Ortadoğu Devrimi 21 Mart 2013 tarihinde başladı.
Neden ve niçin 21 Mart?
Neden ve niçin bir bayram günü?
Neden ve niçin Türkiye, Kürt veya başka bir ülke veya ulus adı değil de bir bölge, Ortadoğu?
Niçin böyle çok riskli, kendini gelecek konusunda bağlayan bir önermeyi başlığa koyduk?
Bu
niçinler anlaşıldığında niçin böyle riskli bir başlık koyduğumuz da
anlaşılacaktır. Veya tersinden bu riskli başlığı niçin koyduğumuz
anlaşıldığında, Ortadoğu Devrimi’nin niçin 21 Mart 2013’te başladığı da
anlaşılacaktır.
Ama önce biraz sabır.
Oku ileriye fırlatmak için yayı geri germek; İleriye sıçramak için geriye
gidip hız almak gerekir.
Önce gerilere, çoook gerilere gidelim. Çünkü
çok büyük bir hız almak ve büyük bir sıçrama yapmak gerekiyor. Devrimler
tarihin birikimlerinden aldıkları büyük hızlarla gerçekleşirler;
Devrimleri anlatan teoriler de öyle olmak zorundadır.
*
21
Mart, kuzey yarı kürenin ılıman iklim kuşağında, hem baharın
başlangıcı, hem de gece ve gündüzün, aynı uzunlukta bulunduğu bir
tarihtir.
Ve bu tarih bir bayramdır?
Neden böyledir?
Bu çakışmanın ardında bir başka zorunluluk vardır. Ama o zorunluluğun ardında da çok başka bir kozmik rastlantı vardır.
Önce 21 Mart’ın (İlkbaharın) nasıl mümkün olduğundan başlayalım.
Dünya
kendi etrafında, güneşin etrafında döndüğü hayali düzleme dik değil, 21
derecelik bir eğimle döner. Mevsimler bu nedenle vardır. Gece ve
gündüzün uzunlukları bu nedenle hem mevsimlere hem de bulunulan paralel
dairesine göre değişir. Eğer bu eğiklik olmasaydı, bütün bu mevsimler,
gece ve gündüz uzunluklarının değişimleri olmayacaktı.
Peki, neden ekseni “eğiktir” Dünya’nın?
Bunu bize Ay’ın neden ve nasıl var olduğuna ilişkin teori açıklamaktadır.
*
Ay’ın
doğuşuna ilişkin üç teori bulunuyordu. Habbecik Teorisi; Yakalama
Teorisi; Çarpma Teorisi. Bunlar içinde en çılgıncasının doğru olduğu son
yıllarda kesinleşmiş gibidir.
Habbecik
teorisi kabaca, Dünya eskiden daha hızlı dönüyordu ve henüz kabuğu
soğuyup katılaşmamıştı, bu henüz sıvı yeryüzünde dönüş esnasında med ve
cezir dalgalarının yayılış hızı dönüş hızından daha yavaş olduğundan, bu
dalgaların yükselişi üst üste binerek bir habbecik oluşturmuş, bu
habbecik de dünyadan kopmuştur biçimindeydi.
Bir
küvete veya leğene su koyun, elinizle küçük küçük dalgalar yapmaya
çalışın, farklı frekanslarla denerseniz belli bir frekansta o küçük
dalgaların, karşı kıyıdan yansıyanlarla da üst üste binip suyun küvet ya
da leğenin kenarından taştığını görebilirsiniz. Uygun adımla yürüyen
askerlerin köprüleri yıkmasını da açıklayan bu yasaların, Ay’ın oluşunu
açıklamadığı bugün artık neredeyse kesinleşmiş bulunuyor. Yani Ay
güneşin çekiminin yarattığı Med dalgalarının çakışmasının yarattığı bir
habbecikten oluşmadı.
İkinci teori, yakalama
teorisiydi. Buna göre, Ay, Güneş Sisteminin başka bir yerinde oluşmuş
bir küredir. Bir şekilde yörüngesinden fırlamış ve çeşitli gezegenlerin
ve güneşin çekim gücü etkisi altında uzayda başıboş dolaşırken ve
tesadüfen Dünya’nın yakınından geçerken, Dünya tarafından yakalanmıştır.
Bunun da doğru olmadığı artık biliniyor. Çünkü Ay’dan getirilen taşlar,
Ayı oluşturan maddenin Dünya’dakiyle özdeş olduğunu gösterdi.
Üçüncü
ve en çılgın teoriye göre, Dünyanın oluştuğu dönemin daha ilk
başlarında, Merih büyüklüğünde bir gezegen Dünyaya çarpmıştır, bu
çarpışmadan uzaya dağılan tozlar Dünya’nın etrafında bir süre döndükten
sonra, tıpkı güneşin etrafında gezegenlerin oluşması gibi Ay da
oluşmuştur.
Son yıllarda toplanmış bütün
veriler ve yapılan hesaplar bu çılgınca teorinin doğru olduğunu
kanıtlamaktadır. Ve bu teori aynı zamanda Dünya’nın neden eğik olduğunu
da bir yan ürün olarak açıklar. Dünyanın kendi etrafında dönüş ekseninin
eğriliği o çarpmanın izidir.
Ve de Dünya eğik olarak döndüğü için mevsimler vardır günlerin uzunlukları değişir.
O
gezegen dünyaya çarpmasaydı, dünya eğik olmayacaktı, eğer dünya eğik
olmasaydı, yeryüzünün ekvatordan kutuplara kadar bütün paralellerinde
her zaman hep aynı ısı bulunacaktı ve dolayısıyla mevsimler olmayacaktı.
Çünkü güneşin ışınları hep aynı eğimde geleceklerdi. Gün ve gece
arasındaki farklar hiç değişmeyecekti. Dolayısıyla ne mevsimler olacaktı
ne de gece ve gündüzün eşit olduğu istisnai günler bulunacaktı. Deliye
her gün bayram gibi, her gün 21 Mart gibi aynı uzunlukta olacaktı.
Hatta
şimdiki eğiklikte bile, eğer neolitik devrim ekvator bölgesinde olsaydı
21 Mart’ın özel hiçbir anlamı olmayacaktı. Çünkü orada mevsimler yoktur
ve gece ile gündüz de hep aynı uzunluktadır.
Ve
de ilk neolitik devrim güney yarı kürede olsaydı (İnka'lar orada çok
daha sonra Lama ve Patates’e dayanan başka bir Neolitik devrim yaptılar)
orada ilkbahar burada sonbahar olduğundan, 21 Mart değil, 23 Eylül bir
bayram olacaktı.
Buraya kadar, mevsimlerin ve ilkbaharın niçin ve nasıl mümkün olabildiğini gördük.
Biraz da bayramların niçin ve nasıl mümkün olabildiği üzerine birkaç söz etmek gerekiyor.
Bu da diğer yazının konusu olsun.
Adım adım günümüze ve geleceğe doğru gidelim.
21 Mart diye tanımladığımız tarihte gece ve
gündüzün aynı uzunlukta olması ve kuzey yarı küresinde baharın
başlaması, fiziksel ve biyolojik bir olgulardır, ama Bayram Toplumsal
bir olgudur. Bayram’ın olabilmesi için önce Toplum dene varlık ve
hareket biçiminin olması gerekir.
Yanlış
olarak biyolojik bir tür olarak insanın varlığının ortaya çıkışıyla
toplumun çıkışı birbirine bağlı aynı sürecin iki yüzüymüş gibi görülür.
Herhangi bir sosyoloji kitabının giriş bölümünü açın toplumu insanlar
arası ilişki olarak tanımlayacaktır. Bu son derece yanlış ve yüzeysel
bir kavrayıştır.
İnsan türü (Homo) yeryüzünde
yuvarlak hesap üç milyon (3.000.000) yıldan beri var. Bu üç milyon yıl
boyunca Homo (İnsan) türünün birçok alt türleri bir arada var oldular.
Bunlardan biri de en son yine akılda kalması için yuvarlak hesap üç yüz
bin (300.000) yıl önce ortaya çıkan bizim de içinde bulunduğumuz Homo
Sapiens bile son otuz bin (30.000) yıl öncesine kadar yeryüzünde birçok
başka insan türüyle birlikte yaşıyordu. (Neandertal İnsanı, Florensis
İnsanı, Denisova İnsanı gibi farklı insan türleri vardı. Bunları Homo
Sapiens’in yok etmesi epey bir zaman almıştı.)
Diğer
insan türleri, Toplum’u bilmiyorlardı, sürü olarak yaşıyorlardı ve
zaten tam da onun için yok oldular. Homo Sapiens, yani bizimle tümüyle
aynı özelliklere sahip tür de yeryüzünde var oluşunun en azından dörtte
üçlük ilk bölümünde sürü olarak yaşamıştı. Toplum denen varlık ve
hareket biçimi ortaya çıkmamıştı.
Toplum’un
ortaya çıkışı, şunun şurası yetmiş bin (70.000) yıl öncesine dayanır.
Yani fiziğin konusu olan evren nasıl 13,7 milyar yıl önce “Büyük Patlama”dan
beri varsa; Biyolojinin konusu olan canlılar yeryüzünde nasıl dört
milyar yıldan beri varsa, Sosyolojinin konusu olan Toplum da yuvarlak
hesap yetmiş bin (70.000) yıldan beri vardır.
Taş
balta toplumun varlığının bir kanıtı değil; taş balta yapıp
kullanabilen bir canlı türünün varlığının kanıtıdır. Taş balta bir
üretim aracı değildir. Toplum yoksa üretim ve Emek de yoktur. (Bu
noktada Engels’in Maymunun İnsanlaşmasında Emeğin rolü’nden söz
etmesinin yanlışlığını da görüyoruz.)
Toplum yaşam araç ve yöntemleri değiştiğinde kendi örgütlenmesini değiştiren bir canlı türüdür.
Taş
balta var olduğu sürece ise, toplum olmadığından, toplum biçimi
değişmemiş ama tam da bu nedenle, canlının kendisi biyolojik değişimini
sürdürmüştür.
Taş balta, alet ve ateş, bu türün varoluşunu ve evrimini sürdürdüğü bir Niş
(Yaşam alanı) oluşturmuşlardır. İnsan türleri de bu nişte var olup
evrilmişlerdir. Bu nedenle Toplum ortaya çıkana kadar insan tür
değiştirmiş ve birçok insan türleri ve sürüleri yeryüzünde aynı zamanda
var olabilmişlerdir.
Ama Toplum’un ortaya
çıkışıyla birlikte, aynı türün toplum biçimini, (toplum türünü)
değiştirmesi başlamıştır. Ve sürüden topluma ilk geçenler, Toplum
olmanın, yepyeni bir hareket ve var oluş biçiminin kendilerine
kazandırdığı üstünlükle bütün diğer insan tür ve homo sapiens sürülerini
muhtemelen sadece onların yaşam alanlarını yok ederek değil; onları
avlayarak, yiyerek yok etmişlerdir.
Yani
bizler hepimiz bu diğer insan türlerini ve diğer homo sapiens sürülerini
yok etmiş, bu “jenosit suçunu” işlemişlerin ahvadıyız. Varlığımız diğer
türlerin ve topluma geçememiş Homo Sapiens sürülerinin yokluğunu
belirlemiştir.
Nasıl canlılık, hayat, fizik
varoluştan farkıyla tanımlanabilirse, örneğin kendi benzerini yapan
karmaşık moleküllerdir şeklinde. Toplum da ancak diğer canlılara göre
farklılığıyla tanımlanabilir. Toplum, yaşam araçlarını ve yöntemleri
değiştiğinde organizasyonunu değiştiren bir canlı türüdür diye
tanımlanabilir.
Yani Toplum bir canlı türüdür.
Ama değişimi başka, yepyeni yasalara bağlı bir canlı türü. Hayat da
fiziksel bir varoluş türüdür ama değişimi başka, yepyeni yasalara bağlı
bir fiziksel varoluş. (Bu toplum tanımı, ekoloji ve sosyolojiyi (doğa ve
toplumu) aynı kavram sistemi içinde kavramayı ve toplamayı da
sağlamaktadır bir yan ürün olarak.)
Sürü ile
toplum birbirinden tamamen farklıdır. Sürü bir iş ve güç birliği
demektir. Basit toplamdır. Elbette bütün parçalarının toplamından fazla
bir şey olduğu için bu fazlayı, bu ek gücü içerir. Ama sürüde, parçanın
bütüne tabi olması; eksi ile eksinin çarpımının artı sonuç vermesi gibi,
cebirsel bir birlik yoktur. Toplumda ise parça bütüne tabidir. Parçanın
bütüne tabi olması, parçaların tek başına var olamaması ve varlıklarını
sürdürememesi anlamına gelir.
