16 Haziran 2011 Perşembe

İzmir'de Seçim 'Hilelerine' Tepki

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku, İzmir seçim sonuçları hakkındaki değerlendirmelerini kamuoyuyla paylaştı. Seçim Kurulu geçici sonuçlarına göre yaklaşık 100 bin oy alan Bloğun değerlendirmesinde ağırlığı, seçimlerde İzmir’deki yaşanan hukuksuzluklar ve hileler oluşturdu.

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku İzmir bileşenlerinin düzenlediği basın toplantısına 2. Bölge Adayı Erdal Avcı’da katıldı. Seçim sürecinde Merkezi Seçim Bürosu olarak kullanılan Eşitlik ve Demokrasi partisi İzmir İl örgütünde düzenlenen basın toplantısında Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adına açıklamayı Cavit Uğur okudu.

Cavir UĞUR’un ekteki açıklamayı okumasından sonra Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) İzmir İl Başkanı Arif Ali Cangı ve Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku İzmir 2. Bölge Adayı Erdal Avcı birer konuşma yaptılar.

ARİF ALİ CANGI: SEÇİM ADALETSİZLİK YARIŞI OLDU

Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) İzmir İl Başkanı Arif Ali Cangı söz aldı. Cangı, seçimlerde AKP ve CHP’nin iktidar olanaklarını nasıl kullandığına ilişkin örnekler verdi. Cangı, Büyükşehir Dergisini göstererek“CHP’li İzmir Büyükşehir Belediyesi her seçim öncesi bir dergi hazırlayarak yüz binlercesini otobüs, metro, vapur’da ve belediyenin her türlü olanağı kullanarak propaganda aracı olarak kullandı” dedi. AKP İzmir Milletvekili adayı Ertuğrul Günay’ın seçmenlere gönderdiği mektubu göstererek, “ Kültür ve Turizm Bakanı sıfatıyla bakanlık bütçesinden kullanılmak üzere, seçim yasakları ihlal edilerek bu mektuplar her seçmene gönderildi” dedi. Cangı, İzmir Valiliğinin Ödemiş’de yaşadıkları saldırılar ile ilgili olarak Emniyetten bilgi istediği bilgisini aktardı. Cangı, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun 2009’daki adının ‘Birlikte Başaracağız’ olduğunu ve bu platformun İzmir’de ana muhalefet işlevi gördüğünü hatırlatarak, AKP’nin ‘35 İzmir 35 Proje’ başlığıyla hazırladığı broşürde bu ismi aşırma gayretinde olduğunu belirtti.



ERDAL AVCI: BU SEÇİM KİRLENDİ


Basın toplantısında konuşan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku İzmir 2.bölge adayı Erdal Avcı’da seçim sürecinde ve seçimlerde yaşanan hukuksuzluklar ve hilelerin İzmir’de bu seçimi kirlettiğini söyledi.

Erdal Avcı, “AKP 330 milletvekili hesabıyla her türlü hukuksuzluğa ve hileye başvurdu. Özellikle yoksulluğu kullanarak bizim seçmenimiz üzerinden hesap yaptı. Seçim Kurulu bizim itirazlarımızı incelemeden reddetti. Bunu kabul etmemiz mümkün değil. Hakkımızı sonuna kadar savunacağız ” dedi.

Avcı, “CHP müşahitlerinin topladığı bilgilerde bizim 1.bölgede 66 bin, 2.bölgede ise 48 bin oy aldığımız” görülüyor. Bizim tespitlerimizde ise 1.bölgede 85 bin, 2.bölgede 85 bin oya ulaştığımız görülüyor. Bu sonuçlar bizim hem 1.bölge de hem de 2.bölgede birer milletvekili çıkardığımız kesin ama seçim kurulu ve iktidarın oyunlarıyla vekilliklerimiz elimizden alınmıştır. Bu durum seçmene hakaret, seçim çalışmalarında bulunan arkadaşlarımızın emeğini gasp etme, emek hırsızlığı ve hukuksuzluğun meşrulaştırılmasıdır. CHP seyirci kalarak bu hileleri ve hukuksuzluğu meşru kılmıştır.” dedi.

Erdal Avcı, konuşmasında seçimde kullanılan araçları ve hilelerinden örnekler verdi. Avcı, AKP orijinal oy pusulası bastırarak, AKP’ye oy verilmiş gibi mühürlemiş ve seçmene kendi verdiği pusulayı zarfa koyarak atmasını, boş pusulanın ise kendisine getirilmesini karşılığında iş veya para verileceği sözleriyle seçimi kirletti. Bunu görüştüğümüz bazı seçmenler bize böyle aktardı. Biz bunu basın açıklamasıyla kamuoyuna duyurmalarını istedik, sanırım önümüzdeki günlerde bu gerçekleşecek” dedi.

Erdal Avcı, oylarda iki türlü geçersiz oy yoğunlaşması tespit ettik. Birisi boş oy, diğeri ise hem AKP’ye hem de bize verilmiş pusulalardır. Bu pusulalarda boş oyun gerekçesi, son anda mühür yerine kaşe kullanılmasıdır. İnsanlar kaşenin üstündeki ‘EVET’ yazılı bölümü pusulaya basmış ama avucunun içi boyanmış pusula boş kalmış, özellikle yaşlı, okuma yazması olmayan veya fark edemeyen seçmenlerimizin avuç içleri ‘EVET’ yazılmış. AKP’nin mühürlü dağıttığı pusulalarda ise yine de bize oy vermek için oyunu klanmış. Birde pusulalarda hem parti başkanı hem adaylarının isimlerinin birlikte yazılmış olması Başbakanlık tercihi ile milletvekili tercihini ayrı ayrı oylayabileceği algısını yaratmış ve böyle oylar kullanılmış” dedi.

Avcı, seçimlerde kazandıkları ve hile ve hukuksuzluklarla haklarının ellerinden alındığını belirterek konuşmasını tamamladı.

Devrimci Halk Savaşı’nın Üstlendiği Görevler Ve Amaçları

Devrimci Halk Savaşı’nın amacı bir anda devleti tümden yok ederek, kendini hakim kılmak değildir. Tersine iç içe, topyekun bir savaşı öngörüyor. KCK sisteminin ya da toplumsal yaşamının bütün alanlarındaki bir savaşı öngörüyor

Duran Kalkan

Devrimci Halk Savaşı’nın amaçları, başaracağı görevlerin neler olduğu, neleri yerine getirip gerçekleştireceği üzerinde de bazı değerlendirmeler yapmak gerekiyor. 

Çünkü ne yapacağımızı bilmezsek, nasıl yapacağımızı bilemeyiz. Hep taktik taktik denilmektedir, ama mutlak bir taktik yoktur. Gerillanın mutlak olarak bir tane taktiği vardır. O da “vur-kaç” taktiğidir. Bu taktiği, küçük, zayıf güç olmasından kaynaklanıyor. Düşmanı büyük, kendisi zayıftır. Ancak öyle bir düşmana vurma ve varlığını koruma bu taktikle mümkün olduğu için savaşta bunu esas alıyor. Onun dışında öyle mutlak olan bir şey yoktur. “Vur-kaç” diye tanımlanan taktik eylemliliği içinde de bazı eylem biçimlerini kullanıyor. Pusu atıyor, baskın yapıyor, sabotaj, suikast ve sızma yapıyor. Farklı silahları kullanıyor. Bunları iç içe kullanıyor. Fakat nerede neyi kullanacağı, ne yaparsa sonuç alacağını ve doğru yapacağını esas belirleyen olarak ne yapmak istediği ve hangi amaç için çalıştığıdır. Askeri kolaylık açısından bir şey yapmaya kalktın, hoşuna gitti, kolay geldi, yaptın ve sonuç aldın. Ama bunun siyasi-ideolojik amaçlara bağlı olup olmadığı, ona uygun olup olmadığına bakmak gerekiyor. Eğer uygun değilse sen istediğin kadar askeri sonuç almış ol, o sonuç yeterli, doğru bir sonuç olmaz. Başarı sayılmaz, zarar verici de olabilir. 

O bakımdan da askeri çalışmaları, hangi eylemleri yapacağımızı belirlemeden önce ne yapacağımızı bilmemiz gerekiyor. Hangi görevleri yerine getirmek istiyoruz? Niçin savaşıyoruz? Niye Devrimci Halk Savaşı yapacağız? Bu savaşla hangi görevleri gerçekleştirmek istiyoruz? Hangi siyasi program dahilinde savaşacağız? Bu savaş hangi siyasi hedefleri gerçekleştirecek? Bunları bilmek gerekiyor. Herhalde savaşmak için savaşılmaz. Sadece kan dökmek için, can sıkıntısı olduğu için de, savaş sevildiği için savaş yapılmaz. Toplum olarak da, hareket olarak da bizim öyle bir durumumuz yoktur. Ne savaş aşığı olduğumuz için, ne de canımız sıkıldığı için böyle bir savaş sürecine girmiyoruz. Bazı temel görevler yerine getirmek ve hayati işler yapmak istiyoruz. Onları yapmanın başka yolu, yöntemi, çaresi kalmıyor. Sadece bize savaş yolu bırakılıyor, bunun yarattığı zorunluluk gereği biz de böyle bir savaşa giriyoruz. Baştan beri böyledir. 1977’den bugüne PKK böyle hareket ediyor. Herkes bize saldırıyor, kendimizi doğru dürüst savunamıyoruz bile. Saldırı da her düzeyde geliyor, tek düzeyli de değildir. O halde, saldırılar karşısında da savunma yapacağız. İşin gerçeği budur. 

Şimdi mevcut durumda da tek çare olarak savaşın kaldığını söylüyorsak, neyin tek çaresidir? Yapmak istediklerimiz, başka yolla yapılamaz mı? Ancak savaşla mı yapılabilir? O halde savaşacaksak biz bu savaşla hangi sorunları çözeceğiz, hangi görevleri yerine getireceğiz? Yaptığımız savaş neye hizmet edecek? Neyi yaratacak? Neyi yıkacak, neyi kuracak? Bunları belirlemek gerekiyor. Bu sorulara net cevap verir pozisyonda olmamız lazım.
Böyle şeylere bağlı olmayan, hiç amacı olmayan bir savaş yapmaya kalkarsak bu çetecilik olur. İdeolojik-siyasi amaçlardan kopmuş şiddet kullanımı çeteciliktir, gaspçılıktır, soygunculuktur. Öyle savunma savaşı olamaz. Savunma savaşı belli değerleri korumaya, hem de toplumun en yüce amaçlarını, görevlerini yerine getirmeye bağlı olan savaştır. Böyle olursa zaten ona, meşru savunma savaşı denir. Böyle olmazsa meşru savunma savaşı denmez. 

Bu bakımdan da mademki savaşa gireceğiz, bu savaşla hangi amaçları gerçekleştireceğimizi bilmemiz gerekiyor. İlkelerimizi ve hedeflerimizi bilmeliyiz. İdeolojik ilke ve siyasi amaçlarımızı bilmeliyiz. İdeolojik çizgiye ve siyasi programa hakim olmalıyız. Bunları bilmeyenler, savaş yapamazlar. Taktiksel olamazlar, doğru karar veremezler. Neye göre karar vereceğiz, bir şeyi yapmaya girişirsek hangi amaç için yapacağız? Farz edelim bir eyleme girdik, bir çarpışmaya girdik, bunu hangi amaç için yapacağız? Amaçsız yapamayız. Amaçsız yaptık mı, o çetecilik olur. Amaçla yapacaksak, o zaman hangi amaçla yapacağız? Bir amacı olacak. Siyasi programa bağlı olur, ona hizmet ederse bu doğru amaçtır deriz. Eğer ona bağlı olmaz, başka amaçlara bağlı olursa o zaten baştan yanlış olur. İstediği kadar askeri bakımdan başarı elde etsin, düşmana vursun, kendisi büyük askeri sonuç almış olsun, ama ideolojik-siyasi olarak bizim amaçlarımıza hizmet etmiyorsa o savaş yanlış bir savaştır, çizgi dışı bir savaştır. Öyle savaşçılık çeteciliktir. Çetecilik ideolojik-siyasi çizgiden kopmuş, ideolojik-siyasi amaçlara bağlı olmayan, hizmet etmeyen, onları geliştirmeyen şiddet kullanımına, savaş yapmaya deniliyor. Savaştaki yozlaşmaya çetecilik deniliyor. Bizde en fazla bu tür yozlaşmalar ortaya çıkıyor. Nereden çıkıyor bu yozlaşmalar? Savaşta ideolojik-siyasi amaçlar, hedefler kaybedildiğinde, ideolojik-siyasi önderliği, öncülüğü yok edildiğinde bu tür yozlaşmalar ortaya çıkıyor. 

Demek ki savaş sadece savaşmak için yapılmıyor. Tarihi, ideolojik, siyasi görevlerin başarılması için yapılıyor. Peki, başarmak istediğimiz ideolojik-siyasi görevler neler? Önderlik, “Varlığını Korumak Ve Özgürlüğünü Kazanmak” dedi. Varlığını Korumak Ve Özgürlüğünü Kazanmak diyelim, ama bu genel bir kavram ve tanım. Bunun içeriğini nasıl dolduracağız? Varlığımızı nasıl koruyacak, özgürlüğümüzü nasıl kazanacağız? Varlığını korumak ve özgürlüğünü kazanmak ne demek? Nasıl olursak özgür oluyor, varlığımızı korumuş oluyoruz? Varlığımızı ne yok ediyor, ne koruyor? Bunları da netleştirmemiz gerekiyor. Bu konular tartışmalık konulardır. Bizim yok oluş dediğimize, başkaları varoluş diyorlar. Bizim varolma dediğimize, başkaları yok olma diyorlar ve onun için bizi tehlikeli görüyorlar. Birçok akımla aramızda yaşanan çelişkilerin, tartışmaların önemli bir kaynağı da burası oluyor. O nedenle bu konuları netleştirmemiz gerekiyor. Başka türlü olmaz. 

Önderlik bu çerçevede Devrimci Halk Savaşı’nın amaçlarını ve görevlerini nasıl tanımladı? Önderlik en son görüşme notunda, “eğer siyasi çözüm biterse, KCK tümden devreye girer. KCK şimdiye kadar sadece siyasi yönü öne çıkardı. Bundan sonra sistemin bütün boyutlarıyla harekete geçer. Yani tüm programını uygulamaya koyar” diyor. Önderliğin bu kavramı, deyimi neyi ifade ediyor? 

Biz üçüncü stratejik dönemde daha çok demokratik siyaseti öne çıkardık. Demokratik siyasi mücadele stratejisi dedik. Onun örgütlenme biçimi olarak, demokratik özerkliği öngördük. Siyasi partilerin örgütlenmesini, siyasi mücadeleyi, seçimleri öne çıkardık. Bu, Kürt sorununun siyasi çözümünü yaratmak içindi. Diyalogla, müzakereyle Kürt sorununu, Kürt olgusunu kabul edecek, dolayısıyla mevcut Kürt sorununa çözüm getirecek bazı siyasi kararlara ulaşmak içindi. Öncelikle onu aldık. Çünkü zaten siyasi mücadele yürütüyorduk. Diyalog, müzakere yöntemiyle siyaseten sorunu çözelim dedik. Bu gerçekleşseydi, Kürt sorununun siyasi çözümünü devletle müzakereyle netleştirseydik, buna göre bir hukuk sistemi ortaya çıkartsaydık, bazı kararlar ortaya çıkartsaydık, ondan sonra bu belirlenen çözümün içini dolduracaktık. KCK sisteminin diğer alanlarını bu siyasi kararlara, çözüme dayalı olarak örgütleyecektik. Örneğin ekonomiyi, eğitimi, sağlığı, sosyal alanı, sporu, kültürü, dili, diplomasiyi ve öz savunmayı örgütleyecektik. Böylece sorunun çözümünü gerçekleştirecektik. Kürt toplumunun demokratik örgütlülüğünü sağlayacak, yaşamını bu temelde sürdürür hale getirecektik. Ama bu olmadı. Siyasi çözümün sonuç vermemesi demek, siyaseti öne çıkartarak, siyaset alanından başlayarak, siyasi boyuttan başlayarak çözüm bulma imkanının, fırsatının olmaması, kaybedilmesi demek oluyor. Siyasi çözümü öne çıkartırken, başa siyasi boyutu almıştık. Bu çözüm vermezse o zaman demek ki artık siyasi boyut öncelikli çözüm olmuyor. O halde KCK sistemi devreye girer diyor, bunun da yöntemi olarak Devrimci Halk Savaşı’nı öneriyoruz. 

O zaman Devrimci Halk Savaşı ile ortaya çıkan ne oluyor? Demokratik siyaset ile yapmak istediğimiz bir siyasi sonuç çözüm olsun, KCK sistemini, demokratik toplumu ona göre örgütlemekti. Bu olmadığına göre şimdi Devrimci Halk Savaşı, o zaman tersinden işlemesi oluyor. Demokratik toplum örgütlenmesini esas almak, geliştirmek, KCK sisteminin diğer boyutlarını örgütlü kılmak ve ona dayanarak oradan sağlanan güçle ve onunla yürütülen mücadeleyle Kürt sorunun siyasi çözümünü de gerçekleştirmekti. Siyasi boyutta da çözüme ulaşmak, çözüme gitmekti. Demek ki Devrimci Halk Savaşı, siyasi çözüm uğruna olan bir savaş değildir. Aslında demokratik konfederalizmin bütün boyutlarını örgütlemek, geliştirmek için yürütülen bir mücadele oluyor. O boyutların örgütlenip geliştirebilmesi için de, onun önündeki engelleri aşmak gerekiyor. Onun önündeki engelleri aşmak sert savaşla, direnişle, mücadeleyle oluyor. Savaş böyle gündeme geliyor. Bu bakımdan siyasetle KCK örgütlenmesinin önünü açamadık. KCK’yi örgütleyerek Kürt sorununun siyasi çözümünü gerçekleştirmek istiyoruz. Stratejik değişimin amaçlar bakımından, siyasi program bakımından önceliklerinin yeniden yapılanması, değişimi böyle oluyor. Programımızda, siyasi programımızda öncelikleri değiştiriyoruz. 

O halde demek ki Devrimci Halk Savaşı’nın önüne ciddi görevler konuluyor. Öyle basit, dar bir askeri olay değildir. Sadece yıkma olayı da değildir. Bazılarını yıkma, bazı şeyleri kurmayı ifade eden bir savaş. Öyle değerlendirilmesi gerekiyor. Çünkü bazı şeyleri yıksak, yerine yenilerini kurmazsak, yine siyasi çözümü geliştiremeyiz. Ortaya bir siyasi güç çıkaramayız. Öbürünü yok etmişsin, karşıtını ama kendini de kurmamışsın, o zaman çözüm zemini yaratmamışsın, kendini çözüm gücü haline getirmemişsin demektir. O halde Devrimci Halk Savaşı’nın temel görevi olarak, KCK sistemini örgütlemeyi koymamız lazım. KCK sisteminin bütün boyutlarını örgütlemek için o boyutları örgütlemenin önünde engel oluşturanları da, mücadeleyle yıkmayı değerlendirmek lazım. Hem yıkıcılığı var, hem yapıcılığı var. O zaman mevcut sömürgeci ve soykırımcı özel savaş sistemini yıkıp onun yerine KCK sistemini kuracak, bizzat inşa edecek. Değişik alanları örgütleyecek; ekonomik, sosyal alanı örgütleyecek, siyasi alanın örgütlenmesini gözetip destekleyecek. Diplomatik alanı örgütleyecek. Savunma, öz savunma alanını zaten örgütlüyor, daha da güçlü, yeterli hale getirecek. Önderlik bunları yedi boyut olarak saydı. Aslında bu bizim yedi boyut, yedi temel amacımızı ifade ediyor. Demokratik özerklik projesinde bu sekiz boyut olarak verilmişti. Ekolojik boyut yazılmıştı. Önderlik, ekolojik boyutu ekonomik boyutla beraber ele alıyor, ekonominin bir parçası olarak değerlendiriyor. Onun dışındaki boyutlar demokratik özerklik projesindeki boyutlardır. Bu boyutlar bizim temel siyasi amaçlarımızdır. Siyasi programımız, temel hedeflerimizdir. Bunlar KCK sisteminin esaslarıdır. Bir de bunların ayrıntıları var. Ekonomik boyut deniliyorsa, o zaman ekonomik alanda neler yapması lazım? Onun da kendi içinde bir sürü boyutları ve maddeleri var. KCK’nin ekonomik sistemi nasıl olacak? Hangi ekonomik sistemi kabul ediyor, hangisini reddediyor? Ekonomik alanda neleri yıkacak, neleri kuracak? Neleri doğru bulacak, kabul edecek, benimseyecek, neleri kabul etmeyecek? Sosyal alanda, eğitim olarak neleri yapacak, neleri yapmayacak? Sağlık olarak neleri kabul edecek, neleri kabul etmeyecek? Bunların netleştirilmesini ifade ediyor. 

Kabul etmediği, zararlı gördüklerini yıkmayı öngörüyor. Bunlar, savaşın hedefleri oluyor. Onları yıkmayı, onun yerine yenileri koymayı, topluma hizmet edenleri koymayı, topluma hizmet eden, toplumun demokratik çıkarlarına uygun olanları da korumayı, savunmayı ifade edip içeriyor. Görevler kapsamını böyle ele almak gerekiyor. Demek ki biz savaşı, sadece savaş olsun diye değil, bunun için yapacağız. Yine sadece bir şeyleri yıkalım diye de yapmayacağız. Elbette yalnız başına bir inşa etmek de değildir. Çünkü önündeki engeller aşılmadan, bir şeyler yıkılmadan inşa etmek mümkün değildir. Boşluk olan yerleri zaten inşa etmeliyiz. Ama boşluk yok, dolu ise ve dolu olan da faşistse, gericiyse, özel savaşçıysa, soykırımcıysa o zaman onu yıkacaksın, onun yerine demokratik olanı, özgürlükçü olanı da inşa edip kuracaksın. Bunu demokratik siyaset yapamadı. 

Demokratik siyaset neye dayandı? Biz şimdiye kadar siyasi mücadelede ne yaptık? Savaş bile yaptığımızda, hedef olarak önümüze ne koyduk? Hep “gelin uzlaşalım, bize fırsat verin. Yani bir uzlaşma yapalım, çözüm bulalım. Demokratik özerklik çözümünü sağlayalım” dedik. Devletle demokrasinin, KCK’nin ilişkileri, toplumsal yaşamdaki etkinlik alanları neler olacak? Bunları anlaşarak belirleyelim. Öyle belirleseydik, oradan KCK’ye bir alan verilseydi, ondan sonra barış içerisinde hemen onları inşaya yönelecektik. Buna kimse de engel olmayacaktı. Siyasi çözüm bizi, demokratik toplum olarak örgütlenmemizi, ekonomik, sosyal, kültürel, diplomatik, hukuksal diğer alanlarda örgütlemeye götürecekti. Fakat şimdi bu olmadı. Bu olmadıysa o zaman ne yapacağız? Savaşla yapmak istediğimiz nedir? Adım adım, parça parça bütün bu alanlarda sömürgeci olanı, soykırımcı olanı yıkmak, onun yerine demokratik olanı kurmak, inşa etmektir. Bunu niye savaşla yapıyoruz? Çünkü gerici olan var ve doludur. Onun yıkılması lazım. Bunu da ancak savaş yıkar. Siyasetle anlaşamamış, geri çekmemişsen, var olanı ancak savaşla yıkabilirsin. Yerine inşa ettiğin bir şeyi, öbürü yıkmak ister. Savunman lazım. Savunmazsan yaptığın inşanın bir anlamı olmaz. O halde savunmak için -savunmak da askeri bir eylemdir- dolayısıyla inşa ettiğin demokratik toplum örgütlülüğünü, yaşamını koruyacaksın, savunacaksın, güvenliğini sağlayacaksın. Güvenliğini sağlayabildiğin, koruyabildiğin kadar inşa edeceksin. Koruyabildiğin ayakta kalır. Başkasını inşa etsen de, karşı taraf da vurur seni yıkar ve tekrar ele geçirir. Savunabilir, koruyabilirsen vermezsin ama onu yaşatırsın. İşte Devrimci Halk Savaşı böyle bir mücadele oluyor. 

Bu boyutlardan birincisi ekonomik –ekolojik boyut da ona dahildir- boyuttur. Toplumun ekonomik yaşamıdır. Aslında ekonomi tümüyle demokratik toplumun işidir. Devlet işi değildir. Önderlik “Tekelcilikle, kapitalizmle ekonominin bir ilişkisi yok” dedi. Tekelci ekonomiye karşı, demokratik konfederalizmin ekonomik sistemleri geliştirmemiz gerekecek. Demek ki etkinlik kurduğumuz her alanda, toplumun ekolojik çizgide, ekonomik örgütlülüğünü, ekonomik toplumu yaratıp inşa edeceğiz. 

İkincisi sosyal boyuttur. Sosyal boyut içinde öne çıkan temel görevler, eğitim, sağlık, spor gibi alanlardır. Demek ki eğitimi, biz örgütleyeceğiz. Savaşla birlikte etkili olduğumuz yerde mevcut eğitimi dur-duracağız, kendi eğitimimizi kuracağız. Yani artık “devlet bize anadilde eğitim hakkı versin” demeyeceğiz. Biz gücümüzün yettiği yerde devletin eğitimini durduracağız, kendimiz kendi eğitimimizi nasıl bir dilde, nasıl bir programda yapmak istiyorsak yapacağız. Kendi sağlık sistemimizi kurup örgütleyeceğiz. Devletin sağlık sistemini işletmeyeceğiz. Ele geçireceğiz. Halk yararına, kendi anlayışımıza göre sürdüreceğiz. Sporu yine o hale getireceğiz. 

Üçüncüsü hukuksal boyuttur. Kendi hukuk ve yargı sistemimizi geliştireceğiz. Mevcut devletin yargı sistemini durduracağız, onun yerine, KCK’nin yargı sistemini örgütleyeceğiz. Kendi hukuk sistemimizi işleteceğiz. Toplumsal sorunları, çözebildiğimiz, etkinlik kurabildiğimiz kadarıyla kendi yargı sistemimizle çözeceğiz. 

Dördüncüsü diplomatik boyuttur. Kendi diplomatik alanımızı örgütleyeceğiz. İç ittifaklarımızdan tutalım dış ilişki, ittifaklara kadar, Kürt demokratik örgütlemesine güç sağlayacak, hizmet edecek, onu temsil edecek bir ilişki-ittifak sistemi geliştireceğiz. Dolayısıyla bir diplomatik faaliyeti örgütleyeceğiz. Kürt toplumunun diğer toplumlarla ilişkilerini düzenleyen, dayanışmasını sağlatan bir ilişki ve dayanışma sistemi geliştireceğiz. 

Beşincisi dil ve kültür boyutudur. Bu konuda Kürt kültürünün önündeki bütün engelleri, yasakları kaldıracağız. Tarih, kültür ve dil çalışmalarını, toplumun kendi kültürel gerçeğini yaşamasını sağlatacağız. Onun kurumlaşmasını, örgütlülüğünü geliştireceğiz.
Altıncısı öz savunma boyutudur. Savunma güçlerini örgütleyeceğiz. Yani demokratik toplumu, onun örgütlülüğünü, KCK örgütlülüğünü savunan, bütün saldırılara karşı koruyan bir güvenlik sistemi ortaya çıkartacağız. Bunu ortaya çıkardığımız kadar, zaten KCK’yi kuracağız. Zaten başka türlü de kuramayız. Güvenliğinin sağlanamadığı bir sistem yaşayamaz. Diğer taraftan saldırıp yok ederler. Biz, dolayısıyla öz savunmayı öne çıkartacağız. Demokratik toplum örgütlülüğünün, KCK örgütlülüğünün ancak savunulduğu ölçüde varolacağını bileceğiz ve buna göre savunma sistemi geliştireceğiz. Bu sistemi, örgütleyeceğiz, silahlandıracağız, eğiteceğiz, nicelik olarak nitelik olarak demokratik toplumu savunacak kadar, demokratik toplum örgütlülüğünün olduğu her yerde bir savunma sistemi geliştireceğiz. 

Yedincisi siyasi boyuttur. Bütün bunları geliştirdiğimiz ölçüde siyasi boyut, demokratik siyaseti geliştirme, işletme, dolayısıyla demokratik siyaseti çözüm aracı haline getirme, demokratik özerkliği gerçekleştirme imkanımız olacaktır. Biz bunları her yerde aynı düzeyde, birden bire yapamayız. Nerede ne kadar gücümüz varsa, hangisini yapabiliyorsak ona göre yapacağız. Nerede ne kadar ekonomik örgütlenme yapabiliyorsak o kadar yapacağız. Eğitim, sağlık örgütlülüğünü nerede ne kadar geliştirebiliyorsak o kadar yapacağız ve daha fazlasını yapmak için mücadele edeceğiz. Savaş daha fazlasını yapmak ve varolanı savunmak için sürecektir.
Hukuk sistemini, öz savunma sistemini, kültürel yaşamı, diplomasiyi, demokratik öz yönetimi, siyasi yönetimi geliştirebildiğimiz kadar geliştireceğiz. Bazı yerlerde çok olacak, bazı yerlerde az olacak. Bazı yerlerde biz etkili olacağız, bazı yerlerde devlet etkili olacak. Bazı yerlerde, bazı boyutlarda KCK etkili olacak, bazı boyutlarda devlet etkili olacak. Bir boyutta, bir yerde, bir düzeyde devletin etkinliği olacak, bir düzeyde KCK’nin etkinliği olacak. Bu, yerine göre değişecek. Yani karşılıklı ve iç içe ikili bir yönetim duruşu, sistem duruşu ortaya çıkacak. Bu, düz bir durum da değildir. Bir yerde hukuksal alanda, ekonomik alanda KCK etkili, diğer bazı alanlarda devlet etkili olacak. Bir yerde sosyal alanda, yüzde elli KCK’nin etkinliği olacak yüzde elli devlet etkinliği olacak. Nerede ne kadar olabiliyorsa, o kadar yapacağız ve bunu her alanda KCK örgütlülüğünü güçlendirmek, etkinliğini arttırmak üzere bir mücadele yürüteceğiz. Bütün alanlarda demokratik toplumla, devletçi sistem arasında bir çatışma sürecek. O halde Devrimci Halk Savaşı, topyekun bir savaş oluyor. Bütünlüklü bir mücadeledir. Bütün yaşam alanlarını içine alıyor. Bütün boyutlarda bir mücadele vardır. Hem yıkmayı, hem inşa etmeyi içeriyor. İç içe bir savaşı içeriyor. Uzun Süreli Halk Savaşı’ndan farkı, cepheden bir devleti tümden reddeden, yıkan, kendini de ona göre kuran bir şey değil de, iç içe, bütün boyutlarda, ne kadar etkinlik kurabiliyorsa o kadarını kuran, onu daha da büyütmek için mücadele eden bir tarzı esas alıyor. Burada cepheden bir duruş değil, bir iç içe mücadele var. Bu anlamda Devrimci Halk Savaşı bir iç içe mücadele durumudur. 

İç içe mücadele durumu, devlete karşı, devlet örgütlemeyi öngörmemesinden kaynaklanıyor. Aslında devlet uzlaşmayı kabul etse, barış siyasi çözümle olsa, hiç çatışmaya girmeden, devlet+demokrasi sistemini, siyasi uzlaşma temelinde geliştirerek kendi örgütlülüğünü sağlayacak. Fakat devlet bunu kabul etmediği, KCK’yi terör örgütü saydığı, reddettiği, KCK’li olmayı suç sayıp hapse koyduğu için KCK de, kendi toplumsal örgütlülüğünü yaratacak ve devleti etkisizleştirmeyi, sınırlamayı öngörecektir. Nasıl ki devlet şimdi mevcut saldırılarla KCK’yi etkisizleştirmeyi, daraltmayı, sınırlandırmayı esas alıyorsa, Devrimci Halk Savaşıyla da KCK, devleti sınırlandırmayı, daraltmayı, etkisizleştirmeyi, zayıflatmayı ve onun yerine kendi sistemini örgütlemeyi öngörecektir. Ekonomik, sosyal, hukuksal, siyasi, diplomatik, kültürel ve öz savunma alanlarındaki bütün boyutlarda bir savaş olacaktır. Bu, karşılıklı birbirini etkisizleştirme, yıkma ve kendini hakim kılma savaşıdır. Bu, topyekun bir savaştır. İç içe bir savaştır ve bütün boyutları içeriyor. Çünkü birbirinin alternatifi değil. Yani devletin yerine bir devlet kurmayı ifade etmiyor. Devleti daraltıp, demokratik toplumu örgütlemeyi ifade ediyor. Aslında devlet tanısa, uzlaşabilir. Uzlaşmaya açıktır. Ama devlet reddettiği müddetçe, o da devleti reddediyor. Bu savaşa, mücadeleye dönüşüyor. Herkes bu mücadele içinde kendi etkinliğini yaratmaya çalışıyor. Tabii devlet hiç kabul etmez, sonuna kadar reddederse bu çatışma, savaş da sonuna kadar sürer. Devleti tümden yok eden, demokratik toplumu bağımsız özgür olarak örgütleyen bir sistem ortaya çıkar. Devletsiz bir demokrasi oluşur. Devletsiz demokrasi olmaz değildir. Önderlik, bunları iyi değerlendirdi. Önderlik, “Demokrasisiz devlet olmaz, ama devletsiz demokrasi olabilir” dedi. Çünkü esas olan demokrasidir. Demokrasiyi örgütlü, iradeli, özgür toplum olarak tanımladı. Bu toplum da devletsiz var olabilir. Devlet, böyle bir toplum olmadan varolamaz. Çünkü böyle bir toplum üzerinde baskı ve sömürüyle ancak var olabiliyor. 

O halde hiç uzlaşmaya yanaşmazsa, bu çatışma derinleşerek sürer. Artık ya KCK’yi devlet yener, tümden ezer, hakim olur ya da devleti tümden etkisizleştirip askeriyle, polisiyle ekonomisiyle, kurumlarıyla, KCK yalnız başına etkili hale gelir. Nerede etkili hale gelebiliyorsa, orada o düzeyde bir etkinlik sağlar. Devleti tümden etkisizleştirdiği yerde kendi bağımsız, özgür duruşunu ortaya çıkartır. Bunun da önü açıktır. Tümden bütün Kürdistan’da olursa, böyle bir durum gerçekleşir diye bir kayıt yok. Bir şehirde, üç şehirde, birkaç kasabada, belli bir mıntıkada böyle bir konum kazanabilir. Orduyu, devleti tümden etkisizleştiren, yok eden, KCK sistemi temelinde toplumun örgütlenip yaşandığı bir durumu ortaya çıkarabiliyorsa orada onları sağlar. Diğer alanlarda iç içe olabilen yerlerde, iç içelik devam eder. 

Savaşın hedeflediği, gerçekleştirmek istediği amaçlar bunlardır. Dikkat edilirse her yerde birden olacak diye bir şey yoktur. Bazı yerlerde az olacak, bazı yerlerde çok olabilecek. Bu sistem her türlü mücadeleye imkan veriyor. İkincisi, bir alanda ya devlet olacak, ya KCK olacak diye bir kayıt da yoktur. Biraz devlet, biraz KCK olabilir. Örneğin eğitimin bir bölümünü devlet yapabilir, bir bölümünü KCK yapabilir. Bir yerde yüzde otuz KCK yapar, yüzde yetmiş devlet yapar. Bir yerde eğitimi yüzde atmış KCK yapar, yüzde kırk devlet yapar. Bir yerde yüzde seksen, doksan eğitimi KCK yapar, yüzde on devlete kalır. Ne bir bütün alanlar itibarıyla eşit düzey, aynı düzey söz konusu ne bir boyut itibarıyla ya hep ya hiç söz konusudur. Farklı alanlarda devletle KCK arasındaki mücadele farklı düzeylerde seyredebilir. Bir yerde KCK’nin öz yönetimi yüzde seksen hakim olur, devlete yüzde yirmi yönetim kalır, bir yerde yüzde otuz KCK kurumları öz yönetimi çalışır, yüzde yetmiş yönetim devletin elinde olur. Bu, farklı alanlarda devlet ve KCK etkinliğinin farklı düzeyler arz ettiği bir mücadeledir. Demek ki Devrimci Halk Savaşı, bütün alanlarda ekonomik, sosyal, hukuksal, siyasi, kültürel, diplomatik ve öz savunma alanlarında devlet etkinliğini zayıflatabildiği kadar zayıflatan, onun yerine demokratik toplum örgütlülüğünü, etkinliğini, KCK örgütlülüğünü geçiren ve koruyan bir mücadele oluyor. Bu anlamda hem yıkıcılığı var, hem de inşa ediciliği, yapıcılığı ve onun savunuculuğu vardır. 

O zaman neyi yıkacak, neyi inşa edecek? Neleri hangi yöntemlerle yıkacak? İnşa ettiklerini hangi yöntemlerle savunacak? Bu savaşı doğru yürütebilmek için bunları bilip netleştirmek gerekiyor. Devrimci Halk Savaşı’nı o zaman demek ki bütün bu boyutlarda yürütülen bir mücadele olarak anlamak gerekiyor. Sadece bir askeri boyutu yoktur. Bir silahlı çatışma değildir. Onu çok aşan, demokratik konfederalizmin yedi boyutunu içeren bir mücadeledir. O bakımdan da salt bir askeri boyutu olan bir mücadele değildir. Belki şimdi diğerini yıkmak ve inşa edileni savunmak gerektiği için, askeri boyut öne çıkacak. Fakat siyasette olduğu gibi diğer boyutları örgütlemeyi ihmal etmeyecektir. Çünkü askeri boyutun gelişmesi, başarı kazanması diğer boyutları örgütlemesine bağlıdır. Bu, demokratik siyaset gibi değildir. Demokratik siyaset karşı tarafla uzlaşmayı gerektiriyordu. Uzlaşabilirse, yaptığı uzlaşmaya bağlı olarak elde ettiği imkanlara göre kendini bütün alanlarda örgütleyecektir. Uzlaşmadığı müddetçe örgütleyemiyor. Uzlaşmadan, bir taraftan uzlaşma mücadelesi yürütürken, bir yandan da örgütlemeye çalıştı. İşte tutuklayıp hapse koydular, kurumları kapattılar, sonunda yönetimlerini tutukladılar. Bu kadar tutuklama, davalar ve hapis sistemi böyle gelişti. Kendini savunamadı. Askeri boyut öyle olmayacaktır. Savaş bu temelde sürmeyecektir. “Savaş yapalım, durun orduyu tümden yıkalım, ondan sonra devletin diğer kurumlarıyla, toplum yaşamının diğer alanlarıyla ilgileniriz. Ordu olmazsa o zaman ekonomik, sosyal ve kültürel çalışmayı öne çıkartırız” diyemeyiz. Siyasi boyutta bunu söyledik. Çünkü karşı taraf diğerlerini örgütlemeye izin vermiyordu. Ama askeri boyutta, biz etkinlik kurduğumuz ölçüde, demokratik toplum yaşamının bütün alanlarını etkinliğimiz altında örgütleme imkanı vardır. O halde örgütleyeceğiz. Örgütlemezsek orada boşluk olur ve o boşluk devletin yeniden etkinlik kurmasına yol açar. Diğer yandan da onu örgütlediğimiz ölçüde, tabii savaş güçlenecektir. O ekonomik örgütlülük, sosyal örgütlülük, kültürel örgütlülük savaşa güç ve destek verecektir. O zaman savaşı daha etkili yapacağız. Öz savunma örgütlülüğünü her alanda geliştirdiğimiz ölçüde, savaş büyüyecektir. Demokratik toplumu, onun ekonomik, sosyal yaşamını, kültürel, siyasi yaşamını koruma ve savunma imkanımız olacaktır. Siyasi yönetimini savunabileceğiz. O bakımdan Devrimci Halk Savaşı’yla birlikte, KCK sisteminin bütün boyutlarının örgütlenmesi esas alınacaktır. Bu, topyekun bir mücadele olacaktır. 

Savaş, bunu yapma imkanı veriyor. Siyasi mücadele vermiyordu; tutukladılar. Örneğin örgütlemeye çalıştılar, tutuklandılar. Ama askeri olarak bir alanda etkinlik kurabilirsek oradan her türlü örgütlenmeyi yapabiliriz. Çünkü orasını biz savunuyoruz ve bizim güvenliğimiz altına girmiştir. O halde bütün alanları birden örgütleyip inşa edeceğiz. Bir, boşluk bırakmayacağız. Boşluk kalırsa karşı tarafın saldırması için zemin sunar. İki, savunmayı güçlendireceğiz. Ne kadar ekonomisini, sosyal, kültüler yaşamını ve siyasetini örgütlü kılarsak, öz savunması o kadar güçlenecektir. Kendini savunma savaşı, Devrimci Halk Savaşı’nı daha fazla geliştirme imkanı artacaktır. 

Devrimci Halk Savaşı’nın görevleri açısından bunlar ifade edilebilir. Önemli yenilikler var. Bazı temel özellikleri var. Bunları doğru anlamak, bu savaşı doğru yürütebilmek açısından gereklidir. Böyle olmazsa, bunları böyle bütünlüklü, toplu anlayamazsak biz bu Devrimci Halk Savaşı’nı bütünlüklü, doğru yürütemeyiz. Yıkacağımızı da, kuracağımızı da doğru tespit edemeyiz, zamanında yapamayız. 

Bu iş, zor bir iştir. Öyle düz, üstünkörü bir yaklaşımla olabilecek bir şey değildir. Şimdiye kadar bildiğimiz savaş türlerinin en zorudur denilebilir. En karmaşığı, en iç içesidir. Özellikle de son yedi-sekiz yıldır yürüttüğümüz savaştan çok farklıdır. O zaman bu değişikliği yapabilmek gerekiyor. Kısmen Uzun Süreli Halk Savaşı’nda da buna benzer şeyler vardı. Örneğin ikili iktidar durumları vardı. Geceleri gerillanın etkinliğinin arttığı, gündüzleri ordunun etkinliğinin arttığı durumlar yaşanıyordu. Böyle bir düzey gerilla geliştikçe ortaya çıkmıştı. Oradan bir örnek alınabilir. Tamamen onun gibi değil, fakat orada da böyle durumlar vardı. Şimdi bunu böyle gece-gündüz yönetimi değil de, alanlara, toplumsal yaşamın boyutlarına göre iç içe, etkinlik düzeyini geliştirme temelinde ele alıp yürüteceğiz. Daha çok geliştireceğiz, iç içe geçireceğiz. Devlet iktidarını zayıflatarak demokratik toplumun öz yönetimini, buna dayalı demokratik toplum yaşamını geliştirebildiğimiz kadarıyla geliştireceğiz. Bu savaşı devlet siyasi uzlaşmaya razı oluncaya kadar sürdüreceğiz. Böyle bir uzlaşma olursa, o zaman oturup demokratik sınırlarını çizeceğiz. Eğer böyle olmazsa, bu tarafların birbirini yok etmesine kadar gidecektir. Devlet bizi tümden yok etmek isteyecek, o halde biz de yok edebildiğimiz kadarıyla, tümden bazı alanlarda yok edip tamamen devletsiz bir demokratik toplum örgütlülüğü, KCK örgütlülüğü yaratmaya çalışacağız. Bunun da önü açıktır. 

Bu mücadele, savaş bu düzeyde sürüp gidecektir. Bu savaşı, topyekun ve bir anlık bir çatışma savaşı olarak öngörmek kesinlikle doğru değildir. Karşımızdaki güç açısından da değerlendirdiğimizde Türk devlet yapısı, amaçları, sistemi buna izin vermez. Biz elde edemeyiz. Eğer öyle bir sonuç öngörsek orada biz başarı elde edemeyiz. Belki tersi olabilir; bizi yok edebilirler. Biz de onu boşa çıkartmak için gerillacılığı geliştirmişiz. Mevcut gerilla tarzı ve bütün dünyaya dağılmış konfederalist örgütlenme sistemimiz de karşı tarafa bu imkanı vermektedir. Bir yerimizi imha ediyor, bir yeri tutukluyor, bir birliğe darbe vuruyor, öbürleri ayaktadır. O da topyekun imha edemiyor. Bunu bir anda yapamıyor. O bakımdan bu bir mücadele olacaktır. Yani bu Devrimci Halk Savaşı da çok yoğun bir savaş olarak gelişebilir, fakat öyle kısa süreli ve bir anlık savaş olarak değerlendirmek, kendi koşullarımıza çok uygun değildir. Kendimizi de öyle bir noktaya getirmemiz çok doğru ve isabetli olmaz. Çünkü karşı tarafı, devleti geriletme, etkisizleştirme anlamında onu sağlamak çok zordur. Hatta imkansız gibi bir şeydir. 

Demek ki Devrimci Halk Savaşı’nın amacı bir anda devleti tümden yok ederek, kendini hakim kılmak değildir. Öyle bir sisteme dayanmıyor, öyle bir tarzı ve taktiği olamaz. Tersine iç içe, topyekun bir savaşı öngörüyor. KCK sisteminin ya da toplumsal yaşamının bütün alanlarındaki bir savaşı öngörüyor. Karşı tarafı etkisizleştirip kendini örgütlemeyi ifade ediyor. Devletle demokratik konfederalizmin savaşmasını içeriyor. Demokratik toplumun savaşını öngörüyor. Devletle toplum arasında bir savaş olarak öngörmek gerekiyor. Onun için “Halk Savaşı” deniliyor. Gerçek anlamda bir halk savaşı olması gereklidir. Bu bakımdan da savaşın yöntemlerinin, ayaklarının, alanlarının doğru ve yeterli temsil edilmesi, geliştirilmesi gereklidir. Doğru tanımlanması gereklidir. Amaçları böyle tanımlarsak o zaman savaşımızın yöntemlerini, alanlarını, her alandaki savaşın nasıl olacağını da buna göre tanımlarız. İçinde bulunduğumuz koşullara uygun, karşıtımıza ve kendi durumumuza uygun, kendi programımıza uygun bir biçimde önce amacımızı doğru belirlersek, o halde bu programı hayata geçirecek, bu mücadeleyi yürütecek savaş biçimlerinin neler olacağını, temel savaş güçlerinin, alanlarının nereler olacağını, bu alanlarda hangi biçimde savaş geliştirileceğini doğru tayin edebiliriz. 

Devrimci Halk Savaşı, siyasi çözümsüzlükten kaynaklanıyor. Siyasi çözümsüzlük demek, tarafların birbiriyle uzlaşmayı reddetmesi demektir. Bu da birbirini tanımaması anlamına geliyor. Siyasi açıdan uzlaşamamak, siyasi çözüm yaratamamak, devletin demokrasiyi kabul etmemesinden kaynaklanıyor. O demokrasiyi reddettiği ölçüde demokrasi de devleti reddediyor. Çatışma, savaş buradan ortaya çıkıyor ve burada mevcut dengeyi değiştirerek, tarafların birbirini kabul edecekleri bir denge durumunu yaratma mücadelesi veriliyor. Bir yerde tarafların birbirini kabul edeceği, daha doğrusu devletin demokrasiyi tanıyacağı bir durum gelişirse o zaman demokratik özerklik çözümü gerçekleşebilir. Eğer gelişmezse, savaş tarafların birbirini yok etmeyi öngördüğü bir düzeye çıkar. Devlet, demokrasiyi tümden yok etmeyi ister, bunu gerçekleştireceği katliamlara girişir. Demokrasi de, devleti tümden etkisizleştirerek devletsiz bir demokrasi olmaya yönelir. Bizim programımızda bunun önü açıktır. 

Ayrı olmak, devlet olmak değildir. Devlet olursun, iç içe olursun. Bir sürü devletler birbirlerine bağlıdır. Bağımsız ve özgür olmak, ayrı devlet olmak demek değildir. Bir sürü ayrı devlet var. Hepsi Amerikan uşağıdır. Küresel sisteme gırtlağına kadar bağlıdır. Devletler ayrı isimlerle oluyor, ama bir sistemdirler. Birleşmiş milletlerle de birbirlerine bağlılar. Ortak kurumları da vardır. Zaten o kuruma da gerek yoktur. Bir de başta hegemonik güç vardır. Onun için bir yanlış algılama vardır. Mesela Kürtlerin ayrı olmasını, bağımsız özgür olmalarını devlet olmaya bağlayan, devletle bunun olacağını sanan, böyle anlayan ve propaganda eden görüşler çoktur. Bu yanlış bir görüştür. Bunun yanında demokratik özerkliği veya demokratik konfederalizmi, demokratik toplum örgütlülüğünü, özgürlük ve bağımsızlık olarak görememek, bununla devletsiz bir yaşama ulaşılabileceğini öngörmemek, hep devletin bir parçası gibi bunu değerlendirmek eğilimi vardır. Bu da yanlış bir görüştür. Bu temelde yaklaşımlar vardır. Bu, devletçi paradigmanın aldatıcı bir propagandasıdır. Demokrasiyi küçümseyen, etkisizleştirmeyi öngören bir propagandadır. Kendini ise insanlara bağımsız ve özgür olmak, iradeli olmak isteyen insanlara, toplumlara kabul ettirmeyi hedefleyen bir propagandadır. Yanlış bir propagandadır. 

Kürt toplumunun bağımsız ve özgür olması devlet olmasına bağlı değildir. Demokratik örgütlenmesiyle bağlıdır. Devlet artı demokrasi de, demokratik toplumun bir düzeye kadar özgür olmasıdır. Orada tam özgürlük yoktur. Çünkü yanında devlet var. Ama devleti yok ederek, aşarak tümden sadece demokratik toplum, demokratik konfederalizm olarak kalabilir. O zaman gerçek bağımsızlık ve özgürlük ancak böyle bir demokratik toplum örgütlülüğüyle sağlanabilir. Dikkat edilirse hiçbir devlet sistemden kopamıyor. Sisteme alternatif değildir, hep sistemin bir ucudur. O halde bağımsızlıkçı ve özgürlükçü değildir. Gerçek bağımsızlıkçılıkla, özgürlükçülük demokratik toplum örgütlülüğünde vardır. Bunu yapabildiği kadar yapıyor. İçinde bulunduğumuz koşullarda devleti birden yok etmek, demokratik toplumu yaratmak mümkün değildir. Önderlik bunun bir süreç ve savaş işi olduğunu belirtmektedir. Böyle öngördü. Devlet artı demokrasiyle bu işin uzun bir süre devam edeceğini ve devlet geriletilerek, gereksizleştirilerek, etkisizleştirilerek yok edilip, demokratik toplumun kendini yaşatır hale geleceğini öngördü. Devletsizliğe gidişi böyle değerlendirdi. 

Bu nedenle PKK programını, demokratik konfederalizm programını, sanki böyle devlet yapmaya gücümüz yetmiyor da, işte devlet buna izin vermez görüyoruz da, bir uzlaşma ya da zayıflık etkeni olarak ortaya çıkartıyormuşuz gibi ele alan, sanan, böyle propaganda eden yaklaşımlar vardır. Bu yaklaşımlar, içimizde de var ve bu boşa çıkartıyor. Ters ve yanlış düşüyor. Örneğin Yol Haritası’nı, böyle tartışıyorlar. Sanki PKK zayıf düşmüş, muhtaç kalmış da onun için devletten vazgeçmiş, demokratik toplum örgütlensin, demokratik konfederalizm olsun diyor. Böylece taleplerini asgariye indirmiş oluyor. Bir de halen devlet buna da fırsat vermiyor diyorlar. Nedense zaten devlet buna fırsat vermiyor. Ben devlet istiyorum diyenlerle, federasyon istiyorum diyenlerle iç içe yaşıyor. Onlar serbestçe örgütleniyorlar. Ama ben demokrasiyi örgütlemek istiyorum diyenleri hapse koyuyorlar. Fakat bu gerçeklik görülmemektedir. Devlet olmak daha üst düzeyde bir irade ve özgürlük olarak görülüyor. Halbuki bir işbirlikçiliktir, bağımlılık türüdür. Bir sisteme bağlanmayı ifade ediyor. Hiçbir devlet özgürlüğü ve eşitliği getirmedi, bağımsız irade ortaya çıkartmadı. Özgürlük, eşitlik, bağımsız irade demokrasinin var olduğu kadar vardır. 

O halde PKK zayıflığından dolayı değil de özgürlüğe, eşitliğe, farklılıklara dayalı eşitliğe, demokrasiye bağlı olduğu için, bu ilkeleri esas aldığı için bunları toplum yaşamında hayata geçirmeyi öngördüğü için demokratik konfederalizm programını esas alıyor. Devlet verilmeye çalışılsa da, PKK yine de demokratik konfederalizm olarak örgütlenecektir. Güney’de de bir devlet var. Fakat o devletin bir parçası olmak istemiyor. O devlet dışında bir demokrasi olarak var olmayı, örgütlenmeyi öngörüyor. Onun için de böyle “fırsat olursa biz de devlet olarak mı örgütleniriz” deniliyor? Paradigma değişimi burada özümsenmedi. Devletle özgürlük ve demokrasinin sağlanacağı sanılıyor. Bir taraftan baskı ve sömürü aracı deniliyor, buna reel sosyalizm de, Marks da, Lenin de öyle dedi. Lenin ve Marks kadar devletin ne olduğunu tanımlayanlar yoktur. Ama onun devleti ayrı, bizim devletimiz ayrı diye bir ayırım yaptılar. Onların devleti baskı ve sömürü aracı, bizim devletimiz de özgürlük ve demokrasi aracıdır dediler. Böyle olmadığı ortaya çıktı. Özgürlük ve demokrasi aracı değil, baskı ve sömürü aracına rahatlıkla dönüşebildiği görüldü. Devlet, devlettir. Sistemden kopmadığı, alternatif olmadığı görüldü. Önderlik demokrasiyi böyle bir sistem alternatifi olarak öngörüyor. Siyasi programımızı da, paradigma değişimi temelinde doğru anlamamız ve bunu mutlaka hayata geçireceğimizi bilmemiz gerekli. Öyle imkanlar fırsatlar yok da devletten vazgeçiyor, bu programı bu biçimde ele alıyor değiliz. Devlet bir despotizm, baskı, sömürü aracıdır. Biz onu reddediyoruz. Ona karış mücadele ediyoruz. Toplumsal özgürlük ve eşitlikten yanayız. Demokrasiden yanayız. Onun sistemini yaratmak istiyoruz. Bize gerekli olan özgürlük, eşitlik ve demokrasidir. Yoksa devlet değil, yeni bir baskı sistemi değildir. 

Toplumlar devletle temsil edilirler, demokrasiyle temsil edilmezler, kimliklerini ortaya koyamazlar görüşü yanlış ve milliyetçi bir görüştür. Demokrasiyle de temsil edilebilirler. Kürt toplumu demokratik bir toplum olarak kendini örgütleyebilir, kimliğini ortaya koyabilir. Bu sistemden kopup özgür bağımsız bir güç haline de gelebilir. KCK de, bir Kürt ve Kürdistan kimliğidir. Çünkü öyle görülmüyor. KCK’nin kendisi bile öyle görmüyor. KCK’nin Kürt toplumunu temsil eden parlamentosu var, ona başkan olan bile, Hewler’dekine “parlamento” diyor. Neyin başkanı bile olduğunu tam anlamış değil, tanımlayamıyor. Bu devletçi paradigmanın ruha işlemesinden ileri gelmektedir. Burada toplumculuk, halkçılık ve demokrasi yoktur. Bunu yıkmamız gerekiyor. Programı doğru anlamak bu bakımdan önemlidir. Bu dönemde bunu doğru anlamak çok çok daha önemli olmaktadır. Doğru mücadele edebilmemiz, burayı doğru anlamaya bağlıdır. Burayı doğru anlayamazsak paradigmayı gerçekten doğru özümseyemeyiz. Bu paradigmaya dayalı programımızın, amaçlarımızın, ilkelerimizin ne olduğunu, neyi doğru neyi yanlış bulduğumuzu, neyi yıkmak ve kurmak istediğimizi bilmezsek, Devrimci Halk Savaşı’nı yapamayız. Sadece Devrimci Halk Savaşı değil, siyasi mücadele de yürütemeyiz. Nitekim demokratik siyasette başarılı olamayışımızın altında da, aslında bu paradigmayı doğru anlayamamak ve oradan doğan programı doğru hayata geçirememek yatıyor. Örgütleyebilmek için sahip çıkıp görevlerini yerine getiremedik. Hep devletten bekledik. Devlet memuru olmayı öngördük. Biraz KCK örgütlülüğü geliştirilsin diye görevlendirilen herkes, devlete nasıl bir yerde memur olarak bağlanacak onun arayışına girdiler. Devlet memurluğunu, demokratik toplum temsilciliğinden üstün tuttular. Böyle de tutuyorlar. Onun için demokratik toplumun örgütlenme alanı etkisiz ve önemsiz oluyor. İşleri gereksiz oluyor. Gerekli olan, önemli görülen yer devlettir. Devlete ne kadar memur olur, yer tutarsa o kadar etkinlik kuracağını sanıyor. 

Bu savaşın amaçlarını, hedeflerini, gerçekleştirmeyi öngördüklerini böyle doğru bilmemiz, tespit etmemiz gerekiyor ki yürütelim. Doğru savaş bununla yürütülür. Doğru taktik, ancak amaçlar doğru öğrenilirse, neye karşı olduğumuz, neyi inşa etmek istediğimizi doğru bilirsek, o zaman doğru taktik uygularız, doğru kararlar veririz. Doğru tarz uygularız. Böyle olmadan doğru taktik uygulamak, tarz haline gelmek mümkün değildir. Bu amaçları bilmeden, ne yapacağımızı bilmeden doğru karar, taktik nedir demek anlamsızdır. Hiç kimse böyle bir savaşçı olmayı düşünmesin. Böyle bir savaş yürütülür sanmasın. Böyle bir savaş yürüteceğini sanan, pratikte hiçbir şey yapamaz. Kendini sağa-sola savurmaktan, devletin saldırıları karşısında ezilmekten kurtulamaz. Onun için de sadece dar bir savaşçı olmak değil de, gerçekten devrimin bir kadrosu olmak, demokrasinin bir kadrosu olmayı komple bir kadro olmayı öngörmek, Devrimci Halk Savaşı’nı da böyle anlamak ve savaş militanlığını da buna göre değerlendirmek en doğrusu ve en gerçekçi olanıdır. Başarıyla savaş yürütme imkanını, gücünü bu yaratır. Kim böyle yaparsa başarılı olur.

Dördüncü Stratejik Dönem Ve Devrimci Halk Savaşı

Köleleşme öz savunmayı kaybetmeyle başlamaktadır. Burada, her türlü eşitsizlik, baskı altına alma, köleleşmenin altında kendi güvenliğini sağlayamama, öz savunmasını yapamama, bunu kaybetme bulunmaktadır

Duran Kalkan
 
Dördüncü Stratejik Dönem, Önderlik tarafından tanımlanan yeni bir mücadele sürecinin özelliklerini ifade etmektedir. Önderlik bu dönemin savaş tarzını Devrimci Halk Savaşı biçiminde tanımladı. Hareket olarak son bir yıldır bu yönlü tartışmalar yürütmekteyiz. Bu yönlü belli bir netleşme, derinleşme, görüş birliği ve planlama düzeyi ortaya çıkardık. Bir yıl öncesine göre şimdi çok daha hazırlıklı bir düzeydeyiz. Fakat yine de daha çok tartışmamız, anlamamız, ayrıntılandırmamız gereken hususlar vardır. Onlar üzerinde durmak, tartışmak, net ve somut olmayan konuları aydınlatmaya çalışmak önemli olmaktadır. 

Her şeyden önce meşru savunmayı doğru ve yeterli tanımlamaya,  anlamaya çalıştık. Çünkü bu, ne yaptığımızın doğru anlaşılması ve bu temelde doğru ele alıp başarıyla yapabilmek açısından gerekli olmaktadır. Yine Kürt sorununun çözüme kavuşturulması açısından en çok tartışılan konudur. Aslında bir yerde çözümün gelip dayandığı, çözüm tartışmalarının en çok yoğunlaştığı yer olarak tanımlamak hatalı değildir. Diğer konularda az çok görüşlerin yakınlaşabileceği, tarafların anlaşabileceği görülebilmektedir. Fakat sorun savunma konusu oldu mu görüşler ayrışıyor, bu yönlü tartışmalar yoğunlaşıyor. Çözümsüzlüğün önemli bir etkeni bu alan gibi görülüyor, gösteriliyor. Bunun bir çözümsüzlük mü, yoksa çözümü kolaylaştırıcı husus mu olduğunu görebilmek ve anlayabilmek önem taşımaktadır. 

Bu noktada ikili bir yan vardır. Kürt toplumunun bu gerçeği görüp anlaması, kendi savunmasını yapacak bir bilinç ve örgütlülüğe ulaşması, güvenliğini kendi eline alması, bunda ısrarlı olması önemli bir etken olmaktadır. Bir de Kürdistan üzerinde hükümranlık sürdüren güçlerin burada toplumla bir uzlaşmaya, anlaşmaya ulaşabilmeleri, kendi hükümranlıklarına bir sınır çizebilecek, sınır getirebilecek bir bilince, zihniyete veya politikaya ulaşabilmeleri, onu kabul eder hale gelebilmeleri gerekiyor. Bu yönlü sorunlar bulunmaktadır. Böyle bir egemenlikte ısrar etmenin, toplumun savunma örgütlülüğünü geliştirememesiyle ve kendisini bu yönlü ayakta tutamamasıyla bağlantılı olduğunu bilmekteyiz. Yine toplumun direncinin kırılmasıyla, giderek mevcut soykırım sistemi altında da böyle bir bilinçten, örgütlülükten tümden uzaklaştırılmış olmasıyla bağı vardır. Bir soykırım sistemi olan kapitalist modernite düzeninin Kürdistan’da Kürt toplumu üzerinde geliştirdiği etkiler böyledir. Bu bakımdan meşru savunma ve öz savunma hususunu yeniden yeniden değerlendirmek, daha baştan ele almak, bütün yönleriyle aydınlatmaya ve anlar hale gelmeye çalışmak bizim açımızdan önemli olmaktadır. Bu konuda önemli bir bilinç aşındırılması, toplumsal örgütlülüğe zarar verme durumu yaşanmıştır. Neredeyse toplum olarak yeni bir şeyi keşfediyor gibi tartışıyoruz. Bütün toplum, herkes “Kürtlerin de böyle bir ihtiyacı olur mu, buna hakkı var mıdır, olmalı mı, olmamalı mı?” yönündeki tartışmalara katılmaktadır. Neden bu hale gelindiği, bu durumun neyi ifade ettiği, böyle bir tartışma konumunda olmanın ne kadar ilerleme, ne kadar gerileme olduğu, tarihin neresinde olmak anlamına geldiği konuları ciddi hususlardır. Bizim de bu konuları iyi anlamamız gerekmektedir. 

Her canlının kendi savunma sisteminin olduğundan söz etmekteyiz. Hatta her maddenin kendisini savunan bir yapısının olduğunu değerlendirmekteyiz. Meşru savunmayı, güvenliği, canlı olarak var olmanın, insan türü olarak gelişmenin, toplum haline gelmenin temel varlık unsurlarından biri saymaktayız. Fakat bunun ne olup olmadığını da daha yeni yeni anlamaya, tartışmaya çalıyoruz. Bir varlığın hayatta kalabilmesi için bu kadar önemliyse, vazgeçilmez bir unsursa, bunun bilincinin ve örgütlülüğünün de oluşturulması gerekmektedir. Bu kural Kürtler için de geçerli olmaktadır. Böylesi bir tarihsel sürecin ardından bu konuyu yeni keşfediyormuş gibi sıfırdan başlayıp tartışıyor olmanın ne anlama geldiğini kendimize sormamız ve anlayabilmemiz gerekmektedir.  

Bunlar, Kürt toplumu üzerinde uygulanan sömürgeci, soykırımcı rejimin toplum bilincinde yarattığı sonuçları doğru ve yeterli anlayabilmek açısından önem taşımaktadır. Kuşkusuz mevcut durumumuz iyi ve övülecek bir durum değildir. Tersine, sanki yeni doğuyor ve diriliyor gibi bir durumu yaşıyoruz. Tarihin en kadim halkı, toplumsallığın geliştiği coğrafyada, şimdi “öz savunma nedir, meşru savunma nasıl olur, bunlar olmalı mı, olmamalı mı, bunu yapabilir miyiz, yapamaz mıyız, bunun bilinci, örgütlülüğü, eylemleri nasıldır?” yönünde tartışmalar yürütüyor ve anlamaya çalışıyoruz. Ne yazık ki Kürt toplumunun getirildiği nokta budur.
Bu durum Kürtler açısından olumsuz olduğu kadar insanlığın durumu açısından da ciddi bir olumsuzluk ifade etmektedir. Bu aslında insanlığın geldiği düzeyi de göstermektedir. Bu durum insanlığın gelişiminden koparılabilecek, ayrı ele alınabilecek bir durum değildir. Uygarlık diye tanımlanan sistemin, insanlığı nereye getirmiş olduğunu en açık ve net bir biçimde bir kere daha burada görmekteyiz. Her şeyi yok etti biçiminde sadece kötüleyemeyiz de, ama insanlığı çok geliştirdiği, özgürleştirdiği, bilinçlendirdiğini de söyleyemeyiz. İnsanlığı getirdiği sonuçlar ortadadır. Uygarlık tarihinin, kapitalist modernite sistemi altında insanlığı getirdiği noktayı en iyi gözlemenin yeri, Kürdistan’dır. Bu coğrafyayı bir tarihin şafağı diyebileceğimiz, insanlığın oluştuğu,  toplumsallaştığı süreçle değerlendirebiliyoruz, bir de şimdiki duruma bakıyoruz. Bu coğrafya her iki bakımından da başat rol oynayıp öğretici veriler sunmaktadır. 

Meşru savunmayı, güvenliği bir varoluş öğesi olarak görmekteyiz. Her canlı ve maddi varoluş için gereklidir. Kürt toplumu da bir canlı öğe, bir maddi varoluş olduğuna göre, bu toplum için de güvenlik gereklidir. Bazıları “gereksizdir, güvenliğini bize devretsin gerisine karışmasın” diyor. Bu, toplumu istediği gibi sömürebilmek, yönlendirebilmek, bu topluma istediğini kabul ettirebilmek için yapılmaktadır. 

Köleleşme öz savunmayı kaybetmeyle başlamaktadır. Burada, her türlü eşitsizlik, baskı altına alma, köleleşmenin altında kendi güvenliğini sağlayamama, öz savunmasını yapamama, bunu kaybetme bulunmaktadır. Bunun karşıtı olarak gelişen egemenliktir. Buradan baktığımızda insanlık tarihi açısından başat olanın meşru savunma olduğunu, meşru savunmanın bir varoluş tarzı, varlık öğesi olduğunu rahatlıkla tanımlamaktayız. Bir tür olarak insanın, yine onun varlık biçimi olarak toplumun güvenliği tıpkı beslenmesi, üremesi gibi bir varlıksal öğedir. Meşru savunma veya öz savunma diye tanımladığımız husus da bu güvenliğin sağlanması olmaktadır. Hangi biçimde olursa olsun, varlığına kasteden saldırılar karşısında kendi varlığını korumayı, güvenliğini sağlamayı ifade etmektedir. Bu, insanlar bir tür olarak şekillendiğinden bu yana, onun yaşam biçimi olarak toplumlar için geçerlidir. Aslında tarihsel gelişme süreçlerinde bu da kendine göre şekilleniyor. Bilinç, örgütlülük ve araçlar olarak yeni unsurlara kavuşuyor. Böyle bir gelişme yaşıyor. Fakat her zaman var oluyor. Bunu böyle görüp, tanımlamak, anlamak en doğru olandır. Bu bakımdan da meşru savunmasız olmaz, güvenliğini sağlayamayan bir varlık varolamaz. Kendine göre varolamaz ve özgür olamaz. Bu açıdan esas olanın meşru savunma olduğunu, insanlık tarihi açsından başat olanın tıpkı demokratik uygarlık sistemi gibi meşru savunma olduğunu, meşru savunmanın, öz savunmanın da demokratik uygarlık sisteminin varoluş biçimlerinden biri olduğunu değerlendirmekte ve tanımlamaktayız. 

Köleleşmenin başlangıcı, egemenliğin ortaya çıkışı, iktidarın ilk adımlarının atılışı, güvenliğin kaybedilmesiyle, öz savunma yapılamaz hale gelinmesiyle başlıyor. İnsanlar zorla ya da hileyle, baskı ve sömürü altına alınırken, kaybettikleri ilk şey kendi güvenliklerini kendi güçleriyle sağlayabilme durumu oluyor. Bunun araçlarından yoksun kılınıyorlar, örgütlülükleri dağıtılıyor, bilinçleri köreltiliyor, dirençleri kırılıyor. Hangi yöntemle oluyorsa olsun, baskı ve sömürü düzeni, köleleştirme, hâkimiyet, egemenlik bir yerde güvenliğin kaybedilmesi, meşru savunmanın kırılması anlamına gelmektedir. 

Bu meşru savunma duruşunu kıran, insanları, toplumları öz savunmadan yoksun bırakan, dolayısıyla köleleştiren işleme de ‘savaş’ diyoruz. Savaş, egemen olmanın, egemenlik kurmanın, birilerinin güvenlik sistemini dağıtmanın, öz savunmasını yıkmanın biçimi olmaktadır. Dolayısıyla savaş da hiyerarşi ve devlet sistemi ile birlikte, esas olarak da uygarlığa geçiş olarak tanımlanan süreçten itibaren, baskı ve sömürünün en temel kurumlarından birisi olarak gelişmektedir. Savaş örgütlülüğü bunun kurumlaşması olmaktadır. Savaş, baskı ve sömürüyü gerçekleştirmenin temel araçlarından biri haline gelmektedir. Gaspı, sömürüyü gerçekleştiriyor. Burada zor kullanımı, karşı tarafın savunma gücünü kırmayı ifade ediyor. Çeşitli bilinç kaydırmaları, hileler de vardır. Bu, daha farklı yönlerden gelen büyük saldırılar, afetler karşısında güvenlik sağlama adı altında geliştirilen kurumlaşmaların, giderek kendi güçlerinin güvenlik sağladığı iddia ettiği, güçler üzerinde baskı ve sömürüye, ayrıcalığa dönüştürmesi biçiminde de yaşanmaktadır. Bu bakımdan da savaş, baskı, sömürünün ve gaspın temel bir yöntemi olarak devletçi sistemin temelini oluşturmaktadır. Devletçiliğin temelinde bu vardır. Savaşın esası, içte, egemenlik altında tuttuğu insanlar üzerinde baskı ve sömürü sistemini sürdürmek, o sistemin güvenliğini sağlamak, dışta da daha fazla ganimet, gasp elde etmek amacıyla soygun, talan geliştirmek, bunun için saldırılar yürütmek, başkalarının yarattığı değerleri zorla, onun güvenlik sistemini yıkarak, gasp etmeye çalışmak oluyor. 

Bu anlamda savaşı, bir saldırı, baskı, sömürü ve gasp olayı olarak tanımlamak, savaş kurumunu böyle ele almak yanlış değildir. Savaşın bu düzeyde geliştiği bir durumda da toplumlar, kendisini bu saldırılar karşısında koruyabilmek, kendi değerlerini, varlığını güvence altına alabilmek, kendi güvenliğini sağlayabilmek için bilinçlenme, örgütlenme yaşıyor. Böylece “meşru savunma savaşları” diye tanımladığımız savaşlar da gündeme geliyor. Nasıl ki uygarlık çatallaşması, tekelci, iktidarcı uygarlıkla demokratik uygarlık ikilemini ortaya çıkarıyorsa, bu ikilemin bir yansıması olarak da baskı ve sömürünün temel bir kurumu olarak savaş ve buna karşı varlığı, güvenliği, özgürlüğü sağlama aracı olarak meşru savunma savaşı gündeme geliyor. 

Beş bin yılı aşkın bir süredir insanlığın yaşadığı durum budur. Yerkürede günümüzde savaşla ulaşılmayan, dolayısıyla devletçi uygarlığın el atmadığı, hükümranlık geliştirmediği bir avuç toprak parçası bile kalmamış bulunuyor. Bu bakımdan her yerde savaş kurumları ve örgütleri vardır. Dünya aslında biraz da savaşla yürümektedir. İnsanlık kendini savaşla, savaş gücüyle temsil etmektedir. Dünya, ordular tarafından parsellenmiş bir vaziyette bulunuyor. Bu anlamda yerkürenin hakimi, insanlığı esas olarak yöneten, yönlendirenler savaş kurumlarıdır. Her ne kadar onu biraz sınırlandırmaya, bazı kurallara bağlamaya, bu anlamda baskı ve sömürüyü yöntem olarak yumuşatmaya çalışmalar olsa da, hepsinin altında yatan yine esas olarak savaş gerçeğidir. Savaş kurumlaşması olarak ordu gerçeği, bunun ifade ettiği silahlar vardır. Japonya’da yaşanan deprem birkaç şehri vurdu. Ama enerji üretme itibariyle oluşturulan nükleer enerji santrallerinin patlaması, neredeyse bütün yerküreyi tehdit etmektedir. Her tarafa yayılmış bu enerji sistemleri ve silahlar var. Aslında bu gelişmeler bu enerji sistemleriyle değil de,  silah üretimiyle oldu. Nükleer enerjinin ortaya çıkartılması, onu çeşitli yaşam alanlarında kullanmak için değil, birbirini boğazlayacak silahlar üretmek için yapıldı. Bu bakımdan da şimdi enerji üretim santrallerinden kat kat fazlası dünyanın dört bir yanına depolanmış nükleer silahlar olarak varlık göstermektedir. Japonya’da yaşanan deprem, mevcut santrallerin güvenlik altında olmadığını, bazı koşullarda insanlara hizmet edici olsa da, bazı durumlarda da insanlığı tümden yok etme tehdidi altında tuttuğunu ortaya koydu. Bir de bunların şimdi silahları var. Bu silahların denetimde olduğunun güvencesi yoktur. Bu silahlar neredeyse, her an oralarda da bir afet olabilir. Gerçekten de kontrol altında tutulabiliyorlar mı? Bu yerkürenin üzeri şu an dünyayı on kez daha fazla yok edebilecek insanların ürettiği silahlarla doludur. Silahlanma, ordu, savaş bakımından gelinen nokta budur. Şuan insanlık kendi ürettiklerinin esiri konumunda ve onun tehdidi altında yaşamaktadır. Yine sadece insanlığın değil, bütün canlı varlıkların, yerkürenin varlığı tehdit altındadır. 

Onun için de ‘savaş’ deyip geçmemek gerekiyor. Silah, ordu, savaş, askerlik kavramları üzerinden hiç önemi yokmuş gibi geçmemek gerekiyor. Tam tersine, bugün insanlık için en ciddi tehdit, en büyük tehlike burada yatmaktadır. Geçmişte ordular birbirlerine saldırırlarsa birbirleri için tehdit oluşturuyorlardı veya yenilen bir ordunun savunmakla görevli olduğu toplum tehlike altına giriyordu. Şimdi birbirine saldırmaya hiç gerek yok. Bir doğal affet, bir kaza bile sadece rakibi değil, kendini bile yok etmeye yetecek kadar tehlikeler taşmaktadır. Dünya ne yazık ki böyle bir duruma getirilmiştir. İnsanlık böyle bir tehdit altında tutulmaktadır. Bunun için dünya yönetimi nedir, ne değildir, politika, diplomasi denilen şeylerin nasıl yürütüldüğünü, partilerin, hükümetlerin, siyaset, hukuk kurumlarının neyi ifade ettiğini doğru anlamak gerekiyor. Bunlar bir anlamda insanlığı, hatta yerküreyi on kere yok edecek kadar tehdit eden tehlike gerçeğini örtmeye, maskelemeye, kamufle etmeye çalışan örtüler olmaktadır. Bunun dışında herhangi bir özellik taşımıyor, sadece bu tehlikeyi temsil ediyorlar. Bu kadar tehdit, güç kimin elindeyse onun hukuku, siyaseti ve parası işliyor. Bunlar dışında herhangi bir şey işlememektedir. O bakımdan da görüntüye değil de, işin özüne bakabilmek, özünü görebilmek önemli olmaktadır. 

Bu da bütün insanlık açısından meşru savunma durumunu çok daha ciddi bir biçimde gündeme getiriyor. Böyle bir dünyada gerçek anlamda öz savunma, meşru savunma yapabilme imkânının ne kadar kaldığı, hangi araçlarla bunun yapılabileceğini bilmek zordur.  Silahlanma ve savaş araçlarında ulaşılan düzey, meşru savunma yapma imkanı bırakmıyor. Silahı üretenler bile, sonunda onların esiri konumuna gelmiş bulunuyorlar. Tehlike bu kadar büyüktür ve insanlık için böyle ciddi bir tehdit vardır. Kapitalist modernite sistemi deyip geçmemek gerekiyor. Bu sistem altında insanlığın getirildiği nokta böyle bir noktadır ve bütün insanlık tehdit altında tutuluyor. Esir alınmış durumdadır. Dikkat edilirse bu durumu değiştiremiyor. Bırak değiştirmeyi, o yönlü adım bile atamıyor. Ona dönük geliştirilen düşünceler, sapkınlık olarak görülüyor ve derhal yok ediliyor. Günümüzde yürütülen kavga, biraz da böyle bir kavgadır. 

Bu bakımdan savaş olgusunu tarihsel süreç açısından iki biçimde ele alıyoruz. Birincisi; gasp, sömürü ve baskının aracı olarak kullanılan saldırı savaşlarıdır. Bunlara “gasp savaşları” demekteyiz. İkincisi, bu tür saldırılar karşısında varlığını ve özgürlüğünü korumayı ifade eden, kendi güvenliğini sağlamayı içeren, meşru savunma savaşlarıdır. Özgür olabilmek, varolabilmek için bu kadar saldırganlığın olduğu bir ortamda, güçlü bir savunma yapma gereği vardır. Geçen tarihsel süreçte bu çok daha fazla anlam bulabiliyordu, yapılabiliyordu. Ama şimdi nükleer silah ve nükleer savaş tehdidiyle, öz savunmanın ne kadar yapılıp yapılamayacağının bile tartışılır hale geldiği bir durum yaşanmaktadır. Birkaç askeri birlikle, silahla güvenlik sağlamak kolay bir iş değildir. Bütün yerküre için, üzerinde yaşadığımız, toplum olarak var olduğumuz coğrafya için, onun üzerinde yaşayan herkes için büyük bir tehdit vardır.

Bu durum, meşru savunma olayını çok daha köklü, derin ele almayı gerektiriyor. Böylesi bir duruma karşı, “madem bu duruma gelmiş, boyun eğmekten, teslim olmaktan, köleleşmekten başka çare yoktur. Mevcut saldırı gücüne, tehdidine karşı direniş gösterilemez, kendimizi savunamayız” diyemeyiz. Eskisi gibi öz savunma yapmak basit ve kolay bir iş değildir. Bu, birkaç savaş aracıyla, yıkıcı, kırıcı araçla, birkaç savaş oyunuyla, beş, on kişiyi bir araya getirerek yapılamaz. Fakat “tehlike yerküre için, bütün canlılar için oluşturulmuştur” diye de teslim olamayız. Bu durum karşısında “meşru savunma yapılamaz, öz savunma yapılamaz” da diyemeyiz. Bunların hepsini insanlar yarattılar. Bütün canlılar ve yerküre için bu tehdidi, tehlikeyi insanlar ortaya çıkardılar. İnsanların ürünüdür, bizim eserimizdir. Dolayısıyla da insanlık mücadelesinin, özgürlük mücadelesinin önemli bir boyutu olarak -belki de birinci boyutu olarak- bu duruma karşı mücadele etmek, bilinçle, örgütlülükle, küresel düzeyde bir savunma bilinci ve örgütlülüğü geliştirerek, daha büyük bir çaba harcayarak bunu yapmamız lazım. Bu durum, gelinen düzey meşru savunmadan vazgeçmeyi değil, daha çok ona sarılmayı gerektirmektedir. Meşru savunmanın önemini azaltmıyor, daha ciddi ve daha büyük önem arz eden hale getirmiş oluyor. Bütün insanlığın güvenliğinin, savunmasının birbirine bağlı olduğu, küresel bir bütünlük arz ettiğini gösteriyor. Böyle bir yaklaşımla ele alınırsa, bilinç, örgütlülük ve mücadele olarak bu temelde yaklaşılırsa, geliştirilirse bu küresel saldırıya karşı küresel bir savunma, meşru savunma, öz savunma da geliştirilebilir. Bugün insanlığın öz savunması, güvenliği böyle bir boyut kazanmış durumdadır. Saldırı, başkalarının iradesini kırmayı, özgürlüğünü yok etmeyi, değerlerini gasp etmeyi hedeflerken, meşru savunma ise her tür varlığa ve özgürlüğe kasteden saldırı karşısında kendini savunmayı, varlığını ve özgürlüğünü korumayı, güvenlik altına almayı, savunmayı ifade etmektedir. Savunmanın haklılığı, meşruiyeti burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü varlıkla ilgilidir, kimseye zarar vermiyor. Öznenin kendisiyle ilgili bir konum olmaktadır. Saldırı ise başkalarının varlığını, özgürlüğünü yok etmeyi, değerlerini gasp etmeyi hedefliyor. Meşru savunmayla saldırı savaşları arasındaki bu farkı çok net görmek gerekiyor. Bu her zaman geçerliliğini korumaktadır. Bizim de temel aldığımız ilke bu olmaktadır. 

Önder APO bunu çok somut tanımlayarak; “Dünyayı yenecek gücümüz olsa da hiç kimseye saldırmayacağız, bütün dünya birleşip üzerimize gelse de meşru haklarımızdan asla vazgeçmeyeceğiz” dedi. Bizim temel meşru savunma anlayışımız, ilkemiz bu olmaktadır. Bunu bütün insanlık için geçerli görüyoruz. Demokratik uygarlık sisteminin güvenlik tarzı ve anlayışı bu olmaktadır. Böyle bir ilkeyle insanlığın daha özgür, demokratik, dayanışmacı, birinci doğayla daha uyumlu yaşar hale geleceğine inanıyoruz. Hem hiyerarşik devletçi sistemin inşa ettiği, yarattığı toplumsal sorunları çözmenin hem de toplumun doğayla barışık, uyumlu hale gelmesini sağlamanın temel yönteminin, duruşunun bu ilke temelindeki duruş olduğuna inanıyoruz. Bunun mücadelesini veriyoruz. Bizim meşru savunma çizgimizin özü, esası budur. Meşru savunmanın özü, “Dünyayı yenecek gücün olsa da hiç kimseye saldırmayacaksın, bütün dünya birleşip üzerine gelse de varlığını, özgürlüğünü korumaktan asla vazgeçmeyeceksin.” Varolacaksan özgür ve iradeli olarak varolacaksın. Meşru savunmayla özgürlük ve demokrasi bağı da burada ortaya çıkıyor. Özgürlük ve demokrasi ile bütünlüğü, birlikteliği, bağı net bir biçimde böyle gözüküyor. 

Kürtler açısından meşru savunma, günümüzde soykırıma karşı direnme savaşı olarak ortaya çıkmaktadır. Saldırı karşısında direnci kırılmış, örgütlülüğü dağıtılmış, bilinci çarpıtılmış, katliamdan geçirilerek asimilasyon altına alınmış bir soykırım sürecini yaşayan toplumsal bir gerçeklik var. Kürdistan’da yaşanan gerçekliğin bu olduğu açıktır. Son yüzyıl tümüyle böyle geçti. Önceki süreçlerde bu düzeyde olmasa da, yine de hep savaşlarla doludur. Kürdistan, Sümer’den bu yana, Uruk kralı Gılgamış’ın Kürdistan seferinden bu yana saldırı gücü oluşturan, biriktiren ve daha fazlasını elde etme amacı, hedefi güden her fatihin ilkçağda da, ortaçağda da, kapitalist modernite çağında da saldırdığı bir alan oluyor. Çünkü Kürdistan, toplumsallığın geliştiği; neolitik devrimin, tarım-köy devriminin, kadın devriminin yaşandığı, bütün bu değerlerin biriktiği bir alandır. Toplumsallaşmanın merkezidir. 

Dolayısıyla toplumları egemenlik altına alabilmek için onun merkezini ele geçireceksin. Kendini dünya fatihi yapabilmek için hiçbir karşıt bırakmayacaksın. Onun için de her şeyden önce, tarihin merkezini ele geçireceksin. Bu bütün imparatorların, fatihlerin uyguladıkları bir kuraldır. Dolayısıyla Kürdistan uygarlık tarihi boyunca hep işgal, istila, saldırı ve savaşlara sahne oldu. Sürekli bu temelde yıkıldı, yağmalandı, talan edildi, yakıldı. Burada, uygarlık birikimleri, değerleri, insanlığın kültürel gücü hep tahrip edildi. Buna karşı bir direnç de oldu. 

Kürt toplumu bütün bu saldırılar karşısında kendi özgürlüğünü ve güvenliğini koruyan bir toplum olmaktadır. Ne dıştan gelen devletlerin köleleştirdiği ne de kendi içinde devletleşmeye fırsat veren bir yaşamı sürdürüyor. Bunun bedeli olarak da uygarlık dışı kalmaktadır. Bunun için de Önderlik iki temel stratejik unsuru esas aldığını, bunlardan birinin tarıma dayalı beslenme, ikincisinin de dağa dayalı yaşam ve güvenlik olduğunu belirtti. Güvenliği sağlamanın yolu da, dağa dayalı yaşam olarak görülüyor. Dağa dayanmak ve tarımla sınırlı kalmak uygarlık alanındaki gelişmelerden de mahrum ve geri kalmaktır. Kürtler yüzyıllarca uygarlıktan geri kalmayı, basit bir yaşam içinde olmayı, özgürlüğün bedeli olarak kabul etmişlerdir. Ama teslim olmayı, köleleşmeyi, bu temelde uygarlık değerlerine açılmayı reddetmişlerdir. Tarihin önemli esas bir boyutu budur.

Modernite sisteminin bütün dünyayı ele geçirirken, esas Ortadoğu’yu ve onun merkezinde de Kürdistan’ı ele geçirmeye çalıştığını bilmekteyiz. “Dünya savaşları” deniliyor. İlk büyük I. Dünya Savaşı, bir Ortadoğu savaşıydı. Bu savaş, Almanya ile İngiltere arasında olsa da, Avrupa’da Avrupalı devletler arasında gerçekleşse de, savaşın asıl hedefi Ortadoğu’yu ele geçirmekti. Savaşın alanı Ortadoğu’ydu. O güçler arasında olması Ortadoğu’yu kimin fethedeceği, kimin ele geçireceğinin ortaya çıkması içindi. Dünya imparatorunun kim olacağının belirlenme savaşıydı. Sonuçta Almanya yenildi, onunla müttefik olan Osmanlı imparatorluğu dağıldı. Ortadoğu ve Kürdistan savaş galibi olan İngiltere ve Fransa’nın çıkarları doğrultusunda şekillendirildi. Ortadoğu ve Kürdistan böylece, İngiliz imparatorluğuna bağlanmış oldu. Bu fethin Kürdistan için ortaya çıkardığı sonuç, fiilen bölünüp parçalanma, ülkenin ve toplumun farklı devletlerin egemenliği altına alınması, olgunun resmen yok sayılmasıdır. Bir halk, kimlik, kültür ve ulus olarak yok etmek üzere de gerekli kırımın, soykırımın yürütülmesidir. Yok sayılan olguyu yok etmeyi hedefleyen bir soykırım sisteminin dayatılmasıdır. 

Bunda katliam da, asimilasyon da kullanılıyor. Bütün o isyanlar denen olgular aslında bir katliam girişimidir. Örneğin Dersim’e uygulanan bir soykırımdır. Öyle söylediği gibi ortada bir isyan yoktur. İsyan olduğunu söyleyen sömürgecilerdir. Bunu, gerçekleştirdikleri soykırımı biraz yumuşatmak için söylemektedirler; “karşı taraf isyan etti de biz onun için bunu yapmak zorunda kaldık” demeye getiriyorlar. Halbuki ortada isyan diye bir şey yoktur. İsyandan çok önce planlanmış bir katliam girişimi vardır. Katliama ve soykırıma karşı direnme var. Bir isyan varsa da, buna karşıdır. Yoksa başka bir şeye, normal bir durumda isyan edip de “niye bize isyan ediyorsunuz” diye bir katliam girişimi gerçekleştirilmesi söz konusu değildir. Tam tersine, isyan denilen şey, çok planlı, örgütlü bir biçimde geliştirilmek istenen soykırım saldırıları karşısında bir direnmedir. Bu da, başarısız olmuş ve kırılmıştır. Ondan sonra da soykırım rejimi, tümüyle askeri hakimiyet sağlamış, siyasi kurumlaşmasını geliştirmiştir. Ona göre de asimilasyonu oldukça örgütlü ve planlı bir biçimde dayatmıştır. Kurumsal bir asimilasyonu dayatmasının öncesinde katliamlar, askeri işgal ve fetih vardır. Benzer durumun Doğu’da ve Güney’de de geliştirildiğini bilmekteyiz. 1975 yılına kadar geldiğimizde en son İran ve Irak arasındaki Cezayir anlaşmasıyla, KDP isyanının kırılması, ezilmesi Kürdistan parçalarındaki o direncin tümden yok edilmesini, bütün Kürdistan’da kapitalist modernite hakimiyetiyle ortaya çıkartılan yok sayma ve yok etme sisteminin, soykırımın tümden hakim hale geldiğini görüyoruz. Gerisi buna karşı direniştir.
PKK, bütün bunların sonucunda, bütün parçalarda, tarih içerisinden gelen geleneksel Kürt toplumsal duruşunun, kabile-aşiret sisteminin, onun örgütlülüğünün, öz savunmasının, direncinin bu yok sayma ve yok etmeyi ifade eden soykırım operasyonlarıyla kırılıp toplumun geleneksel yapısı, varlığı, direnci tümden ezildikten sonra, onu asimile etmeye karşı, asimile ederek yok etme sürecine karşı gelişen bir direnme hareketi olmaktadır. PKK ve 1970’lerin ortasından itibaren gelişen süreci böyle ele almak, değerlendirmek gerekmektedir. Bu anlamda Kürdistan’da yürütülen bütün direnişler, soykırımı önleme direnişleridir. Dolayısıyla meşru savunma kapsamındadırlar. Kesinlikle başkalarına saldırma, onların değerlerini yok etme ya da ele geçirme hedefine dönük değillerdir. Yok edilmek istenen bir toplumun, kültürün, kimliğin, dilin var olmak ve varlığını korumak, mümkünse özgür hale gelmek, özgürlüğünü kazanmak için yürüttüğü bir direniş oluyor. 

Önder Apo, dördüncü Stratejik dönemin temel görevini, “varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” olarak tanımladı. Bu, aslında baştan beri geçerlidir. Şu an açısından ortaya çıkan bir durum değildir. 1970’lerin ortasından bu yana PKK ve onun etrafında, Güney’de, Doğu’da gelişmiş olan bütün direnişlerin temel özelliğidir. Katliamla bilinci ve iradesi kırılmış, örgütlülüğü dağıtılmış olan, asimilasyonla da yok edilmek istenen bir halkın dil, kültür, kimlik, toprak, toplum olarak yaşamaya çalışma, varlığını koruma, var olma mücadelesi oluyor. Var olabilmek için özgür olma hedeflerini de gütmektedir. Bu bakımdan PKK’nin bütün bir mücadelesi, direnişi, geçmişteki bütün stratejik dönemler böyle bir hedefe bağlıdır. Bu hedef sadece dördüncü stratejik döneme ait bir hedef değildir. “Varlığını koruma” demek, varlığına yönelik bir tehdit var demektir. O da soykırım ve yok etmedir. Soykırıma karşı bir direniş, duruş anlamına geliyor. Bugün de bunun gündemde olması soykırım tehlikesinin ve tehdidinin sürdüğü anlamına gelmektedir. Bu yönlü inkar ve imha kırılmamış, aşılmamıştır. Kürt toplumunun toplum olarak varlığına dönük bir soykırım saldırısı söz konusudur. PKK’nin yürütmüş olduğu mücadele, buna karşı varlığını koruma, kendini savunma, güvenliğini sağlama direnişi olmaktadır. Bunu gerçekleştirebilmek için de düşüncede, iradede, örgütlemede ve yaşamda özgür olmak, kendi özgürlüğünü elde etmek gerekiyor. Ancak tüm saldırıları kıracak şekilde var-olabilmek, özgür olmayı gerektiriyor. Kırk yıllık mücadelenin ve direncin özü bu olmaktadır. 

12 Mart 1971 yılında gerçekleştirilen faşist askeri darbenin kırk birinci yılına girdik. Aslında bu darbe, Kürdistan’daki yeniden uyanışı yok etmeyi de hedefleyen bir darbeydi. Esas olarak Türkiye’deki devrimci demokratik gelişmeleri katliamdan geçirme, yok etme hedefini gütse de, onun içinde önemli bir amaç ve hedef, Kürdistan’da gençlik düzeyinde yeniden bir uyanma, uyanışa geçme, kıpırdanma durumunu da yok etmeydi. Faşist oligarşik güçler, devrimci, demokratik akım harekete geçemeden, kendileri için tehlikeyi daha gerçekleşmeden veya bütünlüklü bir yapı kazanmadan yok etmek istediler. 12 Mart darbesinin esası buydu. Despotik devletçi sistem, 12 Mart darbesiyle büyük bir saldırı hamlesi yapmış oldu. Devrimci, demokratik akımı kırdı, yenilgiye de uğrattı. O çatışmanın özü, Türkiye’nin nasıl bir yönde ilerleyeceği sorusuna cevap aramaktı. 12 Mart faşist askeri darbesi, oligarşik faşist hakimiyet sağladı. Devrimci demokratik güçleri ezdi. PKK de bu ezilme operasyonuna karşı direnmeyi temsil etti; ezilmeyen, ayakta kalan, yaşamak isteyen bir direnme çizgisi olarak günümüze kadar geldi. Her ne kadar Türkiye cephesi bu darbe karşısında ezilip dolayısıyla faşist oligarşik yapı hakimiyet kurduysa da, direniş o zaman çok zayıf olan, yeni uyanmakta olan Kürdistan toplumunda gelişerek, PKK biçiminde örgütlendi ve günümüze kadar devam etti. 12 Mart 1971 yılında gerçekleştirilen faşist askeri darbenin saldırısına karşı bir meşru savunma direnişi, demokratik direniş oluyor. Türkiye açısından da anlamı budur. Türkiye demokrasisi için bir öz savunma direnişidir. Kürt toplumu için ise soykırıma karşı varlığını koruma hareketi olmaktadır. Bu ’70’lerde sözle oldu. O dönemde daha çok bilinç, söz, ideoloji ön plandaydı. Silah, siyaset onun ardından yeni yeni kullanıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesine karşı silahın öne çıktığı bir direniş, meşru savunma savaş oldu. PKK, gerillalaşarak bunu gerçekleştirdi. 1990’ların ortalarından günümüze kadar siyasi yönü ağır basan bir direniş oldu. Varlığını koruma mücadelesi oldu. 

Şimdi bu hedef 2010 yılı itibariyle yeni bir direniş mücadelesi temelinde gerçekleştirilmek isteniliyor. “Varlığını Koruma ve Özgürlüğünü Kazanma”, Devrimci Halk Savaşı olarak tanımlanan, bütünlüklü, topyekûn meşru savunma direnişi diyebileceğimiz bir direniş mücadelesiyle gerçekleştirilmek isteniliyor. Çünkü soykırım rejimi saldırılarını sürdürüyor. İnkar ve imha sistemi tümüyle kırılıp aşılamamıştır. Kürtler için soykırım tehlikesi, saldırıları devam etmektedir. Özgürlük yoktur. Köleliğin en ağırı yaşatılmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla da geçmiş dönemdeki mücadelelerle sağlanan birikimlere de dayanarak, onlar üzerinde geçen dönemlerde başarılamayanı başarmak ya da her dönemde kısmen başarılmış ama tam sonuca götürülememiş olanı, böyle yeni bir dönemle, tam sonuca götürmek üzere yeni bir stratejik dönem içine giriliyor. İşte dördüncü stratejik dönem olarak kastettiğimiz mücadele bu olmaktadır. Bunların hepsi bir meşru savunma savaşı, direnişidir. Kürdistan’da 1970’lerin ortasından bu yana gelişen mücadelenin tümü inkar ve imhaya karşı, soykırım saldırılarına karşı varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma direnişidir. Çeşitli dönemlerde, o dönemin koşullarına göre bu direniş yapılanmıştır. Üç stratejik aşamadan geçmiştir. Şimdi dördüncü stratejik aşamayla bu direniş daha büyük bir sonuca, başarıya götürülmek istenilmektedir. Daha doğrusu varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanmak üzere geliştirilmiş olan meşru savunma savaşında sonuca gidilmek, zafere ulaşılmak hedeflenmektedir. 

Her dönemin kendine göre özellikleri ve farklı koşulları vardır. Bu koşullar mücadelenin farklı boyutlar almasını, farklı özellikler kazanmasını getiriyor. Ayrı stratejik dönemler olması buradan ileri gelmektedir. Mücadelenin yol ve yöntemlerindeki değişiklikleri içeriyor. Üçüncü stratejik döneminin varlığını koruma ve özgürleşmede kalıcı bir sonuç elde edememesi sonucunda yeni bir stratejik mücadele dönemine girmiş bulunuyoruz. İşin özü ve esası bu olmaktadır. Tarihsel olarak, insanlık tarihi açısından da, savaş ve meşru savunma savaşı açısından da, Kürdistan tarihi ve Kürdistan’da işgal, istila, saldırı, inkar, imha ve soykırıma karşı direniş açısından da anlamı ve tanımı bu olmaktadır. PKK’nin yürüttüğü direniş mücadelesi içerisindeki yeri de budur. Bütün bunlarla bir bağı vardır. 

Dördüncü stratejik dönemin ne olup olmadığını, görevlerinin, yöntemlerinin nasıl olup olmadığını doğru anlayabilmek için onu böyle bütünlüklü görebilmek gerekiyor. Başarıyla uygulamak da doğru anlamayı getiriyor. Başarıyla uygulayabilmek için, bu stratejik dönemi başarıya götürebilmek için, doğru ve derinlikli, yeterli anlamak gerekmektedir. Doğru ve yeterli anlamak da bu biçimde bütünlüklü bakabilmeyi gerektiriyor. Hem savaş ve meşru savunma savaşı tarihleri açısından hem de Kürdistan tarihi açısından yerini, konumunu böyle ortaya koyabilmek, tarihsel bir bakışla ele alabilmek, tarih içerisinde bir yere oturtabilmek gerekiyor. Doğru anlayabilmemiz her şeyden önce bununla mümkündür. Bu konuda kopuk, parçalı, yüzeysel, güncel bir bakış içinde olunmamalıdır. Tarihsel bakıştan kopulmamalıdır. Öyle olursa kesinlikle doğru ve yeterli bir anlama düzeyi gelişmeyecektir. Yeni stratejik dönemi doğru anlayabilmek gerekiyor. Onu PKK tarihi, Kürdistan tarihi, insanlık tarihi içerisinde bir yere oturtamazsak, o zaman bu stratejik dönemin ne anlama geldiğini, neyi hedeflediğini, niçin gerekli olduğunu anlayıp kavrayamayız. Bunu kavrayamazsak da taktiklerini, tarzını ve stratejisinin içeriğini kavrayamayız. Bu durumda da başarılı pratik yapamayız. Bu stratejik mücadeleyi yerinde, zamanında, doğru, etkili, başarılı bir biçimde yürütemeyiz. Demek ki başarılı olabilmek için anlamak gerekiyor. Yeterli, derinlikli anlamaya kesinlikle ihtiyaç vardır. Bu stratejik dönemi anlayabilmemiz için de elbette ki, onu her şeyden önce tarihsel bütünlükle ele alabilmek, tarihteki yerini, konumunu, fonksiyonunu doğru ve yeterli görebilmemiz gerekiyor. Ancak böyle görebilirsek Devrimci Halk Savaşı Stratejisi’nin ne olduğunu, neyi amaçladığını, niçin gündeme geldiğini yeterince anlarız. Bunları anladığımız ölçüde de bu dönemin başarıyla pratik yapan militanları, komuta ve savaşçısı haline geliriz, eylemcisi oluruz.

İleri Faşizm

AKP’nin Kürtlerin toplumsal iradesini kırmayı hedefleyen, derin tasfiye konseptini boşa çıkarmanın yolu derin bir öz savunma örgütlülüğüyle yani öz savunma seferberliğinden geçer

Mazlum Yılmaz
 
AKP hükümet yetkilileri ve özellikle Türk Başbakanı Tayip Erdoğan’ın ağzından düşürmediği sözlerden biri ileri demokrasi söylemidir. Erdoğan her defasında papağan gibi bu iki sözcüğü tekrarlamaktan geri durmaz. Hiç şüphe yok ki ileri demokrasi anlayışı ve bunun kavramsal ifadesi kimsenin itiraz edemeyeceği, hayır diyemeyeceği bir olgudur. Ama bunu dillendiren Kürdistan’da terör estiren, Kürdün siyasi iradesini tanımayan Türk başbakanı Erdoğan ve onun hükümeti oldu mu durumu farklı boyutlarıyla irdeleme ihtiyacı ortaya çıkar. Burada gerçeği özü itibariyle anlamada esas alınması gereken yaklaşımın neyin söylendiğinden çok kim tarafından ve niçin söylendiği olmalıdır. Ancak bu doğrultuda yapılacak bir analizle gerçeğin tüm çıplağıyla deşifre olma imkânı doğar. O zaman deşifre edilen gerçeğin toplumu kandırmak ve yanlış yönlendirmekten başka bir şey olmadığı görülebilir. 

AKP hükümetinin iktidar olduğu günden beri toplumu kandırmak için kullandığı en temel metotlardan biri topluma mal olmuş bir değeri sözde sahiplenerek, dillendirerek içini boşaltmak ve gerçek yüzünü maskelemede bir araç olarak kullanmaktır. Türk Başbakanı Erdoğan’ın demokrasi ve demokrasiye dair bazı topluma mal olmuş insanlık değerlerini sürekli dillendirerek adeta ağzına sakız yapmasını da böyle anlamak gerekir. AKP hükümetinin bu uyguladığı yöntem yeni bir yöntem değildir. Türk devleti yakın tarihte bile bu yöntemi sıkça kullanmıştır. Bu durumun en bariz örneği 90’lı yıllardan itibaren PKK öncülüğünde gelişen Kürt özgürlük mücadelesinin ve özgürleşen Kürt halkının sembolü olan Newroz’u sözde sahiplenip özünden boşaltma çabasıdır. Çiller hükümetiyle başlayan ve Newroz’u anlamsızlaştırma, devletleştirme politikası Kürt halkı tarafından tümüyle boşa çıkarılmışsa da sonraki süreçlerde de bu yöntemler farklı şekillerde denenmiştir. Son iki yıldır AKP hükümetinin 1 Mayıs işçi ve emek bayramına yaklaşımı da Çiller hükümetinin daha önce yapmak istediğinin aynısıdır. AKP hükümeti Türkiye’deki işçilerin, emekçilerin, halkların 1 Mayıs’a güçlü sahiplenmesini engelleyemediği için böyle bir yönteme başvurmak zorunda kalmıştır.

AKP hükümetinin gerçek yüzünü görmek için sadece Kürdistan ve Türkiye metropollerinde yaşayan Kürtlere karşı uyguladığı son birkaç aylık terör tablosuna bakmak bile yeterlidir. Binlerce kişi kadın, çocuk, yaşlı demeden gözaltına alarak birçoğunu tutuklamıştır. Dünyada bir benzeri olmayan gözaltına alma yaşını 7 yaşına kadar düşürmüştür. AKP polisi Kürdistan caddelerini, sokaklarını Kürt gençlerinin, çocuklarının işkencehanelerine dönüştürmüştür.  AKP’nin polis JİTEM’i bir dönemin Jandarma JİTEM’inin rolünü devralarak Kürt toplumuna 12 Eylül faşizmini bile aratan bir terör estirmiştir. Tabi bunu yaparken de arkasına Türk devletinin tüm stratejik kurum ve kuruluşlarının merkezileştiği en üst kurum olan MGK’nin tam desteğini almıştır. Bu nedenle YSK’nın BDP’nin desteklediği Emek, Özgürlük ve demokrasi bloğu adaylarının veto edilmesinin kararı da MGK’den bağımsız değildir. YSK kararı ardından Kürt halkının bedel ödeme pahasına geliştirdiği topyekûn direniş MGK ve onun icra kurulu olan AKP’nin tüm planlarını boşa çıkarmıştır. YSK kararı ardından kimi AKP yandaşı medya kuruluşlarında bazı gazeteci, yazar geçinenlerin YSK kararını yargısal ve bir takım yasaların anti-demokratikliğiyle izahı tamamen gerçeği örtbas etmenin çabasıdır.  

YSK kararı Kürt halkı ve dostlarının topyekûn direnişi ardından mecburi geri alınmak zorunda kalınmıştır. Eğer Kürt halkının bu onurlu direnişi olmasaydı, YSK kararı ile Kürt halkının siyasi iradesinin demokratik siyasi zemindeki temsiliyeti engellenecekti. Ama komplo Kürt halkı ve dostlarınca bozulmuştur. YSK kararına karşı serhıldan durumuna geçen Kürt halkının şiddetli terör saldırısına maruz kalması bu nedenledir. AKP polisinin bu büyük öfke, kin ve nefretinin şiddeti, bu büyük oyunun bozulmasına karşı olan tepkiden kaynağını almaktadır. Çünkü AKP Kürt halkının demokratik serhıldan hamlesi karşısından geri adım atarak tükürdüğünü yalamıştır. Kuşkusuz YSK kararı MGK’de kararlaştırılan ve Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmeyi hedefleyen derin tasfiye konseptinin sadece bir parçasıdır. Bu derin tasfiye konseptinin önemli bir komplosu, oyunu boşa çıkarıldı. Ama bu derin tasfiye konseptinin tümünün boşa çıkarıldığı anlamına gelmiyor. Çünkü AKP hükümeti daha önce vardır dediği Kürt sorunun artık kendisi için bittiğini açıkça ilan etti. Zaten daha öncede Amed’te söylediği Kürt sorunu vardır konuşması samimiyetsiz ve taktikseldi. Erdoğan’ın bu ilanı derin tasfiye konseptinin de startının da verilmesiydi. YSK kararının bunun ardından gelmesi de bu anlamda tesadüf değildir. 

AKP hükümeti ileri demokrasi, Kürt kardeşlerimin sorunları gibi bir takım söylemlerle kendisini kamufle etmeye çalışarak başta Kürtler olmak üzere Türkiye halklarını kandırmada ısrar etmektedir. AKP hükümeti Kürt halkına karşı çok kirli özel savaş yöntemleri kullanmaktadır. Türk başbakanı Erdoğan bir taraftan Güney Kürdistan’ı ziyaret ederek Kürt inkârının dönemi bitmiştir yalanını söylerken diğer taraftan Kuzey Kürdistan’da derin tasfiye konseptinin startıyla ileri faşizm sürecine geçmiştir. Bu sürecin başlatılmasıyla AKP polisinin Kürdistan’daki faşist terörü bundan sonra katlanarak artmıştır. Bu nedenle bu sürecin başlatılması yeni bir dönemi ifade etmektedir. Buna karşı da Kürt halkının topyekûn bir öz savunma pozisyonuna geçme gerekliliği her zamankinden daha fazladır. AKP’nin Kürtlerin toplumsal iradesini kırmayı hedefleyen, derin tasfiye konseptini boşa çıkarmanın yolu derin bir öz savunma örgütlülüğüyle yani öz savunma seferberliğinden geçer. Buda Kürt halkına yaşama hakkı tanımamada ısrar eden başta AKP’nin faşist polis gücü olmak üzere tüm AKP ve Gülen varlığını Kürdistan’dan söküp atmak ile olur. Kürt halkının bilinç, örgütlülük düzeyi ile AKP’nin son YSK komplosuna karşı geliştirdiği büyük direnişle bu gerçeği bir kez daha ispatlamıştır.

Neden Devrimci Halk Savaşı?


Dördüncü Stratejik Dönem, Devrimci Halk Savaşı değil de, barış dönemi de olabilirdi. Örneğin barışçıl inşa stratejisi uygulaya bilirdik. Fakat bunlar olmadı

  
Duran Kalkan
 
Böyle bir döneme neden gerek duyulduğunu, bu dönemin neden gündeme geldiğini aydınlatmamız gerekmektedir. Devrimci Halk Savaşı’nın neden gündeme geldiği, buna niye ihtiyaç duyulduğu sorularını sormadan, bunu doğru ve yeterli bir biçimde aydınlatmadan Devrimci Halk Savaşı doğru anlaşılamaz. Dolayısıyla da onun gereklerine de doğru ve başarılı yanıt verilemez. Nasıl ki Devrimci Halk Savaşı’nın nasıl bir tarihi miras üzerinden yükseldiğini, gündeme geldiğini doğru ve yeterli anlayamadan böyle bir savaşı başarıyla yürütebilmek mümkün değilse, aynı biçimde böyle bir savaşın neden gündeme geldiğini de doğru anlayamazsak, yine bu savaşın gereklerini yerinde ve zamanında başarıyla yerine getiremeyiz. Doğru ve tam anlayamayız, onun stratejik ve taktik çerçevesini doğru ve yeterli bilince çıkartamayız, dolayısıyla da üzerimize yüklediği görev ve sorumlulukların gereğini pratikte yeterli, başarılı bir biçimde yürütemeyiz. O bakımdan bu soruyu sormamız ve cevaplamamız gerekmektedir. 

 “Bunlar doğal stratejik gelişmeler, peş peşe ekleniyorlar. Dolayısıyla Dördüncü Stratejik Dönem parti ve mücadele tarihimizin stratejik dönemi, Devrimci Halk Savaşı dönemi olacaktı ve bu biçimde gündeme geldi” denilirse yanlış olur. Belki Devrimci Halk Savaşı diye bir şey hiç gündeme gelmeyebilirdi bile. Bırakalım böyle bir zorunluluk olmasını, onun gündeme gelmesini gerektiren zorunlu nedenler vardır. Bunların görülmesi gerekmektedir. Yoksa öyle bir doğal seyir değildir. Bunları, sanki stratejik aşamalarmış gibi, önceden belirlenmiş özgürlük mücadelesinin doğal stratejik aşamalarıymış gibi değerlendiremeyiz. Bundan önceki stratejik aşamalara yaklaşımımız da öyle olamaz, Devrimci Halk Savaşı olgusuna yaklaşım da hiç böyle olamaz. 

Dördüncü Stratejik Dönem, Devrimci Halk Savaşı değil de, barış dönemi de olabilirdi. Örneğin barışçıl inşa stratejisi uygulaya bilirdik. Ekonomik kalkınma ağırlıklı bir stratejik mücadele ve çalışma dönemi olabilirdi. Fakat bunlar olmadı. Yeniden bir savaş durumu gündeme geldi. Bu savaşın hedefi olarak da, “Varlığını Koruma Ve Özgürlüğünü Kazanma” yı koyuyoruz. Demek ki Kürt halkının hala varlığını koruma sorunu vardır ve varlığı tehdit altındadır. Hala soykırım saldırıları devam etmektedir. İnkâr ve imha sistemi aşılamamıştır. Özgürlüğünü kazanma, ulusal özgürlüğünü kazanma bile gündemdedir. Bu, Kürt toplumunun, ulusunun hala özgür olmadığını ifade etmektedir. Bu kadar uzun süreli bir özgürlük mücadelesi yürütülmüş olmasına rağmen, yine üç stratejik mücadele aşama yaşanmasına rağmen, hala ulusal özgürlüğün kazanılmış olma durumu söz konusu değildir. Özgürlük sorunu vardır. Ulusal özgürlük ihtiyacı hala temel bir gündem olmaktadır. Bütün bunlar, daha önceki stratejik dönemlerde amaçlananın tam başarılamamış olduğunu göstermektedir. Bizim için bu durum, ciddi bir özeleştiri konusu olmaktadır. 

Önderlik, “30 yılın özeleştirisi verilsin” derken bunu kastetmektedir. Otuz yıl içerisinde yaşanmış üç stratejik dönemde, bu stratejik mücadelelerin önüne koyduğu temel amaçlar tam başarıya ulaşmamıştır. Dolayısıyla hareket henüz tam başarılı olamamıştır. Daha ortaya çıkış süreciyle birlikte kendine misyon biçtiği, önüne birincil ve temel görev olarak koyduğu görevi, tamı tamına başaramamıştır. Burada bir başarısızlık veya yeterli düzeyde başarılı olamama, dolayısıyla yetersizlik durumu vardır. Bu yetersizliğin özeleştirisi vermek gerekiyor. Bu durumu her şeyden önce yetersizlik olarak görmek gerekiyor. Normal bir seyir olarak görülmemelidir. Bizde “Dördüncü Stratejik Dönem veya Devrimci Halk Savaşı süreci” denildimi sanki böyle peş peşe eklenen stratejik dönem, çok normal, hem de yeni bir gelişme yaşıyoruz gibi bir durum biçiminde algılanıyor ve değerlendiriliyor. Bunlar yanlıştır ve öyle bir durum söz konusu değildir. Koşullar değişiyor ve bu koşullar bizim önümüze böyle bir mücadele yolunu çıkartıyor. Öncesinden bazı görevler başarıyla, yetkince yerine getirilmiş olsaydı, şimdi böyle bir görev veya stratejik mücadele durumu önümüze görev olarak gelmezdi. Bu anlamda tarihsel bir mücadele yürütülmüş, öyle kolay kolay anlaşılamayan, hazmedilemeyen, mucize düzeyinde başarılar yaratılmış olsa bile, PKK’nin önüne koymuş olduğu temel siyasi hedefleri gerçekleştirmiş olma durumu henüz sonuca gitmemiştir. Bu, bizim eksikliğimiz, yetersizliğimiz ve başarısızlığımızdır. Şimdi yeni bir stratejik mücadele dönemine girerken, Önder Apo,  “30 yılın özeleştirisi verilsin” derken bunu ifade etmektedir. Üçüncü Stratejik Dönem’de yapılamayanların bu sefer yapılması gerektiğini belirtiyor. Yoksa “geriye dönüp özeleştiri veriyoruz, hatalarımız olmuş, eksikliklerimiz bulunmuş” diyerek günah çıkarma yaklaşımı içinde olmak değil de, şimdiye kadar yapılamayanı yapmamızı, başarılamayanı bu sefer hem de yüksek bir oranda başarmamızı istemektedir. Özeleştiri vermek, bunu gerçekleştirmeyi içermektedir.

PKK, 1977 yılında Kürt sorununu çözme görevini koydu önüne. Programı ortadadır. O program, Birinci Stratejik Dönem’de de hedefti. Bu programı gerçekleştiremedik. Bu yönlü belli gelişmeler yarattık ama farklı durumlar, olaylar, siyasi, askeri koşullar ortaya çıktı. Mücadele stratejisini değiştirmek durumunda kaldık. Program hedefini başaramadık. Program gündemde kalmaya, temel amacımız olmaya devam etti. Uluslararası sisteme, Türkiye demokrasi hareketinin durumuna, yine kendi mücadelemizin, gerillanın gelişim çizgisine dair partinin öngördükleri, parti çizgisinin içerdikleri gerçekleşmiş olsaydı, ’91 ve ’92 yılında Uzun Süreli Halk Savaşı’yla önümüze koyduğumuz hedefi gerçekleştirmiş olacaktık. Bu gerçekleşmeyecek bir husus da değildi. Sadece Kürdistan’da süren mücadele, ’90’ların başında Türk ordu ve devlet sisteminde yarattığı sarsıntı dikkate alınırsa, bu mücadele çizgisine uygun bir biçimde daha güçlü geliştirilseydi, aynı biçimde Türkiye’deki demokratik halk hareketi tarafından tamamlansaydı, uluslararası sistem de buna güç ve destek verseydi, bu devletin arkasında değil NATO, kim olursa olsun param parça olurdu. Gümbür gümbür devrilir giderdi. Şimdi NATO da, Amerika da Ortadoğu’da birçok diktatörü, devleti ayakta tutamıyor. Halkların gücü karşısında öyle kolay ayakta kalmak mümkün değildir. Fakat bazı koşullar yerine gelmedi. Sovyet sisteminin durumundan biz sorumlu değiliz. Türkiye’de demokratik halk devriminin durumundan da biz sorumlu değiliz. Bunları sahipleri yapamadılar. Tarihsel olarak onlar zaten eleştiriyi hak ediyorlar ve mahkum ediliyorlar.

Fakat biz de, Kürdistan’da gerilla savaşının gereklerini doğru ve başarılı bir biçimde yerine getirme, onu Botan-Behdinan hattında kurtarılmış alana taşırma gücünü gösteremedik. Türkiye ve uluslararası alanda stratejik olarak öngörülenler gerçekleşmedi, ama Kürdistan’da da önemli bir gelişme imkanı ortaya çıktı. Botan devrimci savaş merkezi haline geldi. Kuzey’de serhıldanlar patlak verdi. Ulusal diriliş devrimi gelişti, halk isyanı başladı. Güney’de buna dayalı olarak bir isyan durumu, boşluk ve bir federe devlet oluşumu gerçekleşti. Irak yönetiminin, Güney Kürdistan üzerindeki egemenliği ortadan kalktı. Kuzey ile Güney’i birleştirme, Kuzey için Güney’den destek alma, Botan’ı Behdinan’dan destekleme, Botan ve Behdinan’ı birleştirme fırsatı oluştu. Bunu değerlendiremedik. Bunlar bizim mücadelemizden etkilenerek, ortaya çıkan fırsatlar oldular. Bizim yürüttüğümüz mücadeleden, gerilla savaşından kopuk, bağımsız gelişmeler kesinlikle değildir. Ama oluşumunda katkımız olan fırsatları, doğru ve yeterli bir biçiminde değerlendirme gücü gösteremedik. Türkiye’de ve uluslararası alan cephesinde aleyhimizde gelişmeler oldu, ama Kürdistan cephesindeki gelişmeler lehimizeydi. Bunu daha büyük bir gelişmeye dönüştürebilirdik. Bunu yapamadık. Siyasi diyalogun ve müzakerenin önünü açacak bir askeri etkinlik gösteremedik ve kurtarılmış alan yaratamadık. Dolayısıyla Kürt sorununun siyasi çözümünün önünü açamadık. Halbuki bunun verileri oluşmuş ve olgunlaşmıştı. 

Sonuçta 1993 yılından itibaren zayıf verilerle stratejik değişiklik yapmak, siyasi çözüm arayışına girmek zorunda kaldık. Siyasi çözüm zemini yaratılmadıysa, neden ateşkes ilan edildiği, öyle bir sürece girildiği sorulabilir. Hiçbir siyasi zemin yaratılamamış değildi. Bu anlamda belli bir siyasi zemin vardı. Fakat bu zemin zayıftı. Serhıldan düzeyi her an katledilmeye, tasfiye edilmeye açıktı. Gerilla, bu serhıldanı da ayakta tutacak bir askeri etkinlik gösteremedi. Hâlbuki nicelik olarak da, nitelik olarak da sağlamasının önü önemli ölçüde açılmıştı. Dolayısıyla oluşan imkan ve fırsatları yerinde, güçlü bir biçimde değerlendiremedik. Sonuçta zayıf temellere dayalı olarak, siyasi çözüm arayışına girdik. Daha doğrusu demokratik, siyasi mücadeleyi geliştirerek, ona dayanarak, öyle bir mücadelenin etkisiyle, siyasi çözüm sürecini geliştirebilir miyiz arayışına girdik. Düşman da bu zayıflığa dayanarak topyekun savaşı dayattı ve bizi imha ve tasfiye ile yüz yüze getirdi. Zayıf olarak var olan siyasi çözüm imkanlarının, siyasi çözüme dönüşmesini engelledi. Bu, açık bir durumdur. Bu bakımdan eksik kalmıştır. Botan-Behdinan savaş hükümeti planlaması hayat bulmuş, bu alanda kurtarılmış bir bölge oluşturulmuş, bir askeri hakimiyet sağlanmış olsaydı, o güce dayalı olarak siyasi çözüm arayışları çok daha farklı olurdu. Siyasi diyalog ve imkanlarının artması çok daha farklı gelişirdi. Ama biz onu sağlayamadık. Bu konuda ciddi eksikliklerimiz oldu; gelişen koşulları zamanında okuma ve onun ortaya çıkardığı fırsat ve imkanları başarıyla değerlendirecek adımları atmada zayıf kaldık. 

Siyasi mücadele süreci açısından da, süreci yürütemedik. Örneğin 1993 yılının Mart ayında ateşkes ilan edildi, ama bu ateşkesten ne anladık? Hareket olarak buna ne kadar hazırdık, ateşkesle ne yapmak istedik, nasıl yaklaştık, onun ortaya çıkardığı fırsat ve imkanları nasıl anlayıp değerlendirdik? Bu konuda çok geri bir planda kaldığımız bir gerçektir. Bırak böyle anlamayı, değerlendirmeyi tam tersine bireysel arayışların, çeteci eğilimlerin en fazla bu dönemde gündeme geldiğini, erken iktidar hastalığının bu dönemde zuhur ettiğini bilmekteyiz. Önderlik düzeyi belli bir çaba harcadı, yoğun bir değerlendirme yaptı, kamuoyunu böyle bir sürece hazırlamaya çalıştı. Fakat onlar da yeterli olmadı, eksik kaldı. Zaten Önderlik de bunun için özeleştiri vermektedir. Dolayısıyla çeteciliğin, Gladyo’nun darbesi, hakimiyeti ve saldırıları gelişme imkanı buldu. Onları önleyemedik. Komplolarla bu sürecin tasfiye olup tekrar imha ve tasfiye amaçlı çok ağır bir topyekûn saldırının halkımıza ve hareketimize dönük gelişmesi yaşandı. 

1995, ’96 ve ’97 süreçlerinde de siyasi sürecin önünü açıcı bir askeri etkinlik, başarı gösteremedik. Bu doğrultuda Önderliğin hazırladığı planları -taktik planları- gerilla olarak başarıyla hayata geçiremedik. Burada da yetersizliklerimiz oldu. Örneğin Çelik Operasyonu ve onun karşısındaki duruş, ikinci Güney savaşı, yine ’97 yılında araziye dayalı kurtarılmış alan yaratma planıyla Önderlik, Türk devletine etkili bir askeri darbe vurarak, siyasi diyalogun önünü açacak bir sonucu yaratmayı hedefliyordu. Fakat biz bu üç planlama döneminde de bunu sağlatacak askeri başarıyı gösteremedik. Eğer siyasi diyalogun önü açılamadıysa, bunda gerilla cephesinin yetersizliklerinin önemli payı vardır. Bunların özeleştirisini vermemiz gerekmektir. Bu süreçler öyle soyut süreçler değildir. Çok somut süreçlerdir. Sadece mütevazılık olsun diye, “yetersizliklerimiz olmuştur” denilmiyor. Yetersizlikler, somut planlamalar çerçevesinde olmuştur. Savaştık, fakat bu savaşın bir hedefi vardı. O hedefi başardık mı, başarmadık mı? Bu hedefi de biz değil, Önderlik ve parti belirledi. Önderliğin koyduğu hedefler başarıldı mı başarılmadı mı? Doğru anlamamız, değerlendirmemiz gereken husus bu olmaktadır. 

Bu sürecin ardından 1 Eylül 1998 yılında gerçekleştirilen üçüncü tek taraflı ateşkes süreci geldi. Orada hiç varlık gösteremedik. Sürece uluslararası komplo dayatılmasına rağmen, komployu anlamaktan ve ona karşı mücadele yürütmekten uzak düşen, dolayısıyla Önderlik gerçeğinden neredeyse bütünüyle kopan bir durumu yaşadık. 15 Şubat komplosu, biraz da bunun sonucunda gerçekleşti. 15 Şubat komplosu engellenemez değildi. Kuşkusuz Kürdistan’da mücadele zordu, düşman saldırılarını boşa çıkartmak, zayıflatmak öyle kolay bir iş değildi. Ama “mücadele edilemezdi” diye bir durum da söz konusu değildir. Tam tersine, mücadele fırsat ve imkânları az-çok vardı. Doğru değerlendirilseydi bu tür sonuçlar önlenebilirdi. Belki öyle hemen kolay, ucuz başarı elde edilemez, çözüm yaratılamazdı, ama 15 Şubat gibi bir olay da engellenebilirdi. Ona da fırsat verilmeyebilirdi. “Engellenemezdi, mutlaka olurdu” demek kesinlikle yanlıştır. Nitekim zaten dört ay boyunca engellendi. 9 Ekim 1998’den, 15 Şubat 1999’a kadar engellendi. Bunun hepsi mücadeleyle oldu. Doğru tutum ve etkili mücadele, komplonun başarısını önlüyordu. Gerekli duyarlılık gösterilebilse, çizgiden kopuş olmasa 15 Şubat bu şekilde olmayabilirdi. Komploya karşı mücadelenin seyri çok daha farklı bir biçimde gelişebilir, devam edebilirdi. 

2003 yılında AKP iktidara gelir gelmez Önderlik, üç aylık süre tanıdı ve ona göre hazır olsaydık, AKP daha bu kadar güçlenmeden, hegemonya kurmadan onu zorlayabilirdik. Ona, siyasi çözüme dönük adımlar attırabilirdik. Fakat bırakın öyle yapmayı, yine Önderlikten koptuk ve neredeyse tasfiye oluyorduk. Hareketin, ABD ve AKP’nin kuyruğuna takıldığı, çok tehlikeli bir süreç yaşadık. Bu da öyle doğal bir durum, bir zorunluluk değildi. Bizim hata ve eksikliklerimizin sonucuydu. Çizginin gereklerini doğru anlayıp örgütleyemeyen, pratiğe geçiremeyen yönetim ve kadro duruşunun bir sonucuydu. Daha sonra da 2005 yılından itibaren diyalog adı altında bir süreç geliştirildi. 2006 Ağustos ayında bu çok daha da ileri götürülüp bazı çevreler araya girdiler. Buna biraz karşılık vermeye çalıştık, ama beş-altı yıl geçmesine rağmen hala ciddi bir sonuç yoktur. Hala çok az sonuçlarla hareket ediliyor. Elbette hiçbir sonuç yok değil. Önderlik ile avukatların haftalık görüşmesi bile buraya bağlıdır. Bunlar, Türkiye’nin iyi niyetiyle, hukuk devleti olmasıyla gerçekleşmiyor. Böyle sanılıyorsa bile bu büyük bir yanılgıdır. Her şey karşılıklı pazarlıklarla, mücadele sonucu olarak gerçekleşmektedir. Önderlikle görüşmeler oluyor. Buna bir tür diyalog denilmekte. Bu görüşmeler, aleni ve açık hale geldi, kamuoyuna biraz yansıdı. Bunlar elbette basit hususlar değildir. Bunları küçümsememek gerekiyor. Bunlar da önemli gelişmelerdir, ama yeterli değildir. Henüz herhangi bir sonuç yoktur ve Kürt sorununun siyasi çözümü gerçekleşmemiştir. Siyasi programımız, hedeflerimiz açısından ele alıp baktığımızda da ortada somut gerçekleşmiş bir sonuç yoktur. O halde burada da başarı yoktur. Yani istediğimiz sonucu alamadık. Burada da belli gelişmeler yarattık. Nasıl ki baştan beri yenilgiler hep önlendiyse bu süreçte de önlendi. Halk direnişi korunup sürdürüldü. Fakat Kürt sorununun siyasi çözümü de gerçekleşemedi. Bunların hepsi bizim yetersizliklerimizin bir ifadesi, başarılı olamamanın sonucu olmaktadır. Burada yarım bir başarı durumu vardır. Önderlik bu durumu, hep tekrar, “ne zafer ne de yenilgi” durumu olarak değerlendirdi. Belli kazanımlar var, yenilgi de önleniyor, ama zafer de yoktur. Tam başarıya da gidilmiyor. Program olarak önümüze koyduğumuz hedefleri, tam gerçekleştiremiyoruz. Dolayısıyla Kürt sorununun siyasi çözümünü sağlayabilmiş değiliz. Bu da bir realite, durum ve bizim eksikliğimiz, başarısızlığımız oluyor. İşte mevcut durumda yeniden “Varlığını Koruma Ve Özgürlüğünü Kazanma” nın, temel hedef olarak önümüzde durmasının esas bir nedeni budur. Bütün bu süreçlerdeki yetersizliklerimiz, siyasi çözümü yaratamayışımız hala PKK’nin ve Kürt halkının önüne “Varlığını Koruma Ve Özgürlüğünü Kazanma” mücadelesini yürütmeyi görev olarak koymaktadır. 

Bunun için önümüze yeniden, daha büyük bir savaş gündeme geliyor. Devrimci Halk Savaşı Stratejisini, uygulamak zorunda kalıyoruz. Yoksa Devrimci Halk Savaşını yürütmeyi çok istediğimiz, toplum savaşmayı çok istediği, savaş delisi olduğu ve savaşsız yaşayamadığımız için değildir. Yine tek ve çözümleyici yolun, geliştirici olanın Devrimci Halk Savaşı Stratejisi olmasından dolayı değildir. Devrimci Halk Savaşını gerektiren nedenleri ortadan kaldıramadığımız içindir. “Varlığını Koruma Ve Özgürlüğünü Kazanma” gibi büyük bir savaşla sağlanabilecek görevlerin hala önümüzde duruyor olmasından dolayıdır. Önümüzdeki görevler bunlar olmasaydı, gündeme Devrimci Halk Savaşı gelmezdi. Varlığını korumak, savunma yapmayı ifade etmektedir. Varlığa dönük tehlike olduğu için savunma savaşı verilecektir. Özgürlüğünü kazanmak, soykırımı durdurmaktan ve yıkmaktan geçmektedir. Karşımızda tepeden tırnağa şiddete bürünmüş bir sömürgeci ve soykırımcı rejim var. Böylesi bir durumda bu rejimi, savaşarak etkisizleştirebilir ve aşabilirsin. Devrimci Halk Savaşı onun için gündeme gelmektedir. Bu bakımdan bunda eksikliklerimizin, yetersizliklerimizin, başarısızlıklarımızın temel bir etkisi vardır. Bir boyutu kesinlikle bu olmaktadır. 

Diğer bir boyut, Kürt sorununu çözüme götürecek bir zihniyet ve siyasetin karşımızda oluşmamasıdır. Siyasi çözüm çabalarının tasfiye edilmiş olması, siyasi çözüm güçlerinin imha ve tasfiyeye maruz bırakılmış olması bunda rol oynamaktadır. Demokratik siyaseti bir çözüm aracı olmaktan çıkararak, gündeme yeniden tek çare olarak Devrimci Halk Savaşını getiriyor. Bu noktada Üçüncü Stratejik Mücadele Döneminde yaşananları doğru anlamak gerekmektedir. Önderlik son dönemlerde bu konuları çok somut olarak formüle edip tanımladı. Siyasi çözüm zemini her oluştuğunda, buna bir komplo dayatılmaktadır. Komplocu saldırılarla, bu zemin tasfiye edilmektedir. Hem Kürt, hem Türk hem de devlet cephesinden siyasi çözüm için oluşan zeminler komplocu saldırılarla tasfiye edildi. 

1993 ve ’94 dönemlerini ifade etmeye çalıştık. Savaşın nasıl dayatıldığını, yeni gelişmekte olan siyasetin nasıl tasfiye edildiğini, halk hareketine katliam, sindirme ve pasifikasyonun nasıl dayatıldığını değerlendirmeye çalıştık. Diğer yandan Türkiye siyasetinin, demokratik güçlerin nasıl sindirildiklerini, en önemlisi de devlet içerisinde Kürt sorununun çözümüne eğilim duyan güçlerin, -bunlar cumhurbaşkanı, kuvvet komutanı da olsalar- nasıl komplolarla yok edildiklerin iyi bilmekteyiz. Bunu Erbakan kliğinin 1997 yılında tasfiyesinde de net bir biçimde gördük. Bu çabaların birçok dış dayanakları da vardı. İçerde de önemli ölçüde çözüm imkanı ortaya çıkmıştı. Özellikle askeri operasyonların başarısız kılınması, böyle bir duruma belli bir zemin de sunuyordu. Fakat tasfiye ve Gladyo saldırıları dayatıldı ve bu ‘Ergenekon’ denilen Gladyo’nun planlı dayatma ve saldırılarıyla bu zemin tasfiye edildi. 2001 ve 2002 yılında uluslararası komplonun imha amacı başarısız kılındıktan sonra oluşan siyasi çözüm imkanları da Ecevit kliğinin tasfiyesiyle ortadan kaldırıldı. Bunları 2001 Şubatında anayasa kriziyle, mali krizin ortaya çıkartılmasıyla, ardından Ecevit hükümetinin küresel mali sistem tarafından kuşatılmasıyla gördük. 2002’de en güçlü olduğu, sözde Avrupa birliğine girme hazırlıkları yaptığı, böyle olduğunu sandığı bir dönemde bir anda nasıl paramparça olup devrildiğini gördük. O dönemde Ecevit’e dönük sadece siyasi komplolar da sürmedi, fiziki saldırılar da geliştirildi. Özal’ınki gibi olmadı ama -şimdi Ergenekon yargılamalarında ortaya çıkıyor- neredeyse hiçbir şeyi olmadığı halde öldüreceklerdi. Başbakan bile olsa bu tür saldırılardan kurtulması kolay olmadı. Nitekim zaten ne Ecevit’in kendisi fiziki olarak yaşayabildi, ne de siyasi olarak hükümeti o saldırılardan sonra yaşayabildi. 

Şimdi geriye AKP dönemi kalmıştır. AKP’yi iyi çözmeye çalışıyoruz. 2005 Ağustosunda genelkurmayla, hükümet bir tartışmaya girdiler. 23 Ağustosta, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplandı ve orada topyekun mücadele kararı çıktı. Sözde bu topyekun kararını genelkurmay savundu ve kamuoyuna duyurdu. Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti, Ankara ve Diyarbakır’da yaptığı açıklamalarda, Kürt sorununun çözümünden yana bir tutum geliştirmek istediğini kamuoyuna duyurdu. Daha sonra Şemdinli olayı gelişti. Kontrgerilla yeniden devreye konuldu. Hükümet ve genelkurmay arasında yoğun bir mücadele oldu ve sonuçta anlaşma yapıldı. Uzlaşmaya vardılar. Şimdi bazıları genelkurmayın çözüm istediğini ama AKP’nin reddettiğini söylüyorlar. Oysa Hilmi Özkök, topyekun mücadele kararını açıklayan genelkurmay başkanıydı. Tayyip Erdoğan’ın, Ankara ve Amed’deki açıklamaları da biliniyor. Muğlaklaştırılan, karıştırılan bir durum var. Görüntüde AKP bir çözüm arıyordu, genelkurmay ya da Ergenekoncu bazı güçler bunu engellediler gibi görüldü. Bu yönlü bir iç mücadele yaşandı. Genelkurmay, hükümet görüşmeleriyle uzlaşma oldu. En son Tayyip Erdoğan, Yaşar Büyükanıt arasındaki Dolmabahçe görüşmesi tam bir uzlaşmaya yol açtı. Bu, hala devam eden bir uzlaşmadır. Bu, PKK’nin tasfiyesi üzerinde anlaşma ifade eden bir uzlaşmadır. Aralarında işbölümü yapmış durumdalar. AKP bu tasfiye operasyonunun ekonomik, siyasi, psikolojik yönünü yürütüyor, genelkurmay ise askeri boyutunu yürütmektedir. PKK’nin tasfiyesi üzerinde iktidarı bölüşüyorlar, uzlaşıyorlar. Ordu genelkurmay başkanlığı, devleti ve iktidarı, AKP’ye bu nedenle teslim etmiş bulunuyor. Eğer bugün AKP bu kadar iktidar hegemonyası geliştirebilecek bir düzeye geldiyse, bunun sonucunda geldi. 

1 Ekim 2006 yılında beşinci tek yanlı ateşkes gündeme geldi. Birçok çevre çağrıda bulunmuştu, aracılık yapacaklardı. DTP’den, ABD’ye kadar, oradan Güney Kürdistan yönetimine kadar birçok aracı vardı. Fakat ateşkes olduktan sonra, hiç kimse verdiği söze sahip çıkmadı, sözünün gereğini yerine getirmedi ya da getiremedi. Her ne olduysa bunlar gerçekleşmedi. 2007 seçimleri gündeme geldi. Seçimden sonra ABD ile de anlaşarak, kendi içlerinde de birleşerek, aralık başından itibaren topyekun savaş konseptini hayata geçiren bir saldırı içine girdiler. Savaşı sadece Kuzey ile sınırlı tutmadı, Güney’e de yayıp sarkıttılar. ABD’yle, Güney Kürdistan yönetimiyle, Irak’la bir tür uzlaşma ve ortak operasyon yürüttüler. Bunu 2008 Şubatında kara operasyonuna dönüştürmek istediler. Zap operasyonunda istenen sonucu alamamaları, saldırının kırılması askeri boyutta Türk genelkurmayını başarısız kıldı. Ardından ideolojik baskı yürüttüler. Önderlik üzerinde baskıları tırmandırdılar. O da Önderlik ve halk direnişiyle kırıldı. 

Geriye 29 Mart 2009 seçimleri kaldı; “bu seçim referandumdur” dediler. Kim kazanırsa onun olacaktı. Seçimde DTP, büyük bir başarı elde etti. AKP, Kürdistan’da gerçekten de yenilgi aldı. Referandumu açık bir biçimde, Kürt demokratik siyaseti kazanmış oldu. Bu da Kürt sorununun siyasi çözüm zeminini güçlendirdi. Güçlü bir demokratik, siyasi zemin ortaya çıkardı. 

Çözüm istenmiş olsaydı bundan daha iyi bir ortam olamazdı. Fakat hareket olarak buna fırsat vermek için 13 Nisanda ilan ettiğimiz çatışmasızlığa, 14 Nisanda, hemen bir gün sonra, AKP hükümeti demokratik siyaseti tasfiye etmeyi amaçlayan, halkın siyasi soykırım operasyonları dediği kapsamlı bir operasyon saldırısı başlattı. Demokratik siyaseti, Kürt sorununun siyasi çözümünün zemini yapacağına, oluşmuş bu zemini tasfiye etmek için, hiçbir hukuk kuralı dinlemeyen bir saldırı içerisine girdi. Bir de bunun adına “açılım politikası” dedi. Sözde Kürt açılımı yapıp Kürt sorununu çözüyor. Ama Kürdün özgür iradesini, siyasi iradesini tasfiye etmeyi, imha etmeyi hedefliyor. Dıştalayıp cezaevine dolduruyor. Bu, “Kürdü de biz temsil ediyoruz, Kürt sorunu çözülecekse de biz çözeriz. Kürtler irade olacaksa da, AKP iradesiyle olurlar” anlamına geliyor. AKP de Kemalizm’in “bu ülkeye komünizm gelecekse de biz getiririz” mantığıyla hareket ediyor. 1924’ten itibaren oluşan resmi ideolojinin, tam temsilcisi konumundadır. İdeolojik kavramları çok kullanmıyor, ama siyasi olarak tamı tamına o çizgiyi yürütüyor. Sonuçta DTP’yi de kapattılar, İmralı’da 17 Kasım darbesini yaptılar, belediye başkanlarını tutukladılar. Bu tutuklama operasyonu hala devam etmektedir. Tutuklu sayısı iki bin beş yüzü aşmış durumdadır. KCK operasyonu adı altında özgür Kürt iradesine asla fırsat vermiyorlar. Nerede biraz özgür demokratik bir örgütlenme, kıpırdanma oluyor ve eyleme dönüşüyorsa derhal oraya baskın düzenliyorlar. Tutuklayıp hapse koyuyorlar. Her hafta 40-50 kişi gözaltına alınıyor, 15-20 kişi tutuklanıyor. Demokratik siyaset yapma imkanı bırakılmamıştır. Kelaynak kuşu gibi ortada üç-dört milletvekili bırakmışlar. Demokratik kamuoyunu onula manipüle ediyorlar, ama özde örgütleme yapacak, toplumu temsil edecek, demokratik konfederalizmi örgütleyecek, Kürt demokratik toplum örgütlülüğünü ortaya çıkartacak bütün kurumları kapatıyorlar, kişileri zindana koyuyorlar. Bu açık bir durumdur. Büyük bir tasfiye hareketidir. Siyasi çözüm zeminini tümden kurutmadır. Gelinen nokta böyle bir noktadır. 

Yüzde on seçim barajının, Kürt iradesinin meclise yansımasını engellemek için konduğu her zamankinden daha açık hale gelmiş bulunuyor. Dolayısıyla 12 Haziran seçimleri açısından böyle bir durum var. Seçim bir siyasi çözüm aracı olmaktan çıkmıştır. Siyasi diyaloga yaklaşımları da ortadır. Ortada herhangi bir yetkisi olmayan, sadece bizi oyalamak, kandırmak, zaman kazanmak amaçlı, tatlı dilli sözler söyleyen bir oyalama sistemi var. Yoksa öyle gerçekten de bir diyalog, müzakere, Kürt sorununa çözüm arama durumu söz konusu değildir. Aslında siyasi soykırım operasyonlarının sürmesine, demokratik siyasetin tasfiye edilmesine, fırsat-zemin yaratmak için biz engelleniyoruz, biz ona vesile yapılıyoruz. Direniş hareketi, tatlı sözlerle susturularak, demokratik siyaseti tasfiye edecek operasyonlar yürütülüyor. Böyle bir komplo ve oyun geliştiriliyor. “Hareket ederseniz, teröristsiniz deriz, dolayısıyla önünüzü kapatırız, ondan sonra da biz istediğimiz kadar tutuklarız. Seçime sokmayız, gel sandıkta yarışalım deriz. Hapse koyar, siyaset yapmaya izin vermeyiz” demektedir. AKP’nin bu yaptığına göz boyama değil, çocuk kandırma bile denilemez. Çocuk kandırırken hiç değilse ağzına bir şeker verirsin, biraz tatlı koyarsın, onun karşılığında kanar. Bizimkinde o da yoktur. Şiddet dayatıyor, hapse koyuyor. “Hapse koyuyorum daha ne istiyorsun!” diyor. Bir tane Diyarbakır milletvekili vardı, “eskiden öldürülüyordunuz, biz hiç olmazsa hapse koyduk, yaşıyorsunuz, daha ne istiyorsunuz!” diye ifade ediyordu. AKP’nin Kürt sorununa çözümü, özgür Kürde yaklaşımı budur. “Öldürmeyeceğiz, hapiste kalacaksınız, biz de iktidar da kalacağız. Buna razı olmazsanız tüm gücümüzü kullanır sizi buna razı ederiz” demektedir. 

Seçim çözüm aracı olmaktan çıkmış, diyalog bir oyalama ve tasfiye aracı olmuştur. Siyasi soykırım operasyonları sürmektedir. Demokratik siyasete iki seneden beri imha ve tasfiye dayatılmaktadır. Kürdistan’da siyasi mücadele yürütmenin, demokratik siyaset yapmanın koşulları yoktur. Demek ki ne siyasi mücadele yürütebiliyoruz, ne de siyaset zemini vardır. AKP tam bir oyun oynamaktadır. Hep bir beklenti yaratıyor. Bir de tehdit ediyor. Bizi hep İmralı tehdidi altında tutuyor. Devrimci Halk Savaşı bir de bu durumdan dolayı gündeme geliyor. Siyasetin hiçbir alanı artık çözüm alanı değildir. Çözüm olma imkanı yoktur. Ne görüşmeyle çözüm bulabiliyoruz, ne seçimle çözümün önünü açılabiliyoruz, ne siyasi mücadele yürüterek, siyasi örgütlenmeye yaparak çözümü zorlayabiliyoruz. Geriye, Devrimci Halk Savaşı kalıyor. 12 Eylül 1980 ardından bize dayatılana benzer bir durum dayatılıyor. 12 Eylül 1980 ardından dayatılan, silah zoruyla imha ve tasfiyeydi. Şimdi ise demokratik ve siyasi çalışmalara dayatılan, hukuk ve zindan zoruyla imha ve tasfiyedir.  Geriye direnmek dışında herhangi bir yol bırakılmıyor. İşte temel bir direniş biçimi olarak da Devrimci Halk Savaşı böyle gündeme geliyor. Direnme dışında, diğer yollar kapatılmıştır. Açıkmış gibi görünmesi bir hiledir. Bu konuda birçok çevre oyuna geliyor; BDP’den tut, aydınlara kadar çoğu oyuna gelmektedir. Sanki önü açıkmış gibi görüyorlar. Halbuki öyle bir durum yoktur. Hepsi oyun, hile, oyalama, ondan sonra kendi bildiğini kabul ettirmedir. Bu hareket, bunu kabul edemez. Biz artık böyle oyalanamayız. Bu durumun izahını yarın yapamayız. Böyle kabul ettik mi, PKK çizgisinden kopmuşuz demektir. Ortada Apocu çizgi kalmaz. Biz de o reformist-milliyetçi akımların içerisine düştüğü durumların içerisine düşeriz. Bu bir çizgi duruşudur.

 PKK’ye şimdiye kadar gelişme sağlatan kesinlikle çizgi duruşuydu, direnişçi duruşuydu. Diğer güçleri yenilgiye uğratan da teslimiyetçi duruşlarıydı. Eğer biz şimdi bir çizgi duruşu gösteremezsek, direniş tutumu gösteremezsek biz de teslimiyetçi duruma düşmüş oluruz. Bize çok açık bir biçimde şiddetle öldürme değil de, zamana yayılmış nazikçe öldürme dayatılıyor. Buna razı olmamızı bekliyorlar. Bize, “sizi kurşuna dizmiyoruz, ipe de asmıyoruz. Biraz ilaç verip uyutacağız, uyku halinde öldüğünüzü bile hissetmeyeceksiniz” demektedirler. AKP’nin PKK’ye dayattığı budur. PKK’den istediği de buna razı olmasıdır. Oyun bu kadar ince ve derindir. Bu durum dokuz yıldır bu biçimde devam etmektedir. Bu, hala da devam ettirilmek isteniyor. Bu anlamda AKP gerçeği, çok iyi anlaşılmak durumundadır. AKP’nin bir çözüm gücü ve çözüm niyeti yoktur. Yine çözüm zihniyeti ve politikası yoktur. Hepsi bu tarzda bir imha ve tasfiyedir. AKP, inceltilmiş bir imha ve tasfiyeyi dayatma hareketidir. Bu nettir ve açığa çıkmıştır. Dolayısıyla PKK ve Kürt halkı için direnmekten başka bir yol kalmamıştır. Bu direnişin yöntemi olarak da Devrimci Halk Savaşı gündeme gelmektedir. Devrimci Halk Savaşının gündeme gelişinin bir nedeni de budur. Eğer zamanında başarı elde etmiş olsaydık, yine yetersizliklerimiz olmamış olsaydı bu gündem hiç olmayacaktı. Sorun şimdiye kadar çoktan çözülmüş olacaktı. AKP bu kadar fırsat vermeye ve destek göstermeye karşın bir siyasi çözüm gücü olsaydı sorun çözülecekti. Ama öyle bir durum yoktur. En son sabrı gösterdik. Her türlü baskıya, işkenceye tahammül gösterdik. Ama bunun karşılığında hep daha fazlası dayatıldı. Kesinlikle siyasi çözümün önü tıkatıldı, kapatıldı. Geriye direnmekten başka bir yol bırakılmadı. 

Direnmenin yolu ve biçimi de Devrimci Halk Savaşıdır. Dördüncü Stratejik Dönemin Devrimci Halk Savaşı, yeni bir savunma direnişi olarak gündeme gelmesi buradan kaynaklanıyor. Bu gerçeğin iyi görülmesi, anlaşılması ve anlatılması gerekmektedir. Bu herkese anlatılmalıdır. Çünkü bu, tersyüz ediliyor. Sanki gelişmeymiş gibi gösteriliyor. İyi bir durum olarak gösteriliyor. Bize, “sabredin” deniliyor. Bunu sadece dışımızdakiler demiyor; sağımızda-solumuzda, etrafımızda olanlar da söylüyorlar. Toplum maniple edilmeye çalışılıyor. Bu yanlıştır ve onlara fırsat vermemek gerekiyor. Öyle olmak demek, kendi çizgimizden çıkarak yavaş yavaş Kemal Burkay çizgisine gitmek demek olur. Kemal Burkay çizgisinin de, Kürdistan’a hiçbir şey kazandıramayacağı, teslimiyetten ve işbirlikçilikten başka hiçbir şey elde edemeyeceği açıktır. PKK öyle bir çizgiye düşemez. Düştü mü, tasfiye olmuştur demektir. Tasfiye olmayıp kendi çizgisine ve tarihine uygun davranacaksa o zaman direnip savaşacaktır. Varlığını Korumak Özgürlüğünü Kazanmak için ne yapmak gerekiyorsa, hangi bedeli ödemek gerekiyorsa mutlaka ödeyecektir. Bunun başka yolu yoktur. Devrimci Halk Savaşı, 1981 yılında nasıl savaş tek çare olarak gündeme geldiyse, başka yollar kapatıldıysa, şimdi de aynı biçimde gündeme gelmektedir. Başka hiçbir yol yoktur. İdeolojik mücadele yürütme yolu yoktur. Bütün medyayı ele geçirmişler. Başka hiç kimseye nefes alma imkanı bile bırakmıyorlar. Siyasi mücadele imkanı yoktur. Polisi örgütlemiş, orduyu, generallerini, komutanlarını, kuvvet komutanlarını tutukluyor. Bu AKP oyununun, hilesinin kesinlikle bozulması, maskesinin düşürülmesi, AKP hegemonyasının kırılması gerekiyor. 

AKP eliyle şimdi çok sahte, sinsi, ikiyüzlü ve hileli bir biçimde bir imha ve tasfiye operasyonu yürütülmektedir. Artık bunun planlı bir operasyon olduğundan hiç kuşku duymamak gerekiyor. Mevcut haliyle AKP’nin verebileceği bir şey yoktur. Aslında şimdiye kadar birçok şey yapabilirdi, ama yapmadı. “Yapmaz ve yapamaz” dememek de gerekiyor. Şimdiye kadar istemediği için yapmadı. Yoksa Kürtlerle ittifak yapsa, PKK ile ilişki ve ittifak içerisine girse, Kürt sorununun çözümünü öngörseydi, Türkiye’de demokratik çözüm yapmada, cumhuriyeti demokratikleştirmede en güçlü, en hızlı adımı atabilirdi. O zaman gerçek anlamda İslami akımın ve toplumun sorunlarının çözümünün de önü açılırdı. Onu da yapamadı. AKP’nin mevcut politikaları, İslami toplumun sorunlarını da çözmüyor, tam tersine AKP’nin iktidarını güçlendiriyor. Yeni bir iktidar gücü, hegemonik güç ve yeni bir oligarşik güç yaratıyor. Öyle “şu kesimin, bu kesiminin sorununu çözüyor” denilemez. Kürtlerin sorununu çözmüyor da, sanki İslami toplumun sorunlarını mı çözüyor! Alevilerin sorununu mu çözüyor! Azınlıkların sorunlarını mı çözüyor! Hiçbir sorunu çözmüyor. Hepsine el atıyor, çözüyor gibi görünüyor, çözüm beklentisi yaratıyor. Varolanı biraz cilalayıp devam ettiriyor. Bu biçimde zaman kazanarak kendi iktidarını güçlendiriyor. Bu artık açığa çıkmıştır. Bu anlamda birinci hedef AKP’dir ve mutlaka aşılmalıdır. AKP hegemonyasına kesinlikle fırsat ve izin verilmemelidir. Tüm hareket ve halk düzeyinde bunu bir tutum olarak artık net, kesin bir biçimde benimsememiz gerekmektedir. Bu da bize AKP’nin mevcut durumunu aşacak, bir direniş mücadelesi yürütme görevi yüklemektedir. 

Bu direniş mücadelesini, Devrimci Halk Savaşı olarak tanımladık. Bundan başka çare yoktur. AKP’nin hileleri, sinsiliği, oyunları Kürt halkına böyle bir direnişi dayatmaktadır. Kenan Evren nasıl ki silah zoruyla, baskıyla, şiddetle savaşı, direnmeyi dayattıysa, Tayyip Erdoğan da Kenan Evrenin öbür yüzü biçiminde, biraz cilalanmış, hile ve oyun kazanmış bir biçimde, hukuk şiddetini dayatarak,  direnmeyi zorunlu kılıyor. Birisi silahı kullandı, diğeri hukuku kullanıyor. İkisi de baskı, sömürü ve şiddet aracıdır. Hukuk, ona bağlı olan zindan, savaştan daha az bir baskı, şiddet, köleleştirme aracı ve alanı değildir. Savaşın varolduğu gün, hapishane de var olmuştur. Bugüne kadar da ikisi birlikte derinleşerek gelişmiştir. İktidar ve devlet güçlerinin elinde özgür insanları, özgür toplumları, kadını, emekçileri köleleştirmek, iradesini kırmak, teslim almak için en sert bir biçimde bu araçlar kullanılmıştır. Bugün bu, zirvede kullanılıyor. 

Bu bakımdan AKP de 12 Eylül darbesinin öteki yüzü biçimindedir. Bazıları buna “sivil darbe” diyorlar. Bu yanlış değildir. Tayyip Erdoğan kişiliği Kenan Evren kişiliğine çok benzemektedir. Çok abartılı ve aynı zamanda çok kompleksli bir kişiliktir. Kenan Evren de meydanlara çıkıp “vatandaşlarım görüyor musunuz, bu memleketi sadece siviller mi yönetebilirmiş? Bakın, ben de bir asker olarak nasıl güzel yönetiyorum” diyordu. Şimdi Tayyip Erdoğan da sabahtan akşama kadar da değil, akşamdan sabaha kadar medyanın karşısına geçiyor; “sadece siyasal bilimler fakültesi okuyanlar mı bu ülkeyi yönetebilir? İlahiyatçılar da yönete bilir. Ben ilahiyat fakültesi okumuşsam Başbakan olamam mı? Bakın ne güzel olmuşum” diye kendini övmeye çalışıyor. Bu anlamda çok kompleksli bir kişiliktir. Türkiye’nin iki kültürsüz adamı, başına bela olmuş durumdadır. Birisi Türk generallerinin en kültürsüzü olan Kenan Evren’di. Türkiye’yi on yıl yönetti. Diğeri ise sivil siyasetin en kültürsüz adamı olan Tayyip Erdoğan’dır. O da on yıldır Türkiye’yi yönetiyor. Böyle kendilerini abartan, çok bencil, bireyci bir diktatörlük eğilimleri var. Kompleksli kişilikler, fırsat ve imkan bulurlarsa her şeyi yaparlar. Nitekim şimdi Tayyip Erdoğan ve AKP biçiminde örgütlediği güruh, bunu yapıyor. Gerçekten de Türkiye’nin başına bela olmuş durumdalar. 12 Eylül faşist askeri darbesinden hiç de az bela olan bir konumda değildir. Öyle basit yaklaşmamak da gerekiyor. Necmettin Erbakan’a ne yaptıkları ortadadır. O, bir ihanet hareketidir. Bizden kaçıp ihanet eden Ferhat ile Botan’ın, Tayyip Erdoğan’ı örnek almaları boşuna değildir. PKK’ye, Önder Apo’ya ihanet ederken Tayip Erdoğan’ı örnek almaları, onun da benzer bir ihaneti yapan kişilik olmasından dolayıydı. Bunlar, aynen Rusya’nın Yeltsin’ine benziyorlar. Boris Yeltsin Rusya’ya ne yaptıysa, aynı şeyi yapıyorlar. Kendilerini var eden gerçeğe ihanet ederek, ileri fırlıyorlar. Dolayısıyla hep o konumdadırlar. Yani bir kaygı içerisindeler. Hep bir saldırı halindeler, çünkü biliyorlar ki açığa çıkar. Hafif bir değerlendirme olursa, maskeleri düşecek ve gerçek yüzleri açığa çıkacaktır. En kirlenmiş insan duruşuna sahip oldukları görülecek, lanetleneceklerdir. Ona fırsat vermemek için de hep böyle bencillik taslıyorlar. Bu abartı, kendini beğenmişlik buradan ortaya çıkıyor.
Mevcut durum kesinlikle böyledir. Bu halde nasıl ki ’80’li yıllarda direnerek 12 Eylül faşizmini aşmak gerektiyse, şimdi 2010’lu yıllarda da yine benzer bir biçimde, ama yeni bir paradigmayla, yeni bir program temelinde, yeni strateji ve taktiklerle, ama benzer bir öz içeren güçlü direniş temelinde, AKP faşizmini aşmamız gerekiyor. Bunun başka yolu ve çaresi yoktur.