Keşke
bu mektubuma ‘Nasılsın, iyi misin? İyi olmanı Cenabı-ı Allah’tan niyaz
eder; her iki gözlerinden hasretle öperim’ diyerek başlayabilseydim.
Keşke eski ve ciddi bir tanışıklığımız olsaydı da hakkımda bildiğin veya
bir şekilde elde ettiğin doğru düzgün bilgiler çerçevesinde seviyeli
eleştirilerine aynı şekilde yine seviyeli bir üslupla cevap
verebilseydim. Keşke bir çuval dolusu (bavul diyenler de var) Ergenekon
belgesini elde ettiğin gibi, hakkımda ‘düm-düz’ gitmeden önce en azından
google da ‘Altan Tan’ yazıp bir kez tuşa bassaydın. 53 yıllık ömrümde
büyük bir çoğunluğu beni çocukluğumdan ve ilk gençlik yıllarımdan beri
tanıyan AliBulaç, Hüseyin Gülerce, Ömer Vehbi Hatipoğlu,
Ahmet Taşgetiren, CevatÖzkaya, Melih Gökçek, İhsan Süreyya Sırma,
Mehmet Altan, OsmanTunç, Mehmet Emin Dindar,
Galip Ensarioğlu,Haşim Haşimi, HarunTokak, Osman Bostan, Musa
Serdar Çelebi... gibi şahıslara sorsaydın. Keşke 1994 yılında Aktüel
Dergisi’nde benimle yaptığı bir röportajdan dolayı benim 10 ay onun da
benim yüzümden 6 ay İstanbul DGM’de ceza aldığı ve her ikimizin de
cezalarımızın onandığı ve bu yüzden 4,5 ay cezaevinde yatan gazetedeki
arkadaşın Alper Görmüş’e sorsaydın.
Abant
Platformu’nun yönetim kurulunda yan yana çalıştığımız ve defalarca
tartıştığımız Mümtazer Türköne’ye bile sorsaydın razıydım.
‘Yahu
bu kadar zahmete niye gireyim, uğraşamam’ diyorsan bari sana Ergenekon
belgelerini ulaştıranlardan MİT’teki dosyamı rica etseydin.
Her
şeye rağmen bana ‘Timsahlı’ dokundurmana karşılık ben de sana
‘çakallı’ bir gönderme de bulunmak istemiyorum, hoş değil. Hayatım
boyunca mücadele ettiğim ‘şark kurnazlığı’ yaftasını ağzına almanı da
‘es’ geçiyorum.
Niye bu kadar ‘alınganlık gösterdiğimi’ soracak olursan söyleyeyim. Hoş sormasan da söyleyeceğim ya lafın gelişi...
Yazına
şöyle başlıyorsun: ‘Altan Tan, uzun bir dönemdir siyasete girmek,
Ankara’ya adım atmak için çalmadık kapı bırakmayanlardan. Önce
Erbakan’ın Refah Partisi’yle flört yaptı. Ardından Susurluk’un, derin
devletin karanlık yüzü Mehmet Ağar’ın partisinden aday olabilmek için
bazı isimleri araya soktu. Olmayınca AK Parti’ye yanaştı. Uzun bir süre
bu partide belediye başkanlığı ve milletvekilliği bekledi.
Olmayınca da ‘Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir’ çıkışıyla BDP’de siyasete hızlı bir giriş yaptı.’
Bu
kadar karalamanın neresini düzelteyim bilmiyorum. Özetle diyorsun ki
‘Yahu bakmayın bu Altan Tan’ın böyle ‘ağır abi’ takılmasına, anasından
doğalı beri bu adamın tek derdi milletvekili olmaktı, her kapıyı çaldı,
maalesef milletvekili olamadı. BDP’ de bu ‘fırsat’ı bulunca da cumburlop
atladı.’
Tam bir itibarsızlaştırma ve ‘faça bozma’ operasyonu. Maalesef bu sefer baltayı taşa vurdun.
Beni
azıcık tanıyor olsaydın ‘alçaklık yapma, Allah’tan kork’ derdim. Hayatı
boyunca onlarca mükellef ‘Hızır Paşa sofrasına’ bir an bile düşünmeden
tekme vurmuş birini biraz olsun araştırmalıydın.
Beni tanımadığın gibi, ben de seni tanımıyorum. Onun için mektubuma devam ediyorum.
Refah
Partisi ile öyle ‘flört, mlört’ değil adam akıllı ‘nikah’ kıydık.
Aklımızın biraz ‘kıt’ olduğu o günlerden belliydi. Anlı şanlı tarikat
şeyhlerinden, papatyalara; deveyi hamudu ile yutan nev-zuhur
işadamlarından, neo milliyetçi ülkücülere kadar ne kadar ‘ehli vatan ve
iman’ varsa hepsi Anavatan Partisi’nde toplanırken 1987’deki oyu %7.15
olan Refah Partisinde Güney Doğu Öğretmen müfettişi ve MKYK yedek üyesi
oldum, dağ bayır dolaşmaya başladım. 1991 seçimlerinde Diyarbakır’da
teşkilat yoklamasında RP’nin bütün il ve ilçe örgütlerinin tamamının
ittifakı ile liste sıralamasında birinci oldum.
Son
gece son dakikada Erbakan’ın daha önceki bütün yalanlamaları, yemin ve
sözlerine rağmen Erbakan- Türkeş seçim ittifakı imzalanınca
arkadaşlarımla birlikte tereddütsüz, daha listeler açıklanmadan istifa
ettim.
Bir
daha Refah Partisi’nin de, Fazilet ve Saadet partilerinin de kapılarını
çalmadım. Sistemi değiştirme iddiasındaki başta Turgut Özal’ın İkinci
Değişim Programı olmak üzere Menderes ve Boyner hareketlerine destek
verdim. Türkiye İslami fikir hayatının yüz akı olan rahmetli İzeddin
Yıldırım Hoca ve arkadaşlarının katkılarıyla çıkarılan Yeni
ZeminDergisi’nin yazı kadrosunda yer aldım.
2000-2002
yılları arasında şimdiki BDP’nin ‘dedesi’ sayılan HADEP’te parti
meclisi üyeliğinde bulundum,1992’den itibaren bu çizgideki Özgür Gündem,
Demokrasi, Yeni Politika... gazetelerinde bu gazeteleri dağıtan ve
okuyanların bile sokak ortasında infaz edildiği bir dönemde düzenli köşe
yazıları yazdım.
Doğru Yol hikâyesine gelince...
1995
seçimlerinde o tarihte amcası Salim Bey DYP’de bakan olan Diyarbakır
DYP İl Başkanı arkadaşım Galip Ensarioğlu listelerin belirlendiği son
gece saat 01’e kadar Diyarbakır’dan kesin olarak seçilecek olan 2. Sıra
adaylık teklifinde bulundu, kabul etmedim. (DYP o seçimde Diyarbakır’dan
3 milletvekili çıkardı.)
Verdiğim
cevabı ve arkadaşımın beni ikna etmek için kesinlikle iyi niyetli ve
dostça söylediklerini arkadaşıma olan saygımdan dolayı mahfuz tutuyorum.
(Her ikimiz açısından da utanılacak bir durum yok!)
‘Susurluk’un,
derin devletin karanlık yüzü Mehmet Ağar’ın partisi’ meselesine
gelince... Ne sen sor ne ben söyleyeyim. Bu kadar ‘acar’ gazeteci olmana
çuvallar, bavullar dolusu belgeler elde edebilmene rağmen bu konuda
nasıl bu kadar ‘Fransız’ kalmışsın hayret!
Ne
oldu da senin yerden yere vurduğun Mehmet Ağar 2007 seçimleri öncesinde
Kürt meselesinde en ileri sözleri söylemeye başladı. PKK için söylediği
‘Dağda silahla gezeceklerine, ovada siyaset yapsınlar’ beyanatı nasıl
Türkiye siyasetinin ‘Ata sözleri’ arasına girdi?
Kızma ama bu konuda bir hayli ‘kek’ kalmışsın.
Anlatayım
mı, anlatmayayım mı bilmem! Mardin’de bu gibi durumlar için söylenen
Arapça bir atasözü var : ‘Li kul yınhıtık, li moykul yınfıtıs (Söylesem
kınanırım, ayıplanırım; söylemesem patlarım!)
Ben niye patlayayım ki, Başbakan muhiplerinin dediği gibi ‘kıskananlar patlasın’!
Türkiye’nin
en büyük ve en güçlü cemaati 2007 seçimlerine kadar 4 yıl boyunca
Mehmet Ağar’a ciddi bir yatırım yaptı. 4 yıl boyunca bu ilişkileri ve
görüşmeleri sürdürenlerin tamamı hayatta. Sebebine gelince; Türkiye’nin
değişim ve dönüşümü için ‘Derinleri, Derinlerle ikna veya tasfiye etme,
istenen seviyede dizginlenemeyen (kontrol edilemeyen de diyebilirsiniz)
Başbakan’ı dengeleyecek bir koalisyon ortağı oluşturma amacı gibi
ayrıntı ve yorumlara girmek istemiyorum, bu kadar ipucundan sonra
gerisini meraktan bile olsa öğrenirsin nasıl olsa.
Mehmet
Ağar’la 2006’nın Ramazan ayında Diyarbakır Dedeman Oteli’nde Galip
Ensarioğlu’nun organize ettiği 13- 14 kişilik ‘çok özel’ bir toplantıda
tanıştım. ‘Çok özel’ diyorum çünkü kendi parti toplantıları için
Diyarbakır’a gelen ve yaz sıcağında, üstelik de Ramazan ayında oldukça
yoğun ve yorgun bir gün geçiren Mehmet Ağar’ın bu toplantısına 4 dönem
Diyarbakır milletvekilliği ve ayrıca bakanlık yapmış olan Salih Sümer
bile dahil edilmedi. Kardeşim Alaaddin ve Mehmet Öcal’da sahura kadar
otel lobisinde beklediler. O gece başörtüsünden, Kürt meselesine;
kontrgerilladan, faili meçhul cinayetlere kadar akla gelen hemen her şey
sansürsüz olarak konuşuldu.
Mehmet
Ağar, sahura kadar devam eden gecenin sabahında o meşhur ‘Dağda silahla
gezeceklerine, ovada siyaset yapsınlar’ sözünü Diyarbakır’dan Mardin’e
giderken söyledi.
O
gece, o toplantıda bulunanlardan Sezgin Tanrıkulu halen CHP genel
başkan yardımcısı ve İstanbul milletvekili, Galip Ensarioğlu AKP
Diyarbakır milletvekili, Kutbettin Arzu geçen dönem Diyarbakır
milletvekili ve halen Tarım Bakan Yardımcısı, ben de BDP
milletvekiliyim.
‘Yahu
ne gece ve ne toplantıymış. O geceye katılanların kısmetleri açılmış,
keşke ben de orada olsaydım’ diyebilirsin. Bir şey olmaz üzülme;
Allah’ın geceleri bitmez!
Ne
oldu bu filmin sonu diye merak edenlere söyleyeyim: Mehmet Ağar
Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde meclise girmeyip, ‘Derinlerle’ hareket
edince 4 yıl boyunca emek verilen 4 lastik de birden patladı.
Cemaatin
bu işlerle ilgilenen yetkilileri olan bitenler akıllarına geldikçe hâlâ
‘Vah bizim 4 yıllık emeğimize’ diyerek iki ellerini birden iki
dizlerine vuruyorlar.
Bu
anlattıklarımda hilafım varsa senden beter olayım! Türkiye siyasetinin
her ne hikmetse (belki de tanrılar istemediği için) karanlıkta kalan bu
kısmı ile ilgili bir kitap yazsan en az milyon dolar kazanırsın, bu
iyiliğimi de unutma.
RP
ve DYP işlerini anlattıktan sonra AKP işi çerez sayılır. Erbakan
Hoca’nın tabiri ile ‘bak aziz kardeşim’ bu işi de Abdülkadir Aksu ile
iki dönem Diyarbakır AKP milletvekilliği yapan İhsan Arslan Bey’e sor.
AKP kurulduğu günden bu güne kadar beni AKP Genel Merkezi’nde veya
civarında (aracılı, aracısız) gören varsa söylesin.
Hakkımda
atıp tuttuklarından daha fazla bilgileri de sana vereyim: Son bir iki
yılda bir çok önemli görüşme yaptım. İlk önce Fethullah Gülen Hoca ile
İTİKAFTA olduğu odasında bir Kadir Gecesi ABD’de aralarında Hüseyin
Gülerce, Fehmi Koru, Ali Bulaç, İlber Ortaylı, Tayyar Altıkulaç, Dücane
Cindioğlu, Ümit Meriç, Cengiz Çandar gibi şahsiyetlerin olduğu bir grup
arkadaşla iftar yemeği yedik, sahuru birlikte yaptık, sabah namazını
birlikte kıldık.
Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül ile iki (Abant Yönetim Kurulu ve Ekopolitik ile), Başbakan
Tayyip Erdoğan ile bir defa (Yazarlar toplantısında), Irak
Cumhurbaşkanı Celal Talabani ile Süleymaniye’de (Ahmet Türk, Aysel
Tuğluk, Sırrı Sakık ve Bengi Yıldız’la birlikte) görüştüm. ABD’nin
Irak’a giden Ankara Büyükelçisi ile birinde eşiyle birlikte yemekli
olmak üzere iki defa görüştüm. Murat Karayılan ile Hasan Cemal ve Cengiz
Çandar döndükten sonra Kandil’de 3 saat görüştüm. Bu görüşmelerimin
hiçbirini kamuoyundan gizli olarak yapmadım, gazete, dergi ve
televizyonlarda anlattım, yazdım. Bu konularla ilgili tarafların ve
devletin bütün bilgi, belge, kayıt ve ortam dinlemelerine baş
vurabilirsin.
Bu
kadar özel hayat ifadesinden sonra gelelim sözde siyasi
karalamalarına. ‘Ötekilerin ölümleri karşısında susan Tan’’...halı
sahada öldürülen polis ve sivil eşine ne demeli...
Öldürülen polis de aslında sivil değil miydi? Peki öldürülen eş...’
Cevabım,
kısa ve net! Bunların tamamı bana göre ‘sivil’dir. Bırakalım sivil,
asker ayırımını dağda öldürülen 20 yaşındaki asker fakir ve mazlum
Anadolu çocukları da, tıpkı Kürt gençleri gibi masumdur. Hakkâri’de
öldürülen imam için de; tehdit aldıkları iddia edilen Şıvan Perwer,
Orhan Miroğlu... için de defalarca yazılar yazdım. Bu savaş kirli bir
savaştır ve gün geçtikçe daha da kirlenmektedir.
Baransu
kardeşim; yine dersini çalışmadan yazmışsın. ‘Bizimkiler’ kim,
‘Ötekiler’ kim? Bunu bana mı soruyorsun? Mazlumun dini, dili, mezhebi
sorulmaz, hepsi ‘bizimki.’ Benim annem Türk, babaannem Arap, damadım
Kastamonulu. Birinci derecede akrabalarımın içinde otuzun üzerinde Kürt
olmayan Arap, Türk, Laz, Arnavut, Boşnak... damat ve gelin var. Rahmetli
Salih dayım Baş komiserlikten emekli, babamın iki dayısından biri yine
baş komiser, öbürü ise 1970’lerin başında Bursa Askerlik Şubesi’nden
emekli Yarbay Kemal Erdoğan. Askerlik dönemim hariç hayatımın hiçbir
döneminde elime silah almadım.
Mektubumun
başlarında Alper Görmüş’le birlikte 1994 yılında hapis cezası
aldığımızı yazmıştım.Niye bu cezayı aldım biliyor musun? ‘PKK ile
yürütülen bu savaşta bu güne kadar tek bir vali, milletvekili, general
veya bakan öldürülmedi, gariban askerlerle, gariban Kürt çocukları
hayatlarını kaybediyor’ dediğim için.
‘Savaşa
karşı olmak’, ‘Barış ve hümanizm’ tartışmaları uzun ve felsefi
tartışmalardır. İsteyenle istediği zeminde istediği kadar tartışmaya
hazırım. Eline bizzat kılıç alarak savaşlar yapmış dünya tarihinin
gelmiş geçmiş ve gelecek en merhametli şahsiyeti olan bir Peygamberin
ümmeti olmaktan onur duyan, Hz. Ömer ve Hz. Ali’lerin; ‘Şarkın en
sevgili sultanı’ Selahaddin’i Eyyubi’lerin yolunun takipçisi olmaya
çalışan biri olarak ve tekrar ediyorum, hayatında askerlik süresi
haricinde silah taşımayan biri olarak ‘Güç kullanılmasına’ karşı
olmadım. Asıl olanın; gücü kime karşı, nerede, ne kadar, kim tarafından
ve hangi hukuka göre kullanılmasının sorgulanması gerektiğine inandım.
Bu
savaşın en büyük sorumluları, Kürtlere savaştan başka bir yol
bırakmayanlardır. Bugün ‘Artık silaha gerek yok, demokratik yollar açık’
diyenler buldukları hemen her fırsatta yola arap sabunu, makine
yağı,erimiş katran... dökmekte, Tırları devirecek tuzaklar
koymaktadırlar.
Buna
rağmen bugün yapılması gerekenin ‘Devrimci halk savaşı’değil;
‘Demokratik Halk Direnişini örgütlemek’ olduğunu yazdım. Ne hikmet ise
sevgili hemşehrim Orhan Miroğlu’da bana başka türlü bir sitemde bulundu.
‘Vicdan’ ve ‘Onur’ meselelerine gelince...
Vicdan
ve Onuru her yıl düzenlenen Türkçe olimpiyatlarında Kenya’daki siyahi
çocuklar ‘bülbül’ gibi Türkçe konuşurken hüngür hüngür ağlayan;
Diyarbekir’deki Kürt çocukları kendi anadilleri ile eğitim
isterken ‘Kürtçe ana dille eğitim ülkeyi böler’ diyenlere sor.
Hâlâ
söyleyecek sözüm var diyorsan elindeki bütün bilgi, belge, kayıt, ortam
dinlemesi, istihbarat raporu... ne varsa alda gel. Ahmet Hakan’a rica
edelim bir program lütfetsin.