Rönesans dönemini, Batı düşünce tarihinin ortaya koyduğu gibi kapitalizmin ön düşünce temeli olarak değerlendirmek yanlıştır. Rönesans esas olarak baskıcı olan sistemlere ve zihniyetlere karşı özgür düşünmeyi ve bilimi esas alan bir karaktere sahiptir. Rönesans ütopyaları kapitalist değil, komünalisttir. Ortaya çıkan yeni toplumsal sistemin kapitalizm olduğuna dair inandırıcı bir araştırma yoktur.
KCK Önderi Abdullah Öcalan peygamberlik geleneğini değerlendirirken, karakteri hakkında şunları vurgular: “Özcesi savaşçı-iktidar gücüne karşı içten sosyal bir gelenek olarak gelişen peygamberlik hareketi, genelde insanlık tarihinde, özelde Ortadoğu tarihsel toplum sisteminde demokratik duruşa daha yakın durmaktadır. Yoksulluk boyutunu da eklediğimizde, adeta tarihin ilk ‘sosyal demokrat’ hareketini temsil etmiş oluyorlar. Gerçekte sınıf temelleriyle -orta sınıf: zanaat, tüccar, özgür çiftçi, kabile- günümüz sosyal demokrasi hareketleriyle benzerliği kurulabilir. Sosyal demokratlar nasıl sistemi biraz yumuşatsalar da yedeği olmaktan kurtulamamışlarsa, peygamber sosyal demokratlığı da er veya geç kurulu sınıflı toplum sistemlerine entegre olmaktan, onların benzer bir modelini kurmaktan kurtulamamıştır. Katı ilkçağ köleliğine karşı yol açtıkları sistem ortaçağ feodalizmidir. Barış ve adaleti tüm insanlık için istemektedirler. Ama hâkim sistemin büyük dönüştürücü gücü, peygamberlerin tanrı devletini de asıl sisteminkinden pek farklı kılmamaktadır.
Sosyolojik anlatımdan yoksun teoloji -ilahiyat- söylemi, büyük bir külliyatı -eser koleksiyonu- elinde bulundurmasına rağmen, insanlık tarihini de en çok etkileyen peygamberlik kurumunun toplumsal gerçekliğini açıklamamaktadır. Aslında Sümer ve Mısır antik köleciliğine karşı sosyal ve bireysel özgürlükçü, adaletçi yanı esas alan kurumun doğru tanımı büyük önem taşımaktadır. Halkların dönemin zihin yapısı olan din görünümü altında büyük sosyal mücadelelerini yansıtmaktadır. Peygamberlik ilk büyük sosyal önderlik kurumudur. Kullandıkları kavram ve düşünceleri -o dönemin dünya bakışına hâkim olan ve genel geçer zihniyet kalıplarını- sentezleyerek bir üst aşamaya sıçratmaları nübüvveti -peygamberliği- kazanma anlamına gelmektedir. Resmi köleci mitoloji ve dinden koptukları oranda sosyal özgürlükçü bir rolü oynamaktadırlar. Şüphesiz her dönemde sıkça görüldüğü gibi, düzenle radikal kopuşları olduğu gibi uzlaşmaları da mümkündür.”
Köleciliğin yumuşatılmış biçimi: Feodal devletçi toplum
Dışarıdan komünal demokratik değerlerden güç alan etnik toplulukların dalga dalga Roma’yı yıpratması, içeride kölelerin isyanı ve manastırların adalet ve eşitlik duygularını topluma mayalaması sonucunda köleci devlet sistemi dağılarak, onun yerine köleciliğin yumuşatılmış biçimi olan feodal devletçi toplum sistemine geçiliyor. Feodalizm de kendini kurumlaştırıyor. Tabii ki halklar ve Hıristiyanlık feodal bir sistem yaratmak için isyan etmediler. Daha özgür bir yaşam özlemiyle isyan ve saldırılarını gerçekleştiriyorlardı. Ama yine de buna rağmen feodal sistem köleciliğin yumuşadığı bir sistem olmuştur. Feodal denen bu dönemde devletçi sistem baskısını ve zulmünü sürdürse de, insanlığın büyük bölümünü oluşturan etnik topluluklarda komünal demokratik değerler canlı biçimde varlığını sürdürmektedir.
İslamiyetin ortaya çıkışı ve komünal demokratik değerler
KCK Önderi Abdullah Öcalan’ın ‘Ortadoğu’nun son aslan kükreyişi’ olarak ifade ettiği İslam’ın ve Muhammed’in isyanı da artık insanlar açısından anlamsız ve çekilmez hale gelen zulme karşıdır. İslam, Doğu Roma yani Bizans ve Sasani şahsında süren baskı ve zulme isyanı ifade ediyor. Kölelik hala tümden ortadan kalkmamıştır. Sasani ve Bizans’ın iç çürümeleri bunların toplumlardaki meşruiyetini ve otoritesini önemli oranda sarsmıştır. Hz. Muhammed bu tarihi süreçte Arabistan ve çevresindeki bunalımın da yarattığı etkiyle bir çıkışa yöneliyor. Yahudilik ve Hıristiyanlık değerleri başta olmak üzere Ortadoğu’nun geçmişte yarattığı bütün değerleri alıyor ve bunları daha sistemli ideolojik ve teorik çerçeveye kavuşturuyor. Kur’an bunun şahane bir belgesi oluyor. Özü zulme ve haksızlığa karşı bir isyandır. Sınırsız devlet ve kral yetkilerinin sınırlandırılması ve belirli kurallara bağlanmasıdır. Dolayısıyla çıkışında özgürlükçü ve komünal demokratik değerler taşıyor.
Muhammet zamanı ve İslam’ın ilk dönemlerinde danışma kurumu ve geleneği ortaya çıkıyor. Danışma meclisi gibi bir uygulamadan söz edilebilir. Zaten her zaman çevresinde bazı kararları alıp danıştığı bireyler vardır. Otoritesi fazlasıyla olmasına rağmen işleri çevresiyle yürütmeye çalışıyor. Böylece meşruiyeti ve etkisi daha da güçleniyor. Peygamberdir, ama yakın çevresiyle ve toplumun ileri gelenleriyle sürekli bir danışma içinde oluyor. Halifelik döneminde bunlar kurumlaştırılmaya çalışılıyor. Halifelik babadan oğula geçmiyor, seçimle belirleniyor. Ebubekir ve Ömer’in nasıl seçildikleri, Osman’ın nasıl seçildiği ayrı bir değerlendirme konusudur; ama yine de ortada bir seçim vardır. Yani halifelik başka yolla alınamıyor; babadan oğula geçme gibi bir karakteri yoktur. Peygamberin yakınları, ilk Müslümanlar, İslam’ın ileri gelenleri, Hz. Muhammed’in düşüncesini iyi bilenler ve belli din adamları tarafından seçilmesi gerekiyor. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’nin seçimleri böyle bir prosedürle gerçekleşiyor. Belki bu halife seçimleri bazı yönleriyle bir formalite ve tam demokratik görülmese bile, yine de bir seçimin var olması önemlidir.
İslamiyet’te de danışma meclisi belli düzeyde geliştiriliyor. Peygamberin ve halifelerin otoritesi belli bir mutlaklık taşısa da, kararları büyük oranda tek başlarına verseler de, Kur’an’da ortaya konulan yönetim felsefesi bu tür danışma kurumlarını da öngörüyor. İslamiyet de insan vicdanı ve zihniyetinin gelinen aşamada bir patlaması olarak görülmelidir.
Tıkanan feodalizm ve gelişen aydınlanma hareketleri
Ancak İmam Gazali ile birlikte içtihat kapısı kapanıyor. Bu da siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik alanda gerilemenin en önemli nedeni haline geliyor.
Avrupa’da feodal dönem giderek insan ve toplum yaşamını tıkatan ve sıkıcı hale getiren bir konuma geliyor. Zaten feodal dönem miadını doldurmuş köleciliğin ömrünü uzatması gibi bir durumu ifade ediyordu. Bu nedenle ihtiyaçlara cevap vermekten uzak kalmıştır. Bu ve başka birçok etken Avrupa’da Rönesans ve Reform denen gelişmeyi ihtiyaç haline getiriyor. Sonunda yeniden doğuş denen doğaya, bireye, topluma canlı yaklaşımla bakan bir zihniyet ortaya çıkıyor. Özellikle İtalyan ticaret kentlerinde bu tür şeyler gelişiyor. Sanat, kültür ve edebiyat alanında yeni gelişmeler yaşanıyor. Diğer taraftan Hıristiyanlığın katı dogmalarına karşı dinde reform hareketleri ortaya çıkıyor. Protestanlık bir yönüyle toplumsal ahlakın dağılmasının önünü açarak olumsuz bir rol oynarken, diğer taraftan katı dogmaları kırma açısından da olumlu bir rol oynamıştır. Protestanlığın bu çelişkili rolü hala tartışılmaktadır. Bir taraftan Rönesans, diğer taraftan Reform bilimsel yaklaşımın önünü açıyor. Hıristiyanlığın dogmatik kalıplarının kırılması, Avrupa’da özgür düşüncenin gelişimini ortaya çıkarıyor. Bunlar ve akılcı düşüncenin etkin hale gelmesi giderek Avrupa’daki demokratik gelişmeye temel oluyor.
Rönesans ve dinin yeni yorumu
Rönesans ve Reformun yapılması insanlık tarihi açısından önemli bir duraktır. Rönesans ve Reformun özellikle manastır ve şehir üniversiteleri zemininde gelişmesi söz konusudur. Şehrin belli demokratik ortamı, manastırlardan korunan ve mayalanan komünal değerler, Hıristiyanlığın, Germenlerin özgür ruhuna göre yorumlanması Avrupa toplumunun yeni bir düşünce ile mayalanmasını beraberinde getirmiştir. İranlılarda Şialık, Kürtlerde Alevilik yorumu gibi Avrupa’da da Protestanlık denen yorumlar gelişiyor. Ancak İslamiyet’in hala canlı karakterde olması itibariyle hem toplumu hem de devleti sarması, egemenlerin ve devletlerin kontrolündeki İslam anlayışı ve yorumu dışında toplumun demokratik ve özgür yaşamına uygun yorumların gelişmesine imkân vermiyor. Protestanlık resmi Hıristiyanlığa karşı bir hamle yapsa da, Ortadoğu’da devletin damgasını taşıyan ve İslam’ı devletin ideolojik gücü haline getirenlere karşı toplumun çıkarına olacak yorum ve örgütlenme düzeyi geliştirilemiyor. Varolan mezhepler de zamanla oluşan kalıplara karşı çok köklü bir eleştiri geliştiremiyor; zaman zaman ciddi eleştiriler ve karşı koymalar olsa da etkili olamıyorlar. Öte yandan Haçlı seferlerinde Hıristiyan dünyanın yenilgiye uğraması kendilerinde bir sorgulama geliştirirken, İslam dünyasının Haçlı seferlerinden zaferle çıkması kendilerindeki eksiklikler ve yanlışlıklara karşı sorgulamaya girişmek yerine daha doğru olduklarına inanmalarına yol açıyor ve bu temelde dogmatikleşme gelişiyor. İmam Gazali’yle de bunun düşünsel temeli oluşunca, İslam dünyasının uygarlıkta öncü rolünü kaybetmesi kaçınılmaz hale geliyor. Avrupa’da Rönesans ve Reformun gelişmesi ise yeni düşünce akımlarının ortaya çıkmasına yol veriyor. Bu da uygarlık öncülüğünün Avrupa’ya geçmesiyle sonuçlanıyor.
Rönesans ütopyası kapitalist değil komünalisttir
Rönesans dönemini Batı düşünce tarihinin ortaya koyduğu gibi kapitalizmin ön düşünce temeli olarak değerlendirmek yanlıştır. Rönesans esas olarak baskıcı olan sistemlere ve zihniyetlere karşı özgür düşünmeyi ve bilimi esas alan bir karaktere sahiptir. Hiçbir Rönesans filozofu ve düşünce adamı kapitalizmi öngörmemiş, bireyciliğe de vurgu yapmamıştır. Bireyin özgür düşünmesi gerektiği ve toplumun özgür bireyle anlamlı olacağı zihniyeti vardır. Ama bütün bu düşünceler toplumsal yaşamı demokratikleştirmek ve zenginleştirmek içindir. Bu nedenle kapitalizmin bireyci yaşamından çok, komünal demokratik değerlere daha yakın bir düşünce akımıdır. Eğer kapitalist devletçi sistem başarılı olmuşsa, bu onun dayandığı temeli ve toplumları kontrol etme konusundaki tecrübelerinin sonucudur.
Abdullah Öcalan, Rönesans’ı ve Rönesans sonrası kapitalizmin hâkimiyet nedenlerini şöyle ortaya koyar: “Rönesans, öz olarak doğayı, toplumu ve bireyi her tür dogmadan uzak tutku derecesinde kavramayı, sevmeyi esas almaktadır. Doğanın ve bireyin kutsallığına dönüştür. Bu bireyin de kapitalist birey olmadığı; doğa bilgisiyle, sanat ve felsefeyle yüklü, savaştan kaçınan, doğal, eşit ve özgür bir toplum arayışında olduğu ortak bir yargıdır. Rönesans ütopyaları kapitalist değil, komünalisttir. Ortaya çıkan yeni toplumsal sistemin kapitalizm olduğuna dair inandırıcı bir araştırma yoktur. Manastırlarda komünal bir hayat geçerlidir. Yeni doğan kentlerde hâkim olan ruh demokrasiden yanadır. Bilim adamları, felsefe ve edebiyat yapanlar, sanatla uğraşanlar zorlukla geçinen emekçi insanlardır. Sermaye birikimiyle uğraşanlar sınırlı olup, özellikle faizcilikten ötürü toplumsal nefreti toplayan bir kesim olarak yargıya tabidir. Sanayi devrimine kadar, feodal aristokrasi ve yeni doğan bir ulus olarak halk sınıfları karma nitelikte bir toplumsal sistem oluştururlar.”
Rönesans ucu açık bir kaos aralığıdır
Bu kısa değerlendirme bile 19. yüzyıla kadar kapitalist toplum sisteminden bahsedilemeyeceğini göstermektedir. O halde Rönesans’ı kapitalizmin bir ön aşaması, zihniyet süreci olarak algılamak vahim bir yanlışlıktır. Doğrusu, ucu her tür gelişmeye açık bir kaos aralığı olduğudur. Feodal toplum sisteminin dağıldığı, çözüldüğü, fakat yeni toplumun doğmadığı, doğuş sancılarının yaşandığı bir ara dönemdir. Bu ara dönemden feodalizm yeniden güç kazanarak çıkacağı gibi, kapitalist bireyci bir sistem de doğabilir; yine güçlü altyapı koşullarına sahip demokratik, eşit-özgür bir topluma doğru gelişme de yaşanabilirdi. Tamamen sistem savaşçılarının bilinç ve politik yeteneklerine bağlı olarak pek çok sistemin doğması teorik olarak mümkündür. Nitekim Fransız Devriminin sonlarına kadar kapitalist toplumla daha eşit ve özgürlükçü toplum yandaşları başa baş bir mücadele içindedirler. 1640’taki İngiliz Devrimi ezici bir demokratik özellik taşımaktadır. Eşitliğe ve özgürlüğe ilişkin çeşitli ve oldukça güçlü kişisel ve kolektif anlayışlara rastlamak mümkündür. Burjuva devriminden ziyade halkçı bir devrimdir. 16. yüzyıldaki İspanya şehir komünarları demokrat karakterlidir. Amerikan Devriminin niteliği de açıkça özgürlükçü ve demokratiktir. 1789 Fransız Devriminde komünistler dahil birçok renk vardır. Özcesi Rönesans sürecindeki toplumsal kaostan çıkışta özgür-eşit ve demokratik toplum eğilimi en az kapitalist-bireyci eğilim kadar şanslıdır. Kapitalizm ancak sanayi devrimiyle birlikte toplumsal savaşta üstünlük sağlayacaktır. 19. yüzyıl, sanayi devrimiyle birlikte kapitalizmin her alanda hâkimiyetini yükselteceği bir dönemdir. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlangıcında, sistemin dünya çapında ilk defa yayılmasını kabaca tamamladığını görmekteyiz. Daha eşit-özgür ve demokratik toplum mücadelesi, 1848-1871 devrimlerinin yenilgisiyle hâkim toplumsal sistem olma şansını kaybederler.
Düşünürlerin arayışı kolektif karakterlidir
Öcalan şöyle devam ediyor: “Rönesans aralığından sadece kapitalist sisteme taşıyan değerler alınmadı. Hayli zengin olan malzemesinden kolektif toplum yapılanmaları için gerekli anlam gücünü bulmak da olasılıklardan biriydi. İlk ütopyacılar Campanella, Thomas Moore, Francis Bacon, daha sonraları Fourier, Robert Owen, Proudhon çok sayıda komünal toplumsal sistemleri tasarlıyor, yer yer örgütlenmelerine girişiyorlardı. Aydınlanma döneminde yine birçok filozof oluşacak yeni toplumun nitelikleri üzerinde kafa patlatıyorlardı. Başta gelen devrimlerin hep sola açık, bitmemiş bir yanları vardı. Kapitalist sistem yerleşmiş haliyle hiçbir önemli düşünürün tasarımı olarak oluşmamıştır. Ciddi düşünürlerin peşinde koştukları toplumsal ütopyaları kolektif karakterlidir. Ahlaka belirleyici bir rol tanınmaktadır. Buna rağmen kapitalizmin başarısında devlet kültünün gücü, eski aristokrasinin olanca ağırlığı, yeni burjuva sınıfın kendi zıddından daha gelişkinliği gibi objektif nedenler etkili olmuştur. Eski hâkim toplumun izlerini yoğunca üzerinde taşıyan yeni toplumcuların kolayca istismarı anlaşılırdır.”
Kilisenin inandırıcılığını yitirmesi
Avrupa’da felsefe ve hukuk alanında devlet yönetiminin nasıl olması gerektiği konusunda sorgulamalar başlıyor. Diğer taraftan bu düşüncelerin belli düzeyde geniş kitlelere mal olmasıyla birlikte, toplumda daha özgür ve demokratik düşünme gelişiyor. Kilisenin ve kralın toplumu boğması ve baskı altına almasına karşı alttan alta kiliseye ve kiliseyle birleşen krallığa karşı tepki büyüyor. Çünkü kilise bir nevi tutuculaşan ve toplum üzerinde baskı gücü olan mutlak krallığın ve devletin meşruiyetini savunuyor. Halkın tepkisi krallık ve merkezi otorite ile bütünleşmiş kilisenin otoritesine de yöneliyor. Kilisenin ruhani olması, insanın inanç dünyasını Hıristiyanlığın özünde varolan değerlerle doldurması ve insana moral düzey kazandırması gerekirken dünyevileşmesi toplumda tepki uyandırmıştır. Kiliselerin toprakları birçok büyük feodallerin topraklarından daha geniştir. Tamamen bir feodal ağa ve bey haline gelmiştir. Bu durumda nasıl feodal sisteme karşı köylüler tepki duyuyorsa, feodalizmin temsilcisi krala duyulan bu tepkinin benzeri kiliseye de yöneliyor. Bu zihniyet ve tutumun toplumsallaşması kralların ve devletlerin meşruiyetini sarsıyor. Bu da otoritelerinin sorgulanması ve zayıflanması ile sonuçlanmıştır.
Bir özgürlük aracı olarak laiklik
Öte yandan düşüncenin gelişmesi önünde kilisenin tekçi düşünceyi savunması ciddi bir engeldir. Resmi düşünce sadece Hıristiyanlıktır. Bunun ortaya koyduğu kalıplar dışında düşünceyi savunmak suçtur. Özgür düşünce önünde engel olan Hıristiyanlığın dogmatik tekçi düşüncesine karşı aydınlar düşünce özgürlüğünü savunuyorlar. Bilime daha yakın olan felsefenin gelişimi laikliğin savunulmasının da önünü açıyor. Laiklik kilisenin tekçi düşüncesini kıracak ve düşünce özgürlüğünü ortaya çıkaracak bir mücadele aracı haline geliyor. Laiklik ya da sekülerizm denen düşünce aydınlar içerisinde gelişiyor. Laikliği savunmak aynı zamanda kiliseye ve kiliseyle ittifak içinde olan krala karşı bir mücadele anlamına geliyor. Özellikle aydınlar laikliğin öncülüğünü ve militanlığını yapıyorlar. Bir taraftan feodalizme, yani toprak ağalarına ve beylerine karşı bir isyan, diğer taraftan kiliseye ve krallığa karşı tepkiler gelişiyor. Bu duygu ve zihniyetin giderek yaygınlaşması, toplum tabanından gelişen bir mücadele olan demokratik devrimleri ortaya çıkarıyor. Halkın baskıya ve sömürüye karşı özgürlük ve demokrasi özlemlerinin ifadesi olan ilk demokratik devrim Hollanda’da gelişiyor. Toplumun kiliseye, feodallere ve krala karşı ilk sistemli ayaklanışı Hollanda’da gelişme gösteriyor. İngiltere’de kralın yetkilerini sınırlama süreci 1648’de Crommwel’in öncülüğünde bütün toplumu içine alan demokratik devrime dönüşüyor.
Kralların yetkilerinin sınırlanmasıyla kilisenin yetkilerinin sınırlanması birbiriyle paralel gelişiyor. Öyle ki, Avrupa’daki halkın tepkisi sonucu kilise çok önemli düzeyde darbe yiyor. Hatta Fransız Devriminde bütün Fransa’da papaz kanı akıyor. Devrim içinde halk sisteme karşı öfkesini papaz düşmanlığı biçiminde ortaya koyuyor. Bu eğilim çok aşırı düzeye ulaşıyor. Çünkü kilise kralla çok özdeşleşmiştir. Demokratik halk devrimleriyle birlikte kilise artık devlete karışan ve etkileyen konumdan çıkıyor. Devletin seküler olduğu, devlet yaşamındaki kuralların din kurallarından ayrıldığı, kilisenin ya da Hıristiyanlık kurallarının artık devletin yönetiminde etkili olmadığı bir düzen gelişiyor. Buna da laiklik deniliyor. Bu açıdan laiklikle Batıda giderek burjuvazinin ağırlığını koyduğu demokrasi anlayışı arasında bir bağ bulunmaktadır. Bu iki olgu Batıda iç içe gelişiyor.