1 Mart 2011 Salı

TC’nin Kürt Çocukları Konsepti Ekseninde Mersin

Kürt Özgürlük Hareketinin gelişen demokratik uluslaşma bilinci görkemli bir direniş ruhunu yarattı. Bu ruhu kırmak için TC...
Kürt Özgürlük Hareketinin gelişen demokratik uluslaşma bilinci görkemli bir direniş ruhunu yarattı. Bu ruhu kırmak için TC, sömürgeci politikalarının ürünü olarak her yolu toplumsal soykırım yolunda mubah gördü. Bunun akıl almaz kirli ve planlı siyasetini hep geliştirdi. Kısa, orta ve uzun vadeli planlamalarla Kürt toplumsal soykırımını derinleştirme konseptlerini devreye koydu. Günümüzde ise AKP ve Gülen Cemaati bu konsepti daha incelikli ve vurucu tarzda uyguluyor. Bu yazıda devlet, hükümet ve cemaatin bu yönlü pratikleri ve Mersin örneğini açımlayacağım.
Kürt Özgürlük Mücadele tarihinde her dönem yeni ad ve biçimde sömürgeci sistemin soykırımcı siyasetiyle karşılaşıldı. Kürt Özgürlük Hareketi bunu azmi ve iradesiyle boşa çıkarmayı başarıyla gerçekleştirmesini bildi. Son yıllarda Kürt halkının meşru direniş hakkı olan demokratik direniş tavrını boşa çıkarmak için devreye ince ve sinsi planlar konuldu. Milli Güvenlik Kurulu kararı sonucunda MİT Toplumsal İlişkiler Dairesi, Emniyet İstihbaratı, Terörle Mücadele Müdürlükleri ve Toplum Destekli Polislik Şube Müdürlükleri üzerinden eşgüdüm dâhilinde yaygın psikolojik harekât başlatıldı. Kürt çocuklarını birbirine karşı kullanma ve derin yönlendirme taktikleriyle Kürt Özgürlük Hareketine karşı kafa karıştırıcı çelişkiler üretme ve devreye koyma planları geliştirildi. Kürt çocuklarının ahlaki duygularını istismar ederek çelişkileri artırma, kavga ve gerilim ortamı yaratma ve bundan faydalanma esas faaliyet planı olarak geliştirilmeye çalışılıyor. Kürt çocukları üzerinden sosyo-psikolojik etüt çalışması olarak ifade edilen bu plan, Kürt halkının tarihi toplumsal direniş hafızasını silme ve felç edip Kürtsüzleştirmeyi geliştirme politikasıdır. Başta Kürdistan ve Kürt halkının yoğun yaşadığı metropol kentlerde il emniyet müdürlükleri ve Toplum Destekli polislik şube müdürlükleri bünyesinde Kürt çocuklarını polis ile “kaynaştırma” ya da “sağlıklı iletişim” adı altında geliştirilmeye çalışılan, Kürt çocuklarını ve gençliğini düşürme ve ajanlaştırma planıdır. Tüm faaliyetler AKP ve Gülen cemaatinin direk koordinatörlüğünde yürütülmektedir. Cemaat ve onun hükümetinin emniyet ve devlet kurumları içerisinde geliştirdikleri etkinliğin düzeyi öncelikle Kürt halkını vurmaktadır.
Temel amaç Kürt özgürlük ve varoluş kimliğini sahiplenen en dinamik güç gençliği teslim almak ve iradesini kırıp etkisizleştirmek olan bu söz konusu yapılanmalar, Kürdistan ve Türkiye metropollerinde Kürtlerin yoğun bulunduğu mahalle karakollarını merkez üs seçip kirli planlarını ve tuzaklarını adım adım özel yetkilerle devreye koymaktadır. Her şehirde birbirine benzer ama farklı yöntemlerle uygulamaya geçirilen plan, Kürt çocukları şahsında ajan yetiştirme ve hazırlama planıdır. “Sağlıklı iletişim” adı altında okullarda seminer ve sohbet toplantıları düzenleme ve bu şekilde direk hedefledikleri Kürt çocuklarını muhbir öğretmenler vasıtasıyla “kaynaştırma” ortamları hazırlanarak tespit edilen çocuklar için futbol, voleybol ve tenis müsabakaları düzenleme, onları müze ve sinemaya götürerek bağımlılaştırma gerçekleştiriliyor. Daha sonra bu çocuklar üzerinden aile ziyaretleri ortamı hazırlatılıp ailelerin sosyo-psikolojisi çözümlenerek yoksullukları ve zaafları önceden bilinerek, etkileyici iletişim teknikleriyle ve zaman zaman özel hediyelerle çocukları üzerinden aile ziyaretleri gerçekleştiriliyor. Zamanla aile ile yakınlaşan ve derinleşen ilişkiler bağlamında “polis ile kardeş aile” ilişkisi kurulup ekonomik ihtiyaçları “Polis Şefkat Dernekleri” üzerinden sağlanıyor. İlişkilerin daimi kılınmasına özen gösteriliyor ve çok gizli tutuluyor. Dışarıdan çok masumane bir girişim olarak görünen böylesi soykırımcı politikada işbirlikçilik ve ajanlık temel yaklaşım olmaktadır. Amed’deki Gaffar Okan deneyimi neticesinde bukalemun kişilikli vali, kaymakam ve emniyetçi tiplemelerle geliştirilmeye çalışılan ilişki biçimindeki temel amaç Kürt toplumunda onun Özgürlük Hareketiyle kopmalar ve kırılmalar yaratmaktır. Böylesi tuzak dolu iletişimler zaman zaman karakolluk duruma düşen çocuk ve gençlerin zayıflıkları kullanılarak “sağlıklı iletişim” dili devreye sokuluyor. İlişkiler kimileriyle yine aile iletişimine kadar vardırılıyor. 
Yine demokratik meşru halk serhildanları ortamında gözaltına alınan çocuklar üzerinden bu düşürme senaryoları devreye sokuluyor. Öldürme ve tutuklama şantajları devreye sokularak yine mobese ve polis kamerası görüntüleriyle telefon ve internet sohbetleri bireylerin önüne serilerek teslim alma ve iradesini kırma baskısı uygulanıyor. Tespit edilen kişilik zaafları, sigara, uyuşturucu bağımlılığı ve hırsızlık gibi yine varsa geçmiş sabıkası ona karşı kullanılıyor. Bu oyunlar bireyin sosyo-psikolojik durumu göz önüne alınarak “sağlıklı iletişim” adı altında tatlı sert pratik uygulama metotlarıyla arzu edilen yakınlaşmada mesafe alınmaya çalışılıyor. 
Daha sonra kirli ağına düşürdükleri Kürt çocuklarını PODEM (Polis Destekli Eğitim Merkezi) şubelerine götürülerek beyin yıkama sohbetleriyle bu ilişkilenme derinleştirilmeye çalışılıyor. Sonuç aldıklarına cep harçlığı, telefon kontörü, okula gidiyorsa bursa bağlama teminatı veriliyor. Hatta kimi zaman kendi yozlaştırma politikalarının sonucu olan esrar ve sigara alışkanlıkları okşanıp karşılanıyor. Yeter ki kendilerine işbirlikçi muhbir olma güveni verilsin. Özünde bireyi aidiyet duygusundan koparma, kimliksizleştirme ve sömürgeci devşirme tipini yaratma operasyonu olan böylesi kirli planlar Kürdistan ve metropol kentlerde profesyonelce çalışan emniyet birimleri tarafından geliştiriliyor. Her kentte kendi “polis amca” ve “polis ağabeyi”ni toplum nezdinde yeni imajla yaratmayı öngörüyor. 
Böylesi ahlaksız politikayı açımlarken bu planın medyatik isimlerinden Mersin Akdeniz ilçe emniyet müdürü Hasan Güray Güner’in özel yetkili sıfatıyla icraatlarını örnekleyerek belirtmekte fayda vardır. 
Siirt’te 4 yıl görev yaptıktan sonra Akdeniz ilçe emniyet müdürlüğüne atanan Güner, önceleri Siirt’te Kürt yoksul mahallelerini pilot merkez seçti. Yoğun bir faaliyet geliştirdi. Tuzağına düşürdüklerini, devletin tarihi inkâr ve imha siyasetini demokratik meşru eylem diliyle protesto eden öncü gençler üzerinde ifade hazırlatma ve gizli tanık yapmada önemli rol oynadı. Onlarca genç ve çocuğun ceza alıp zindanlara düşmesi politikalarının bizzat aktörü oldu. Bu dönemde özellikle yetiştirme yurtlarında kalan çocuklarla da ayrıca özel olarak ilgilenmesi dikkat çekici. Bu, devletin tarihi devşirme konseptine memurluk etme hevesinin dışa vurumuydu. Yine “kardeş aile” bağlamında yoksul Kürt ailelerine odaklı “sağlıklı iletişim” adı altında işbirlikçiliği geliştirme faaliyetlerini sinsi planlarla hayata geçirmeye çalıştı. Yardımlaşmacı ve dayanışmacı görünerek kendi siyasi soykırımcı yüzünü maskelemeye çabaladı.