Doğa parçanın
bütüne tabi olduğu cebirsel birlikleri, tam da bu üstünlüğü nedeniyle,
birbirinden bağımsızca ve bir çok kez keşfetmiştir.
Bizzat
bugünkü tek hücrelerin çoğu aslında çok daha basit canlı türlerinin
karmaşık bir birlik oluşturmalarından başka bir şey değildir. Bugünkü
hücre çekirdeği, Mitokondri gibi organeller bir zaman başka canlılardı.
Bizzat çok hücreli canlıların kendisi, hücrelerin cebirsel birlikler
oluşturmalarından başka bir şey değildirler. Hatta en bilinenleri arı,
karınca, termit olan koloniler de de yepyeni bir canlı türüdürler. Yani
karınca, termit ve arılar değil, bunların kolonileri, “Devletleri” bir
tek canlıdırlar.
Termitler hamam böcekleri ile
akrabadırlar ve arılar ve karıncalardan tamamen farklı bir türdürler.
Bu iki tür birbirinden bağımsızca keşfetmiştir bu cebirsel birlikleri.
Ama sadece bu kadar da değil, doğa memelilerde bile, çıplak köstebek
denen Afrika Boynuzu’nda yaşayan memeli hayvanlarda da arı ve
termitlerden tamamen bağımsız olarak cebirsel birliği keşfetmiştir. Bu
cebirsel birliklerde, tek birey var olamaz. Bunun için de koloni olarak
üreme ve koloninin bir tek canlı olması söz konusudur.
Ama
hepsinde ortak olan şudur, biyolojik bir işbölümü, farklı bireylerin
farklı uzmanlaşmaları ile cebirsel birlikler var olabilir.
Eğer
toplum insan türünün var oluşuyla birlikte ortaya çıkmış olsaydı bu
parçanın bütüne tabi olabildiği varlık ancak uzmanlaşma ile mümkün
olabilirdi. Dolayısıyla Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki gibi
biyolojik ve ruhsal olarak olarak da farklılaşmış, karınca ve arılardaki
gibi bir “kast” sistemi olarak var olabilirdi. İşbölümü ve Kastlar ise
sosyolojik olarak çok sonraları ortaya çıkmışlardır.
Toplumdaki
bütün bireyler, arı, karınca veya çıplak köstebeklerden farklı olarak,
aynıdır. Bir işbölümü çok sonra toplumsal bir fenomen olarak ortaya
çıkar, biyolojik bir işbölümü ile farklılaşma yoktur. Bu nedenle, insan
türünün son 70.000 yıl öncesine kadar sürüler halinde, basit topluluklar
halinde yaşadığını söyleyebiliriz ve bütün bulgular da bunu
doğrulamaktadır.
Sürülerin elbet kültürleri
vardır. Kültür öğrenilebilen ve öğretilebilen özelliklerdir. Neredeyse
bütün memelilerde, nispeten uzunca bir çocukluk ve bakım geçiren canlı
türlerinde, yavruların oyun oynadığı (öğrendiği) türlerde kültürden söz
edilebilir. Hatta farklı sürülerdeki kültür farklılıklarını bile
gözlemlemektedir araştırmacılar.
Muhtemelen
insan sürülerinin çok gelişmiş bir kültürleri ve bu kültürü aktarmak
için araçları vardı. Zaten insan türünü yaratan, genetik olarak değil,
öğrenilebilir ve öğretilebilir olarak aktarılabilir olanın, yani
kültürün varlığıdır. İnsanın mimikleri, dili, erken doğumu, uzun bakımı
vs. hepsi hem kültürün gelişiminin ürünüdürler hem de kültürü
geliştirmişlerdir.
Ama dikkat!..
Kültürün
varlığı henüz toplumun varlığı değildir. Sürülerin de kültürü olabilir
ve de vardır. Kültür öğrenilebilir olandır. Kültür olmadan ve belli bir
noktaya gelmeden toplum var olamazdı. Toplum olmadan kültür olabilirdi
ve vardır. Kültür, genetik değişiklikler gerektirmeden adaptasyon
sağlama ve bunu aktarabilme özelliğidir. Ama bu özellikler henüz
toplumun var oluşu, yani cebirsel, parçanın bütüne tabi olduğu bir
birliğin, bu yepyeni canlı türünün ortaya çıktığı anlamına gelmez.
