13 Nisan 2012 Cuma

Ekonomist: Türk Dış Politikasında 'Emperyalist Tınılar'

Economist dergisi, Türk dış politikasının sertleştiğini belirterek, ‘komşularla sıfır sorun’ politikasından ‘Sünni komşularla sıfır sorun’a kaydığını yazdı. Economist, “Türkiye'nin Suriye karşısındaki agresif tutumu dış politikasında emperyalist tınılar içeren bir değişime işaret ediyor" yorumunda bulundu.

Ekonomist dergisi, Suriye bağlamında, mimarı dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu olan Türkiye’nin ‘komşularla sıfır sorun’ politikasının yön değiştirerek sertleştiğini yazdı. Dergi söz konusu değişikliği, “Türkiye'nin Suriye karşısındaki agresif tutumu dış politikasında emperyalist tınılar içeren bir değişime işaret ediyor" şeklinde yorumladı.

Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, tıpkı Libya olayında olduğu gibi, birkaç ay içinde bir zamanlar dostu ve müttefiki olan Suriye devlet Başkanı Beşar Esad’a karşı tutum değiştirerek, geçen yaz Özgür Suriye Ordusu liderlerini topraklarında ağırladığına dikkat çeken Economist devamla şunları yazdı:

“Yetkililer isyancıların (mütevazı şekilde) silahlandırıldığı iddialarını reddediyor ama Suriye'de rejim değişikliğinin öncelik olduğunu kabul ediyorlar. Doğrudan bir Türk müdahalesinin önünde duran tek şey Amerika'nın yeni bir savaşa girişmeye isteksizliği. Ama daha ne kadar?”

Türk hükümetinin son yıllarda bölgede etkin arabuluculuğa soyunduğunu hatırlatan Economist, Hollanda'nın eski büyükelçilerinden Nikolaos van Dam'ın şu yorumuna yer vermiş: "Türkiye'yi etkili bir oyuncu kılan tüm taraflarla konuşabilmesiydi. Ama şimdi Türkiye saf tutuyor."

ERDOĞAN ETRAFINDAKİ DALKAVUKLAR

Economist bu doğrultuda Türkiye'nin komşularla sıfır sorun politikasını, "Sünni komşularla sıfır sorun" diye yeniden tanımlarken, "Türkiye'nin Suriye karşısındaki tavır değişikliğinin bir açıklaması, Esad'ın sonunun yakın olduğuna inanması olabilir. Daha kaygı verici bir diğer olasılık ise aşırı gurur. Giderek artan düzeyde otoriter ve nadiren etrafındaki dalkavukların karşı koymadığı Erdoğan, bildiğini okumaya alışkın. Esad, ona meydan okumaya cesaret etti."

İngiliz tarihçi Timothy Garton’un Erdoğan’ın iktidar partisi AKP’nin ‘olağanüstü neo-Osmanlı hayaller’ beslediği sözlerini aktaran Economist, Garton’un “Ama imkanlarını abartmamaya dikkat etmeli” şeklindeki uyarısına yer vererek devamla şunları kaydetti: “Erdoğan'ın laik muhaliflerine göre bu davranışın ardında ‘Afrika, Asya, Balkanlar ve Orta Doğu'ya uzanacak bir Sünni ülkeler yayının liderliğini üstlenmek.”

ALEVİ-SUNNİ KUTUPLAŞMASI RİSKİ

Dini ritüelleri Suriye’deki Alevilerden farklı olmalarına karşın, sayıları 15 ile 20 milyon arasında olan Türkiye Alevilerinden olan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Esad’a karşı bir çeşit akrabalık duygusu beslediğini aktaran Ekonomist, Van Dam’ın Suriye'ye karşı bir savaşın "Türkiye'deki Alevi ve Sünniler arasında kutuplaşma yaratabileceği” uyarısına yer verdi.

HEDEF KÜRTLERİN HAK ELDE ETMELERİNİ ENGELLEMEK

Suriye krizinin, Türkiye’nin uzun süredir devam eden Kürt azınlık sorununu da deştiğini kaydeden Economist, BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın sözlerine yer verdi. Demirtaş Türkiye’nin Suriye’de rejim değişikliği arayışının “Suriye Kürtlerinin, Türkiye’nin kendi Kürtlerine vermek istediği, hemen hemen hiçbir şey anlamına gelen haklardan daha fazla hak elde etmesini engellemek” olduğunu söyledi.

UZLAŞMACI RUH SÖNDÜ

AKP hükümetinin Kürtlerinin mağduriyetlerini gidermek için önceki hükümetlerden daha fazla çaba sarf ettiği, PKK ile gizli görüşmeler dahil yaptığını belirten Economist, “Ancak Türkiye’de uzlaşmacı ruh söndü. Binlerce BDP’li yetkili şüpheli PKK üyeliği suçlamasıyla tutuklandı. AKP baskıları PKK saldırılarına yanıt olarak lanse ediyor. Sayın Demirtaş uzlaşma konusunda hiçbir zaman samimi olmadıklarını söylüyor” diye yazdı.

PKK’nin, Türkiye’nin 1998 yılında ülkeye karşı savaş tehdidine kadar Suriye’yi ‘akıl hocası’ olarak düşündüğünü ileri süren Economist devamla şunları yazdı:

“Ancak o günlerde İsrail Hava Kuvvetleri’ndeki pilotların Türkiye semalarında eğitimlerine izin veriliyordu. İsrail ve Türkiye hala dost olsaydı Esad, Türkler en son yumruklarını sıktığında babasının yaşadığı gibi ürperirdi. Tabii İsrail ve Türkiye dost olsaydı, Türkiye'nin hiç yumruğunu sıkması da gerekmeyebilirdi."
ANF NEWS AGENCY

Sincan'da Tankları Yürüten Kamera Kimin

28 şubat'a gerekçe yapılan Kudus Gecesi'nden bir sahne...
Özel yetkili savcıların 28 Şubat soruşturmasını başlattığı şu günlerde, söz konusu döneme ilişkin üzerinde pek durulmayan ancak kilit önemdeki bir konuyu ele alalım. Sonda söyleneceği başta söyleyerek başlayalım; 28 Şubat sürecinde askerin sivil siyasetin üzerine tankları yürüttüğü Sincan Belediyesi'nin Kudüs Gecesi'ne ait görüntülerin Ulusal Basın Ajansı (UBA) dışında hiç bir televizyon kanalı, ajans ya da gazetede bulunmaması bugüne kadar hiç kimsenin üzerinde durmadığı bir konudur. Oysa söz konusu görüntüler 28 Şubat sürecinin askerin ihtiyaç duyduğu ”dönüm noktasını” misyonunu oluşturmuştur.

Derinlemesine irdelediğinde 28 Şubat sürecinde Sivas Katliamı'nın öncesine kadar uzanan derin bir operasyonun izlerine rastlanır. Bir çok aşamadan geçirilen, bir çok tertibin, provokasyonun bütünüdür 28 Şubat. Son aşaması ise Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi'nin iktidar ortaklığı dönemdir.
TSK'nin savaş kadrolarının denetimindeki DYP'nin, Necmettin Erbakan liderliğindeki RP ile koalisyon kurarak iktidar kontrolünün kaybolması sürecin sonuçlanması ile noktalanmıştır. Kürdistan'da savaşın en kontrolsüz yürütüldüğü Çiller döneminin sona ermesine bir tepkidir bu anlamda. Kürt savaşında askerin denetimindeki Çiller'in iktidarı sorunun farklı çözüm yollarını da düşünen Erbakan ile paylaşması askerin siyasete kendi deyimleriyle, ”balans ayarı” yapması ile sonuçlandı.

Erbakan'ın kısa başbakanlığı döneminde sorunun çözümü için PKK Lideri Abdullah Öcalan'a mektup yazarak çözüm arayışlarına yeni bir boyut katması, 12 Eylül'den sıyrılan Erbakan'ın siyasal yaşamının sonlanmasına mal oldu. Erbakan, bu mektupların bedelini sahtekarlıktan yargılanıp mahkum edilmesi ile ödedi.

28 Şubat'ın resmen ilanı 4 Şubat 1997 günüile yapıldı
Ankara Zırhlı Birlikler Tümeni’ne bağlı tankların Sincan'da sokağa çıkarılması . TSK, 30 Ocak gecesi Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen Kudüs Gecesi'ndeki bir tiyatro oyununun ve sonrasında ilçede bir kadın gazetecinin bir belediye çalışanı tarafından tokatlanmasını gerekçe göstererek sivil iktidarın üzerine tanklarla yürüdü. Asker sivil iradeye alenen meydan okudu.

Kaldı ki söz konusu kadın gazetecinin, görüş almak üzere etrafına topladığı kalabalığın içinde bazı kişilere hakarete varan sözler sarf ettiği de kameralara yansımıştı. Aldığı darbe sonucu yere yuvarlanan kadın gazetecinin maaşının olayın akşamı çalıştığı televizyon kanalınca yüzde yüz artırıldığı da daha sonra ortaya çıktı.
Tüm bu yaşananlara UBA'nın Kudüs gecesinde çektiği görüntüler kaynak oldu. Sincan Belediyesi'nin düzenlediği Kudüs gecesini onlarca ulusal binlerce yerel televizyon kanalı varken eti ne budu ne kıvamındaki UBA'nin tek başına görüntülemiş olması sadece bir tesadüfler açıklanabilir mı?

Aynı süreçte Alevi tandanslı Barış Partisi'nin kurucu genel başkanı olan, CHP kökenli müteahhit Ali Haydar Veziroğlu'nun sahibi olduğu UBA'nın tüm basını ve televizyonları "atlatarak" bu gazetecilik olayına imza atması dikkat çekicidir. Zira böylesine "büyük" bir gazetecilik olayına imza atan UBA, Veziroğlu tarafından hiç bir gerekçe gösterilmeden bu olaydan kısa süre sonra kapatıldı. Adeta kendisine biçilen misyonu tamamlayan UBA yayın hayatına bir daha dönmemek üzere son verdi.

O dönem UBA'nin genel müdürü olan Baki Özilhan daha sonra uzun yıllar CHP basın bürosunu idare etti. Yine o donem UBA'da yöneticilik yapan bazı isimlerin bugün CHP'de yönetici olarak görev yaptıkları da biliniyor.

Bütün bunlar bir araya geldiğinde 28 Şubat'ta tankların sokağa çıkmasına sebep olan gece ve o gecenin kamuoyuna yansıma biçimi dikkat çekicidir. Böylesine, ülkenin geleceğini belirleyecek bir gecede son derece vasat bir ajansın hem de tek başına haber izlemesi neresinden bakılsa son derece düşündürücü.

Gecenin ardından salonda bulunan dönemin İran büyükelçisinin de aralarında bulunduğu dört İranlı diplomatın persona non grata ilan edilmesi Kudüs Gecesi'nin nasıl bir uluslararası boyutu olduğunu da gözler önüne sermesi bakımından dikkate değerdir.

ANF NEWS AGENCY

28 Şubat Operasyonu Fethullah Gülen'e de Uzanacak mı?

Fetullah Gülen ve Cemaati, 12 Eylül Askeri Faşist Darbesi dahil bütün askeri darbeleri desteklemesi ve 28 Şubat sürecine de açıktan arka çıkması ile biliniyor. Refah Partisi iktidarının alaşağı edilerek Partinin bölünmesi ve ABD'nin Ilımlı İslam projesi temelinde, Erdoğan'ın CHP desteği ile hapisten kurtarılıp AKP'nin ortaya çıkarılmasında Fetullah Gülen Cemaati'nin doğrudan müdahalesi, 28 şubat sürecinin aktörlerinden biri olduğunu gösteriyor. Fetullah Gülen, 28 şubat sürecinden bu yana ABD'de yaşıyor.
AKP rejimi Perşembe günü 28 Şubat soruşturmaları kapsamında beş kentte 31 adrese operasyon düzenledi, dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir'in gözaltına alındı. Post modern darbe olarak nitelendirilen 28 Şubat sürecini Fethullah Gülen de ''Asker Anayasal yetkisini kullandı'' sözleri ile desteklemişti.

28 Şubat 1997’deki “post-modern darbe” ile ilgili 12 Nisan günü düzenlenen operasyonların ardından CNN Türk, Fetullah Gülen’in o dönemdeki konuşmalarını hatırlattı. AKP iktidarının ortağı olarak değerlendirilen ve başta polis ve yargı olmak üzere devlet kurumlarında ciddi bir örgütlenmesi olduğu iddia edilen Gülen Cemaati ile Erdoğan iktidarı arasında son dönemlerde açık bir çatışma gözleniyor.

“DARBECİLER İYİ NİYETLİDİR”

Fetullah Gülen, 28 Şubat müdahalesinden bir ay sonra 29 Mart 1997’de kendilerine bağlı Samanyolu TV’de yaptığı konuşmada silahlı kuvvetleri muhtıra vermekle eleştirenlere tepki göstermişti. "Asker demokratik yollarla sorunların çözümünü istedi" diyen Gülen şunları ifade etmişti:

"Darbe hiçbir zaman tam bir çözüm değildir. Dağlama en son çaredir. Darbeciler iyi niyetlidir ama her darbe birikim ve tecrübe sahiplerini heba etmiştir. Ülkemiz kriz içinde. Gücü temsil edenler krizi önlemelidir. Bu hükümeti değiştirin demek daha demokratik olur. Burada 'Askeriye muhtıra verdi' diye suçlanmak isteniyor. İsteselerdi, bu öyle bu böyle olacak diyebilirlerdi. Oturup onlarla meseleyi altı saat mülahaza etmezlerdi. Demokratik yollarla problemler çözülsün istediler."

“ASKERLER BAZI SİVİL KESİMLERDEN DAHA DEMOKRAT”

Gülen, 16 Nisan 1997'de Kanal D'den Yalçın Doğan'a verdiği röportajda ise askerlerin anayasanın kendilerine verdiği yetkiyi kullandığını şöyle ifade etmişti: "Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce, belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat."

“ASKER ÇOK MANTIKLI DAVRANIYOR”


Gülen, şunları ekliyor: "Herhalde onların temsil ettikleri kuvvet şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa bir gece hızlı bir baskınla gelirler hasımlarını bertaraf ederler onun yerine otururlar (…) Kuvvet ellerinde olduğu halde çok mantıki davranıyorlar. Çok muhakemeli davranıyorlar. Epey zamandan beri. His öne çıkmıyor burada ve kuvvet, güç gösterisi şeklinde öne çıkmıyor. Bana demokraside daha dengeli geliyorlar, o açıdan."
ANF NEWS AGENCY

‘Franco’nun Ruhu Geri Döndü’

Faşist Diktatör ve Katil Franco

Sağcı-Frankist Partia Popular(PP-Halk Partisi) lideri Mariano Rajoy
İspanya’nın sağcı hükümeti tartışmalı bir tasarı hazırladı. Tasarı; gösteri düzenlemeyi, sosyal medyadan örgütlenmeyi ve pasif direniş uygulamayı dahi suç sayıyor. İspanyolların tepkisi ise, ‘Franco’nun diktatörlüğü geri döndü’ şeklinde.

Ekonomik kriz nedeniyle sürekli olarak kesinti paketlerinin yürürlüğe girmesine isyan eden halk her gün İspanya sokaklarına dökülürken; ülkenin sağcı hükümeti, protestoları sona erdiremeyince, katı bir uygulamaya imza attı. Son zamanlarda çeşitli coğrafyalardaki direnişlerde sosyal medyanın da önemli rol oynaması, İspanya hükümetini ürkütmüşe benziyor.

İçişleri Bakanı Jorge Fernandez Diaz, ‘ceza yasasında reform paketi’ adıyla açıkladığı yeni düzenlemeyle, ‘kamu huzurunu ciddi şekilde bozzan protesto düzenleme ve bu protestolarda yer alma’ şeklinde yeni bir suç tanımı getiriliyor.

TASARI NELERİ YASAKLIYOR?

Söz konusu düzenlemede, "sosyal medyadan gösteri düzenlemek" ve "toplu taşımayı aksatmak" da, artık suç sayılıyor. ‘Güvenlik güçlerine karşı pasif direnişi’ dahi yasak kapsamına alan düzenlemede kapsamında, şiddet içeren gösterilere katılanlara da 2 ila 4 yıl arasında hapis cezası verilecek.

Parlamentoda düzenlemeyle ilgili bilgi veren İçişleri Bakanı Jorge Fernandez Diaz, şöyle dedi: "Sosyal medya gibi araçlarla kamu düzenini ciddi şekilde bozan ve şiddet içeren gösteriler düzenleme niyetinde olanlara da aynı ceza uygulanacak. Kitlesel eylemler ya da güvenlik güçlerine karşı pasif direnişle otoriteye karşı gelmek suç sayılacak."

Katı düzenlemeyi savunmak adına, protestocuları ‘şehir gerillası savaş taktikleri kullanan gruplar’ olarak tanımlayan Bakan Diaz, “Yeni düzenlemeler kendilerine sistem karşıtları diyen şehir gerillası savaş taktikleri kullanan grupların yaydığı şiddet sarmalını kırmak için” ifadelerini kullandı. Düzenlemenin yasalaşması için izlenmesi gereken tek yol; parlamentoda tartışılması ve oylanarak kabul edilmesi.

Neredeyse bütün demokratik eylemlerin ve hatta pasif direnişin bile suç sayılacağı tasarı, İspanyol halkının öfkesini artırdı. Sosyal medya sitelerinde tepkilerini yansıtan İspanyollar, yeni düzenleme için, 1939-1975 yılları arasında diktatörlüğüyle bilinen General Francisco Franco dönemine benzettiler. Bilindiği gibi Franco, grevi ve tüm toplu gösterileri yasaklamıştı.

İSPANYOLLARDAN 'BEN SUÇLUYUM' KAMPANYASI

İspanyol halkının ortak fikri; 'polisin protestoculara müdahale ettiği zaman olay çıktığı ve artık her gösterinin ‘şiddet eylemi’ kapsamına konulacağı, barışçıl protestocuların hapse atılabileceği' yönünde.

Twitter’da karara itirazlarını 'kendilerini ihbar ederek', yani, ‘#soycriminal’ (ben suçluyum) başlığı açarak yansıtan İspanyollar, “Franco diktatörlüğünde, şimdi kaybetmek için mi insan hakları adına savaştık”, “Güle güle demokrasi, sadece 30 yıl sürebildin”, “Pasif direniş suçsa Gandhi 2 ila 4 yıl hapis yatar” şeklinde yorumlar yapıyorlar.

ANF NEWS AGENCY

İşte 18 Maddelik 28 Şubat Kararları

28 şubat sürecinde Refah Partisi iktidarına karşı Sincan'da Tanklar yürütülmüştü. Bugünse AKP iktidarı tankları kendisine muhalif olanların üstüne sürme sürecini yönetiyor. Başta Kürt Özgürlük Hareketine karşı olmak üzere işçi ve emekçilerin, demokratik özgürlükler için sokaklara çıkan öğrenci, insan hakları savunucuları, işçi ve emekçi memurlar, sendikacılar, HES karşıtları, kadın hakları savunucularının mücadelelerini bastırmak için her türlü polis ve asker şiddeti AKP-Fetullah Gülen koalisyonu tarafından sınırsızca kullanılıyor. 28 şubatla hesaplaşma adına yürüttükleri soruşturma ve tutklamalar da demokrasi mücadelesi görüntüsü altında kendi iktidarlarnı sağlamlaştırma çabasından ibaret...
28 Şubat ‘post modern’ darbe yargılama süreci ‘demokrasiye balans ayarı yaptık’ diyen Çevik Bir dahil 28 emekli askerin gözaltına alınmasıyla başladı. Ankara Özel Yetkili Başsavcıvekili Hüseyin Görüşen, haklarında gözaltı kararı bulunan 3 kişinin yurtdışında oldukları için gözaltı sayısının 28 olduğunu söyledi.

Dönemin İkinci Genel Kurmay Başkanı Çevik Bir’le birlikte gözaltına alınanların Batı Çalışma Grubu’nda görev alan kişiler olduğu belirtliyor.

Ergenekon, Balyoz ve KCK davalarında başlatılan ve davaya dönüşen soruşturmalarda olduğu gibi 28 Şubat soruşturmasının genişleyeceği tahmin ediliyor. ‘Bin yıl sürecek’ denilen 28 Şubat günü dönemin MGK’sında 18 maddeden oluşan kararlar alındı. İşte o 18 maddelik 28 Şubat kararları

''-Laiklik hassasiyetle korunmalı.

-Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak Milli Eğitim Bakanlığı’na devri sağlanmalıdır.

-8 yıllık kesintisiz eğitim uygulamaya konulmalı.

- Atatürk ilke ve inkılaplarına sadık, aydın din adamları yetiştirmekle yükümlü, milli eğitim kuruluşlarımız, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır.

- Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler Diyanet tarafından koordine edilmeli.

- Tarikatların faaliyetlerine son verilmeli.

- İrticai faaliyetlerden YAŞ kararları ile TSK’yla ilişkileri kesilen personel konusu istismar edilerek TSK’yı dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bazı medya gruplarının yayınları kontrol altına alınmalıdır.

- İrticai faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya yasadışı örgütlerle irtibatları nedeniyle TSK’dan ilişkileri kesilen personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamı ile teşvik unsuruna imkan verilmemeli.

- TSK’ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları ve eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da uygulanmalıdır.

- (Bu maddenin tam metnini Türkiye’nin uluslararası ilişkilerini ilgilendirdiği gerekçesiyle yayınlanmadı.)

- Aşırı dinci kesimin Türkiye’de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca kamplara ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli faaliyetler yasal ve idari yollarla mutlaka önlenmelidir.

- T.C. Anayasası, Siyasi Partiler Yasası ve bilhassa Belediyeler Yasası’na aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında gerekli yasal işlemler sonuçlandırılmalı.

- Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmalı, Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden titizlikle uygulanmalıdır.

- Kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle değerlendirilmelidir.

- Kurban derilerinin denetimden uzak rejim aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mani olunmalı.

- Özel üniforma giydirilmiş korumalar ve buna neden olan sorumlular hakkında yasal işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı.

- Ülke sorunlarının çözümünü “Millet kavramı yerine ümmet kavramı” bazında ele alarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda yaklaşarak onları cesaretlendiren girişimler yasal ve idari yollardan önlenmelidir.

- Atatürk’e karşı yapılan saygısızlıklara fırsat verilmemelidir.''


ANF NEWS AGENCY

Polise Savcı ve Hakim Statüsü

Polis ile ilgili şikayetlerde izni artık Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu veriyor. Polis devletini kuran AKP hükümeti, böylece polisini savcı ve hakim statüsüne getirerek, tamamen dokunulmaz hale getirdi.

Dolmabahçe'de polis saldırısında bebeğini düşüren genç kadının İstanbul Emniyet Müdürü, Beyoğlu Emniyet Müdürü ile ilgili diğer polisler hakkında yaptığı şikayette "red" kararını Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu verdi. AKP hükümeti, böylece, polisi de savcı ve hakim statüsüne getirerek, dokunulmazlığını artırdı.

DİSK'e bağlı Öğrenci Gençlik Sendikası (Genç-Sen) tarafından Beşiktaş'ta 4 Aralık 2010 tarihinde yapılan eyleme polis, saldırdı, çok sayıda öğrenci yaralandı ve gözaltına alındı. Polis saldırısında E.Ö. adlı kadın öğrenci de bebeğini düşürdü.

Saldırının ardından avukatlar Gülizar Tuncer ve Zeliha Kabataş, İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürü Osman Yıldırım, Beyoğlu İlçe Emniyet Müdür Yardımcısı Gökhan Özsavaş ve saldırı emrini veren polis amirleri ve saldırıyı gerçekleştiren polisler hakkında Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu.

Saldırı ekibinde yer alan polisler ile ilgili soruşturma sürerken, Çapkın ve Yıldırım hakkında verilen karar, polislere "savcı ve hakim" statüsünün tanındığını ortaya çıkardı.

İki polis müdürü hakkında "şikayetin işleme konulmaması" kararı alındı. Ancak bu işlemde, kararın yanı sıra, kararı veren kurum, yeni bir hukuk skandalının öznesi oldu.

KARARI HSYK VERDİ

İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın ve Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürü Osman Yıldırım hakkında "şikayetin işleme konulmaması" kararını Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) 3. Dairesi verdi. Böylece polisler hakkındaki incelemeyi, HSYK yürüttü ve polise, savcı-hakim koruması sağlanmış oldu.

YASAL DAYANAK 2005 TCK DEĞİŞİKLİĞİ

HSYK bu yetkiyi, 2005 yılında Türk Ceza Kanunu'nda yapılan değişiklikten aldı. Cumhuriyet savcısının görev ve yetkilerini düzenleyen 161. maddenin 5. fıkrası şöyle: "Kanun tarafından kendilerine verilen veya kanun dairesinde kendilerinden istenen adliye ile ilgili görev veya işlerde kötüye kullanma veya ihmalleri görülen kamu görevlileri ile Cumhuriyet savcılarının sözlü veya yazılı istem ve emirlerini yapmakta kötüye kullanma veya ihmalleri görülen kolluk âmir ve memurları hakkında Cumhuriyet savcılarınca doğrudan doğruya soruşturma yapılır. Vali ve kaymakamlar hakkında 2.12.1999 tarihli ve 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun hükümleri , en üst dereceli kolluk amirleri hakkında ise, hâkimlerin görevlerinden dolayı tâbi oldukları yargılama usulü uygulanır."

'YASAL OLABİLİR AMA HUKUKİ DEĞİL'

Avukat Gülizar Tuncer, karara itiraz ederek, başvurularının yeniden incelenmesini istedi. Tuncer, polis müdürlerinin hakim statüsünde değerlendirilmesi bir yana hakimlere benzer yargılama usullerine tabi tutulmasının yasal olsa bile hukuka aykırı olduğunu belirtti.

Avukat Tuncer, itiraz dilekçesinde ayrıca şu görüşlere yer verdi:

"Geçmişten bu yana devletin her kademesindeki memurların ama özellikle de üst rütbeli asker ve polislerin korunduğu, yasal güvencelerle birlikte adeta dokunulmaz hale getirildikleri bir ülke gerçekliğinde kendileriyle ilgili yaptığımız suç duyurularının HSYK tarafından değerlendirilmesi ilgili emniyet müdürleri hakkında soruşturma veya dava açılmasını baştan zorlaştıran bir durumdur. Diğer bir konu, toplumsal olaylarda yalnızca müdahalede bulunan ve bu esnada suç işleyen memurlar değil, onlara bu hukuk dışı emirleri veren amir konumundaki emniyet müdürleri de sorumlu olduğu halde soruşturma ve yargılamaların yalnızca memurlarla sınırlı tutulması hukuka aykırıdır."
KARARA İTİRAZ DA AYNI KURULA YAPILIYOR

HSYK 3. Dairesi'nin Çapkın ve Yıldırım ile ilgili kararına hukuki itiraz yolu da bulunmuyor. Sadece, kararı veren kurula, "yeniden inceleme" başvurusu yapılabiliyor. Son kararı ise Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Genel Kurulu veriyor.

KARAR DİĞER SORUŞTURMAYI ETKİLEYEBİLİR

Söz konusu kararda HSYK'nın aceleci tutumu da dikkat çekiyor. Avukatların şikayetçi olduğu, Beyoğlu Emniyet Müdür Yardımcısı Gökhan Özsavaş ile saldırı emrini veren ve saldırıyı gerçekleştiren polisler hakkındaki soruşturma tamamlanmış değil. Genç kadının bebeğini düşürmesine neden olan işkence ile ilgili Adli Tıp Kurumu raporu da hazırlanmadı. HSYK'nın iki polis müdürü hakkındaki bu kararının, devam eden soruşturma sürecini de olumsuz yönde etkileyebileceği belirtiliyor.

ANF NEWS AGENCY

Yahudiler İçin İsrail Neyse, Kürtler İçin Kürdistan Odur!..

‘’Biz sosyalistler“ diye söze başlayan Kemalistler, bir kere daha sinir krizi geçirip, hakkımda „kendisi antisoldur, onu susturun“ yaleylesine hız vereceklerdir, biliyorum. AKP parlamento grup başkan vekili Ayşenur Bahçekapılı da dün, evlatlarını katile kaptıran, yas tutup, yürek acılı Roboskîli anneleri, „ırkçılık yapmayın“ diye azarlıyordu.

Dinci ve rakıcı Kemalistlere inat, Kürdistan sevdası bir gerçektir. Kürtler, ne idüğü belirsizler misali kendilerini üstün ırk olarak görmüyorlar. Kürtler, kimseden üstün olmadığı gibi herhangi bir halktan da aşağı değildir. Kürdistan’ın çocukları da, üstün bir ırkı ihyası gibi bir saçmalık için olmadığı gibi, Kürt-Türk kardeşliğini tesisi ya da Türk işçi sınıfını kurtarma adına dağa çıkmadılar. Kürtler, herhangi bir halka düşman da değildir. Ama Türk ideolojisiyle kardeşlik bir yana, köle muamelesi görmekten birlikte yaşama imkanı da kalmadığı için dağa çıktılar.

Geride kalanlar da, Kürdistan büyüsünün etrafında toplandılar. Meydanlar, sokaklardan sonra, dün Türk başkenti, rejimin parlamentosunda canlanan manzara, ete, kemiğe bürünerek bir, beraber olmuş Kürdistan ruhuydu. Evlatlarını katile kaptırmış Roboskîli anneler BDP grup salonuna girdiğinde Kürdistan seçilmişleri, bütün sınıf, kat ve katmanıyla tek yürekti. Öz, üvey, uzak, yakın yok Roboskî’de katledilen 34’lerin acısı, ortak hüznün göz yaşı ortak, yürekten fıskiyelenen ağıtlar bir, katile kahır aynıydı. Bir halkın yürek çarpıntısı ortak…

Aynı yürekler, Saddam rejiminin Halepçe’ye zehir serpmesi ve daha sonra zehirden kaçanlar için, kurtuluşa adanmışlıkla birleşmiş, bu uğurda toprağa düşen her evlatları için birleşerek ağıtlar mırıldanmıştı.

Onun için, sözüm Kürtleri anlamayanlaradır:

Kuzey Kürdistan’ın çocuklarının amacı, bir imkansız olan Kürt-Türk kardeşliğinin tesisi ve Türk işçi sınıfının ihyası değildir. Amaç, bütün olarak Kürdistan sevdasıdır. Bu nedenle yarı kurtarılmış Güney’in üstünde titremekte, Suriye parçasına yardım eli uzatmaktadırlar.

Türk ırkçılığının dünlerden gelme ideologu, şimdilerde „Arap Müslüman Biraderler“ peşine takılıp, bölgesel mezhep savaşlarını körükleyen rejime akıldanelik yapan Taha Akyol, dünkü yazısında „Kürtler Suriye’de Esad yönetimini destekliyorlar“ diyordu.
Bu bilinerek, tasarlanarak uydurulmuş bir yalandı. Kürtler, kimsenin „palesi“ değildir. Yalnızca kendi çıkarları, geleceklerinin adanmışlarıdır. Kimsenin destekçisi, TC dahil, nerede hangi rejimin iş başında olduğu umurlarında değildir.

Nitekim, Kürtlerin ruhunu kavramaya daha yakın kalemlerden Hasan Cemal, dünkü yazısında, bu yalanı ters yüz ediyor ve Kürt gerçeğini şöyle nakşediyordu:

„Türkiye’de yaşayanlar dahil, dünyadaki bütün Kürtler için, Irak Bölgesel Kürdistan yönetimi özeldir; yakından izlenen, üstünde titrenen bir devlet oluşumudur. Dünyadaki bütün Yahudilerin İsrail hakkında sahip oldukları duygu ve düşünce dünyasına benzer bir zihniyet dünyası, Irak Kürt yönetimi konusunda, Kürtler için de geçerlidir.“

Doğru bir tesbittir, bu. Ancak eksik…

Bütün Kürtler için, Kürdistan Güneyden ibaret değil, bir bütündür. Dünyadaki Yahudiler için İsrail neyse, tüm Kürtler için Kürdistan’ın bütün olarak kurtuluşu da aynı büyülü amaçtır. Verilen mücadele, buna adanmıştır.

Kürtler, Arap mezhepçiliğinin bayraktarlığını yapan AKP rejiminin Suriye’yi işgali halinde, Kürt soykırımı ile işe başlayacağını bilmektedirler. Onların desteğindeki Müslüman Biraderlerin, aynı zihniyet olduğunu da biliyorlar.

Onun için, peşine takılmadan öz savunma tedbirlerini almaktadırlar.

GÜLE GÜLE ÇERKEZ KIZI… 
 
Çerkez kızı Meral Okay, benim de arkadaşım, Yaşar Kemal’in „Ağrı Dağı Efsanesi“nin sinema versiyonunda, „Zindancı Memo“yu canlandırmadan, Kürt tipi üzerinde uzun uzun konuştuğumuz arkadaşım Yaman Okay’ın sevgilisi, eşiydi.

Kanuni Süleyman’ı anlattığı „Muhteşem Yüzyıl“ film dizisinde, Kürdistan ismini zikredecek kadar namusluydu Çerkez kızı, Meral.

Hızlı bir insanlık koşucusuydu, o. Yaman’dan sonra, tek yalnızlığıyla başarıdan başarıya koştu. Ama kirli düzende ak-pak durarak, insanlık özüne bağlı kalarak…

Türk ırkçısı dinciler, ardından „O kadın öldü“ diye sevindiler. Bu, onun vahşilere karşı savaşında aldığı son insanlık ödülü oldu.

ROJBAŞ RAGIP
 
TC’nin seçilmişler tarihinde de, cezaevleri bu kadar Kürt siyasetçi, dostları düşünce ve kalem adamlarıyla doldurulmadı. Sivil darbe despotizmi şerefse eğer, bu şeref AKP rejimine nasip oldu.

Güçleri yetse, Kürdistan’ı kapalı bir zindana çevirecekler. Ama imkansızı başaramıyorlar.

Her dönemin „sanığı“ Ragıp Zarakolu da, Kürt esirler arasında bir esirdi.

Ve, dehlizden çıkıp, açık hava zindanına „hoş geldin“ Ragıp.
Kocamanıyla „roşbaş!…“

AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com

‘Şimdi de Yeşil Kemalistler Aynı İşi Yapıyor’

“Türkiye’de AKP ve Tayyip Erdoğan belki de daha doğru bir deyişle AKP devleti, Kürt meselesi, Ermeni meselesi, demokrasi meselesi, öğrenciler ve özgürlükler konusunda çok eleştirdiğimiz baskıcı Kemalistlerden çok farklı olmadığını uygulamalarıyla yavaş yavaş gösteriyor. Sonuç olarak eskiden haki rengindeki Kemalistler vardı; şimdi de yeşil Kemalistler aynı işi yapmaya başladı.”

Medya-iktidar ilişkileri ve medya etiği konularında yaptığı eleştirileriyle tanınan, “Apoletli Medya” kitabının yazarı Ragıp Duran, “eskiden haki rengindeki Kemalistler vardı; şimdi de yeşil Kemalistler aynı işi yapmaya başladı” diyor.

“Barış ve Medya” konulu bir dizi panele katılmak üzere İngiltere’nin başkenti Londra’ya gelen gazeteci, yazar ve öğretim görevlisi Ragıp Duran gazetemizin sorularını yanıtladı.

Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğü, basın ve haber yapma özgürlüğü ciddi saldırılar altında. Bilhassa alternatif basın bundan nasibini almakta. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP Hükümeti özellikle son seçimlerden sonra - ki yüzde 50 gibi büyük başarı kazandı – önemli bir destek aldı. Bütün iktidarlar gibi biraz gözü kapalı ve özel olarak da demokrat ve özgürlükçü bir yanı olmadığı için bu kadar büyük bir seçim zaferi kazanması ve halkın, seçmenlerin en az yarısının desteğini kazanması sonucunda hukuk, etik, güç dengeleri, azınlık hakları gibi demokrasi için son derece tayin edici olan şeyleri görmezden gelerek son derece otoriter bir politika izlemeye başladı. Bütün otoriter politikalar gibi kendisine yönelik eleştirileri bastırmak istedi. Türkiye’de siyasi iktidara karşı eleştirilerin yapılabileceği iki yer var. Biri parlamento, diğeri de medya. Parlamentonun kurallarında muhalefetin sesini kısmak - ki konuşma sürelerini azaltmak gibi girişimleri de oldu - orda denediler olmadı. Medyaya yönelik basın ve düşünce özgürlüğüne yönelik özellikle son dönemde gerek kanunları değiştirerek, gerekse de polis ve savcı marifetiyle - ki burda Gülen Cemaati’nin de çok önemli bir etkisi var - gazete kapatarak en son Özgür Gündem’in başına gelen, gazetecileri haksız yere somut bir suç delili olmadan, hatta kuşku bile olmadan Ahmet Şık ve Nedim Şener olaylarında olduğu gibi veyahut da özellikle Kürt meslektaşlarımızı KCK adı altında tutuklayarak, kendisine yönelik muhalefetin medya aracılığıyla yayılmasının engellemeye çalışıyorlar. Tabi bu belirli ölçüde başarılı olabiliyor. Ama bugünkü iletişim teknolojisi ve özel olarak interneti kastediyorum. Bugün özellikle Kürt cenahındaki siyasi bilinç düzeyi bunları belirli ölçüde etkisiz kılıyor. Ama yine de Türkiye’de AKP ve Tayyip Erdoğan belki de daha doğru bir deyişle AKP devleti, Kürt meselesi, Ermeni meselesi, demokrasi meselesi, öğrenciler ve özgürlükler konusunda çok eleştirdiğimiz baskıcı Kemalistlerden çok farklı olmadığını uygulamalarıyla yavaş yavaş gösteriyor. Sonuç olarak eskiden haki rengindeki Kemalistler vardı; şimdi de yeşil Kemalistler aynı işi yapmaya başladı.

Peki dışarıdaki basın emekçileri, yazar ve aydınların bu gelişmelere yönelik çalışmaları var mı? Sizce yeterli düzeyde mi? Örgütlü bir duruş sözkonusu mu?

Dünyada cezaevinde en yüksek rakamda gazeteci bulunan ülke Türkiye. Şuanda egemen medya dediğimiz medyada çalışan insanlar arasında isim saymak gerekirse Nuray Mert, Ece Temelkuran, Ruşen Çakır gibi arkadaşlarımız da zaten ya köşelerini ya da programlarını kaybettiler. Onları da belirli ölçüde susturmayı başardılar. Onun dışında tek tek baktığımız zaman somut bir örnek olarak Özgür Gündem gazetesi kapatıldı. Bir gazetenin kapatılmasını hiçbir gazeteci kabul edemez, ne gerekçeyle olursa olsun baktığımız zaman bu gazete kapatmaya karşı gerçi eskiye oranla işte Taraf, Cumhuriyet ve her zaman olduğu gibi Birgün ve Evrensel gibi gazetelerin dışında pek karşı çıkan olmadı. Hasan Cemal bunu sert bir dille eleştirdi. Radikal’den bir iki köşe yazarı arkadaşımız eleştirdi. Sonuç olarak dışarıdaki gazeteciler - herkes için söylemiyorum ama - biraz da niye dışarıda oldukları belli oluyor bu davranışlarıyla. O bakımdan Türk basını genel itibariyle bu sınavdan pek iyi not alarak geçmedi, kaldı.

Az önce bahsettiniz Özgür Gündem bir ay kapatılma cezası aldı, yine Roj TV davası vardı gündemde. Kürt basın emekçileri de KCK operasyonları adı altında cezaevlerine alınıyor. Kürt muhalif basınına yönelik bu kadar yoğun saldırının sebebi nedir?

Türkiye’deki siyasi manzaraya baktığımız zaman çok çeşitli alanlarda ve çok çeşitli yöntemlerle AKP devletine karşı en ciddi, en kitlesel, en etkileyici ve sonuç alıcı muhalefeti Kürtler yönetiyor; Kürtler gerçekleştiriyor. Bu, BDP yoluyla olsun, PKK yoluyla olsun, medya yoluyla olsun, yurtdışı diplomasisi yoluyla olsun. Büyük bir ihtimalle bugün AKP’nin önde gelen yöneticisi gece yattığı zaman “Bu Kürtler beni çok fena yapacak” diye düşünüyordur. Çünkü hakikaten Kürt muhalefeti yaygın. Bunu son Newroz kutlamalarında da çok ciddi bir şekilde gördük. Mecliste az sayıda temsilci olmasına rağmen ve büyük güçlükler olmasına rağmen bence giderek BDP daha iyi bir muhalefet partisi olma yolunda. 

Roj TV biraz farklı bir durum. Tabi ki Türk devleti çok uğraştı Roj TV’yi kapatmak için. Her ne kadar mahkeme kapatmadıysa da, yayıncı kuruluş kapatmak zorunda kaldı; ama bütün bunlar geçersiz ve yararsız şeylerdir. Çünkü bakıyorsunuz Roj TV kapatılıyor; en fazla bir hafta geçtikten sonra gerek Sterk, gerekse de Nûçe adı altında aynı görüşü yani Kürt Özgürlük Hareketini, Kürt haklarını savunan televizyon kanalları devreye giriyor ve Özgür Gündem’in kapatılmasının ertesi günü zaten Günlük gazetesi çıktı. Dolayısıyla bugünkü teknolojide kimsenin zorla ağzını kapatmak mümkün değil. Zaten siz bir gazeteye karşı olabilirsiniz; bir televizyona da karşı olabilirsiniz ama bunun yolu yöntemi kapatmak değildir. Çünkü bunlar siyasi meselelerdir. Gazete ve televizyon, polis, savcı, diplomasi yoluyla bastırılarak kapatılırsa yeniden açılır. Ama o gazete, televizyon ya da radyoya değil, asıl onun savunduğu fikirlere karşısınız. Onların yaygınlaşmasını engellemek istiyorsunuz. Böyle bir hakkınız da olabilir ama bunu gazete kaparatak değil, fikir ile o görüşlere karşıysanız, o görüşlerin yanlış olduğunu; Kürtlerin olmadığını, Kürtlerin haklarının olmadığını, anlatmaya çalışın, insanları ikna edebilirseniz başarılı olursunuz.

Türkiye’de basına yönelik olumsuz gelişmelere rağmen, Türkiye’deki basının diline bakıldığında ötekileştiren, savaş çığırtkanlığı yapan, milliyetçi ve yer yer ırkçı söylemler barındıran bir dile sahip. Barış dili nasıl tutturulur? Alternatif basına bu noktada nasıl bir rol düşüyor?

Bu çok önemli bir alan. Öncelikle tersinden bir örnek ile başlayalım. Geçtiğimiz günlerde İçişleri Bakanı İ.N. Şahin, “Yetmişbeş bin haini – herhangi bir şeye gerek yok – tükürükle boğarız” gibi bir açıklama yaptı. BDP de zaten bir gensoru önergesi vermiş bu konuda. Bu, dünyanın herhangi bir yerinde o bakanın heran görevden alınması ve istifa etmesi için yeterli bir gerekçedir. İçişleri Bakanı, bütün vatandaşların güvenliğini, can güvenliği sağlamakla yükümlü bir bakanlıktır. Böyle bir bakanlık, kalkıp Yetmişbeş bin vatandaşı öldürmekten, tükürükle boğmaktan bahsediyorsa, bu çok vahim bir durumdur. Burada, neresinden tutsanız sallanan bir açıklama var. Belli ki o yetmişbeş bin kişi değil, en az 750 bin kişi Diyarbakır’da Newroz’da toplanan. Onlar hain değil; onlar sadece aynı devletin Kürt vatandaşları...

Burada nefret suçu, şiddet suçu işleniyor

Onlara karşıysanız, böyle silah, bilmem tükürük gibi laflarla değil, görüşlerine karşı çıkın. Tabi görüşlerine karşı çıkacak siyasi düzey, bilinç, bilgi olmadığı için şiddete başvuruyor. Çok vahim bir şey; burada nefret suçu işleniyor; burada şiddet suçu işleniyor. Bu, İçişleri Bakanı’nın medyaya nasıl yansıdığına baktım ben. Çok vahim. Bakan’ın söyledikleri olduğu gibi, neredeyse hiçbir filtreden geçirilmeden, en fazla sert açıklama falan gibi verilmiş. Oysa ki ben uzun yıllar iletişim fakültelerinde gazetecilik, habercilik dersi verdim. Bunu herkes bilir; ders vermeye de lüzum yok. Bu konuda iki tutum vardır. Şimdi, böyle bir açıklamayı siz olduğu gibi verirseniz, bu açıklamanın suç ortağı olursunuz çünkü burada nefret suçu ve şiddete övgü suçu işliyor İçişleri Bakanı. Onun için gazetecilik açısından, bir yöntem bunu görmezden gelmektir çünkü bunun bir haber değeri yoktur; aksine bu bir suçtur. Dolayısıyla siz gazeteci iseniz, gazete sorumlusu ya da televizyon sorumlusu iseniz vermezsiniz bu haberi. Görmezsiniz, böyle bir şey olmadı muamelesi yaparsınız; böylelikle bu suçun yaygınlaşmasını, toplum içerisinde kutuplaşmayı, gerginliği engelmiş olursunuz. Bu bir yöntemdir.

İkinci bir yöntem vardır. Bunu diğer bütün haberlerde olduğu gibi kınayarak, eleştirerek verirsiniz. Başlığından itibaren, “İçişleri Bakanı gemi azıya aldı, İçişleri Bakanı azıttı. İçişleri Bakanı şiddeti savundu” filan gibi başlıklarla yapılabilir bu. Haberin içeriğinde de İçişleri Bakanı’nın bu yaptığının kanunun hangi maddelerine, hangi etiğe aykırı olduğu ayrıntılı bir şekilde yapılır. Bu yöntemlerin her ikisi de Türk basınında yapılmadı. O bakımdan bizim işimiz biraz zor. Bu sadece bugünün meselesi değil; bir ihtimal 1925’ten bu yana, Cumhuriyet’ten bu yana Türk muhayyilesinde bir Kürt imajı var. Bu imaj dönem dönem şaki, terörist, pis, cahil gibi şeylerle somutlaşıyor ve bunda medyanın da çok rolü var. Bugün işte ‘bizim askerlerimizi vuran katiller, hainler’ gibi bir imaji yaymaya çalışıyor egemen medya. Bunun düzelmesi için dil önemli bir şey.

Bugün sadece medyanın değil, günlük konuşmalarda, kahvede, aile içinde işte, okulda da Türklerin Kürtlerden bahsederken “Bu ülkenin eşit vatandaşları ama farklı bir milliyetten, farklı bir etnik gruptan, ayrılan yanlardan çok ortak yanları vurgulayan, şiddeti değil barışı içeren –evet bugün maalesef bir silahlı çatışma var Türk silahlı kuvvetleri ile Kürt silahlı militanları ve örgütü arasında - bunun nedenleri üzerinde durmak, Kürtlerin hangi hakları için mücadele ettiklerini açıklamak, bizim barış gazeteciliği dediğimiz çok farklı yollar ve yöntemler var. Bu konuda da maalesef Türk egemen medyası çok geri. Çok az sayıda bu iş yapılıyor çünkü şiddet olan bir yerde gerçekten barışı konuşmak, barışı kurmak zordur. Zor olmasına rağmen sabır ister, uzun vade ister. Biz yine de farklılıklar arzetse de sorunları, dünyadaki benzer diğer sorunlarla – İspanya’da ETA, İngiltere’de IRA, Latin Amerika’da benzeri, inişli çıkışlı bir şekilde, müzakere yoluyla, barış yoluyla, siyasi yolla çözüldüğünü gördük. Türkiye’de de eninde sonunda bu olacak. Sevindirici bir şekilde, tesadüfen ya da kötü niyetli bir şekilde aslında Türkiye Cumhuriyeti devletinin en üst düzeydeki yetkilileri ile PKK yöneticilerinin gizli görüşmeler yaptığını hatta beş – altı kere görüşmelerin yapıldığını öğrendik. Bu iyi bir gelişmeydi. Bunlar şimdi durdu ama mecburen yeniden başlayacak. Bu başlangıç sırasında da medyanın, her birimizin tek tek, sadece Türk medyasının değil Kürt medyasının da düşmanlık yaymayacak, kimsenin onurunu kırmayacak, kimliği ile alay etmeyecek bir şekilde, aksine, evet, anlaşmazlık var ama bu anlaşmazlığı bizler birbirimize hakaret ederek değil, daha pozitif yöntemlerle çözebileceğimizi gösterebiliriz. Daha uzun vadeli bir çalışma gerektiriyor.

Basına yönelik bu tutuklama ve saldırılar uluslararası kamuoyuna nasıl taşınabilir? Bu konuda çalışmalar var mı?

Aslında belirli ölçüde taşınıyor. Örneğin; geçtiğimiz günlerde Ahmet Şık gidip Avrupa Parlamentosu’nda önemli gruplardan biri olan 100 – 150 kişilik Liberal Grup Avrupa milletvekilleri önünde bu çok ayrıntılı bir şekilde dile getirdi. Dünyada Sınır Tanımayan Gazeteciler, Gazetecileri Koruma Örgütü gibi uluslararası basın meslek kuruluşlarının Türkiye’de de temsilcileri var; onlar düzenli olarak rapor ediyorlar gelişmeleri. Aslında demokrasiye düşkün, Türkiye ile ilgilenen insanlar ayrıntıları biliyorlar. Yavaş yavaş uluslararası medyada da bu gündeme geliyor. Örnegin İngiliz Financial Times gazetesinde bu gelişmeler “Erdogan’s Turkey: A rule more ruthless / Erdoğan’ın Türkiyesi: Daha Gaddar Bir Rejim” gibi bir başlıkla bir yazı çıktı. Önümüzdeki dönemde böyle yazılar artacak çünkü kimse 100den fazla gazetecinin içeride olmasını, KCK adı altında beş bin – yedi bin Kürt siyasetçisinin içeride tutulmasına, sırf YÖK’ü eleştirdiği için altı yüzden fazla öğrencinin içeride olmasını kabul etmez; istemiyor da. Uluslararasındaki protestolar şimdilik zayıf, yeteri kadar güçlü değil ama önümüzdeki dönemde belli ki Türkiye’ye bağlı olarak ses daha fazla çıkacak.

Son olarak belirtmek istediğiniz bir şey var mı?

Türkiye’de AKP devletinin bu kadar gemiyi azıya almasının, azmasının en önemli sebeplerinden biri de güçlü ve iyi örgütlü Kürtleri de, solcuları da ve demokratları da içeren bir muhalefet cephesinin olmaması veyahut çok zayıf olmasından kaynaklanıyor. Böyle güçlü bir muhalefet cephesi olsa, AKP bu hukuk dışı, gayrı yasal, gayrı meşru baskıları büyük ihtimalle bu kadar rahat, bu kadar fütursuz bir şekilde yapamazdı.

Özgür Politika

Türkiye Suriye'ye Gidecekmiş!

Türkiye Suriye'ye gidecekmiş. Gitsin, üç defa da ben gitmiştim. Bir defasında, Halep Şam arasındaki kaçak otobüs yolculuğunda, bütün otobüs yolcularının parmak ve dudak izlerinin kaldığı bardaktan kana kana su içmiştim. Muavin, tek bardakla herkese su dağıtıyor, teypten hepimizi yerinde oynatan bir Arap şarkısı yükseliyordu.

Aşırı kullanılmaktan çaputa dönmüş sahte kimlikteki doğum yerimi; anne ve babamın ismini öğrenmeye çalışıyordum ki, ilk durakta Suriye İstihbaratı Muhaberat'ın elamanları içeri doluşmuştu. Neyse ki, Kamışlolu Kürt arkadaşım sağır ve dilsiz olduğumu söyleyerek, atılanların en azından bir iki yıl unutulduğu Suriye hapishanelerinin kapısından koparıp almıştı beni.

Vatandaşı olan 20 milyon Kürdün sadece dilini ve kültürünü değil, yedi ced geçmişini yasaklayan; 20 milyon Aleviye tek din görevlesi münasip görmediği gibi onlara sık sık cellatlık yapan Türk devleti Suriye'ye girecek ve üstelik oraya demokrasi götürecekmiş!

Vallahi çok güldüm. 12 Eylül'de üç aylık polis sorgusunda iken cezaevini özlerdik. Ah bir cezaevine ulaşsak, yatağımız olsa, ne bileyim üç öğün dayaksız yemek yiyebilsek... Bu özlemle geldiğimiz askeri cezaevlerinin kapısındaki sevincimiz, elbiselerine sığmayan iri gövdeli eli kalaslı komandoların "Allah Allah Allah" diye saldırmaya başlamasıyla kursağımızda kalmıştı. O yıllardan aldığım çok isbetli bir kalas darbesinin kafatasımı boydan boya çatlattığını, sonra hiç haberim olmadan kendiliğinden kaynadığını İsviçre'de çektirdiğim kafa filminden öğrenmiştim.

Ama olsun, Türkiye "Allah Allah" diye Müslümanlara saldıracak komanadolarıyla Suriye'ye girecekmiş. Osmanlı İmparatorluğu da Alman gazıyla, bayrak çektiği iki Alman gemisiyle Rusya kıyılarını bombalamış, dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda 4 milyon kilometre kare toprak kaybederek geriye sadece Kürdistan üzerine abanmış şimdiki ırkçı Türkiye Cumhuriyeti'ni bırakmıştı.

Vatandaşına devletlik değil cellatlık yapan, milliyetçi Türk muhafazakarlığına ve Kemalist diktatörlere de cennet gibi bir ortam sunan Türk ırk devletinin demek kanı kaynıyor ki, Suriye'ye girecek. Vallahi girsin.

Kürdistan'ı dört parçaya bölmüş dörtlü sömürgeciliğin içine düştüğü halleri görüyorsunuz. Paslı zincir kırılmalarını herhalde duyuyorsunuz. Doğu cephemizde rejimiyle birlikte sınırlarının parçalanmasının hesapları yapılan İran var... Güney cephemiz üç parçalı Irak... Güney Batı'da toz duman edileceği günü belirlenmiş Suriye... Kuzeyde, 20 milyon Kürde Kürtçe bir ana okulu dahi açtırmayan Türk ırk cumhuriyeti...

Türk ırk cumhuriyeti, kandırmaklık çeyrek demokrasisiyle Suriye ve İran'a abanmakla bu ülkelerdeki geleceğin Kürt statüsünü engelleyip, kendi Kürt sorunun üzerine kapanarak 21. yüzyılın Kürt fırtınasından kurtulacağını sanıyor.

Ne muhteşem yazgı! Kürdistan'ı kardeş payı yapanların şimdi birbirlerinin rejimleri ve sınırlarıyla oynamanın resitalini izliyoruz.

Ben de Suriye'ye girmiştim. Hevallerin elime tutuşturduğu Suriye kimliğindeki doğum yerini ve anne ile babanın ismini ezberleyemeden kendimi zor bela Türk ırk cumhuriyetinin halkıma çizdiği mayınlı arazinin bu tarafına atmıştım...

Ama bu kez Türk basını daha temkinli... Allah Allah deyüp, sınıra koşan yok gibi. Çünkü biliyorlar ki, bu iş Güney Kore'ye asker yolculamaya benzemiyor. Suriye'ye gireseler, Kürdistan üzerine oturtulmuş sömürgeci tahtın ikinci ayağı da kırılacak ve altından çıkamayacaklar. Suriye'ye gitmeseler nur topu gibi ikinci bir Kürdistan kurulacak ve sıra Kürdistan'ın ana gövdesi Kuzey Kürdistan'a daha çabuk gelecek..
.
Şair, celladı yatağından uyandırıp şöyle demişti:

Cellat uyandı yatağında bir gece
"Tanrım" dedi "Bu ne zor bilmece:
Öldükçe çoğalıyor adamlar
Ben tükenmekteyim öldürdükçe..."

bildiricihasan@hotmail.com

Obama Süs Köpeği Davutoğlu'nu Çağırıyor, Erdoğan ise Hazırol da...


Yalakalığın ve maşalığın böylesi sanırız pek azdır tarihte...Kendilerini Model Ülke, Cihan Devleti, En Gelişmiş Müslüman Ülke, Büyüyen Türkiye v.s palavralarıyla ifade edip; gözboyama, kelime oyunculuğu, laf cambazlığı, ayak oyunları, komploculuk ve tiyatro rol kesme ustalığında ne kadar fetbaz olduğunu kanıtlayan AKP, ne menem bir emperyalist uşak olduğunu açık seçik beyan etmekte de sakınca görmüyor.

Seul Nükleer 2012 zirvesi'nde, Obama, Erdoğan ve Davutoğlu arasında geçen bu sahneler, Amerikan Başkanının gözünde AKP, Erdoğan ve Davutoğlu'nun neden desteklendiklerinin, ne işe yaradığının ve ne için iktidara getirildiklerinin de anlatımı aslında.

Bu görüşmelerden sonra ABD'nin mesajını taşımak için İran'a gönderilen Erdoğan'ı bir gün bekleterek görüşmek istemeyen Ahmedinejad'ın tutumu da aslında netti. Görüşme buz gibi bir havada geçti ve İran, Erdoğan'a resmen rest çekti. Zaten açıklama da gecikmedi İran tarafından ; ''Türkiye Emperyalizmin Taşeronu oldu ''.

ABD Emperyalizminin çıkarları ve Suriye Kürdistanı'nın Özerklik talebi gerçeğe dönüşmesin diye Suriye 'ye savaş açmakta en önde yarışan AKP-Fetullah Faşizmi'nin zihniyeti ve ruh hali, yaratacağı sonuçlar itibarıyle tüm Ortadoğu'yu içinden çıkılması zor bir savaşa götürme tehlikesi taşıyor...