Toplumda ve medyada “Hasan Amca”, “Hasan Abi” tiplemesini sergileyen, Kürt düşmanlığını inceltilmiş iletişim diliyle hep gizleyen, dost ve kardeşlik edebiyatını ikiyüzlüce gündemde tutarak özellikle çocukları ve onların üzerinden ailelerini etkileme çalışmalarını sürdürdü. “Hasan Amca” şimdi Mersin Akdeniz ilçe emniyet müdürlüğü görevini devletin donattığı özel yetkilerle sürdürüyor. Tabii yeni görev yerinin özellikle Mersin ve Akdeniz olması manidardır. 
Devletin Kürdistan’da geliştirdiği kirli savaş sonucu Mersin’e göç eden Kürtler çok ciddi bir kitleyi teşkil etti. Değerlerine bağlı Mersin Kürtleri her zaman ülkesinde yaşanan savaşa sessiz kalmadı. Her dönem demokratik katılım ve tavır içerisinde oldu. Büyük bedeller verdi ama yılmadı. 1999 yerel seçimiyle Kürtlerin ve devletin ana gündemine girdi. Büyükşehir belediyesi kazanılmasına rağmen baskı ve oyunla seçim devletçe gasp edildi. Mersin’den kaynaklı bu hazımsızlık, Türkiye’nin seçime katılım ve coğrafi temsil sisteminde ani ve planlı değişikliğe neden oldu. Yine 2002 Newrozu’nda devletin yasakçı zihniyetine karşı Kürtler dillere destan bir direniş geliştirdi, şehitler verdi. Devleti geri atma zorunda bıraktı. Newroz sonrası tutuklanan yüzlerce Kürt ile bu halk sindirilmek istendi. 2005 Newroz kutlamaları sonrasında da devletin planlı konsepti dâhilinde bir “bayrak provokasyonu” geliştirildi. Bununla başta Kürt özgürlük hareketi ve kentin dinamik halk kesimlerine gözdağı verilmek hedeflendi. Kürtler, devletin paramiliter çeteleri ve yerel yöneticilerince yoğun bir baskı kıskacı ve linç gerilimi içinde sindirilmeye çalışıldı. Her dönem onlarca örnek ile Mersin hep psikolojik harekâtın pilot kentiydi. Tüm bu beyhude çabalar Kürt özgürlük hareketi ve Kürt halkı tarafından boşa çıkarıldı. Yoğun baskı, tutuklama ve katletme pratiklerine rağmen Kürtler ulusal değerlerine bağlılık refleksini hep serhildan ruhuyla geliştirdi. Mersin tüm Kürtlerin, devletin ve uluslar arası kamuoyunun gündeminde hep yer edindi. 
Yaklaşık 3 yıldır Akdeniz emniyet müdürlüğü görevini yürüten Güner, devletin Mersin merkezli geliştirmek istediği toplumsal soykırımcı konseptinin icracılığını şimdi ciddi bir ekiple sürdürürken, uyguladığı çalışma tarzı, devletin gerçek amacını ve zihniyetini açığa çıkarıyor. Sade ve sakin bir görüntü çizerken kendisini “idealist’’ ve “siyasi amaç gütmeyen biri” olarak lanse ediyor. Kürtlerin yoğun olarak bulunduğu mahallelerin ortasında bulunan “Siteler” polis karakolunu, “devletin bekası” için merkez seçmiştir. Mahallelerde bulunan okulları gezme, sohbet etme ve tespit ettiği öğrencilerle “özel ilgilenme” yoluyla, mahallelerde eylem yapılması ve panzerlere taş atılmasını yanlışlama telkiniyle çocukları etkileme diline bürünüyor. Kürt çocuklarını karakola davet etme ya da götürme, onların ihtiyaçlarını istismar ederek etkileme biçiminde rol üstleniyor. Yine ilişkilendiği çocuklar üzerinden ailelerini de tanıma ve onları da kirli tezgâhlarına çekmede son derece kurnazlık içinde olabiliyor. İlişkilendiği çocukların ailelerinin mağduriyetlerine maddi imkânlar yaratmada alabildiğince “yakın ve dayanışmacı” olmaya özen gösteriyor. Güner’in ana gündemi ve odaklanıp sonuç almak istediği temel amaç, Kürt gençlerinin ülkelerinde yaşanan savaşa kayıtsız kalmasını sağlama ve demokratik eylem hakkını kullanma iradesini kırma çabasıdır. Bunun için özel yetkiyle donatılarak sonuç alması için devletin her türlü desteğini ve imkânını kullanmada sınır tanımıyor. Kürt çocukları üzerinde yoğunlaşarak onları daha fazla nasıl etkileyip kontrolüne alabileceğini, “sağlıklı iletişim” metotlarıyla sergiliyor. Çocuklarla futbol oynama, müzeye ve havuzlara götürme, panzerle gezdirip panzer üzerinde ırkçı milliyetçi sloganlar attırma gibi yöntemlere başvuruyor. Tespit ve ikna ettiği çocukları, kendi makam aracıyla Yenişehir ilçesinde bulunan Polis Meslek Eğitim Merkezinde “polis ağabeyleriyle kaynaştırma ve tanıştırma” adı altında kıskaca alıyor. 8-15 yaş arası Kürt çocuklarını, mahallelerde yaşanan eylem görüntülerini izlettirerek katılanları tespit etmede kullanıyor. Özellikle eylem günleri etkilediği bu çocuklara, gelişen demokratik meşru eylemleri provoke edici ve özünden saptırıcı rol sergilemeleri yönünde telkinlerde bulunuyor ve perspektifler veriyor. Eylem esnasında aniden polise, sivil araçlara ve Kürtlerin işyerlerine taş atmaları için yönlendirerek eylemi manipüle edici ve halkın tepkisini çekecek tarzda provokasyonlara itiyor. Halkla eylemci kitlesini karşı karşıya getirme, halkta eylem karşıtlığını körükleme ve örgütleme hedefleniyor. Demokratik etkinliğe katılanları etkisizleştirmek için uydurma ifade ve gizli tanıklar sağlanıyor. Kamuoyuna mal olan Kürt çocuklarını karşı karşıya getirip sonra da flaş haber kurgusu yapılarak medyaya servis edilmesi de bu planın parçalarındadır. Yoğun psikolojik harekât metotlarıyla gerçekleşen bu yaklaşım, yapılan demokratik eylemleri yoğun bir anti propaganda ile karalamayı amaçlıyor.
Bunun yanı sıra ağına düşürdüğü Kürt çocuklarını, “Metropol İş Merkezi” civarında bulunan “Toplum Destekli Polislik Şube müdürlüğü” bünyesinde faaliyet gösteren “Polis Şefkat Evi” derneğine götürerek, onları “ödüllendirme” biçiminde işbirlikçiliklerini daha da teşvik etmeyi amaçlıyor. Temel amaç olarak halkın demokratik meşru eylem yapma dinamiğini bitirmeyi önüne koyan Güner’in, zaman zaman Akdeniz belediyesini ziyaret edip belediye başkanından, “demokratik eylemlilikleri nasıl bitirebiliriz” şeklinde tartışma açarak destek talebinde bulunması, planlı emellerine ortak arama çabasıdır. Bizzat belediye başkanından çocukları geziye götürmelerini istemesi sonrasında gerçekleşen böylesi insani bir etkinliğe, kendisinin davetli olmamasına rağmen katılması dikkat çekicidir. Yine mahallelerde gerçekleşen demokratik eylemlilikleri kırmak ve boşa çıkarmak için BDP’li yöneticiler üzerinde baskı kurması ve eylemlere müdahale edilmesini dayatması ve bunun için yöneticilere dava açma tehdidi, üstlendiği misyonun sonucudur.
Sonuç olarak TC’nin, yeni uluslar arası hükümran sistemin konseptiyle entegrasyon(asimilasyon) misyonlu hükümeti AKP ve onun perde gerisindeki Gülen Cemaati,  bu yönlü “maharetleri”ni en incelikli ve vurucu tarzda Kürdistan’da uygulamaktadırlar. Bu yönüyle aslında 1990’lı yılların savaş hükümetlerinin günümüzdeki versiyonudur. O yılların hükümetleri Kürt halkının fiziğine yönelirken AKP ise Kürtlerin beynine, çocuklarına, gençlerine, kadınlarına ve bir bütün olarak varlık ve değerlerine saldırmaktadır. Bunu Kürdistan’da pratikleştirdiği gibi Türkiye kentlerindeki Kürtlere karşı da uygulamaktadır. Bu yönlü “tecrübeli” kişi ve ekiplere de sahiptir. Örneğin 1990’lı yıllarda da Kürt halkına karşı tüm gözü karalıklarıyla savaşan hem de Silivri’deki Ergenekoncularla omuz omuza! Demek ki Kürt halkına karşı işlev gördü mü yeri hükümettir görmedi mi devre dışıdır. Abdulkadir Aksu, Cemil Çiçek, Vecdi Gönül vb ile yeni yetmeler bunun için canhıraş bir çaba içerisindedirler. Fakat Kürt halkının ulaştığı aydınlanma ve bilinçlenme düzeyi ve derin acıların kazındığı hafızası her şeyi, herkesi ve her gelişmeyi anlamlandırabilmektedir. Bu anlamlandırmanın gereğini yerine getirebilecek kadar da imkân sahibidir artık. Aksini düşünenler kendilerini kandırmaktan öteye bir şey yapamayacaklardır.
Dilgeş Botan

Model Ortaklığı Tezi ve Devrim Provaları-2


AKP’nin iktidarlaşma süreci devam ederken ABD’nin eksilmez desteğinin yanı sıra AKP iktidarıyla birlikte Türkiye’ye biçilen Model Ortaklığı tanımı...
 
Model Ortaklığı 

AKP’nin iktidarlaşma süreci devam ederken ABD’nin eksilmez desteğinin yanı sıra AKP iktidarıyla birlikte Türkiye’ye biçilen Model Ortaklığı tanımı geçmişin stratejik ittifakı sözüne oranla çok daha farklı bir ilişkiye geçildiğini de gösteriyordu. 
Türkiye’nin model ortaklığı şüphesiz ABD’nin çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’da oynayacağı rolle endeksli bir tanımlamaydı. Dünya siyasal ve ekonomik sistemi içinde ABD’nin rolü ve misyonu ne ise Ortadoğu’da da Türkiye’nin rolü aynı eksende yürümek zorundaydı. 
Bu şu anlama geliyor; ABD ne ise Türkiye’de o olmak zorunda. İkinci dünya savaşı ardından dünya jandarmalığına soyunan ABD’nin kapitalist dünyayı bir dönem daha kurtarması gibi Türkiye’de Ortadoğu’da yaşanan sistem karşıtlığı karşısında küresel sermayenin bu bölgeye sızmasını sağlayarak kapitalist dünyaya nefes aldıracaktı. 
2007 seçimleri ardından Türkiye dış politikasında yaşanan hareketlilik başta olmak üzere son yıllarda yaşanan birçok olay özünde küresel sermayenin bölgeye sızma girişimlerinde sürdürülen aşamalar oldu. AKP hükümetinin yeteneği ve iş bitiriciliği olarak yansıtılmak istenen birçok olay ve gelişme de aslında direkt ABD denetiminde yürütülen bir operasyonun adımlarıydı. 
Ulus devlet tekelleri ile küresel serbestlik peşindeki tekeller arasındaki çelişkilerin Türkiye’de küresel tekeller lehine sonuçlanması Ortadoğu’daki diğer ulus devlet tekellerinin de bu yönlü değişiminde büyük bir umut yarattı. Tüm bölge ülkelerinde aynı sonucu vereceği düşünülmese de en azından küçük çapta sınırlı ve bağımlı iktidarlar yaratmak üzere diğer ülkelerde de uygulanması mümkündü. 
Arap ve Müslüman dünyayı kapitalist sistem içine çekmek üzere yürütülen çalışmalarda kimi zaman bölgenin Müslüman olmayan ülkesi İsrail ile sözde çelişkiler yaşaması da bu oyunun bir parçasıydı. Yine Afrika ülkelerine açılım, Kafkas ülkeleriyle sözde iyi ilişkiler, bölgesel sorunlar karşısındaki ithal çözüm mantığı da aynı oyunun farklı ama tamamlayıcı parçalarıydı. 
Bölge nezdinden yarattığı izlenim ile ülke içindeki tutumları herkesin görebildiği gibi büyük çelişkileri de içinde barındırıyordu. İran, Lübnan, Filistin, Irak gibi ülkelerde ağabeyliğe oynayan Türkiye kendi içinde muhalif kesimlere karşı tavrıyla güçlü bir despotik faşist yönetimi de yavaş yavaş yürürlüğe koyabildi. Türkiye’deki en dinamik muhalefet gücü Kürtler karşısında uyguladığı umarsız, saldırgan tutum AKP tarzı bir yönetimin şifrelerini de ele veriyordu. Yapısındaki baskıcı despotik yönler nedeniyle demokrasiye oldukça kapalı olan Ortadoğu’da sivil toplum ve muhalefet karşısında tahammül düzeyi hiç düzeyinde seyreden bir iktidarın yapabilecekleri az çok görülüyor zaten. 
Buna rağmen bunlar görülmüyor gibi demokrasi havariliğine soyunan AKP iktidarının kendisini ithal çözümler merkezi olarak görmesi de ilgi çekici bir nokta. Kendi kendini yönetme olarak adlandırılan demokrasinin, kendisi bile olmayan, öz dinamiklere dayanmayan, dıştan yapılandırılan bir kesim ya da tekel tarafından oluşturulamayacağı da bölgede yaşanan acı deneyimlerle çoğu sefer ispatlandı. Gerçek işlevinden yani halkın sorunlarına çözüm üretmekten uzak, devlet işbirlikçisi bir sivil toplum yaratmak amacı taşıyan AKP tipi iktidarın bölge sorunlarına çözüm üretemeyeceği kesin. 
Nasıl bir iktidar ve sistem sorusuna verilecek cevaba dıştan örgütlenen, dini duyguları istismar eden, eklektik ve liberal tarzda örgütlenen, dış güçlerin eliyle oluşturulmuş bir iktidar ve sistem olamaz diyerek başlanabilir. Yoğun rahatsızlığın giderilebilirliği, haklı taleplerin uygulanabilirliği ancak bölgede bin yıllardır oturmuş olan demokratik konfederal kültür tarzında tabandan tavana dek adım adım örgütlenen halk inisiyatifleriyle mümkündür. Tunus ve bölge Arap devletlerindeki rahatsızlıkların devletlerin öne süreceği çözümlerle giderilmeye çalışılması durumunda birkaç on yıl daha halklar aleyhine kaybedilecektir. 

Umut Yeniçağ

Model Ortaklığı Tezi ve Devrim Provaları-1

Tunus’taki halk hareketi ve Mısır’daki yansıması ile birlikte Ortadoğu yeni bir döneme girerken kimi önemli sorular da cevaplanmayı bekliyor.
Tunus’taki halk hareketi ve Mısır’daki yansıması ile birlikte Ortadoğu yeni bir döneme girerken kimi önemli sorular da cevaplanmayı bekliyor. Yeni siyasal, ekonomik, kültürel, sosyal biçimlenişi halkın iradesi ve katılımıyla oluşturulacak demokrasiler mi, yoksa neoliberal düşüncenin ince ayarıyla mı olacak sorusu ise ilk sırada yer alıyor.
Yıllarca batı dünyasının desteğiyle ayakta kalmayı başaran ve Tunus halkını sömüren Zeynel Abidin Bin Ali iktidarının düşüşü ve ardı sıra geliştirilmeye çalışılan aynı tarz hükümet girişimlerinin de kabul edilmemesi bu soruların yanında yeni bir model ve iktidar tartışmasını da ateşlemiş oldu. Yine Mısır halkının Mübarek iktidarını düşürme talebi yanında alternatifsiz ve örgütsüz duruşuna yönelik de kimi belirleme ve tartışmalar sürüyor. 
Tam da bu tartışmaların ortasında sürgünden dönen El Nahda Partisi lideri Raşid Gannuşi’nin ilginç açıklamaları ise Tunus halkı yanında Türkiye halkları açısından da oldukça önemli. Halk ayaklanması ile birlikte açığa çıkan iradeyi demokratik bir yönetim için zemin yapma amacı taşıdığını söylemesinin esas politika mı yoksa yükselen demokratik rejim istemleri karşısında taktiksel bir yaklaşım mı belli değil. Bunun yanında kendine örnek aldığı parti ve düşüncenin AKP olduğunu vurgulaması bir gerçeği yansıtmanın yanında Ortadoğu’da yürütülen politikalara ilişkin de güçlü veriler sunuyor. 
Halk muhalefetini sistem içileştirmekte büyük bir ustalık kazanan küresel sistemin Türkiye’de 2000’lerin başında uyguladığı ve kendi açısından sonuç alan AKP tarzı iktidarı bölge ülkelerine pazarlamaya başladığı bu açıklamayla da aslında onaylanmış oluyor. 
Her ne kadar açıktan ilan edilmese de ABD’nin yeni bir adımı olarak karşımıza çıkan bu sürgün göçmeni girişimin, AKP tarzı bir hükümet ve beraberinde oluşturulan bir devlet yapılanmasının yaratılmasında kullanılmak istendiği açık. Daha önce desteklediği Zeynel Abidin Bin Ali iktidarının düşmesi ardından bu ülkedeki çıkarlarını kaybetmek istemeyen ABD bu sefer de bölgede ithal iktidarını örgütlemeye çalışıyor.
KRİZDEN ÇIKIŞ ÇABALARI 
Aslında ithal çözümlerin yeni başlangıcını Türkiye ABD model ortaklığı sözleriyle başlatabiliriz. Model ortaklığı ile yapılmak istenen ise uzun bir süredir yapısal bir kriz içinde bulunan küresel hegemonyanın krizden çıkmasına yardımcı olmaktı. Bu krizi aşma adına ABD’nin 11 Eylül 2001 ardından başlattığı yeni saldırı dalgası ile birlikte Afganistan ve Irak’a müdahale belirlenen yol ve yöntemlerle sonuç almadı. 
Şiddet yöntemiyle bölgesel güçleri teslim almayı hedefleyen küresel sermaye ve öncüsü ABD’nin politikaları sonuç vermeyince yeni bir yaklaşım geliştirildi. Obama hükümetiyle yeniden dizayn edilen ABD dış politikası ve küresel diplomatik hareket sözde diyalog politikalarıyla kısmi uzlaşmalara dayalı çözüm arayışlarına yöneldi. 
Bu yaklaşım da tüm radikal hareketler ve değişim karşıtı statükocu bölge güçlerini tasfiye etme amacı taşıyordu. Bunun yanında halkların demokratik hareketliliğinde yaşanan yükselmeye karşı da hareket geçirilen neoliberal politikalardı. 
Şiddet eksenli politikaların kendilerine döndüğünü gören batılı küresel güçler her türlü radikal direnişi kıracak, bölgede oluşan statükocu kesimleri tasfiye edecek ve halklar lehine gelişen demokratik yeni sol hareketleri engelleyecek yeni bir siyasi oluşumun temelini böylelikle atmış oldu.
Ilımlı İslam projesi olarak da adlandırılan bu projede pilot bölge Türkiye’ydi. Komünizme karşı oluşturulan Yeşil Kuşak projesinde açığa çıkan baş ağrılarının yaşanmaması için oldukça titizlikle üzerinde durulan bu projenin uygulanmasında Türkiye bölgedeki en uygun ülkeydi. 
Türkiye’de yıllarca iktidardan uzak tutulan ve oldukça güçlü bir örgütlenme zeminine sahip olan İslami kesim oluşturulan yeni ılımlı İslam projesinin tabanı haline getirildi. En son 28 Şubat süreciyle birlikte İran veya şeriat eksenli bir devleti/sistemi düşünemeyecek düzeyde kırılmış olan ve kapitalist ilişki ağı içinde oldukça gelişmiş yeşil sermaye ile yakın ilişkiler kuran bu taban iktidar çıkarları doğrultusunda ABD politikalarında yerini aldı.
Türkiye’deki İslam eksenli hareket bölünerek, muhafazakar kesimlerin gözü korkutularak kapitalist ahlaksızlıkla işbirliği yapabilecek yeni bir kesim örgütlendirildi. 
2002 ile birlikte hükümet olan ve son yıllarda yürüttüğü kadrolaşmayla devleti büyük ölçüde ele geçiren AKP işte bu parçalanmış yapı içinde çıkan yeni bir örgütlenmeydi. Lider olarak seçilmiş kişinin karakterinden tutalım kafa takımının niteliklerine, sloganlarından tutalım parti programına kadar oluşturulanlar tamamen bu amaca hizmet ediyordu. 
İktidara gelişinin ilk dönemlerinden itibaren yaşanan iktidar kavgaları, devletin oturmuş sistemi ile yaşanan çatışmalar Kürt halkı karşısında imha ve inkar siyasetini devam ettirme sözü üzerine dinginleştirildi.  ABD desteğinden yoksun eski iktidar kesimi bir dönem bu gerçeklik karşısında güçlü dirense de oluşturulan yeni sisteme katılım sağlamak dışında bir yolunun olmadığını anlayarak uyum sağlamak zorunda kaldı. 
Türlü oyunlarla taban desteğini oldukça zinde tutan bu parti devlet üzerindeki etki savaşını da kazanınca Ortadoğu’da oluşturulmak istenen yeni sistemin oluşturulmasında önemli bir aşama daha tamamlanmış oldu.

Umut Yeniçağ

AKP’nin ‘Profesyonel’ Oyunu-2

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, bu konuda ''Proje üzerinde Genelkurmay Başkanlığı çalışıyor. Genelkurmay Başkanlığı'nın çalışmaları bize intikal etmedi
Ordu ile AKP birlikte çalışıyor

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, bu konuda ''Proje üzerinde Genelkurmay Başkanlığı çalışıyor. Genelkurmay Başkanlığı'nın çalışmaları bize intikal etmedi ama bizim arkadaşlarımız da hukuki tarafını çalışıyor. Halen elimizde uzman erbaş, uzman onbaşı statüsünü düzenleyen bir kanun var. Bunun içinde mi çözebiliriz? Yoksa yeni bir kanun mu çıkarılması gerekir? Bunu bizim arkadaşlar çalışıyor. Askerlik yönünü de, nasıl olacaklar, nasıl yetişecekler, hangi eğitim kuruluşlarında bunları ne kadar zamanda eğitebiliriz, gibi hususları da Genelkurmay çalışıyor'' dedi.
Muhalefet, AKP’nin özel ordu projesine temkinli yaklaşırken, DTP ise özel ordunun halkla savaşacak bir güç olarak örgütlendiği görüşünde.
Özel orduya dair bir diğer tartışma noktası ise bu güçlerin kime bağlı olacağı. Bu konuda AKP’li yetkililer özel ordunun KKK’na bağlı ocağını söylerken, muhalefet ise JİTEM ve ABD’deki paramiliter güçlere benzeme endişesi taşıdığını ifade etti.  
Muhalefet partilerinden konuya dair bazı görüşler:
MHP Grup Başkanvekili Mehmet Şandır: Profesyonel ordu AB'nin talebidir. Türkiye'de 2 bin 500 yıllık TSK vardır. TSK'nın dışında profesyonel bir ordu oluşturma gayretleri doğru değildir. 
CHP Grup Başkanvekili Akif Hamza çelebi: Bu 'özel ordu' mudur, 'özel birlik' midir, net değil. Özel ordu dediğiniz zaman TSK'nın yapılanması dışında, onun emir ve komuta hiyerarşisi dışında bir başka oluşumdan bahsediyorsunuz demektir. Özel ordu değil Özel birlik olabilir.
Öncelik sınır bölgelerinde 
Yeni profesyonel birliklerin, 2011 Ocak ayından itibaren hudut sınırlarını teslim almaya başlatılması planlanırken; çalışmanın üç yıl içinde tamamlanması öngörülüyor. Komando tugayları ile hudut birliklerinde bulunan, hizmet ve destek unsurları ile şoför gibi diğer faaliyetlerde görevli olan personel, yine şu anki temel askerlik sisteminde 15 aylık askerlik görevini yapan erbaş ve erlerden oluşturulacağı iddia ediliyor. Komando tugaylarında ve sınır birliklerinde istihdam edilecek uzman erbaşların bu birliklerde 5-10 yıl arasında istihdam edilmesi planlanıyor.
5’er yıllık sözleşme
Milli Savunma Bakanlığı ise uzman erbaş statüsünde 5 yıllık sözleşmeli alınması planlanan askerlerin, kıdem tazminatları ve daha sonra kamuda başka bir işe yerleştirilmeleri konularında projenin hukuki yönleri üzerinde çalışmasını sürdürüyor. En fazla 32 yaşına kadar hizmet verecek denilen özel askerlerin, maaş ve tazminatlarının yüksek tutulacağı belirtiliyor.  
AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, TBMM'de 14 Temmuz günü yaptığı açıklamada, şunları kaydetti; ''Konunun boyutları ne olacak, onu bilemiyoruz. Genelkurmay'ın, Milli Savunma Bakanlığı'nın, hükümetin yaptığı çalışmalar sonrası bunun teknik, hukuki boyutları, nasıl, nerede, ne kadar, süresi ne olacak, özlük hakları ne olacak... Bunlarla ilgili çalışmalar yapılacak.” Bozdağ, kurulacak birliklerin TSK’ya bağlı olacağını söyledi.
AKP, özel ordu oluşturmanın yanı sıra sınır bölgelerinde 150 yeni karakol yapmayı planlıyor. Hakkâri sınırına ise 5 bin özel ordu mensubunun görev yapmasını öngörüyor.  
AKP, özel ordunun yanı sıra emniyet bünyesindeki özel harekât gücünün sayısını da arttırmak istiyor.
Bütün bu hazırlıkların ancak savaşa hazırlanan bir devlette gerçekleşebileceğini görmek zor olmasa gerek.
Yılda 3 milyar YTL alacaklar
Milli Savunma Bakanlığı'nın sözleşmeli er tasarısı TBMM'ye gönderildi. Profesyonel orduda paralı asker dönemini başlatacak çalışma, uzman çavuşların görev süresinin uzunluğunu dikkate alıyor. Maliye Bakanlığı tarafından hazırlanan taslaktaki düzenlemeler şöyle: Sözleşmeli erler en az 3 en fazla 7 yıl görev yapacaklar. 2 yılda bir üst rütbeye yükselerek sırasıyla sözleşmeli onbaşı, sözleşmeli çavuş olacak. 1 yılını dolduran sözleşmeli ere 1500 TL, 7 yılını doldurana 1750 TL maaş ödenecek. Görev sürelerini tamamlayanlara her yıl için 5 bin TL ikramiye ödenecek. 
Kaba bir hesapla özel ordunun, Türkiye bütçesine yapacağı ağırlık yılda yaklaşık olarak 3 milyar YTL’yi buluyor. Bir yıl içerisinde askeri harcamaların dışında, sadece paralı askerlere ödenecek ücret 2,7 milyar YTL olacak.
Türk Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın arka bahçesinde filizlenen, beslenen JİTEM ve Hizbul-Kontranın vukuatları ortada. Yasa,  kural ve insanlık tanımaz bu çeteler, Kürdistan’da terör estirdi. Üçlü çetenin el ele vererek estirdiği dehşet, faili meçhuller, eroin ilişkileri, silah kaçakçılığı vb suçlar yeni yeni ortaya çıkıyor. 
Türk ordusu parlamento denetimine açık olmayan, toplumsal denetimin ise bırakın olmasını düşünülemediği, eleştirinin ise hiç olmadığı bir yapılanmadır. Hesap sorma ve hesap vermenin dışındadır. Hataların bedeli ise hiç ödenmez. Kendi içinde işlediği suçları, halka karşı işlenen katliamları ise “iyi çocuklar” denilerek örtbas etmekte meşhurdur. 
Ergenekon soruşturmasının başından bu yana, ordunun içinde yuvalanan sayısız suç örgütü tespit edildi. Sayısız muvazzaf subayın anayasa ihlali gibi ağır suçlara bulaştıkları ortaya çıktı.
Anlaşılan, AKP bu çetelere bir yenisini ekliyor. 
Erdoğan’ın polis sevgisinin kaynağı
Soru şu: eklenecek eklenmesine ama neresine eklenecek?
AKP’nin son dönemde yaptığı bazı düzenlemeleri hatırlayalım: 
- yeni yasal düzenlemeye göre, polisler askerlikten muaf olacak.
- imam hatip mezunları polis olabilecek. ÖSYM’nin yapısını değiştirmek için verilen kanun teklifine göre, imam hatip mezunları polis meslek yüksek okullarına girebilecek. Yeni düzenlemeye göre; polis meslek yüksek okullarında okuma hakkı, ÖSYM tarafından düzenlenen üniversiteye giriş sınavlarında başarılı olan “tüm lise ve dengi okul” mezunlarına verildi.
AKP, polis güçleri içerisinde kadrolaşma faaliyetlerini daha rahat gerçekleştirebilecek.   
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, askerlik muafiyeti için "teşekkür" ziyaretine gelen polislere "emniyet teşkilatımız ileri demokrasinin savunucusudur" sözleri bu bakımdan önemli. 
AKP’nin B Planı özel polisler
Erdoğan’ın içişleri bakanlığına bağlı olan emniyet güçlerine övgüler yağdırması, acaba özel birlikleri emniyet bünyesinde mi kurmak istiyor? Sorusunu akla getiriyor
Bu durum şimdilerde ordu ile hükümet arasında bir gerilim noktası oluyor. 
AKP sesli dile getirmese de, özel orduyu kendisine bağlı bir yapı olarak oluşturmak istiyor. Özel ordu üzerinde söz hakkına sahip olma peşinde.
Bunun en kolay yolu da emniyet kuvvetlerine bağlamak oluyor.  Ancak ordu bunu kabul etmeyeceğe benziyor. Eğer bunu başaramazsa, AKP kendi ordusunu polis güçleri olarak örgütleyecek.  AKP’nin B planı bu ve bunun için harekete geçti bile. Polislik konusunda atılan adımlar bunun işaretleri oluyor. 
AKP, özel ordunun yapacağı işin zaten polisin görev tanımına girdiğini düşünüyor. (İç güvenliğin sağlanması.) 
Ancak bu konuda TSK ile anlaşabilmiş değil. Çünkü Türk Genel Kurmayı;
1-    Para tekelini elinde tutuyor. Bu tekeli kimseyle paylaşmak istemiyor. Türkiye’de savunma harcamalarına büyük bütçeler ayrılıyor. 
2-    Türk ordusu, bütün prestijini savaş gücü olmaktan alıyor. Bu konuda da ortak istemiyor.  
3-    TSK, silah tekelini elinde tutuyor. Bu tekeli başkasıyla paylaşmak istemiyor. 
4-    TSK, bu yönleriyle siyasal iktidarlar üzerinde baskı gücü oluşturuyor. Eğer farklı bir ordu gücü olursa bu ayrıcalıkların yok olacağından korkuyor.  
 Özel ordu AKP’nin fetih politikasının neresinde?
Bu durum, AKP’nin 150 bin kişilik özel orduyu Kürt halkına karşı savaştırmak istediğini gösteriyor. AKP, Kürt sorununu bir asayiş ve güvenlik sorunu olarak algılamaya devam ediyor. AKP, böylece Kürt sorununda yeni bir açılım yapmış oluyor. Özel ordu açılımı!
AKP, bütün Kürt halkını terörist olarak görüyor. Sorunu güvenlik sorunu olarak tanımlıyor ve ona göre adım atıyor.  AKP ile birlikte Türk gladyosu yeniden örgütlendiriliyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Türkiye’deki gladyo örgütlenmesinin AKP ile birlikte “özel gladyoya dönüştüğünü” belirtiyor. 
AKP’nin amacı ‘Yeşil Ergenekon’la Kürdistan’ı fethetmek… Bunun için cemaatleri, Hizbul-Kontra’yı, yeşil sermayeyi devreye koymuş durumdadır. Binlerce özel görevli imamla, irşad ekipleriyle Kürdistan’a çıkarma yapan AKP; birçok Kürtçe TV kurdurdu. AKP, bunlarla kültürel, ekonomik ve sosyal kırım hareketi geliştirirken, Özel- paralı orduyla da Kürdistan’daki bu kuşatmayı tamamlamak istiyor. 
Özel ordu, bu açıdan tek başına bir uygulama olmanın ötesinde; Kürdistan’I siyasal İslam’la kuşatma konseptinin bir ayağı oluyor.

Cihan Özgür

AKP’nin ‘Profesyonel’ Oyunu-1

Türk Genelkurmay Başkanlığı 25 Haziran'da yaptığı açıklamada, Irak sınırında sadece profesyonel askerlerin görev yapması çalışmalarına hız verileceğini duyurmuştu.
Türk Genelkurmay Başkanlığı 25 Haziran'da yaptığı açıklamada, Irak sınırında sadece profesyonel askerlerin görev yapması çalışmalarına hız verileceğini duyurmuştu. Genel Sekreter Tümgeneral Ferit Güler'in konuya dair yaptığı açıklama ise şöyle oldu: “Irak sınırını koruyacak profesyonel askerler, Kara Kuvvetleri'ne bağlı komando tugaylarıyla, Jandarma'ya bağlı bir komando tugayından oluşacak.”
Haziran ayı sonlarında böyle bir açıklamanın yapılması tesadüf değil. Çünkü bu ayın başında KCK yeni bir sürece girdiğini açıkladı. 1 Haziran’dan sonra gerilla eylemleri peş peşe gelmeye başladı. 
KCK, 1 Haziran 2010 tarihinde, ‘stratejik dördüncü dönem’ olarak adlandırdığı bir süreci başlattığını duyurdu. ‘varlığımızı koruyalım, özgürlüğümüzü sağlayalım’ sloganıyla, aktif savunma pozisyonuna geçtiğini ilan eden Kürt hareketi; bundan sonra barış için tek muhatabın Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan olduğunu duyurdu. Bu açıklamayla birlikte, gerillaların eylemlerinde artış yaşandı. Karakol eylemleri özellikle de sabotaj eylemleri yoğunlaşırken, gerilla güçleri Karadeniz ve Amanoslar’a kadar birçok alanda eylem gerçekleştirdi. HPG, kırk gün içinde Türkiye’nin gündemini sarsan üç büyük eylem yaptı. 30 Mayıs’ta İskenderun Deniz Üssü eylemi(7 ölü, üçü ağır 11 yaralı) ile birlikte 19 Haziran’da Gedik Tepe(37 ölü, onlarca yaralı) ve 19 Temmuz 2010’da Han Tepe karakol baskınının(35 ölü, 17 yaralı) yanı sıra, birçok yerde TSK’nın operasyon kollarını vurdu. Sadece Haziran ayında gerilla birlikleri 52 eylem yaptı. Operasyonlar, hava saldırıları ve yaşanan çatışmalar sonucunda Türk ordusu 126 kayıp verdi.  
Özel ordu Türk ordusunun yenilgisinin kanıtı
Bu tablo ile Tayyip Erdoğan’ın Gediktepe eylemi sonrası “AB’nin güvenliği Şemdinli’nin güvenliğinden geçer” açıklaması ile Türk Genel Kurmay Başkanlığı’nın 25 Haziran açıklamasını birleştirdiğimizde şu sonucu net olarak görüyoruz: Türk ordusu gerilla ile yaptığı savaşta başarısız oldu.  
Bu açıklamalar aslında bu sonucun itirafıydı. Türk ordusu ve AKP hükümeti bu süreçten sonra yeni arayışlara girdi. İşte bu yeni arayışların ismi özel ordu veya profesyonel ordu oluyor.  
AKP hükümeti tarafından, Temmuz 2010’da “özel ordu” tartışması başlatıldı. Kimileri buna “profesyonel ordu”, kimileri ise “özel ordu” dedi.
Erdoğan 13 Temmuzda siyasi partileri ikna turuna başladı. Erdoğan, ilk görüşmesini DSP Başkanı Masum Türker ile gerçekleştirdi. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve Kamu Güvenliği Müsteşarı Muammer Gülerin de katıldığı görüşme 85 dakika sürdü. Türker görüşme sonrası, “Referandum ve terör” başlıklı görüşmede referandum konusunun hiç açılmadığını açıkladı. 
Özel ordunun ne olduğunu bu görüşmede Başbakan Erdoğan şu şekilde açıkladı: “Görevi sadece terörle mücadele olacak, uzman erbaşlardan oluşacak bir özel ordunun kurulmasını öngörüyoruz” 
“askerlik yan gelip yatma yeri değil”
Erdoğan daha önce kullandığı ve tepki çeken “askerlik yan gelip yatma yeri değil” ifadelerini aynı görüşmede şu cümlelerle tekrarlamış oldu: “Oraya giden askerler her an şehit olabileceğini bilecek. Hangi koşullarda yaşayacağını bilecek. Bu düzenleme ile askerin istediğini de yapmış oluyoruz.”
Erdoğan’ın bu cümlelerini şöyle okumak mümkün: ‘Türk ordusu hangi koşullarda yaşadığını bilmiyor. TSK da bunu kabul ediyor ve onlar da askerin savaşta başarısız olduğu görüşündeler.’ 
Başbakan Erdoğan, ikinci önlem olarak ise “muhbirlerin sayısının artırılması”nın gerekli olduğunu söyledi. Böylece de TSK’nın istihbarat zaafının olduğunu ve bölgede 24 saat uçuş yapan insansız keşif uçaklarının işe yaramadığını itiraf etti. 
Erdoğan,  Türker ile olan görüşmede profesyonel askerliğin ayrıntılarını şöyle sıraladı:
* Sınır bölgelerinde sadece profesyonel askerler görevlendirilecek.
* Dağda yaşayacak olan bu askerler bölgede 5- 10 yıl arasında görev yapacak.
*Kurulacak özel ordu, PKK ile kendi yöntemleriyle savaşacak.
* Bu askerlerin daha sonra kıdem tazminatları ödenecek ve görevlerine son verilecek.
*Özel orduya bağlı askerlerin maaşı yüksek olacak, görev yaparken şehit düştüklerinde de ailelerine yüklü tazminat verilecek.
*Askerler, çalıştıkları her yıl için de yüklü miktarda tazminat alacaklar.
* Daha sonra ise kamuda başka bir işe girmeleri sağlanacak. Erdoğan’ın gündeme getirdiği bu modelin benzerini, HEPAR Genel Başkanı Emekli
Tümgeneral Osman Pamukoğlu önermiş, gayri-nizami harbin bütün tekniklerini bilen özel eğitimli 20 bin kişinin gerekli olduğunu açıklamıştı.
Paralı,  kelle avcılığı yapacaklar
Bu maddelerden şu sonuçları çıkarabiliriz:
•    Oluşacak olan özel ordu, aslında paralı ordu olacak. Kelle avcılığı yapacak.
•    Bunun için de hiç bir savaş kuralını tanımadan hareket edecek. 
•    Bu orduda yer alacak olan askerler, kirli savaşta kullanıldıktan sonra ordudan alınacak(aslında atılacak)
•    Özel ordunun hiçbir çalışması denetime tabi olmayacak.   
Hükümet ve TSK bu çalışmanın üç yıl içinde tamamlanmasını öngörüyor. Özel orduyu, Komando tugayları ile hudut birliklerinde bulunan, hizmet ve destek unsurları ile şoför gibi diğer faaliyetlerde görevli olan personel, yine şu anki temel askerlik sisteminde 15 aylık askerlik görevini yapan erbaş ve erlerden oluşturmayı hedefliyor.

Cihan Özgür

Geçmişten Gelen Gelenek: İktidar, Devlet ve Ulus-Devlet

Modern çağ, insana hükmetmede büyük gelişimin ve değişimin adıdır. Eskinin mitoloji, din, gelenek üzerine kurulu kutsal itaat söylemleri yerine bunların modern dönüşümleri...
GİRİŞ

Modern çağ, insana hükmetmede büyük gelişimin ve değişimin adıdır. Eskinin mitoloji, din, gelenek üzerine kurulu kutsal itaat söylemleri yerine bunların modern dönüşümleri ile birlikte devlet tarafından kontrol edilen teknik ve bürokratik yöntemlerle insanlara hükmetmeyi başardı. Bu dönüşümle insanların sadece düşüncelerini değil bedenlerini ve hayat alanlarını tamamen düzenleyen modern bir dünya algısını da bireylere dayattı. Bireylerin hayatlarında devletçe düzenlenmemiş hiçbir alan bırakmadı. Modern devlet bireylerin kendisinden kaçabileceği tüm özgürlük alanlarını yok etti. En büyük dayatma olarak da modern olanın ilerlemeci bir ‘zorunluluk’ ve yaşam standardı olarak sunulması oldu. Tarihin, toplumun, medeniyetin ve insanlık olurunun kaçınılmaz tek gerçeğinin bu zorunluluklara boyun eğmek olduğu ilan edildi. İnsanlar, kendisinden aşkın, kutsal ve mutlak amaçların araçları haline dönüştürüldü. İnsan doğasını modern anlamda yeniden dönüştürerek ‘gönüllülük’ esası üzerinden modern iktidar düzenine dayalı ilişkilerine meşruiyet kazandırdı. Doğal olarak bu süreç Rousseau’dan da esinlenerek iktidarın bir haki itaatin ise bir ödev olduğu kabulüyle sonlandırıldı. Bu dönüşüm ile iktidarın var oluş sebepleri değil, eylemlerinin sebepleri meşruiyet konusunu oluşturdu. Meşruiyetin modern biçimde bir kez kurulması bu temel sorunsalı ortadan kaldırdı ve devletin var oluş gerekçeleri tartışma alanlarının dışında bırakıldı. Siyasal iktidarın varlık sebebi bireysel tercihler, bireysel haklar, özgürlükler ve toplumsal rızanın sürekliliğine değil tüm bu olguların var olma gerekçesi siyasal iktidarın var olma ‘zorunluluğuna’ bağlandı. 
 Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan yaptığı tespitte; ‘ Kapitalist uygarlık, önce kendi mitolojik öykülerini yaratarak işe başlamıştır. Çıkar klikleri veya artık-ürün tekelleri bu öyküler olmadan, zorbalıkla ancak birkaç defalık talan gerçekleştirebilir. Kalıcı ve kabul edilebilir olmaları için mutlaka mitolojilere, din ve hukuka ihtiyaçları vardır. Günümüzde ise, tüm bu etkenlerle birlikte üç (s)’lerin, seks, spor ve sanatın popülerleştirilip medya da sunulmasıyla, toplumların zihnen ve duygusal olarak daha da şartlandırılarak yürütülmesiyle kalıcılık ve kabul edilebilirlik kesinleştirilmeye çalışılır’’ diye belirtmektedir.   
Modern çağ, insanlığın karşısına ‘zorunluluk’ yalanları ile çıktı. En büyük zorunluluk olarak meşrulaştırılan devlet ise Hobbes’un ‘egemen güç yokluğu kadar zararlı değildir’ sözü bu meşrulaştırmada anlamını bulmuştur. Modern devlet, yokluğunun doğuracağı kaos korkusu ile insanları ‘daha az kötüye’ boyun eğmeye mecbur kılmıştır. Kaos korkusu her türlü ‘düzen’ inşasına meşruiyet kazandırırken birlik, bütünlük ve uyumun koruyucusu olan siyasal iktidar içinde toplumun ortak düşmanları olan bireysellik, farklılık, parçalanmışlık, uyumsuzluk, bölücülük de bu düzenin dışına atılması gereken ‘daha kötüler’ ilan edildi. İnsan olmanın ortak kimliği ve değerselliği yerine ırk, ulus, devlet, ülke, din, mezhep gibi kategorik alt kimliklerin zorunluluğun esas alındı. Bununla birlikte, siyasal topluluklar oluşturularak bunların kan bağı ile birbirlerine bağlı bir aile oldukları ve yurttaşların birbirlerinin kardeşi olduğu söylemleri hâkim kılındı. Bunun içindir ki kutsallaştırılan ırk, ülke, devlet, lider, ordu mitolojileri Platon’dan miras olarak alınan modern devletin propagandaya dönüşmüş yansımalarından sadece bir kaçıdır. Bu bölümleme aracılığıyla insanlık öznellikleri devletçe bölünmüş ‘ötekiler’ olarak ilan edildi. Bu ötekiler algısı içinde ‘biz’ ve ‘onlar’ arasındaki doğal çatışma kurgusu ‘biz’i ‘onlar’a karşı ortak bir savaş hedefinde ve ideolojik bir çerçevede devlete içkin kıldı. 
Bu çatışma ideolojisi ile iktidarın doğasında var olan egemenlik olgusu tüm modern devletlere hâkim oldu. Modern çağda devlet kendi zorunluluğunun paralelinde halkın sadece politik desteğini değil kayıtsız şartsız sadakatini de sağlamış oldu. Platon, Machiavelli ve Hegel’den esinlenerek bu korku paralelinde şiddet, terör, zulüm, gaddarlık ve baskı modern iktidarın en önemli özelliği olarak ortaya çıktı. Korku ve terör ile önce insanın sonra dünyanın fethini ve bütünsel bir egemenlik kurmayı hedefleyen modern iktidar, ‘yayılma uğruna yayılmayı’, ‘iktidar uğruna iktidarı gerçekleştirmek için işe insanın özünü, doğasını, erdemliliğini ve ahlakını(insanlığını) yok etmekle başladı. Modern devlet, insanın her bir bölümlenmesini kendi bölünmezliğinin aracı kıldı. İnsanı ne kadar küçük bir kategorik kimlik tanımı içine aldıysa o kadar büyüdü. İnsanı ne kadar küçük bir kategorik zaafın içine mahkûm ettiyse o kadar güçlendi. Modern devlet tarihsel ve siyasal olarak insana ve insanlığa karşı ve rağmen konuşlandı. En basitinden insanın doğal hakları bile devletin iradesine bağımlı kılındı. Doğal olarak da bu hakların devlet tarafından gaspı ‘zorunlu’ kötülük, bu hakların tanınması ise bir lutfa dönüştürüldü. 
Modern devlet aracılığıyla ilk kez insanlık ile insan aynı kategorik ayrımda ve en alt kimlik tanımlamalarında buluştu. Hangi ırka ait olduğumuz hangi devlete ait olduğumuzu belirledi ve insanlık onurumuz devletlerin sınırları içinde yaşama zorunluluğuna kurban edildi. İnsanlığın en alt kategorik kimliği olan ırk, insanın en üst(ün) kimliği kabul edildi. Başta insanın doğası olmak üzere öteki dinler, öteki ırklar, öteki uluslar, öteki kültürler, öteki sınıflar bu kimliğin düşmanları ilan edildi. Bu meşruiyet bağlamında hala devletler tek ulusal temsilci, hala uluslar tek mutlak akıl, hala öteki uluslar savaşılması gereken ötekiler, hala ötekiler evrensel aklın egemenliği altına alınması gereken düşmanlar, hala halk kendisine asla güvenilmemesi ve devleti emanet edilmemesi gereken kötü doğalı tehditler, hala tarihin yasalarından devşirilen çatışma-diyalog söylemleri, hala zorunlu eğitim, zorunlu askerlik, zorunlu yurttaşlık, zorunlu demokrasi ve oy verme, hala kutsal anayasa, kutsal kurucu babalar ve atalar ve hala toplumsal hedeflerin ne olduğu ( ulusal çıkar, kamu yararı, ortak akıl, kamu sağlığı, kamusal alan, kamuoyu, halk iradesi vb.) modern söylemleri halka dikte eden mutlak akılların modern iktidarı devam etmektedir.

İKTİDAR NEDİR?

 ‘Devlet’ ve ‘Siyasal olan’ arasındaki ortaklık, her ikisinin de iktidar olgusuna işaret etmesindedir. Antik yönetim biçimlerinin adları, Yunanca da güç, iktidar, sağlamlık anlamına gelen Kratos ve otorite, yetke anlamına gelen Arke sözlerinden gelir: Aristokrasi, Demokrasi, Monarşi, Oligarşi gibi. Buna benzer biçimde sonradan şekillenen ve yine iktidar biçimlerini gösteren diğer bütün adlarda bu iki sözden türemiştir: Fizyokrasi, Bürokrasi, Poliarşi gibi.
 Doğrudan ya da dolaylı biçimde iktidar tanımıyla veya iktidar olgusuyla analize başlamayan siyasal kuram yoktur. Devlet uzun zaman, egemenliğin taşıyıcısı olarak tanımlanmış ve devlet analizi, egemene ait olan erklerin(güçlerin) incelenmesi biçiminde olmuştur. Devlet kuramı, üç erkin(yasama, yürütme ve yargı) ve bunlar arasındaki ilişkilerin açıklanması etrafında döner.
Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan ise iktidarı şöyle tanımlamaktadır: ‘ iktidar tarihsel-toplumsal ve kuramsal ilişkiler toplamıdır. Tarihsel ve toplumsal gelişmenin en hayati dokuları, alanları üzerinde konumlanır ve gelenekselleşmeye çalışır. Geleneksellik kurumsallık anlamını da taşır. İktidarlar en kurumsallaşmış, özen gösterilen, hatta protokole bağlanan toplumsal ilişkiler alanıdır. İlgililerince çok işlevsel kılındıkları için, kurumsallaşma ve biçimlenmesini çok iyi protokollere bağlamak, sürekliliği ve temsiliyeti açısından hayatidir. Örneğin; sultanlık iktidarının inşası, devir ve teslim edilmeleri, ele geçirilmeleri muazzam örüntülerle, simgelerle, protokollerle düzenlenmiştir. Kılık-kıyafetlerinden, yemeklerine, evliliklerinden, ölümlerine kadar her ilişkinin binlerce yıl önce gelenekselleşmiş biçimleri ve kuralları vardır. Bu nedenle herkes dilediği güçle iktidar olamaz. Meşrutiyetinin ancak bu gelenek ve sembollerle önemli oranda sağlandığının bilincindedir.
Siyaset kuramında üç ayrı bakış açısı temelinde şekillenen üç ayrı iktidar kuramı vardır. Bunlar: Özdekçi, Öznel ve İlişkisel iktidar kuramlarıdır.

A-ÖZDEKÇİ İKTİDAR YAKLAŞIMI: 

En önemli temsilcisi Hobbes olan bu yaklaşımda iktidar, herhangi bir mal gibi sahip olunan ve kullanılan bir şey olarak düşünülür. Örneğin Hobbes, 1651 yılında, ‘ iktidar, insanın sahip olduğu ve gelecekte açık bir fayda elde etmesini sağlayacak bir araçtır’ diye belirtir. Bu araç, sağlamlık ve zekâ gibi doğuştan getirilen yeteneklerden oluşabileceği gibi, servet gibi sonradan da elde edilebilinir. Ancak doğuştan gelmesi veya sonradan elde edilmesi, iktidarın arzulanan şeyi elde etmede bir araç olarak algılanmasını değiştirmez.

B- ÖZNEL İKTİDAR YAKLAŞIMI:

Bu kuramın bilinen temsilcisi ise John Locke’tur. Lokce’a göre iktidar, hedeflere ulaşmada kullanılan bir araç olmaktan çok, öznenin belli sonuçlar yaratabilme kapasitesidir. ‘ ateşin madenleri eritme gücü(iktidarı) vardır’ demekle ‘egemenlerin yasalar koyma ve böylece uyruklarının eylemlerini etkileme gücü(iktidarı) vardır’ demek arasında hiçbir fark yoktur olmadığını belirtmektedir.

C- İLİŞKİSEL İKTİDAR YAKLAŞIMI:

Bugün en yaygın olan iktidar anlayışı, bu kurama dayanmaktadır. Buna göre iktidar, iki öznenin(kişinin ya da grubun) arasındaki, birinin diğerinden belli bir davranışı edindiği bir ilişkidir. Bu yaklaşımın başat temsilcilerinden Robert Dahl, iktidarla ilgili şu tanımı yapar: ‘etki(iktidarı da kapsayan bir terim), aktörler arasındaki, bir aktörün diğer aktörleri başka türlü olsaydı davranmayacakları bir biçimde davranmaya yönelttiği bir ilişki biçimidir.’ İktidar buradaki gibi iki aktör arasında bir ilişki olarak tanımlandığında, özgürlükle sıkı bir bağ içindedir. Öyle ki birinin tanınması, diğerinin yadsınması olmaktadır.

    İKTİDARIN TEMELLLERİ VE MEŞRULUK SORUNU

Siyasal iktidarın kuramsallaştırılmasında sırasıyla üç soru önemlidir: Siyasal iktidar nedir? Siyasal iktidarı diğer iktidar biçimlerinden ayıran nitelikler nelerdir? Siyasal İktidarın haklılığının kaynağı nerededir?
Klasik siyaset kuramı, iktidarın temelini sorgularken yalnızca zora dayalı iktidarın haklılaştırılması düşüncesini yadsır. Meşru ve gayri-meşru iktidar arasında ayrım yapar. 
Burada sorulan anahtar soru şu olmalıdır?
‘eğer iktidar sınırlı biçimde zor temelinde kurulursa o zaman siyasal iktidarı soyguncular çetesinin iktidarından nasıl ayırabiliriz?
 St. Augustine, söyle ifade etmektedir:
‘ adalet olmasaydı krallıklar soyguncu çetelerinden başka ne olabilirdi ki?
İskender ile korsan arasındaki ünlü atışma aradaki ayrımın ne kadar ince olduğunu bize göstermektedir. ‘ kralın kendisine neden denizleri istila ettiğini sorması üzerine korsan yanıt verir: ‘ senin toprağı (yeryüzünü) istila etmenle aynı neden. Fakat ben küçük bir filoyla bu işi yaptığımdan bana korsan, sense büyük bir filoyla bu işi yaptığından sana da kral diyorlar.’
Pek çok düşünür için adalet gücün meşru kullanımıyla haksız kullanımı arasındaki sınırı çizen anahtar kavramdır.
Platon’da Devlet, Rousseau da Toplum Sözleşmesi adlı eserlerinin başında adalet ve güç/zor arasındaki ilişkiyi tartışırlar. Hem Sokrates, hem de Rousseau güçlünün haklı olduğu tezini reddeder. Hobbes, uyrukların güvenliğini sağlamak(ki bu devletin en yüce hedefidir) ve sonuçta siyasal iktidarı tesis etmek için, bir kişi ya da kurulun devlet içinde ‘meşru olarak iktidarı elinde bulundurmasının’ gerekli olduğunu savunmuştur.
İktidara bu şekilde etik veya yasal bir nitelik yüklenmesi, iyi siyasal iktidarla kötü siyasal iktidar(iktidarın gasp edilmesi anlamında) arasında yüzyıllardır varlığını sürdüren ayrıma temel oluşturmuştur. Bu ayrımın siyasal sorumluluk sorunu konusunda önemli sonuçları olmuştur. Hatta mutlak itaatin kuramcısı olarak bilinen Hobbes bile, iktidarı gasp edenin(gayri meşru prensin) düşman olarak kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur. Üstün iktidarın ( yani siyasal iktidarın) etik bir haklılığı (ya da yasal-hukuki bir temeli) olması gerektiği olgusu çeşitli meşruluk ilkelerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Meşruluk, iktidarı elinde tutanın buyruk verme hakkını ve uyruğun buyruklara itaat etme ödevini haklı kılan bir temelin arandığı farklı yollara işaret etmektedir.
Rönesans ve Aydınlanma döneminin ürünü olarak doğa biliminin her alanda kullanılmaya başlanmasıyla birlikte siyasette de yeni bir yaklaşım gelişmiştir. Siyasal alan, bir rastlantılar alanı değil, doğal ilkelerden oluşan doğal haklara tabi bir alandır. Stoa felsefesine kadar geriye giden doğal düzen kurgularından yola çıkılarak toplum ve devlet felsefesi geliştirilmiştir. Bu anlayışın merkezinde ise insana ve insan aklına olan büyük güven yer almaktadır. Tüm insanlar doğal haklara sahiptirler ve bu haklardan dolaylı da kendilerini yönetecek iktidarı belirleme hakları vardır. İnsanın bu yeni/modern duruşu, toplumsal düzenin özgür bireysel eylemlerle oluştuğu ve yönetilenlerin gönüllü sözleşmeler aracılığıyla iktidara itaat etmesinin gerekliliği düşüncesini geliştirmiştir. Toplum sözleşmesi ile siyasal iktidarın sadece bir güç odağı olması reddedilerek yanına bir meşruiyet kriteri ki bu kriterin toplumsal onama üzerine kurulması gerektiği konulmuştur. Toplum, yöneticilerinin emir verme, siyasal iktidarı kullanma, cezalandırma gibi haklara sahip olduğuna inanmalı ki bunlara itaat etmeyi görev bilsin. İktidarın bir hak, itaatin ise bir görev olduğunu sağlayacak tek şey ise meşruiyettir.

Modern devlete geçişle birlikte devlet teorisinin en büyük dönüşümü siyasal iktidarın meşruiyet kaynağının toplum sözleşmesi ile devletten alınıp topluma veya bireye verilmesidir. Toplumun ne olduğu sorusu bu dönüşümün en önemli sorusudur. Toplum sözleşmesi kuramlarında toplum, iki farklı tanımlamayla daha doğrusu iki farklı amaçla ele alınır; tek tek bireylerden oluşan(atomistik) bir heterojen yapı ( Hobbes ve Locke) veya bir, bütün, tek bir homojenik kütle(Rousseau). Birinci tanımda birey için devlet ya tüm haklarını devrettiği bir canavar( Hobbes ) ya da tüm haklarının teminatı bir hakem ( Locke ) olarak karşımıza çıkar. İkinci tanımda ise toplum için devlet genel iradenin somutlaştığı egemen güçtür(Rousseau). Modern devlet kuramının kökenini oluşturan toplum sözleşmesi teorilerinin bu denli farklılaşması bize amaç/niçin-araç/nasıl bağlamında modern devletlerin de ne denli farklılaşabileceğini gösterir.
Hobbes, Locke ve Rousseau toplum sözleşmesi kuramları ile meşruiyete toplumsal ve bireysel olarak rasyonel gerekçeler arayışına girmişlerdir. Onları modern devlet kuramcıları yapan da bu arayışlarıdır. Siyasal iktidarın meşruluğu dinsel, mitolojik veya geleneksel bağlılıklarda değil, bireylerin ona olan itaatinin karşılıklı bir uzlaşmaya dayanıyor olmasındadır. Modern devlet bu söylemlerle meşruiyetini, aşkın temel yasalar yerine tamamen toplumsal ve bireysel rıza arayışında gerçekleştirmiştir. Siyasal iktidarın kendinden menkul meşruiyet anlayışı yerine toplumsal ve bireysel alandan kaynaklanan meşruiyet yasaları getirmişlerdir: ‘ güvenlik, uzlaşma, toplumsal rıza/konsensüs, özgürlük, eşitlik, bireycilik ve mülkiyet’. Artık siyasal iktidarın yasaları bunlar olacaktır. Siyasal iktidarın meşruiyet yasası, bu ilkelerin gerçekleştirilmesine dönüştürülmüştür. Ama bu toplumsal sözleşmenin amaçsallığı doğrultusunda ve onun emri altında olacaktır. Bu gelenek de Hobbes ile başlayan modern devlet düşüncesinden başka bir şey değildir.

DEVLET YA DA ULUS-DEVLET

Ulus, ulus-devlet ve ulusçuluk doğal olmayan bir takım koşulların neticesinde üretilmiş suni kavramlardır. Ulus, bir toplumsallık biçimini ifade eder ve bu toplumda, insanları hem kültürel hem de siyasi niteliğe sahip bir kimlik bir arada tutabilir.( A.Giddens 2005)
Bu kimliğin inşasının, toplum üzerinde egemenlik kurarak devleti oluşturan sınıfın çıkarlarına uygun olmasına ise önem gösterilir. Bu sebeple modern ulus-devletin var oluşu, tek tip bir insan modeli üzerinden homojen bir ulus inşa edebilmesine bağlıdır. 
Bu bağlamda Sayın Öcalan’ın belirlemesi önemlidir: ‘ ulus-devlet siyasi alanda da tek tipleşmeye özen gösterir. Farklı ulusal kimliklere yer olmadığı gibi, farklı siyasi oluşumlara da yer vermez. Merkezi devletten, diğer deyişle üniter yapı olarak da adlandırılan devletten kasıt, demokratikleşmenin temel koşullarından olan kendi farklılıkları temelinde siyaset yapmayı olanaksızlaştırmaktır. Bunu devletin bütünlüğüne tehdit sayar. Ulus-devlet sadece birey bazında tek tipleşmeyi yaratmakla kalmaz; tüm toplumsal bütünlüklere de tek tipleşmiş bir zihniyet ve duygu dünyasını aşılar. Böylelikle kendi iktidarını hem tüm topluma yayar, hem de tek tip toplumu, ulus-devlet toplumunu yaratmış olur.  
Yine Sayın Öcalan ulus-devleti ; ‘ kapitalist modernite döneminde toplumun tüm bütünlüğüne yayılmış iktidar aygıtlarının ve vatandaş denilen bireylerin hukuki çerçeve içindeki birliğine ulus-devlet demek mümkündür. Buradaki belirleyici kavram, toplumun tümüne yayılmış iktidar olgusudur. Daha önceki tüm devletlerin meşruiyeti kendi kurum ve kadroları ile sınırlıydı. Ulus-devlette bu sınır aşılır. Vatandaş denilen veya devletin kendi ideolojik, kurumsal ve ekonomik çıkarlarına göre oluşturmak istediği bireylerin, sanki devletin hak ve görevleri olan birer üyesiymiş gibi devletleştirilmesi, ulus-devletin özüdür. Vatandaşın oluşturulması, ulus devletin en çok önem verdiği konuların başında gelmektedir. Bunun için ideolojik, siyasi, ekonomik, hukuki, kültürel, cinsiyet, askerlik, din, eğitim, medya gibi birçok unsurdan yararlanmaya çalışır’ diye tanımlamaktadır.
Max Weber’e göre; ‘ Devlet, belli bir ülkede fiziksel güç kullanma tekelini meşru biçimde elinde tutan insan topluluğudur.’
Weber’in tanımında öngördüğü, egemen ulus-devletlerden oluşan dünyanın bir parçası olan bu yönetim ve devlet modeli, yeni bir oluşumdur. Ulus-devlet, Ortaçağın sonlarında ve Yeniçağın başlarında Avrupa’da feodalitenin çöküşü ve kilisenin siyasal nüfuzunun kırılışı ile birlikte ortaya çıkmıştır. Ulus-devlet, dağınık ve çatışan otoriteler arasında bölünmüş olan insanları ülke ve ulus kavramları arasında toplayan bir oluşumdur. 1919 Versailles anlaşmasına kadar Avrupa’da ulus-devletlerin oluşturduğu dünya modeline uygun bir yapılanma tamamlanmış değildir.
Ulus-devletler meşruluklarının kaynağını, ‘her ulusun kendi kaderini belirleme hakkına sahip olması’ ilkesinden alır. Bir ulusun üyeleri, kendi geleneklerine ve kültürlerine uygun bir hukuk sistemi çerçevesinde hareket eden bir yönetimin varlığına rıza gösterirler. Bu düşüncenin açık biçimde ifade edilişi, 18. yüzyıl sonlarında Fransız ve Amerikan devrimleri ile mümkün olmuştur.
Ulusun bir devlet aygıtı aracılığıyla karar aldığı yönetim modeli olarak ulus-devlet, yönetimi oluşturan farklı kurumların anayasal işleyişleri sonucunda ortaya çıkan uygulamaları ‘ulusun kararı’ sayar.
Platonun Devlet Adamından, Machiavelli’nin Hükümdar’ına uzanan uzun gelenek içinde siyasal düşünürler devleti esas olarak yönetenlerin bakış açısından görmüşlerdir.
Bu gelenek içinde, topluma alttakiler açısından bakan bir perspektifin tamamen yok olduğu söylenemez. Siyasal topluma, çıkarlar, gereksinimler, haklar ve hükümetten sağlanacak fayda açısından yaklaşan perspektif unutulmuş değildir. Ancak siyasal söylemde, siyasal ilişkinin betimlenmesinde sık sık sürüsünü güden çoban, uşaklarına buyruk veren efendi, çocuklarına bakan ebeveyn gibi benzetmelerin kullanılıyor olması, hangi perspektifin egemen olduğunu açıkça göstermektedir.
Modern çağın başlarında bireyin doğal haklarının keşfi tam bir dönüm noktası olmuştur. Bu haklar, herhangi bir siyasal toplumun ve bu toplumun iktidar yapısının oluşumunu önceler. Ailenin ve aristokratik toplumun tersine siyasal toplum, karşılıklı sözleşmeyle toplum içinde yaşamaya ve bir toplum yönetimi oluşturmaya karar veren bireylerin gönüllü bir yapıntısı olarak kabul edilmeye başlar. 
Tam da bu nokta da Rousseau; toplumsal olaylarda her şeyin en sonunda siyasete bağlı olduğu düşüncesindedir. O, toplumun kusurlu kuruluşuyla ilgili olarak çöküşünü algılamış ve daha sonra belirttiği üzere, bir siyasal tezin planını buradan tasarlamaya başlamıştır. Bu, insan karakterinin her zaman hükümet tarafından biçimlendirildiği gözleminden hareket eden bir tezdir. Ortaya koyduğu düşünceye göre; ‘biz sadece yönetenlerin bizi yaptığı gibiyiz ve bu yüzden kusurlarımız insan doğasından değil, aksine kötü yönetilmiş olduğumuzdan kaynaklanmaktadır.’ Rousseau, ‘Toplum Sözleşmesi’nin hemen başında ‘insan özgür doğar ama her yerde zincirlere vurulmuştur’ ifadesine yer verir. 
Modern çağın tam da merkezinde olan Rousseau, halkın yaratacağı bir devletten, siyaset aracılığıyla devletin yaratacağı bir halka geçiş düşünürüdür. Hobbes’ta Leviathan’ı yaratan halk, Rousseau da yerini devletin yarattığı halka bırakır. Hobbes’un sorunu mutlak bir İKTİDAR kurmak iken, Rousseau’nun sorunu sarsılmaz bir meşruiyete dayalı mutlak bir İTAAT kurmaktır. Rousseau; iktidara değil, itaate mutlaklık aramaktadır.
Rousseau, mutlak egemen bir devlet inşa etmek için aydınlanma çağının tek tek yok ettiği eski silahları modern bağlamda yeniden üretecektir. Modern meşruiyet kaynaklarını geleneksel kaynakları revize ederek kurgulayan Rousseau, özellikle dini, tarihi ve kolektif düşünceyi yardımına çağırır. Çünkü modern devletin artık iktidara değil çok güçlü bir İTAATE ihtiyacı vardır.
‘’Egemen, herkesin bir ve aynı kişilikte gerçekten birleşmesidir. Devletin özü o kişide toplanmıştır, onun dışında kalan herkes onun uyruğudur.’’ 

SONUÇ
Siyasal iktidarın meşruluğu, artık kendisini belirlediği ilkeler ile değil kendisini kuran toplumun ilkeleriyle uzlaşması olarak algılanmaktadır. Modern devletin bireyi/toplumu düzenlemek için gereken meşru güç kullanma tekeli de böylece ele geçirilmiştir.
Siyasal iktidar toplumsal rızaya dönüşmedikçe bir zoru, bir zorunluluğu ve bir zorbalığı temsil etmektedir. Bu yüzden tüm siyasal iktidarların temel problemi, bireysel onama ve toplumsal rıza arayışıdır. Aslında siyasal düşünceler tarihi, siyasal iktidarların kendilerini haklılaştırma ve rasyonelleştirme tarihinden başka bir şey değildir. 
Günümüzde hala modern iktidar düşüncesi ekseninde toplumu bir bütün olarak kontrol edip düzenleyen ve baskı araçlarıyla süreklilik sağlayan siyasal bir sistem söz konusudur. Bu sistem özellikle teknolojinin, ordunun, bürokrasinin, iletişim araçlarının ve eğitim kurumlarının kullanılmasıyla bir bütün olarak toplumsal mobilizasyonunu sağlayan bir sistemdir. Demokrasiyi sadece seçim olgusuna indirgeyerek evrensel demokratik değerler olan siyasal iktidarın denetimi, keyfiliğin önlenmesi, siyasal katılımın özgür sivil toplumsal kurumlar aracılığıyla örgütlenmesi, farklı ideolojik yaklaşımların kendini ifade özgürlüğü, muhalefetin özgürce siyasal iktidarı eleştirmesi ilkelerinin göz ardı edildiği ve tek bir ideolojik hegemonya içerisinde siyasal yaşamın düzenlendiği devlet modelinin var olduğu bir sistemdir.  
Unutulmamalıdır ki, siyasetin işlevi, bireylerin siyasal iktidar ilişkilerine katılmasıdır, siyasal iktidarın bireylerin ilişkilerine katılması değil. Birey ve bireysel tercihlerin amaçlandığı siyaset algılamasında; siyasal katılım, konsensüs, bireysel çıkarlar ve temsil olguları toplumsal rıza ve siyasal istikrarın olmazsa olmazı olan meşruiyet ilkeleri kabul edilir. Siyaset; ister insanların doğalarından gelen farklılıklar, tercihler ve taraftarlıklar, isterse toplumsal, sınıfsal, dinsel, geleneksel, ideolojik ilke, değer ve çıkar çatışmaları olsun, bu farklılıkların ve çatışmaların yok edilmesi üzerine değil, eşit ve özgür bir ortamda uzlaştırılması üzerine kuruludur. Farklılıkları yok etme üzerine kurulu tüm uğraşlar, despotizm olarak adlandırılmalıdır.    

Ali Rizgar