Elbet
çok karmaşık bir kültürün varlığı olmadan toplumun ortaya çıkışı
düşünülemez ve toplum ortaya çıktığı andan itibaren, kendi ortaya
çıkardığı yepyeni sosyolojik varlıkların bilgisinin öğrenilmesi ve
aktarılmasıyla da kültürün karmaşıklaşıp gelişmesine çok büyük bir
atılım yaptırmış olmalıdır. Örneğin hukuku, ahlakı, yasakları, sanatı
olmayan bir sürünün kültürü her şeyden önce bu kavramlardan yoksun olur.
Ama ihtiyaç olduğunda o kavramları oluşturacak yapı da ortada
olmalıdır. Yani yapısıyla tıpkı bizimki gibi bir dil, ama kavramları
henüz toplumsal var oluşun kavramlarını içermeyen bir dil.
(Yeryüzündeki
en ilkel kabilenin en ilkel gibi görünen dili bile, en modern toplumun
tüm karmaşıklığını öğrenme ve aktarmayı sağlayacak yapıya sahiptir
sadece bu kavramları yoktur. Ama bu kavramları yaratacak potansiyel
hepsinde vardır. (Geçenlerde böyle ölü bir kabile dili üzerinden böyle
bir deneme de başarıyla yapıldı.) Toplum ortaya çıkmadan önce de bütün
yok olan Homo Sapiens sürülerinin benzer bir durumda olduğu var
sayılabilir.)
Özetle, toplum, tıpkı arılar,
termitler, çıplak köstebekler gibi, cebirsel bir birlikten oluşan bir
canlı türüdür ama bireylerin biyolojik işbölümüne ve uzmanlaşmasına
dayanmayan değişik bir canlı türüdür. Yaşam araç ve yöntemlerini
değiştirdiğinde, organizasyonunu (sınırlarını ve yapısını) değiştiren
bir canlı türüdür.
Peki, biyolojik bir işbölümünün gerektirdiği bir zorunluluk olmadan, parçanın bütüne tabi olması nasıl olabilir?
Parçanın
bütüne tabi olması, yaptırım demektir. Her şeyden önce sınırları çizili
bir topluluk demektir. Ama birleştirme ancak ayırmakla mümkün olur.
Sınır çizmek, birleştirmek olduğu kadar bölmektir. Bu sınır çizilmeden,
toplum var olamaz. Bu aynı zamanda yasak demektir. Yasak (birleştirme -
bölme) ve yaptırım (parçayı bütüne tabi kılma) olmazsa olmaz koşuludur.
Toplumsal bir sınıf ise fiziksel veya biyolojik sınırlardan farklıdır.
Fiktif bir sınırdır. Ritüeller, dövmeler, acılı topluma kabul törenleri,
hasılı bir dine kabul edilme ve toplumsal olmak aynı şeydir.
İşte
Din dediğimiz şey tamı tamına budur. Din toplumun sınırlarını çizer,
yaptırımları belirler. O halde toplum, Din ile ortaya çıkmıştır. Sanat,
Anlak, Hukuk vs. hepsi din içinde var olabilirler ve anlaşılabilirler.
Din toplumsal ilişkilerin örgütlenmesinin ta kendisidir. Yani
Marksizm'in şu üstyapı dediği şeyin ta kendisi. Toplumun yaşama araçları
değiştiğinde, toplumsal ilişkilerinin örgütlenmesi, yani dini de
değişir. Bu örgütlenmesinin dayandığı ilkeler değişir. Bu değişimler de
tamı tamına devrimlerdir.
O halde insanı bir
zamanlar sürü halinde yaşamış insan türlerinden farklı olarak toplumda
yaşayan insanı, bir dinden olan hayvan olarak tanımlayabiliriz.
İnsan
düşünen hayvandır, insan sosyal hayvandır, insan gülen hayvandır, insan
alet yapan hayvandır gibi bütün tanımlar, sürüler halinde yaşamış bütün
insan türlerini ve homosapiens sürülerini de kapsayan bir tanımlardır.
Bunlar biyolojik bir tür olarak insanın özellikleridir. Sosyolojik bir
varlık olarak insanın özelliği ise onun bir dininin olmasıdır. İnsan
sosyolojik olarak dinsiz olamaz. Yani yasak ve yaptırım olmadan İnsan
sosyolojik olarak var olamaz. Ama yasak ve yaptırım, yani din, yani
parçanın bütüne tabi olduğu sınırları çizilmiş birlik, yani toplum
olmadan insan türü var olabilir ve yakın zamana kadar da vardı.
O
halde, iki insan kavramını birbirinden ayırmak gerekiyor. Biyolojik bir
tür olarak insan (bunu küçük harfle yazalım) bir de sosyolojik olarak
İnsan (bunu da büyük harfle yazalım). Biyolojik olarak insan olmak
sosyolojik olarak İnsan olunduğu anlamına gelmez. Sosyolojik olarak
İnsan, aynı topluluk sınırları içinde aynı yaptırımlara tabi olandır.
Zaten neredeyse bütün dinler de (dinin insanların özel sorunu olduğunu
söyleyen dindeki modern toplumun dini dahil) kendi dininden olmayanı
insan olarak görmez. Biyolojik olarak elbet insan olduğunu bilir.
Kavramaları
böyle tanımladığımızda,buradan şu sonuçları çıkarabiliriz: Toplum bir
soyutlamadır. Nasıl canlılık ya da hayat somut canlı türlerinden
oluşursa, toplum da somut topluluklardan oluşur. Somut toplulukların
sınırlarını ve iç ilişkilerini belirleyen şeye Din deriz.
Toplumun
yaşam araçları ve biçimi değiştikçe onun sınırlarını ve yaptırımlarını
tanımlayan ilkeler de değişir. Yani toplumsal organizasyon da değişir.
Bu üstyapı ya da toplumsal organizasyon değişimleri din değişimlerinden
başka bir şey değildir. O halde, devrimler dinden dine geçişler, din
değiştirmeler biçiminde gerçekleşir. O halde tarih her şeyden önce
devrimler tarihi ise, her şeyden önce dinler tarihi olmak zorundadır.
Tabii burada tıpkı insan kavram gibi Din kavramının da farklı anlamlarını birbirinden ayırmak gerektiği sorunuyla karşılaşıyoruz.
Din
toplumsal ilişkileri düzenler, topluluğun sınırlarını çizer, tüm üst
yapıdır dediğimizde, dini sosyolojik olarak tanımlamış oluruz. Ama din
inançtır, kişinin özel sorunudur şeklinde dini tanımlamak, hukuki bir
tanımdır, bir dinin (modern toplumun dininin) bir din olarak kabul
edilebilme koşulunu sunar ama bu koşulun kendisi bizzat bir dinin
sınırlarını çizer. Yani dini inanç olarak kabul edenler bu topluluğa
dahil olabilirler, bu dindendirler demiş olur.
Yani
bugün bizler arasında yaygın olarak kabul gören ve bilinen din tanımı,
Dinin inanç olduğuna dair tanım, dinin ne olduğunu sosyolojik olarak
tanımlamaz, hukuken den kabul edilebilmenin koşulunu tanımlar. O halde
bizler dinin ne olduğunu bilmiyoruz. Dinin ne olduğunu bilmediğimiz
için, Tarih’i ve ondaki devrimleri açıklayamıyoruz, anlayamıyoruz; ama
yanı zamanda günümüzü anlayamıyoruz demektir.
Din’in
ne olduğunun doğru bir sosyolojik tanımı olmadan he tarih ne de
sosyoloji bir bilim olamaz. Tarih ve Toplum doğru olarak açıklanamaz.
Dolayısıyla da doğru bir program geliştirilemez.
Görüldüğü
gibi, tarihin hatta tarih öncesinin derinliklerine gitmek, bizi
günümüzün en canlı ve can alıcı sorunlarıyla ve kavramlarıyla
karşılaştırdı. Bu ayrıca bize, Tarih’in nasıl anlatıldığının ve
kavrandığının aslında günümüzü ve geleceği nasıl kurmak istediğimizi
gösterdiğini; bugünün ve geleceğin nasıl şekilleneceğinin, tarihin nasıl
anlatıldığına ve anlatılacağına bağlı olduğun da gösterir. Aslında
bunca geçmişe gittiğimizde geleceği ve bugünü şekillendirmeye
çalıştığımız görülür.
Ama bu yukarıda
açıklanan Din, kültür, Din kavramları çok yenidir ve bu anlamda bizim
tarafımızdan tanımlanmış ve keşfedilmişlerdir.
Her
doğru teori aynı zamanda çözülememiş, çok ilgisiz gibi görünen başka
sorunların cevabını da verir. Örneğin ayın var oluşunu açıklayan
teorinin dünyanın eğikliğini ve mevsimleri de açıklaması gibi.
Kültür,
Toplum, Din kavramlarının bu yeni tanımlaması ve açıklaması, sadece
günümüzün sorunlarını çözmez, bugünle çok ilgisiz gibi görünen başka
teorik sorunları da çözer.
Bunların bir kaçını sıralayalım.
Son
70.000 yıl öncesine kadar insan türleri bile değiştiği halde, bu
türlerin kullandığı taş balta neredeyse değişmeden kalmıştır veya çok
can sıkıcı bir ölçüde çok yavaş ve küçük değişiklikler geçirmiştir.
Bugünkü insan türü olan Homosapiens bile 300.000 yıldan beri var
olduğuna göre, en azından 300.000 yıldır bizden biyolojik ve ruhsal
olarak hiç farklı olmayan bir insan türü yer yüzünde var olmasına
rağmen, 70.000 yıl önce ne oldu da ondan sonra aletlerde adeta
patlarcasına bir değişim görülmektedir?
Keza
sanat eseri denebilecek dizilmiş deniz kabuklarına falan da 70.000
yıldan beri rastlanabiliyor (tabii bu rakam yuvarlak bir rakamdır birkaç
on bin yıl ileri ve geri gidebilir). Yani sanat, o varsa ahlak vs. de
var demektir, da 70.000 yıldan beri ortaya çıkmış bir şeydir.
Ve nihayet, son araştırmalar, yeryüzündeki bütün Homo Sapienslerin, yani bizlerin 70.000 yıl önce yaşamış, “Mitokondriyal Havva”
denen kurmaca bir kadının çocukları olduğunu gösterdiğine göre, 70.000
yıl önce ne olmuştur da, bütün diğer en azından 230.000 bin yıl boyunca
yeryüzüne dağılmış bulunan diğer Homo Sapiens’ler yok olmuşlardır?
Bizim
son iki yüzyıldaki ve özellikle Ortadoğu’daki insanların korkunç acılar
çekmesine yol açan ulusun ne olduğunu anlama girişimimiz, buradan
ulusun aslında bir din olduğu sonucuna ulaşmamız; sonra dinin ne
olduğunu araştırırken aslında Din’in din olmadığını bulmamız ve buradan
Toplum kavramına ulaşmamız. Toplum’u tanımlamak için çabalarımız; Toplum
ve onun somut var oluş biçimini ayırmamız; Kültür ve Toplum
kavramlarını ayrıştırmamız vs. Bu on binlerce yıl öncesinin hala
çözülemeyen bilmecelerini de bir vuruşta çözmektedir.
Yukarıdaki
üç sorun birbiriyle ilgisiz gibi ele alınıp açıklamalar sunulmaktadır
arkeolog ve antropologlarca. Örneğin, hepimizin mitokondriyal Havvanın
çocukları olmamız ve neredeyse 1000 kişilik bir popülasyondan gelmemiz,
şişe ağzı teorisiyle açıklanmaya çalışılmaktadır. Yani bir doğa
felaketiyle yeryüzündeki bütün insanlar ölmüş sadece Afrika’nın bir
yerlerinde 1000 kişilik bir popülasyon yaşayabilmiştir bu nedenle böyle
hepimiz oradan geliyoruz. Bu doğa felaketi olarak da 70.000 yıl önce
Endenozya’da patlamış bir Süper Volkan’ın etkileri sayılmaktadır.
Hâlbuki
ilk kez sürüden topluma 70.000 yıl önce geçildiğine ilişkin teorimiz
(Muhtemelen Afrika’da bir yerlerde (bir olasılık bugün San halkının
yaşadığı Güneybatı Afrika’da, “Tanrılar Çıldırmış Olmalı” filmi o
bölgede geçiyor ve San’lar oynuyordu. Sanların dili ve genleri bu yönde
veriler sunuyor) hem bunu hem de sanat eserlerinin çıkışını ve aletlerin
hızlı gelişmesini de açıklayabilmektedir. Toplum ortaya çıkmıştır
70.000 yıl önce “patlama” budur.
Din’in
ortaya çıkışı; yani Sürü’den Toplum’a geçiş, yani parçanın bütüne tabi
olmasının sağladığı muazzam güç (ruh) ve üstünlük, basit toplamdan öte
cebirsel bir toplam; eksinin eksiyle çarpımının artı sonuç vermesi; bu
ilk geçen popülasyona bütün diğer popülasyonlar karşısında muazzam bir
üstünlük sağlamış, bu da hem diğer insan türlerine ait popülasyonların
hem de diğer Homo Sapiens popülasyonlarının yok olmasına yol açmış
olmalıdır. Toplum’un kazandırdığı bu güçtür Ruh da özünde.
Bu
aynı zamanda, Kıvılcımlı gibi, bu konularda çok düşünmüş ve yazmış
büyük bir Marksistin de Din’in köklerinin insan beyninin derinliklerinde
olduğunu söyleyen (İhsan Eliaçık’ın da benimsediği) önermesinin
yanlışlığını da göstermektedir.
Dinin kökleri
insan beyninin derinliklerine değildir, yani bir Din geni yoktur.
Hikmet Kıvılcımlı, Totem ve Tabu’yu, yani ilk yasakların ortaya
çıkışını insan türünün ortaya çıkışına götürerek oradan yasaklar
aracılığıyla bilinç, bilinç altı zıtlığı üzerinden insanın ortaya
çıkışını açıklamaya çalışmıştır. Dolayısıyla bu zıtlığın, insan beyninin
biyolojik yapısında bir karşılığı olduğunu var saymıştır.
Buradan
hareketle dinin köklerinin İnsan beyninin derinliklerinde bulunduğunu
söyler. Ama bu teoriyi hiçbir olgu desteklememektedir.
Kıvılcımlı’nın
Din’i anlama çabası, Din’in ortaya çıkışını birkaç milyon yıl öncesine
götürürken, bizim çabamız, 70.000 yıl öncede açıklamaktadır. Din,
biyolojik değil, toplumsal bir olgudur ve toplum ve din birlikte ortaya
çıkmıştır. Toplumsuz Din, Dinsiz Toplum olamaz.
Bu sonuç aynı zamanda günümüzü ve ulusları ve ulusçuluğu da açıklamaktadır.
Dinsiz
toplum olamaz ise, bu günkü toplumun bir dini olmalıdır. Bu din nedir?
Modern toplumun dini, din olmadığını söyleyen, Din’in insanların inancı
olduğunu söyleyen bir dindir. Çünkü İnanç kavramı sosyolojik değil bir
hukuki kavramdır. Yani ancak dini inanç olarak kabul edenler (Kişisel
bir sorun olarak kabul edenler) bu dinden olabilir demektedir.
Ama
inanç (Özele ilişkin) diye bir hukuki kategorinin olabilmesi için,
Özel ve Özel olmayan (Politik) diye normatif bir ayrımın olması gerekir.
O halde Modern toplumun dini, her şeyden önce özel ve politik ayrımıdır.
Politik olanı bir ulusla tanımlamak da, yani ulusçuluk da bu dinin bir biçimidir, en gerici biçimidir. Karşı devrimci biçimidir.
Burada
teori ve kavramlar harika bir biçimde hem günümüzün en can alıcı
sorunlarını açıklamakta; hem de günümüzle hiç ilgisiz gibi görünen on
binlerce yıl öncesinin; insan türlerinin yok oluşu; sanatın ortaya
çıkışı; aletlerdeki hızlı değişimin başlaması gibi; açıklamaktadır.
Tıpkı modern fiziğin kavramlarının atom altı parçacıkları da galaksileri
ve kara delikleri de açıklaması gibi.
Başlığımızdaki “Ortadoğu Devrimi ve 21 Mart 2013’te Başladı” önermesi, ancak bu teorik derinliklerde anlaşılabilir.
İlk
yazımızda, “devrimler (Şimdi bunların Dinden dine geçişler olduğu
sonucuna da ulaştık, yani dinden dine geçişler de denebilir) tarihin
derinliklerinden aldıkları büyük hızla gerçekleşirler; Devrimleri
(Dendin dine geçişleri) anlatan teoriler de öyle” demiştik.
Devrimler dinden dine geçişler olduğuna göre, teori de dinleri ve onların çıkışını ve geçişleri açıklayan bir teori olmalıdır.
Din ve ortaya çıkışı anlaşılmadan Devrimler ve Ortadoğu Devrimi anlaşılamazdı.
Yayı germeye, ileri atlamak gerilemeye ve için hız almaya devam edelim.
DEVAM EDECEK...
Demir Küçükaydın
30 Mart 2013 Cumartesi
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar: