Adil Bayram
Türkiye ve Ortadoğu uzmanı Adil Bayram, AKP’nin Kürt sorununun
çözmeyeceği ve çözemeyeceği tespitinde bulunarak, “AKP, Kürt sorununu
iktidarını güçlendirmenin aracı yapıyor” dedi. Bayram, son haftalarda
Kürt sorunu etrafında yaşanan gelişmeleri değerlendirdi.
Türkiye
ve Ortadoğu uzmanı Adil Bayram, Frankfurt merkezli Yeni Özgür Politika
gazetesinin bugünkü sayısında yer alan köşe yazısında, AKP iktidarının
en “sıkışık ve zor anını” yaşadığını belirterek, bu dönemde ortaya atılan
“açılım” politikasını değerlendirdi.
Bayram’ın “Ayînesi iştir kişinin” başlıklı yazısı şöyle:
Bir
süreden beri AKP’nin yoğun bir arayış içinde olduğu görülüyor. Fakat bu
arayışın başta Kürt sorunu olmak üzere ülkemizin temel sorunlarını
çözmek için mi, yoksa oyalama yapıp zaman kazanarak iktidarını
güçlendirmek için mi olduğu pek belli değil. Burası tartışmalı.
Kış
boyunca Kürt direnişini kıramaması ve ezememesi, yine kısmen oluşmuş
demokratik birliği dağıtamaması AKP’yi bu duruma getirdi. Baharın ve
yazın gelişi AKP’lilere kabuslar yaşatmaya başladı. Buna bir de
Suriye’de ABD’nin krizi sürece yayma politikası eklenince AKP iktidarı
tarihinin en sıkışık ve zor anını yaşar hale geldi.
ERDOĞAN ÇİFT TARAFLI ATEŞKES ÇAĞRISI YAPTI
“Denize
düşenin yılana sarılması” misali, AKP iktidarı da mevcut krizi
aşabilmek için şimdi önüne gelen herkese tutunmaya çalışıyor. Bu
politikasını sıfırı tüketmiş bazı sözde Kürt politikacılarını ülkeye
getirmekle başlattı, şimdi Amerika’daki Fethullah Gülen’i Türkiye’ye
çağırarak devam ettirmek istiyor. Bunlarla Kürt direnişinin ve demokrasi
hareketinin kitle tabanını zayıflatıp parçalanma yaratmayı ve kendine
muhalif İslamî kesimleri zayıflatmayı hedefliyor.
Diğer yandan
BDP’yi, KDP’yi ve bazı gazetecileri araya koyarak PKK’yi aktif silahlı
direnişten vazgeçirmek istedi, şimdi bu politikayı “CHP projesi”ne
sarılarak yürütmeye çalışıyor. Bu kapsamda KDP yöneticileriyle yaptığı
görüşmeler ardından “Silahlar susarsa operasyonlar durur” diyerek çift
yanlı ateşkes çağrısı yaptı. Şimdi de benzer çağrılar yapılıyor, “Kürtçe
seçmeli ders”ten söz ediliyor.
ARABULUCULUK GİRİŞİMLERİ ETKİSİZ KALIYOR
Bütün
bunlara PKK cephesinden “PKK Lideri’nin sağlığı, güvenliği ve özgürlüğü
sağlanmalı ve protokoller temelinde müzakere yapılmalı” biçiminde çok
net bir yanıt geliyor. Öyle anlaşılıyor ki, AKP bunları kabul etmeye
hazır değil. O, daha çok oyalama, zaman kazanma ve iktidarını
güçlendirme peşinde.
Bunun sonunda da arabuluculuk girişimleri
etkisiz kalıyor. “Siyasetle müzakere” denerek adres gösterilen BDP ile
şimdi neredeyse ipler tümden kopmuş durumda. KDP ile yapılan
görüşmelerin ekonomik sonuçlarının ötesinde bir siyasal ve askeri sonucu
olmadı. Avni Özgürel gibi bazı gazetecilerin gözlem ve düşüncelerini
açıklamasına bile izin verilmedi. Bu girişimlerin boşa çıkması ardından
şimdi “CHP Projesi” ve “Leyla Zana’nın sözleri” tartışılıyor. Dikkat
edilirse CHP projesine CHP’lilerden çok AKP yöneticileri sahip çıkıyor.
Ama içini boşaltarak. CHP’yi bu biçimde Kürtlere karşı yürüttüğü özel
savaşın yedeği haline getirerek.
ZANA’NIN AÇIKLAMALARINA EN ÇOK AKP’LİLER SAHİP ÇIKIYOR
Yine
Leyla Zana’nın açıklamalarına da en çok AKP’liler sahip çıkıyor. Leyla
Zana’nın “Kürt sorununu Tayyip Erdoğan çözer” biçimindeki sözleri
AKP’lileri çok rahatlatmış görünüyor. Bütün bunların sonucu da basına
“Silahı bırak, ev hapsini tartışalım” biçiminde yansıyor. Yani bunların
hepsi AKP’nin bahardan beri sürdürdüğü arayış politikası içinde anlam
buluyor.
BDP, KDP ve Avni Özgürel ardından CHP ve Leyla Zana da
arabuluculuk kervanına katılmış oluyor. Bu kesimler kendi içlerinde
tutarlı olabilirler, Kürt sorununun barışçıl-siyasal yöntemlerle
çözülmesini isteyebilirler. Buna bir şey demiyoruz. Fakat mevcut
arabuluculaştırma durumunun AKP arayışı temelinde gündeme geldiği de bir
gerçek. Öncelikle herkesin bunu görmesi gerekir.
AKP NE YAPMAK İSTİYOR?
Peki
bu arayışın içeriği ne? AKP gerçekten sorunları çözmek mi istiyor,
yoksa oyalayarak iktidarını güçlendirmek mi? İşte sorunun püf noktası
burası.
Bu konuda BDP yöneticileri “AKP’nin oylama içinde
olduğunu, AKP’nin çözüm istediğine dair inançlarının kalmadığını”
açıkladılar. CHP yönetimi MHP’yi etkilemeye çalışıyor. Leyla Zana ise
“Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununu çözeceğine inandığını” belirtiyor.
Beşir Atalay ve benzerleri “Kapsamlı görüşmeler yaptıklarını“ ifade
ederek neredeyse çözümün eşiğinde oldukları imajı veriyorlar. PKK
yönetiminden ise, “Kendilerinin bu tartışmaların dışında oldukları ve
herhangi bir görüşmenin yapılmadığı” açıklaması geliyor.
TOPLUMUN KAFASI KARIŞTIRILMAK İSTENİYOR
Mevcut
haliyle insanların kafası karışık. Topluma çok karşıt hususlar aynı
anda ve gerçekmiş gibi veriliyor. Belli ki ortada ciddi bir psikolojik
savaş var. Toplumun kafası karıştırılmak, bilinci çarpıtılmak, yersiz
beklenti içine sokulmak isteniyor. Öncelikle bu gerçeği iyi görelim, söz
ve davranışlarımızı buna göre oluşturalım. Yoksa mevcut psikolojik
savaşın bir parçası haline geliriz.
Bu konuda özellikle Kürtler
ve demokratik güçler dikkatli olmalı. Çünkü bu kesimler direnmek ve
demokratikleşmeyi geliştirmek zorunda. PKK açıklamaları dikkate
alınırsa, Koordinatör Bakan Beşir Atalay’ın söylediklerinin gerçekle
hiçbir bağı yok. Bu sözler sadece Kürtleri yanıltıp beklenti içine
sokarak mücadeleden uzak tutmayı hedefleyen psikolojik savaşın bir
parçası oluyor. Öncelikle bunu görmek ve psikolojik savaşın etkisine
girmemek lazım.
SEÇMELİ DERSİ NASIL YORUMLAMALI?
İkinci
olarak ise, “Kürtçe seçmeli ders” açılımını doğru yorumlamak lazım. Bir
toplumun anadilinde eğitim yapmasını “Seçmeli ders” kapsamında ele
almak, o topluma açıkça hakaret etmektir. Bu durum, kültürel soykırımın
bir parçası ve açık göstergesidir. AKP böyle yapmak yerine, Bülent
Arınç’ın ağzıyla “Kürtçe medeniyet dili değil” derken kendi çizgisinde
daha tutarlıydı. Şimdi takke düşmüş, kel iyice görülmüştür. Madem Kürtçe
bir dil, anadil, bu dilde eğitim yapılabilir; o halde niye Kürtler
kendi anadilleri olan Kürtçe ile eğitim yapmıyorlar da, Kürtçe’yi
“Seçmeli ders” olarak okuyorlar? Bu tutum sömürgeciliğin ve kültürel
soykırımın itirafı oluyor.
ZANA’NIN SÖZLERİ…
Üçüncü
olaraksa Leyla Zana’nın sözlerine ilişkin birkaç şey belirtelim. Elbette
yapılan açıklamanın hepsini yanlış bulmuyoruz. “Tayyip Erdoğan’ın Kürt
sorununu çözeceğine inanıyorum” sözündeki ''çözüme teşvik ediciliği'' de anlıyoruz.
Fakat bu sözler söylendiği şu zaman diliminde çözüme mi, yoksa
psikolojik savaşa mı hizmet ediyor; bunun da iyi ölçülmesi gerekiyor.
Tayyip
Erdoğan sıradan birisi değil, başbakan. Muhalefette değil, iktidarda.
Yeni iktidar olmamış, on yıldır başbakanlık yapıyor. O halde Kürt
sorununu çözecekse çözsün! Zaten görevi bu. Niye on yıldır çözmüyor? Kim
engelliyor kendisini?
Ama dikkat edilirse çözmüyor. Kürt
sorununu çözmek yerine, kendi iktidarını güçlendirmenin aracı yapıyor.
Çözemiyorsa nedenini açıklasın! Ama açıklamıyor. Engel olan varsa onları
belirtsin! Ama belirtmiyor. O halde hala nasıl inanacağız Başbakan
Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununu çözeceğine? Ayînesi iştir kişinin lafa
bakılmaz!
ERDOĞAN’IN 10 YILDA YAPTIĞI ÜÇ İŞ!
Başbakan
Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununda on yıldır yaptığı işlere bakalım.
Olumlu yöndekiler:
1- Çözecek beklentisi yaratmak.
2- Kürt kökenli
demek.
3- TRT-6’da Kürtçe AKP propagandası yapmak.
Hepsi bu kadardır.
Dikkat edilirse, bunların hepsi de Kürt toplumunu aldatarak desteğini
almaya dönüktür. AKP “Kürt” diyerek kültürel soykırımı yürütmektedir.
Tabi
bunlar yanında bir de olumsuz yöndekiler var:
Kürtlerin haklarını
savunan kaç parti AKP iktidarı döneminde kapatıldı?
Kaç Kürt aydın ve
siyasetçisi hapiste?
Kaç belediye başkanı ve milletvekili hapiste?
Kaç
Kürt çocuğu “Taş attı” diye hapiste?
Kaç insan polis terörüne maruz
kaldı?
Kaç kişi gözaltına alınıp soruşturuldu?
Leyla Zana’ya on küsur
yıllık yeni ceza hangi suçtan dolayı verildi?
Bu tür sorular
çoğaltılabilir. Sadece 14 Nisan 2009’dan bu yana Kürt demokratik
siyasetine dönük yürütülen operasyonlar bile AKP’nin Kürt sorununu
çözmek istemediğini görmeye ve anlamaya yeter. Kürt siyaseti olmazsa,
Kürt toplumunun siyasi iradesine izin verilmezse, o zaman Kürt sorununun
siyasi çözümü kiminle olacak?
AKP KÜRT SORUNUNU ÇÖZMEZ VE ÇÖZEMEZ
Demek
ki AKP Kürt sorununu çözmüyor. Çözmez ve çözemez. Kürt sorununu
iktidarını güçlendirmenin aracı yapıyor. Onun için oyalama ve oy kazanma
politikası yürütüyor. Şimdi bölgesel gelişmelerden ve Kürt direnişinin
gelişiminden dolayı sıkışmış, bu sıkışıklığı aşabilmek için çeşitli
çareler arıyor. Arayışçılığı ve yeni bazı sözleri bu çerçevededir.
Elbette
AKP yönetimi arayış içinde olabilir. Fakat Kürt siyasetçiler AKP’nin
mevcut sıkışıklıktan çıkış arayışının aracı olmamalıdır. Bu onların ne
işidir ne de görevi. Tersine kendi işleri olan Kürt sorununun çözümü ve
demokratikleşme üzerinde yoğunlaşmalı ve çözüm mücadelesini
geliştirmelidirler.
“Kazanımlar nasıl korunur?” Bütün başarılı demokratik mücadelelerden
sonra elde edilen kazanımlar gün gelip tehdit altına girdiği zaman işte
sorulması gereken en temel soru budur! “Tehlike altındaki kazanımlar
nasıl korunur?”
Bu soruya tarihte neredeyse kural olarak üç farklı yanıt verilmiştir:
Birincisi
kazanımları korumak adına, daha öte kazanımlar için mücadeleye son
vermek; yani teslimiyetçi uzlaşmadır. Burada esas olan “kazanımları
yeterli görmek”tir.
İkincisi, elde edilen kazanımları “küçümsemek” ve onları “korumak için gerekli uzlaşmaları reddetmektir.”
Üçüncüsü
ise, “devrimci uzlaşma”, yani elde edilen kazanımları koruyarak, daha
ileri kazanımlar elde etmek için “soluk almak”tır.
İlk iki yanıt,
yani kazanımlarla “yetinmek” ve kazanımları “küçümsemek”, demokrasi
mücadelesi tarihinde trajik yenilgilere yol açmıştır. Biri
“teslimiyetçi”, diğeri “maceracı” bu iki yanıtın biricik doğru
alternatifi ise “daha ileri kazanımlar için elde edilen kazanımları
savunmak” ve bu amaçla “devrimci uzlaşmalar”ı kabul etmektir.
Bugünün
dünyasında Kürt halkının bütün parçalarda, birbirinden çok farklı
derinlik ve kapsamda da olsa elde ettiği kazanımlar tehlikededir.
İran’da ateşkes her an bozulabilir. Batı Kürdistan, her an bir Türk
“istilası“ ile yüz yüze gelebilir. Türkiye’de elde edilen parlamenter ve
yerel bütün kazanımlar yok edilme tehdidi altındadır. Güney Kürdistan
Federe bölgesi ise bir mezhep savaşıyla kaosa sürüklenebilir.
Kazanımlar büyüktür ve kazanımların karşı karşıya olduğu tehlikeler de büyüktür.
Bu durumda ne yapmak gerekir?
Bu durumda “kazanımları savunmak” gerekir.
Nasıl?
Böylece yazının ilk bölümüne dönmüş oluyoruz.
Şu
anda diğer parçalara göre Güney Kürdistan, halkın örgütlülüğü ve
politik bilinci bakımından değil de, elde edilen siyasi, toplumsal ve
ekonomik kazanımlar bakımından en “ileri” durumdadır. Burada yaşayan
halk kendi kendisini yönetmeye değilse de, kendi kendini yönetme
imkanına çok yakınlaşmıştır. Ve şimdi bu kazanım tehdit altındadır.
Eğer
Güney Kürtleri, elde ettikleri kazanımları “tek parçada özgürlük”
siyasetiyle korumaya kalkacak olurlarsa, bu tarihin defalarca
kanıtladığı gibi, felaketle sonuçlanacaktır. “Öteki parçaları feda
ederek eldekini kurtarma” anlayışı, yüzyıllık Kürt tarihindeki büyük
yanlışı tekrarlamaktan öte gitmeyecektir. Kürt halkı ilk defa bütün
parçalarda aynı anda özgürlük imkanına kavuşmuşken, “tek parçada
özgürlük” yalnız büyük bir gerilemeye değil, aynı zamanda büyük bir
yenilgiye de yol açar.
Neden? Çünkü Kürtlerin yaşadığı bütün
devletler dünya çapındaki büyük kapitalist çıkarların düğüm noktasındaki
devletlerdir. Bu devletlerin arasında ölümüne bir rekabet var ve bu
önümüzdeki dönemde çok daha yoğunlaşacak. “Tek parçada özgür” olan bir
Kürdistan, İran ve Türk bölgesel emperyalist rekabetinin orta yerinde
ilk büyük savaşla birlikte her şeyini kaybeder. PKK önderi Öcalan’ın
programı, “bütün parçalarda ve diğer halklarla birlikte özgürlük”
programıdır ki, Ortadoğu’da demokrasi ve barış için biricik çözüm de bu
programın yaşama geçmesine bağlıdır. Bu bölgede ve üstelik “tek parçada
özgür ulus devlet” programı Kürt halkını bölge pazarlarını paylaşmak
isteyen güçlerin önünde kurbanlık koyun haline getirmek demektir.
Hiç
kimse Güney’in, kendi kazanımlarını korumak için “uzlaşmalara”
gitmesine elbette itiraz edemez. Aynı şekilde Kürt özgürlük hareketinin
de kendi mevzilerini korumak için değişik güçlerle uzlaşmalar yapması
meşrudur. Bu Suriye ve İran’daki parçalar için de geçerlidir.
Hatta
taktik planda yani geçici olarak, bütün bu parçalardaki hareketlerin
birbiriyle “çelişir” gibi gözüken farklı “uzlaşmalara” gitmesi de söz
konusu olabilir. Örneğin KÖH İran’la bir “ateşkes” ilan ederken, bir tür
“uzlaşma” yapmış olur; diğer yandan Güney yönetimi Türkiye’yle
Irak’taki Şii-Arap tehdidine karşı bir “uzlaşma” arayışına girebilir.
Batı Kürdistan güçleri, geçici olarak mevcut Esad rejimiyle Sünni Arap
güçleri arasında “aktif tarafsızlık” konumunu savunabilir. Bunlar, her
bir parçadaki “eşitsiz” gelişmelerin kaçınılmaz sonuçları olabilir.
Ama
burada “taktik” durumları “stratejik düzeye yükseltme tehlikesi”
yenilgiye yol açar. Bütün bu farklılıkları, tek bir stratejik hedefe
bağlamak biricik ilkesel yaklaşımdır. Kürt özgürlük hareketinin en büyük
özelliği, işte hem bu farkları görmesi, hem de bunları tek bir
mücadelede uyumlu bir bütünlük haline getirmesidir. Bu çizgi, yukarıda
sözünü ettiğimiz “bütün parçalarda, diğer halklarla birlikte özgürce
yaşama” programının somut uygulamasıdır.
Örneğin birisi çıkıp da,
“Güneydeki kazanımları korumak için PKK, AKP hükümetiyle belli bir
uzlaşmaya gitmeli” dese, hiç kimse buna itiraz bile etmez. Zaten PKK,
son Avni Özgürel röportajının da gösterdiği gibi “Oslo uzlaşması”nın
esaslarına bağlılığını açıklamaktadır. Ama biri çıkıp da, bu uzlaşmayı
“Güney için Kuzey’i feda etme”ye vardırırsa, bilin ki, biz “eski”
sosyalistler, bunu “bizim hatamızın” tekrarı olarak yorumlarız.
“Sovyetleri korumak için ‘parçalardaki’ devrimi feda” stratejisi nükleer
dev Sovyetleri kurtarmadı; peşmergeye dayanan Güney’i hiç kurtarmaz…
VEYSİ SARISÖZEN
Politika sanatının, biraz da, "yokluğunda, umudu da yaratma” sanatı
olarak tanımlanması boşa değildir. Elbette politikayı, "toplumsal
süreçlerin akışına müdahale ederek şu veya bu alanda iradi bir değişimi
gerçekleştirme eylemi” tanımı kapsamında ele alıyorsak, bu değişimi
gerçekleştirecek gücü yaratabilmek için, değişimin olanaklarının
varlığına kitlelerin inandırılması, kitlelerin düşüncelerinin bu
doğrultuda değiştirilmesi de gerekir. İşte propagandanın görevi de bu
alanda ortaya çıkar.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin eylemini konuşturarak
gerçekleştirdiği propaganda sömürgeciliğin güçsüzlüğünü deşifre
ederken, devletin sürdürdüğü özel bir propaganda sistemi olan
"psikolojik savaş” ise, "karşı güçlerin çözüldüğünü, her gün tükenmekte
olduğunu, kendi iç ilişkilerinde çatışmalar yaşadığını” falan anlatmayı
sürekli bir çaba haline getirerek sürdürür çökertmeye yönelik propaganda
çalışmasını.
Son yıllardaki gelişim yakından izlenirse, devletin
Kürt halkına yönelik sürdürdüğü savaşın eylemde oyalama yöntemlerine
yönelirken, çabasının ağırlığını giderek daha fazla psikolojik savaş
alanına kaydırdığı görülür. Gerilla karşısında sürdürdüğü silahlı
mücadelede bir türlü başarılı olamayan Türkiye Cumhuriyeti devleti, önce
toplumun haber alma kaynaklarını bütünüyle susturup toplumu yaşanan
gerçeğin dışında tutmaya çalışırken, yanı sıra propaganda yöntemi başta
olmak üzere psikolojik savaş yöntemini bütün araçlarıyla devreye soktu.
"Kürtleri ben temsil ediyorum” iddiasının topluma kabul ettirilebilmesi
için bir yandan AKP’ye biat etmiş birileri bulunup piyasaya sürülürken,
öte yandan son kullanım tarihleri otuz yıl önce bitmiş birilerini bulup
bulup basına ya da ekranlara taşıyarak Kürt Özgürlük Hareketini
karalayan bir gündem yaratmaya çalışılmaktadır.
Leyla Zana’nın
söylediği sözler, politikada hiçbir ahlaki değere tutunmayan iktidar
kanadında böylesi umutların doğmasına neden olmuş olabilir. Ama onun
söylediklerini yorumlamakla kalmayıp, AKP’ye ve sömürgeci devlet
iktidarına yamamaya yeltenenlerin erken umutlandıklarını düşünüyorum.
Zira hem Zana’nın kendi saygın kişiliği, çizgisi, geleneği, kültürü,
tarihi ve ahlakı iktidar yalakalığına soyunmayı aşağılık bir değer
olarak kabul eder, hem de AKP’lilerin yorumladığı türden biçimlenen bir
düşünceyi adı Zana ya da başka bir şey de olsa, Kürt Özgürlük Hareketi
bütünüyle reddeder.
Herkes bilir ki, Kürt halkının özgürlük savaşı
hiçbir dönemde sömürgeci bir devletin yöneticilerinin inayetlerinin
sonucunda yürümemiş, Agitlerin, Pirlerin, Zilanların, Zanaların,
Anterlerin, Orhan Doğanların, Semaların sürdürdükleri mücadeleyle
kendini var edebilmiştir.
***
Şöyle yorumlayarak, Zana’nın
söylediklerine ben de imzamı atarım elbette. "Silahlar susmalı ve artık
hiç kimse bu savaşta ölmemelidir. Devlet ve elbette sorumluluk üstlenmiş
her kurum barış için elini taşın altına sokmalı, sorumluluk
üstlenmelidir. Barış için doğru bir öneri kimden gelirse gelsin,
desteklemeye hazırız. AKP ve onun lideri Erdoğan aslında bir takım
adımları atabilme gücüne sahiptir ve bu adımları atmalıdır…”
İtirazım yok. Bunlar gerçekleştirilmelidir.
Leyla Zana’nın umutlarının gerçek olması için, sadece elimi değil bütün bedenimi taşın altına koymaya hazırım.
Hazırım ammaaa…
Denenmiş
üzerinden söyleyecek olursak, AKP lideri Erdoğan’ın uzun süredir
sürdürdüğü savaş politikalarını, bıraktığı derin izlerle birlikte
izledik, yakın tanığıyız, mağduruyuz. AKP’den ya da başka bir partiden
"barış için” somut adımlar istemek başka bir şeydir, bu umuda bağlanmaya
neden olabilecek söylem ya da düşünceler bambaşka bir şey.
Ben
AKP’nin, özellikle de Tayyip Erdoğan’ın barışı gerçekleştirmek gibi bir
düşüncesi olduğunu sanmıyorum. Bunu hissetmedim, bu duyguyu almadım.
Varlığını ve yaşamını çatışmaya borçlu olan bir politikanın barış
haykırışlarının hem yerel hem bölgesel örneklerini "Kürt açılımı”
müjdesiyle başlayıp önce cezaevlerini çocuklarla doldurup KCK ile
Türkiye’yi toplama kampına benzeten bir iktidardan söz ediyoruz.
"Komşularla
sıfır sorun” politikasıyla başlayıp, Libya’ya asker çıkaran, Irak’ı
tehdit eden, İran için füze kalkanı uşağı olan, Mısır’da Hizbullahı
destekleyen, Suriye’de bir savaş çıkarmak için her türlü provokasyonu
örgütleyen bir başbakandan söz ediyoruz. "Güney Kürdistan” adını duyunca
fütuhatçı damarları kabaran, Turancı bir idealin yeni versiyon Kemalist
liderliğinden söz ediyoruz. Yeni Osmanlıcılık adıyla sergilenen
emperyal bölgesel egemenlik umutlarının cisme dönüşmüş kişiliğinden söz
ediyoruz. Ahlakı olmayan, vicdanı olmayan, politikada ilkesi olmayan bir
sahte dinciden, bir gerçek ırkçıdan söz ediyoruz. Başta Zana olmak
üzere hiç bir Kürdün güvenmeyeceği, uluslar arası şer ittifakının bir
temsilcisinden söz ediyoruz.
Kesinlikle inanıyorum ki, bu mücadele
bugüne kadar olduğu gibi, Türk devletinin verecekleri üzerinden değil,
Kürt halkının kazanacakları üzerinden programlaştırıldığı takdirde
zafere ulaşacaktır.
XWE METİN AYÇİÇEK
aycicek@gmx.net