BAKİ GÜL
Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresinde yer alanlar, Erdoğan’ın
anketlere bayıldığını söylerler. Erdoğan ekibine her durumda anket
yaptırır. Kendi oy oranını ve memleketin gidişatını bu anketlerin
sonuçları üzerinden anlamaya çalışır. Yani siyaseti pozitifist
sosyolojinin matematik hesabı ile götürmeye çalışır. Anketlerin
siyasetin genel gidişatı için bazı veriler sunması normal ama Türkiye ve
Ortadoğu gibi bir coğrafyada siyaset yapmak ve bu siyaseti sürdürmek
pek de kolay değildir.
Sadece anketlerin değil liberal
demokrasilerde alınan oy oranlarının yüzdelik ölçüleri de bir siyasetin
kendisini sürdürmesine yetmeyebilir. Bu gerçeği de mevcut durumda
AKP’nin Türkiye’yi yönetememe pratiğinden de rahatlıkla görebiliyoruz.
Yani aldığınız oy oranı size oy vermeyenleri yönetmeye yetmeyebilir.
Aldığınız oy oranı yüzde 50’lilere varsa bile. Eğer size oy vermeyenleri
de yönetmek istiyorsanız onların temel sorunlarına ve taleplerini
asgari olarak karşılamak durumundasınız. Hem de onların varlık
gerekçesine, değer ve inançlarına hakaret etmeden... AKP’nin bu gerçeği
çok iyi görmesi ve Tayyip Erdoğan’ın da anlaması gerekmektedir.
Bunun
içerdeki somut örneği Diyarbakır ve Kürt bölgesi gerçeğidir. Halkın
demokratik tepkisi karşısında 14 Temmuz’da topunu, panzerini, on bini
aşkın polisi ile bir kentin güvenliğini sağlamaya çalışması bir siyasal
iktidar ve devlet açısından tam bir fiyaskodur. Bu fiyaskonun sonucu
siyasette büyük bir maliyete yol açar.
Keza Erdoğan’ın sonuçlara
güvendiği anketlerde de AKP’nin oy kaybettiğini buraya not etmek
durumundayız. Son yapılan kamuoyu yoklamalarında AKP’nin yüzde 40’ların
altına girebileceği ortaya çıkıyor. AKP’nin hem içerdeki politikası hem
de dış politikasında izlediği yöntemler, oluşturduğu argümanlar ve
vardığı nokta tamamen bir çıkmazdır.
Yani AKP’nin gidişatı gidişat
değil. İçeride Kürt sorununu çözemediği ve bütün dış politikasını da bu
eksen üzerinden tayin eden AKP şu an tam bir çıkmaz içindedir. AKP’li
ilk Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’ın “artık Suriye’de oyun kurucu
değiliz” açıklamasının da bu manada önemli bir saptama olduğunu görmek
durumundayız. Yaşar Yakış, sözlerinin devamında Suriye’de kaybedersek
Ortadoğu’da kaybederiz” olarak da ifade ediyor. Yakış, Ortadoğu’nun
gerçekliğini Ahmet Davutoğlu’ndan daha iyi biliyor. Daha gerçekçi
yaklaşıyor.
Gerçekten de AKP iktidarının, Suriye başta olmak üzere
bölgede bir etkisi yok. Erdoğan, giderek azalan itibarını kurtarma
telaşında hareket ediyor. En son Suriye tarafından düşürülen Türk savaş
uçağının sonuçları bile bunu başlı başına göstermeye yetiyor. Türk
devleti bu konuda hala ne kendi kamuoyunu ne de dünya kamuoyunu tatmin
edecek bir açıklama yapamamıştır. AKP, bölgede ve Suriye’de “oyun
kuruculuk”tan üçüncü sınıf bir figürana dönüşmüş durumdadır. Türk savaş
uçağı Suriye’deki Rus füze rampalarını ve radar sistemini görüntülemek
için Suriye hava sahasına giriş yaptı. Ancak Suriye’deki hava savunma
bataryaları Türk savaş uçağını düşürdü. Türkiye bu durum karşısında bir
açmaza girdi.
AKP şu anda Suriye’de büyük oranda kaybetti. Ne Esad
üzerinde ne de Suriye muhalefeti üzerinde Türkiye’nin bir etkisi yoktur.
Türkiye gidişata yamanma tutumundadır. Türkiye Irak’ta da çok kötü bir
durumdadır. Irak, Türkiye’ye hava sahasını kapatacak kadar radikal bir
tutuma girmiştir. İran, Türkiye’yi kendi oyun sahasına girmemesi
konusunda uyarıyor. Türkiye İran’a karşı oyunlar içine girerse
verebileceği yanıtların ağır olacağını söylüyor. Ekonomik kriz içinde
olan Yunanistan bile bu durumda Türkiye’ye kafa tutup Ege denizindeki
karasularının daha fazla genişletmek istediğini açıklıyor. Kıbrıs ise AB
dönem başkanı olup Türkiye’nin kulağını çekebileceğini ifade ediyor.
İsrail’e
“One Minut” çıkışı ile gaza gelip palazlanan Tayyip Erdoğan ve ekibi şu
an bölgede siyasi nal toplayarak ilerliyor. Bu duruma gelmesinin nedeni
ise Kürt sorununda izlediği politikalardır. AKP’nin izlediği
politikalar tam bir iflas sonucu doğururken Erdoğan’ı ve ekibini de
kendisine “Firavun” diyenlerin kapısına kadar götürüyor. Sonuç olarak
içerde Kürtlerin direnişi karşısında yenilen AKP iktidarı dışarıda da
büyük bir kaosun içinde hızla irtifa kaybediyor.
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Ramazan’da ateşkes
çağrılarına yanıt verdi. “AKP hükümeti bugün bunun zeminini
bırakmamıştır” diyen Karayılan, AKP’nin teşvikiyle geniş bir çevrenin
ateşkes çağrısı hazırlığında olduğuna dikkat çekti. Karayılan, “Vicdanlı
olalım, empati kuralım ve adil yaklaşalım. Eğer savaşın durmasını
istiyorsanız Erdoğan’a gidin, top ondadır” diye ekledi.
ANF’ye
konuşan KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, ateşkes çağrıları
ve Diyarbakır’da yasaklanan mitinge ilişkin önemli açıklamalarda
bulundu. Karayılan, Diyarbakır’da uygulanan polis şiddetini “faşizm”
olarak tanımlarken, “siyasal zemin oluşabilir mi” yönündeki bazı
çevrelerin “son umut kırıntılarının da 14 Temmuz’da katledildiğini”
kaydetti. Karayılan, ateşkes zemininin AKP rejimi tarafından ortadan
kaldırıldığını belirterek, AKP döneminde 5 kez ateşkes ilan ettiklerini
hatırlattı.
14 TEMMUZ DİRENİŞÇİLERİNE ÇOK ŞEY BORÇLUYUZ
*
14 Temmuz günü Diyarbakır’da BDP ve DTK öncülüğünde “Özgürlük için
Demokratik Direniş” sloganıyla yapılmak istendi ancak yasaklandı. O gün
yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle 14 Temmuz
Büyük Ölüm Orucu Eylemi Direnişçilerini bir kez daha anıyorum. Onların
en zor koşullarda Amed Zindan’ında sergiledikleri yüksek irade,
kararlılık, zulme karşı insanlığın sesi olma direnişi oldu. Bu direniş,
hareketimiz için önemli ve güçlü bir mücadele zeminini yaratmıştır. Biz
onlara çok şey borçluyuz. Onlar, 14 Temmuz Ölüm Orucu direnişiyle
insanın en zor koşullarda bile iradesine dayanarak nasıl zorbalığı
yenebileceğini göstermişlerdir. Gerek Mazlum Doğanların, gerek Ferhat
Kurtayların, gerekse de Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali
Çiçeklerin sergilediği direnişin zafer ruhunun anlamı budur. Onların o
koşullarda temsil ettikleri zafer ruhu, bugün Kürdistan’ın dört bir
yanına dağılmış, milyonlara mal olmuş bir ruhtur. Bu devrimci önderler,
bir insanın inançları uğruna neler yapabileceğini ve başarıya nasıl
ulaşabileceğini ortaya koyarak üstü küllenen Kürt halk gerçekliğinin
yeniden dirilişe geçmesinin adımı olan 15 Ağustos Atılımı’na yol
açmıştır. Bu açıdan çok anlamlı, çok değerli bir insanlık eylemiydi. Biz
onların o ruhuna ve o mücadele performansına ulaşmakla mükellefiz.
Onlara karşı çok şey borçluyuz.
AMED’DE YAŞANANLAR TEK KELİME İLE FAŞİZM
Bugün
Kürdistan halkı 14 Temmuz direniş ruhunu milyonlara mal etmiş bir
süreci yaşamaktadır. Aslında 14 Temmuz’da Diyarbakır’da Türk
sömürgeciliğinin kabul etmediği gerçeklik budur. AKP rejimi 14 Temmuz’da
Amed’de gerçek yüzünü bir kez daha ortaya koymuştur. Orada uygulanan
tek kelime ile faşizmdir; ırkçı sömürgeciliğin vahşi uygulamasıdır.
Kadın, çocuk, ihtiyar, parlamenter, belediye başkanı demeden herkesi
hedefleyen, herkesi coplayan ve gazlayan bu zihniyetin başka bir izahatı
olamaz. Sözüm ona Türkiye’nin yasalarına göre her parti -hele hele
parlamentoda olan bir parti- gayet tabii miting yapabilir. Ama iş
Kürtlere geldi mi her şey değişiyor. Bu, Cumhuriyet tarihi boyunca böyle
süregelmiştir.
KÜRDİSTAN’DA BİR SAVAŞ DURUMU VAR
Her ne
kadar AKP devleti ve basını gizlemeye çalışıyorsa da gerçek şu ki bugün
Kürdistan’da bir savaş durumu vardır. Kürt sivil siyaseti de 14
Temmuz’da büyük bir miting gerçekleştirerek “Barış İçin Önder Apo’nun
Özgürlüğü” çerçevesinde kamuoyu yaratmaya dönük kapsamlı bir miting
tertiplemiştir. Yani sivil bir inisiyatif ve bir girişimdir. Ancak AKP
bu kararıyla sivil de olsa barışçıl da olsa Kürdistan adına olan
girişimlere hiçbir biçimde tahammül etmeyeceğini bir kez daha
göstermiştir. Ancak burada halkımızın direnişi karşısında yenilen AKP
olmuştur. Kürt halkı ve Kürt siyaseti yaralı vermiş, örselenmiş,
coplanmış ama çok kararlı bir direniş sergilemiştir. İradesini ortaya
koymuş ve onuruna sahip çıkmıştır. Orada onursuz duruma düşen AKP
hükümetinin o faşist-ırkçı-zorba uygulamasıdır. Orada yüz binler
toplanıp da Önder Apo’nun özgürlüğünü, barışı ve demokratik çözümü
isteseydi ne olacaktı? Savaş mı tırmanacaktı, yoksa siyasal ortam mı
aralanacaktı? Bu, siyasal ortamı aralamaya dönük bir girişimdi ama
AKP’nin zihniyeti bunu da şiddetle karşılayarak bir siyasal ortamın
oluşmasını engellemiştir.
YASAK KARARI BAŞBAKAN’INDIR
* Siz AKP’nin kararı diyorsunuz ancak Diyarbakır Valisi kararı kendilerinin aldığını belirtiyor…
O
valinin çıkıp “kararı ben aldım” demesi kamuoyunun aklına hakaret
etmedir. Herkes biliyor ki bu karar Başbakan’ın kararıdır. Kürdistan’da
uygulanan her şey bizzat en zirveden alınan kararlar temelinde
uygulanmaktadır. Bu, eskiden de böyleydi, şimdi de böyledir. Sözü bile
edilemeyecek gülünç gerekçelerle, yalan dolanla yasaklama, aslında Kürt
halkının iradesine karşı bir tutumdur. Çünkü AKP Kürt halkını sindirmek
istemektedir. Kürt halkıyla barış yapma değil, onu teslim almak
istemektedir. Kürt siyasetine diz çöktürmek istemektedir. Kürt halkının
iradesini, onların seçilmiş temsilcilerini tanıma ve onlarla diyalog
geliştirmeyi değil, onların diz çökmesini istemektedir. Zaten Başbakan
“Türkiye’de herkes önümde diz çöktü, bir tek bu PKK ve Kürtler kaldı”
diyor. Onun için çok vicdansız bir şekilde bu zulüm politikasının
talimatını vermektedir.
KÜRT HALKI ÖZERKLİK İSTİYOR
Bence
14 Temmuz’da sergilenen tablo bir taraftan sömürgeciliğin vahşi, ırkçı
gerçeğini yansıtırken öbür taraftan Kürt siyasetinin, Kürt halkının
gururunu, direnişçi tutumunu ve başarı ruhunu ortaya koymuştur.
Kemallerin, Hayrilerin ne kadar büyük bir ruh yarattığını herkese
göstermiştir. Gerek Amed halkının gösterdiği direniş, gerekse de
Kürdistan çapında bu direnişi sahiplenme-destekleme anlamında sergilenen
tutum bunu açıkça ortaya koymaktadır. Her şey ayan beyandır. Kürt halkı
Türkiye’yle birlikte yaşamak istiyor ancak onursuz bir teslim almayı
kabul etmiyor. Önderliğinin özgürlüğünü ve Özerklik istiyor. Bu, çok
açık ve nettir. Kürt siyaseti, Kürt sivil toplum kurumları, Kürt
gerillası ve Kürt halkının dostları bunu istiyor. Türkiye’de
demokrasiden ve barıştan yana olan kesimler bunu istiyor. TC Devleti’nin
bunu doğru okuması gerekmektedir. Devletin başındaki AKP şeflerinin bu
gerçeği doğru görmesi gerekmektedir.
KADIN PARLAMENTERLERE YÖNELİK BU VAHŞİ SALDIRILAR BAŞKA YERDE YOK
Irkçı
bir zihniyete ve bozuk bir ağza sahip olan İçişleri Bakanı çıkıyor,
Kürt toplumuna hakaret ediyor. Yeri geldiğinde AKP “milli irade”
bahsediyor ama diğer taraftan parlamenterleri içerde tutar, onları
coplar, onların ayağını kırar. Pervin Hanım’a yapılan bu saldırı BDP’li
kadın parlamenterlerin ayağının üçüncü kez kırıldığı bir olaydır. Bundan
önce bu şekilde 2 olay yaşanmıştı. Bu bir sindirme politikasıdır. Kadın
parlamenterlere karşı bu biçimde vahşi uygulamaların yapıldığı dünyanın
neresinde görülmüştür? Ancak kalkıp bu vahşeti sorgulayacağına, bu
mitingi tertipleyenleri sorgulamaya kalkışmak, sömürgeci-ırkçı
zihniyetin uygulamasından ve ayrımcı politikalarının dışa yansımasından
başka bir şey değildir. Kürt halkına bu kadar zulüm yapılıyor, iradesi
çiğneniyor, ondan sonra kalkıp alay ediliyor; Kürt halkının
temsilcilerine zavallı denilerek dalga geçiliyor ve bu halkın iradesine
hakaret ediliyor. Ne zamana kadar bu halk bu hakaretlere tahammül
edecek? Halkımızın bu uygulamalara “Êdî Bes e” diyeceği açıktır. Ama AKP
vura vura, tutuklaya tutuklaya, öldüre öldüre bu halkı sindirme
kararını almışlar. Bu, katliamcı-faşist bir zihniyetin uygulama
biçiminden başka bir şey değildir.
AMED’DE SİYASAL ÇÖZÜM ZEMİNİ İÇİN SON UMUT KIRINTILARI DA KATLEDİLDİ
Eğer
bunun tersi bir durum varsa örneklerini sergilesinler. Şimdiye kadar
bir siyasal soykırım uygulaması vardı ama ona rağmen bazı çevreler
“siyasal bir zemin oluşabilir mi” diye beklentiye giriyordu. İşte
AKP’nin Amed’de 14 Temmuz’da uyguladığı faşizm bu çevrelerin son umut
kırıntılarını da yerle bir etmiştir, katletmiştir. Yapılan budur. Yani
“size hiçbir zemin bırakmayacağım, sizin iradeleşmenizi kabul
etmeyeceğim, devletin bütün gücünü size yönelterek sonuç alacağım” demek
istemekte ve bunun bir sonucu olarak tüm tahammül sınırlarını zorlayan
bu uygulamayı yapabilmektedirler.
SİLVAN TESADÜFTÜ
* 14 Temmuz aynı zamanda Demokratik Özerklik ilanının birinci yıldönümüydü…
Evet.
Sanırım AKP’nin bu kadar tahammülsüz davranmasının bir nedeni de bu
olsa gerek. Zaten Türk devlet heyetiyle hem Oslo’da hem de İmralı’da
sürdürülen diyalog sürecinin AKP hükümeti tarafından askıya alınması ve
sonlandırılmasının en önemli nedeni de Kürt siyasetinin Demokratik
Özerkliği ilan etmiş olmasıdır. Her ne kadar onlar, aynı gün Silvan’da
yaşanan bir çatışmayı gerekçe gösterseler de gerçek gerekçe bu değildir.
Gerçek gerekçe AKP hükümetinin Kürt halkıyla protokoller temelinde ve
onlara özerklik vererek uzlaşması değil, Kürt halkını sindirme kararının
olmasıdır. Yoksa onlar da çok iyi biliyor ki Silvan’daki çatışma,
planlı bir şey değil, tesadüfi bir çatışmaydı. Belki konuyla ilgili
olmayan sıradan insanlar bilmez ama devlet bunu çok iyi bilmektedir ama
gerekçe yaptı. “Kürtler özerklik istiyorlar, ben bunu kabul etmiyorum,
bunun için Kürt özgürlük dinamiklerini ezeceğim” demek yerine, “PKK bize
şiddeti dayatıyor, ben de PKK’ye karşı operasyon yapacağım, savaş ilan
ediyorum” dedi. Özünde ise statü olarak özerklik isteyen tüm kesimleri
hedefleyen bir kararlaşma durumu vardır.
14 TEMMUZ 2011’DE PKK’YE KARŞI TOPYEKÜN SAVAŞ İLAN EDİLDİ
* Özerklik istemeyen Kürtler devletin hedefi değil mi?
Dikkat
edin bu KCK adı altındaki operasyonun çeperlerini bu kadar
genişletmeleri söz konusudur. Çünkü Kürdistan’da kimlikli duruşu savunan
ve Kürt halkına statü isteyen herkes aslında onların hedefidir. Yani
bizim dışımızdaki diğer örgütler de hedeftir. Fakat onlar şimdilik bir
tehlike arz etmediği için onlara yönelmemekte ve bir de ayrım koyarak,
Kürtlere karşı bilinen klasik sömürgeci taktiklerini de uygulayarak
nihai sonuca gitmek istemektedir. Yoksa statü isteyen herkesi reddeden
bir sömürgeci zihniyet söz konusudur.
Bu temelde geçen yıl 14
Temmuz’dan bu yana hareketimize karşı ilan edilmiş ve sürdürülen bir
topyekun savaş durumu vardır. Başta bunu İran’la ortaklaşa ve ABD’nin de
desteğiyle Tamil’i örnek alarak katliam gerçekleştirmek istediler. O
süreçte çokça Tamil örneğinden bahsedildi. Sri Lanka’nın Tamil
gerillalarını nasıl katlettiğini örnek göstererek Kürdistan’da da
gerilla güçlerini aynı şekilde yok etmeyi hedeflediler. Ama gerillanın
Kandil’den Karadeniz’e kadar her yerde sürdürdüğü direniş, öncelikle
İran’la var olan konseptlerini işlevsiz kıldı. Daha sonra ABD’nin
teknolojik ve istihbarat desteğine dayanarak bunu sürdürmek istediyse de
gelinen noktada bu yönelimlerin tümü sonuçsuz kalmıştır.
Bu
savaş öncelikle İmralı’ya karşı ağır bir tecrit ve işkence sistemini
geliştirerek yürütüldü; Kürt siyasetine karşı KCK adı altındaki siyasal
soykırım operasyonlarını kapsamlılaştırarak geliştirildi. Sokakta,
çeşitli alanlarda Kürt halkına karşı sert ve faşist uygulamalar ile
katliamlarla toplumu sindirmek istedi -Roboskî bunun en çarpıcı
örneğidir- ve gerillaya karşı da kapsamlı operasyonlarla sonuç
alabileceğini sandı. Hatta kışın bazı hatalı hareket tarzlarından
yararlanarak bazı gerilla birliklerini de darbeledi ve buna dayanarak
başaracaklarını sandı. Ama yürütülen bütün bu saldırılara karşı başta
İmralı’da Önder Apo ile yanındaki yoldaşların direnişi olmak üzere Kürt
halkı, Kürt siyaseti ve özgürlük gerillası büyük bir direniş
gerçekleştirdi; bu temelde AKP hükümetini başarısızlığa uğrattı.
AKP GEÇEN BİR YIL İÇİNDE BAŞARISIZ OLDU
* Yani geçmiş 1 yılın sonuçlarını değerlendirdiğinizde, AKP hükümetinin başarısız olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Evet.
Hem hareketimize karşı geliştirdiği bu topyekun savaş sonuçsuz
kalmıştır hem de Güney Kürdistan’a yönelik siyaset yoluyla denetimi
sağlama, hatta Güney Kürdistan’a dayanarak Batı Kürdistan’da kontrolü
sağlama girişimleri de sonuçsuz kalmıştır. Nihayetinde AKP hükümetinin
geliştirdiği Kürt halkını ve Kürt siyasetini güçsüzleştirme stratejisi
sonuç almamıştır. Bugün Kürt Özgürlük Hareketi ve Kürdistan halkı her
yerde direnmekte ve her zamankinden çok daha fazla güçlü bir pozisyonda
mücadeleyi yükseltmektedir. Halkımızın Amed sokaklarındaki direnişi,
Kürt siyasetinin tutumu, İmralı’da Önderliğimizin direnişi ve gerillanın
büyük kapsamlı savunma mücadelesi bunun en çarpıcı örnekleridir.
AKP ORTADOĞU GENELİNDE DE BAŞARISIZ OLDU
Ancak
AKP sadece bize karşı yürüttüğü mücadelede başarısız olmamıştır. AKP,
Ortadoğu genelinde de başarısız kalmış bir politikayı geliştirdi.
“Komşularla sıfır problem” dedi ama bugün tümden probleme dönüştü, tek
kaldı. Dolayısıyla AKP, Kürt politikasında başarısız olduğu gibi,
Ortadoğu politikasında da başarısızdır. Ama büyük medya gücüne dayanan
Erdoğan gelişkin demagoji yeteneğiyle bu durumu farklı
gösterebilmektedir. AKP’nin Kürdistan’daki uygulamaları Türk
sömürgeciliğinin 90 yıllık uygulamalarının güncellenmesinden başka bir
şey değildir. Ancak nasıl ki o zaman bu tür siyasetler başarısız
kalmışsa şimdi de başarısız kalmıştır. Bu siyasetlerini bundan sonra da
yürütmeye devam etseler, daha fazla başarısız kalacaklar, daha fazla
yenilgi alacaklardır. Çünkü Kürt halkının haklı davası ve dayandığı
güçlü dinamiklerinin herhangi bir biçimde gerilemesi mümkün değildir.
Kürt halkı özgürlük, adil düzen, adalet ve halk olmaktan kaynaklı doğal
haklarını istiyor; Önderliğinin özgürlüğünü istiyor. Çıkarcılık veya
daha değişik nedenlerden dolayı toplum içinden bir kısım insan iktidara
yakın duruyor olabilirler ama Kürt halkının istemi artık sömürgeci
köleliğe son vermek ve eşit-özgür bir yaşama ulaşmaktır. Halkımız bunun
için mücadele edecek ve kazanacaktır.
ATEŞKES KOŞULLARI YOK
*
Son günlerde Türk basınında öne çıkan tartışmalardan biri de gelen
Ramazan ayı vesilesiyle hareketinizin yürüttüğü mücadelede bir
yumuşamanın yaşanacağı. Bu konuda çeşitli açıklamalar ve çağrılar da
oldu. Hatta bir gazete bu konuyu manşetine de taşımıştı. Gelinen süreçte
bir yumuşamadan bahsetmek mümkün mü?
Bugün İmralı’da hiçbir
hukuki ve ahlaki temele dayanmayan, ulusal ve uluslararası düzeyde
hiçbir izahatı bulunmayan ve bir hukuksuzluğu ifade eden ağırlaştırılmış
tecrit ve psikolojik işkence özünde Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı
yürütülen topyekun savaşın zirvelendirilmesidir. Yani Kürt halkına ve
Kürt Halk Önderi’ne karşı ahlaki değerlerin bir tarafa verilerek savaşın
zirvelendirilmesidir. Neden ahlaki değer yargıları? Çünkü tarih boyunca
birbiriyle savaşan güçler birbirlerinden esir aldıklarında o esire
karşı saygılı yaklaşırlar. En azından o esirin insani ihtiyaçlarını
karşılarlar ama bugün AKP insani ihtiyaçları bile Önder Apo’ya karşı
kullanmakta ve bu yolla onun iradesini etkilemeye çalışmaktadır. Yine
Kürt siyasetinden önüne geleni “KCK’li” diye suçlayıp içeri atıyor.
İçişleri Bakanı, BDP’nin geliştirdiği mitinge “BDP’nin değil, PKK’nin
mitingi” diyor. PKK orada ne gezer? BDP senden resmi olarak mitingin
iznini istemektedir.
Direnen ve kimlikli duruşa sahip her Kürdü
kriminalize etme, yasadışı gösterme, “KCK’lisiniz” diyerek rehin alma
politikası özünde bir siyasal soykırımdır. Ancak bunu sadece
siyasetçilere karşı yapmıyor. Toplumun tüm gözeneklerini adeta tıkamak
istiyor. Yani Kürt halkının siyaset çevresini, sivil toplum
kuruluşlarını, basın-yayın çevrelerini, kültürel çevrelerini, hukuk
çevrelerini, sendikal kesimlerini, hemen herkesi, gençliğini, kadınını
ve herkesi kapsayan bir sindirme savaşı vardır. Bugün bu savaş yoğun bir
biçimde sürdürülüyor mu, evet sürdürülüyor. Gerillaya karşı her gün
yüksek teknolojiye dayalı imha saldırıları geliştiriliyor mu, evet
geliştiriliyor. Roboskî’deki katliam açıkça yapılmış bir sivil katliam
olmasına rağmen orta yerde kalıyor mu, evet kalıyor. O zaman bütün bu
saldırıları yapan bir tarafa karşı Kürt halkının ve Özgürlük Hareketi
olarak bizlerin herhangi bir geri adım atması mümkün müdür? Türk
sömürgeciliği adına AKP’nin bütün alanlarda saldırıya geçtiği bu
koşullarda bizden herhangi bir biçimde direnişi zayıflatmayı beklemek,
bizden teslim olmayı istemektir. Sömürgeciliğin yürüttüğü bizi teslim
alma politikasına destek vermek demektir. Onlar bize karşı kapsamlı bir
saldırı geliştirmişler, biz de ona karşı dişimizle tırnağımızla
direniyoruz; kanımızı dökerek direniyoruz. Onurumuzu ve geleceğimizi
kurtarmak için her şeyimizi ortaya koyarak direniyoruz. Özgür bir
geleceği ancak ve ancak bu direnişin başarıya ulaşması yaratabilir.
Bazı
çevreler eğer gerçekten sorunun barışçıl yöntemlerle çözümünü
istiyorlarsa önce açıkça savaş ilan etmiş olan tarafı yani Türk
sömürgeciliğini bu savaşı sonlandırmaya çağırmalıdırlar. Bunu yapmadan
gerillanın kendini savunma eylemlerini durdurmasını istemek, teslim
olmasını istemekle eş anlamlıdır. Onun ortamı yoktur, ortamı olsaydı hay
hay derdik.
YUMUŞAMA İSTEYENLER HÜKÜMETE GİTSİN
Biz
geçmişte çok kez Mübarek günler vesilesiyle ateşkesler ilan etmişiz. AKP
döneminde resmi ve uzun süreli olarak 5 kez ateşkes ilan etmişiz.
Onlarca kez kısa süreli, barışçıl arayışlar anlamına gelen ateşkesler
geliştirmişiz. Ama AKP zihniyeti bunu her zaman zayıflığımıza yordu ve
fırsatçı yaklaşarak bizlere darbe vurmak istedi. Bu, bu kadar açıkken
kim yumuşatıcı bir adım atabilir. Biz yoğun bir saldırı altındayız ve bu
saldırı karşısında direnmek bizim boynumuzun borcudur. Eğer yumuşamayı
isteyenler varsa hükümete gitsinler; hükümet, insanlık dışı-hukuksuz
tecrit politikasını sona erdirsin, özgürlük imkanını geliştirsin. Kürt
siyasetçilerini tutuklamaktan vazgeçsin, Kürt halkına karşı yapılmış bu
kadar haksız uygulamalara son versin, açıkça katlettiği 34 insanımız
için özür dilesin. Yumuşama böyle olabilir. Ama her taraftan tek yol
olarak tazyik altına alacaksın, bütün gücünle saldırıları
tırmandıracaksın, öbür taraftan da kendine yakın olan bir takım
kesimleri harekete geçirip ateşkes çağrılarını yapacaksın. Bunu kimse
yutmaz. Bu, bir özel harp yöntemidir.
YAPILMASI GEREKEN HERŞEYİ YAPTIK, ZEMİN OLSA YİNE YAPARIZ AMA YOK!
Bu
açıdan herkes şunu doğru görmeli: Biz sorunun diyalog ve barışçıl
yöntemlerle çözülmesi için yapılması gereken her şeyi yaptık. Zemini
olsa şimdi de yaparız ama şimdi zemini yoktur; zemini ortadan
kaldırmışlardır. Her taraftan bir saldırı tazyiki söz konusudur ve bunun
en çarpıcı örneği 14 Temmuz’da Amed’de uygulanan vahşettir, yine
Önderliğimizin avukatlarına karşı devreye konulan hukuksuz tutuklama ve
uygulamalardır. Dünyanın neresinde kırk küsur avukatın savunmadan dolayı
tutuklandığı görülmüştür. Yani bu kadar haksız-hukuksuz uygulamanın
bulunduğu bir yerde kalkıp yine Kürt halkından ve Özgürlük Hareketi’nden
fedakarlık istemek ne kadar adil bir şeydir?
ÇAĞRIYI YAPANLAR KENDİLERİNİ BİZİM YERİMİZE KOYSUN
Ben,
bu tür çağrıları yapan ve bu tür uğraşları olan kesimlerin bir
kısmının, bunları iyi niyetle yapmakta olduğunu düşünüyorum. Onlara şu
çağrıyı yapıyorum: Lütfen bir an için kendinizi bizlerin yerine koyun,
bir an için empati kurun. Sizin bağlı olduğunuz önderlik işkence altında
olsa ve 1 yıldır hiçbir haberiniz olmasa; size sempati duyan,
halkınızın kimlikli mücadelesini savunan, yasal bir faaliyet yürüten 8
bin kişi içeri atılmış olsa; sizin gençleriniz, kadınlarınız,
çocuklarınız her daim polislerin copu altında kalsa ve katledilse;
bizzat sizin varlığınıza karşı topeykun bir saldırı söz konusu olsa siz
ne yaparsınız? Bu nedenle kimse bize onursuzluğu dayatmasın, ayıptır.
Vicdanlı olalım, empati kuralım ve adil yaklaşalım. Eğer savaşın
durmasını istiyorsanız Erdoğan’a gidin, top ondadır. Çünkü savaşın
düğmesi onun elinde ve her gün o düğmeye basmaktadır. Bütün bunlara
rağmen bizden jest yapılmasını istemek, bize “teslim olun” demek değil
midir?
ALDIĞIMIZ BİLGİLERE GÖRE GENİŞ BİR ÇAĞRI HAZIRLIĞI VAR
Vicdanlı
olan bütün çevreler, bütün sivil toplum kuruluşları bu konuyu
düşünmeli. Aldığım bilgilere göre AKP’nin teşviki ile sadece yandaş veya
işbirlikçi bazı çevreler değil, daha geniş sivil toplum çevrelerin
katıldığı bir çağrı yapma çabası da vardır. Bu, kesinlikle AKP’nin Kürt
halkını sindirme, güçsüz bırakma ve teslim alma projesinin bir parçası
olarak geliştirilmektedir. Bu açıdan dürüst-demokratik sivil toplum
kuruluşları buna dikkat etmelidir diye düşünüyorum. Biz onların
çağrılarına her zaman saygı gösterdik; ciddiye aldık, halen de alıyoruz.
Ama burada açıkça söylüyorum, kimse AKP’nin birçok koldan geliştirdiği
Kürt halkını sindirme siyasetine dolaylı da olsa destekçi olmamalıdır;
buna zemin açmamalıdır. AKP bir taraftan polisini halkımızın, askerini
bizim üzerimize gönderirken, öbür taraftan kendine yakın bazı kesimleri
de “ateşkes çağrısını gündemleştirin” diyerek harekete geçirmektedir.
Bu, bir savaş politikası sonucu gelişen bir şeydir. Biz buna aldanmayız.
Tüm Kürdistanlı, yurtsever, demokratik, tarafsız, barıştan yana ve
vicdan sahibi kesimlerin bu tür girişimlerden uzak durması gerektiğini
özellikle vurgulamak istiyorum. Çünkü bunun zemini yoktur, AKP zemin
bırakmamıştır. Hiç kimseye manevra sahası bırakmamıştır. Kürt halkına
tek yol kalmıştır; direnmek, direnmek, direnmek. Bu nedenle bugün Kürt
Halk Önderi ve Kürt siyaseti zindanda, halkımız sokakta ve gerillamız da
her tarafta direniyor ve direnmeye devam edecektir. Bu sömürgecilik bu
halkın iradesini çiğnediği müddetçe bu direniş gelişecek ve asla geri
adım atılmayacaktır. Bunun herkes tarafından bilinmesi lazım.
Bu
açıdan ben diyorum ki bu tür çağrıları yapan kesimlerin bir kısmı iyi
niyetli de olabilir ama esas olarak bu tür çağrılar, bu topyekun savaşı
yürüten kurumların politikaları çerçevesinde gündemleştirilen projelerin
bir sonucudur. Bizim üzerimizde, Önderliğimizin üzerinde ve halkımızın
üzerinde bu kadar baskı varken bu tür şeyleri bizim kaale almamızın
mümkünatı yoktur. Yoksa biz de her zaman mübarek Ramazan aylarını ve
dini bayramları hürmetle karşılıyoruz ve aslında mümkün olduğu kadar
barışçıl koşulların sağlanmasından yana politikalar geliştirmişizdir.
Ancak AKP hükümeti bugün bunun zeminini bırakmamıştır. Her taraftan
ırkçı-şovenist-ayırımcı bir saldırı söz konusudur. Bu ortamda kimsenin
herhangi bir şey yapma durumu söz konusu olamaz. Çünkü tek taraflı ve
kapsamlı bir saldırı durumu vardır ve halkımızın bu saldırılar
karşısında direnerek zaferi garantileme görevi söz konusudur.
Evet,
biz özgür geleceği ancak bu saldırıları tersine çevirerek yaratabiliriz
ve mevcut durumda önümüzde bu vardır. Bunun için bütün Kürt gençliği,
yurtsever-özgürlükçü Kürt kadını, bütün Kürdistanlı yurtseverler bunu
iyi bilmeli ve bu açıdan gerilla hareketine daha güçlü destek olmalı.
Tüm Kürt gençliği bu dönemde gerillaya daha fazla katılarak ve
gerillanın direnişini güçlendirerek bu ırkçı-sömürgeci-faşist
saldırılara dur demelidir. Bu Kürdistan gençliğinin ve 14 Temmuz ruhunu
taşıyan bütün Kürdistanlıların temel görevidir.
AVUKATLARA YÖNELİK SUÇLAMALARIN BİR TEMELİ YOK
*
Sayın Öcalan’ın tutuklanan avukatlarının yargılanmasına başlanıldı.
Gergin ve olaylı başlayan davada avukatların üzerine atılan suçların en
dikkat çekeni avukatların hareketiniz ile Öcalan arasında kuryelik
yaptıkları ve talimatları ilettikleri yönünde. Bu iddianın aslı var
mıdır?
Önder Apo’ya ve halkımıza karşı sürdürülen topyekun
savaşın hiçbir hukuki temeli yoktur. Bugün Kürdistan’da işleyen hukuk
sömürgeci hukuktur ve bu sömürgeci hukuk çerçevesinde Önderliğimizin
avukatları esir alınmışlardır. Hukuk adına hukuk cinayeti işlenmiştir.
Bu, hukuk adına büyük bir garabettir. Yalan dolanla iddianameler
oluşturup Kürt halkının ve Kürt Halk Önderliği’nin savunma imkanlarını
ortadan kaldırma girişimidir. Hiçbir hukuki temeli yoktur. Her şeyden
önce Önder Apo sıradan-normal bir kimse değildir; “Asrın Davası” denilen
büyük bir davada yargılandı ve bu yargılamaların ulusal ve uluslararası
düzeyde devam eden kısımları vardır. Bunun için yurt içinde ve yurt
dışında savunmasını yapan avukatları vardır. Bu avukatların önemli bir
kısmını tutuklayarak, diğerlerine ise gözdağı vererek Önderliğimizi
savunmasız bırakmak istemektedirler. Bu tutuklamalar, Önderliğimizin
dünyayla bağını kesme ve böylece iğrenç hedeflerine ulaşmayı hedefleyen
hukuk dışı bir anlayışın sonucudur.
* Ayrıca avukatların “Önderlik Komitesi” üyesi oldukları da iddialar arasında…
Önderlik
Komitesi diye bir şey yoktur. Yani zaman zaman Önderliğin sağlık
durumunu gündemleştiren veya ağır tecride karşı mücadele yürütmek
isteyen çeşitli “Önderliğe Özgürlük” ya da “Önderliğin sağlığına sahip
çıkma” inisiyatifleri oluşturulmuştur. Bunlar geçici şeylerdir. Bir ara
Avrupa’da kendisini Önderlik Komitesi olarak adlandıran bir kurumlaşma
vardı. Bu da şuan ismini değiştirdi ve “Abdullah Öcalan’a Özgürlük
İnisiyatifi” adıyla barış ve özgürlük mücadelesi yürütmektedir. Ancak o
iddianamede tamamen bir senaryo oluşturulmuş. Önderliği uygulamakla
mükellef olan biziz. Önderliğimizin 200’den fazla kitabı vardır. Biz
burada okuyarak, tüm güçlerimizi eğiterek, o felsefe temelinde mücadele
yürütüyor ve Önderliğimizi uygulamaya çalışıyoruz. Yani kalkıp gencecik,
fazla bir örgütsel-siyasal birikimi olmayan avukatların oluşturacağı
Önderlik Komitesi nasıl bizi yönetecek? Böyle bir şey yok, saçmadır
böyle bir şey. Bazılarını teslim almış olabilirler, onları öyle
konuşturup sahte dayanaklar oluşturarak senaryo yazıyorlar.
BİZE AVUKATLAR TARAFINDAN GETİRİLMİŞ HİÇBİR TALİMAT YOK
*Avukatların
internet üzerinden Sayın Öcalan’ın görüşme notlarını dağıtması da
iddianamenin “yasaklar” listesinde yer alıyor. Sizin şahsınıza da e-mail
üzeri gönderildiği belirtiliyor…
Önder Apo, milyonlarca
insanın ne yaptığını, ne söylediğini merak ettiği bir kişidir. Avukatlar
daha önce her görüşmeye gittiklerinde, orada aldıkları notları internet
üzeri dağıtıyorlardı. Sonra devlet orada not almayı değil ama alınan
notları beraberlerinde dışarıya çıkarmayı yasakladı. Onlar da
akıllarında kalan şeyleri, yani müvekkilleri ne söylemiş, hangi konuda
neyi düşünüyor, bunları yazıp internete atıyorlar. İnternet cafelerden
ya da kendi bürolarından yaptıkları bu şey madem suçtuysa neden on dört
yıldır bu durdurulmadı.
Bize asla ve asla avukatlar tarafından
getirilip verilmiş herhangi bir talimat yoktur. Herkes gibi biz de
internete konulan görüşme notlarını alıp okuyoruz, güçlerimize de
dağıtıyoruz.
Bu konuda şunu belirtmek istiyorum: Hem
Önderliğimizden bize gelen mektuplar oldu, hem de bizim kendisine
yazdığımız mektuplar oldu. Ama emin olun ki bundan avukatların haberi
yoktur. Bu tamamen Oslo görüşmeleri çerçevesinde işleyen bir
mekanizmanın gerçekleştirdiği bir durumdu. Biz görüşmelerde hep
Önderliğimizle doğrudan görüşmeyi teklif ettik ve dayattık. Bizimle
devlet adına görüşen söz konusu heyet de aslında çok reddetmedi, “sonra
görüşme olabilir ama siz şimdi yazarsanız götürürüz, kendisinin
yazdığını da size getiririz” dedi ve sağ olsunlar bunu 3 yıl boyunca
yaptı. Onun üzerinden sanırım Önderliğin 20’ye yakın el yazması
mektubunu bu heyet bize ulaştırmıştır. Ancak avukatlar tek bir cümle
getirmiş değildir. Aynı şekilde bizim yazdığımız mektuplar da aynı heyet
tarafından Önder Apo’ya ulaştırılmıştır. İşin gerçeği budur. Şimdi eğer
kuryelikten bahsedilecekse yani Oslo mekanizması çerçevesinde böyle bir
durumun yaşandığı bilinen bir husus. Ama bunun dışında bu söz konusu
avukatların bizimle Önderlik arasında kuryelik yaptıkları ya da
Önderliği uygulamaya dönük bir kurumlaşmayı yaşadıkları savı asla ve
asla doğru değildir, gerçek dışıdır. Bu, aslında Önderliğimizi
savunmasız bırakma ve onu etkisiz kılmaya dönük uydurulan bir
senaryodur. Hukuk adına, hukuk dışı yöntemlerle Kürt Halk Önderliği’ni
savunmasız bırakmaktır. Bu, Önderliğin hukuki savunmasını yapan
avukatları topyekun içeri atıp böylece tek yanlı bir biçimde sömürgeci
amaçlarına ulaşmayı öngören bir politika sonucu yapılmış bir
hukuksuzluktur.
Zaten AKP hükümetinin bu konuda yaşadığı bu
hukuksuzluk ortadan kalkmadan herhangi bir biçimde ortamın yumuşaması da
mümkün değildir. Bu kadar hukuksuzluğun ve saldırının orta yerde
durduğu bir ortamda yumuşamanın gelişmesi mümkün müdür? Önder Apo’nun bu
halkın önderi olduğunu bilmeyen var mı? Orada konuşuyor, konuşmaları
internette yayınlanıyor. Bunu devlet bilmiyor muydu? Biliyordu. Ayrıca
devletin de resmi olarak kaydettiği konuşmaları başta Adalet bakanı
olmak üzere birçok devlet yetkilisi de takip etmiştir. Niye o kadar
zaman içerisinde önlemedi de, şimdi o insanları tutukluyorlar. Çünkü
amaç Önderliktir, Önderliği hedefleme çerçevesinde o insanlar
tutuklanmışlardır. Örneğin; Oslo süreci bozulmamış olsaydı
tutuklanmazlardı. Devlet de çok iyi biliyor ki o avukatların herhangi
bir suçu yoktur. Onlar avukatlık görevlerini yapmışlardır. Esası budur.
Esası Önderliği hedefleyen bir konseptin uygulanması sonucu bu insanlar
hukuksuz bir biçimde zindana atılmışlardır.
Tabii ki buna karşı
Türkiye’de adaletten ve hukuktan yana olan hiçbir kesimin sessiz
kalmaması gerekiyor. Nitekim başta barolar olmak üzere çok çeşitli
demokratik çevrelerin ve vicdanlı insanların bu davaya karşı tutum
aldıklarını ve bu haksızlığa karşı çıktıklarını da görüyoruz; bu önemli
bir tutumdur. Ama gerçek şu ki, bütün tepkilere rağmen Gülen-AKP
Koalisyonu Kürt halkına ve Kürt Halk Önderliği’ne bu denli bir
hukuksuzluğu herkesin gözü önünde açık açık yürüterek geliştirmektedir.
Bizim
buna karşı yapacağımız şey elbette ki her biçimde mücadeleyi
geliştirmedir. Yani ideolojik, diplomatik, siyasi, hukuki ve de askeri
açılardan gelişen tüm saldırılara karşı halk olarak kendimizi,
değerlerimizi ve Önderliğimizi savunma ve böylece özgür geleceği
yaratmadır. Çünkü bize bunun dışında var olmanın ve onurlu yaşamanın
herhangi bir yolu bırakılmamıştır.
ANF
Suriye’de Esad rejimi ile Batı destekli silahlı gruplar arasındaki
çatışmalar derinleşirken, Batı Kürdistan’ın Kobani kentinde, halk tüm
devlet kurumlarına el koydu. Kürt yetkililer, savaşın Kürdistan
bölgesine ulaşmasını engellemek amacıyla böyle bir tedbir alındığını
bildirdi.
Alınan bilgilere göre Kobani’de halkın kendi imkanları
ile kurduğu Sivil Savunma Komiteleri, tüm devlet kurumlarına el koydu.
Bu bilgi PYD Başkanı Salih Müslim tarafından da doğrulandı.
Halkın
Kobani’de “yönetime el koyması” sırasında herhangi bir şiddet olayının
yaşanmadığı bildirildi. ANF’ye açıklamada bulunan PYD lideri Salih
Müslim, devlet kurumlarının halk tarafından kurulan sivil savunma
komitelerince ele geçirildiğini bildirdi. PYD lideri, Afrin’in bazı
bölgelerinde de benzer bir durumun yaşandığını ifade ederek, “halk kendi
kendisini yönetiyor” dedi.
Suriye’de iktidarın ele geçirilmesi
için bir savaş yürütüldüğüne dikkat çeken PYD lideri, “Şam’da patlamalar
oluyor, çatışmalar derinleşiyor. Halk yönetime el koyarak Özgür Suriye
Ordusu ile rejim arasındaki çatışmaların Kürdistan’a yayılmasını
önlemeye çalışıyor” dedi.
Kürtlerin Batı Kürdistan ve Suriye’de
yoğun olarak yaşadıkları bütün kentlerde kendilerini koruması
gerektiğinin altını çizen Müslim, “Burada kimseye yönelik bir düşmanlık
sözkonusu değil. Ama çatışmaların bölgeye sıçramaması için halk yönetime
el koyuyor” dedi.
Askeri güçlerin bölgede olmadığını ve emniyet
güçleri ile de herhangi bir çatışma durumunun sözkonusu olmadığını
belirten Müslim, “Kurumlara el konulurken, onlara ‘misafirimizsiniz’
deniliyor,’ kalmak istiyorsanız sizi koruruz ama biz burada yöneteceğiz’
diyorlar” şeklinde konuştu.
Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı
Suriye’nin ikinci büyük kenti Halep’te henüz çatışmaların olmadığını
ifade eden Müslim, Kürtlerin yaşadığı bölgelere Suriye Özgür Ordusu’nun
giremediğini ancak çatışmaların Halep’e de sıçrayabileceğini belirtti.
PYD
lideri, Suriye’de çatışmaların derinleşeceğini söylerken, “Askeri bir
dış müdahale de şimdilik beklemiyoruz. Bunun koşulları yok” diye ekledi.
Kürtlerini
diğer bölgelerde de devlet kurumlarına el koyabileceği öğrenildi. Mart
2011’de başlayan olayların ardından, bölgede demokratik özerk bir yapı
kurmak isteyen Kürtler, anadil okulları açtı, halk meclislerini kurdu ve
kendilerini korumak için de savunma komiteleri oluşturdu. Kürtler,
yaklaşık 3 milyon ile Suriye nüfusunun yüzde 15’ini oluşturuyor.
Başta
Türkiye olmak üzere Kürdistan’ı sömürgesinde bulunduran devletler ile
Batılıların yoğun komplo girişimleri ve manipülasyonlarına rağmen
Suriye’deki temel Kürt organizasyonları tek çatı altında birleşmeyi
başardılar.
PYD’nin de içinde olduğu bölgenin en kitlesel ve
etkili gücü Halk Meclisi ile diğer bir çatı örgütü olan Kürt Ulusal
Meclisi, 9-10 Temmuz tarihlerinde Hewler’de yapılan görüşmelerin
ardından güçlerini ortaklaştırma kararı aldılar. Anlaşma, Federal
Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesut Barzani huzurunda imzalandı. Batı
Kürdistan’ı istikrarsızlaştıracak tüm faaliyetler ve şiddet olaylarını
mahkum eden her iki Meclis, barışçıl yöntemlerle 40 yıldır iktidarda
olan Baas rejiminin yıkılması çağrısında bulundu.
ANF
Uluslararası hacker grubu Anonymous, Türk hükümeti tarafından
‘terörist’ ilan edilen Redhack’e destek amacıyla Emniyet Genel Müdürlüğü
ile Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) resmi internet sitelerini
çökertti.
Bugün sabah erken saatlerde Emniyet Genel Müdürlüğü
resmi internet sitesi hackerler tarafından çökertildi. Olay sorunu söz
konusu siteye uzun süre erişim sağlanamadı. Redhack, sitenin kendilerine
destek olma amacıyla Anonymous tarafından çökertildiğini bildirdi.
Olay
ardından Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) resmi sayfasının da
çökertildiği ortaya çıtı. Saldırıyı RedHack, Twitter hesabından "Hakan
Fidan'ı da ziyaret edelim dedik. AmaTwitter 'da Redhack'i yakalamak için
dolanmasın" şeklinde duyurdu.
Ankara Emniyet Müdürlüğü sitesini
çökerterek buradan elde ettikleri bilgileri yayınlayan RedHack, hükümet
tarafından ‘terörist’ ilan edilince eylemlerini arttırdı. RedHack,
TÜBİTAK , Emniyet Genel Müdürlüğü, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri dahil
birçok kurumun sayfalarını çökertti. RedHack’e destek sunan Anonymous
geçtiğimiz günlerde ÖSYM'nin resmi sitesini çökertmişti.
ANF
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in danışmanı, Çarşamba günü
Moskova'da Putin ile Türk Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasındaki
görüşmede Esad'ın ülkesinden ayrılmasının gündeme gelmediğini söyledi.
Türkiye
Başbakanı Recep Tayip Erdoğan’ın Moskova’ya gerçekleştirdiği bir günlük
ziyaret sırasında yapılan görüşmelerden bir sonuç çıkmadı. “Şam’da
patlayan bomba Kremlin’de yankılandı” başlığı atan Kommersant her iki
liderin görüşme halindeyken Şam’daki patlamanın meydana geldiğini ve
Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un bunu görüşmelerin bitmesini beklemeden
Putin’e ilettiğini yazdı.
Dünkü görüşmelerden sonra bugün
Kremlin’den Erdoğan’ı yalanlayan bir açıklama geldi. Putin'in dışişleri
danışmanı Yuri Uşakov, gazetecilere yaptığı açıklamada, Putin'in
Erdoğan'la dün yaptığı görüşmede Esad'ın ülkesinden ayrılmasının gündeme
gelmediğini açıkladı. Başbakan Erdoğan, dünkü Rusya ziyaretinin
dönüşünde havaalanında yaptığı konuşmada, Rusya'ya "Esad'sız bir çözüm
paketi" sunduklarını ve Rus tarafının da bunu düşünmeyi kabul ettiğini
söylemişti.
Suriye'de Esad'ın yönetimi bırakmasını gerektiğini
savunan Başbakan Erdoğan'ın, Esad'ın olmadığı alternatif çözüm
önerilerini Rusya'ya da sunduklarını belirtmişti.
GÖRÜŞME KÖTÜ GEÇTİ
Kremlin'deki
zirvenin ardından iki lider basın mensuplarının karşısına gergin çıktı.
Türk basını dâhil çoğunluk görüşmenin olumsuz geçtiği yorumlarında
bulundu. Putin Suriye krizine hiç girmeden az konuşmayı tercih ederken
soğuk duruşu dikkat çekti. Erdoğan, daha uzun bir konuşma yaptı ancak
Moskova’ya ters bir şey söylememeye özen gösterdi.
Putin; “
İlişkilerimiz her alanda gelişiyor ve dinamizm içinde. Bu tempo sürerse
100 milyar dolarlık dış ticaret hedefine ulaşacağımıza inanıyorum” dedi
Görüşmeler
hakkında bir gazetecilerin sorularını yanıtlayan Rusya Dış İşleri
Bakanı Sergey Lavrov kimsenin kendilerine Suriye’ye yönelik bir askeri
operasyon konusunda ikna edemeyeceğini söyledi, Suriye konusundaki
fikirlerinin Annan ile yapılan görüşmelerden farklı olmayacağını
belirtti.
Lavrov muhalefeti desteklemenin bir çıkmaz olduğunu
belirterek, “doğru olan savaşan iki tarafı durdurmaktır” dedi. “Batı
sadece Rusya’yı suçluyor ama ne yapacağını bilmiyor” diyen Lavrov,
Şam’daki saldırıyı kast ederek “Libya senaryolarını tekrarlamak
istiyorlar. Ama burada çok büyük çatışmalar meydana gelebilir” diye
uyardı.
Erdoğan'ın düşürülen uçak konusunda belge değil bilgi
paylaşımında bulunduğunu belirtti. Rusya’nın Sesi Radyosu üç önce
yayınladığı resmi olmayan bir bilgi ile Türk uçağı Rus yapımı Pantsir
(Zırh)-C1 füzesi tarafından düşürüldüğünü bildirmişti. AFP’ye bilgi
veren bir Rus yetkili ise Türk uçağının Suriye hava sahasını ihlal
ettiği için düşürüldüğünü söyledi.
Başbakan Erdoğan yurda
dönüşünün ardından yaptığı basın toplantısında Rusya'ya Esad'sız bir
yönetim modeli önerdiklerini, Rusya'nın bu konu üzerinde düşüneceğini
söyledi.
Erdoğan açıklamasında, "Cenevre süreci, Beşer'in
olmadığı bir geçiş hükümeti. İktidar da muhalefet de olmalı. Rusya buna
olumlu bakıyor. Bir tek Esed'in olmadığında ne olur? Konusunda
endişeleri var. Başka alternatifler ileri sürdük. Onlar da bu konu
üzerinde düşünecekleri noktasına vardı" değerlendirmesinde bulundu.
ANF
AKP
iktidarı boyunca çok sayıda reforma tanık olduk: Türk Ceza Yasası
reformu, hukuk reformu, medeni kanun reformu ve başkaları da
eklenebilir.
Açılım da bir çeşit reform hem de devrim özelliğindeki bir reform gibi sunulmamış mıydı?
Her
reformun yapıldığı alanla ilgili olarak belirlenen özgün özellikleri
üzerinde durmayarak genel olanı araştırırsak, AKP usulü reformların
ortak özelliğini görürüz:
Reformla bazı küçük iyileştirmeler yapılır ama genel olarak bakıldığında başlangıçta açıklanan amacın tersi gerçekleşir.
Reformun amacının demokratikleşme değil, AKP’nin politik çıkarlarına hizmet olduğu görülür.
Bu durumun ortaya çıkmasının nedeni biziz, AKP değil.
Biz reformu yanlış anlıyoruz.
Reformun mutlaka ileriye doğru bir gelişme olduğunu düşünüyoruz ve her defasında da yanıldığımızı görüyoruz.
Reform, mevcut durumun değişmesi demektir ve bu değişme mutlaka ileriye doğru olmayabilir.
AKP
reformlarında hem ileriye hem geriye doğru değişme vardır ve bu
konudaki tipik uygulama; reformun olumlu yanlarının olumsuz uygulamaları
örtmek için kullanılmasıdır.
Örnek olarak son “hukuk reformu”nu ele alalım:
AKP
reforma ön propagandayla başlar: Mahkemelerde bazı hukuksal
haksızlıklar vardır ve yapılan değişiklikle bu durum ortadan
kaldırılacaktır.
Hatta daha da ileriye gidilerek, yapılacak
reformla 12 Eylül mahkemelerinde ceza alanların cezalarının düşeceği ve
Avrupa ülkelerinde bulunan binlerce siyasiye dönüş yolunun açılacağı
bile söylenir.
Gel de umutlanma!
AKP’nin yetersiz bile olsa demokratik reformlar yaptığını düşünme!
Başka bir deyişle “yetmez ama evet” deme!
Yargı reformu gerçekleşir ve ne olur?
Ankara Bahçelievler’de 7 TİP’li genci öldüren katiller serbest kalır.
Adana
Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’u öldüren katil serbest kalır (Yurdakul
1980 öncesinde Adana’da MHP’lilere göz açtırmayan bir emniyet
müdürüydü).
Aldıkları cezalar nedeniyle Avrupa ülkelerinde bulunan MHP’liler dönüş için kuyruğa girer…
Katiller serbest kalırken hapishanede bulunan BDP’li milletvekillerinin tahliyesi reddedilir.
Leyla Zana’nın ceza davası ertelenir.
Az sayıda KCK tutuklusu –Avrupa ülkelerindeki değişik parti ve kurumların baskısının da etkisiyle- serbest bırakılır.
AKP’nin
son hukuk reformu MHP ile anlaşılarak ve esas olarak faşist katillerin
serbest bırakılmasını sağlamak için yapılmış, bunu perdelemek için de
aksi yönde bazı uygulamalara girilmiştir.
Bu tür reformlarda, yasa değişikliklerinde, yeni yasalarda “son dakika golü” atmak bu kesimin tipik özelliğidir.
Faşist katillerin serbest bırakılmasını sağlayan madde de TBMM’de son dakikada metne eklenmiştir.
Yabancısı olduğumuz bir yöntem değil…
Yaşı uygun olanlar hatırlayacaktır:
1974
yılında CHP-MSP koalisyon hükümeti vardı ve bu hükümet geniş bir
toplumsal talep haline gelen kapsamlı bir af yasası hazırladı. 141. ve
142. maddelerin yanı sıra 163. madde de af kapsamında olacak ve 12 Mart
1971 sonrasındaki mahkemelerde verilen cezalar önemli oranda
geçersizleşecek ya da büyük indirime gidilecekti.
Af yasası
oylanırken Erbakan’ın başkanı olduğu MSP’liler önce 163. maddenin
oylanmasını isterler. Öyle yapılır ve bu madde af kapsamına girer.
141
ve 142. maddelerin oylanmasında ise MSP’liler muhalefetteki AP’liler
ile birlikte ret oyu verirler ve bu maddeler af kapsamına girmez.
Bu durum daha sonra Anayasa Mahkemesi tarafından eşitliğe aykırı bulunarak iptal edilecektir.
AKP, Erbakan’ın MSP geleneğinden gelir.
Bunların özelliği budur. Yaptıkları hiçbir şeye, özellikle de ön propagandaya kesinlikle inanmamak gerekir.
Biz inandıkça, bunlar da yıllardan beri olduğu gibi aynısını yapacaklardır.
ANF
|
Predator-350 |
Türk ordusu, ABD’den, gerillaya karşı gerçek ve hızlı bilgi veren, bunula
birlikte radyo dalgalarını kontrol ederek telsiz dinlemeleri ve yer
tespiti yapabilen uçak kiraladı. Savunma Sanayi İcra Komitesi Türkiye
üretimi insansız hava aracı ANKA'ların silahlandırılması ve daha uzun
menzilli hale getirilmesi için girişim kararı aldı. Aynı komite uzun
menzilli füze alımı erteledi. Türkiye Kürtleri öncelikli tehdit olarak
tanımladığı için silahlanmada da stratejik hedef olarak Kürtleri
belirliyor.
Türkiye, ABD’nin vermek istemediği Predator tipi
insansız hava aracı için yeni bir formül buldu. ABD’den 5 insanlı keşif
aracı kiraladı. Bir süredir beklenen 3 Süper Cobra helikopterin satın
alınması için girişimlerde bulundu.
WASHİNGTON SORUMLULUK ÜSTLENMİYOR
Beyaz
Saray ise keşif uçaklarını Türkiye’ye vermek için Kongre’yi baypas eden
bir formül buldu. Bunun için satış ABD yönetiminin onayına gerek
kalmadan belirlenen özel bir şirket üzerinden gerçekleştirildi.
Türkiye Amerikan şirketinden insanlı keşif uçakları kiraladı. İşlem, hem
kiralama olması hem de söz konusu silahların stratejik bir önem
içermemesi nedeniyle de Washington ve Ankara arasında diplomatik bir
müzakere yürütülmeden halledildi.
ABD yetkilileri Ankara ile
anlaşma gereği, Türkiye’ye kiralanan insanlı keşif araçlarının tipini
açıklamıyor. Ancak bu uçakların 5 adet King Air 350 olduğu daha önce
bildirilmişti. Savunma Bakanlığı geçtiğimiz gün açıklamada, kiralanan 5
insanlı keşif uçağından birinin Türkiye’ye ulaştığını bildirmişti.
Diğerlerinin ise Ekim sonuna kadar gelmesi bekleniyor. King Air’ler
Heron’dan hızlı uçabilen ve silah taşıyan küçük uçaklar olarak
biliniyor. Ayrıca uçak aldığı istihbaratları daha hızlı ulaştırma
yeteneği taşıyor.
Konu hakkında bir haber yayınlayan Rus haber
ajansı İnterfax, bu keşif uçaklarının radyo dalgaları takip edebilme
yeteneğine sahip olduğunu yazdı. Türk ordusu bununla gerilla elindeki
telsiz konuşmalarını dinleme ve yerlerini tespit etmeyi hedefliyor.
SÜPER KOBRALAR İÇİN GİRİŞİMLER SÜRÜYOR
Türkiye,
satışı ABD Yönetimi tarafından 28 Ekim 2011’de kabul edilen ve
bildirimi Mayıs ayında yapılan üç Süper Cobra helikopter için de kabul
mektubu gönderdi. Helikopterlerin 111 milyon dolara mal olması
bekleniyor. Washington diğer silah sistemlerinde olduğu gibi süper
helikopterlerin Türkiye’ye satışında gönülsüz tavır sergiliyor. Ancak
Washginton’un bu tutumu fiyatları yükselme ve iç tepkileri azaltmaya
yönelik olduğu sanılıyor.
Kürtlere karşı kullanılan
silahların alımında acele eden silahlanmanın Savunma Sanayi İcra
Komitesi füze alımını ileri bir tarihe erteledi. Toplantıda bunun yerine
Türkiye üretimi olan insansız hava aracı ANKA'nın silahlandırılması ve
daha uzun menzilli hale getirilmesi için ise gerekli girişimlerin
başlatılması kararı verildi.
Savunma Sanayi İcra Komitesi
Başbakan Erdoğan başkanlığında toplandı Genelkurmay Başkanı, Milli
Savunma Bakanı ve diğer yetkililer katıldı.
ANF
Behdinan -
KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, Diyarbakır’da Valiliği’nin İstanbul
gazetecilerini toplayarak yıllardır devlet gözetiminde bulunan bir esrar
tarlasına hasadı kaldırıldıktan sonra yapılan medyatik baskına ilişkin
açıklamada bulundu. Uyuşturucunun PKK’ye mal edilmesine tepki gösterek
KCK, “gerçeğin tamamen çarpıtılması” diyerek, “Biz hareket olarak tüm
uyuşturucu maddelerin ekimine, imalatına, ticaretine ve kullanılmasına
karşı şiddetle mücadele yürütmekteyiz” dedi.
KCK şu
açıklamada bulundu: “Türkiye’nin ve Kürdistan’ın çeşitli yerlerinde
esrar, eroin gibi uyuşturucu maddelerin yapımında kullanılan ekimlerin
yapıldığı bilinmektedir. Biz hareket olarak tüm uyuşturucu maddelerin
ekimine, imalatına, ticaretine ve kullanılmasına karşı şiddetle karşı
mücadeleyi yürütmekteyiz. Buna rağmen dün Türk basınına da yansıyan
Diyarbakır’ın Lice ve Hani ilçelerinde Hint Keneviri ekimine karşı
yapılan bir operasyonda ele geçirilen ekimler hareketimize aitmiş gibi
yansıtılmıştır. Bu, gerçeğin tamamen çarpıtılmasıdır. Biz de söz konusu
alanda bu tür maddelerin ekimine karşı mücadele yürütmekteyiz. Yapılan
haber tamamen psikolojik savaş propagandası olup gerçeği
yansıtmamaktadır. Özellikle CNN Türk, vb basın yayın organlarının da,
Türk devletinin hareketimize karşı geliştirdiği psikolojik savaşın birer
organı gibi hareket ederek bu gerçek dışı haberi gündemleştirmelerini
kınıyoruz. Duyarlı tüm kamuoyu çevrelerini, hareketimizin bu tür işlerle
alakasının olmadığını, uyuşturucu maddelerin her çeşidine ve ekimine
karşı olduğumuzun bilinmesini istiyoruz.
ANF
HDK, Ekim-Kasım ayında kurmayı planladığı parti için tüzük ve program
taslaklarını hazırladı. Kurucular Kurulu'nun oluşturulması aşamasına
gelen HDK'nin partisi demokratik halk iktidarı için seçimlere müdahale
edecek.
Halkların Demokratik Kongresi (HDK), Ekim-Kasım ayında
kurmayı planladığı parti için çalışmalarını sürdürüyor. Kongre içinde
oluşturulan Parti Komisyonu, program ve tüzlük taslaklarını hazırladı.
Programın
temel fikri; demokratik halk iktidarını kurmak. Parti de, bunun için
seçimlere müdahale edecek bir araç olacak. Başka bir ifadeyle, HDK'nin
seçimlerdeki faaliyeti olacak. Parti programı "Esas olan HDK'dir.
Bağlayıcı tartışmalar HDK'de yapılacak" fikrinin altını çiziyor.
Tüzük
taslağı ise seçimlere katılma yeterliliğini kazanacak şekilde
hazırlandı. Amaç, 45 ilde partiyi örgütleyerek seçimlere katılmak.
KURUCULAR KURULU OLUŞTURULACAK
Program
ve tüzük taslaklarının hazırlanmasının ardından sıra Kurucular
Kurulu'na geldi. Kurul için, "HDK vizyonu ve misyonunu somutlayacak bir
liste" oluşturulması amaçlanıyor.
Parti kurulması çalışmaları
kapsamında yapılacak bir başka faaliyet ise, çeşitli sosyal kesimler ile
her ulusal ve inanç topluluğundan temsilciler ile görüşüp, partiye
katılmalarını istemek olacak. Bunun için oluşturulacak olan Diyalog
Komisyonu, gerekli görüşmeleri gerçekleştirecek.
PARTİ İÇİN NE KARARI ALINMIŞTI?
Geçtiğimiz
Mayıs ayında yapılan 1. Olağan Genel Kurulu'nda parti ile ilgili alınan
karar şöyleydi: "HDK, parti ile ilgili olarak şu kararı aldı:
"Halkların Demokratik Kongresi, bir mücadele ortaklığı ve AKP karşısında
ana muhalefet olma iddiasını gerçek kılmalı, bu iddiayı inşa etmek için
somut adımlar atmalıdır. HDK, Türkiye’deki düzene yönelik bütün
itirazları gerçek bir muhalefet zemininde birleştirmek, toplumsal
muhalefetin sesi ve kürsüsü olmak, bunu bir iktidar alternatifi olarak
güçlendirmek, özgür, demokratik ve eşitlikçi bir Türkiye’nin mümkün
olduğunu gösterebilmek durumundadır.
HDK, işçi ve emekçi
hareketinin, Kürt özgürlük hareketinin, baskı altındaki azınlıkların,
kadın kurtuluş hareketinin, insan hakları savunucularının, özgürlükçü
bir laikliği savunan inanç sahiplerinin, doğa ve çevre hakları için
mücadele eden ekoloji hareketinin, Alevi toplumunun muhalefetinin, küçük
üretici köylülerin ve tarım emekçilerinin, kent yoksulları
hareketlerinin, engellilerin yerel seçimlerde ve Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde, ardından da genel seçimlerde birlikte davranmasının
zeminini olgunlaştırmalıdır.
HDK, bu amaçla yerel seçimler
öncesinde, Kongre niteliğini ortadan kaldırmayacak, aksine daha da
güçlendirecek bir çalışma sürdürürken, Kongre bünyesinde yerel
seçimlere, Cumhurbaşkanlığı seçimine ve genel seçimlere müdahale edecek
bir partinin kurulması, Kongre dışında kalan güçleri de mücadele
ortaklığına ve seçim ittifakına çekilmesi adımlarını atmalıdır. Partinin
kurulması süreci bir takvime bağlanmalıdır.
PARTİ NASIL OLACAK?
HDK'nin
kuracağı parti, kongre içinde bir yapı olacak. Kongre'nin bütün
ilkelerini ve politik yaklaşımlarını benimseyecek. Yerel seçimlere,
genel seçimlere, Cumhurbaşkanlığı seçimine katılma sürecinde etkin
olacak. Kongre bileşenlerinin seçimlere birlikte ve ortak adaylarla
girebilmelerinin ve faaliyet sürdürebilmelerinin; ayrıca Kongre dışında
yer alan siyasal partiler ve oluşumlar dahil her türden örgütlenmenin de
bir seçim ittifakına katılabilmesinin bir aracı olacak.
ANF
1978’in ortaları idi. Urfa'da faşistlerle çıkan bir silahlı çatışmadan
sonra Ali Çiçek gözaltına alınmıştı. Adana Sıkıyönetim Askeri
Mahkemesi’ne sevk edilen Ali, tutuklanarak Adana Cezaevi'ne
gönderilmişti. Siyasi tutsaklar gardiyanlarla ilişkiye geçerek yeni
gelen tutsağın kendi koğuşlarına verilmesini istemişlerdi. Önce bu
istemi kabul etmeyen cezaevi idaresi istemeye istemeye Ali'yi, Kemal
Pir’in koğuşuna gönderdiler.
Ali’nin henüz çocuk yaşta olması
şaşırtmıştı. İlk kez bir çocuk hapse atılıyordu. Üzülmüşlerdi, bir
çocuğun tutuklanması ve işkenceden geçirilmesine…
Fuat Kav,
yayına hazırlamakta olduğu yeni kitabında henüz 16’sında cezaevine
giren Ali Çiçek’in, Kemal Pir’i cezaevinden nasıl kaçırdığını anlatıyor.
Sadece Urfa’da değil, Ali’nin Kemal Pir’le yolları farklı zamanlar ve
yerlerde kesişti.
Ali’nin cezaevindeki ilk sabahı biraz sıkıntılı
geçmişti. Sonraki günler için kara kara düşünmeye başlamıştı. Spor,
eğitim, araştırma vs… Bütün bunlar Ali’nin yabancı olduğu şeylerdi. O
yerinde durmayan bir eylemci idi.
Ali, cezaevinde ilk kez bu
kadar ‘her şeyi bilen’ bir devrimciyle karşılaşıyordu. İlk sabahın
eğitiminde Kemal’in farklı bir devrimci olduğunu anlamış ve ‘bir gün ben
de böyle olacağım’ demişti. Zaten Kemal’in verdiği eğitimden en fazla
etkilenen Ali olmuştu. Bir devrimcinin nasıl olması gerektiğini Ali,
Kemal’den öğrenmişti.
İyi ki cezaevine girmişim
Ali,
iki yıla yakın süre Kemal Pir’in verdiği eğitimden geçtikten sonra
tahliye olmuştu. Tahliyeden iki gün önce kendisi için düzenlenen 'moral
gecesi'nde yaptığı konuşmada şunları söyleyecekti. “İki gün sonra
tahliye olacağım. Çok az bir bilinç, yetersiz bir düşünce yoğunluğu,
zayıf ve yeterince sağlamlaşmamış bir kişilikle gelmiştim, ama şimdi
sağlam bir bilinç, derin bir düşünce ve sarsılmaz bir kişilik yapısıyla
tahliye oluyorum. Daha da önemlisi sağlam, sarsılmaz ve çelikten
bilenmiş bir iradeyle dışarıya çıkıyorum. Bir de Kemal abi gibi bir
insanı tanıma ve ondan bir devrimcinin nasıl olması gerektiğine dair
dersleri alma şansını yakalamış oldum.‘‘
Ali o konuşmasında,
‘‘Bir insanın 'iyi ki cezaevine girdim' demesi sanırım oldukça zordur,
ama ben tereddütsüz biçimde 'iyi ki girdim' diyorum. Çünkü çok daha
derin ve çok daha kararlı bir kişilik ve yürek gücüyle çıkıyorum. Kemal
abi'yi asla, ama asla mahcup etmeyeceğim‘‘ diyecekti.
Ali tahliye
olmuştu. Havalandırmada onu uğurlamak için tutsaklar sıraya geçmişti.
Kemal, sıranın başında bekliyordu. Ali, herkesle kucaklaşıp
vedalaştıktan sonra yanına gelmişti. Kemal, Ali'yi kucaklayıp
yanaklarından öptükten sonra; “emin ve kararlı adımlarla devrim yolunda
her türlü engeli aşacağına inancım tamdır. İradeni ve bilincini
bütünleştirerek hedefe doğru yürüme cesaretini gösterebilirsen o zaman
amacına ulaşabilirsin. Bunu unutma” dedi.
Ali, tahliye olduktan
hemen sonra Urfa’da çalışmalara başlamıştı. Kısa sürede bölgede bilinen
ve tanınan bir devrimci olmuştu. ‘İyi bir asker ve eylemci olmayı
düşünüyorum’ diyen Kemal’in seçmiş olduğu mesleği seçmemesi elbette ki
düşünülemezdi. İyi bir eylemci olmak için bıkıp usanmadan çalışmıştı
Ali.
Ali’ye gelen not
Ali‘nin hala Urfa’da olduğu
bir zamanda, birimler arasındaki ilişki kuran kurye Ali’ye bir not
ulaştırır. Notu yazan, PKK’nin Urfa İl Komitesi sekreteriydi. Notta,
“... Tarihinde, ... ... Saat arasında, cezaevinden firar edecek olan
Kemal Pir'i alıp cezaevinin hemen yanındaki mezarlıkta sizi bekleyecek
arabayla ‘Aligor’ istikametine doğru yola çıkacaksınız. Seninle birlikte
eyleme katılacak... Arkadaş nereye gideceğinizi size söyleyecektir. Ne
pahasına olursa olsun sıfır riskle Kemal arkadaşı gerekli yere
ulaştıracaksınız...” yazılı idi.
Ali, notu bir solukta
okuyarak,“Vay be, demek ki Kemal Pir'i kaçıracağım. Hocamı, eğitmenimi,
komutanımı ben kaçıracağım vay be…” dedi, heyecanla...
Mükemmel
bir planlama ile gerçekleşen bu firarı. Kemal ile Ali yıllar sonra
Diyarbakır cezaevinde hem de ölüm orucunun son günlerinde
tartışacaklardı…
Ölüm orucunda firar tartışması
Aradan
yıllar geçmişti. Bu kez Ali ile Kemal'in yolu Diyarbakır Cezaevi'nde
ölüm orucunda kesişmişti. Ali, Kemal'le eski anılarını tazelemek için
hep bir fırsat aramıştı. Sohbet etmek, eski günleri anmak istiyordu.
'Tam zamanı' dedi Ali. “Kemal abi, nasılsın, yorgun musun?” diye seslendi.
Fevzi'yle yapmış olduğu uzun sohbetin ardından oldukça yorgun olan Kemal, yarı uykulu yarı uyanık haliyle, “kim o?” diye sordu.
- “Benim Kemal abi. Ali, Ali Çiçek”…
-Ali arkadaş, sen misin?
-Evet, Kemal abi, benim, ben çağırdım.
-Evet, dinliyorum.
-Yorgun musun abi? Biraz sohbet etmek, daha iyi olur diye düşünüyordum da.
-Buyurun tabi, biraz yorgun olsam da, sorun değil. Zaten ben de sohbet etmek, hatta biraz da tartışmak istiyorum.
-Önce
nasıl olduğunuzu, sağlığınızın iyi olup olmadığını öğrenmek istiyorum.
Tabi ki ortamdaki konuşmaları, sizinle Hayri ve Karasu abi arasındaki
sohbetleri dinliyorum. Ama bizzat sizden öğrenmek istiyorum.
-Sohbeti
sağlığımla başlatsak ne sen ne de ben bir tat alabiliriz. Bu nedenle
'ne sen sordun o soruyu, ne de ben yanıt verdim' desek bence en
doğrusunu yapmış oluruz.
-O zaman sağlık konusunda ciddi bir problemle karşı karşıya olduğunuzu söyleyebilir miyim?
-Bak
Ali arkadaş, bunu geçelim. Ölüm orucundayız, ölüm yatağına girmiş
bulunuyoruz, ölümle dansa tutuşanlarız artık. Bu nedenle sağlık
sorunumuz yoktur, olamaz da.
-Tamam, abi, bunu geçiyorum.
-Tamam, geçelim.
-Şeyi soracaktım, hatırlıyor musun Adana Cezaevi’ndeki günlerimizi?
-Ne
demek! Tabi ki hatırlıyorum, hatırlamaz mıyım? Cezaevi olmasına rağmen
yoğun olduğumuz günlerdi. Onlarca arkadaş yetişti orada, birçok genç
militanlaştı, bugün mücadele saflarında en iyi kavga eden bu gençlerdi.
-Evet, öyle ağabey.
-O gençlerden birisi de sensin Ali. Hatırlıyorsun değil mi, eğitim süreçlerimizi?
-Hatırlamaz
mıyım? O eğitim devreleri bizi bu noktaya getirdi. Örneğin ben, tamam,
sürece profesyonel düzeyde katılmıştım, ama öylesineydi katılışım,
kendiliğindendi, bilinç ve ideoloji yönü son derece zayıftı. Esas olarak
ideolojik katılımı orada, bize verdiğiniz eğitim süreçlerinde yaptım.
-Diğer
arkadaşların çoğu da sanırım böyleydi. Çok dürüst, samimi ve kararlı
arkadaşlardı. Ama dediğin gibi bilinç ve ideolojik yön yetersizdi. Adana
cezaevinin bu boyutu tamamlama noktasında epey katkısı oldu. Yani
düşman bizi sözde gençlerden soyutlamıştı, ama yanımıza getirdikleri
gençleri soyutlayamadı bizden. Biz de öyle sıkı bir eğitimle katılım
sağlayan gençlerin teorik ve ideolojik seviyelerini geliştirdik.
Bilemiyorum biz mi karlı çıktık, yoksa bizi alıp zindana tıkatanlar mı?
Tabi ki tartışılır bir durumdur, ama orada yetişen onlarca gencin
olduğunu biliyorum.
-Yok, ağabey, tabi ki o zaman sizin gibi
arkadaşların içeride olması iyi değildi, biz yine bir şeyler yapıp
ideolojik ve teorik düzeyimizi yükseltmenin yolunu bulurduk. Ama sizin
gibi arkadaşların orada olması hareket açısından büyük kayıptı.
-Yok,
sanmıyorum. Her zaman ‘doğru’ gibi görünen şey doğru değildir. Bazen
‘doğru’ dediğimiz şey gerçekten de doğru değildir. Bazen de tersi durum
yaşanmaktadır. Yani yanlış gibi görünen şeyler doğru olabilmektedir.
Buna yanılsama denilir. Yanılsama son derece tehlikeli bir durumdur.
Doğruyu görüp görmeme, gerçekleri kavrayıp kavramama, var olanı olduğu
gibi algılama ile algılamama arasında gidip gelmeye direkt bağlantılı
olan yanılsamanın bir devrimci için çok daha tehlikeli olduğunu
vurgulamaya bile gerek yoktur.
-Doğru, öyle, ama bence sizin cezaevinde olmanız hareket için büyük bir kayıp, bu bir yanılsama olabilir mi?
-Olabilir
tabi. Yanılsama dediğiniz gerçeklerle yanlış olanı birbirine karıştırma
olayıdır. Burada önemli olan sonuçtur. Son tahlilde kazanılana, elde
edilene bakılır. Eğer son tahlilde kazanan, yani kârda olan bizsek zaten
sorun yoktur. Burada sadece sorun cezaevinde verdiğimiz bedeldir. Zaten
biz de bu bedeli vermeye hazır olduğumuzu söylediğimiz için, doğal
olarak o da sorun olmaktan çıkmaktadır.
-Anladım, doğru.
-Ondan
öte geçmişe ait en fazla anımsadığım ve adeta sürekli andığım olayların
başında gelen nedir biliyor musun Ali arkadaş? Urfa Cezaevi’ndeki firar
olayıdır. Orada seninle ikinci kez karşılaşmış oluyorduk. Ama doğruyu
söylemem gerekirse, firar ederken seni karşımda görünce hem çok
sevindim, hem de şaşırdım. “Vay be, bu bizim ufaklık Ali” demekten
kendimi alamadım.
-Öyle mi ağabey?
-Evet, doğru, “bu bizim ufaklık Ali” dedim.
-Belki de beni unutmuştunuz.
-Eee,
doğrusunu söylemek gerekirse unutmamıştım, ama böyle belleğimde çok
canlı bir siman da yoktu. Yani tamam, ‘Ali’ diye bir arkadaşımız vardı,
Cezaevinde eğitime alınmıştı, fakat aradan epey zaman geçtiği için ne
yaptığını ve nelerle uğraştığını pek fazla bilemiyordum. Ama elinde
silahla, cin gibi karşımda gördüğüm kişinin bir zamanlar eğitime katılan
ufaklık Ali olduğunu görünce, o zamanki genel duruşun hafızamda
belirgin biçimde canlanmış oldu.
-Bana “Kemal ağabey’in firar
eylemine katılacaksın” denildiğinde öylesine sevinmiştim ki, kelimelerle
anlatamam. Tabi ki ben sizi ne unutmuştum ne de belleğimdeki varlığınız
zayıflamıştı. Tam tersine ben devrimcileştikçe, faaliyetlere daha fazla
katılım sağladıkça sizi anma, anımsama artıyor, belleğimdeki yeriniz
daha fazla elle tutulur hale geliyordu.
-Mükemmel bir planlama
ile gerçekleşen bir firardı. Gerçekten de ustaca hazırlanmış bir
özgürlük eylemiydi. Tabi ki birçok şeyi bir araya getirerek
gerçekleştirdiğimiz bir firar olayıydı. Yarıaçık Cezaevi'ndeki
yurtseverlerin katkıları az değildi, onların da epey emeği ve katkısı
oldu. Hem iç gelişmeleri yönlendirip koordine ettiler, hem dışarıdaki
arkadaşlarla bilgi akışını sağladılar, hem de fiili firar eylemi
gerçekleştiği zaman gerekli yardımı sağladılar. Tabii ki dışarıya
çıktıktan sonraki planlama da mükemmeldi.
-Aslında bize fazla iş
düşmemişti. Her şeyi içeride halletmiştiniz. Bize düşen görev bir araba,
herhangi bir olumsuzluk durumunda can güvenliğinizi sağlamak ve sizi
sağlam bir biçimde gerekli yere ulaştırmaktı. Bunu yapmaya çalıştık.
Bence çıkışınız ilginçti Kemal ağabey.
-Nasıl ilginçti?
-Sizinle
birlikte en fazla üç kişi olacağınızı söylemişlerdi. Karşımda kalabalık
bir grubu görünce şaşırdım. Ama iyi ki planlamamız biraz
derli-topluydu. Yoksa sorun çıkabilirdi.
-Sizden, daha doğrusu
dışarıda çalışmaya dâhil olan arkadaşlardan korkuyordum. Açık
vermelerinden, sağlam çalışmayacaklarından çekiniyordum. Özellikle beni
almaya gelecekleri günden korkuyordum. Cezaevinin önünde panik, heyecan,
korku gibi nedenlerden dolayı açık verme ihtimalinin yüksek olduğunu
düşünüyordum. Ama korktuğum başıma gelmedi.
-Siz çıkmadan yarım
saat önce cezaevinin yarıaçık kapısının önünde beklemeye başlamıştım.
Aslında sabah erkenden oralardaydım. Cezaevinin hemen yanında Eyyüp
Peygamber Mezarlığı'nda biraz bekledikten sonra, hemen yan tarafında bir
camii vardı, bu camide de epey bekledikten sonra saat 12.00'ye on kala
cezaevinin yarıaçık kapısının önüne geldik. Beklerken büyük bir heyecan
içindeydim. Aslında sadece heyecan değil, her şeyi iç içe yaşıyordum.
Heyecan da sevinç de hüzün de korku da vardı ruhumun derinliklerinde.
Müthiş bir bekleyiş, bir dakika bana bir ay gibi uzun gelmişti. Zaten
fazla beklemeden hemen siz çıkıp geldiniz. Sizi görünce büyük bir sevinç
ve korku patlaması yaşamıştım. 'Evet, o anda, yani siz kapıdan dışarıya
ayağınızı attığınızda 'işte tarihin yazacağı an' diye düşünmekten
kendimi alamamıştım.
-Demek kalabalık halimizi görünce şaşırdınız, öyle mi?
-Evet, doğru. Çünkü bize 'en fazla üç' kişi demişlerdi.
-Aslında
arkadaşlar doğru söylemişlerdi. Yani normalde benimle birlikte üç kişi
gelecekti. Ancak son anda firardan haberi olanların tümü “biz de
geleceğiz” dediler. Ne kadar karşı çıksam da ikna edemedim. Daha fazla
ısrarın firar girişimini boşa çıkaracağını düşünerek, benimle birlikte
partiye gelmeleri şartıyla kabul etmek zorunda kaldım. Hepsi de şartımı
kabul ettiler, belki de o an kabul etmek zorunda kaldılar. Gerçi birkaç
kişinin dışında diğerleri benimle birlikte geldiler, sonradan
öğrendiğime göre onlardan ikisi şehit düşmüştü.
Kemal konuşurken
yorgun düşmüştü. Ali ile olan sohbetini yarıda bırakmak istemiyordu. Ama
uyku ve yorgunluğa dayanamayarak derin bir sessizliğe gömülmüştü….
Kemal Pir, 6 Eylül de, Ali Çiçek 17 Eylül‘de Diyarbakır Zindanı’nda yaşamını yitirdi.
ANF
Serinin "Savaşın ve Dinin Kökenleri" başlıklı bu bölümünde Neil
Faulkner, savaşın ve dinin çıkış noktasına ve kökenlerine eğiliyor.
Yarısı çocuklardan oluşan 34 insan 3 metre genişliğinde bir çukura
atılmıştı. Yetişkinlerden ikisi başlarından vurulmuştu. Aralarında
çocukların da olduğu diğer 20’si ölene kadar sopayla dövülmüştü.
Arkeologların, buranın bir katliam bölgesi olduğundan şüphesi yoktu.
Güneybatı Almanya’daki Talheim “ölüm çukuru” milattan önce 5000
yılındaki Erken Neolitik dünya hakkındaki ürkütücü bir gerçeği su yüzüne
çıkarmıştı. İnsanlar savaşı keşfetmişti.
Başlangıçta savaş yoktu. Eski Taş Çağı boyunca, 2.5 milyon yıl, küçük
hominid grupları, avcılık, toplayıcılık ve leş yiyicilik vasıtasıyla
yiyecek arayışıyla tabiatta gezdiler. Birbirleriyle karşılaşmaları
nadir, her türden çatışma ise daha da nadirdi.
Ancak sonra, sayılarının artmasıyla kaynaklara dair çekişmeler nadir
oldu. Mağara resimleri, avcıların oklarını sadece hayvanlara değil, ara
sıra birbirlerine de attıklarını gösterir.
Ancak bu gerçekten savaş değildi. Savaş; karşıt gruplar arasında geniş
çaplı, uzun süreli, örgütlü şiddettir. Buna dair milattan önce 7500
yılında başlayan Neolitik Devrim öncesinde iz yoktur.
Tarım, besin elde etmede avcılıktan çok daha etkili bir yol olduğundan
Yeni Taş Çağı’nda nüfus aşırı derecede arttı. Paleolitik fosillerin
sayısı yüzlerde iken, Neolitik iskeletlerin sayısı on binlercedir. Ama
tehlike bu noktadaydı.
Teknik ilkel, üretkenlik düşük, üretim fazlası küçüktü. İnsanlar sınıra
yakın yaşıyor, ekinlerin çürümesi, hayvan hastalığı ve anormal havalara
kurban gidiyordu. Kıtlık, açlık ve ölüm, Erken Neolitik’in çiftçi
topluluklarının yakasını bırakmıyordu.
Hep var olan bu tehlikelere, Erken Neolitik üretim biçiminin mutlak
sonucundan kaynaklanan iki “sistemik” problem eklendi: nüfus artışı ve
toprak yorgunluğu. Rakamlar büyümeyi sürdürdü, fakat toprak sınırlı bir
kaynaktı.
Topraktan cömertlik alındıkça ve yeri doldurulmadıkça, bakir doğadan
yeni alanlar koparılmak zorundaydı. Nüfus büyüdükçe mevcut köyler
herkesi besleyemedi ve öncü gruplar, yeni yerleşimler bulmak için
yönlerini değiştirdi. El değmemiş son bölgeler temizlenirken, müsrif
Erken Neolitik ekonomi sınırlarına erişti.
Toprak hırsı ve yiyecek hırsı, komşu grupları anlaşmazlığa
sürükleyebildi. İlk çiftçilerin kötü günlerde savunacakları müşterek
mülkiyetleri –araziler, hayvanlar, ambarlar, kalıcı evler- vardı.
Yoksulluk ve mülkiyetin, kıtlık ve ihtiyaç fazlasının bu bileşimi ilk
savaşların temel nedeniydi. Çok acıkanlar, komşularının tahıllarına ve
koyunlarına el koyarak bunları yiyebiliyordu. Talheim ölüm çukuru, bu
türden bir ilkel mücadeleye tanıklık ediyor görünüyor.
Ancak bir savaş yapmak istiyorsanız savaşçılara, müttefiklere ve savunma
ürünlerine ihtiyaç duyarsınız. Bunların daha çoğuna sahip olan gruplar,
daha azına sahip olanları yenecek. İhtiyaç fazlasıyla yatırım yapan
gruplar, yapmayanlara hükmedecek.
Arkeologlar şu anda milattan önce 3500 civarındaki on yılları
Britanya’daki ilk savaşların yılları olarak görüyorlar –adada Neolitik
Devrim’in başlamasından sadece birkaç asır sonra.
Doruklara muazzam “setli kamplar” inşa edilmişti. Wiltshire’daki
Windmill Tepesi, 15 futbol sahası büyüklüğündeydi ve eşmerkezli üç
tümsek ve hendek halkasıyla çevriliydi. Muhtemelen siyasi toplantılar,
dini törenler ve savunma için kullanıldı. Söz konusu alan yeni bir
düzeni simgeliyordu –uzak köylerden insanları tek bir kabile yönetiminde
birleştiren bir düzen.
Bununla beraber insanlar, anıtsal taş plakalardan ve toprak
yığınlarından oluşan müşterek mezarlara gömülüyordu. Wiltshire’daki West
Kennet “uzun höyüğü” 100 metre uzunluğunda ve 20 metre genişliğindeydi.
Etkilemek için inşa edilmiş, bölgesel hâkimiyet beyanıdır. Hâkimiyet
için mücadele edildiğini göstermesi için gerekendir.
Setli kamplar, ibadet alanlarıydı. Uzun höyükler, ataların
anıtmezarlarıydı. Erken Neolitik’in büyük devletleri, ortak inanç ve
ritüelle birbirine yapıştırılmıştı.
Büyü (istediğini şaklabanlıkla elde etme girişimi) ve din (istediğini
daha büyük bir güce yalvararak elde etme girişimi) uzun bir tarihe
sahipti.
Üst Paleolitik avcılar, mağaralarının karanlık derinliklerindeki duvarlarına av hayvanları çizmişlerdi.
Tarihöncesi akılda sembol, resmedilmiş şekil gerçekliği, gelecekteki avı büyü ile çağırırdı.
Büyü sadece resimle değil, dansla, müzikle, kişisel aksesuarla da gerçekleşirdi.
Koreografik hareket, ritmik gürültü ve giyinip kuşanmak, istek ve umutları şekillendirirdi.
Ritüellerle fiziksel olarak heyecan dolan avcılar, çok geçmeden yenilenen özgüvenle yiyecek arayışına yeniden başlardı.
İnsan topluluğu –topluluğun bağlılığı, üretkenliği ve varlığını sürdürmesi-, aynı zamanda bir tapınma meselesiydi.
“Totemizm”, büyü ve inancın tarihöncesi çağlara ait bir alaşımıdır:
insan topluluğunu bir hayvanla aynı kefeye koyar ve sonra hayvana,
topluluğun esenliğini korumasından dolayı saygı duyar.
Atalara tapınma da eşit derecede eski zamandan kalmadır: bu tapınma,
erkek akrabaları, yaşayan nesillerin üzerinde koruyucu bir şekilde
süzülen iyilikçi ruhlar olarak düşünür.
Ancak dört başı mamur din, tanrılara –güneş, ay, toprak ana- tapınmayı
içerir. Yabancılaşma -doğa üzerinde kontrol eksikliği- böylece en
gösterişli ifadesini kazanır.
İnsanlar, yapabildikleri hepsine yönelik yakarışlar (dualar) ve
rüşvetler (kurbanlar ve adaklar) yoluyla kontrol edemedikleri güçlerden
kendilerini korumaya çabalarlar.
Dinin arkaik biçimleri –totemizm, atalara tapınma, güneş, ay ve toprak
ana inançları- bir sonraki inançta geriye “fosilleşmiş” olarak kalır.
Bildiklerimizin çoğu bundan elde edilir. Vahşi doğanın Yunan tanrıçası
Artemis’e Antik Atina’da dişi ayı gibi giyinen bakirelerce dans edilerek
tapınılırmış.
Bir İtalyan taşra tanrısı olan Lupercus’a, Antik Roma’da bir mağarada
ziyafet çeken ve sonrasında kesilen keçilerin postlarını giyerek şehrin
etrafında koşuşturan soylularca tapınılırmış.
Erken Neolitik köyler, kabile devletleriyle birleştirilirken, yeni bir
önem kazandı. Arazi için rekabet ve savaş küçük toplulukları, güvenliği
daha büyük birimlerde aramaya zorladı. Totemlerin, ataların ve
tanrıların ortak tapınma, yeni toplumsal kimlikler yarattı. Ortak inanç
ve ritüeller, dayanışmayı besledi.
Ancak sonuçlar kanlı olabiliyor. Gloucestershire'da bulunan Crickley
Hill'deki Erken Neolitik setli kamplarına saldırıldı ve bunlar yakıldı.
Bölge civarında 400'den fazla taş ok ucu bulundu. Erken Neolitik uzun
höyüklerinde bulunan ölülerin çoğu, okla veya sopayla, kazmayla,
baltayla ya da taşla öldürülmüş.
Radyokarbon saptama (organik kalıntılarda Karbon-14 bozunumu üzerine
kurulu)ve "Bayesyen" istatistiğin bir bileşimi, bu olaylar için yeni
tarihler ortaya koydu. Setli kampların ve uzun höyüklerin inşası ile
kitlesel kıyımın meydana gelmesi genel olarak eşzamanlıydı. Milattan
önce 3700 ile 3400 yılları arasında Britanya'da bögesel hakimiyet,
kabile toplulukları, büyük ölçekli törenler ve savaş üzerinde
temellenmiş yeni bir düzen kuruldu.
Bu düzen, savaş ağaları ve önderlerden oluşan yeni bir toplumsal katmanı
güçlendirdi. Ve zaman içerisinde bunlardan yeni egemen sınıf
gelişecekti.
http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/5344-a-marxist-history-of-the-world-part-4-war-and-religion
adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Kaynak: http://gercegingunlugu.blogspot.fr/2012/07/marksizm-penceresinden-dunya-tarihi.html
Gerçeğin Günlüğü emekçilerine yazı için teşekkür ederiz...
Neil Faulkner serinin üçüncü bölümünde, tarımın ortaya çıkışının,
topraklardaki azalma ve kaynakların kıtlığıyla küresel savaşa zorlanacak
ilkel komünal topluma nasıl öncülük ettiğini ortaya koyuyor.
Son buzullaşmanın buzları, 20 bin yıl kadar önce erimeye başladı. Bundan
10 bin yıl önce, küresel sıcaklıkları bugünkülere yakın düzeyde
sabitlendi. 7 bin yıl önce, dünya bugünkü şeklini aldı.
Örneğin Avrupa, yükselen okyanus sularının kara köprülerini aşması ve
Baltık Denizi, Kuzey Denizi ve Karadeniz’i basmasıyla şekil aldı.
Sonuç, dünya halkları için yavaşça gelişen bir ekolojik kriz oldu.
Kuzey’de, büyük hayvanların gezindiği açık tundraların yerini sık
ormanlar aldı ve ava uygun yaban hayvanı miktarını yüzde 25 oranında
azaldı.
Orta ve Batı Asya’da kriz bundan daha ciddiydi: küresel ısınma, geniş
alanları çöle çevirdi. Buralarda yaşam, nemli yüksek bölgelere, nehir
vadilerine ve vahalara doğru çekildi. Bu ilk kez olmuyordu. 2.5 milyon
yıllık Buzul Çağı’nda buzullar birçok kez artmış ve azalmıştı.
Şimdiki fark, ısınan bir dünyaya uyum sağlamayla yüz yüze gelen
hominidlerin kimlikleriydi. Homo Sapiens’ler tüm dünyaya yerleşmiş,
diğer tüm hominidleri yok olmaya sürüklemişti.
Günümüzden 85 yıl önce ile 15 bin yıl önce arasında, ilk büyük
küreselleşmeyi gerçekleştirmişlerdi. Bunu beyin gücünün, sosyal
organizasyonun ve eşi benzeri görülmemiş kültürel yenilenme
kapasitesinin avantajıyla yapmışlardı. Bu nitelikleri şimdi küresel
ısınma sorununda kullanıyorlardı.
Kuzey’in ormanlık tabiatında, artık çoğu insan gıda maddelerinin bol ve
çeşitli olduğu nehirler, göller, deltalar, haliçler ve deniz kıyılarında
bulunuyordu. Yorkshire’daki Star Carr, milattan önce 7500 dolaylarında
her yıl bahar sonlarında ve yazın mevsimlik kamp olarak kullanılan bir
yerleşimdi.
“Mezolitik” (Orta Taş Çağı) insanı, taşı yaban öküzü, kanada geyiği,
alageyik, karaca, yaban domuzu ve bunun yanı sıra ağaç sansarı, kızıl
tilki ve kunduz gibi daha küçük hayvanları avlamada kullanıyordu.
Yöntem, sinsice yaklaşma ve yakın mesafeli pusuydu.
Alet takımları, kazıcılar, deliciler ve diğer taş edevatla birlikte
boynuzdan yapılmış dikenli mızraklar içeriyordu. Star Carr halkı bunu
çok kolay elde ediyordu. İncelikli avcılık ve toplayıcılık teknikleri,
onların yağışlı ve ormanlık arazide yeni besin kaynaklarını
kullanmalarını olanaklı kılıyordu.
Asya’nın kurak bölgelerinde, daha radikal şeyler gerekliydi: yiyecek
toplamanın değişik biçimleri değil, yiyecek üretimi. Avcıların,
kurbanlarıyla uzun süreden beri var olan simbiyotik bir ilişkileri
vardı. Ağaçsız alanlar yaratıyor, hareketlerini yönlendiriyor, yiyecek
temin ediyor, yırtıcı hayvanları savuşturuyor, genç olanları
öldürmüyorlardı. Verimli oyun avcıların menfaatineydi.
Avlanmadan hayvancılığa geçiş yavaş yavaş ve kusursuz olabilirdi.
Tohumdan yetişen bitkiler bir basit gözlem meselesiydi. İnsanın ekin
biçmek için tohum ekmesinin gerekmesi dev bir adım değildi. Ancak bir
tercih içeriyordu –ve bunun, ille de hoş karşılanmasına gerek yoktu.
Çiftçilik zor iştir: uzun, tekrarlanan yıpratıcı çalışma anlamına gelir
–toprağı temizlemek, çimleri yolma, toprağı çapalama, tohum serpme,
zararlı otları temizleme, zararlı böcekleri engelleme, araziyi sulama ve
suyunu boşaltma, ekin biçme.
Ve daima kuraklık, sel ve çürüme tehlikesi vardır. Ve sonra hepsi yeni
baştan. Yıldan yıla, yıldan yıla. Bu nedenle çiftçilik olumlu bir tercih
değildir. Avcılık ve balıkçılık, toplayıcılık ve leş yeme çok daha
kolaydır.
Kaynak azalması ve mali krizin temelini “Neolitik Devrim” oluşturur.
Günümüz Ürdün’ündeki Petra kenti yakınlarındaki El-Beidha, milattan önce
6500 yılında Neolitik (Yeni Taş Çağı) çiftçilerin yurduydu. Taştan,
keresteden ve çamurdan yapılmış müşterek “hol” evlerde yaşamışlar, un
yapmak için taş el değirmeninde tahıl öğütmüşler ve taş parçalarından ok
başlarının, bıçakların ve raspaların da olduğu çok sayıda ve çeşitli
aletler yapmışlar. Coğrafya ve iklim, farklı yerlerde farklı ekonomiler
meydana getirmek için insanoğlunun becerisiyle etkileşime girer.
Tarım, Batı ve Orta Asya’da kısmen gelişmişti, çünkü buralar daha
kuruydu ve besin kaynakları konusundaki sıkıntı daha büyüktü; ve bunun
nedeni bir ölçüde de en önemli türlerin yaban çeşitlerinin
ehlileştirmeye uygun olmasıydı –arpa ve buğday, inek, koyun, keçi ve
domuzlar. Ancak iklim değişikliği küreseldi ve tarım farklı zamanlarda
birbirinden oldukça farklı yerlerde icat edildi.
Örneğin Papua Yeni Gine dağlarında milattan önce 7000 yılında, şeker
kamışı, muz, kabuklu yemişler, taro, otlar, kökler ve yeşil sebzelere
dayalı bir Neolitik ekonomi gelişmişti. Bu, 1930’lara kadar esasen
değişmeden kaldı. Avrupalı ilk çiftçiler, milattan önce 7500-6500
yıllarında Ege Denizi’nden Doğu Yunanistan’a geçen Asyalı öncülerdir.
Beraberlerinde “Neolitik bohça”yı getirdiler –çapa ürünleri ve
evcilleştirilmiş hayvanlar; kalıcı yerleşimler ve kare evler; iplik
eğirme ve dokumacılık; çapalar, oraklar, cilalı baltalar; çanak çömlek
ve değirmen taşları; seramik “şişman kadın” heykelcikleri.
Bunların hepsi, ayırt edici “Asyalı” DNA’sına sahip insanların mezarları
yanındaki arkeolojik kayıtlarda pat diye bulunur. Tarım yavaş yayıldı.
Milattan önce 7500’den bu yana avcı-toplayıcılık, hayvancılık ve toprağı
işleme aynı anda var olmuştur. Birçok erken dönem Neolitik topluluğu,
bu üçünün hepsinin unsurlarının yer aldığı bir “karma ekonomi”
kullanmıştır.
Diğerleri tarıma tümüyle direndi. Tarımın Balkanlardan, Macar Ovası
üzerinden Kuzey ve Batı Avrupa’ya yayılması milattan önce 5600’den evvel
değildir.
Daha sonra yeniden duraksadı. Baltık Denizi’nin, Kuzey Denizi’nin,
Atlantik şeridinin ve Britanya adalarının avcıları bin yıl boyunca
direndiler. Sonra onlar da milattan önce 4300-3800 yıllarında Neolitik’e
geçtiler.
Yine Avustralya Aborijinleri veya Kalahari Buşmenleri gibi diğerleri,
yakın zamanlara kadar avcı-toplayıcı bir ekonomiyi muhafaza ettiler.
Tarım her zaman gönülsüz tercih olmuş olmalı. Buna rağmen bir kere
yerleşti mi geri dönüş olmamıştır.
Tarım, araziden yoğun olarak faydalanması nedeniyle avcı-toplayıcılığa
göre çok daha büyük nüfusları geçindirebilir. Çiftçiler çapalamayı ve
hasadı bıraktıklarında aç kaldılar. Bakir doğadan geçimini sağlayan çok
fazla çiftçi vardı.
İnsanlık, kendi başarısıyla yorgun düştü. Ancak en azından hiç sosyal
parazit yoktu: herkes çalıştı ve her şey paylaşıldı. Ne evler, ne de
mezarlar toplumsal eşitsizlik belirtisi göstermez.
Milattan önce 5000 yılında, Neolitik çiftçiler –arkeologlarca Linear
Band Keramik Kültür olarak bilinir- Avrupa’nın büyük kısmı boyunca
yerleşmişlerdi. İki veya üç düzine kereste “uzun ev”den oluşan köylerde
yaşıyorlardı. Bu evler 30-40 metre uzunluğunda ve 5 metre genişliğinde
olabiliyordu. Bu evleri inşa etmek, tamamen kolektif çaba
gerektirecekti. Her biri bir sülaleye kalacak yer sağlamış olmalı.
Dolayısıyla Erken Neolitik toplumunda ne sınıfsal ayrışmalar, ne de
çekirdek aile vardı.
Her ikisinde de “doğal” bir şey yok. Avcı toplayıcılar gibi, ilk
çiftçiler de Karl Marx ve Friedrich Engels’in “ilkel komünistler” olarak
adlandırdığı şeydi. Ancak bu kıtlık komünizmiydi. Erken dönem tarımı
müsrifti: toprak temizlendi, ekildi, yoruldu ve terk edildi. Toprağı
“yaşam dolu” tutmak için nadasa bırakma ve gübreleme henüz kural
değildi. Ve kitleler büyüyordu. Toprak tükeniyordu. Erken Neolitik
ekonominin bu ikilemleri yakın zamanda savaşa patlak verdirdi.
http://www.counterfire.org/index.php/articles/a-marxist-history-of-the-world/5343-a-marxist-history-of-the-world-part-3-the-neolithic-revolution
adresinden yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Kaynak: http://gercegingunlugu.blogspot.fr/2012/07/marksist-dunya-tarihi-bolum-3-neolitik.html
Gerçeğin Günlüğü emekçilerine yazı için teşekkür ederiz...