KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan'a mektup gönderdi.
ANF'den alınan haber göre Murat Karayılan, Taraf Gazetesi Genel Yayın
Yönetmeni Ahmet Altan'a mektup gönderdi.Tehdit değil eleştiri
yapıyoruz'' diyen Karayılan, Taraf Gazetesi'nin AKP hükümetini temize
çıkartan bir yayın politikası izlediğini belirterek, gazetenin Kürt
sorunu ve PKK'ye ilişkin politikasını eleştirdi.
Gazetede yer alan bazı haberlerin yalan ve masa başında
hazırlandığını belirten Karayılan'ın Altan'a gönderdiği mektubu
yayınlıyoruz:
Sayın Ahmet Altan'a;
Gazetecilere cevap yazma gibi bir tarzım ve alışkanlığım olmamakla
birlikte ilk kez size birkaç şey yazmanın gerekli olduğuna inandım ve
onun için yazıyorum. Ancak sizin suçlayıcı, beni kibirli, nobran,
tehditkar bir kişi olarak gösterip yaptığınız suçlamalara cevap
vermeyeceğim. Şimdiye kadar şahsıma dönük yapılan eleştiri ve
suçlamalara da cevap vermiş değilim. Çünkü ben gerçeğimi pratikte
uygulayarak cevap vermeyi yeğleyen bir kişiyim. Yaşam tarzı ve pratiğin
kişinin aynası olduğuna hep inanmışımdır.
Size mektup yazmamın iki nedeni var: Birincisi, önemli bazı hususlara
ilişkin belki de bilgi yetersizliğinden olabilir yanlış tespitler
yapmış olmanız ve kamuoyu açısından düzeltme ihtiyacını hissetmemdir.
İkinci neden ise, düşünce sistemindeki egemen ulus izleri ve
hareketimize karşı önyargılarınız olsa da bazı tabuları yıkma çabanız ve
gerçeklere karşı duyarlı ve vicdanlı davranabileceğiniz konusundaki
umudumu tam olarak yitirmemiş olmamdır.
Öncelikle şunu vurgulamam gerekiyor: Biz Kürtler, Mezopotamya'nın en
eski halklarından biri olmamıza rağmen, ağır bir sömürgeci asimilasyon
politikasıyla bitirilmenin eşiğine getirilen bir halkız. Tarihte
olabilecek en büyük haksızlık ve katliamlarla yüz yüze kalmış bir halkın
özgürlük savaşçıları ile kapitalist egemen ulus-devlet sisteminin
baskıcı ordusuyla aynı kefeye konulmamız bize yapılmış bir haksızlıktır.
Bu hususta elde silahın veya başka bir şeyin olup olmaması değil,
insanlık açısından ulvi amaçların bulunup bulunmadığına ve taşınan
zihniyete bakılarak ölçü koymak daha doğru olacaktır.
"Sen kim olarak bütün Kürtlere emirler yağdırıp talimatlar
veriyorsun" demektesiniz. Eminim ki kamuoyu ve halkımız beni tanıyor ve
kim olduğumu biliyor. Gayet tabii siz de biliyorsunuz ama tıpkı devlet
gibi hareketimizi tanımadığınız için böyle soruyorsunuz. Yine de ben
birkaç cümle ile kısaca yanıt vermeyi yeterli göreceğim.
Ben, bir yüzyıl boyunca katliamlarla, sürgün, baskı ve tehditle
sindirilerek konuşturulmayan, parçalanan, bir zamanlar "avukatsız halk"
olarak da tanımlanan Kürt halkının bir temsilcisi olarak ortaya çıkmış,
uzun ve kararlı bir mücadele yürütmüş, bu uğurda 20 bin militan gencini
şehit vermiş, hala Önderliği ile birlikte 6 bin insanı sömürgeci devlet
tarafından zindanlara atılmış, haklı davası, doğru çizgisi ve özgücünden
başka hiçbir bir şeye dayanmayan, halkının özgürlüğü ve mutluluğu için
her türlü fedakarlığı yapan, insani duygu, düşünce ve yeteneklerini
konuşturarak direnmeye çalışan bir hareketin temsilcisi olmaya
çalışıyorum. Kapitalist modernitenin insanlığı ayaklar altına alan,
çıkar ilişkileri temelinde geliştirdiği bölgesel ve uluslararası
ittifaklarla yok edilmek istenen, çağın en gelişmiş tekniğine sahip
ordulara karşı var olma ve başarma mücadelesini yürüten, özgürlük,
demokrasi ve adalet için yola çıkan bir hareketin üyesiyim. Hiçbir
bireysel çıkar gütmeden dervişane bir mücadele yaşamıyla halkların
kardeşliği ve barışı yolunda bir hizmetçiyim.
Takdir edersiniz ki bu hareket, Türkiye'de ve Bölge'de, duruşu,
eylemi ve sözleriyle etki yapabilen bir harekettir. Dolayısıyla bu
hareketin düşüncelerini açıklamam, hangi konuda ne gibi görüşlere sahip
olduğunu, neleri düşündüğünü belirtmem kadar doğal bir şey yoktur. Kaldı
ki, bu bir görevimdir.
Tabii burada dikkat çeken şey, herkesin her gün konuştuğu hususlar
hakkında ve özellikle de bize yoğunca küfürlerin edildiği bir ortamda,
zaman zaman bizim de düşünce belirtmemizin ve cevap hakkımızı
kullanmanın niye tuhaf karşılandığı ve tehdit olarak görüldüğüdür.
Belirtmeliyim ki, ben sizi ya da başka bir kimseyi tehdit etmedim. Ben,
bin bir belayla, büyük bedeller ödeyerek özgürlük mücadelesini bir
düzeye getirmiş olan Kürt halkının davasına karşıtlık yapılmaması için
çağrı yaptım. Bu, aynı zamanda kamuoyuna ve halkımıza Taraf Gazetesi'nin
şikayet edilmesi olarak da anlaşılabilir ama tehdit olarak anlaşılacak
hiçbir cümlesi yoktur.
Bunları belirttikten sonra, "bizim-sizin ne yapıp yapmadığı"
polemiğine girmeden, düzeltmeyi gerekli gördüğüm asıl hususlara değinmek
istiyorum:
Bizim hareket olarak BDP'nin meclise gitmemesine ilişkin içe dönük
bir talimat yayınladığımız yönündeki haberinizin doğru hiçbir tarafı
yoktur. Bu haber tamamen sizin ilgili elemanlarınızın ürettiği masaüstü
bir haberdir. Bu tür haberleri "iç'ten alıyorum" deyip de ortama yayan
ve size verenler doğru konuşmamaktadırlar. Biz, vekillerin seçilmiş
olduklarına göre, nihayetinde meclise gidebileceklerine hep inandık.
Bunun tersi herhangi bir düşüncemiz ve görüşümüz olmamıştır. Dolayısıyla
savunmadığımız bir görüşü talimat haline getirip birimlerimize
iletmemiz söz konusu olamaz.
'DEVLETLE DOĞRUDAN GÖRÜŞÜYORUZ'
Mektubunda son iki yılda devletle doğrudan görüşmelerinin olduğunu
belirten Karayılan, görüşmelerin belli bir düzeye gelene kadar gizli
kalması gerektiğine vurgu yaptı.
Karayılan,"İlk iki yılı dolaylı, son üç yılı da doğrudan olmak üzere
resmi olarak devletle bazı görüşmelerimiz oldu. Heyetler aracılığıyla
yapılan bu görüşmelerden bir tanesinin kayıtları, halen kim olduğunu
bilemediğimiz birileri tarafından kamuoyuna yansıtıldı. Normalde bu tür
görüşmelerin belli bir düzeye gelene kadar gizli kalması konusunda bir
hemfikirlik vardı. Zaten dünyadaki benzer örneklerde de belli bir dönem
gizli tutulmuş, belli bir sonuca gelince kamuoyuna açıklamışlardır.
Ayrıca İmralı'da Önderliğimizle de aynı heyetin görüşmeler yaptığı
kamuoyu tarafından bilinmektedir. Zaten her iki görüşme hattı birbirine
paralel bir biçimde gelişen ve birbirini tamamlayan görüşmeler biçiminde
pratikleşmiştir.
Ancak belirttiğiniz gibi biz görüşmeleri kesmedik. "Neden
müzakereleri yarım bırakıp savaşı şiddetlendirdiniz?" demektesiniz. Buna
"KCK operasyonları olduğu için müzakereleri bıraktık" biçiminde cevap
verdiğimi belirtiyorsunuz. Her şeyden önce ben, "KCK operasyonları
olduğu için müzakereleri bıraktık" gibi bir cümle kullanmadım. Çünkü biz
müzakereleri bırakmadık. Ben, görüşme sürecini sonuçsuz bırakan temel
olgulardan bahsederken, bunların en başında gelen olgunun diyalog
sürecine çomak gibi sokulmuş olan KCK adı altındaki operasyonları
olduğunu söyledim.
KCK operasyonlarının 2 yıl önce başladığı, ancak görüşmelerin
devletin bu sorunu çözeceği aşamada bizler tarafından kesildiği
yönündeki sözlerinizi, gerçekten böyle düşünüyor veya böyle bildiğiniz
için mi sarf ettiniz, yoksa ön yargılarla"zaten terörist örgüttür,
savaşmak istiyorlar, savaştan başka bir şey anlamıyorlar" düşüncesiyle
mi belirtiyorsunuz tam olarak bilemiyorum. Ancak ben sizin vicdanınızın
sesini de dinleyebileceğinizi düşünerek, kendimi gerçekleri izah etmekle
mükellef görüyorum. Emin olun ki, belirteceğim hususlarda hiçbir eksik,
yanlış ve politik tutum yoktur. Size süreci bütün netliğiyle izah
etmeye çalışacağım.
Sayın Altan;
Biz özelikle savaşmak isteyen, savaşa-silaha aşık ve savaşla sonuca
gitmek isteyen noktada olan bir hareket değiliz. Silahlı bir direniş
hareketi olarak ortaya çıktığımız doğrudur. Bize göre silahlı mücadele
'90'lara gelindiğinde oynaması gereken rolü oynamış ve Kürt sorununu
gündemleştirmiştir. Bu nedenle hareketimizin önderliği Başkan Apo,
1993'ten beri Kürt sorununun barışçıl-siyasal çözümü için çabalar
sergilemekte ve bizler de buna dahil olarak 18 yıldır barışçıl çözüm
için çeşitli çabalar göstermekteyiz. Ancak şu bir gerçek ki; 1984'ten
başlayan ve 1999 süreci itibariyle dağda sisteme kavuşmuş olan bir
gerilla örgütlenmesi vardır. Bu güç, IRA ya da ETA gibi birkaç yüz
kişiden oluşan bir güç değil, binlerle ifade edilen bir güçtür. Bu gücün
var olması, Kürt sorununun temel gerçeklerinden biri olduğu gibi; biz,
Kürt sorununun barışçıl çözümü temelinde bu gücün de yeni bir
düzenlemeye tabii tutulmasına hep açık olduk. Çünkü Kürt sorununun
çözümüyle gerillanın birbiriyle çok yakından bağlantısı vardır. Bunu
görmeyenler gerçekçi çözüm yolunu da bulamazlar. Bu güç, özgürlük için
dağa çıkmış, herhangi bir yenilgiyi yaşamadığı gibi, davasını milyonlara
mal etmeyi başarmış bir güçtür. Böyle bir konumda olan bir gücün
kendiliğinden dağıtılmasını bekleyemezsiniz. Ancak ve ancak Kürt
sorununun çözümü temelinde bu gücün toplumsal yaşama dahil edilmesi
düşünülebilir. Bu da ancak diyalog ve bir toplumsal uzlaşmayla
mümkündür. Bunu reddeden devletin, gerillayı silah zoruyla ortadan
kaldırmaya dönük hiçbir çabasının sonuç almadığı bilinmektedir.
Kısacası biz, Kürt sorununda hep barışçıl bir arayışa sahip olurken,
ne yazık ki bu ısrarlı tutumumuz, karşımızdaki güçlerde bir yanılgıya
yol açtı, onlarda barışçıl yöntemlerle çözüm zihniyeti bir türlü gelişip
olgunlaşmadı ve resmi bir politikaya dönüşmedi. Bu sorunun çözümünde
samimiyet çok önemli. Karşımızda samimi gibi görünen bazı kişilerin
çabaları olsa da, hükümetin samimi bir çözüm zihniyetini taşıdığını
görmüş değiliz. Tersine kuşku dolu davranışları çok daha fazla
görülmüştür. Açık ki bir güven bunalımı da vardır. Bu nedenle karşılıklı
samimi duruşlarla, güven arttırıcı tutumlar olmadan, salt kuru
diyaloglarla bir sonuç almanın da mümkün olmadığı görülmüştür.
Sizler tam da devletin Kürtlerin taleplerini karşıladığı aşamada işi
bozduğumuzu iddia ediyorsunuz ama gerçekler böyle değildir. Savaşı
başlatan taraf biz değiliz. 14 Mart'ta Şırnak-Güçlükonak'ta, 18 Mart'ta
Bingöl-Adaklı'da, 1 Nisan'da Hatay-Hassa'da, 20 Nisan'da
Maraş-Pazarcık'ta, 27 Nisan'da Dersim-Pülümür'de, 15 Mayıs'ta
Şırnak-Uludere'de, 14 Mayıs'ta Sivas-İmranlı'da devletin operasyonları
sonucunda 49 arkadaşımız şehit düştü. Bu arkadaşlarımız, dönem
itibarıyla hiçbir askeri aktivite içinde bulunmayan, sadece yaşamsal
ihtiyaçları için hareket eden arkadaşlarımızdı. Ancak Kürt halkının
taleplerini karşılayacaktı dediğiniz devletin güçleri tarafından
-birçoğu savaş hukukunda yer almayan (kimyasal silah, vb.) yöntemler
kullanılarak- katledildiler. Silvan'daki çatışma da yine devletin
gerillalarımızı imha etmek istediği bir çatışma olarak cereyan etmiştir.
Ancak iki taraf çatışınca sürekli bir tarafın kayıp vermesi gerekir
diye bir kural yoktur; bazen diğer taraf da kayıp verebilir. Silvan'da
olan da buydu.
Fakat bir yıl öncesinden, seçim sonrasında şiddet kullanarak bizi
geriletmeyi kararlaştıran AKP, Silvan olayını kendisine bir gerekçe
yapmıştır. Böyle bir sürecin devreye konulması istenmeseydi, daha kış
aylarında İran'la anlaşma yapılmaz, özel ordu ve polis örgütlenmeleri
için çok büyük miktarlarda bütçe ayrılmazdı. Tabii siz bana değil,
Başbakanınıza inanacaksınız. Ona bir şey demiyorum ama ben gerçekleri
izah etmeye devam edeceğim.
Doğrudur, KCK Operasyonu adı altında Kürt siyasetine karşı tutuklama
furyası 14 Nisan 2009'da başladı. "Niye 2 yıl boyunca görüşmeleri
bırakmadınız da şimdi bıraktınız" diye bana soruyorsunuz. Bu konuyla
ilgili öncelikle belirtmeliyim ki, görüşme heyeti kendisi de sürekli bu
operasyonlara karşı olduğunu ve durdurulması için çaba gösterdiklerini
belirtiyordu. Hatta mahkeme başladığında aşamalı olarak bırakılacakları
belirtiliyordu. Fakat mahkeme başladığında, tutukluların serbest
bırakılmasını değil, anadilde savunma yapma talebi gerekçesiyle savunma
hakkının bile verilmediğini gördük. Artı yeni operasyonlar da durmadı.
Madem devletin Kürtçe anadil hakkını da içeren bir çözüm zihniyeti
vardı, neden insanların kendi anadiliyle savunma hakkı karşısında bu
kadar sorun çıkardı. Bu konuda sorunu çözmek çok mu zordu? Çok iyi
biliyorum ki bu sorunu yaratan hakimler heyeti, hükümete de yakın bir
heyettir. Bu sorunu pekala çözebilirlerdi ama nihayetinde KCK
tutukluları bir rehin olarak kaldı. Şimdi ise KCK Operasyonu adı
altındaki siyasi soykırım operasyonu tırmandırılarak en tehlikeli bir
düzeye getirilmiş bulunmaktadır. Bir taraftan siyasi çözüm için
görüşmeler sürerken, öbür taraftan siyasi çözümün gücü olacak olan Kürt
siyasetçilerini KCK üyeliği safsatasıyla içeri atmak bir çelişki değil
midir?
Bu belirttiklerimden ötürü, görüşmelerin sonuçsuz kalmasının bir
nedeni bu operasyonlar olurken, ana neden, 18 yıllık barışçıl çözüm
arayışının damıtılmış bir sentezi olan çözüm protokollerinin Başbakan
tarafından kabul edilmemesi ve cevapsız bırakılmasıdır. Eğer devlet
belirttiğiniz gibi, "Özerklik vereceğiz, anadil hakkı vereceğiz, Apo'yu
serbest bırakacağız" deseydi, mutlaka operasyonları da durdururdu ve tek
bir mermi bile patlamazdı. Açık söylemeliyim ki, bunu ilk kez sizden
duyuyorum. Protokollerin bu hususları içerdiği doğrudur. Ancak devlet ve
hükümet adına görüşmeyi yapan heyet, bu protokollere olumsuz
yaklaşmamasına rağmen, hükümet bunlara cevap verme gereği bile duymamış
ve üslubunu gittikçe sertleştirmiştir.
Takip etmiyor musunuz, izlemiyor musunuz, bilemiyorum. Sorun bu
aşamada tıkanınca Önder Apo, 18 Temmuz tarihli avukat görüşmesinde
"Başbakan bir çağrı yapabilir; 'biz bu işin silahlarla çözülmeyeceğine
inanıyoruz. Bu meseleyi demokratik anayasal yöntemlerle çözeceğiz'
derse, bir haftada hallederiz" dedi. Siz bu çağrıyı duymadınız mı? Tabii
ki duymuş olmalısınız. Belli ki hesabınıza gelmediği için duymazdan ve
görmezden geliyorsunuz. Bunu sadece sizin için belirtmiyorum; bu konuyla
alakalı olarak bizi suçlayan herkese söylüyorum. Hareketimiz adına
Önderliğimiz bunu söyledi mi, söylemedi mi? Söylediği kesindir. Çünkü
yayınlanmış, belgelenmiş bir şeydir. Peki, Başbakan'dan ya da bırakalım
Başbakanı, hükümet çevresinden bu açıklamaya dönük olumlu anlama
gelebilecek herhangi bir sinyal verildi mi? Hayır. Tersine sert bir
üslupla terörün ezileceği mesajları verilmedi mi? Bunu da izlemediniz
mi? Tam da bu süreçte yaşanan parlamenterlerle ilgili kriz hakkında AKP
temsilcilerinin kullandığı üslubu lütfen bir hatırlayın. Kısaca, bütün
bu sürece bakıldığında AKP'den ve devletten yana bir çözüm zihniyeti
sergilenmemiştir;"özerklik, anadil hakkı ve Önder Apo'nun serbest
bırakılması" gibi temel çözüm halkaları bir yana, yumuşak bir mesaj bile
verilmemiştir.
Peki, bütün bunlar ortadayken siz neye dayanarak devletin bize
"özgürlük vereceğiz, anadil hakkı vereceğiz, Apo'yu özgürleştireceğiz"
dediğini söylüyorsunuz? Nerede bunları söyledi? Biz böyle bir şey
görmedik, duymadık. Eğer bu konuda bir bilginiz varsa
açıklayabilirsiniz. Kusura bakmayın ama belli ki bunlar, önyargılarla
dolu hisler içinde salt bizi suçlamak için dizdiğiniz cümleler oluyor.
Eğer böyle değilse kaynağını açıklamanız bizi de sevindirecektir.
Önder Apo'nun, "komisyonların kurulması için heyetle mutabakata
vardık" dediği ve sizin üzerinde çok polemik yaptığınız şey, görüşme
heyetinin Anayasa ve Barış Komisyonları'nın kurulmasına sıcak
yaklaşmasıdır. Ancak bu da pratikleşmedi ve ortada kalan bir olgu oldu.
Sayın Altan;
İsmini zikretmek istemediğim bazı yazarlarınız sürekli bir biçimde
savaşı bizim başlattığımızı iddia ederek ve bu konuda bazı
arkadaşlarımızın yaptığı konuşmaları referans göstererek konuyu
çarpıtmak suretiyle AKP'yi temize çıkarmanın yoğun çabasını
sergiliyorlar. Uzun oldu ama bu konuyu da izah etmemde yarar var:
Tarihin her döneminde, Kürt halkının devletler tarafından kandırılıp
oyuna getirilmesi adeta bir kader haline gelmiştir. Öyle ki, ben küçük
yaşlarda köyde iken köyün yaşlılarından duyduğum "Dewlet bi ker be jî
xwe lê meke (Devlet eşek de olsa, binme)" biçimindeki söz çok ilginç,
değil mi? Yine bizden önceki son Kürt direnişi olan Dersim direnişinin
lideri Seyit Rıza'nın, "Sizin hilelerinizle baş edemedim bu bana ders
olsun, ben de sizin önünüzde diz çökmedim o da size dert olsun" sözünü
de hiçbir zaman unutamayız. Bu sözler, hayat tecrübesinden çıkarılan
birer sonuç oldukları gibi, aynı zamanda Kürtlerin sürekli devlet
tarafından oyuna getirildiği ve kandırılmasının sonucu olarak ifadesini
bulmuş olan sözlerdir.
Ben devletin bizi kandırdığını iddia etmiyorum. Çünkü Kürtler tarihte
ilk kez kandırılamayacak, yanıltılamayacak bir Önderliğe ve yönetime
sahip olmuş durumdadır. Biz, devlette çözüm zihniyetinin oluşmadığını
ancak görüşmeci heyetin bazı çabalar gösterdiğini; bizim de ısrarlı
davranarak çözüm zihniyetini oluşturmaya dönük çabalar sergilememiz
gerektiğini hep düşündük ve bu düşüncemizi pratikleştirmek için
elimizden geleni yaptık. Bunun için, sürekli, bir biçimde verilen sözler
tutulmamasına rağmen görüşmelere devam ettik. Ama Kürdistan Özgürlük
Hareketi olarak tarihimizden aldığımız dersle kendimizi de olasıbir imha
hareketine karşı hazır halde tuttuk. Evet. Bu kez tarih tekerrür
etmedi, biz yanılmadık. Stratejimiz, demokratik-barışçıl çözüm
çizgisiydi ama bunun olmaması ve imhanın dayatılması halinde buna karşı
da Devrimci Halk Savaşı'na hazırlanma biçiminde formüle edilmiş bir
perspektife sahiptik. Bahsi geçen dönemde bu yönlü açıklamalarımız
olmuştur. Biz barışçıl çözümde sonuna kadar samimiydik ama kendimizi her
ihtimale karşı da hazır kılmak zorundaydık.
Şimdi kalkıp da bizim yürüttüğümüz barışçıl ana çabaları değil de,
olumsuz ihtimallere karşı tasfiye olmamak için aldığımız tedbirlere
dönük hususları öne çıkararak savaşı tekrardan bizim başlattığımızı
iddia etmek ne kadar doğrudur? Biz barışçıl çözüm için her türlü çabayı
sergiledik ama hükümet hiçbir pratik adım atmadı.Bırakalım pratik adımı,
görüşme heyetinin söz ve tutumları dışında, devlet ve hükümet katından
umut veren bir açıklama bile görmedik. Ne zaman ki DTK, Demokratik
Özerkliği ilan etti ve tesadüfen aynı günde Silvan kayıpları yaşandı,
devletin ve hükümetin de gerçek yüzü açığa çıktı. Belli ki önceden
hazırlığı vardı ve sertlik politikasının alt yapısını oluşturmuştu.
Bunun için yeni sürecin sert politikasını geliştirmede hiç zorlanmadı.
Sayın Altan;
Başbakanınız iktidar için her şeyi yapabilecek bir siyasi duruşa
sahip bir şahsiyettir. Kariyeri için oldukça gözü kara biçimde cesaretli
davranabilmektedir. Ama Türkiye'nin temel sorununu çözmek için bir
nokta kadar bile sorumluluk üstlenmeye yanaşmamıştır. Bundan sonra nasıl
davranır bilemem ama sizin de bildiğiniz gibi Kürt sorunu, Cumhuriyetin
temel bir sorunudur. Bu sorunu çözmek için bir siyasi iradeye ve tarihe
geçecek liderliğe ihtiyaç vardır. Tabii ki böyle bir liderliğin,
öncelikle ülkesi ve halkı için doğru bildiği çizgide yürürken risk göze
alması şarttır. Şimdi,'' Başbakan'ın MİT müsteşarını PKK'yle görüşmeye
gönderdiğini, bu konuda büyük bir risk göze aldığını'' birçok kişi yazıp
çizmektedir. Oysa burada alınan risk sorunu çözmeden ziyade, seçimleri
kazanmaya dönük göze alınan risktir. Keşke böyle olmasaydı ama gerçek
budur. Altını çizerek belirtiyorum: Başbakan bu riski seçimi kazanmak
için göze aldı. Başbakan'ın perspektifinde Kürt sorununu köklü çözme
değil, bazı iyileştirmeler yaparak Kürtleri kendi partisine kazanmak
vardır. İlk kez açıkça size söylüyorum: Başbakan köklü bir çözüm için
değil, sürekli seçim öncesi çatışmaları durdurmaya dönük bir çaba
göstermiştir. 2009 yerel seçimlerine çatışmasız girmek istedi; bunu
sağladık. Sonra 12 Eylül Referandumuna giderken de çatışmasız bir durum
Başbakan için önemliydi; bu da sağlandı. Belki bizim 12 Eylül'deki
boykot tutumumuzu beğenmedi ama temel amaç eylemsizlikti; bu oldu.
Seçimleri mutlak kazanmak için 12 Haziran öncesi kesinlikle ateşkes
pozisyonunu sağlamaya dönük görüşme heyetini çok iyi kullandı; bu da
sağlandı. Zaten ateşkes kesintiye uğratılmadan sürdürüldü. Baharda
yaşanan kayıplarımıza rağmen, eylemsizliği sürdürmede ısrar ettik,
sözümüze bağlı kaldık. Ancak bütün bunları Başbakan kendi başarıhanesine
yazdı; bunda Başkan Abdullah Öcalan'ın çabalarını ve hareketimizin
barışçıl tutumunu göz ardı etti. Kendi akıllı ve yüksek öngörüsünün
başarısı olarak gördü. Ve daha sonra,12 Haziran seçimlerinden sonra
süreci sonlandırarak kendi esas projesini hayata geçirmeye başladı. Olan
şey budur. Eğer siz gerçeği öğrenmek istiyorsanız, işte gerçek burada
gizlidir.
Başbakan, Türkiye'de kendisi karşısında diz çökmeyen hiç kimsenin
kalmadığını ve herkesin diz çöktüğünü, aşılamaz denilen bütün engelleri
aştığını düşünmektedir. Böyle düşünebilir; ancak "herkes karşımda diz
çöktü, PKK de diz çökmek zorundadır" dayatmasında bulunmaktadır. Ama
PKK, bir halk hareketidir; bir halkın, tarihin derinliklerinden gelen
özgürlük sesi olarak şekillenmiş, bir direniş hareketidir. Özgürlük
ilkelerinden taviz veremez. Sadece Kürt halkı değil, Türkiye halkına
karşı da sorumluluk duymaktadır. Bu nedenle barışçıl bir çözüm için
mütevazı davranmış, Türkiye toplumunun bütün hassasiyetlerini de dikkate
alarak çözüm projesinin çıtasını oldukça aşağı çekmiş ve makul bir
çözüm protokolü haline getirmiştir. Tüm Türkiye halklarının ortak
çıkarları temelinde köklü çözüm ve kalıcı barış için gönüllü birliğin en
makul bir formülasyonu ortaya koymuştur. Bu nedenle taviz vermesi,
Başbakan karşısında diz çökmesi, geri adım atması mümkün değildir. Onuru
için hayatını ortaya koyan insanlar ilkesel olarak kimsenin karşısında
diz çökmezler. Kaldı ki, bu konuda PKK'nin her aşamada tutarlı bir
duruşu olduğu bilinmektedir. Bu açıdan Başbakan'ın istediği geri adım
atma asla ve asla mümkün değildir. Bu bizim için ve tüm halkımız için
bir onur, haysiyet ve gelecek meselesidir.
Ama Başbakan bize geri adım attırmak için ısrarlı davranmakta ve
elindeki büyük askeri güç ile yüksek teknolojiyi kullanarak sonuç
alacağını düşünmektedir. Bizleri suikastla öldürmek için ABD'den
insansız suikast uçaklarını almaya dönük iki yıldan beri çalmadığı
kapının kalmadığını iyi biliyorum. Peki, size soruyorum: Barışçıl çözüm
isteyen bir kişi, neden bu kadar çaba ile en ileri teknoloji ile
donatılmış suikast silahlarının peşinde koşsun?
Yine, sizin yasalarınızda bir tutuklunun ailesi ve avukatlarıyla
görüşme hakkı yok mudur? Ne zaman bu hak kaldırıldı? Hangi kararnameyle
yeni bir kanun çıkarıldı da 2 aydan fazla bir zamandır Önderliğimizin
yaşamından bihaberiz. 6 aydır ailesiyle görüşememektedir. Açık ki bütün
bu keyfi uygulamalarla hareketimize diz çöktürülmek istenmektedir ve
sizler bunu normal görmektesiniz. Sizin dışınızda, ayrıca tüm basın
ordusunu harekete geçirerek yoğun bir psikolojik savaş eşliğinde mutlak
sonuç almak istemektedir.
Peki, tam da bu günlerde siyasal soykırım operasyonlarının bütün
sınırları aşacak düzeye getirilmiş olmasına ne demek gerekiyor? Bütün bu
tutuklananları ne tanırız, ne biliriz, ne de KCK ile bir ilişkileri
vardır. Onlar sadece sisteme teslim olmayan ve yasal zeminde demokrasi
mücadelesini yürüten Kürt siyasetçileridir. Tutuklanma nedenleri de
budur. Bir taraftan BDP öncülüğündeki Blok Milletvekilleri parlamento
boykotunu sona erdirip, herkes yumuşama ortamını beklerken tırmanışa
geçen bu KCK adı altındaki operasyonlar neyin nesidir? Açık ki Kürt
siyasetini itibarsızlaştırmak, burnunu sürtmek ve iradesini kırmak
istemektedirler.
Bütün bunların ABD'nin desteği ve onayıyla yapılıyor olması da ayrı
bir konudur; oraya girmiyorum. Başbakan gidip ABD liderine
yalvaracağına, kendi vatandaşı saydığı insanlarla tartışıp sorunu
çözmesi daha doğru olmaz mıydı? Kuşkusuz doğru olurdu diyeceksiniz ama
şimdi yapılan bu değildir. Biz bu noktaya gelmesini istemedik. Her şey
tamamen Başbakan'ın iradesi temelinde gelişmiş ve bu noktaya
dayanmıştır. Yapılan şey çok açıktır. Nasıl ki 1937-'38'de Dersim'de
geliştirilen tebdil ve tenkit hareketiyle Kürt halkı katledilerek İhsan
Sabri Çağlayangil'in bizzat sözlerinden herkes biliyor ki, fare gibi
zehirli gazla öldürerek teslim almak istenmişti. Şimdi AKP hükümeti aynı
şeyi tüm Kürdistan'da uluslararası diplomatik gücüne, teknolojiye, yine
polis ve ordu gücüne dayanarak farklı bir yöntemle yapmak istemektedir.
İkisinin arasında sadece yöntem farkı vardır. Birisi fiziki
katliamlarla sonuç almak istiyordu, birisi de yöntemlice fiziki ve beyaz
katliamla sonuç almak istiyor. Şimdi yürürlükte olan bu projedir.
Bu temelde AKP devleti; Önderliğimize tecritle - Hareketimize askeri
operasyonlarla fiziki imha ve Kürt siyasetine de tutuklama
operasyonlarıyla sindirme ve teslim almayı hedefleyerek sonuç almak
istemektedir. Böylece Başbakan'ın deyimiyle bizi marjinalize
edeceklerdir. Yani katledecek, teslim alacak ve küçültecektir. Bu,
planlı bir konsept temelinde bir yıldan beri devletin ve hükümetin
üzerinde yoğunlaştığı bir projedir. Birçok yandaş basın mensubu boşuna
Tamil örneğinden bahsetmedi. Ama ne zaman ki İran'ın Kandil operasyonu
tıkanınca ve sonuç almayınca Başbakan da Tamil örneğinden vazgeçen
sözler sarf etmeye başladı. Fakat Tamil gibi kesin bir sonuç olmasa da
ezme hareketiyle minimize etmeyi önüne koymuş bulunmaktadır. Eğer şimdi
çatışmalar oluyorsa bunun tek sorumlusu bu konsepti geliştirenlerdir. Bu
konseptin amacı hareketimizi öldürme, imha yöntemiyle minimize etmek,
Kürt siyasetini güdükleştirmek ve kendi çözüm çizgisini kabul
ettirmektir. Sizce bu açık ve net değil mi? Özellikle Türkiye'de yeni
anayasanın gündemde olduğu bu süreçte bütün bunların hedeflenmiş olması
manidar değil midir? Açık ki, Kürt Özgürlük Hareketi'ni sesi soluğu
çıkamayacak bir noktaya getirip, onların deyimiyle minimize ederek kendi
düşüncesi doğrultusunda yeni anayasayı yapıp, bunu Kürt halkına
dayatmak ve zoraki kabulü sağlamak istemektedir.
Burada sizin tutumunuz, yaptığınız yayınlarla bu konsepti perdelemek,
bilerek veya bilmeyerek pratikleştirilmesini cesaretlendirmek ve
desteklemek olduğunu düşünüyoruz. İşte bizim size dönük ana eleştirimiz
budur. Diyebilirsiniz ki,"hayır, biz devleti de sizi de eleştiriyor,
şiddete karşı mücadele yürütüyoruz." Doğru, bu yönlü temalarınız çoktur.
Hatta Sayın Mehmet Ali Birand Kürt basınından sonra en çok sorunu
işleyen gazetenin Taraf Gazetesi olduğunu, buna rağmen benim, "Kürt
halkının yakasından elinizi çekin" biçimindeki çağrıma anlam
veremediğini belirtiyor. Siz sorunu işlemeye işliyorsunuz. Zaten
yazdığınız her şey yanlış ve kötüdür demiyoruz. Sizin dışınızdaki egemen
Türk basını, çoğunlukla -ki bazı dürüst, samimi, gerçekten çözümden
yana olan yazarları saymıyorum- cepheden bize saldırıyor ve bizi
karalıyor. Bu, öteden beri yapılan bir şeydir. Türk basını, tıpkı milli
futbol takımını destekler gibi devletten yana bir çizgiyi aşmış
değildir.
Ama sizin ki daha farklı bir yöntemdir. Onlar soruna cepheden karşı
çıkarak saldırırken, siz soruna sahip çıkıyor gibi yaparak ve sorunu
tartıştırarak; nihayetinde de Özgürlük Hareketi'ni kötü göstererek, AKP
hükümetini de temize çıkararak yapıyorsunuz. Yakın ve canlı bir örnek
vereyim: Bu sabah gazete başlıklarına baktım. Bazı gazetelerin KCK adı
altındaki operasyonlara ilişkin atılan manşetleri şöyleydi: 'Altında
Kalırsınız','Çiller Listesinden Erdoğan Listesine', Dalga Dalga
Baskınlar', 'KCK'ya Operasyon Siyasete Darbe', Rozeti BDP, Kimliği KCK'
'KCK'ya Türkiye Çapında Operasyon'. Burada iktidara yakın gazeteler bir
KCK operasyonunun haberini veriyor, operasyonları haklı görüyor. Diğer
bir kısım gazeteler de, altında kalırsınız veya Çiller benzeri örnekler
vererek bu operasyonlara karşı çıkıyor.
Peki, siz Taraf Gazetesi olarak ne diyorsunuz? Sizin attığınız
manşet, 'KCK'ya Operasyon Siyasete Darbe'dir. Bu şu demektir:
Hedeflenenlerin KCK'li oldukları doğrudur; fakat yanlış yapıyorsunuz,
siyasete darbe vurdunuz demiş oluyorsunuz. Yani hem nalına hem mıhına
vurarak, esas olarak bu ata nal yapılmasını onaylıyorsunuz ve
operasyonların gerçekten KCK'ye karşı yapıldığını belirtiyorsunuz. Ama
zamansız ve yanlış olduğunu da söylüyorsunuz. Oysa burada iktidarın
büyük bir yalanı var ve bir senaryo söz konusudur. Bu insanlar KCK'li
değildir. KCK'li olduklarına dair ellerinde hiçbir belge de yoktur.
Olamaz da, çünkü böyle bir şey yok. Gülen Cemaati'nin ve AKP'nin
ortaklaşa, Kürt legal siyasetini zayıflatarak, onları teslim almak ve
işbirlikçi bir çizgiye zemin açmak için uydurulmuş bir yalan, Kürt
halkına ve siyasetine karşı yapılmış bir zulümdür. Dikkat edelim bu
çevrenin bütün yazar-çizer kesimleri, bol olan kendi TV kanallarında her
gün birer polis müdürü gibi bu operasyonların doğruluğunu savunuyorlar.
Sayın Altan; KCK bir örgüt değil, bir sistemdir. Ve eğer Özerklik
sistemi kabul edilirse nasıl bir sistemin kurulması gerektiğini izah
eden belgeleri ve sözleşmesi vardır. İşte polis ve savcı, yine o
yazarlar, tüm demokratik Kürt siyasetçilerini bir senaryo oluşturarak bu
sözleşmeden yargılamak istiyorlar. Belki de bu operasyonlarda mağdur
olan insanların bu belgelerden haberleri bile yoktur. Yani geleceğe
dönük tasarlanan bir şeyden hareketle "siz bunları yapıyorsunuz" diyerek
insanları yargılıyorlar. Bu açık yalanı da büyük medya güçlerine ve
iktidar erkine dayanarak yapmaktadırlar. Bu, Kürt siyasetine karşı
yapılmış büyük bir zulüm ve hakaret değil midir? Ama başlığınızda da
görüldüğü gibi bu insanları KCK'li olarak tescil ettiğinizde bu büyük
yalana dolaylı da olsa katılmış olmuyor musunuz?
Bu devlet şimdiye kadar biz Kürtlere çok hakaretler yaptı. Var olan
şeyi yok saydı, yok olan şeyi var sayarak kendi bildiğini okudu. Ama biz
sizin gibi insanlardan artık bu ceberut egemen devlet anlayışına ve
psikolojik savaş yöntemleriyle Kürtleri köşeye sıkıştırma taktiklerine
doğrudan karşı çıkmasını beklediğimiz için sizi eleştiriyoruz. Dikkat
edin, Yeni Şafak'a ya da Sabah, vb. gazetelere karşı herhangi bir şey
söylemiyoruz. Onlar karşı cepheden kendi görevlerini yapıyorlar;
psikolojik savaşın başarısı için çaba sarf ediyorlar. Mademki siz farklı
olduğunuzu söylüyorsunuz, bu iyi bir şeydir ama biz de, farklı olmanın
böyle olmaması gerektiğini belirtiyoruz. Bunu belirtirken aynı zamanda
bir beklentimizi de ifade etmiş oluyoruz.
Sizler her gün bizi eleştiriyorsunuz, çeşitli biçimlerde suçlamalar
yapıyorsunuz. Bizim de size dönük eleştirilerimiz bunlardır. Bu
eleştirileri yapmamız niye tehdit oluyor ki? Bu tarzınızdan vazgeçmeye
dönük bir çağrı yapmak gayet medeni bir şeydir. Özellikle bir kısım
yazarlarınızın kinci ve tahrik üslubuyla, barışı savunuyorum derken,
aslında savaşı tahrik eden sonuçlara yol açtığı açıktır. Bu tür
yayınların farklı bir üslupla egemen devlete ve uygulamalarına cesaret
veren sonuçlara yol açtığını düşünmekteyiz. Açık ki, bu da Kürt halkının
özgürlük davasına kendi çapında zarar veren bir durumdur. Bu nedenle
dost görünürken, bunun yapılmaması gerektiğini belirtiyoruz. Sonuçta bu
çizginizde devam ederseniz size söyleyeceğimiz bir şey yok. O vakit biz
de bir dost olmadığınızı kendi kamuoyumuza söyleyerek politik tavrımızı
koymak durumunda kalacağız. Bu da bir tehdit ya da özel bir karşıtlık
değildir. Her konuda kendi politikamızı belirleme hakkımızın olmadığını
kimse iddia edemez.
Sayın Altan;
Konuyu bitirirken bütünlük arz etmesi açısından şunu da belirtmem
gerekiyor: Defalarca denenmiş olan bir yöntemden sonuç beklemek
hayaldir. AKP, birçok şeyi başarmış olabilir ama bu kafayla ve bu
politikasıyla Kürt sorunu karşısında başarısız kalacaktır. Çünkü biz
haklıyız ve güçlüyüz. Gücümüz, haklılığımızdan ve doğru çizgimizden
geliyor. Biz adalet ve eşitlik istiyoruz; kardeşlik istiyoruz. Kürt
halkının halk olmaktan kaynaklı doğal haklarını istiyoruz. Bunu vermek
zorundasınız, vermezseniz yenilirsiniz. Demirel'in dediği biçimiyle
devletiniz 28 isyanı bastırmış olabilir ama bu kez sert kayaya toslamış
ve başarısız kalmıştır. Bu inkar ve imha çizgisinde daha fazla ısrar
ederse, sadece başarısızlığı daha fazla derinleşecek, ancak bundan Türk
ve Kürt halkı ve de Türkiye'deki herkes zarar edecek; egemenlerin değil,
yoksul halkların çocuklarının kanı dökülmüş olacaktır.
Devlet, ABD ve NATO'nun desteğine, polis ve ordu gücüne güveniyor.
Biz de haklılığımıza, doğru çizgimize, tecrübemize, halkımıza ve muazzam
coğrafyamıza güveniyoruz. Ve başarıya ilişkin zerre kadar kuşku
taşımıyoruz. 40 yıla yakın bir zamandır bu siyasetin içindeyiz. 30 yıla
yakın bir zamandır kendimizi savunma ve saldırıları cevaplama
yöntemlerinde ustalaşmış bulunuyoruz. Yani savaş dersen, bizim
tecrübemizin generallerinizinkinden daha fazla olduğunu söylemek
mümkündür. Siyaset dersen, artık Kürt halkı Önder Apo sayesinde
siyasetin ana halkasını yakalamıştır. Dolayısıyla yanılması, çeşitli
taktiklerle alt edilmesi ve yenilgiye uğratılmasının koşulları ortadan
kalkmıştır. İmralı İşkence Sistemi'ndeki tecridi ne kadar
ağırlaştırsanız da Önder Apo'nun kendi ilkelerinden vazgeçmesi mümkün
değildir. Artık siyaseti az çok öğrenmiş bulunuyoruz. 3 bin kişiyi değil
30 bin kişiyi de tutuklasanız, Kürt siyasetindeki meydanı
boşaltamazsınız. Binlercesi öldürülse de, Kürt gençliğini özgürlük
aşkından, onurlu yaşamdan vazgeçiremez ve bu uğurda dağlara çıkmasının
önünü alamazsınız. On yıllar da sürse bunun böyle devam edeceği
kesindir. Ben buna tam olarak inanıyorum.
Bu nedenle ısrarla şunu söylüyoruz: Daha fazla kavga etmeye ve kan
dökmeye gerek yoktur. Daha fazla zorlarsanız bu halk da farklı
alternatiflere yönelebilir. Fakat temel tercihimizin gönüllü-özgür
birlik olduğu ortadadır. Bu nedenle ısrar etmeye gerek yoktur. Bu savaş
on yıllar da sürse Sayın Hasan Cemal'in dediği gibi, dönüp dolaşacağımız
yer yine masa başı olacaktır. Güçlerin birbirini savaşla yenemeyeceği
açığa çıkmış bir gerçektir. O nedenle kimse kimseye onursuzluğu
dayatmamalıdır. Karşılıklı saygı temelinde bu sorunu çözmeliyiz. Bu
sorun bir terör sorunu değil, bir toplumsal sorundur. Biz bu temelde
sorunu barışçıl yöntemlerle çözmeye hazırız ama bize ve halkımıza
dayatılan onursuzluğu ve kendi kendini inkar etmeyi sadece biz PKK'liler
değil, hiçbir onurlu Kürdistanlı kabul edemez.
Gelinen aşamada eğer AKP ve Fetullah Bey şiddette ısrar eder, bizi
yok etmekten vazgeçmezse savaş tırmanır ve biz kazanmak için kararlıca
direnmek durumunda olacağız. Konjonktürel açıdan bunun koşulları da
mevcuttur ve açık söyleyeyim kendimize, tecrübemize de güveniyoruz. Ama
biz bu işi savaş değil, barışla çözmeyi yeğliyoruz. Esas stratejimiz
budur. Biz bunu söyleyince hemen, "o zaman silah bırak, ateşkes yap"
denilmektedir. Biz şimdiye kadar 8 kez ateşkes yaptık ama hepsi yanıtsız
kaldı. Bu noktada eğer devlet, Kürt sorununu barışçıl yöntemlerle
çözüp, Kürtlerle stratejik barış yapmak istiyorsa Başbakan, Önder
Apo'nun yaptığı çağrıya cevap vermelidir. Kalıcı barışın gelişmesinde
rolünü oynaması için "sağlık, güvenlik ve özgür hareket etme"
koşullarını yaratsın, bu sorun bir hafta içerisinde çözüm yoluna girer.
Lütfen Türk basınının psikolojik savaş argümanı olarak kullandığı
"bir değil, birkaç PKK var", "Kandil'de farklı gruplar var", "rant
çıkarları var", "PKK, Apo'yu dinlemiyor" gibi şeylere inanmayın. Çünkü
bunlar doğru değildir. Bizim sonuna kadar güvendiğimiz tek liderimiz
vardır. O da Başkan Abdullah Öcalan'dır. Zaten Kürt halkının ve
siyasetinin başarmış olduğu en önemli gelişme, önemli oranda bir
liderlik etrafında birleşmiş olmasıdır. Egemen güçlerin en çok rahatsız
oldukları olgu da budur. BDP'ye bu kadar çok baskı uygulanmasının gerçek
nedeni de budur. "Neden PKK'ye karşı çıkmıyorsunuz" dayatmaları başka
nasıl izah edilebilinir? Çünkü legal Kürt siyaseti de aynı Önderlik
çizgisini kabul ediyor. Bu çözüm için çok önemli bir avantaj ama bu
sorunu çözmek istemeyen, Kürtleri farklı bir biçimde egemenlik altına
almak isteyenler bundan çok rahatsız olmaktadırlar. Fakat hiçbir
örgütsel bağı olmamasına karşın, farklı kulvarlarda siyaset yürüten Kürt
örgütsel yapılarının büyük çoğunluğunun bu Önderlik etrafında birleşmiş
olması, çok önemli bir gelişme durumundadır. Bu gelişme Kürt sorununun
çözüm olanaklarını ortaya çıkaran en önemli faktördür. Bunu
değerlendirerek kalıcı barışı sağlamak ise en akıllı yoldur. Ama
öncelikle bunun için devletin şu kibirliliğini bırakıp, Kürt halkına
yaptıkları karşısında özeleştiri vermesi ve artık gerçekleri Türkiye
halkına da açıklaması gerekmektedir. Biz birlikte bir ulus yaratabiliriz
ama bu ulus tekçi, merkeziyetçi bir ulus değil, çoğulculuğu zenginlik
sayan demokratik ulus olmalıdır. Bizim çözüm perspektifimiz de öz
yönetim hakkını da içeren Demokratik Ulus perspektifidir.
Mektubumun uzadığının farkındayım. Fakat takdir edersiniz ki, bir
gazeteci değilim. Kendimi kısa cümlelerle ifade edemedim. Bu belki bir
yetersizlik, belki de sorunlarımızın ağırlığından gelen bir husustur.
Umarım belirttiklerim tarafınızdan anlayışla karşılanır ve yeniden bir
tehdit olarak algılanmaz. Belirttiklerimin doğruluğuna yürekten
inanıyorum. Sizin için de bunların bir anlam ifade edeceğini
düşünüyorum. Gerçeklere dayanan ve demokratik çözüm ile barış sürecinin
gelişmesine hizmet eden çabalarınızın gelişeceğine olan inancımla yazmış
oldum. Eğer hak, adalet, eşitlik ve barış yolunda bir katkı sunmuşsam
ne ala. Bu mektubum dostluk ve barışa bir nebze de olsa vesile
olabilirse buna çok sevineceğimi bilmenizi isterim.
ANF
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder