttefiklerimiz çözebilir. Şimdi sorulması gereken soru onların neden harekete geçmediğidir" yanıtını okuyucularına hatırlatan Ali, kendi yanıtını ise, "Oysa harekete geçiyorlar ve Barack Obama başkan olduktan bu yana da harekete geçtiler" şeklinde açıkladı.

    '250 BİN İNSAN KAÇIRILIP MÜLTECİ KAMPLARINA YERLEŞTİRİLDİ'

    İnsansız hava araçlarıyla yapılan saldırıların, sınırın öte tarafından ayaklanmacılara verilen desteği kesme amaçlı olduğunu açıklayan Tarık Ali, bu kapsamdaki değerlendirmelerini ise, şu ifadelerle açıkladı: "Fakat Pakistan’ın sıkıntıya girmesiyle sonuçlandı o saldırılar. Geçen yıl ordu Afgan sınırındaki Orakzai bölgesinden 250 bin insanı zorla çıkarıp mülteci kamplarına yerleştirdi. Çoğu insan intikam yemini etti ve militan gruplar ISI ve diğer askeri merkezleri hedef aldılar. Bu yılın 8 Haziranında havan ve el bombası taşıyan militanlar Rawalpindi’deki NATO konvoyuna saldırdılar. Elli NATO aracı yakıldı ve bir düzineden fazla asker de öldü."

    ACİL ÇIKIŞ STRATEJİSİ

    Gidişat kötü yönde olduğu uyarısında bulunan Ali'nin makalesindeki 'son sözleri' ise, "Çözüme değil de yalnızca daha fazla ölüme yol açacak bir savaşı haklı çıkarmak için kullandığı bütün bahaneleri terk etme zamanı geldi Obama için. Şimdi bir çıkış stratejisine acilen ihtiyaç var" biçiminde oldu.