Türkiye herkes için korkunç sonuçlar doğuracak bir iç savaşa doğru sürüklenirken, belki, bütün bu gidişe ilişkin üstyapıyı üstyapıyla açıklama tuzağına düşmeyen bir yöntem ve buna bağlı kimi gözlemler yararlı olabilir.
Elbette işe "sorunların anası" Kürt sorunuyla başlamak kaçınılmaz. Cumhuriyetin "raison d'etre"ini (varlık nedeni) oluşturmuş bulunan ve Kürtlerin çok güzel olarak "inkar-imha" diyalektiği içinde ifade ettiği sarmal, çıkmaza girdi.
"Topyekun tasfiye"den "aşamalı tasfiye"ye
Bu ulusalcı "şiddete dayalı topyekun tasfiye" yönteminin iflası, egemenlik sistemi içinde, başka bir damarın filizlenmesi sonucunu doğurdu. Özal'la başlayan bu eğilim, öncelikle, şiddetin mutlaka reformla beslenmesi anlayışına ve yerli burjuvazinin uluslararası kapitalizmin yeni birikim tarzıyla eklemlenmesini zora sokan çelişkilerin giderilmesiyle, yani emperyalizmin mutlak desteğinin yeniden kazanılmasına dayanmaktaydı. Daha sonra, en son Obama'nın da desteğiyle, gündeme, liberal "şiddetin yanı sıra hak bahşedilmesine dayalı aşamalı tasfiye" yöntemi devreye sokuldu.
Buna göre, reformlarla birlikte şiddet öncelikle PKK'nin askeri kanadının tasfiyesine yönelecek ve ancak bunun gerçekleşmesinin ardından politik aygıtın, giderek de, sorunun kendisinin tasfiyesine geçilecekti. Buna bağlı olarak, Güney Kürdistan'da da "ABD kırmızı çizgileri" çerçevesinde bir uydulaştırma projesi devreye sokulacaktı. Egemenlik sistemi içindeki uzun birikim sonucu, AKP'nin iktidara gelmesiyle burjuvazinin eski-klasik siyasi örgütlenmelerinin tasfiyesi ve biri askeri (Zap Direnişi), öteki politik (son mahalli ve genel seçimler) kırılmalar sonucunda gündeme getirilen "açılım" bu yeni tasfiye modelini ifade etmekteydi. Egemenlik sistemi içindeki "iktidar mücadelesi"ni önce tetikleyen, sonra da yıkıcılaştıran işte bu "vites değişikliği" oldu.
Her iki yöntem de, "karşı taraf"ın reddiyesi ve dize getirilememesi sonucu başarısızlığa uğradı. Açılım da, sonunda, aslına döndü, ve klasik tasfiye metoduna, yani "sadece şiddete dayalı topyekun tasfiye"ye rücu etti. Tabii, sarmalın üst uçlarından başladı şiddete geri dönüş ve doğrudan toplumun müdahalesiyle Kürtleri bastırma operasyonu yeni boyutlara uzandı. Bunu Bush'un Ortadoğu serüvenindeki aşamalara benzetebiliriz.
Sadece Amerikan askeri varlığının şiddetiyle bölgeyi yeniden "dizayn" etmeye girişen ABD, bu yöntem başarısız olunca, biraz da panik içinde alelacele, şiddetin yanı sıra "değerler hegemonyası"nı inşaya ve buna bağlı yerel ittifakları devreye sokmaya dayalı "Büyük Ortadoğu Projesi"ni gündemleştirdi. Kadim kültürün Ortadoğu halkları bunu yutmayınca, yeniden "surge" stratejisine, yani daha büyük askeri operasyonlara geri dönüldü. Öyle ki, Obama da bu nesnel yasadan kurtulamadı, şiddeti daha da genişletmek zorunda kaldı, Afganistan'daki cepheyi derinleştirdi ve bir de Pakistan Cephesi açtı. Türkiye'de de yasa böyle işliyor; her seferinde sarmalın üst noktalarından başlamak gerekiyor.
Ne var ki, "şiddette buluşmak" iktidar mücadelesini ortadan kaldırmıyor çünkü başka dinamikler de hükümlerini icra ediyorlar.
Burjuvazinin değişen dengeleri
Türkiye'de, burjuvazi içindeki dengeler de değişmekte uzun yıllardır. 1950'de politik iktidarı da ele geçiren burjuvazi çok yönlü birikimsizlikler içinde, içeride "devlet"e, tabii en çok da onun zor aygıtlarına, dışarıda da emperyalizme sığınarak, onların hamiliğinde yönetmeyi denedi.
Zaten "devlet fideliği"nde yetişen ve palazlanan bu burjuvazi, bürokratik; onun hamisi bürokrasi de "burjuva" nitelikler almışlardı ve ikisinin ortaklığı kolayca kuruldu. Toplum üzerinde kendi "değerler hegemonyası"nı kuramayan "birikimsiz burjuvazi," ayrıca, "resmi ideoloji"ye sığındı. Bütün bunların elbette bedelleri olacaktı. Bedellerin ikisi stratejik nitelikteydi:
Birincisi, burjuvazi Devlet'in yoğunlaşmış hali olan militarist kurumların, Genelkurmay'ın vesayetini, (gücü paylaşmayı, iktidar ortaklığını) kabul etti.
İkinci olarak da, emperyalizmin destekleri karşılığı elindeki tek koz olan "tetikçilik"in ana aygıtının, Silahlı Kuvvetlerin, bu metayı satın alan emperyalizmle, kendisini ve iktidarını atlayarak, doğrudan ilişkisi kurmasına razı oldu. Bunlar, elbette, toplumla ve emperyalizmle iki stratejik ilişkinin bazı rantlarından vazgeçmek ya da iktidarı paylaşmak anlamına gelmekteydi.
Türkiye'de şimdi, burjuvazi içinde "yeşil sermaye" ya da "Anadolu Kaplanları,"diye anılan bir kesim yükseliyor. Bu sermaye, klasik büyük burjuvazinin aksine yine devletin teşvikleriyle ama aynı zamanda "devletin üvey evladı" psikozu içinde palazlandı. Şimdi, klasik TÜSİAD burjuvazisine karşı "devlet rantları' üzerinde daha fazla hak talep ediyor. İkincisi, eski seçkinci, Batıcı, devletçi burjuvaziye göre, toplum üzerinde "Anadolu muhafazakarlığı"na ve "politik İslam"ın bir tür "Osmanlıcılık-Türkçülük"le sentezine dayalı kendi öz ideolojik hegemonyasını kurabileceğine güveniyor ve zaten müşteki olduğu "resmi ideoloji"ye olan bağımlılıktan kurtulmak istiyor.
Tabii bu, aynı zamanda, "resmi ideoloji"nin kurumlarına, başta silahlı bürokrasiye, olan özel bağımlılığın ve rantın (vesayetin) reddiyesi anlamına da geliyor. Buradan da yeni bir düzen içi ilişkiler sisteminin hukukuna ulaşılmak isteniyor. Bu yükselen burjuva kesiminin siyasal temsilcisi AKP'nin bakanlarından birinin "artık normal bir ülke olmak istiyoruz" demesi aynı anlama geliyor. "Normal" bir kapitalist ülke olmak demek, burjuvazinin bürokrasinin değil, tam tersine bürokrasinin ve zor aygıtlarının burjuvazinin denetimi altında hizmet görmesi demek. Yandaş liberallerin "burjuva demokrasisi" dedikleri de bu kuşkusuz.
Düzene içkin bu yeni ilişkilendirme hukukunda, önce, bürokrasi zapturapt altına alınarak rant ödenmesi ve vesayet borcu inkar edilmek isteniyor. Emir-komuta sistemindeki bu değişiklik, elbette, burjuvazi içi paylaşımları da bu yeni kesim lehine değiştirecek diye hesaplanıyor kuşkusuz. Ayrıca, yükselen burjuvazi, emperyalizmle ilişkilerde de, politik temsilcisi olarak gördüğü AKP hükümeti dolayımıyla, müdahil ve muhatap olmak, aracı bürokrasiyi devre dışı bırakarak buradan kaynaklanan rantlara da el koymak istiyor. Türkiye'de egemen ve yönetici sınıf olmanın gerekleri bunlar.
Bu noktada, emperyalizmin yeni durumu da bürokrasi aleyhine gelişmekte olduğunu söylemek lazım. Eski dünya düzeninde, Türkiye gibi ülkelerde, bürokrasi, özellikle de silahlı bürokrasi, belirli ulus-devlet toprak parçalarını beynelmilel sermaye ve onun işbirlikçileri adına kapatan, denetleyen, iç ve dış baskı aygıtı olarak görev yapmaktaydı.
"Beynelmilel komünizm"e, daha doğrusu, dış kaynaklı özgürlük, bağımsızlık, anti-emperyalizm gibi tahlikeli girdi, etki ve rabıtalara karşı kalkan görevini yerine getirmekteydi bu güçler. Halkları birbirlerine karşı izole etmekte, gerektiğinde vuruşturmaktaydılar ve, yerel burjuvazinin zayıflığı oranında da, bu konumlarının avantajlarından nemalanmaktaydılar. İçeride iktidarı paylaşmakta, dışarıdan da beslenmekteydiler.
Kürelleşme dediğimiz beynelmilel sermayenin uluslararası hareketliliğinin ve yeryüzünün her noktasına nüfuzunun görülmemiş boyutlara ulaştığı süreçteyse, emperyalizm artık sınırların kapatılmasını değil, tam aksine, alabildiğine açılmasını, ulus devletlerin bütün denetim mekanizmalarının tasfiyesini dayatmaktadır. Dünyayı hep sahiplerinin kazanacağı dev bir kumarhaneye dönüştüren spekülatif sermaye fazlasının tanrıları artık bu durumda, eski tetikçileri bertaraf etmekteler. Böylece, tabii, eski "sınır bekçileri" de kontrol güçlerini, bundan kaynaklanan avantajlı konumlarını, "hizmet rantı"nı yitirmektedirler.
Bunlar, ayrıca, Sovyet sonrası dünyadaki yeni hevesliler karşısında, "işbirlikçilik tekeli"ni de sürdüremiyorlar, bu ayrıcalıktan da yoksun kalıyorlar. Bir başka ifadeyle, "eski tetikçiler" şimdi "kullanılmış kirli bir mendil" gibi buruşturulup çöp sepetine atılmakta ve yeni koşullara uygun görevleri için yeniden yapılandırılmaktadırlar.
Kürt sorunundaki uzlaşma
Emperyalizmle devletçi-militarist tetikçi yapılar arasındaki çelişki ve çatışmalar bununla da kalmamaktadır. Her zaman olduğu gibi, küreselleşme sürecinde de, sermaye sadece finansal enstrümanlar ve metalar aracılığıyla değil, değerler, fikirler, hayat tarzları biçiminde de nüfuz etmektedir toplumsal yapılara. Liberal kozmopolitizme devletçi-militarist yapıların ideolojik karşı çıkışı yeni değildir. Unutmamak gerekir ki, Hitler de "liberal şeytan" a karşı savaşmıştır.
Bu ideolojik-kültürel kan uyuşmazlığı, Soğuk Savaş tetikçiliği görevlerinde emperyalizmin destek unsurlarının gücü olarak kışkırtılmıştı bile ama şimdi hoşgörüyle karşılanmamakta, aksine, demokrasi karşıtlığı olarak damgalanıp cezalandırılmaktadır. Bir de, Türkiye bağlamında, Kürt sorunu üzerindeki çelişki ve çatışmalar da göz önüne alınırsa, bürokrasinin ikilemini ve buna bağlı olarak da yükselen burjuvazinin avantajlı konumu daha iyi ortaya çıkar.
Yukarıda söylediklerimizin tamamıyla kesişen/birleşen büyük tasfiye operasyonları, "demokratikleşme" ve "hukukun üstünlüğü" olarak pazarlanmaktadır ama açıktır ki, mesele, kavganın tarafları bakımından, sadece güç ve çıkarlarla bağlantılıdır. 12 Eylül referandumundaki "vesayetten kurtulmak" projesi de işte anlamını ancak burada bulmaktadır.
Burjuvazi ve kanatları-silahlı bürokrasi-iktidar üçgeninde gelişen bu iç mücadelede, şimdilik, en azından Kürt sorununda, bir uzlaşma somut olarak ortaya çıkmış görünmektedir. Son linç ve toplu kırım girişimleri, bunlara, bütün düzen partilerinden, medyadan, kurumlardan, düzenin sağından soluna, liberaline, dincisinden ulusalcısına her akımından iliştirilen çok yanlı meşruiyet argümanları, yeni uzlaşmanın somut görünümleridirler. "Aşamalı tasfiye"ye geçiş hamlesinin sancıları önce bütün toplumu sardı ve ardından liberaller geri çekildiler.
Şimdi şiddete dayalı klasik topyekun tasfiye yönteminde yeniden birleştikleri görülen taraflar, dolayısıyla, halk güçleri karşısına "çırılçıplak" çıkmışlardır. Aralarındaki öteki çelişki dinamikleri sürmektedir ama yazgılarını yekvücut Kürt halkının iradesinin karşısında konumlandırmışlardır bir kez daha. Dolayısıyla, bu badireden Kürtlerin başarıyla çıkmaları, onları da aşan büyük bir "kurtuluş"a işaret etmektedir. Bilmem etraftaki aymazlara, yenilgilerinin de Kürtleri aşacağını ve daha neleri, kimleri ölü toprağının altında nefessiz bırakacağını ayrıca söylememe gerek var mıdır?