16 Mayıs 2011 Pazartesi

Planking'i Türkler buldu, işte ispatı!


Yeni bir çılgınlık yayılıyormuş: "Planking". Herhangi bir yere yüzükoyun uzanıp "ölü gibi", hiç kıpırdamadan dururken fotoğraf çektiriyorsunuz. Balkon demirlerinde, buzdolaplarının içinde, toplu halde yürüyen merdivenlerde planking yapanların görüntüleri dolu her yerde. "Bu haberler size neyi hatırlattı?" desem, bir çoğunuz çocukken oynadığı nefessiz kalma oyunlarını söyler. Bana başka bir şey hatırlattı, biraz da "plank" kelimesinin "tahta/sopa" anlamından.

12 Eylül dönemindeki işkenceleri ile TIME dergisine göre dünyanın (Bastille zindanları, Guantanamo, Ebu-Garib, hepsi dahil) en kötü 10 cezaevi arasına girmiş Diyarbakır Cezaevi'nde uygulanan işkencelerden biri bu idi. İşkenceci emrederdi: "Öl"

Tutuklu sopa (plank) gibi -dimdik duruşunu da bozmadan- yere uzunlamasına çakılmak zorundaydı. Bir an için dizini kıran, tereddüt eden, yere düşerken ellerini yanından ayıran "emre itaatsizlik"ten öldüresiye dövülürdü (Resmi kayıtlara göre, 34 kişinin "ranzadan düşerek" öldüğü bir cezaevidir Diyarbakır Cezaevi). Bu eski zaman "planking"i burada bitmezdi, "diril" denirdi. Tutuklu kalkıp esas duruşa geçmek zorundaydı. Çok geçmez, emir gelirdi "Öl". Bu oyun tutuklu artık yeniden dirilemeyinceye kadar sürerdi.

Bakın buraya yazıyorum: Saati, pusulayı, uçağı, benzeri bir sürü icadı ve fikri aziz milletimizden çalan batılılar, fazla sürmez "RANZAALTI"nı de bizden çalar, kendilerine mal ederler. PLANKING'e sahip çıkamadık bari RANZAALTI'na sahip çıkalım. Bilmeyenler için RANZAALTI'nın ne olduğunu anlatarak satırlarıma son vereyim:

Çok sayıda komando koğuşa girer. Koğuşlarda bir yatakta en az 2 (yani bir ranzada en az 4) kişi yatmaktadır. Gardiyan bağırır: "RANZAALTI OL! GERİ SAYIM 3 SANİYE. 3-2-1". Süre bitene kadar herkes ranza altlarına tüm vücudunu gizlemek zorundadır. Süre bittiği an herkes kıpırtısız durur. Süre bir tarafa, zaten fiziki olarak o kadar adamın o kadar ranzanın altına sığması mümkün değildir. Vücutların ranza dışında kalan parçalarına komandoların insafına kalan bir süre boyunca Allah ne verdiyse joplarla - sopalarla vurulur. Bu oyun da "ÖL-DİRİL" oyunu gibi dönüşümlüdür. Emir gelir: "RANZAÜSTÜ OL! 3-2-1". Bu sefer de bir ranzanın üstüne tam olarak kendini atamayan kişilerin dışarıda kalan yerlerine vurmak serbesttir. 

Konunun uzmanı birçok kişi tarafından PKK'nın 3-5 çapulcudan kocaman bir örgüt haline gelmesinde en büyük etkenlerden biri olarak gösterilir o dönemki Diyarbakır Cezaevi işkencecileri ve bunlara duyulan tepki.

Erdoğan’ın Sırrı Yalanlar Üretmektir


İnsanlık tarihinin belki de en eski hilesi yalanlar üzerinde kurulan hiledir. İnsanlık tarihi derken siz yazılı olan, hatta birazda devletçi gelenek ve ondan biraz da olsa önce kendisine yer açmış olan ataerkil tarihi diye okuyun.
İnsanlığın şafağı diye bilinen adaletçi, eşitlikçi, ortakçı, dayanışmacı, insani ve de tabii ki özgürlükçü toplumun yıkılmasıyla başlayan süreç esasta yalanında tarih olarak başlamasıdır demek yanlış olmaz.
Birileri diye bilir ki yalanın kökeni daha gerilere de gider. O zamanda onlara deriz ki artı ürünün ortaya çıkmasıyla bu artı ürüne el koymaya göz dikmiş olmakla başlar. Ataerkil sistem diye ifade ettiğimiz ise bu artı değerlere göz koyarak gelişen ata erillerin giderek başat hale gelmeleridir.
Evet, ata eril ya da ataerkil sistemin kendisini artı değer üzerine sistematik olarak kurmaları, giderek kendilerini hanedan haline getirerek bu artı değer üzerine tahakküm oluşturmaları derken tümden kendilerini güç haline getirerek devletleşmeye doğru akmalarıyla bu yalanlar gittikçe artar.
Evet, toplum değerlerine ne kadar göz konulmuşsa, ne kadar çalıp çırpma gelişmişse ve ne kadar başkalarının emeği üzerine kendi binalarını inşa etme gelişmişse o kadar yalan, o kadar dolan, o kadar hile, o kadar göz boyama, o kadar bukalemunluk kökleşerek gelişir.
Uzatmadan bir Sümer Ziggurat sistemine bakmamız bile yeterlidir. Sümer Ziggurat sistemi esasta toplumu tahakküm altında tutmanın ikna merkezidir. Deniliyor ki bin yıllar önce gelişen kölecilik sadece zora dayalı bir kölecilik değilmiş. Deniliyor ki insanları öyle yol yöntemlerle ikna etmişler ki insanlar köle statülerin bile gönüllü kabul etmişler. Öyle ki Zigguratlar bir taraftan kölelerin karnını doyuruyor, diğer taraftan emeklerini kendi hizmetleri için kullanıyor ve ikisini de birleştirerek, süreklileştirmek için öyle bir ütopya oluşturuyor ki insanları kendi inanç sistemi etrafında bir sur gibi, kale gibi kullanıyor. Yani insanların zihin dünyasına öyle işliyor ki aradan tam 6000 yıl geçmesine rağmen halen insanlık bu gönüllü kölecilikten kurtaramıyor.
Öyle bir sistem ki insan emeği üzerine tahakküm oluşturuyor, sonra da kurduğu ve inşa ettiği yalan dolanlarla kendisine bağlıyor. Zihin dünyasını fethediyor, kendisine bağlıyor. Ve öyle ki kendisine sözde karşı olanda ondan kurtulamıyor. Yani Sümer sisteminin yalanları, göz boyamaları, göz kamaştırmaları kendisine karşıt olanı da yanına alıyor.
Örneğin deniliyor ki 1500’lerde kimilerine göre çok daha önce 2100 yıllarında Guti’li kavimler kuzeyden gelerek Sümer merkezlerini işgal ediyorlar. İşgal ediyorlar ancak bu göz boyamadan kendilerini kurtaramıyorlar. O görkemli Sümer tanrı yaratımı ve insanı köleleştirici, zihinlerini fethedici yaratımlarından kendilerini kurtaramıyorlar. Gutilerin de Sümerlere öykündüklerini öğreniyoruz.
Evet, arada tam 6000 yıl geçmiş. Ama halen insanlık yalanlarla aldatılabiliyor. Yalanlarla yönlendirilebiliyor. İnsanların ağzına az biraz bal sürmeyle insanların zihin dünyaları ya da hayal dünyaları fethedilerek kendi kirli emellerine hizmet edilir hale getiriliyorlar. Yine yalanlarla, dolanlarla, göz boyamalarla ve de bunun yanında Sümerlerin yaptığının çok kötü bir taklidi olan makarna, kömür dağıtmayla insanları kendilerine bağlayabiliyorlar. Ruh dünyasını etkileyip kiminin ruh dünyasını satın alabiliyorlar.
Evet, yalanlar üzerine kurulu olan bir sistem halen yalanlar üzerinde yürüyüp gidiyor. Yalanlarla oluşturulmuş bir devlet yapısı halen kendisini aynı yalanlar üzerine var edip gidebiliyor.
Ve ne acıdır ki insanlık bu kadar gelişmişliğe rağmen halen bu yalanlara kanabiliyor. 6000 yıl önceki insanların etkilenmelerini anlayabiliriz. Ancak bugün ki insanın o kadar teknik, teknolojik ve iletişimin gelişim düzeyine rağmen halen böyle yalanlarla yürütülmesi gerçekten çok acı vericidir.
Otururken başka, kalkarken başka olan bir sahte İslam partisi ve başbakanı o kadar açık yalana rağmen halen dinleniyor. Ne acıdır ki halen umut kapısı olarak kimi insan tarafından görülüyor.
Eskiden sigortalı olduğunu söylüyor ama şimdi milyoner… Ortadoğulu dikta rejimlerine git diyor ve halkları dinle diyor ama kendisi ve sahte İslamcılar Kürt halkına kan kusuyorlar. Dindar olduğunu söylüyor ancak Kürtlerin namazını caiz görmüyor. Dinle devletin ya da dinle siyaset işi yoktur diye ama kendi din ulemalara devlet yetkilileriyle kol koladır, yemin ederlerken Türkçülük üzerine yemin ederler. Asimilasyon bir insanlık suçudur diyor ancak Kürtlerin kendi dillerinde eğitim taleplerini teröristlik olarak ele alıyor. Hatta hızını alamıyor Kürt sorunu yoktur diyor. PKK’lilerin Kürt halkını baskıladıklarını söylüyor ancak her gün meydanlarda binlerce polisiyle Kürt halkına saldırıyor.
Böyle sabah kadar Erdoğan ve Kara partisi olan Akepe’nin yalanlar üzerine kurulmuş olan binalarını anlatıp yazıp durabiliriz. Çünkü bu Kara parti yalanlar üzerine inşa edilmiştir. Komplo üzerine kurulmuştur, bir ihanet ve de arkadan hançerlemeyle kurulmuştur. Yani kuruluşu bile yalan ve dolan üzerinedir.
Şimdi böyle kurulmuş bir Kara partinin başbakanına nasıl inanılır diye insan kendisine sorup duruyor. İşte bu soruları sorarken verilecek cevaplardan bir tanesi Sümer yaratımı olan köleleştirici yalanlarla insan zihnini çelen yetenekleri olduğunu söylemek zorunda kalıyoruz. Öyle bir yalan yeteneği ki yalan söylerken kızarmıyor bile. Söyledikleri ile yaşamı uyumlu olmasa bile kızarmadan söylüyor. Kendi yalanlarını bu kez veri alarak yine tekrarlıyor ama yine kızarmıyor.
Doğrusu bu davranış biçimine bir isim bulmak gerekir. Eskiden kendim Aziz Nesin’in tiplemesi olan Zübük yakıştırmasını yapmıştım. Ama Zübük mezarında kalksa Erdoğan’ın eline su bile dökemeyeceğini görerek tekrar mezarına koşardı. Çünkü yalanın ötesinde yalan üreten, kendisi inanan, etrafındakilerine inandıran ve de halka hem inandıran hem de kabul ettiren bir yalancıyla karşı karşıyayız.
Herhalde Erdoğan’ın sırrı bu yalan üretme ve kabul ettirme sanatında gizlidir. Bu yalan yeteneği ifşa edilirse, bu görev başarılırsa ne Erdoğan ne de onun Kara partisi olan Akepe kalır. İşte önemli olan bu Kara partinin tüm yalanlarını her yerde, her zeminde, tek tek halka, halklara ve insanlığa anlatmaktır.

Bir Felaket Senaryosu!


Üç gün önce, Gençler Ölmesin Ocaklar Sönmesin Girişimi (GEOS) adına İmralı’ya gidip Öcalan’la görüştükten sonra kaygılarım daha da arttı.

Öcalan kendisi ile yaptığımız bir saatlik görüşmede, devletle üst düzeyde görüşmeler yaptığını, görüşmelerin ümit verici olduğunu, ancak kendisi ile görüşen heyetin Özal, Ecevit ve Erbakan gibi tasfiye edilebileceğini ve bunu heyete de aktardığını söyledi.

Dilerim ki bu görüşmelerden bir sonuç çıkar ve savaş yeniden patlak vermez. Ama ben görüşmelerden (bazı nedenlerle) sonuç çıkmayacağını düşünüyorum. Bence bu görüşmeler bir mutabakat sağlanmadan sonuçlanacak. Böyle olunca seçimden sonra korkunç bir iç savaş başlayacak. Artık sadece gençler değil, yetişkinler de binler, on binler halinde ölecek. Neredeyse tüm il ve ilçelerde halk birbirine girecek, evlere baskınlar düzenlenecek, devlet kurumları ve medya merkezleri bombalanacak, içeridekiler katledilecek, yollar kesilecek, medyatik kişilere karşı suikastlar yapılacak, sokaklar, alanlar birer ceset tarlasına dönüşecek. Beş ay içinde bir iç müdahale olacak, Parlamento’nun kapısına kilit vurulacak, Ergenekoncu olarak bilinen subaylar serbest bırakılacak, AKP, BDP ve MHP yöneticilerinden sağ kalanlar (başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan) Yassı Ada ya da İmralı’da hapsedilip ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılacak. Daha sonra bir dış müdahale olacak, müdahale eden dış güçler o günün şartlarına göre kendilerine uygun bir yönetimi başa geçirecek.

Bütün bunların Türk ve Kürt halkı için neye mal olacağını söylemeye gerek yok. Dediğim gibi (bu gidişatla) korkunç bir iç savaş çıkacak, bu coğrafya kan denizine dönüşecek.

Ancak hala ümit var. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, MHP’yi barajda boğmak amaçlı ırkçı, militarist çıkışları derhal terk ederse ve 12 Haziran seçimlerinde beklendiği gibi tekrar iktidar olur da, seçim akşamı bir af yasası çıkarılacağını, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü önündeki yasal engellerin kaldırılarak demokratik kanalların tümüyle açılacağını açıklarsa, bu kaçınılmaz savaş ve bu korkunç senaryo gerçekleşmez. Bir ümit de özgürlükçü Kürt ve Türk sivil siyasettedir. Sivil siyaset yarından itibaren ortaya koyacağı etkin projelerle üç ay içinde hükümeti adım atmak zorunda bırakabilir. Bunun zemini ve şartları vardır. Aksi halde gelmekte olan korkunç tehlikenin önüne ne AKP ne de başka bir güç geçebilir.

Bu felaket senaryosu bazılarınca pek komik bulunabilir, gülünüp geçilebilir. Umarım onların düşündüğü doğru çıkar, ben yanılırım. Bundan büyük bir sevinç duyarım. Çünkü Türk ya da Kürt… ölecek her insanımızla birlikte biz de ölmüş olacağız. Biz insanlarımızın öldüğü bir cehennemde yaşamak istemiyoruz. Bu coğrafya herkesin kendi kimliğiyle özgür, mutlu ve zengin olduğu bir cennete dönüşmelidir.

Yanılmış olmayı her şeyden çok istiyorum. Bu imdat çığlığımı bir saçmalık olarak kabul etseniz de lütfen bir yere not edin.

alinakmahmut@hotmail.com

Şehadetlerin Gücü


Mayıs ayı hem Kürdistan hem de Türkiyeli devrimciler açısından şehitler ayıdır. Deniz, Yusuf, Hüseyin bu ayda idam edildiler. İbrahim Kaypakkaya bu ayda işkenceler altında katledildi. Büyük devrimci, halkların kardeşliğinin sembolü Haki Karer bu ayda şehit düştü. Hilvan-Siverek direnişinin komutanlarından ve Güney Kürdistan’da gerilla savaşının hazırlıklarını yaparken şehit düşen Mehmet Karasungur bu ayın kızıl güllerindendir. Kürdistan’da kültürel soykırıma karşı Özgürlük Mücadelesi’nde yerini alarak kültür-sanat devriminde öncülük yapan Ozan Mızgin de bu şehitler ayını mücadele ayı haline getiren büyük devrimcilerdendir. Mızgin gibi sanatçılar her zaman devrimci duygunun zirvesini yaşayarak şehadetleri daha da anlamlı hale getirmişlerdir.

Bir halkın Özgürlük Mücadelesi’nin içeriğini, çizgisini ve programını esas olarak bu ayda şehit düşen devrimciler belirler. Bu açıdan şehit düşen devrimci kişilikleri anmak ancak onların devrimci duruşlarını, duygularını ve karakterini anlamak ve mücadeleyi ona göre yürütmekle mümkündür. Ancak bu devrimcilerin özlemleri için mücadele ediliyorsa onlar anılıyor ve sahipleniliyordur.

Kürt Halk Önderi, Mahir ve on arkadaşı Kızıldere’de katledildiğinde 12 Eylül sıkıyönetim koşullarında 23 yaşında bir gençken, Mahir’in okulu Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde boykot örgütlüyor. Bu şehadetler karşısında bir şeyler yapmanın sorumluluğunu böyle yerine getiriyor. Bu nedenle 7 ay cezaevinde kalıyor.

Mamak Cezaevi’ndeyken Denizler idam sehpasına götürülüyor. Bu devrimciler idam edilince onlara söz veriyor. Onların mücadelesini yaşatmayı aklına koyuyor. “Öyle bir örgüt ve mücadele ortaya çıkarmalıyız ki düşmanın istediği an ve yerde değil, devrimcilerin istediği an ve yerde mücadele yürütmeli ve bu mücadelenin sürekliliği olmalıdır” diyor. Devrimci mücadelenin aynı zamanda bir strateji ve taktik mücadelesi olduğunu görüyor. Bütün devrimci mücadelesini de Denizlere verdiği bu söz çerçevesinde yürütüyor. Onların idam sehpasında haykırdığı “halkların kardeşliği”ni bir yaşam ilkesi olarak kabul ediyor.

Mamak Cezaevi’nden çıkar çıkmaz 12 Mart sıkıyönetim koşullarında Ankara devrimci gençliğini örgütleme sorumluluğunu üstleniyor. Mahirlerin ve Denizlerin anılarına bağlılığın gereği Ankara’da Türkiyeli devrimci gençliğin örgütlendirilmesinde büyük çaba gösteriyor. 12 Mart sonrası devrimci gençliği örgütleyen ilk devrimci önderlerden olduğunu o dönemi bilen herkes kabul eder.

Apocular grubunun ilk öncü kadrolarından olan Haki Karer vurulduğunda artık bu davayı kanla sahiplenenler olmuştur; bu mücadele bu şehidin anısına bağlılığın gereği yükseltilmelidir, demiştir. Belki de Apocu grubun gerçek bir mücadele örgütü haline gelmesi Haki Karer’in şehadetiyle olmuştur. Apocular grubunun partileşmesi de bu şehadet üzerinden gerçekleşmiştir. Bu şehadet bir partileşme talimatı gibi ele alınmıştır. Haki’nin anısına bağlılık hem mücadele geliştirilerek hem de PKK kurularak gösterilmiştir.

Amed zindanlarında Mazlum’un, Dörtlerin ve Büyük Ölüm Orucu şehitlerinin anısına 15 Ağustos hamlesini gerçekleştirerek karşılık vermiştir. Şehadetlere bu yaklaşım Kürt Halk Önderi’nin, PKK’nin, bugün de Kürt halkının karakteri olmuştur. Kürt halkı şehadetlere neden mücadeleyi yükselterek karşılık veriyor sorusunun cevabı bu tarihte gizlidir.

Kürt Halk Önderi çözümlemeleri ve savunmalarında gerilla komutanı Mahsum Korkmaz şehit düşünce buna,”gerilla ordulaşmasını geliştirerek cevap verdik” demektedir. Nitekim 1986’dan sonra gerilla her yıl nicel ve nitel olarak büyümüştür.

Şehitlere bu yaklaşım 1990 yılında büyük halk serhildanlarını ortaya çıkarmıştır. Kürt Özgürlük Hareketi’nde şehadete bağlılık halkta da yeni bir kültür ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucu 1990 yılında yaşanan şehadetler Nusaybin’den başlayan bir serhildan dalgası ortaya çıkarmıştır. O günden bu yana Kürt halkı her şehadeti serhıldanlarla karşılamıştır. Şehadetler yılgınlığı değil mücadele ve serhıldanların gelişmesini getirmiştir.

Demokratik siyaset alanının ilk şehitlerinden olan Vedat Aydın’ın cenaze töreninin serhildan haline dönüşmesi, Kürdistan halkının şehadetlere yaklaşımının tamamen bir direniş kültürü haline geldiğinin kanıtı olmuştur.

Türk devleti kirli savaşla halkın serhildanlarını bir dönem geriletse de, faili meçhul cinayetler ve gerilla kayıpları halkın öfkesini büyütmekten başka bir sonuç vermemiştir. Binlerce gerillanın yaşamını yitirmesine rağmen halk gerillaya sahip çıkmış, gerilla da en zor koşullarda şehadete bağlılık temelinde direnişini sürdürmüştür.

Uluslararası komplo başladığında cezaevinde ve dışarıda “Güneşimize Karartamazsınız” denilerek Kürt Halk Önderi etrafında ateşten bir barikat kurulmuştur. Birçok kendini yakma eylemi öncülüğünde onlarca şehadet yaşanmıştır. Bu dönemdeki halk direnişi yeni bir halk ruhunu ortaya çıkarmıştır. 1990’lı yıllarda gerçekleşen serhildanlarla birlikte yeni bir halk ruhu ortaya çıkmıştı. Uluslararası komplo döneminde bu ruhun daha da derinleşmiş bir direniş gerçeğiyle mayalandığını söyleyebiliriz.

Uluslararası komplonun boşa çıkarılmasında bu ruh belirleyici olmuştur. Halk da, gerilla da bu ruhla direnmiş ve ayakta kalmasını bilmiştir. Kürt Halk Önderi bile bu direnişten etkilenmiş, İmralı direnişini bir yönüyle de bu direniş döneminde yaşanan şehadetlere bağlılığın gereği geliştirmiştir. İmralı direnişinin mayasını ve derinliğini bir yönüyle de “Güneşimizi Karartamazsınız” direnişçiliği etkilemiş, hatta belirlemiştir.

Zaten Kürt Halk Önderi şehadetleri her zaman kendine bir emir olarak almıştır. Zilan’ın şehadetine yönelik yaptığı bir değerlendirmede bu önderliğin şehadet gerçeğine nasıl yaklaştığını görmek mümkündür. Kadın özgürlük çizgisinin derinleştirilmesi ve kapsamlılaştırılmasında Zilan’ın şehadeti önemli bir rol oynamıştır.

Komployu boşa çıkarmada “Güneşimizi Karartamazsınız” direnişinin etkisi olduğunu söyledik. 2004 1 Haziran gerilla hamlesinin gelişmesine de etkisi olmuştur. Bu defa da gerilla halk şehadetlerine anlam kazandırmıştır. 2004 1 Haziran sonrası yaşanan şehadetler de tasfiye saldırısına bir cevap olmuştur. ABD, Türkiye ve Güneyli siyasal güçlerin içinde olduğu tasfiye hareketini 2004 1 Haziran hamlesi sonrası yaşanan şehadetler boşa çıkarmıştır. Böylece Kürt Özgürlük Hareketi tarihinde defalarca görüldüğü gibi bu defa da şehadetler engelleri aştırıp mücadeleyi geliştirmede rolünü oynamıştır.

Türk devleti zorla ve ölümlerle mücadeleyi bastırmayı bir strateji olarak benimsemiştir. Türk devleti şimdiye kadar tüm muhaliflerini böyle ezmiş ve susturmuştur. Bu nedenle Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı da bu politikayı yürütmektedir. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi, Türk egemenlerinin halkların direnişini ölümlerle ezme tarihini tersine çevirmiştir. Şehadetler, Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi’nde birleşmenin, safları sıklaştırmanın ve mücadeleyi geliştirmenin gerekçesi haline getirilmiştir. Bugün Türk devletinin yenemediği güç bu şehadetler ordusudur. Bu şehadetler ordusunun Kürt toplumunda derinleştirdiği direniş çizgisidir. Şehadetler arttıkça direnişin yenilmezlik gücü artmaktadır. Şehadetler Türk devletinin arzuladığının tersine bir etki yaratmaktadır.

Ancak Türk devleti bunu hala anlamış değildir. Bu nedenle dağda, şehirde asker ve polis terörünü arttırmaktadır. Nitekim son bir ayda 30’dan fazla gerilla katledilmiştir. Dersim’deki gerilla kayıplarından sonra Botan’da da operasyonlarını arttırması Türk devletinin hala 1990’lı yıllardaki politikadan vazgeçmediğini göstermektedir.

Bu AKP yandaşlarının söylediği gibi sadece ordu içindeki bir kesimin politikası değildir. Bu, MGK tarafından belirlenmiş ve AKP tarafından uygulanan politikadır. Zaten Başbakan Erdoğan, bir yerde terörist varsa orada operasyon da olacaktır diyerek bu politikanın kendilerine ait olduğunu açıkça söylemiştir.

Son zamanlarda AKP yandaşları gerilla eylem yaptığında da, gerilla öldürüldüğünde de “arkasında başka güçler var” diyorlar. Böylece kendilerini akıllı, herkesi de aptal yerine koyuyorlar. Daha doğrusu herkesin aklıyla alay ediyorlar. Nuray Mert bunlara iyi bir cevap vermiş. Ama bunlar neyin ne olduğunu bilmediklerinden değil, bilerek bu tür bir dil kullanıyorlar. Daha doğrusu özel savaş merkezi onların böyle değerlendirmeler yapmasını istiyor.

Böylece AKP’nin halk düşmanı ve savaş rantçısı politikasını gizlemiş olacaklar; Kürt Özgürlük Hareketi’nin direnişine de kuşku yaratacaklar! İşte hesap budur!

Ancak gerçekleri ne özel savaş ne de AKP yandaşı basın örtebilir. Bugün savaş ve çatışma varsa bunu yaratan AKP’nin çözümsüz politikalarıdır. Bugün halka baskı varsa bunun nedeni AKP’nin Kürt demokratik hareketini güçsüz düşürüp kendi tasfiye politikalarını rahat yürütme isteğidir.

AKP’nin politikası netleşmiştir. Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye edip devletin başat gücü olmak istiyor. Bu nedenle seçimden güçlü çıkarsa tasfiye politikasının daha da sertleşmesi ve savaşın tırmandırılması gerçekleşecektir.

AKP’nin bu politikasını durduracak tek güç, halkın direnişi ve blok adaylarının seçim başarısıdır. Blok adayları seçimden güçlü çıkarsa Türkiye’nin önünde demokratik çözümden başka yol kalmayacaktır. Çünkü bu durumda tasfiyede ısrar Türkiye’ye daha büyük kaybettirmekten başka bir sonuç vermeyecektir. 

Mustafa Karasu

AKP Kıyamete Yol Alıyor


Savunma pozisyonundaki gerillalara yönelik Türk devletinin imha amaçlı operasyonları Şırnak’tan Dersim’e, Serhat’tan Zagros’a kadar her yerde aralıksız bir şekilde devam ediyor. Son olarak Uludere’de gerilla kayıpları olduğuna dair haber, özgürlük ve barış isteyen Kürdistanlılarda büyük bir öfke yarattı.

Kürdistanlılar yaşadıkları her yerde yas ilan etti. Aynı zamanda, operasyon bölgesindeki cenazeleri almak için halk sınırın sıfır noktasına doğru harekete geçti.
Seçim çalışmaları askıya alınırken, eğlence ve kutlamalar da iptal edildi. Tüm etkinlikler, operasyonları protesto ve gerillaları anma eylemlerine dönüştü.
Dünden itibaren Kürdistan ve Avrupa başta olmak üzere Kürtlerin yaşadığı her yerden kitlesel eylemler düzenlendi ve bu protesto eylemler, önümüzdeki günlerde de devam edeceğe benziyor.

Kürtler tepeden tırnağa öfke yüklü.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, avukatlarıyla yaptığı son görüşmede savaş konusunda ısrar etmemesi ve operasyonları durdurması konusunda AKP Hükümeti’ni uyarmıştı. Öcalan, „Ben 15 Haziran’dan sonra ‘ya büyük anlaşma olur ya da topyekün büyük bir savaş olabilir, kıyamet kopar’ demiştim. Hem kırda hem şehirde topyekün bir halk savaşı gelişebilir. Bunun da sonuçları çok ağır olur. Böyle halk savaşı, sokaklarda, şehirlerde her yerde olur, hatta iç savaş olabilir, demiştim. Tekrar söylüyorum iç savaş olursa bundan yanlızca Kürtler etkilenmez, herkes etkilenir. Zerre kadar onuru olan her Kürt’ün bir saat bile beklemeye tahammülü kalmaz. Kürtlere açık açık söylüyorum. Böyle bir durumda da burada beni ölmüş bilsinler, burada pratik önderlik yapamam. Daha bir aydan fazla zaman var... Eğer hükümet bu çözüm sürecine gelmezse, büyük bir savaş çıkarsa üç ay bile dayanamaz“ demişti.

AKP Hükümeti ise, askeri ve siyasi operasyonları durdurmadığı gibi, halka yönelik saldırılarını daha da arttırdı. Savaştan rant kazanan ve iktidarının geleceğini savaşa bağlayan AKP Hükümeti, Kürtlerin ve Kürt hareketinin barışçıl çözüm ısrarı ve bu konudaki sabrını dikkate almak şurada kalsın, imha amaçlı operasyonlarını sürdürüyor. Çünkü geleceğini savaşta görüyor.

Ama bu savaş daha önce onlarca hükümeti, başbakanı, cumhurbaşkanını ve genelkurmay başkanını yiyip bitirdiği gibi, AKP Hükümeti ve onun başbakanı Erdoğan’ın da sonunu geterecektir. Geçmişteki hükümetlerin akıbeti bunu herkese ispatlıyor.

Kürt halkı ise, bir daha yas tutmamak, anaların ağlamaması için meşru eylemliğini sürdürme kararı almıştır. Kürtler, özgürlüklerini kazanana kadar dün olduğu gibi bugün de ne pahasına olursa olsun, özgürlük yürüyüşünü sürdürme kararlılığında olduğunu günübirlik kitlesel etkinlikleriyle ortaya koyuyor.

Halkın ilan ettiği yas, oturup ağlamanın ötesinde direnişi yükseltme anlamı taşıyor. Kürt halkı için artık özgürlükten dönüş yok, olamaz. Onun için de, bugüne kadar olduğu gibi bugünden sonra da her tür bedeli ödemeye hazır.

Zaten Kürtlerin sloganı da bunu ifade ediyor; AN AZADÎ AN AZADÎ!

AKP Hükümeti ve Şiddetin Tırmanışı


Hükümet ve demokratik çevrelerden gelen talep üzerine Kürt tarafı geçen yıldan beri eylemsizlik kararı aldı. Kendisine saldırı olmadıkça eylemde bulunmayacağını açıkladı. Bu konuda zaman zaman gel-gitler, gerginler oldu. Hükümet, Kürtlerin öne sürdüğü hiçbir talebi kabul etmedi. Üstüne üstlük KCK adı altında tutukladığı insanların Kürtçe savunma yapmalarını engelleyerek mahkemeyi bloke etti. Hiç kimsenin tahliye edilmesine izin verilmedi. Yüzde 10 barajı düşürülmediği gibi ısrarla BDP’ye yapılacak hazine yardımlarını da engellemeyi sürdürdü.

AKP Hükümeti güven arttırıcı adımlar atmadı. Buna rağmen başta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan olmak üzere Kürt tarafı büyük bir sorumlulukla Kürt sorununun çözümünü yasal-demokratik alana çekmek için çabasını sürdürdü. Eylemsizliğin seçim sonrasına kadar sürdürülmesi kararına Kürt tarafı tamamıyla uydu. Bu durumda sert tartışmalar olsa da, hükümetin Kürt sorununu çözmek için seçim beyannamesinde somut bazı sözler vermesi gerekiyordu. Ancak bunların hiçbirisi yapılmadı. Gerginlik ve sert tartışmalar bu tarihsel sorun açısından bir yerde anlaşılırdır. Bir tarafta inkar edilen, yok edilen bir halk, direnişte ödediği ağır bedeller. Diğer taraftan Kürtleri Türkleştirmek isteyen tekçi bir devlet yapısı ve zihniyeti.

Bu ağır çelişki ve devletin Kürtlere herhangi bir statü tanımaya hazır olmaması, sıkıştığı anda tutuklamalar, yasaklar, operasyonlara sarılması açık ki hem gerilimi arttırır hem de çözümden ne kadar uzak olduğunu gösterir. Devletin klasik zihniyet ve hastalıklarının AKP Hükümeti’ne de ne kadar sirayet ettiği son dönemlerde daha iyi görüldü. Sert tartışmalar ve gerilim yerine Türkiye’yi yönetme sorumluluğu omuzlarında olan Hükümet’in huzurlu bir ortamda seçimlerin yapılmasına çalışması gerekiyordu. Çünkü Erdoğan ve AKP için bir dönem daha seçimi kazanmak büyük bir önem kazanıyor. Bütün güçleriyle kendilerini seçime endekslemişler. Bu kadar seçime kilitlenen bir parti ve hükümetin doğal olarak şiddetin tırmanmaması için çalışması gerekiyor. Çatışma ortamına izin vermemek de mümkündü. Çünkü aylardır ne ciddi operasyonlar yapılmış ne de gerilla eyleme geçmişti. En azından bunu seçime kadar sürdürmek için Hükümet’in bir çabası ve kaygısı gerekiyordu. Ancak böyle olmadı. Hatay’da ve Dersim’de iki gerilla grubu imha edildi. Operasyonlar ve askeri hareketlilik arttırıldı. Şehirlerde de baskınlar ve tutuklamalar hız kazandı. Kürt tarafının olup-bitene sessiz kalmayacağı, yaygın kitle direnişinin yanında gerilla güçlerinin misillemede bulunacağı biliniyordu.

İmha operasyonları tehdidi altında olan gerilla güçleri sınırlı bazı misilleme eylemlerinde bulundu. Bunun üzerine Başbakan Erdoğan ve yandaşı basın-yayın organları PKK’nin ve Kürt tarafının ne kadar demokrasi karşıtı olduğunu, şiddetten medet umduğunu, gizli ve derin devletle ortak çalıştığını işlemeye başladı. Enteresan olan medyada ve bazı aydın çevrelerinde bu kirli psikolojik savaş söyleminin hala kullanılıyor olmasıdır. Sekiz yılı aşkındır bu Hükümet devleti yönetiyor. Bu Hükümet’in bilgisi ve kontrolü dışında hangi devlet var ki, PKK ile gizli ilişkiler kuruyor. Madem devlet içinde bazı odaklar şiddeti tırmandırıyor, askeri operasyonlar yapıyor, gerillaları öldürüyor o zaman Hükümet’in ve basının bu uygulamalara itiraz etmesi gerekirdi. Gerilla öldürülünce hiç kimse itiraz etmiyor. Ama gerilla kendini savunmak için eylem yapınca bazı güçlerin ve Ergenekon’un taşeronu oluyor!

Erdoğan meydanlarda tamamen savaş dilini kullanmaya başladı. O kadar inkarcı ki, Kürtlerin bütün örgütlerini ve hak arayışlarını tamamen meşruiyet dışı ve terörizmle tanımlamaya başladı. Öyle ki, hızını alamadı, üzerinde bulunduğu zemini bile inkar edecek hale geldi. Erdoğan’a göre dünya Türkiye’yi „Kürt terörizmi”ne karşı yalnız bırakmış. Herkes de biliyor ki, başta Sayın Öcalan’ın Türkiye’ye verilmesini Amerika Birleşik Devletleri sağladı. PKK’yi, ABD ve Avrupa terörist ilan etti. Türkiye büyük bir siyasi destek ve gelişmiş askeri teknolojiyi elinin altında buldu. Kürt sorunu, BM gibi hiçbir platforma taşınmadı. Sanki Erdoğan Kürtlere ve PKK’ye karşı büyük bir savaş yürütmüş de dünya da onu yalnız bırakmış. İnkar ve yalandaki bu sınırsızlığa ABD’nin büyükelçisi Erdoğan için söyledikleri „bir efsanedir, yalandır” demek zorunda kaldı.

Yapılanları ve söylenenleri yanyana getirdiğimizde Hükümet’in gerilimi bilinçli olarak tırmandırdığı ve kanlı çatışmaları da içine alacak şekilde seçime gideceği yönünde. Kürtleri bir biçimde kaybettiğini görüyor. „Elde kalanı tutayım, diğerini baskı altına alayım. Kürt halkının iradesi, siyasete ve seçime tam yansımasın” istenmektedir. Sonuçta „Kürt sorunu yoktur. Kürt vatandaşlarımın sorunu vardır” demesi Kürt sorununun çözümü konusunda herhangi bir projelerinin olmadığını da göstermektedir. Kürt halkı bu oyunları bozdukça, direndikçe Hükümet’in ve yandaşlarının daha da saldırganlaşacağı beklenmelidir.

AKP Saldırırken


Seçimler yaklaştıkça AKP Hükümeti ordusuyla, polisiyle, mahkemeleriyle, medyasıyla, cemaatiyle, tarikatıyla kudurmuş gibi saldırıyor. Halkın en basit demokratik eylemlerine bile tahammülleri yok. Çünkü korkuyorlar. Erdoğan tam bir kral edasıyla konuşuyor. Bağırıp çağırıyor, tehdit ediyor, fetva veriyor. Kürtler anadilini ne zaman ve nerede kullanacak Erdoğan karar veriyor. Alevilerin Cemevi ibadethane midir, değil midir Erdoğan karar veriyor. Cuma namazının nerede ve nasıl kılınacağı hakkında karar sahibi olan da Erdoğan. Kadınların özgürlüğü de onlara çok ters geliyor. Kadınlara en az üç çocuk doğurma görevini veriyor yüce Erdoğan. Bunun ötesinde kadınlara duydukları kini özellikle BDP’li kadın milletvekilleri üzerinden kusuyorlar. Bütün bu konularda medyanın ne yazması-yazmaması gerektiği de Erdoğan tarafından emrediliyor. Sanki başbakan değil de, yeni bir peygamber hatta tanrı... 12 Eylül faşist anayasası ve yasaları arkasına saklanan Erdoğan, bir de pervasızca ileri demokrasiden söz ediyor. Bu rejime ileri demokrasi değil geri demokrasi bile denemez.

Demokrasilerde temel olan ölçüt azınlıkların, farklılıkların, tek tek bireylerin sahip oldukları temel hak ve özgürlüklerdir. Bu özgürlüklerin anayasal güvence altında olup olmadığıdır. Başbakanın konuşmaları ve uygulamaları asgari demokrasi kültüründen hiç de nasibini almadığını gösteriyor. Türkiye gerçekten demokrasi isteyenlerin, çıkarları en geniş demokrasiden yana olanların birleşmesi ve mücadelesiyle bu kara zulüm rejimine son verip demokrasiye ulaşabilir.

12 Haziran seçimleri bu açıdan büyük önem kazanmıştır. Kürt halkı Demokratik Özerklik temelinde Demokratik Cumhuriyete ve tüm farklılıklarla birlikte yaşamaya hazır olduğunu açıkça ilan etmiştir. Yaptıkları siyasal-sosyal mücadelede bu açıkça görülmektedir. Gerçek sosyalistler, demokratlar ve hatta liberaller bu durumu doğru değerlendirerek EMEK-DEMOKRASİ-ÖZGÜRLÜK BLOĞU olarak ortak bağımsız adaylarla seçimlere katılmaktadır. BDP’nin seçimlere parti olarak katılmasını engelleyen 12 Eylül kalıntısı yüzde 10 barajı bu rejime demokrasi denmesinin önünde en büyük engeldir. Bu engel bağımsız adaylarla aşılacaktır. Halkın Blok adaylarına duyduğu büyük ilgi AKP diktasını korkutmuştur. Geniş bir aydın-yazar-sanatçı grubunun Blok adaylarına desteğini açıklaması tarihi önemdedir. Bu desteğin ve katılımların her geçen gün artması beklenmelidir. Gelişmeler Bloğun bir seçim ittifakıyla sınırlı kalmayacağı kalıcı bir mücadele birliğine dönüşeceği yönünde umut vermektedir. Tarihimizin en geniş ve anlamlı, umut veren bir ortak mücadele birliği oluşmuştur.

Bu durumda paniğe kapılan Erdoğan hemen medyaya BDP’yi sansür-bastırma görevini vermiştir. Bu yolla BDP’nin ve özgürlük savaşçılarının sesini susturmayı hayal etmektedir. Bunlar unuttular mı ki bu ses, ne idam sehpalarında ne de Diyarbakır, Mamak, Metris ve diğer zindanlarda susturulabildi. Bu sesi susturmaya kalkışan faşist darbecilerin, işkencecilerin, tetikçi katillerin ibretlik sonu ise ortada...

Karadeniz’de kanlı kızıl bir bayrak gibi çarpan yüreklerimizle, idam sehpalarında özgürlüğü haykıran önderlerimizle, işkencede ser verip sır vermeyen yiğitlerimizle geliyoruz!

Newala Qesaban’daki ve hala cenazelerinin nerede olduğu bilinmeyen on binlerce mezarsız ölülerimizin ruhlarıyla, analarımızın gözyaşlarıyla geliyoruz. Zilan deresinde, Munzur deresinde, Kutu deresinde oluk oluk akan kanlarımızla geliyoruz.

Fabrikalarda tarlalarda akıttığımız alın terimizle, davulla-zurnayla-sazla, halayla, horonla geliyoruz. Kırmızı karanfillerimizle, sarı güllerimizle, yeşil dallarımızla geliyoruz.

12 Eylül diktasına ve her türlü kalıntısına son demek demokrasiyi kazanmak için geliyoruz.

Denizlerle, Sinanlarla, Mahirlerle, İbolarla, Mazlumlarla, Mahsumlarla, Kemal Pirlerle, Berivanlarla, Semalarla, Gurbetellilerle, Uğurlarla, Ceylanlarla, Halil İbrahimlerle geliyoruz.

YAŞASIN ÖZGÜRLÜK, YAŞASIN DEMOKRASİ, ÊDÎ BES E, AN AZADÎ AN AZADÎ diyerek geliyoruz.
12 Haziran bu karanlık döneme ve gidişata DUR denilen gün olacaktır.

suatbozkus@hotmail.com

Çarpışma Öncesi Son Görüntüler


Başlayacak bir süreçten değil, devam eden ama boyutu çok daha tehlikeli bir noktaya ulaşacak olan durumdan söz ediyoruz. Başlangıcını nereye dayandırdığımızı bir tarafa bırakıp, yakın geçmiş ve bugüne baktığımızda bile nereye doğru sürüklendiğimize dair somut işaretleri görebiliriz.

Bu gidişatı değiştirebilecek hamleleri kimin yapabileceğini ele almak için durumun ciddiyetinin farkındalığı üzerinden hareket edebiliriz.

Elbette nereye sürüklendiğimizin henüz farkında olmayan aktörleri de kısa süre içinde pozisyon değiştirmeye yeltenebilirler. Ancak direksiyonun kilitlenip, fren sisteminin boşa çıkarıldığı bir aracın şoför koltuğunda oturduğunuzu iş işten geçtikten sonra fark ettiğinizde iyi ihtimalle kapıdan atlamayı dener bu da mümkün değilse ancak gözlerinizi kapatırsınız.

Şu anda yaşanan tutuklamalar ve askeri operasyonlar, gözlerini kapatanlar açısından hiçbir anlam ifade etmeyebilir. On yıllardır yaşananlardan farksız, sıradan vakalar, katlanılabilir durum bağlamında değerlendirilebilir. Bardağa su akmaya devam ediyorsa, taşmanın başlayacağı son damlanın hangisi olacağı çok da önemli değildir. Bazen en küçük damla ile birlikte bardak dolar ve taşmaya başlar.

Zaman konusu tarafların içinde bulunduğu algı dünyası açısından önemli olduğu kadar, üçüncü aktörlerin beklentileri açısından da belirleyicidir. Yeni dizayn için olağan süreçlerle sahici değişiklikler yaşanamadığına inanmaya başlayan üçüncü taraflar taşların yerinden oynamasını kaçınılmaz görürler. Bu durum taraflardan birinin sonuna kadar koruması ya da onun tümden tasfiyesi üzerine plan yapmayı gerektirmez. Hatta bazen üçüncü taraflar, kontrol altında tutmak istedikleri aktörün ciddi değişimlere kapı aralamak zorunda kalacağı ortama sürüklenmesine göz yumarlar.

Usta(!) başbakanların dönemine rastlayan acemi(!) büyükelçilerin beyanları bu açıdan izlenmeye değerdir.

Bölgesel gelişmeler ise çok daha kırılgan dengelere dayanmaktadır. İki tarafı ya da bütün tarafları idare etme mantığına dayanan dış politika ilişkilerinin sonuna gelmiş bulunmaktayız. Suriye devletinin geleceği İran’ın ve Türkiye’nin geleceği ile doğrudan ilişkiliyken ve tam bir girift durum ortaya çıkmışken dört ülkeyi doğrudan ilgilendiren Kürt sorununda eski yöntemlerle siyaset yapmaya kalkmak izah edilebilir bir durum değildir.

Ankara iki tarafı uçurum olan bir yolda durmak hatta hızla geri dönmeyi başaracak manevra kabiliyeti ile hareket etmek zorunda. Gün geçtikçe bunun imkansızlığı daha da net görülmektedir. Bırakın arabanın içindekileri, uzaktan seyredenlerin bile ortaya çıkacak manzaranın fecaati karşısında yüzlerini çevirip belki yaralı çıkacak olanları kurtarma hazırlığı içine girecekleri bir noktadayız.

Büyük çarpışmadan sonra neler olabileceğini soğuk kanlılıkla analiz etmenin bile zorlaşacağı bir ortamın içinde kendimizi bulabiliriz.

ayhanbilgen@yahoo.com

'AKP Kapitalizme Abdest Aldırdı'


İslam, Marksizm, mülkiyet ve adalet konularında alışılmış İslam algısının dışındaki söylemleriyle dikkat çeken yazar İhsan Eliaçık, AKP’nin kapitalizme abdest aldırdığını, diyanet yoluyla ‘devletin dini’ dayatmasının yapıldığını söylüyor. AKP’nin ‘boğazına kadar konformizm ve kariyerizme batmış durumda’ olduğunu söyleyen Eliaçık, ‘’Türkiye’de İslam değil, Şaman-İslam sentezi var. Derin devlet gibi, derin din var. Gül, Erdoğan dini çevreler 70’li yılardan itibaren anti-komünist bir eğitimden geçirildi. Bunların İslamiyetle alakaları yoktur’’diyor.

Kimi İslami çevrelerce komünist olmakla ithaf edilen, İslamiyet’in kurumsal yönü ile mülkiyet-adalet temalarını ele alan, Sosyalizm, Marksizm ve İslamiyet alanında Türkiye’nin en dikkat çeken isimlerinden biri olan yazar İhsan Eliaçık, AKP, devlet dini ve Sivil Cuma konularını ANF’ye değerlendirdi.

* Türkiye’de elbette ki yasalara veya resmi anlayışa göre bir cumhuriyet ya da demokrasi rejimi var. Size göre Türkiye’de şu an hakim olan gerçek rejim, yönetim biçimi nedir?

- Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarına baktığımızda, o zamanki cumhuriyetle şu anki arasında fark var. Bir kere Türkiye şu anda laik bir ülke değil. Bana göre Bizantist bir ülke. Daha doğrusu devlet laik değil. Bizantist devlet gelenekleri hakim. İstanbul’un fethiyle beraber Bizans’ın başkenti İstanbul, oradan devir alınan bir devlet mirası var. Buradaki dinle ilişki, dinin devletin güdümüne verilen bir ilişkidir. Aslolan devlettir. Devlet dine biçim verir şekil verir. ‘Din budur’ diye tanımlar ve insanların bu dini yaşamasını ister. Bu bir kere laiklik falan değildir. Bu Bizantistliktir. Dini açıdan böyle.

OLİGARŞİNİN KIRILMASI İÇİN


Siyasi açıdan ise Türkiye’de bir oligarşi var. Bu oligarşinin yönetim dışına çıktığı, yani bilim, iktidar ve serveti kendi tekeline toplamış olan bir grup azınlık. Bu azınlık, Türkiye’nin iktidar ve servet kaynaklarını başkasına paylaştırmak istemiyor. Buna oligarşi denir. Türkiye ciddi bir oligarşik yapıya sahiptir. Bunun kırılması için, bilgi kaynaklarının, iktidar kaynaklarının ve servet kaynaklarının Türkiye’de yaşayan herkese dağılması, yayılması gerekir. Türkiye’nin hazinelerinin bir grup oligarkın elinden çıkıp, dağıtılması lazım. Bütün bu kesimlerin Türkiye’nin yer altı yer üstü kaynaklarını, yani bilgi servet ve iktidar kaynaklarından eşitçe yararlanması lazım.

* Yüksek perdeden herkesin diline pelesenk ettiği demokrasi denen bir kavram var Türkiye’de. Hemen herkesin her fırsatta sarıldığı bir kelime bu. Türkiye’de demokrasi denen olgu işlevsel bir durumda mı şimdi?

- İşlevseldir ama eksiktir. Bir cumhuriyet var ama tam anlamıyla demokrasi cumhuriyeti değil. Cumhuriyet, cumhurun, halkın iktidarı paylaşması demektir. Servetin halka yayılması, söz sahibi olmasıdır. İktidarda halkın söz sahibi olması demektir. Bu iktidar kaynağı, daha önce sultanın elindeydi, sultan da gücünü tanrıdan aldığını söylüyordu. Bunun kaynağı da esasında Bizantist’tir. Ve bu binlerce yıl önce Muaviye tarafından, Suriye’de devralınmıştır. Emevilerden Abasilere, Selçuklulara ve oradan Osmanlı’ya geçti. Bunun yerine cumhuriyet geçti işte. Ama bu kez cumhuriyet elitleri ve oligarşisi oluştu. İktidar tam olarak yine halka yayılmadı. Halk iktidar makamlarına tam olarak katılamadı. Dolayısıyla şu an yüzeysel bir seçim yapılıyor. Türkiye’yi yönetecek insanlar seçimle iş başına geliyor. Bu anlamda buna şekilsel demokrasi diyebiliriz. Fakat derinleştirilmiş demokrasi değildir.

DERİNLEŞTİRİLMİŞ DEMOKRASİ

Derinleştirilmiş demokrasi benim görüşüme göre halkın doğrudan doğruya yönetimde söz sahibi olduğu, yöneticilerini seçtiği ve azledebildiği bir yönetimdir. Mesela bir milletvekili diyelim 60 bin oyla seçiliyor. 60 bin imza ile de bunun milletvekilliğinin düşebilmesi lazım. Halkın seçtiği milletvekili iş yapmıyor diyelim, aynı seçim bölgesinden 60 bin noter tasdikli sahte olmayan, sahici imza ile milletvekilliği düşebilmeli. Hatta 20 bin oyla milletvekilinin diyelim altı ay maaşı kesilir, üç ay meclise girişi yasaklanır. Yani halkın yaptırımda bulunabilmesi lazım. İşte bu tür şeyler işletilmiyor. Buna derinleştirilmiş demokrasi diyoruz. Çağdaş tabiri budur. Yani danışmanın egemen olduğu, ülkenin kararları hakkında halkın söz sahibi olduğu bir yönetimdir. Mademki bakanlıklar var, belediyeler var, kamu faaliyetleri var, birilerinin seçilmesi lazım. Bu açıdan demokratik yönetim kaçınılmazdır. Bunun da mevcut olanla yetinilmeyip, derinleştirilmesi lazım. Türkiye’deki demokrasinin görüntüsü bu şekildedir.

“TÜRKİYE’DE DERİN DEVLET GİBİ DERİN DİN VAR”

* Türkiye’de şu an itibariyle bir kurumsal din baskısı söz konusu mu? Buna mahalle baskısı diyebiliriz belki. Böyle bir sonuç hissediliyor mu sizce de?

- Şimdi iktidardan öte devletin bir dini var. Devlet Bizantist geleneği sürdürerek, dini tanımlamış ve nasıl yaşanacağını resmileştirmiş. Bu zaten bir dayatmadır. Her şey özgür oluyor da, din niye özgürleşmiyor? Bu mevcut iktidar, kendi din anlayışını, devletin zaten var olan din anlayışıyla örtüştürüyor. Zaten bir çerçeve var. Diyanet tarafından çizilen çerçevenin kendisi zaten saçma. Buna ben Şaman-İslam sentezi diyorum. Türkiye’de İslam değil, Şaman-İslam sentezi var. Şaman gelenekleriyle, İslam ritüelleri karıştırılmak suretiyle bir din oluşturulmuştur. Biz buna ‘derin din’ diyoruz. Türkiye’de derin devlet gibi, derin din var. Hun İmparatorluğu’nun Şamanizm’e bakışı neyse, TSK’nın da İslam’a bakışı aynıdır. Din burada ruhlarla ilgili bir şeydir. Adalet ve mülkiyet meseleleriyle ilgili bir konu değildir. Kandil geceleridir, namaz, oruç, türbeler ve ritüellerdir. Dini böyle algılıyorlar.

“AKP’NİN BİR ŞEYE İNANCI KALMAMIŞ”


* Sadece TSK mı yoksa mevcut iktidarda böyle mi algılıyor?

- Mevcut iktidarın da bunun dışına çıktığını sanmıyorum. Öte yandan bu dini baskı meselesine gelince, iktidar çevrelerinde siyasi baskı olabilir. Ama bence dini baskı yok. Çünkü iktidar kendi din anlayışını dayatacak kadar dine inanan birileri değil. Bu çok tuhaf. Dışarıdan ‘dinci iktidar’ deniyor ama alakası yok. Adamların bir şeye inancı kalmamış ki, neyi dayatacak. Bir şeye inanması lazım ki dayatsın. Ben bunların inançlarını kaybettiklerine inanıyorum. Bunlar kariyerist ve konformisttir. Bir yere gelmek ve bunu kaybetmemek içindir bütün çabaları. Bunlar kariyerizm ve konformizme sonuna kadar batmış insanlardır. Böyle bir dini ideal, sosyal ideal taşıyan insanlar değil. Sanıldığı gibi bir mahalle baskısı uygulayabilecek insanlar değil. Bu mahalle baskısı daha çok iktidar dışındaki toplumun içindeki dini çevrelerden olabilir. Diyelim ki tarikat kendi din anlayışının hak olduğunu savunur, onun dışındakileri kafir ilan eder, sapkın ilan eder. Böyle gruplar var. Bu iktidar zamanında bunlar palazlanabilir, gelişebilir.

“DEVRAN DÖNECEK, PERİŞAN OLACAKLAR”


İktidarın siyasi baskı vaatlerini siyasal açıdan susturma eğilimine girdiğinden bahsedebiliriz. Bunun sebebi de siyasi doktrin falan değil, haksız kazançlar sağlaması, kamu üzerinden zenginleşmeleridir. Bunun hesabının sorulacağından korkuyorlar. Yani diyelim, ben buna şey diyorum, Silivri’dekilerin hışmından korkun diyorum. Onlar yatıyor orda. Biz bunları gördük. 28 Şubat sürecinde gördük. Şimdi onlar gitti bunlar geldi. Peki bunlar gittiğinde kim gelecek. Devran bir gün dönecek. O zaman bunların hali perişan olacak. Kovuşturma, yargılanmalar, yüce divanlar olacak. Yolsuzluk dosyaları açılacak. Hesaplaşma başlayacak yani. Sen onlara yaparsan onlar da sana yapar. Bunun yarattığı bir korku var, tedirginlik var. Bu duruma düşmemek için de şimdiden muhaliflere karşı tavizsiz davranma eğilimlerine giriyorlar. Kendi otoritelerini korumak için, otoriteryen davranışlara yer yer girebiliyorlar. Bunun dinden falan kaynaklandığına inanmıyorum.

* Mahkemeler konusuna gelmişken, Silivri benzeri bir durum da Diyarbakır’da hüküm sürüyor. Benzer bir yöntem orada da işliyor. KCK operasyonu adı altında yüzlerce siyasetçi ve seçilmiş tutuklandı ve bu devam ediyor. Devranın dönmesi burayı da bulur mu?

- Kürt siyasetine karşı, Ergenekoncularda oldukları kadar tedirgin olduklarını düşünmüyorum. Silivri’dekilerin gelişi, Kürt hareketinin gelişi kadar tehlikeli olmaz onlar için. Çünkü bunlar devletin içinden sökülüp atılanlar. Öbür taraftaki ise Kürt siyasetine karşı bir tavır geliştirmek gerektiğinde destek bulacak bir durum. O zaman PKK ile derin devlet, Ergenekon hepsi bir olmuş oluyor. Buna inandırmak için zemin bulabiliyor. Onu ayrı değerlendirmek lazım. Orda da mevcut iktidarın devletin oligarşik çizgilerini aşabilecek bir zihinsel ufka ve siyasal perspektife sahip değil.

Cumhuriyetin ilk yıllarından sonra ne çizilmiş? Devleti belli çizgiler oluşturur. AKP’nin bunu aşacak bir kapasitesi yok. AKP’nin savunabileceği şey adalet devleti değildir. Hatta korktukları bir şeydir. Diyoruz ki, TC 1920-1924 arasında kurulmuştur. 1924’ten sonrası devrim değildir. Dönemin hükümetlerinin çıkardığı kanun ve kararnamelerle yönetilmiştir. Adalet devleti dediğimiz şey şöyle bir şey, kamunun, kamuyu temsilen devletin, resmi metinlerinde Türk ve Kürt gibi herhangi bir etnik köken, İslam, Hıristiyanlık gibi herhangi bir din, Atatürk gibi herhangi bir şahıs ismi yer almamalıdır. Hak, hukuk, adalet, eşitlik, emek, özgürlük, demokrasi kavramları yer almalıdır. Bunlar aşağı yukarı her kesimin diline doladığı kavramlar. O zaman bunlar olsun. Diğerlerine gerek yok ki. İslami açıdan da bir sorun yok. İslam diyor ki, hükmettiğin zaman, adaletle hükmet. Eşitlik, adalet… Bir devlet kendini bunlara adapte ettiği zaman, devlet olmaktan kaynaklanan zaruret yine gelmiş olur.

“ÖTEKİ DE KÜRT DEVLETİ DER”


Devletin adalet ve eşitliği sağlamak, birilerinin baskı uygulamasına mani olmak gibi bir sorumluluğu vardır. Bu felsefeye inanman lazım önce. AKP çevresinde buna inanan yok. Ankara’daki generaller içinde de, Ergenekon çevresi içinde de buna inanan yok. Adam ‘Türk devleti’ diyor. Etnik bir grubun ismi devlete verilir mi? Coğrafyanın ismi Türkiye. Böyle şey olur mu? Hadi bunu kabul ettik diyelim, ‘TC devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür’ dersen olmaz. ‘Türk devleti’ dersen olmaz. O zaman öteki ‘Kürt devleti’ der. Ne hakla ‘olmaz’ diyorsun? O zaman Kürt ve Türk’ün devleti olmalı. Ayrıca bir devlet kurmaya gerek yok, bu kurulu devleti adam gibi bir adalet devletine kavuşturmak lazım.

“İSLAMİYET SERVET VE İKTİDAR SAHİPLERİNİN ELİNDE”

* İslamiyet’te mülk edinme yasağı da var. Yani ihtiyaç fazlasını yasaklar. Mesela Hz. Muhammed’in geride bıraktıklarına baktığımızda da bu durum kendini gösteriyor. Bu gün İslami referanslı olduğunu iddia eden AKP çevresinin tamamı iş adamı ve zengin üst sınıftan oluşuyor. Sermaye ve paranın asıl sahipleri. Bu çelişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? AKP bunu neye değindiriyor?

- AKP dediğimiz daha önce Milli Görüş, siyasal İslam diye tabir edilen çevrelerden gelen insanlardan oluşuyor. Türkiye’nin genel din anlayışında bu mülkiyet konusu yanlış ele alınıyor. Doğru bilinmiyor. Buna tarikatlar dahildir. Milli Görüş dışındaki gruplar da dahil, diyanet de dahil. İslamiyet’te mülkün yeri nedir? Kuran’ın mülk konusundaki ayetleri nedir? Bu dini çevrelerde neredeyse unutulmuş. İslam’da Kuran’da ‘Kenz’ diye bir kavram var. Müftü bunu bilmiyor. Kenz diye bir şey duydun mu diyorum, ‘ne bu’ diyor. Namaz kılmak, oruç, haç, kandil, hac çerçevesinde dönen bir din var. Biz diyoruz ki, hayır, din esasında bunlardan ibaret değildir. Bunların birçoğu zaten hurafeye batmış durumda. Çok azı kalmış. İslam’ı, Kur’an esas itibariyle adalet ve mülkiyet konusunda ortaya çıkarır. Eğer İslam’ın adalet ve mülkiyete dair söyleyeceği bir şey yoksa bu dine de gerek yok. Gitsinler başka dine girsinler. Bu nereden kaynaklanıyor, bu dinin zenginlerin eline geçmesinden kaynaklı. Emeviler’den beri İslamiyet servet ve iktidar sahiplerinin eline geçmiştir. Tefsirlerin çoğunu onlar yazmış, fıkıhın çoğunu onlar oluşturmuştur. Adam Kuran’daki verme kısmını unutmuş, tam tersini söyleyerek eleştirdiği şeyi fıkıhın temeli haline getirmiş.

“ANTİ-KOMÜNİZM EĞİTİMİNDEN GEÇİRİLDİLER”

Servet ve iktidar sahiplerinin imparatorluklar boyunca bu dini şekillendirmesi, yorumlaması var. Şu anki dini zihniyet o kaynaklara dayanıyor. Oradan gelen kültürü benimsiyor ve yaşıyor. Dolayısıyla dışına çıkamıyor. Bu tür şeyler duyunca da şaşırıyor. Daha bir özel sebep; dini çevreler 70’li yılardan itibaren anti-komünist bir eğitimden geçirildi. Zihin şekillendirmesinden geçmiştirler. Bunun için de ABD’den özel olarak çalışmalar gelmiş, çalışılmıştır. Türkiye Müslümanları 70’den itibaren anti-komünizm üzerine eğitilmiştir. Neredeyse dinin gereği komünizm karşıtı olmak, ‘sağcı ve muhafazakar olacaksın’ şeklinde bir anlayışlar gelişmiştir. Komünizmle mücadele derneklerinden, mukkadesatçı gençlik merkezlerine kadar zihinler şekillenmiş. Şu anki cumhurbaşkanı Gül’den, Erdoğan’a ve bakanlara kadar hepsi oralardan şekillenmiştir. Türkiye’yi bunlar yönetiyor.

Dolayısıyla bunlardan ne bekleyebilirsin ki? Ben diyorum ki ‘kenz’ yapmayın. Mal, para biriktirmeyin. İhtiyaçtan fazlasını dağıtın. Bir Müslüman’ın şu an ortalama olarak bir evi bir arabası olabilir. Bunun dışında şahsi mal mülk olamaz. Gerisini yoksullarla paylaşacaksınız. Ama atölye, iş yeri fabrika olabilir. Bu fabrikada işçinin hakkını vermek suretiyle, açlık sınırından aşağı maaş vermeyerek, elde edilen gelirin yarısı emekçinin olacak şekilde olmalı. Buna rıza gösteriyorsanız eyvallah. Bunun dışında şahsi mal biriktirmeyeceksiniz. Stoklanan maldır kenz. Bu da hegomonya olarak kullanacağın şey oluyor. İslamiyet buna izin vermiyor.

“BÖYLE MÜSLÜMAN OLUNUR MU?”


* Sanırım size de komünist diyorlar…

- Evet, bunu söylediğim zaman ‘komünistsin sen’ diyorlar. Ben komünist değilim. Kuran ayetleri böyle diyor. Peygamberimiz vefat ettiğinde hiçbir mülkiyeti malı yoktu. Oysa 23 yıl hem peygamberdi hem devlet yönetti. Zengin ile yoksulluk arasındaki fark, vefatına yakın bir süreçte neredeyse sıfırlandı. Yoksulları zenginlerin içine katmıştır. ‘Paylaşın’ demiştir. Şimdi gidip müftülükte başını örtüp, kelime-i şahadet getirip Müslüman oluyorlar. Böyle şey olur mu? Böyle Müslüman olunur mu? Sakal, cüppe, örtünme baştan aşağı, kapanmayı dine girmek olarak algılıyorlar. Dine asıl giriş yöntemlerini tartıştığınızda sosyalizmi veya komünizmi dine sokmak olarak algılıyorlar. Hiçbir sosyalist eser okumazsan bile, adalet ve mülkiyet konusunda, Kuran’da önyargılardan arınarak, samimi bir şekilde okuduğunda bulursun zaten.

“MEVCUT EKTİDARIN DİNLE ALAKASI YOK”


* Kurumsal İslam’ı elinde tutan, İslamiyet’i yaşadığını iddia eden cemaat ve iktidar sahipleri, öbür taraftan da bir jeep tutkunu oldu. Bir yandan açlıktan ölen bebek, öbür taraftan jeepe binmek. Başbakan ‘gemicik’ diyor, öbür taraftan çocuklar açlıktan ölüyor. Bunu kendi kafasında İslam’ın neresine dayandırıyor acaba?

- Daha önceki dönemlerde ortaya çıkmış dini kaynaklar var. Kendine dayanak bulabilir. Ama önemli olan doğrunun ne olduğudur. En geleneksel çevrelerin itibar gösterdiği İmam-ı Gazali der ki, bekarların 40 gün, evlilerin bir yıl temel ihtiyaçlarını biriktirme hakkı vardır. Bundan fazlasının dağıtılması gerekir. O bile söylüyor. Tasavvufun ilk temsilcilerini okusalar, görürler. Tasavvuf, Emevi dinine ve saray hayatına tepki olarak doğar. Senin malın mülkün fakirin ayaklarının altındadır. Tarikatların bunları okuması lazım. Tarikat şeyhi mesela bin yıl dünyada yaşayacakmış gibi bir anlayışa sahip. Bunların Müslümanlıkla falan alakası yok. Mevcut iktidar çevrelerinin, muhafazakar çevrelerin din anlayışını gözden geçirmeleri lazım. Benim tavsiyem şu; bu dinden çıkın, lehül mülk kapısından dine yeniden giriş yapın. Aksi halde din ve hayatınız heba olur.

“KÖKLÜ BİR DİN ANLAYIŞI DEĞİŞİKLİĞİ LAZIM”


* İslam ve Kapitalizm meselesine biraz değinmek gerekirse, Türkiye’de 80 yıllık bir iktidar ve devlet yapısı vardı. Ama son 9 yılda birden değişti ve başka bir şey oldu. AKP’nin bu dönemi itibariyle bütün mesele buradan gelen bir güç mü, yoksa kapitalist bir işbirliği var mı bu kurumsal yapının birden tersyüz olmasında?

- Bunun birkaç sebebi var. Birincisi, başlangıçta toplumun temel din algıları bu diyanet yoluyla çizilen devletin, toplumun, Türkiye’nin temel din algısı, cemaat ve Fethullah Hoca grubunun din algısıyla örtüşüyor. Milli Görüş’ün din algısı ile devletin din algısı örtüşüyor. Dolayısıyla toplumda yayılması anlaşılır bir durum. Türkiye toprağının manevi iklimi İslamiyet’tir. Buradan kaynaklanan hareketlerin taraftar bulması, gelişmesi normaldir. Toprağın ruhunda var. Benim Marksizm’i eleştirdiğim temel noktalardan biri burasıdır. Aydınlanmacı kafayla dine yaklaşırsanız başarılı olamazsınız. Lenin’in bir sözü vardır; acemi Bolşevik, işçi ile emekçiyle Allah var mı yok mu tartışması yapar. Sen şimdi kalkıp Türkiye’de Allah var mı yok mu tartışması yapamazsın. Allah var ama nedir? Bunu tartışabilirsin. Anlamak için tartışabilirsin. Bu başka bir şey, ama inkar edersen bu coğrafya kabul etmez seni. Dolayısıyla bu bahsettiğimiz hareketler bu toprağın ruhuna uygundur, zihnine kafa yapısına uygun. Ama eleştirmesi lazım. Biz de bunu yapıyoruz. Köklü bir din anlayışı değişikliği lazım. İkincisi, kapitalist dış güçler, küresel güçlerle de tabi ki irtibatlıdır. Onlardan bağımsız açıklamak doğru değil.

“KAPİTALİZMİN TANRISI MAMONDUR”


Malum, Türkiye dünya denizi içinde bir ada değil ki. Bir sürü hesap var. İlişkiler var. AB’den tutun, ABD’ye kadar ilişkide olduğu, kendini bağlı kıldığı, müttefik ilan ettiği yerler var. NATO budur işte. Dünyada bir savaş çıksa NATO saflarında savaşıp öleceğiz. Dışarıyla sıkı bir irtibatı var Türkiye’nin. Dolayısıyla elbette ki katkısı vardır. Kürt politikasından tutalım, bütün diğer politikalarda da böyle bir ilişki ağı var elbette. Ama bunun bir ajan faaliyeti olduğunu sanıyorlar.

Fethullah Gülen, Erdoğan, Ladin, ajan değillerdir. Bunlar dini iklimlerden çıkmış bir takım gruplardır. Kapitalistlerle de ters düşmemektedirler. ABD tarzında dini gruplarla işbirliği yapmak vardır. Tarzına, siyasetine, adalet anlayışına, mülkiyet dürüstlüğüne, memleket anlayışına bakar ve çeşitli şekillerde irtibat kurar. Sonra der ki, ‘bunun önünü’ açın. Mesele budur. Çıkarlarına ters düşen bir durum yoktur yani. ABD’nin dini grupları yönetmesi bu şekildedir. Tayip Erdoğan ve Fethullah Gülen doğuşunda da böyle olmuştur. Bunlar paraya falan tutulmuş ajanlar değildir yani. PKK de kendiliğinden doğmuş bir örgüttür mesela. ABD işine geldiği yerde bastırır, işine gelmediği yerde ses çıkarmaz. İşine gelmediği yerde üstüne gider ezer. Kurgulanmış örgütlerin sosyolojide karşılığı olmayacağı ve uzun yıllar yaşamayacağı kanaatindeyim. Türkiye gerçeğinde yeri olmayan hareketler gider. Ama bunlar yönlendirilir, dış dünya ile ilişkisi vardır sürer gider. Kapitalizmin tanrısı mamondur yani paradır. Tapusu da mülkiyettir. Bu ikisini tartışmak lazım. Mamonu ret etmek gerektiğini düşünüyorum. Yoksa bu dine giremezsin.

“MISIR’DA KAPİTALİZM KURULACAK”

* Ortadoğu’da bir takım gelişmeler var. Arap ülkelerindeki gelişmelerin kapitalizmle bir alakası var mı yoksa bunlar özgürlük çığlıkları mıdır?

- İkisi de var. Bir enerjisi var bu hareketlerin, yıkıcı enerjisi vardır. Ama kurucu irade ve enerjisi yoktur. Bir araştırma yapılsa zaten patlama olacağını söylerdi mesela Mısır için. Diktatörlük var çünkü. Oligarşik yapılar var. Bilgi, sermaye ve iktidarı ele geçirmiş gruplar var. Oysa açlık ve sefalet söz konusu. Mısır laikliği ile buradaki farklı. Asıl kapitalizm orada kurulacak. Orada devletin dini İslam, şeriat mahkemeleri var. Kanunlar Kuran’a uygun. Tüm kamu kurumlarında başörtüsü serbest. Yani İslam zaten yerleşik, yeni bir İslam propagandası yapmaya gerek yok. Din yoğun şekilde ön planda yaşanıyor. Böyle bir ülkede İslamcılık yapmanın manası yok. Şeriat zaten var. Dolayısıyla orada asıl kapitalizm kurulacaktır. İslam burada emek sermaye çelişkisine oturmak zorunda. Kimsesizlerin, ezilenlerin sesidir İslam. Kapitalizme karşıdır. Ama işte başka bir şey kurulacaktır orada. Eğer orada İslam adına bazı kurucu enerjiler yoksa, ne olacak, kapitalizm kurulacaktır.

SİVİL CUMAYI ENGELLEMEK ERDOĞAN’IN HADDİ DEĞİL


* Kürdistan’da devam eden ‘Sivil Cuma’ eylemleri var. Bilindiği gibi Kürtler İslamiyet’i kabul eden ikinci halk. Ama başbakan Kürdistan’a, Muş’a gidip bir takım tehdit ve absürt söylemlerde bulundu. ‘Sivil Cuma’yı yasaklamak Erdoğan’ın haddi olabilecek bir şey mi?

- Hayır canım. Şimdi aslında bunlara yabancı değilim. 80’li yıllarda böyle bir gençlik hareketinden geliyorum. Cuma namazlarına gitmeme, devletin memurlarının arkasında namaz kılmamak gibi bir eylemimiz vardı. Radikal İslam patlaması buydu. Şimdi buna dönüldüğünü ya da yakın bir eylem yapıldığını görüyorum. Daha da geliştirilmiş bir eylemdir. Ben yabancı değilim buna. Bunlar resmi din yorumuyla bastırılabilecek şeyler değil. Din diyanetin tekelinde olduğu için, her şeyi kanun gibi algılıyorlar. Doğru değil bu. Nasıl ki çoğulculuk var, etnik çoğulculuk var, bir sürü şirket var, dernek var vakıf var, o zaman dini çoğulculuk da lazım. Dini monopolculuk doğru değildir. Tabi ki Kürtler, Türkler, Mezopotamya halkaları büyük oranda Müslüman’dır. Bunun çeşitli yorumları olabilir. Bu yorumları tekçi bir din yorumuyla bastırmak doğru değil. Bu noktada Kürt halkının Müslümanlıkla ilişkisinin yeniden kurulması gerekiyor. Esasında Kürtler İslamiyet’e geçmiştir ama Kürtlere gelen İslam Emevi İslam’ıdır. Kürtler Emevi İslamiyet’inden almıştır. Kürtler de imparatorluk İslam’ı ile İslamlaşmıştır. Eski Orta Asya kültürü ile İslamiyet birbirine karışmış.

“BDP VE PKK DEVRİMCİ İSLAMI HALKA ANLATMALI”


Bir, dini aydınlanma hareketi lazım. Anadolu ve Mezopotamya’da bu lazım. Gerek BDP gerek PKK’nin bu hususta zayıf kaldığını düşünüyorum. Dinle ilgilenmeleri lazım. Bu dini aydınlanmaya katılmaları lazım. Devrimci İslam’ı halka anlatmaları lazım. Teolojik sorunları olsa bile, Allah’a inanmıyor olsalar bile, bir halka ve hak gerçeği olarak bunu kabul etmeleri lazım. Bir devrimci halkın inançlarıyla uğraşmaz, oynamaz. O zaman devrimci olamazsın. Dış güçler uğraşır, buna alet olmamak lazım. Kendi halkınızın dinini kabul edersiniz, nasıl bir din olduğunu önce görürsünüz. Halkımız hurafeye inanıyor, biz buna inanmayacağız. Bu ayrımı yapmak lazım. Dini doğru kaynaklarından öğrenip, öğretmek lazım. Din, iktidar sahiplerinin, ağa ve beylerin dini olsun diye gelmedi. Tam tersine, ezilenlerin, kadınların, fakirlerin, yoksulların dini olarak ortaya çıktı. Bunu iyi anlamamız lazım. Büyük bir devrimci kaynaktır bu. Kürt hareketine mensup olanların birçoğunun aydınlanmacı kafayla dine yaklaştıklarını görüyorum. Batı Avrupa’da çıkmış, bilimci, Marksist kafayla bu din yorumlanamaz. Din vicdanla başlayan, tarihsel ve toplumsal bir devrimdir. Yoksulların çığlığıdır.

ABDESTLİ KAPİTALİZM DÖNEMİ

* Seçim sonrasında Türkiye’yi neler bekliyor? ‘Çılgın projeler’ var, Kürdistan’a ordu yığılıyor. Yeni dönemde ‘AKP yönetecek’ varsayımıyla, neler bekliyor ülkeyi?

- Türkiye’nin geleceğinde, mamon ve mülkiyet dışında her şeye razı olunacaktır. Yeni bir anayasa hazırlamaktan tutalım, ülke isminin değişmesine kadar, AKP’nin abdestli kapitalist politikalarına kadar her şey değişebilir. Mümkündür. Ama bir tek şey değişmiyor, servet para ve mülkiyet. Bu açıdan bakıldığında önümüzdeki dönemde Türkiye’de bir dönem daha AKP var. Bu dönem içinde eğer ki Ergenekon ve Kürt sorunu mevcut muhafazakar iktidarın yıkılacak olan noktalarının tartışılmasının önünden kalkarsa bir şeyler çıkar. Yani ne zaman iktidarın asıl yüzü ortaya çıkarsa, bir bakıyorsunuz, bir Ergenekon dosyası ya da bir operasyon başlıyor. O yüzden iktidarın asıl yüzü tartışılmıyor. Asıl tartışılması gereken yüz başkadır. Bu dönemin adı abdestli kapitalizmdir. Sivil vesayet, mahalle baskısı gibi kavramlar önemli değil, dönemin resmini çizmiyor. Asıl ismi abdestli kapitalizmdir. Müslümanlar parayla servetle tanıştırılıyor ve hoşlarına gidiyor. Anadolu’da bununla tanışmak isteyen, ruhen aç, kapitalist süreci yaşamamış kitleler var. Akın akın AVM’ler açılıyor, yeni bir dünyaya giriyorlar. Asıl mesele budur.

ELİAÇIK KİMDİR?

1961’de Kayseri’de doğdu. Kayseri ve Kırşehir’deki değişik okullarda ilk, orta ve lise öğrenimi tamamladı (1980). Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okudu (1985-1990). İlahiyat Fakültesi’nden ayrılarak yazarlık hayatına başladı. Kayseri Gündem, Değişim, Yeryüzü, Bilgi ve Düşünce, Yarın, Özgün İrade, Bilge Adam, Söz ve Adalet, Gerçek Hayat, Doğudan gibi bir çok gazete ve dergide yazıları, Milli Gazete, Star, Tempo, Zaman, Habertürk, Sabah, Birgün, Radikal gibi gazete ve dergilerde söyleşileri yayınlandı.