GİRİŞ
Modern çağ, insana hükmetmede büyük gelişimin ve değişimin adıdır. Eskinin mitoloji, din, gelenek üzerine kurulu kutsal itaat söylemleri yerine bunların modern dönüşümleri ile birlikte devlet tarafından kontrol edilen teknik ve bürokratik yöntemlerle insanlara hükmetmeyi başardı. Bu dönüşümle insanların sadece düşüncelerini değil bedenlerini ve hayat alanlarını tamamen düzenleyen modern bir dünya algısını da bireylere dayattı. Bireylerin hayatlarında devletçe düzenlenmemiş hiçbir alan bırakmadı. Modern devlet bireylerin kendisinden kaçabileceği tüm özgürlük alanlarını yok etti. En büyük dayatma olarak da modern olanın ilerlemeci bir ‘zorunluluk’ ve yaşam standardı olarak sunulması oldu. Tarihin, toplumun, medeniyetin ve insanlık olurunun kaçınılmaz tek gerçeğinin bu zorunluluklara boyun eğmek olduğu ilan edildi. İnsanlar, kendisinden aşkın, kutsal ve mutlak amaçların araçları haline dönüştürüldü. İnsan doğasını modern anlamda yeniden dönüştürerek ‘gönüllülük’ esası üzerinden modern iktidar düzenine dayalı ilişkilerine meşruiyet kazandırdı. Doğal olarak bu süreç Rousseau’dan da esinlenerek iktidarın bir haki itaatin ise bir ödev olduğu kabulüyle sonlandırıldı. Bu dönüşüm ile iktidarın var oluş sebepleri değil, eylemlerinin sebepleri meşruiyet konusunu oluşturdu. Meşruiyetin modern biçimde bir kez kurulması bu temel sorunsalı ortadan kaldırdı ve devletin var oluş gerekçeleri tartışma alanlarının dışında bırakıldı. Siyasal iktidarın varlık sebebi bireysel tercihler, bireysel haklar, özgürlükler ve toplumsal rızanın sürekliliğine değil tüm bu olguların var olma gerekçesi siyasal iktidarın var olma ‘zorunluluğuna’ bağlandı.
Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan yaptığı tespitte; ‘ Kapitalist uygarlık, önce kendi mitolojik öykülerini yaratarak işe başlamıştır. Çıkar klikleri veya artık-ürün tekelleri bu öyküler olmadan, zorbalıkla ancak birkaç defalık talan gerçekleştirebilir. Kalıcı ve kabul edilebilir olmaları için mutlaka mitolojilere, din ve hukuka ihtiyaçları vardır. Günümüzde ise, tüm bu etkenlerle birlikte üç (s)’lerin, seks, spor ve sanatın popülerleştirilip medya da sunulmasıyla, toplumların zihnen ve duygusal olarak daha da şartlandırılarak yürütülmesiyle kalıcılık ve kabul edilebilirlik kesinleştirilmeye çalışılır’’ diye belirtmektedir.
Modern çağ, insanlığın karşısına ‘zorunluluk’ yalanları ile çıktı. En büyük zorunluluk olarak meşrulaştırılan devlet ise Hobbes’un ‘egemen güç yokluğu kadar zararlı değildir’ sözü bu meşrulaştırmada anlamını bulmuştur. Modern devlet, yokluğunun doğuracağı kaos korkusu ile insanları ‘daha az kötüye’ boyun eğmeye mecbur kılmıştır. Kaos korkusu her türlü ‘düzen’ inşasına meşruiyet kazandırırken birlik, bütünlük ve uyumun koruyucusu olan siyasal iktidar içinde toplumun ortak düşmanları olan bireysellik, farklılık, parçalanmışlık, uyumsuzluk, bölücülük de bu düzenin dışına atılması gereken ‘daha kötüler’ ilan edildi. İnsan olmanın ortak kimliği ve değerselliği yerine ırk, ulus, devlet, ülke, din, mezhep gibi kategorik alt kimliklerin zorunluluğun esas alındı. Bununla birlikte, siyasal topluluklar oluşturularak bunların kan bağı ile birbirlerine bağlı bir aile oldukları ve yurttaşların birbirlerinin kardeşi olduğu söylemleri hâkim kılındı. Bunun içindir ki kutsallaştırılan ırk, ülke, devlet, lider, ordu mitolojileri Platon’dan miras olarak alınan modern devletin propagandaya dönüşmüş yansımalarından sadece bir kaçıdır. Bu bölümleme aracılığıyla insanlık öznellikleri devletçe bölünmüş ‘ötekiler’ olarak ilan edildi. Bu ötekiler algısı içinde ‘biz’ ve ‘onlar’ arasındaki doğal çatışma kurgusu ‘biz’i ‘onlar’a karşı ortak bir savaş hedefinde ve ideolojik bir çerçevede devlete içkin kıldı.
Bu çatışma ideolojisi ile iktidarın doğasında var olan egemenlik olgusu tüm modern devletlere hâkim oldu. Modern çağda devlet kendi zorunluluğunun paralelinde halkın sadece politik desteğini değil kayıtsız şartsız sadakatini de sağlamış oldu. Platon, Machiavelli ve Hegel’den esinlenerek bu korku paralelinde şiddet, terör, zulüm, gaddarlık ve baskı modern iktidarın en önemli özelliği olarak ortaya çıktı. Korku ve terör ile önce insanın sonra dünyanın fethini ve bütünsel bir egemenlik kurmayı hedefleyen modern iktidar, ‘yayılma uğruna yayılmayı’, ‘iktidar uğruna iktidarı gerçekleştirmek için işe insanın özünü, doğasını, erdemliliğini ve ahlakını(insanlığını) yok etmekle başladı. Modern devlet, insanın her bir bölümlenmesini kendi bölünmezliğinin aracı kıldı. İnsanı ne kadar küçük bir kategorik kimlik tanımı içine aldıysa o kadar büyüdü. İnsanı ne kadar küçük bir kategorik zaafın içine mahkûm ettiyse o kadar güçlendi. Modern devlet tarihsel ve siyasal olarak insana ve insanlığa karşı ve rağmen konuşlandı. En basitinden insanın doğal hakları bile devletin iradesine bağımlı kılındı. Doğal olarak da bu hakların devlet tarafından gaspı ‘zorunlu’ kötülük, bu hakların tanınması ise bir lutfa dönüştürüldü.
Modern devlet aracılığıyla ilk kez insanlık ile insan aynı kategorik ayrımda ve en alt kimlik tanımlamalarında buluştu. Hangi ırka ait olduğumuz hangi devlete ait olduğumuzu belirledi ve insanlık onurumuz devletlerin sınırları içinde yaşama zorunluluğuna kurban edildi. İnsanlığın en alt kategorik kimliği olan ırk, insanın en üst(ün) kimliği kabul edildi. Başta insanın doğası olmak üzere öteki dinler, öteki ırklar, öteki uluslar, öteki kültürler, öteki sınıflar bu kimliğin düşmanları ilan edildi. Bu meşruiyet bağlamında hala devletler tek ulusal temsilci, hala uluslar tek mutlak akıl, hala öteki uluslar savaşılması gereken ötekiler, hala ötekiler evrensel aklın egemenliği altına alınması gereken düşmanlar, hala halk kendisine asla güvenilmemesi ve devleti emanet edilmemesi gereken kötü doğalı tehditler, hala tarihin yasalarından devşirilen çatışma-diyalog söylemleri, hala zorunlu eğitim, zorunlu askerlik, zorunlu yurttaşlık, zorunlu demokrasi ve oy verme, hala kutsal anayasa, kutsal kurucu babalar ve atalar ve hala toplumsal hedeflerin ne olduğu ( ulusal çıkar, kamu yararı, ortak akıl, kamu sağlığı, kamusal alan, kamuoyu, halk iradesi vb.) modern söylemleri halka dikte eden mutlak akılların modern iktidarı devam etmektedir.
İKTİDAR NEDİR?
İKTİDAR NEDİR?
‘Devlet’ ve ‘Siyasal olan’ arasındaki ortaklık, her ikisinin de iktidar olgusuna işaret etmesindedir. Antik yönetim biçimlerinin adları, Yunanca da güç, iktidar, sağlamlık anlamına gelen Kratos ve otorite, yetke anlamına gelen Arke sözlerinden gelir: Aristokrasi, Demokrasi, Monarşi, Oligarşi gibi. Buna benzer biçimde sonradan şekillenen ve yine iktidar biçimlerini gösteren diğer bütün adlarda bu iki sözden türemiştir: Fizyokrasi, Bürokrasi, Poliarşi gibi.
Doğrudan ya da dolaylı biçimde iktidar tanımıyla veya iktidar olgusuyla analize başlamayan siyasal kuram yoktur. Devlet uzun zaman, egemenliğin taşıyıcısı olarak tanımlanmış ve devlet analizi, egemene ait olan erklerin(güçlerin) incelenmesi biçiminde olmuştur. Devlet kuramı, üç erkin(yasama, yürütme ve yargı) ve bunlar arasındaki ilişkilerin açıklanması etrafında döner.
Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan ise iktidarı şöyle tanımlamaktadır: ‘ iktidar tarihsel-toplumsal ve kuramsal ilişkiler toplamıdır. Tarihsel ve toplumsal gelişmenin en hayati dokuları, alanları üzerinde konumlanır ve gelenekselleşmeye çalışır. Geleneksellik kurumsallık anlamını da taşır. İktidarlar en kurumsallaşmış, özen gösterilen, hatta protokole bağlanan toplumsal ilişkiler alanıdır. İlgililerince çok işlevsel kılındıkları için, kurumsallaşma ve biçimlenmesini çok iyi protokollere bağlamak, sürekliliği ve temsiliyeti açısından hayatidir. Örneğin; sultanlık iktidarının inşası, devir ve teslim edilmeleri, ele geçirilmeleri muazzam örüntülerle, simgelerle, protokollerle düzenlenmiştir. Kılık-kıyafetlerinden, yemeklerine, evliliklerinden, ölümlerine kadar her ilişkinin binlerce yıl önce gelenekselleşmiş biçimleri ve kuralları vardır. Bu nedenle herkes dilediği güçle iktidar olamaz. Meşrutiyetinin ancak bu gelenek ve sembollerle önemli oranda sağlandığının bilincindedir.
Siyaset kuramında üç ayrı bakış açısı temelinde şekillenen üç ayrı iktidar kuramı vardır. Bunlar: Özdekçi, Öznel ve İlişkisel iktidar kuramlarıdır.
A-ÖZDEKÇİ İKTİDAR YAKLAŞIMI:
A-ÖZDEKÇİ İKTİDAR YAKLAŞIMI:
En önemli temsilcisi Hobbes olan bu yaklaşımda iktidar, herhangi bir mal gibi sahip olunan ve kullanılan bir şey olarak düşünülür. Örneğin Hobbes, 1651 yılında, ‘ iktidar, insanın sahip olduğu ve gelecekte açık bir fayda elde etmesini sağlayacak bir araçtır’ diye belirtir. Bu araç, sağlamlık ve zekâ gibi doğuştan getirilen yeteneklerden oluşabileceği gibi, servet gibi sonradan da elde edilebilinir. Ancak doğuştan gelmesi veya sonradan elde edilmesi, iktidarın arzulanan şeyi elde etmede bir araç olarak algılanmasını değiştirmez.
B- ÖZNEL İKTİDAR YAKLAŞIMI:
B- ÖZNEL İKTİDAR YAKLAŞIMI:
Bu kuramın bilinen temsilcisi ise John Locke’tur. Lokce’a göre iktidar, hedeflere ulaşmada kullanılan bir araç olmaktan çok, öznenin belli sonuçlar yaratabilme kapasitesidir. ‘ ateşin madenleri eritme gücü(iktidarı) vardır’ demekle ‘egemenlerin yasalar koyma ve böylece uyruklarının eylemlerini etkileme gücü(iktidarı) vardır’ demek arasında hiçbir fark yoktur olmadığını belirtmektedir.
C- İLİŞKİSEL İKTİDAR YAKLAŞIMI:
C- İLİŞKİSEL İKTİDAR YAKLAŞIMI:
Bugün en yaygın olan iktidar anlayışı, bu kurama dayanmaktadır. Buna göre iktidar, iki öznenin(kişinin ya da grubun) arasındaki, birinin diğerinden belli bir davranışı edindiği bir ilişkidir. Bu yaklaşımın başat temsilcilerinden Robert Dahl, iktidarla ilgili şu tanımı yapar: ‘etki(iktidarı da kapsayan bir terim), aktörler arasındaki, bir aktörün diğer aktörleri başka türlü olsaydı davranmayacakları bir biçimde davranmaya yönelttiği bir ilişki biçimidir.’ İktidar buradaki gibi iki aktör arasında bir ilişki olarak tanımlandığında, özgürlükle sıkı bir bağ içindedir. Öyle ki birinin tanınması, diğerinin yadsınması olmaktadır.
İKTİDARIN TEMELLLERİ VE MEŞRULUK SORUNU
İKTİDARIN TEMELLLERİ VE MEŞRULUK SORUNU
Siyasal iktidarın kuramsallaştırılmasında sırasıyla üç soru önemlidir: Siyasal iktidar nedir? Siyasal iktidarı diğer iktidar biçimlerinden ayıran nitelikler nelerdir? Siyasal İktidarın haklılığının kaynağı nerededir?
Klasik siyaset kuramı, iktidarın temelini sorgularken yalnızca zora dayalı iktidarın haklılaştırılması düşüncesini yadsır. Meşru ve gayri-meşru iktidar arasında ayrım yapar.
Burada sorulan anahtar soru şu olmalıdır?
‘eğer iktidar sınırlı biçimde zor temelinde kurulursa o zaman siyasal iktidarı soyguncular çetesinin iktidarından nasıl ayırabiliriz?
St. Augustine, söyle ifade etmektedir:
‘ adalet olmasaydı krallıklar soyguncu çetelerinden başka ne olabilirdi ki?
İskender ile korsan arasındaki ünlü atışma aradaki ayrımın ne kadar ince olduğunu bize göstermektedir. ‘ kralın kendisine neden denizleri istila ettiğini sorması üzerine korsan yanıt verir: ‘ senin toprağı (yeryüzünü) istila etmenle aynı neden. Fakat ben küçük bir filoyla bu işi yaptığımdan bana korsan, sense büyük bir filoyla bu işi yaptığından sana da kral diyorlar.’
Pek çok düşünür için adalet gücün meşru kullanımıyla haksız kullanımı arasındaki sınırı çizen anahtar kavramdır.
Platon’da Devlet, Rousseau da Toplum Sözleşmesi adlı eserlerinin başında adalet ve güç/zor arasındaki ilişkiyi tartışırlar. Hem Sokrates, hem de Rousseau güçlünün haklı olduğu tezini reddeder. Hobbes, uyrukların güvenliğini sağlamak(ki bu devletin en yüce hedefidir) ve sonuçta siyasal iktidarı tesis etmek için, bir kişi ya da kurulun devlet içinde ‘meşru olarak iktidarı elinde bulundurmasının’ gerekli olduğunu savunmuştur.
İktidara bu şekilde etik veya yasal bir nitelik yüklenmesi, iyi siyasal iktidarla kötü siyasal iktidar(iktidarın gasp edilmesi anlamında) arasında yüzyıllardır varlığını sürdüren ayrıma temel oluşturmuştur. Bu ayrımın siyasal sorumluluk sorunu konusunda önemli sonuçları olmuştur. Hatta mutlak itaatin kuramcısı olarak bilinen Hobbes bile, iktidarı gasp edenin(gayri meşru prensin) düşman olarak kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur. Üstün iktidarın ( yani siyasal iktidarın) etik bir haklılığı (ya da yasal-hukuki bir temeli) olması gerektiği olgusu çeşitli meşruluk ilkelerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Meşruluk, iktidarı elinde tutanın buyruk verme hakkını ve uyruğun buyruklara itaat etme ödevini haklı kılan bir temelin arandığı farklı yollara işaret etmektedir.
Rönesans ve Aydınlanma döneminin ürünü olarak doğa biliminin her alanda kullanılmaya başlanmasıyla birlikte siyasette de yeni bir yaklaşım gelişmiştir. Siyasal alan, bir rastlantılar alanı değil, doğal ilkelerden oluşan doğal haklara tabi bir alandır. Stoa felsefesine kadar geriye giden doğal düzen kurgularından yola çıkılarak toplum ve devlet felsefesi geliştirilmiştir. Bu anlayışın merkezinde ise insana ve insan aklına olan büyük güven yer almaktadır. Tüm insanlar doğal haklara sahiptirler ve bu haklardan dolaylı da kendilerini yönetecek iktidarı belirleme hakları vardır. İnsanın bu yeni/modern duruşu, toplumsal düzenin özgür bireysel eylemlerle oluştuğu ve yönetilenlerin gönüllü sözleşmeler aracılığıyla iktidara itaat etmesinin gerekliliği düşüncesini geliştirmiştir. Toplum sözleşmesi ile siyasal iktidarın sadece bir güç odağı olması reddedilerek yanına bir meşruiyet kriteri ki bu kriterin toplumsal onama üzerine kurulması gerektiği konulmuştur. Toplum, yöneticilerinin emir verme, siyasal iktidarı kullanma, cezalandırma gibi haklara sahip olduğuna inanmalı ki bunlara itaat etmeyi görev bilsin. İktidarın bir hak, itaatin ise bir görev olduğunu sağlayacak tek şey ise meşruiyettir.
Modern devlete geçişle birlikte devlet teorisinin en büyük dönüşümü siyasal iktidarın meşruiyet kaynağının toplum sözleşmesi ile devletten alınıp topluma veya bireye verilmesidir. Toplumun ne olduğu sorusu bu dönüşümün en önemli sorusudur. Toplum sözleşmesi kuramlarında toplum, iki farklı tanımlamayla daha doğrusu iki farklı amaçla ele alınır; tek tek bireylerden oluşan(atomistik) bir heterojen yapı ( Hobbes ve Locke) veya bir, bütün, tek bir homojenik kütle(Rousseau). Birinci tanımda birey için devlet ya tüm haklarını devrettiği bir canavar( Hobbes ) ya da tüm haklarının teminatı bir hakem ( Locke ) olarak karşımıza çıkar. İkinci tanımda ise toplum için devlet genel iradenin somutlaştığı egemen güçtür(Rousseau). Modern devlet kuramının kökenini oluşturan toplum sözleşmesi teorilerinin bu denli farklılaşması bize amaç/niçin-araç/nasıl bağlamında modern devletlerin de ne denli farklılaşabileceğini gösterir.
Modern devlete geçişle birlikte devlet teorisinin en büyük dönüşümü siyasal iktidarın meşruiyet kaynağının toplum sözleşmesi ile devletten alınıp topluma veya bireye verilmesidir. Toplumun ne olduğu sorusu bu dönüşümün en önemli sorusudur. Toplum sözleşmesi kuramlarında toplum, iki farklı tanımlamayla daha doğrusu iki farklı amaçla ele alınır; tek tek bireylerden oluşan(atomistik) bir heterojen yapı ( Hobbes ve Locke) veya bir, bütün, tek bir homojenik kütle(Rousseau). Birinci tanımda birey için devlet ya tüm haklarını devrettiği bir canavar( Hobbes ) ya da tüm haklarının teminatı bir hakem ( Locke ) olarak karşımıza çıkar. İkinci tanımda ise toplum için devlet genel iradenin somutlaştığı egemen güçtür(Rousseau). Modern devlet kuramının kökenini oluşturan toplum sözleşmesi teorilerinin bu denli farklılaşması bize amaç/niçin-araç/nasıl bağlamında modern devletlerin de ne denli farklılaşabileceğini gösterir.
Hobbes, Locke ve Rousseau toplum sözleşmesi kuramları ile meşruiyete toplumsal ve bireysel olarak rasyonel gerekçeler arayışına girmişlerdir. Onları modern devlet kuramcıları yapan da bu arayışlarıdır. Siyasal iktidarın meşruluğu dinsel, mitolojik veya geleneksel bağlılıklarda değil, bireylerin ona olan itaatinin karşılıklı bir uzlaşmaya dayanıyor olmasındadır. Modern devlet bu söylemlerle meşruiyetini, aşkın temel yasalar yerine tamamen toplumsal ve bireysel rıza arayışında gerçekleştirmiştir. Siyasal iktidarın kendinden menkul meşruiyet anlayışı yerine toplumsal ve bireysel alandan kaynaklanan meşruiyet yasaları getirmişlerdir: ‘ güvenlik, uzlaşma, toplumsal rıza/konsensüs, özgürlük, eşitlik, bireycilik ve mülkiyet’. Artık siyasal iktidarın yasaları bunlar olacaktır. Siyasal iktidarın meşruiyet yasası, bu ilkelerin gerçekleştirilmesine dönüştürülmüştür. Ama bu toplumsal sözleşmenin amaçsallığı doğrultusunda ve onun emri altında olacaktır. Bu gelenek de Hobbes ile başlayan modern devlet düşüncesinden başka bir şey değildir.
DEVLET YA DA ULUS-DEVLET
DEVLET YA DA ULUS-DEVLET
Ulus, ulus-devlet ve ulusçuluk doğal olmayan bir takım koşulların neticesinde üretilmiş suni kavramlardır. Ulus, bir toplumsallık biçimini ifade eder ve bu toplumda, insanları hem kültürel hem de siyasi niteliğe sahip bir kimlik bir arada tutabilir.( A.Giddens 2005)
Bu kimliğin inşasının, toplum üzerinde egemenlik kurarak devleti oluşturan sınıfın çıkarlarına uygun olmasına ise önem gösterilir. Bu sebeple modern ulus-devletin var oluşu, tek tip bir insan modeli üzerinden homojen bir ulus inşa edebilmesine bağlıdır.
Bu bağlamda Sayın Öcalan’ın belirlemesi önemlidir: ‘ ulus-devlet siyasi alanda da tek tipleşmeye özen gösterir. Farklı ulusal kimliklere yer olmadığı gibi, farklı siyasi oluşumlara da yer vermez. Merkezi devletten, diğer deyişle üniter yapı olarak da adlandırılan devletten kasıt, demokratikleşmenin temel koşullarından olan kendi farklılıkları temelinde siyaset yapmayı olanaksızlaştırmaktır. Bunu devletin bütünlüğüne tehdit sayar. Ulus-devlet sadece birey bazında tek tipleşmeyi yaratmakla kalmaz; tüm toplumsal bütünlüklere de tek tipleşmiş bir zihniyet ve duygu dünyasını aşılar. Böylelikle kendi iktidarını hem tüm topluma yayar, hem de tek tip toplumu, ulus-devlet toplumunu yaratmış olur.
Yine Sayın Öcalan ulus-devleti ; ‘ kapitalist modernite döneminde toplumun tüm bütünlüğüne yayılmış iktidar aygıtlarının ve vatandaş denilen bireylerin hukuki çerçeve içindeki birliğine ulus-devlet demek mümkündür. Buradaki belirleyici kavram, toplumun tümüne yayılmış iktidar olgusudur. Daha önceki tüm devletlerin meşruiyeti kendi kurum ve kadroları ile sınırlıydı. Ulus-devlette bu sınır aşılır. Vatandaş denilen veya devletin kendi ideolojik, kurumsal ve ekonomik çıkarlarına göre oluşturmak istediği bireylerin, sanki devletin hak ve görevleri olan birer üyesiymiş gibi devletleştirilmesi, ulus-devletin özüdür. Vatandaşın oluşturulması, ulus devletin en çok önem verdiği konuların başında gelmektedir. Bunun için ideolojik, siyasi, ekonomik, hukuki, kültürel, cinsiyet, askerlik, din, eğitim, medya gibi birçok unsurdan yararlanmaya çalışır’ diye tanımlamaktadır.
Max Weber’e göre; ‘ Devlet, belli bir ülkede fiziksel güç kullanma tekelini meşru biçimde elinde tutan insan topluluğudur.’
Max Weber’e göre; ‘ Devlet, belli bir ülkede fiziksel güç kullanma tekelini meşru biçimde elinde tutan insan topluluğudur.’
Weber’in tanımında öngördüğü, egemen ulus-devletlerden oluşan dünyanın bir parçası olan bu yönetim ve devlet modeli, yeni bir oluşumdur. Ulus-devlet, Ortaçağın sonlarında ve Yeniçağın başlarında Avrupa’da feodalitenin çöküşü ve kilisenin siyasal nüfuzunun kırılışı ile birlikte ortaya çıkmıştır. Ulus-devlet, dağınık ve çatışan otoriteler arasında bölünmüş olan insanları ülke ve ulus kavramları arasında toplayan bir oluşumdur. 1919 Versailles anlaşmasına kadar Avrupa’da ulus-devletlerin oluşturduğu dünya modeline uygun bir yapılanma tamamlanmış değildir.
Ulus-devletler meşruluklarının kaynağını, ‘her ulusun kendi kaderini belirleme hakkına sahip olması’ ilkesinden alır. Bir ulusun üyeleri, kendi geleneklerine ve kültürlerine uygun bir hukuk sistemi çerçevesinde hareket eden bir yönetimin varlığına rıza gösterirler. Bu düşüncenin açık biçimde ifade edilişi, 18. yüzyıl sonlarında Fransız ve Amerikan devrimleri ile mümkün olmuştur.
Ulusun bir devlet aygıtı aracılığıyla karar aldığı yönetim modeli olarak ulus-devlet, yönetimi oluşturan farklı kurumların anayasal işleyişleri sonucunda ortaya çıkan uygulamaları ‘ulusun kararı’ sayar.
Platonun Devlet Adamından, Machiavelli’nin Hükümdar’ına uzanan uzun gelenek içinde siyasal düşünürler devleti esas olarak yönetenlerin bakış açısından görmüşlerdir.
Bu gelenek içinde, topluma alttakiler açısından bakan bir perspektifin tamamen yok olduğu söylenemez. Siyasal topluma, çıkarlar, gereksinimler, haklar ve hükümetten sağlanacak fayda açısından yaklaşan perspektif unutulmuş değildir. Ancak siyasal söylemde, siyasal ilişkinin betimlenmesinde sık sık sürüsünü güden çoban, uşaklarına buyruk veren efendi, çocuklarına bakan ebeveyn gibi benzetmelerin kullanılıyor olması, hangi perspektifin egemen olduğunu açıkça göstermektedir.
Modern çağın başlarında bireyin doğal haklarının keşfi tam bir dönüm noktası olmuştur. Bu haklar, herhangi bir siyasal toplumun ve bu toplumun iktidar yapısının oluşumunu önceler. Ailenin ve aristokratik toplumun tersine siyasal toplum, karşılıklı sözleşmeyle toplum içinde yaşamaya ve bir toplum yönetimi oluşturmaya karar veren bireylerin gönüllü bir yapıntısı olarak kabul edilmeye başlar.
Tam da bu nokta da Rousseau; toplumsal olaylarda her şeyin en sonunda siyasete bağlı olduğu düşüncesindedir. O, toplumun kusurlu kuruluşuyla ilgili olarak çöküşünü algılamış ve daha sonra belirttiği üzere, bir siyasal tezin planını buradan tasarlamaya başlamıştır. Bu, insan karakterinin her zaman hükümet tarafından biçimlendirildiği gözleminden hareket eden bir tezdir. Ortaya koyduğu düşünceye göre; ‘biz sadece yönetenlerin bizi yaptığı gibiyiz ve bu yüzden kusurlarımız insan doğasından değil, aksine kötü yönetilmiş olduğumuzdan kaynaklanmaktadır.’ Rousseau, ‘Toplum Sözleşmesi’nin hemen başında ‘insan özgür doğar ama her yerde zincirlere vurulmuştur’ ifadesine yer verir.
Modern çağın tam da merkezinde olan Rousseau, halkın yaratacağı bir devletten, siyaset aracılığıyla devletin yaratacağı bir halka geçiş düşünürüdür. Hobbes’ta Leviathan’ı yaratan halk, Rousseau da yerini devletin yarattığı halka bırakır. Hobbes’un sorunu mutlak bir İKTİDAR kurmak iken, Rousseau’nun sorunu sarsılmaz bir meşruiyete dayalı mutlak bir İTAAT kurmaktır. Rousseau; iktidara değil, itaate mutlaklık aramaktadır.
Rousseau, mutlak egemen bir devlet inşa etmek için aydınlanma çağının tek tek yok ettiği eski silahları modern bağlamda yeniden üretecektir. Modern meşruiyet kaynaklarını geleneksel kaynakları revize ederek kurgulayan Rousseau, özellikle dini, tarihi ve kolektif düşünceyi yardımına çağırır. Çünkü modern devletin artık iktidara değil çok güçlü bir İTAATE ihtiyacı vardır.
Rousseau, mutlak egemen bir devlet inşa etmek için aydınlanma çağının tek tek yok ettiği eski silahları modern bağlamda yeniden üretecektir. Modern meşruiyet kaynaklarını geleneksel kaynakları revize ederek kurgulayan Rousseau, özellikle dini, tarihi ve kolektif düşünceyi yardımına çağırır. Çünkü modern devletin artık iktidara değil çok güçlü bir İTAATE ihtiyacı vardır.
‘’Egemen, herkesin bir ve aynı kişilikte gerçekten birleşmesidir. Devletin özü o kişide toplanmıştır, onun dışında kalan herkes onun uyruğudur.’’
SONUÇ
Siyasal iktidarın meşruluğu, artık kendisini belirlediği ilkeler ile değil kendisini kuran toplumun ilkeleriyle uzlaşması olarak algılanmaktadır. Modern devletin bireyi/toplumu düzenlemek için gereken meşru güç kullanma tekeli de böylece ele geçirilmiştir.
Siyasal iktidar toplumsal rızaya dönüşmedikçe bir zoru, bir zorunluluğu ve bir zorbalığı temsil etmektedir. Bu yüzden tüm siyasal iktidarların temel problemi, bireysel onama ve toplumsal rıza arayışıdır. Aslında siyasal düşünceler tarihi, siyasal iktidarların kendilerini haklılaştırma ve rasyonelleştirme tarihinden başka bir şey değildir.
Günümüzde hala modern iktidar düşüncesi ekseninde toplumu bir bütün olarak kontrol edip düzenleyen ve baskı araçlarıyla süreklilik sağlayan siyasal bir sistem söz konusudur. Bu sistem özellikle teknolojinin, ordunun, bürokrasinin, iletişim araçlarının ve eğitim kurumlarının kullanılmasıyla bir bütün olarak toplumsal mobilizasyonunu sağlayan bir sistemdir. Demokrasiyi sadece seçim olgusuna indirgeyerek evrensel demokratik değerler olan siyasal iktidarın denetimi, keyfiliğin önlenmesi, siyasal katılımın özgür sivil toplumsal kurumlar aracılığıyla örgütlenmesi, farklı ideolojik yaklaşımların kendini ifade özgürlüğü, muhalefetin özgürce siyasal iktidarı eleştirmesi ilkelerinin göz ardı edildiği ve tek bir ideolojik hegemonya içerisinde siyasal yaşamın düzenlendiği devlet modelinin var olduğu bir sistemdir.
Unutulmamalıdır ki, siyasetin işlevi, bireylerin siyasal iktidar ilişkilerine katılmasıdır, siyasal iktidarın bireylerin ilişkilerine katılması değil. Birey ve bireysel tercihlerin amaçlandığı siyaset algılamasında; siyasal katılım, konsensüs, bireysel çıkarlar ve temsil olguları toplumsal rıza ve siyasal istikrarın olmazsa olmazı olan meşruiyet ilkeleri kabul edilir. Siyaset; ister insanların doğalarından gelen farklılıklar, tercihler ve taraftarlıklar, isterse toplumsal, sınıfsal, dinsel, geleneksel, ideolojik ilke, değer ve çıkar çatışmaları olsun, bu farklılıkların ve çatışmaların yok edilmesi üzerine değil, eşit ve özgür bir ortamda uzlaştırılması üzerine kuruludur. Farklılıkları yok etme üzerine kurulu tüm uğraşlar, despotizm olarak adlandırılmalıdır.
Ali Rizgar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder