29 Mart 2011 Salı

Özgürlük Arayışı ve Aydınlanma



Rönesans dönemini, Batı düşünce tarihinin ortaya koyduğu gibi kapitalizmin ön düşünce temeli olarak değerlendirmek yanlıştır. Rönesans esas olarak baskıcı olan sistemlere ve zihniyetlere karşı özgür düşünmeyi ve bilimi esas alan bir karaktere sahiptir. Rönesans ütopyaları kapitalist değil, komünalisttir. Ortaya çıkan yeni toplumsal sistemin kapitalizm olduğuna dair inandırıcı bir araştırma yoktur. 


KCK Önderi Abdullah Öcalan peygamberlik geleneğini değerlendirirken, karakteri hakkında şunları vurgular: “Özcesi savaşçı-iktidar gücüne karşı içten sosyal bir gelenek olarak gelişen peygamberlik hareketi, genelde insanlık tarihinde, özelde Ortadoğu tarihsel toplum sisteminde demokratik duruşa daha yakın durmaktadır. Yoksulluk boyutunu da eklediğimizde, adeta tarihin ilk ‘sosyal demokrat’ hareketini temsil etmiş oluyorlar. Gerçekte sınıf temelleriyle -orta sınıf: zanaat, tüccar, özgür çiftçi, kabile- günümüz sosyal demokrasi hareketleriyle benzerliği kurulabilir. Sosyal demokratlar nasıl sistemi biraz yumuşatsalar da yedeği olmaktan kurtulamamışlarsa, peygamber sosyal demokratlığı da er veya geç kurulu sınıflı toplum sistemlerine entegre olmaktan, onların benzer bir modelini kurmaktan kurtulamamıştır. Katı ilkçağ köleliğine karşı yol açtıkları sistem ortaçağ feodalizmidir. Barış ve adaleti tüm insanlık için istemektedirler. Ama hâkim sistemin büyük dönüştürücü gücü, peygamberlerin tanrı devletini de asıl sisteminkinden pek farklı kılmamaktadır.

Sosyolojik anlatımdan yoksun teoloji -ilahiyat- söylemi, büyük bir külliyatı -eser koleksiyonu- elinde bulundurmasına rağmen, insanlık tarihini de en çok etkileyen peygamberlik kurumunun toplumsal gerçekliğini açıklamamaktadır. Aslında Sümer ve Mısır antik köleciliğine karşı sosyal ve bireysel özgürlükçü, adaletçi yanı esas alan kurumun doğru tanımı büyük önem taşımaktadır. Halkların dönemin zihin yapısı olan din görünümü altında büyük sosyal mücadelelerini yansıtmaktadır. Peygamberlik ilk büyük sosyal önderlik kurumudur. Kullandıkları kavram ve düşünceleri -o dönemin dünya bakışına hâkim olan ve genel geçer zihniyet kalıplarını- sentezleyerek bir üst aşamaya sıçratmaları nübüvveti -peygamberliği- kazanma anlamına gelmektedir. Resmi köleci mitoloji ve dinden koptukları oranda sosyal özgürlükçü bir rolü oynamaktadırlar. Şüphesiz her dönemde sıkça görüldüğü gibi, düzenle radikal kopuşları olduğu gibi uzlaşmaları da mümkündür.”

Köleciliğin yumuşatılmış biçimi: Feodal devletçi toplum


Dışarıdan komünal demokratik değerlerden güç alan etnik toplulukların dalga dalga Roma’yı yıpratması, içeride kölelerin isyanı ve manastırların adalet ve eşitlik duygularını topluma mayalaması sonucunda köleci devlet sistemi dağılarak, onun yerine köleciliğin yumuşatılmış biçimi olan feodal devletçi toplum sistemine geçiliyor. Feodalizm de kendini kurumlaştırıyor. Tabii ki halklar ve Hıristiyanlık feodal bir sistem yaratmak için isyan etmediler. Daha özgür bir yaşam özlemiyle isyan ve saldırılarını gerçekleştiriyorlardı. Ama yine de buna rağmen feodal sistem köleciliğin yumuşadığı bir sistem olmuştur. Feodal denen bu dönemde devletçi sistem baskısını ve zulmünü sürdürse de, insanlığın büyük bölümünü oluşturan etnik topluluklarda komünal demokratik değerler canlı biçimde varlığını sürdürmektedir.

İslamiyetin ortaya çıkışı ve komünal demokratik değerler


KCK Önderi Abdullah Öcalan’ın ‘Ortadoğu’nun son aslan kükreyişi’ olarak ifade ettiği İslam’ın ve Muhammed’in isyanı da artık insanlar açısından anlamsız ve çekilmez hale gelen zulme karşıdır. İslam, Doğu Roma yani Bizans ve Sasani şahsında süren baskı ve zulme isyanı ifade ediyor. Kölelik hala tümden ortadan kalkmamıştır. Sasani ve Bizans’ın iç çürümeleri bunların toplumlardaki meşruiyetini ve otoritesini önemli oranda sarsmıştır. Hz. Muhammed bu tarihi süreçte Arabistan ve çevresindeki bunalımın da yarattığı etkiyle bir çıkışa yöneliyor. Yahudilik ve Hıristiyanlık değerleri başta olmak üzere Ortadoğu’nun geçmişte yarattığı bütün değerleri alıyor ve bunları daha sistemli ideolojik ve teorik çerçeveye kavuşturuyor. Kur’an bunun şahane bir belgesi oluyor. Özü zulme ve haksızlığa karşı bir isyandır. Sınırsız devlet ve kral yetkilerinin sınırlandırılması ve belirli kurallara bağlanmasıdır. Dolayısıyla çıkışında özgürlükçü ve komünal demokratik değerler taşıyor.

Muhammet zamanı ve İslam’ın ilk dönemlerinde danışma kurumu ve geleneği ortaya çıkıyor. Danışma meclisi gibi bir uygulamadan söz edilebilir. Zaten her zaman çevresinde bazı kararları alıp danıştığı bireyler vardır. Otoritesi fazlasıyla olmasına rağmen işleri çevresiyle yürütmeye çalışıyor. Böylece meşruiyeti ve etkisi daha da güçleniyor. Peygamberdir, ama yakın çevresiyle ve toplumun ileri gelenleriyle sürekli bir danışma içinde oluyor. Halifelik döneminde bunlar kurumlaştırılmaya çalışılıyor. Halifelik babadan oğula geçmiyor, seçimle belirleniyor. Ebubekir ve Ömer’in nasıl seçildikleri, Osman’ın nasıl seçildiği ayrı bir değerlendirme konusudur; ama yine de ortada bir seçim vardır. Yani halifelik başka yolla alınamıyor; babadan oğula geçme gibi bir karakteri yoktur. Peygamberin yakınları, ilk Müslümanlar, İslam’ın ileri gelenleri, Hz. Muhammed’in düşüncesini iyi bilenler ve belli din adamları tarafından seçilmesi gerekiyor. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’nin seçimleri böyle bir prosedürle gerçekleşiyor. Belki bu halife seçimleri bazı yönleriyle bir formalite ve tam demokratik görülmese bile, yine de bir seçimin var olması önemlidir.

İslamiyet’te de danışma meclisi belli düzeyde geliştiriliyor. Peygamberin ve halifelerin otoritesi belli bir mutlaklık taşısa da, kararları büyük oranda tek başlarına verseler de, Kur’an’da ortaya konulan yönetim felsefesi bu tür danışma kurumlarını da öngörüyor. İslamiyet de insan vicdanı ve zihniyetinin gelinen aşamada bir patlaması olarak görülmelidir.

Tıkanan feodalizm ve gelişen aydınlanma hareketleri


Ancak İmam Gazali ile birlikte içtihat kapısı kapanıyor. Bu da siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik alanda gerilemenin en önemli nedeni haline geliyor.

Avrupa’da feodal dönem giderek insan ve toplum yaşamını tıkatan ve sıkıcı hale getiren bir konuma geliyor. Zaten feodal dönem miadını doldurmuş köleciliğin ömrünü uzatması gibi bir durumu ifade ediyordu. Bu nedenle ihtiyaçlara cevap vermekten uzak kalmıştır. Bu ve başka birçok etken Avrupa’da Rönesans ve Reform denen gelişmeyi ihtiyaç haline getiriyor. Sonunda yeniden doğuş denen doğaya, bireye, topluma canlı yaklaşımla bakan bir zihniyet ortaya çıkıyor. Özellikle İtalyan ticaret kentlerinde bu tür şeyler gelişiyor. Sanat, kültür ve edebiyat alanında yeni gelişmeler yaşanıyor. Diğer taraftan Hıristiyanlığın katı dogmalarına karşı dinde reform hareketleri ortaya çıkıyor. Protestanlık bir yönüyle toplumsal ahlakın dağılmasının önünü açarak olumsuz bir rol oynarken, diğer taraftan katı dogmaları kırma açısından da olumlu bir rol oynamıştır. Protestanlığın bu çelişkili rolü hala tartışılmaktadır. Bir taraftan Rönesans, diğer taraftan Reform bilimsel yaklaşımın önünü açıyor. Hıristiyanlığın dogmatik kalıplarının kırılması, Avrupa’da özgür düşüncenin gelişimini ortaya çıkarıyor. Bunlar ve akılcı düşüncenin etkin hale gelmesi giderek Avrupa’daki demokratik gelişmeye temel oluyor.

Rönesans ve dinin yeni yorumu


Rönesans ve Reformun yapılması insanlık tarihi açısından önemli bir duraktır. Rönesans ve Reformun özellikle manastır ve şehir üniversiteleri zemininde gelişmesi söz konusudur. Şehrin belli demokratik ortamı, manastırlardan korunan ve mayalanan komünal değerler, Hıristiyanlığın, Germenlerin özgür ruhuna göre yorumlanması Avrupa toplumunun yeni bir düşünce ile mayalanmasını beraberinde getirmiştir. İranlılarda Şialık, Kürtlerde Alevilik yorumu gibi Avrupa’da da Protestanlık denen yorumlar gelişiyor. Ancak İslamiyet’in hala canlı karakterde olması itibariyle hem toplumu hem de devleti sarması, egemenlerin ve devletlerin kontrolündeki İslam anlayışı ve yorumu dışında toplumun demokratik ve özgür yaşamına uygun yorumların gelişmesine imkân vermiyor. Protestanlık resmi Hıristiyanlığa karşı bir hamle yapsa da, Ortadoğu’da devletin damgasını taşıyan ve İslam’ı devletin ideolojik gücü haline getirenlere karşı toplumun çıkarına olacak yorum ve örgütlenme düzeyi geliştirilemiyor. Varolan mezhepler de zamanla oluşan kalıplara karşı çok köklü bir eleştiri geliştiremiyor; zaman zaman ciddi eleştiriler ve karşı koymalar olsa da etkili olamıyorlar. Öte yandan Haçlı seferlerinde Hıristiyan dünyanın yenilgiye uğraması kendilerinde bir sorgulama geliştirirken, İslam dünyasının Haçlı seferlerinden zaferle çıkması kendilerindeki eksiklikler ve yanlışlıklara karşı sorgulamaya girişmek yerine daha doğru olduklarına inanmalarına yol açıyor ve bu temelde dogmatikleşme gelişiyor. İmam Gazali’yle de bunun düşünsel temeli oluşunca, İslam dünyasının uygarlıkta öncü rolünü kaybetmesi kaçınılmaz hale geliyor. Avrupa’da Rönesans ve Reformun gelişmesi ise yeni düşünce akımlarının ortaya çıkmasına yol veriyor. Bu da uygarlık öncülüğünün Avrupa’ya geçmesiyle sonuçlanıyor.

Rönesans ütopyası kapitalist değil komünalisttir


Rönesans dönemini Batı düşünce tarihinin ortaya koyduğu gibi kapitalizmin ön düşünce temeli olarak değerlendirmek yanlıştır. Rönesans esas olarak baskıcı olan sistemlere ve zihniyetlere karşı özgür düşünmeyi ve bilimi esas alan bir karaktere sahiptir. Hiçbir Rönesans filozofu ve düşünce adamı kapitalizmi öngörmemiş, bireyciliğe de vurgu yapmamıştır. Bireyin özgür düşünmesi gerektiği ve toplumun özgür bireyle anlamlı olacağı zihniyeti vardır. Ama bütün bu düşünceler toplumsal yaşamı demokratikleştirmek ve zenginleştirmek içindir. Bu nedenle kapitalizmin bireyci yaşamından çok, komünal demokratik değerlere daha yakın bir düşünce akımıdır. Eğer kapitalist devletçi sistem başarılı olmuşsa, bu onun dayandığı temeli ve toplumları kontrol etme konusundaki tecrübelerinin sonucudur.

Abdullah Öcalan, Rönesans’ı ve Rönesans sonrası kapitalizmin hâkimiyet nedenlerini şöyle ortaya koyar: “Rönesans, öz olarak doğayı, toplumu ve bireyi her tür dogmadan uzak tutku derecesinde kavramayı, sevmeyi esas almaktadır. Doğanın ve bireyin kutsallığına dönüştür. Bu bireyin de kapitalist birey olmadığı; doğa bilgisiyle, sanat ve felsefeyle yüklü, savaştan kaçınan, doğal, eşit ve özgür bir toplum arayışında olduğu ortak bir yargıdır. Rönesans ütopyaları kapitalist değil, komünalisttir. Ortaya çıkan yeni toplumsal sistemin kapitalizm olduğuna dair inandırıcı bir araştırma yoktur. Manastırlarda komünal bir hayat geçerlidir. Yeni doğan kentlerde hâkim olan ruh demokrasiden yanadır. Bilim adamları, felsefe ve edebiyat yapanlar, sanatla uğraşanlar zorlukla geçinen emekçi insanlardır. Sermaye birikimiyle uğraşanlar sınırlı olup, özellikle faizcilikten ötürü toplumsal nefreti toplayan bir kesim olarak yargıya tabidir. Sanayi devrimine kadar, feodal aristokrasi ve yeni doğan bir ulus olarak halk sınıfları karma nitelikte bir toplumsal sistem oluştururlar.”

Rönesans ucu açık bir kaos aralığıdır


Bu kısa değerlendirme bile 19. yüzyıla kadar kapitalist toplum sisteminden bahsedilemeyeceğini göstermektedir. O halde Rönesans’ı kapitalizmin bir ön aşaması, zihniyet süreci olarak algılamak vahim bir yanlışlıktır. Doğrusu, ucu her tür gelişmeye açık bir kaos aralığı olduğudur. Feodal toplum sisteminin dağıldığı, çözüldüğü, fakat yeni toplumun doğmadığı, doğuş sancılarının yaşandığı bir ara dönemdir. Bu ara dönemden feodalizm yeniden güç kazanarak çıkacağı gibi, kapitalist bireyci bir sistem de doğabilir; yine güçlü altyapı koşullarına sahip demokratik, eşit-özgür bir topluma doğru gelişme de yaşanabilirdi. Tamamen sistem savaşçılarının bilinç ve politik yeteneklerine bağlı olarak pek çok sistemin doğması teorik olarak mümkündür. Nitekim Fransız Devriminin sonlarına kadar kapitalist toplumla daha eşit ve özgürlükçü toplum yandaşları başa baş bir mücadele içindedirler. 1640’taki İngiliz Devrimi ezici bir demokratik özellik taşımaktadır. Eşitliğe ve özgürlüğe ilişkin çeşitli ve oldukça güçlü kişisel ve kolektif anlayışlara rastlamak mümkündür. Burjuva devriminden ziyade halkçı bir devrimdir. 16. yüzyıldaki İspanya şehir komünarları demokrat karakterlidir. Amerikan Devriminin niteliği de açıkça özgürlükçü ve demokratiktir. 1789 Fransız Devriminde komünistler dahil birçok renk vardır. Özcesi Rönesans sürecindeki toplumsal kaostan çıkışta özgür-eşit ve demokratik toplum eğilimi en az kapitalist-bireyci eğilim kadar şanslıdır. Kapitalizm ancak sanayi devrimiyle birlikte toplumsal savaşta üstünlük sağlayacaktır. 19. yüzyıl, sanayi devrimiyle birlikte kapitalizmin her alanda hâkimiyetini yükselteceği bir dönemdir. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlangıcında, sistemin dünya çapında ilk defa yayılmasını kabaca tamamladığını görmekteyiz. Daha eşit-özgür ve demokratik toplum mücadelesi, 1848-1871 devrimlerinin yenilgisiyle hâkim toplumsal sistem olma şansını kaybederler.

Düşünürlerin arayışı kolektif karakterlidir


Öcalan şöyle devam ediyor: “Rönesans aralığından sadece kapitalist sisteme taşıyan değerler alınmadı. Hayli zengin olan malzemesinden kolektif toplum yapılanmaları için gerekli anlam gücünü bulmak da olasılıklardan biriydi. İlk ütopyacılar Campanella, Thomas Moore, Francis Bacon, daha sonraları Fourier, Robert Owen, Proudhon çok sayıda komünal toplumsal sistemleri tasarlıyor, yer yer örgütlenmelerine girişiyorlardı. Aydınlanma döneminde yine birçok filozof oluşacak yeni toplumun nitelikleri üzerinde kafa patlatıyorlardı. Başta gelen devrimlerin hep sola açık, bitmemiş bir yanları vardı. Kapitalist sistem yerleşmiş haliyle hiçbir önemli düşünürün tasarımı olarak oluşmamıştır. Ciddi düşünürlerin peşinde koştukları toplumsal ütopyaları kolektif karakterlidir. Ahlaka belirleyici bir rol tanınmaktadır. Buna rağmen kapitalizmin başarısında devlet kültünün gücü, eski aristokrasinin olanca ağırlığı, yeni burjuva sınıfın kendi zıddından daha gelişkinliği gibi objektif nedenler etkili olmuştur. Eski hâkim toplumun izlerini yoğunca üzerinde taşıyan yeni toplumcuların kolayca istismarı anlaşılırdır.”

Kilisenin inandırıcılığını yitirmesi


Avrupa’da felsefe ve hukuk alanında devlet yönetiminin nasıl olması gerektiği konusunda sorgulamalar başlıyor. Diğer taraftan bu düşüncelerin belli düzeyde geniş kitlelere mal olmasıyla birlikte, toplumda daha özgür ve demokratik düşünme gelişiyor. Kilisenin ve kralın toplumu boğması ve baskı altına almasına karşı alttan alta kiliseye ve kiliseyle birleşen krallığa karşı tepki büyüyor. Çünkü kilise bir nevi tutuculaşan ve toplum üzerinde baskı gücü olan mutlak krallığın ve devletin meşruiyetini savunuyor. Halkın tepkisi krallık ve merkezi otorite ile bütünleşmiş kilisenin otoritesine de yöneliyor. Kilisenin ruhani olması, insanın inanç dünyasını Hıristiyanlığın özünde varolan değerlerle doldurması ve insana moral düzey kazandırması gerekirken dünyevileşmesi toplumda tepki uyandırmıştır. Kiliselerin toprakları birçok büyük feodallerin topraklarından daha geniştir. Tamamen bir feodal ağa ve bey haline gelmiştir. Bu durumda nasıl feodal sisteme karşı köylüler tepki duyuyorsa, feodalizmin temsilcisi krala duyulan bu tepkinin benzeri kiliseye de yöneliyor. Bu zihniyet ve tutumun toplumsallaşması kralların ve devletlerin meşruiyetini sarsıyor. Bu da otoritelerinin sorgulanması ve zayıflanması ile sonuçlanmıştır.

Bir özgürlük aracı olarak laiklik


Öte yandan düşüncenin gelişmesi önünde kilisenin tekçi düşünceyi savunması ciddi bir engeldir. Resmi düşünce sadece Hıristiyanlıktır. Bunun ortaya koyduğu kalıplar dışında düşünceyi savunmak suçtur. Özgür düşünce önünde engel olan Hıristiyanlığın dogmatik tekçi düşüncesine karşı aydınlar düşünce özgürlüğünü savunuyorlar. Bilime daha yakın olan felsefenin gelişimi laikliğin savunulmasının da önünü açıyor. Laiklik kilisenin tekçi düşüncesini kıracak ve düşünce özgürlüğünü ortaya çıkaracak bir mücadele aracı haline geliyor. Laiklik ya da sekülerizm denen düşünce aydınlar içerisinde gelişiyor. Laikliği savunmak aynı zamanda kiliseye ve kiliseyle ittifak içinde olan krala karşı bir mücadele anlamına geliyor. Özellikle aydınlar laikliğin öncülüğünü ve militanlığını yapıyorlar. Bir taraftan feodalizme, yani toprak ağalarına ve beylerine karşı bir isyan, diğer taraftan kiliseye ve krallığa karşı tepkiler gelişiyor. Bu duygu ve zihniyetin giderek yaygınlaşması, toplum tabanından gelişen bir mücadele olan demokratik devrimleri ortaya çıkarıyor. Halkın baskıya ve sömürüye karşı özgürlük ve demokrasi özlemlerinin ifadesi olan ilk demokratik devrim Hollanda’da gelişiyor. Toplumun kiliseye, feodallere ve krala karşı ilk sistemli ayaklanışı Hollanda’da gelişme gösteriyor. İngiltere’de kralın yetkilerini sınırlama süreci 1648’de Crommwel’in öncülüğünde bütün toplumu içine alan demokratik devrime dönüşüyor.

Kralların yetkilerinin sınırlanmasıyla kilisenin yetkilerinin sınırlanması birbiriyle paralel gelişiyor. Öyle ki, Avrupa’daki halkın tepkisi sonucu kilise çok önemli düzeyde darbe yiyor. Hatta Fransız Devriminde bütün Fransa’da papaz kanı akıyor. Devrim içinde halk sisteme karşı öfkesini papaz düşmanlığı biçiminde ortaya koyuyor. Bu eğilim çok aşırı düzeye ulaşıyor. Çünkü kilise kralla çok özdeşleşmiştir. Demokratik halk devrimleriyle birlikte kilise artık devlete karışan ve etkileyen konumdan çıkıyor. Devletin seküler olduğu, devlet yaşamındaki kuralların din kurallarından ayrıldığı, kilisenin ya da Hıristiyanlık kurallarının artık devletin yönetiminde etkili olmadığı bir düzen gelişiyor. Buna da laiklik deniliyor. Bu açıdan laiklikle Batıda giderek burjuvazinin ağırlığını koyduğu demokrasi anlayışı arasında bir bağ bulunmaktadır. Bu iki olgu Batıda iç içe gelişiyor.

Özgürlük mü Kazanacak Sömürüde Istikrar mı?

sömürgecilikKanlı iç savaşların eşiğindeki bölgede Batılı güçler, dengeleri kendi yörüngesinde tutmak için günlerdir hava saldırısı düzenliyor. Biz, bu oyuna daha önce Suudi Arabistan’ın öncülüğünde Bahreyn’e yapılan saldırıda tanık olmuştuk. Emperyalizmin bölgede kaybettiği kontrol, bu şekilde yeniden dizayn ediliyor.
Yeraltı zenginlikleri kimi zaman insanlığın yaşamını kolaylaştıran ve zenginleştiren bir özelliğe sahipken, kimi zaman ise halkların boğazlanm
ası için neden olabiliyor. Bu zenginliklerin başında sayılan petrol, Irak halkı için Körfez Savaşı’nı ve ardından ABD işgalini getirmişti. Şimdi sıra Libya’da. Fransa ve ABD’nin başını çektiği Koalisyon tarafından günlerdir Libya bombardımana tutulmuş durumda. Gerekçe ise Kaddafi’nin dikta rejimi gibi gösteriliyor. Oysa daha düne kadar halkını baskı ve zapturap altında tutan Kaddafi’ye kırmızı halılar seren onlar değil miydi? Elbet burada dert ne Kaddafi ne de kendi başına iştah kabartan petrol kaynakları. Asıl hedef Ortadoğu halklarının haklı ve onurlu bir şekilde başlattıkları isyan dalgasının tusinami şeklinde tüm bölgeyi etkisi altına alması. Kanlı iç savaşların eşiğindeki bölgede gelişen emperyalist müdahale, bölgedeki dengeleri kendi yörüngesinde tutmak için günlerdir hava saldırısını sürdürüyor. Biz bu oyuna daha önce Suudi Arabistan’ın öncülüğünde Bahreyn’de tanık olmuştuk. Emperyalizmin bölgede kaybettiği kontrol bu şekilde yeniden dizayn ediliyor.

Yıllarla biriken talepler! 

 
Neden Tunus, Mısır ve diğer bölgelerdeki kalkışmalarda benzer bir müdahaleye girişilmedi sorusu ortada duruyor. Libya’ya yapılan müdahale aslında tüm Ortadoğu halklarını hedefliyor. Çünkü dün planlandığı gibi artık halkın sosyal, siyasal talepleriyle sokağa dökülmesinden yararlanarak, kukla rejimler oluşturmaya çalışan emperyalist güçler bunu bugün başaramıyorlar. Çünkü bu kez muhalefet, halkın talepleri üzerinden yükseliyor. Bu nedenle hem ayağa kalkmış halklara hem de bölgedeki diğer diktatörlüklere gözdağı niteliğindeki saldırı yine, ‘demokrasi’ seferi olarak gösteriliyor. Kaddafi ise ‘ben kolay lokma değilim’ diyerek sözde emperyalizme karşı ‘direniş’ bayrağını çekmiş durumda. Pazarlıklar sürüyor. Tüm bunları değiştirecek olan ise, yine bölge halklarının haklı olarak ateşlediği direniş ve Ortadoğu halklarının birleşik mücadelesinden geçiyor. Aralık ayı ortalarında önce Tunus’ta başlayan ve kısa sürede Mısır, Libya, Cezayir, Fas yanında Yemen, Bahreyn gibi Körfez ülkelerine de sıçrayan halk hareketlerinin bütün bölge için son derece önemli sonuçlar doğuracağı bir gerçek. Tunus’taki olaylar ve sonrasında tamamen halk hareketi ile liderin ülkeden kaçması ve rejimin değişmesi neticesini veren ilk örneği oluşturmaktadır. Tunus’ta yaşanan ve diğer bölgelere sıçrayan direnişlerin arka planında; halkın gerçek tercihlerini yansıtmayan hileli seçimlerle iktidarı ellerinde tutan yılların diktatörlerinin varlığı, halkın asgari sosyal taleplerini dahi güvenlik bahanesi ile şiddetle bastırmaları, yaygınlaşan yolsuzluklar ve işsizliğin giderek çığlaşması, ekonomik krizin etkisiyle son zamanlarda temel gıda maddeleri fiyatlarındaki artışların yoksulluğu ve açlığı daha da derinleştirmesi vb. süreçler yatıyor.

Müdahale sürüyor!

 
Ve bugün Koalisyon güçleri Libya’ya yönelik hava saldırılarına devam ederken, operasyonu yöneten ABD’li general, uçuşa yasak bölgeyi önümüzdeki günlerde Trablus, Brega ve Misrata’yı kapsayacak şekilde genişleteceklerini bildirdi. Koalisyon güçlerinin savaş uçaklarının, aralarında Kaddafi’nin karargahının da bulunduğu yerlere 90 hava saldırısı düzenledikleri açıklandı. Kaddafi yönetimi, koalisyon güçlerinin saldırılarında, 120 kişinin hayatını kaybettiğini, Sirte havaalanı ve limanlara düzenlenen saldırıların da ciddi can kaybına yol açtığını ileri sürüyor. Libya Hükümet sözcüsü Musa İbrahim, Trablus, Sebha ve Sirte’nin de aralarında bulunduğu birçak kente saldırılar düzenlendiğini, özellikle Sirte’deki sivil havaalanına düzenlenen saldırıda çok sayıda sivilin hayatını kaybettiğini söylüyor. BM Güvenlik Konseyi kararına dayanarak, Libya’da uçuşa yasak bölge uygulamasını hayata geçirmek üzere Fransa tarafından başlatılan hava saldırılarını yöneten ABD, Arap dünyasından gelebilecek tepkilere karşı, operasyonun sorumluluğunu devretmek istiyor. ABD Başkanı Barack Obama, Libya’da uçuşa yasak bölge uygulaması yükünün paylaşımını garantilemek için ‘birkaç gün içinde’ öncü rolünü devredeceğini söyledi. Ancak Obama’nın sorumluluğu devretmek istediği NATO’da ciddi anlaşmazlıklar bulunuyor. Anlaşmazlıkları gidermek için NATO toplantı üzerine toplantı gerçekleştiriyor. Aynı anda Libya’da şiddetli çatışmalar sürüyor. 


Bu sürece nasıl gelindi?



 
Parlamento, siyasi parti ve sendika, siyasal ve sosyal özgürlükler gibi hiçbir şeye sahip olmayan ve aşiret yapısından direnen Libya’da günlerdir çatışmalar sürüyordu. Ortadoğu’nun diğer bölgelerinde gelişen halk hareketlerinin talepleriyle sokağa dökülmesi, Libya’yı da etkisi altına almıştı. Yaşanan çatışmalarda yaşamını kaybedenlerin sayısı binlerle ifade edilmekte. Kaddafi’nin, bölgede ilk defa kendi halkına karşı Nijer ve Çad uyruklu paralı askerler kullandığı belirtiliyor. Kaddafi’nin önceleri sadece başkent Trablus ve civarını kontrol altında tutabildiği, bunun devamında muhaliflerin ülkenin büyük kesimine hakim oldukları belirtilmişti. Ayrıca ay başında yönetim komiteleri kurdukları hatta Adalet Bakanı başkanlığında geçici bir Libya Milli Konseyi kurulduğu, ancak zaman içinde Kaddafi’ye bağlı güçlerin uçakların da desteği ile muhaliflerin ele geçirdiği bölgeleri geri almaya çalıştıkları, bunda da giderek daha fazla başarı elde ettikleri ve gelişmelerin aşiret boyutu da olan bir iç savaşa doğru geliştiği yolunda haberler yoğunluk kazanmıştı. Bu durumun bölünme ihtimalini de içeren uzun süreli bir iç istikrarsızlığa yol açması olasılığı, emperyalistlerin bölgeye müdahale etmesini tetiklediği artık su görütmez bir gerçek olarak önümüzde duruyor.

İlk hamle Fransa’dan!

 
Fransa’nın, Libya’da muhaliflerce kurulan geçici yönetimi tanıması üzerine Libya, Fransa ile diplomatik ilişkilerini kesmişti. ABD, İngiltere ve Fransa’nın Kaddafi’ye iktidardan çekil çağrısında bulunup olayların sorumlularının Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde ‘insanlığa karşı suçtan yargılanacağını’ vurgulayarak; muhalefet cephesine alenen destek verdikleri, ayrıca ABD’nin Akdeniz’deki 6. Filosu’nu takviye ettiği, Fransa ve İngiltere’nin de benzer önlemlere yöneldiği yönündeki gelişmeler müdahaleden önce emperyalizmin attığı adımlardı. AB ülkelerinin, Fransa ve İngiltere’nin Libya’ya karşı katı tedbirler alınması, bu çerçevede Libya askeri uçaklarının sivil halka zarar vermesini önlemek amacıyla Libya Hava Sahası’nın kapatılması önerisinin bu aşamada kabul görmemesi üzerine askeri tedbirlerin geçerli bir hukuki gerekçe ve bölge ülkelerinden bu yönde bir talep gelmesi üzerinde durdukları belirtilmişti. NATO’nun ise gerekli hazırlıkları yaptığı ancak BM Güvenlik Konseyi’nin kararı olmaksızın herhangi bir hareketa geçmeyeceği yönündeki açıklamalar hemen bu gelişmelerden sonra gündeme alınmıştı.

Saldırı gerekçesi Arap Ligi eliyle hazırlandı!

 
Libya saldırısından bir hafta önce Arap Ligi, Körfez İşbirliği Konseyi ve Afrika Birliği, Kaddafi’yi kınayan kararlar almıştı. Arap Ligi ayrıca Kaddafi’nin meşruiyetini kaybettiğini ve halkına karşı tehlikeli önlemler aldığını vurgulayarak, Libya Hava Sahası’nın kapatılması için BM Güvenlik Konseyi’ne başvuruda bulunma ve Libya Milli Konseyi ile doğrudan temas kararları almıştır. Emperyalizmin isteği üzerine Arap Ligi tarafından alınan kararlarla Koalisyon, Kaddafi’yi siyasi yönden izole etmeyi hedefliyordu. Libya Hava Sahası’nın kapatılması fikri olayların başlamasından kısa süre sonra ortaya atılmış, bunun hayata geçirilmesinin zor, masraflı ve karmaşık olduğu gibi BM Güvenlik Konseyi’nin bu yolda bir kararına da ihtiyaç duyulacağı gerekçeleri ile gündemden düştüğü hatırlanacaktır. Fransa gerçekleştirdiği saldırıya dayanak olarak, Arap Ligi’nin başvurusunu gösterdi. Aynı anda Rusya ve Çin’in dış müdahaleye karşı olduklarını açıkladılar. Ancak talebin bu kez 22 Arap ülkesinin taraf olduğu bölgesel bir birlikten gelmesi olacakların önünün planlı bir şekilde nasıl açıldığını göstermektedir.

Diğer bir önemli nokta ise, ABD ve Fransa arasında gelişen stratejik işbikliğinin artık Libya seferiyle somut olarak işlemesidir. Fransa’nın uzun süredir hem Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da kaybettiği gücünü bu vesileyle yeniden ayağa kaldırmaya çalıştığı, yaşadığı siyasi ve ekonomik krizi aşmanın yolunu ABD işbirliğinde yeni hamlelerle yola koymaya çalıştığı artık tartışılmaz bir gerçek olarak ortada duruyor. AB ise, Irak ve Afganistan seferleri sırasında ABD ile aynı çizgide ilerlemeyi tercih etmezken, bugün yaşanan buhranını ABD ile aynı çizgiye gelerek aşmaya çalışıyor. Tüm bu uluslararası güç birlikleri, stratejik ortaklıklar, yeni dengelerin oluşmasıyla Fransa ve İngiltere’nin BM Güvenlik Konseyi’nin talebi, Arap Ligi’nin kabul etmesi hava saldırısının başlatılmasına vesile oldu. Ancak emperyalist güçlerin bölgeye müdahalesi, muhalefet cephesi tarafından onaylanmadı. Ama muhalefetin tüm direnişine rağmen yapılan her şey askeri bir müdahalenin günlerdir planlandığını çok açık bir şekilde gösteriyordu. Olayların başlamasından kısa süre sonra BM Güvenlik Konseyi’nin Libya’ya silah ambargosu koyması, Kaddafi ve yakınlarının mal varlığının dondurulması ve aile fertlerine seyahat yasağı vb. kararlar alındı. Bu kararda kuvvet kullanımdan bahsedilmiyordu. Ama tüm gelişmeler bunu gösteriyordu.

Yeni bölgesel dinamikler! 

 
Bölgedeki diğer gelişmeler muhtemel iç savaşı gösteriyor. Yemen’de, ABD ile yakın işbirliğinde bulunmuş olan Devlet Başkanı Salih, iki yıl sonra gerçekleşecek olan seçimlerde aday olmayacağı açıkladı. Ama bu olayların gidişatını değiştirmedi. ABD’nin 5. Filosu’na ev sahipliği yapan Bahreyn’deki gösteriler, üç bakanın azli ve bazı reformların süratle yapılacağı vaadi ile kesilmiştir. Ancak durum sakin görünmekle birlikte son olarak ABD Savunma Bakanı Gates ve Genel Kurmay Başkanı’nın Bahreyn’e gittikleri, Savunma Bakanı Gates’in Kral’a destek beyanında bulunduğu bilinmektedir. Buna ek olarak, Suudi Arabistan’ın Şii çoğunluklu doğu eyaletlerinde gösterilerin yapılacağı yönündeki bilgiler nedeniyle hükümet, her türlü gösteriyi yasakladı.

Buna karşın bugüne dek sakin görülen Umman Sultanlığı’nda protesto ve gösterilerin başladığı görülüyor. Cezayir ve Fas’ta olaylara rastlanmıyor. İran’da ise aralıklı olarak protesto gösterilerinin tekrarlandığı, Mart ayı başında kendini reformcu gösteren iki liderin tutuklanması ve ikiyüzden fazla kişinin gözaltına alınmış olması dikkati çeken diğer noktalardan sadece biri. Irak’ta daha önce de varlığı ortaya çıkan muhalefetin son haftalarda Süleymaniye ve Hewlêr’de (Erbil) gene sokaklara döküldüğü, bunun yanında Irak’ın genelinde de daha çok sosyal taleplerin dile getirildiği kitle hareketlerine şahit oluyoruz. Diğer yandan Tunus’ta dini lider Gannuşi ülkeye geri döndü. Ardından 1990’ların başında yasaklanan muhafazakar grup yasallaştı. Mısır’da örgüt olarak yasaklı olan Müslüman Kardeşler’in siyasi beyanları sınırlandı. Ardından Yemen’de El-Kaide taraftarları, gösterilerde alenen İslami Devlet çağrısında bulunmaya başladılar. Bütün bunlar, Arap ülkelerinde başlayan başkaldırı sürecinin bu ülkelerde önümüzdeki dönemde yeni siyasi dinamikleri sahneye çıkaracağını gösteriyor.

Yeni kukla rejimlere karşı halkların ortak mücadelesi

 
Bu temelde Bahreyn ise bölgede özel bir stratejik önemi sahip. Coğrafi olarak körfezdeki ulaşım, enerji güvenliği ve İran nüfuzunun yayılması açılarından değerlendirilmesi gereken bir ülkedir. Bahreyn’deki karışıklıkların bir rejim değişikliğine ulaşmasının ABD’nin durumunu bir hayli zayıflatacağı, Suudi Arabistan’ın büyük bir tehditle karşı karşıya kalması neticesini vereceği bu gelişmelerin ise, İran’ın elini kuvvetlendireceği açık. Bu nedenle emperyalist güçler için bir iç çatışma dönemine girmiş Libya’ya yapılan müdahele diğer ülkelerde benzeri gelişmelerin önlenebilmesi için stratejik bir öneme sahipti. Kitlelerin yıllardan beri birikmiş sosyal, siyasal, insani ve ekonomik talepleri için geri dönülmez bir ateşi fitilledikleri gerçeği önümüzde duruyor. Bunun için sonuç alıcı bir direnişin gerçekleşme fikri tüm güçleri ayağa kaldırdı. Yıllardır emperyalist güçlerin desteğiyle bölgede istediğini yapan Kaddafi, son çırpınışlarını veriyor. Halk ayakta. Bölgesel iç savaş tehdidi devam ediyor.

Anlaşıldığı kadarıyla dikta rejimlere karşı başlatılan bu sürecin geriye dönülemez şekilde devam etmesi olasılığı büyük. Bu sürecin hangi aşamalardan geçeceğini ve nereye varacağını bugünden kestirmek güç ama bununla birlikte bölgedeki halk hareketlerinin bu süreci belirlemedeki etkisi büyük. Bunun da, sadece bir ülkeyle sınırlı hareketlerle değil, bölge halklarının birleşik mücadelesinin örülmesi ve ortak mücadele hattının oluşturulmasını gerektirdiği aşikar. Yoksa uzun yıllardır altında ezildikleri dikta rejimlerin yerine emperyalist güçlerin getireceği kukla rejimlerin baskı ve zoru altında kalacakları çok açık! 

 SELMA AKKAYA

Tayyib'in Kabusu

http://www.gunlukgazetesi.net//common/nuce/images/2011/03/nuce_28032011-112423-1301304263.22.jpg

Siviliz ve Itaatsiziz

Eren KESKİNŞırnak kentinin benim kişisel tarihimde çok önemli bir yeri var.

Ben bu kadar üst üste yaşanan insan acılarına, o kentte tanık oldum.


O kent, benim şiddetle yüzleşmemde çok önemli bir dönüm noktası oldu.


Hepimizin, şiddetle aramızdaki çizginin ne kadar da ince olduğunu orada anladım.


Şiddete karşıyım desek de, an gelip her bireyin şiddetin 'failli' de 'mağduru' da olabileceğini ilk kez orada hissettim.


Çok anlattım bu hikâyeyi, ancak bir kez daha tekrarlamak istiyorum.


1992 yılıydı. Şırnak devlet güçleri tarafından yakılıp yıkılmıştı. Biz de bir heyet olarak olayları belgelemek üzere bölgeye gitmiştik.


Karşılaştığımız manzara korkunçtu.


Şırnak bir korku kenti haline gelmişti.


Hele Cizre'yle Şırnak arasındaki Şah köyü, askerlerce gözümüzün önünde yakıldığında ve o yakılan köydeki insan acılarına tanık olduğumuz o anda, birden ağzımdan dökülen 'önüme çıkan ilk Türk'ü öldürmek istiyorum' dediğimi bugün gibi hatırlıyorum.


Söylediğim bu sözden bir saniye sonra kendim utandım. Ancak, o söz çıkmıştı ağzımdan.


İşte şiddet böyle bir duygu...


Yaşadığınız korkunç gerçekliğin karışsında, siz de bir anda sonra 'pişman olsanız' bile şiddete sığınırsınız.


Sebahat Tuncel, Şırnak'ın Silopi ilçesinde yaşadığı vahşet karşısında yetkili polise tokat attığında, ben de 1992 yılına döndüm.


Ve Sebahat'ı çok iyi anladım.


Silopi, özel bir ilçe Kürdistan'da..


Silopi'nin acıları çok büyük.


Bu acılar anlatılsa kitaplara sığmaz..


Hepimizin aklına tabii ki hemen 2001 yılında gözaltında kaybedilen HADEP yöneticileri Serdar Tanış ve Ebubekir Deniz geliyor.


Bizler de o günlerde bu büyük acılara yakın tanıklık etmiştik.


Onların gözaltında kaybedilmesinde sorumlu olan dönemin askeri yetkilisi Levent Ersöz, Ergenekon davasında hükümeti devirmek suçlamasıyla yargılanıyor, ancak ne yazık ki cinayetten yargılanmıyor.


Kürdistan'da yaşanan devlet şiddeti o kadar büyük ki, bu şiddet insanda sonradan şaşıracağı çok çeşitli duygular uyandırıyor.


Ancak bir başka gerçek daha var ki, binlerce katliamdan, binlerce kayıptan, binlerce yakılan köyden sorumlu olan devlet şiddetini yeterince eleştirmeyen, ona karşı sessiz kalan birtakım yazar-çizerler bugün Sebahat Tuncel'i acımasızca eleştiriyorlar.


Bir an için düşünürlerse Silopi kayıplarını, Silopi'de yaşanan katliamları, insanların diri diri atıldığı söylenen asit kuyularını, orada yakılan köyleri, Albay Levent Ersöz'ün vahşete dayalı şiddetini, Milletvekili Sevahir Bayındır'ı sakat bırakan saldırıyı, işte o zaman anlarlar Sebahat Tuncel'in anlık öfkesini...


Eğer Kürt halkı, yaşanan bunca vahşete karşı öfkesine yenilmiyor, sağduyusunu kaybetmiyor ve sadece sivil itaatsizlikte ısrar ediyorsa, kendisine 'insanım' diyen ve 'barış istiyorum' diyen herkesin 'sivil itaatsizliğe' destek vermesi gerekiyor.


Evet, bizler Başbakan Tayyip Erdoğan'a inat 'siviliz' ve 'itaatsiziz'.


Av.Eren Keskin

'PKK Mağduru' Kürt aydınları...


23 Mart 2011 tarihli yazımı şöyle bağlamıştım: "AKP'de ileriye dönük değişimin işaretleri pek görülmüyor ama geriye doğru bir hayli iz/işaret var.

Bunlardan biri Kürt aydınlarını "Öcalan ve PKK mağduru" göstermek... Bir diğeri ise, Kürt siyasetçi ve/ vekillerine karşı şiddeti meşrulaştırarak sıradanlaşmalarını sağlamak..."


"Kürt aydını" kimdir, var mıdır? İşte bazılarının adı geçiyor: Mehmet Metiner, Orhan Miroğlu, Muhsin Kızılkaya vb. bunlar aydın mıdır, aydınsa Kürt aydını mıdır? Bunlar tartışılabilir... Ya da tartışmasız "aydın" kabul edilebilir, bazıları aydın diye savuna da bilir. Herkes kendini ya da bir başkasını tanımlamakta özgürdür.


Polemik yapmak, kısır bir tartışmaya girmek amacında değilim... Ayrıca her düşünceye, her siyasal görüşe etik oldukça saygılıyım."Yüz çiçek açsın, yüz fikir akımı bir arada tartışsın"dan yanayım. Ayrı fikirlere, görüşlere bir diyeceğim yok. Toplumlar diyalektiği de biraz böyle gelişiyor zaten...


Ancak bir parantez açmaktan da kendimi alamıyorum: Bir birey, yazar/çizer, bir düşün insanı, ya da politikacı "Kürt" ve "aydın" olabilir. Ancak her durumda "Kürt aydını" olamaz. Kürt aydını olmak, iki önemli eylemi gerektirir. Birincisi, genelde demokrasi, özelde Kürt sorununun demokratik çözümü için çağın gereği ve halkın beklentileri doğrultusunda zihinsel emek harcamaktır. İkincisi ise, adına eylemde bulunduğu halkın doğrudan destek, güven ve olurunu almış olmaktır. Halk desteği, halk sevgisi önemli ön koşuldur.


Örneğin, Vedat Aydın, Orhan Doğan, Musa Anter, Mehmet Uzun, Muhsin Melik vb. bu kategoridendir.


Parantezi kapayarak konuya dönüyorum.


* * *


Önemli soru şudur: Adı geçen "Kürt aydınları" gerçekten de mağdur edilmişler midir? Herhangi bir saldırıya, takibe tehdide uğramışlar mıdır? Haklarında yapılan haberler doğru mudur?


Bakıyorum, soruyorum, araştırıyorum ancak doğrulayacak hiçbir bilgi, iz/işaret, açıklama bulamıyorum... Olanlar da yalanlanıyor...


Buna rağmen Erdoğan, Kürt aydınlarını, ısrarla saldırıya uğramış "PKK mağduru" gösteriyor, bu söylemi seçim malzemesi yaparak BDP'yi geriletmeye çalışıyor. Tatlıses'i de bu gruba alarak etkili olmak istiyor.


Bu çıkarsama Öcalan'ın, ANF'ye yansıyan 25 Mart 2011 tarihli açıklamalarında da var; yazıdaki kutu da da bulacaksınız.


* * *


AKP'nin, Kürt aydınları  "PKK mağduru" gösterme tutumunun böyle bir politik geri planı var. Özellikle "müzakere sürecinde" bu planın daha yoğun işletildiğini görüyoruz.


Burada amaç Kürt aydınlarını korumak, onure etmek, özgürlüklerini savunmak filan değil; Kürt aydınlarını yaratılmaya çalışılan yeni PKK algısının aracı yapmak... Demokratik ekolojik toplum paradigmasının aydınlar içinde taraf bulmasını önlemek... Gerçekten de marjinal olan "Kürt birey, grup ve yapılarını" büyük halk desteğine sahip demokratik Kürt güçleriyle yer değiştirtmek... Kürt bölgelerinde teslimiyetçi, işbirlikçi taban yaratarak; Kürt özgürlük düşünü yıkmak... Kürt siyasal ve toplumsal yapılarını marjinalize ederek kolay yönetilebilir duruma getirmek...


Tarihe bakın: Her dönemde Kürtlerin özgürlük çıkışı "gericilik" diye bastırılmış, arayışçıları ise "münafık", "şaki", "bölücü", "terörist" diye adlandırılmış; aydınları, yazar/çizerleri benzer gerekçelerle ya ortadan kaldırılmış ya sürgün edilmiş ya da yalnızlaştırılmıştır.


* * *


AKP'de bunu yapıyor...


Ayrıca Erdoğan, Osmanlı'dan kalma "devlet-i ebed müddet" kabulü fikrine sahip. Bu fikre uygun içinde olduğu "teklik" /padişahlık gayreti daha da önemlisi, bir tür  "Zıllullah" yani Allah'ın gölgesi unvanını alma çabası ve tüm bunları kapsayan siyasal bencilliği Türkiye'yi "intihar kavşağı"nda tutuyor. Sivil itaatsizliği bile "terör" sayıyor; çözüm rezervlerini, fırsatlarını tüketiyor.


Değerli aydınlar ve Kürt aydınları lütfen artık görün!


Amaç yapay Kürt partisi...


"Amaç BDP'ye karşı kendilerine bağlı yapay bir Kürt partisi oluşturmaktır. İşte bu marjinalleşmiş, etkisi olmayan federasyonu savunan bu partilere izin vererek, sözüm ona 'işte her şey tartışılıyor, konuşuluyor, çözülüyor',  diyecekler. BDP'ye yönelik KCK adı altında tutuklamalarla legal siyaset alanında doğacak boşluğu bunlarla doldurmak istiyorlar. Bazı partileri bu temelde yeniden canlandırmak istiyor olabilirler. Buna bazı isimleri de katmak istiyorlar." (Öcalan/ANF)

Vahşet Cep Telefonunda

PKK'lilerin cenazelerine uygulanan vahşeti belgeleyen görüntülere bir yenisi eklendi. Geçtiğimiz yıl Berwari'de yaşamını yitiren 12 HPG'linin cenazelerine yapılan vahşetin görüntüleri ortaya çıktı

CENAZELERİ YAKTILAR

Geçtiğimiz yıl 30 Haziran ila 1 Temmuz tarihleri arasında 12 HPG'li yaşamını yitirdi. Sêrt'e getirilen cenazeler yakıldığı için aileler tarafından teşhis bile edilemedi. Ancak bir askerin cep telefonundan çıkan görüntüler, vahşeti de ortaya çıkardı: Görüntülerde cenazeler tanınır halde yana yana dizilmiş, askerler başında boz veriyor.

YAKACAKSIN BUNLARI

Ancak görüntülerdeki konuşmalar cenazelerin nasıl tanınmaz hale getirildiğini de kanıtlıyor. Cenazeleri rastgele askeri aracın römorkuna atan askerler, sık sık hakaret ediyor. Bununla yetinmeyen askerler, "Yakacaksın bunları" diyerek, cenazelerin neden tanınmaz halde olduğunu ve yakıldığını da açık biçimde ortaya koyuyor.

İnsanlık onuru için 'Newala Qesaba'ya

Bölge bugün, 200 kişinin gömülü olduğu Newala Qesaba'daki toplu mezara yürüyecek. Başta Amed olmak üzere Şirnex, Colemêrg, Wan, Mêrdîn, Çewlîg, İstanbul, Adana, Mersin, Bursa, İzmir'den onbinlerce kişi, hakikatlerin açığa çıkarılması talebiyle Newala Qesaba'ya yürüyecek. Yürüyüşe DTK ve BDP eşbaşkanları, aydın, yazar ve sivil toplum örgütü temsilcileri de katılacak.



Yakılmış cenazeler askerin telefonunda


Cenevre Savaş Sözleşmesi ve iç hukuğu çiğnediği gerekçesiyle, Bölge’de yaşanan çatışmalarda ortaya çıkan görüntüler halk arasında ve uluslararası kamuoyunda tepkilere neden olurken, PKK’lilerin cenazelerine işkence uygulanmasına bir yenisi daha eklendi.


Sêrt’in (Siirt) Berwarî (Pervari) ilçesinde HPG’liler ile TSK birlikleri arasında geçtiğimiz yıl 30 Haziran ve 1 Temmuz günlerinde çıkan çatışmada yaşamını yitiren 12 HPG’linin çatışma alanındaki cenaze görüntüleri ortaya çıktı.

Asker cep telefonu ile çekmiş


Operasyona katılan bir asker tarafından cep telefonu ile çekilen görüntüler, askerin cep telefonunu bir telefoncuya satması üzerine ortaya çıktı.


Cenazeler başında poz veriyorlar


Kamuoyu vicdanını derinden sarsacak olan görüntülerde, cenazelere yönelik uygulanan işkence ve kötü muamele bir kez daha insanlığın nasıl ayaklar altına alındığını gözler önüne serdi. İki ayrı bölümden oluşan görüntülerde, yaşamını yitiren 12 HPG’linin cenazeleri yan yana konulurken, ikisinin ise ayrı konulduğu görülüyor. Bazı cenazelerin yanmış vaziyette olduğu anlaşılan görüntülerde, bazı cenazelerin üzerlerinin tamamen örtülmesi ise cenazelerin tamamen yakıldığı kuşkusu uyandırıyor. Görüntülerde göze çarpan onur kırıcı bir diğer davranış ise 90’lı yıllarda sıkça uygulanan cenazelerin pantolonlarının yarıya kadar indirilmesi oldu. Görüntülerde askerlerin cenazeler önünde poz vererek fotoğraf çektirmesi ise manzaranın ve uygulamanın hiç değişmediğini gözler önüne seriyor. Cenaze görüntülerini telefonlarına kaydeden askerlerin görüntüleri nerede ve ne için kullanacakları ise muamma. Görüntüler, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın her miting alanında dillendirdiği “Neredesin ey insanlık!” sözlerini akıllara getiriyor.


Tüyler ürpertici diyaloglar


Diğer bir görüntüde ise Nazi kamplarını andıran ve cenazelere yönelik gerçekleştirilen büyük saygısızlığın belgelendiği karelerden oluşuyor. Görüntüde torbalara konulan cenazelerin ayak ve baş kısmından tutan askerler, cenazeleri rastgele askeri aracın römorkuna atıyor. İnsanın kanını donduracak görüntülerde, askerler arasında geçen diyalog ise cenazelere dahi tahammülsüzlüğün, kin ve nefretin boyutunu çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Görüntüyü çeken asker sık sık cenazelere “P...’ler” diyerek hakaret ve küfürler ederken, konuşmasından da anlaşıldığı üzere arazide 12 cenaze bulunuyor. Cenazeler atıldığı sırada biri “Ne güzel atıyorlar lan” diyerek, aldığı zevki büyük bir öfke ile anlatıyor. Bununla da yetinmeyen asker, “Yakacaksın bunları, yakacaksın” diyerek, cenazelerin neden tanınmaz halde olduğu ve yakıldığını da açık biçimde ortaya koyuyor.
 
‘Helikopterden atacaksın’

Aynı görüntüde arkadan gelen sesler ise olayın bir diğer yönünü ortaya koyuyor. 1990’lı yıllarda sıkça rastlanan ve PKK’nin öncü kadrolarından Mahsum Korkmaz (Egit) ve Kürt sanatçı Hozan Serhad’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda PKK’linin helikopterlerden atılmasının yeniden uygulamaya konulması konuşuluyor. Görüntülerde bir asker cenazeleri almak için ailelerinin geldiğini söylerken, başka bir asker ise ailelere hakaret ederek cenazelerin verilmemesi gerektiğini söylüyor. Aynı asker, “Torbaya koymuşlar öyle yapmamak lazımdı” derken bir diğeri ise “Çuvala koyacaksın. Helikopterden depo edip it leşi olsun diye tek tek araziye atacaksın” diyerek, aklındaki “vahşet senaryosunu” dillendiriyor.

 
Aileler teşhis edememişti

Çıkan çatışmada yaşamını yitiren 12 HPG’linin cenazelerinin Sêrt Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi morguna getirildikten sonra, ailelerin teşhis işlemi sırasında cenazelere işkence yapıldığı ortaya çıkmıştı. Yaşamını yitiren Şirnex (Şırnak) doğumlu Abdurrahman Bozdağ, Wan (Van) Bêgir (Muradiye) Babacan köyü doğumlu Halil Kaya, Şirnex doğumlu Nefise Işık ve Dersim Mazgirt doğumlu Eylem Demirpençe’nin naaşları yoğun şekilde tahrip edildiğinden dolayı aileleri tarafından teşhis edilememişti. Bu da çekilen görüntülerden sonra cenazelerin yakıldığı kuşkusunu uyandırdı. Cenazelerden 8’i ise ailelerine verilmeden Sêrt’te defnedilmişti.
        
Sêrt - Diha

Yeni Ekonomi Anlayışı ve Kooperatifler Hareketi

“Toplumsal doğada ekonomi her zaman topluluklar halinde yürütülmüştür. Tek birey veya devletin ekonomiyle tekelcilik dışında ilişkisi yoktur. 
 

“Toplumsal doğada ekonomi her zaman topluluklar halinde yürütülmüştür. Tek birey veya devletin ekonomiyle tekelcilik dışında ilişkisi yoktur. Ekonomi daima grupların işidir. Ahlaki ve politik toplumun gerçek bir demokratik alanıdır. Ekonomi demokrasidir. Demokrasi en çok ekonomi için gereklidir.”  (Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan)                                                                                       

İçinde bulunduğumuz çağın tüm insanlık birikimlerini özlü bir biçimde yeniden esas ana köklerinde yeşertmesini Demokratik Modernite de ifadelendiren Kürt Özgürlük Hareketi, yeni ve tarihsel bir süreç başlattı. 

Dördüncü dönem diye adlandırılan bu süreç “Varlığımızı koruma ve Özgürlüğümüzü sağlama ” şiarıyla başlayan tarihsel bir süreçtir. Bu süreç Kürt halkının kendini her alanda kendi öz yaratımlarıyla yaratacağı Demokratik Özerkliğin yaşamsallaştırılacağı bir süreç olacaktır. Kürt Özgürlük Hareketi öncülüğünde başlatılan bu ilk ve tarihsel önemdeki adım, aynı zamanda Ortadoğu Rönesans’ı anlamına da gelmektedir. 

Demokratik Özerkliğin sistemleşmesi ve yaşamsallaşmasında ekonomi ve kooperatifçiliğin önemli bir yeri ve önemi vardır. Fakat ekonomi ve kooperatifçiliğin çağ normlarına uygun olabilmesi, yerelden evrenseli kapsaması için başta doğayla uyumlu bir sürekliliğin olması şarttır. Yeni dönemde adımları atılan ve inşa süreci başlatan ahlaki ve politik toplumun temelini teşkil edecek;  insanlığın toplumsallaşmasın da algı düzeyinde zihniyet kazanan toplumsal hafıza, günümüz için de tarihin arka bahçesi “ilk tarım – köy yaratımları” olacaktır.   Ve toplumsal hafıza yaratan bu gelenek, yeni süreç de adımları atılan ahlaki ve politik toplum inşasının komünal–demokratik değerlerin doğanın özünden süzülen tüm insanlık erdemlerinin bileşkesi olan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Paradigması ışığında ele alır. Bu bağlamda vicdan ve zihinsel devrimini yapar.   
                                                                                                     
İnsan özü itibariyle sosyal bir varlıktır. Yani düşünen, üreten, ekonomik bir varlık… Ekonomi, yaşamın sürdürülmesi için gerekli ihtiyaçların karşılanması ve maddi arayışların tümü olarak ifade edilir. “Eko- nomos kelimesi Yunanca aile, hane yasası demektir.” Ya da bir ana tanrıça yaratımı olarak “evi geçindirme yasası”…  Kadın, tarihin anaforun da asalakça yaşayan erkeğin aksine çocuk doğuran, bakan, ev kuran kısacası üretim karşısındaki belirleyici pozisyonuyla, neolitik devrim ile zirvesel bir çıkış yakalar. Bu bağlamda ekonomi bir kadın yaratımıdır. 

Uygarlık tarihin yaratımı olan sınıflı toplum, kadın rengiyle yaratılan neolitik toplumun tüm bu tarihi değerlerinin inkârı ile start alır. Uygarlık tarihiyle ana tanrıçanın ekonomiden dışlanması derin bir sınıfsal ve toplumsal ayrışma, kır-kent arasında bölünme, ötekileştirmenin ötesinde günümüze dek sürecek kanlı ve kaotik diyalektiksel bir çatışmanın fitilini ateşler. Uygarlık ve devletçi sistemle temeli atılan ve kapitalist modernite ile insanın hayal gücünü zorlayan bir noktaya erişmiştir. 

“Çağımızda finans-kapitallin girmediği ve dolayısıyla tekeline almadığı toplum ve devlet yok gibidir.” Tekelci iktidar “mahşerin üç atlısı kapitalizm, ulus devlet ve endüstriyalizm” ile zirve yapmıştır. Toplum ve insanlığa dayattığı siyasi ve askeri zorun yanında ekonomik ve kültürel endüstriyalizm ile toplumun varlık gerekçelerine saldırmış, ekolojik dengeyi tahrip etmiş, çığ gibi büyümekte olan açlar ve işsizler ordusu yaratmıştır. 

Tekelci sistem tarafından büyük planların üzerinde kurulduğu bölgelerden birisi de hiç kuşku yok ki Kürdistan coğrafyasıdır. Sömürgeci rejimlerin finans-kapitale dayalı olarak Kürdistan’da yürüttüğü ekonomik politikaların Kürt toplumu üzerinde son derece ağır ve sancılı etkileri olmuştur. Kürdistan ekonomisi ve yerel kaynakları (iş gücü, tarım, hayvancılık, ulaşım, sanayi vb) tümden sömürgeci ve yerel işbirlikçi uzantıların kuşatması ve hâkimiyeti altındadır. Bu pazarda “öz sahipleri” olan Kürtler dışında herkes söz sahibidir. 

Uluslar arası ve bölgesel düzeyde dayatılan siyasi, ekonomik ve askeri kuşatmanın sonucu olarak savaş coğrafyası Kürdistan’da tarım ve hayvancılık öldürülmüş, genç ve üretken beyinlerin sömürü ve asimilasyon temelli göçü sağlanmış, tarihi ve kültürel soykırımın sonucu olarak turizme kapatılmış, kent ve kır arasında büyük bir orantısızlık yaratılarak tüm coğrafya tekelci sistemin denetimine alınmıştır.

Kapitalist Modernitenin tüm dünyada geliştirmiş olduğu bu baskı düzenine karşı Önderliğin geliştirmiş olduğu Demokratik Modernite paradigması, 21. yüzyılın tek uygulanabilir alternatif modelidir. Çağın çözüm paradigmasının dört ayağından birinin de Kooperatifler Hareketinden oluştuğunu, dolayısıyla ahlaki- politik toplum örgüsünün ekonomik ayağı sayılan Kooperatifler Hareketi üzerinden toplumun iktisadi ihtiyaçlarının karşılanabileceğini bilmek gerekiyor. 

Ali Welat

Radyasyon Nedir?

Japonya'daki deprem ve tsunami sonrası Fukuşima nükleer santralindeki sızıntı ile daha sık gündeme gelen radyasyon aslında yabancımız değil…
 

Japonya'daki deprem ve tsunami sonrası Fukuşima nükleer santralindeki sızıntı ile daha sık gündeme gelen radyasyon aslında yabancımız değil…

İnsanlar yeryüzünde var oldukları günden bu yana radyasyonla birlikte yaşıyor, doğal ve yapay yollardan radyasyona maruz kalıyor.

Radyasyon doğal, yapay veya iyonlaştırıcı radyasyon ve iyonlaştırıcı olmayan radyasyon olmak üzere ikiye ayrılıyor.

Doğal radyasyon kaynaklarının başında toprak ve güneş geliyor. Güneşin yanı sıra uzayın derinliklerinden ve hatta galaksilerden, atmosfer içindeki atomlarla etkileşerek gama radyasyonu olarak dünyaya gelen kozmik ışınlar da doğal radyasyon kaynakları olarak biliniyor. Işık görünen,  ısı da hissedilen bir radyasyon kaynağı…

Dünyamız da bir miktar radyoaktif. Yani havasında, suyunda, toprağında doğal radyoaktif maddeler bulunuyor. Yeryüzünde granit, kum taşı, kireç taşı gibi bazı kayalar, uranyum, toryum ile potasyum-40 gibi doğal radyoaktif maddeleri yapısında bulunduruyor. Bunlardan elde edilen malzemelerle kullanılarak yapılan binalar da doğal radyasyon kaynağı.

Radyasyonun tehlikeli olması ışınlama derecelerine, yani maruz kalınan radyasyon miktarına bağlı. Yapay radyasyon kaynaklarından korunmak için pek çok yöntem bulunmakla birlikte, doğal radyasyonun tümünden korunmak mümkün olmuyor. Ancak miktarın azaltılması için bazı önlemler alınması gerekiyor.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansının verilerine göre, doğal radyasyon nedeniyle tüm canlılar yıllık ortalama 2,8 milisivert (mSv) radyasyona maruz kalıyor. Bu miktarın yüzde 85'i doğal kaynaklardan yani topraktan, güneşten ve uzaydan gelen kozmik ışınlardan kaynaklanıyor. Geriye kalan yüzde 14'ü tıbbi ışınlamalar ve yüzde 1'i de insan yapımı (nükleer silah denemeleri nedeniyle atmosfere salınmış radyoaktivite ve nükleer santral) unsurlardan kaynaklanıyor.

EN SAĞLIKLI EV AHŞAP EV

İnsan hayatı boyunca en fazla maruz kaldığı doğal radyasyon radon gazı (Dünyanın oluşumundan itibaren yerkürenin içinde bulunan uranyum, toryum gibi radyoaktif maddeler bozunarak radon gibi maddelere dönüşüyor). Topraktan sızan bu gaz özellikle kapalı alanlarda toplanıyor.

Brezilya, Hindistan'ın bazı plajları, İran'ın bazı bölgeleri ile Norveç, İsveç gibi kuzey ülkelerinde doğal radyasyon daha çok bulunuyor. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansının verilerine göre radonda dünya ortalaması 400 Bekerel/metreküp (Bq/m3), Türkiye ortalaması ise 52 Bq/m3. Yani Türkiye'de korkulacak düzeyde bir radon birikimi söz konusu değil.

Buna rağmen kapalı ortamlara çok dikkat etmek gerekiyor. Bu gaz binalarda yer altından sızarak binalarda duvar ve tesisat boşluklarına sızarak odaların içerisine giriyor. Ortalama olarak da kapalı bir ortamda 24 saate bir en üst seviyeye ulaşıyor.
Radyasyon Sağlığı ve Güvenliği Dairesi uzmanı, ''Bu gazdan korunmanın tek çaresi en az 24 saatte bir evleri 15 dakika havalandırmaktır'' diye konuştu.

Radon gazı topraktan çıkan ve yerden yükselen bir gaz olduğunu, bu nedenle giriş veya bodrum katlarında oturan insanların radona daha çok maruz kaldığına da işaret eden uzmanlar, ''Havalandırılmamış odada bir de sigara içilirse, radon ve sigara kanseri tetikleyen en önemli unsurlardan biri'' diyor.

Öte yandan eski evlerde yıpranmış tesisat ve duvar boşluklarından da radonun daha hızlı çıktığı ifade ediliyor. Radon, çimento, kiremit gibi topraktan üretilen yapı malzemelerinde de bulunduğu için ahşap evlerin daha sağlıklı olduğunu da belirtiliyor.

GIDALARDAKİ RADYASYON

Toprakta olan doğal radyasyon nedeniyle gıdalarda da radyasyon bulunuyor. Gıdalar içinde de ayçiçeği, havuç, patates, kuru yemiş, maden sularında diğer gıdalara göre daha yüksek radyasyon bulunuyor.
Bu zararlı radyasyon değil ama radyoaktivite vardır. Bu şuna benzer vücudunuzun demire de ihtiyacı var, çinkoya da. Bunları almanız gerekiyor'' dedi.

RÖNTGEN ÇEKİLİNCE RADYOAKTİF OLUNMUYOR

Hastanede çekilen filmlerin de iyonlaştırıcı radyasyon kaynağı olduğuna işaret eden uzmanlar, film çektirince radyoaktif olunmadığını ve film çektiren kişinin de sanıldığı gibi etrafa radyasyon yaymadığını belirtti.

Filmler x ışını denilen radyasyonla çekiliyor. Lambadan gelen ışık gibi düğmeye basıldığı zaman ışık geliyor, düğmeye basıldığında da bitiyor. Vücutta birikimi söz konusu olmuyor.

Nükleer tıpta vücuda verilen radyoaktif maddeler nedeniyle hassas belli bir süre dışarıya çıkarılmıyor, hatta bu kişilerin idrarları, dışkıları bir süre korunuyor, zararsız seviyelere çekildikten sonra da atılıyor.

 
YAPAY RADYASYON KAYNAKLARI

 
Yapay radyasyonun fabrikalarda, eğitimde, endüstride, tarımda birçok uygulama alanı bulunuyor. Cep telefonları, elektrikli aletler, fön makinesi, traş makinesi, mikrodalgalar iyonlaştırıcı olmayan radyasyon kaynaklarından bazıları.

İyonlaştırıcı olmayan radyasyonun çok net sonuçları olmasa da bazı bilim adamları psikolojik etkilerinden kansere kadar birçok şeye yol açtığını belirtiliyor. Radyasyonun zararları tam olarak tespit edilmediği için bu tür kaynakların minimize edilmesi gerekiyor. Bu konudaki uzmanlar bu nedenle hava alanlarına konulmak istenen insan görüntüleyen cihazlara izin vermiyor.  Alışveriş merkezleri ve havaalanlarındaki güvenlik kapılarının metal dedektörleri olup ve radyasyon bulunmuyor.

 
YAPAY RADYASYONDAN KORUNMAK İÇİN ÖNERİLER

 

Yapay radyasyon konusunda araştırma yapan uzmanların elektromanyetik radyasyondan korunmak için önerileri şöyle:

''-Kullanmadığınız elektrikli aletleri ya kapalı tutunuz ya da fişten çıkarınız. Çünkü cihazlar ''stand by'' konumunda kaldığı sürece elektromanyetik kirlilik yaratıyor.

-Düşük radyasyonlu bilgisayar ekranı kullanmaya özen gösteriniz ya da ekran filtresi kullanınız.

-Ekonomi (halojen ve flüoresan) lambaları okuma lambası olarak kullanmamaya özen gösteriniz.

-Dinlendirici bir uykuya geçmek için en ideal koşulun yatak odasında TV ve bilgisayar bulundurmamak veya bu cihazların tamamen kapalı konumda olmasını sağlamak olduğunu hatırlayın.

-Elektrikli battaniyeyi yatağa girmeden kapatınız.

-Elektrikle çalışan radyolu çalar saatleri başınızdan mümkün olduğunca uzakta tutunuz, mümkünse pille çalışanlarını tercih ediniz.

-Güçlü elektromanyetik alanlar pineal bezden melatonin salgılanmasını etkiler. Saç kurutma makinesinin manyetik alanı yüksektir, bu nedenle sürekli kullanmak yerine aralıklarla kısa süreli kullanınız.

-Yatak odasında başucunuzdaki duvarla komşunuzda bir elektronik aletin bitişik durmamasını sağlamaya çalışınız.

-Cep telefonlarını sohbet amaçlı kullanmayınız. Cep telefonunuz kullanmadığınız sürede mümkünse kapalı olsun.

-Cep telefonu kullanımının beyin aktivitesinde etkili olduğu gösteren çalışmalar var. Çocuklarda sinir sistemi ve başın gelişimine devam ediyor olması dolayısıyla, çocukların ve gençlerin yetişkinlerden daha çok risk altında olduğu bir gerçektir. Bu nedenle 16 yaş altındaki çocukların cep telefonu kullanmamaları, kullanmalarının zorunlu olması durumunda ise günde 10 dakikayı geçmemeleri Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından önerilmektedir.

-Cep telefonu kullanırken kesinlikle kulaklık kullanınız. Cep telefonunu açıksa kendinizden en uzak mesafeye bırakınız. SAR<1 W/kg olan cep telefonlarını tercih ediniz.

-Dizüstü bilgisayarlar (LCD ekran) şarjlı kullanıldığında düşük EM alana sahiptir, uzakta şarj ediniz.

-Fotokopi makinelerinden (yüksek manyetik alan) en az 50 cm uzakta durunuz.

-Elektrikli tıraş makinesini mümkünse şarjlı kullanmayı tercih ediniz.

-TV ekranlarından (ön ve arkasından) en az 2 m uzakta bulununuz.

-Elektrikli daktiloları kullanmadığınızda fişten çıkartınız.

 
RADYASYONUN YARARI KONUSUNDA BİLİMSEL ÇALIŞMALAR

Bu arada dünyada radyasyonun yararlı olduğuna dair bilimsel çalışmalar da yapılıyor. Örneğin farelerde düşük seviyeli radyasyonla ilgili deneyler sonucunda, farelerin üremelerinin, hastalıklara karşı direncinin arttığı, enfeksiyonların da iyileştiği görüldü.

Radyasyonla tedavi yapılan kaplıcalar da çeşitli ülkelerde bulunuyor. Avrupa'da bulunan radon mağazalarında özellikle solunum sistemi rahatsızlığı olan insanlar tedavi görüyor.

Geçmişten Gelen Gelenek: İktidar, Devlet ve Ulus-Devlet

Modern çağ, insana hükmetmede büyük gelişimin ve değişimin adıdır. Eskinin mitoloji, din, gelenek üzerine kurulu kutsal itaat söylemleri yerine bunların modern dönüşümleri

GİRİŞ

Modern çağ, insana hükmetmede büyük gelişimin ve değişimin adıdır. Eskinin mitoloji, din, gelenek üzerine kurulu kutsal itaat söylemleri yerine bunların modern dönüşümleri ile birlikte devlet tarafından kontrol edilen teknik ve bürokratik yöntemlerle insanlara hükmetmeyi başardı. Bu dönüşümle insanların sadece düşüncelerini değil bedenlerini ve hayat alanlarını tamamen düzenleyen modern bir dünya algısını da bireylere dayattı. Bireylerin hayatlarında devletçe düzenlenmemiş hiçbir alan bırakmadı. Modern devlet bireylerin kendisinden kaçabileceği tüm özgürlük alanlarını yok etti. En büyük dayatma olarak da modern olanın ilerlemeci bir ‘zorunluluk’ ve yaşam standardı olarak sunulması oldu. Tarihin, toplumun, medeniyetin ve insanlık olurunun kaçınılmaz tek gerçeğinin bu zorunluluklara boyun eğmek olduğu ilan edildi. İnsanlar, kendisinden aşkın, kutsal ve mutlak amaçların araçları haline dönüştürüldü. İnsan doğasını modern anlamda yeniden dönüştürerek ‘gönüllülük’ esası üzerinden modern iktidar düzenine dayalı ilişkilerine meşruiyet kazandırdı. Doğal olarak bu süreç Rousseau’dan da esinlenerek iktidarın bir haki itaatin ise bir ödev olduğu kabulüyle sonlandırıldı. Bu dönüşüm ile iktidarın var oluş sebepleri değil, eylemlerinin sebepleri meşruiyet konusunu oluşturdu. Meşruiyetin modern biçimde bir kez kurulması bu temel sorunsalı ortadan kaldırdı ve devletin var oluş gerekçeleri tartışma alanlarının dışında bırakıldı. Siyasal iktidarın varlık sebebi bireysel tercihler, bireysel haklar, özgürlükler ve toplumsal rızanın sürekliliğine değil tüm bu olguların var olma gerekçesi siyasal iktidarın var olma ‘zorunluluğuna’ bağlandı.

 Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan yaptığı tespitte; ‘ Kapitalist uygarlık, önce kendi mitolojik öykülerini yaratarak işe başlamıştır. Çıkar klikleri veya artık-ürün tekelleri bu öyküler olmadan, zorbalıkla ancak birkaç defalık talan gerçekleştirebilir. Kalıcı ve kabul edilebilir olmaları için mutlaka mitolojilere, din ve hukuka ihtiyaçları vardır. Günümüzde ise, tüm bu etkenlerle birlikte üç (s)’lerin, seks, spor ve sanatın popülerleştirilip medya da sunulmasıyla, toplumların zihnen ve duygusal olarak daha da şartlandırılarak yürütülmesiyle kalıcılık ve kabul edilebilirlik kesinleştirilmeye çalışılır’’ diye belirtmektedir. 
  
Modern çağ, insanlığın karşısına ‘zorunluluk’ yalanları ile çıktı. En büyük zorunluluk olarak meşrulaştırılan devlet ise Hobbes’un ‘egemen güç yokluğu kadar zararlı değildir’ sözü bu meşrulaştırmada anlamını bulmuştur. Modern devlet, yokluğunun doğuracağı kaos korkusu ile insanları ‘daha az kötüye’ boyun eğmeye mecbur kılmıştır. Kaos korkusu her türlü ‘düzen’ inşasına meşruiyet kazandırırken birlik, bütünlük ve uyumun koruyucusu olan siyasal iktidar içinde toplumun ortak düşmanları olan bireysellik, farklılık, parçalanmışlık, uyumsuzluk, bölücülük de bu düzenin dışına atılması gereken ‘daha kötüler’ ilan edildi. İnsan olmanın ortak kimliği ve değerselliği yerine ırk, ulus, devlet, ülke, din, mezhep gibi kategorik alt kimliklerin zorunluluğun esas alındı. Bununla birlikte, siyasal topluluklar oluşturularak bunların kan bağı ile birbirlerine bağlı bir aile oldukları ve yurttaşların birbirlerinin kardeşi olduğu söylemleri hâkim kılındı. Bunun içindir ki kutsallaştırılan ırk, ülke, devlet, lider, ordu mitolojileri Platon’dan miras olarak alınan modern devletin propagandaya dönüşmüş yansımalarından sadece bir kaçıdır. Bu bölümleme aracılığıyla insanlık öznellikleri devletçe bölünmüş ‘ötekiler’ olarak ilan edildi. Bu ötekiler algısı içinde ‘biz’ ve ‘onlar’ arasındaki doğal çatışma kurgusu ‘biz’i ‘onlar’a karşı ortak bir savaş hedefinde ve ideolojik bir çerçevede devlete içkin kıldı.

Bu çatışma ideolojisi ile iktidarın doğasında var olan egemenlik olgusu tüm modern devletlere hâkim oldu. Modern çağda devlet kendi zorunluluğunun paralelinde halkın sadece politik desteğini değil kayıtsız şartsız sadakatini de sağlamış oldu. Platon, Machiavelli ve Hegel’den esinlenerek bu korku paralelinde şiddet, terör, zulüm, gaddarlık ve baskı modern iktidarın en önemli özelliği olarak ortaya çıktı. Korku ve terör ile önce insanın sonra dünyanın fethini ve bütünsel bir egemenlik kurmayı hedefleyen modern iktidar, ‘yayılma uğruna yayılmayı’, ‘iktidar uğruna iktidarı gerçekleştirmek için işe insanın özünü, doğasını, erdemliliğini ve ahlakını(insanlığını) yok etmekle başladı. Modern devlet, insanın her bir bölümlenmesini kendi bölünmezliğinin aracı kıldı. İnsanı ne kadar küçük bir kategorik kimlik tanımı içine aldıysa o kadar büyüdü. İnsanı ne kadar küçük bir kategorik zaafın içine mahkûm ettiyse o kadar güçlendi. Modern devlet tarihsel ve siyasal olarak insana ve insanlığa karşı ve rağmen konuşlandı. En basitinden insanın doğal hakları bile devletin iradesine bağımlı kılındı. Doğal olarak da bu hakların devlet tarafından gaspı ‘zorunlu’ kötülük, bu hakların tanınması ise bir lutfa dönüştürüldü.

Modern devlet aracılığıyla ilk kez insanlık ile insan aynı kategorik ayrımda ve en alt kimlik tanımlamalarında buluştu. Hangi ırka ait olduğumuz hangi devlete ait olduğumuzu belirledi ve insanlık onurumuz devletlerin sınırları içinde yaşama zorunluluğuna kurban edildi. İnsanlığın en alt kategorik kimliği olan ırk, insanın en üst(ün) kimliği kabul edildi. Başta insanın doğası olmak üzere öteki dinler, öteki ırklar, öteki uluslar, öteki kültürler, öteki sınıflar bu kimliğin düşmanları ilan edildi. Bu meşruiyet bağlamında hala devletler tek ulusal temsilci, hala uluslar tek mutlak akıl, hala öteki uluslar savaşılması gereken ötekiler, hala ötekiler evrensel aklın egemenliği altına alınması gereken düşmanlar, hala halk kendisine asla güvenilmemesi ve devleti emanet edilmemesi gereken kötü doğalı tehditler, hala tarihin yasalarından devşirilen çatışma-diyalog söylemleri, hala zorunlu eğitim, zorunlu askerlik, zorunlu yurttaşlık, zorunlu demokrasi ve oy verme, hala kutsal anayasa, kutsal kurucu babalar ve atalar ve hala toplumsal hedeflerin ne olduğu ( ulusal çıkar, kamu yararı, ortak akıl, kamu sağlığı, kamusal alan, kamuoyu, halk iradesi vb.) modern söylemleri halka dikte eden mutlak akılların modern iktidarı devam etmektedir.

İKTİDAR NEDİR? 

 ‘Devlet’ ve ‘Siyasal olan’ arasındaki ortaklık, her ikisinin de iktidar olgusuna işaret etmesindedir. Antik yönetim biçimlerinin adları, Yunanca da güç, iktidar, sağlamlık anlamına gelen Kratos ve otorite, yetke anlamına gelen Arke sözlerinden gelir: Aristokrasi, Demokrasi, Monarşi, Oligarşi gibi. Buna benzer biçimde sonradan şekillenen ve yine iktidar biçimlerini gösteren diğer bütün adlarda bu iki sözden türemiştir: Fizyokrasi, Bürokrasi, Poliarşi gibi.

 Doğrudan ya da dolaylı biçimde iktidar tanımıyla veya iktidar olgusuyla analize başlamayan siyasal kuram yoktur. Devlet uzun zaman, egemenliğin taşıyıcısı olarak tanımlanmış ve devlet analizi, egemene ait olan erklerin(güçlerin) incelenmesi biçiminde olmuştur. Devlet kuramı, üç erkin(yasama, yürütme ve yargı) ve bunlar arasındaki ilişkilerin açıklanması etrafında döner.

Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan ise iktidarı şöyle tanımlamaktadır: ‘ iktidar tarihsel-toplumsal ve kuramsal ilişkiler toplamıdır. Tarihsel ve toplumsal gelişmenin en hayati dokuları, alanları üzerinde konumlanır ve gelenekselleşmeye çalışır. Geleneksellik kurumsallık anlamını da taşır. İktidarlar en kurumsallaşmış, özen gösterilen, hatta protokole bağlanan toplumsal ilişkiler alanıdır. İlgililerince çok işlevsel kılındıkları için, kurumsallaşma ve biçimlenmesini çok iyi protokollere bağlamak, sürekliliği ve temsiliyeti açısından hayatidir. Örneğin; sultanlık iktidarının inşası, devir ve teslim edilmeleri, ele geçirilmeleri muazzam örüntülerle, simgelerle, protokollerle düzenlenmiştir. Kılık-kıyafetlerinden, yemeklerine, evliliklerinden, ölümlerine kadar her ilişkinin binlerce yıl önce gelenekselleşmiş biçimleri ve kuralları vardır. Bu nedenle herkes dilediği güçle iktidar olamaz. Meşrutiyetinin ancak bu gelenek ve sembollerle önemli oranda sağlandığının bilincindedir.
Siyaset kuramında üç ayrı bakış açısı temelinde şekillenen üç ayrı iktidar kuramı vardır. Bunlar: Özdekçi, Öznel ve İlişkisel iktidar kuramlarıdır.

A-ÖZDEKÇİ İKTİDAR YAKLAŞIMI:

En önemli temsilcisi Hobbes olan bu yaklaşımda iktidar, herhangi bir mal gibi sahip olunan ve kullanılan bir şey olarak düşünülür. Örneğin Hobbes, 1651 yılında, ‘ iktidar, insanın sahip olduğu ve gelecekte açık bir fayda elde etmesini sağlayacak bir araçtır’ diye belirtir. Bu araç, sağlamlık ve zekâ gibi doğuştan getirilen yeteneklerden oluşabileceği gibi, servet gibi sonradan da elde edilebilinir. Ancak doğuştan gelmesi veya sonradan elde edilmesi, iktidarın arzulanan şeyi elde etmede bir araç olarak algılanmasını değiştirmez.

B- ÖZNEL İKTİDAR YAKLAŞIMI:

Bu kuramın bilinen temsilcisi ise John Locke’tur. Lokce’a göre iktidar, hedeflere ulaşmada kullanılan bir araç olmaktan çok, öznenin belli sonuçlar yaratabilme kapasitesidir. ‘ ateşin madenleri eritme gücü(iktidarı) vardır’ demekle ‘egemenlerin yasalar koyma ve böylece uyruklarının eylemlerini etkileme gücü(iktidarı) vardır’ demek arasında hiçbir fark yoktur olmadığını belirtmektedir.

C- İLİŞKİSEL İKTİDAR YAKLAŞIMI:

Bugün en yaygın olan iktidar anlayışı, bu kurama dayanmaktadır. Buna göre iktidar, iki öznenin(kişinin ya da grubun) arasındaki, birinin diğerinden belli bir davranışı edindiği bir ilişkidir. Bu yaklaşımın başat temsilcilerinden Robert Dahl, iktidarla ilgili şu tanımı yapar: ‘etki(iktidarı da kapsayan bir terim), aktörler arasındaki, bir aktörün diğer aktörleri başka türlü olsaydı davranmayacakları bir biçimde davranmaya yönelttiği bir ilişki biçimidir.’ İktidar buradaki gibi iki aktör arasında bir ilişki olarak tanımlandığında, özgürlükle sıkı bir bağ içindedir. Öyle ki birinin tanınması, diğerinin yadsınması olmaktadır.

    İKTİDARIN TEMELLLERİ VE MEŞRULUK SORUNU

Siyasal iktidarın kuramsallaştırılmasında sırasıyla üç soru önemlidir: Siyasal iktidar nedir? Siyasal iktidarı diğer iktidar biçimlerinden ayıran nitelikler nelerdir? Siyasal İktidarın haklılığının kaynağı nerededir?

Klasik siyaset kuramı, iktidarın temelini sorgularken yalnızca zora dayalı iktidarın haklılaştırılması düşüncesini yadsır. Meşru ve gayri-meşru iktidar arasında ayrım yapar.

Burada sorulan anahtar soru şu olmalıdır?
‘eğer iktidar sınırlı biçimde zor temelinde kurulursa o zaman siyasal iktidarı soyguncular çetesinin iktidarından nasıl ayırabiliriz?

 St. Augustine, söyle ifade etmektedir:
‘ adalet olmasaydı krallıklar soyguncu çetelerinden başka ne olabilirdi ki?

İskender ile korsan arasındaki ünlü atışma aradaki ayrımın ne kadar ince olduğunu bize göstermektedir. ‘ kralın kendisine neden denizleri istila ettiğini sorması üzerine korsan yanıt verir: ‘ senin toprağı (yeryüzünü) istila etmenle aynı neden. Fakat ben küçük bir filoyla bu işi yaptığımdan bana korsan, sense büyük bir filoyla bu işi yaptığından sana da kral diyorlar.’

Pek çok düşünür için adalet gücün meşru kullanımıyla haksız kullanımı arasındaki sınırı çizen anahtar kavramdır.
Platon’da Devlet, Rousseau da Toplum Sözleşmesi adlı eserlerinin başında adalet ve güç/zor arasındaki ilişkiyi tartışırlar. Hem Sokrates, hem de Rousseau güçlünün haklı olduğu tezini reddeder. Hobbes, uyrukların güvenliğini sağlamak(ki bu devletin en yüce hedefidir) ve sonuçta siyasal iktidarı tesis etmek için, bir kişi ya da kurulun devlet içinde ‘meşru olarak iktidarı elinde bulundurmasının’ gerekli olduğunu savunmuştur.

İktidara bu şekilde etik veya yasal bir nitelik yüklenmesi, iyi siyasal iktidarla kötü siyasal iktidar(iktidarın gasp edilmesi anlamında) arasında yüzyıllardır varlığını sürdüren ayrıma temel oluşturmuştur. Bu ayrımın siyasal sorumluluk sorunu konusunda önemli sonuçları olmuştur. Hatta mutlak itaatin kuramcısı olarak bilinen Hobbes bile, iktidarı gasp edenin(gayri meşru prensin) düşman olarak kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur. Üstün iktidarın ( yani siyasal iktidarın) etik bir haklılığı (ya da yasal-hukuki bir temeli) olması gerektiği olgusu çeşitli meşruluk ilkelerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Meşruluk, iktidarı elinde tutanın buyruk verme hakkını ve uyruğun buyruklara itaat etme ödevini haklı kılan bir temelin arandığı farklı yollara işaret etmektedir.

Rönesans ve Aydınlanma döneminin ürünü olarak doğa biliminin her alanda kullanılmaya başlanmasıyla birlikte siyasette de yeni bir yaklaşım gelişmiştir. Siyasal alan, bir rastlantılar alanı değil, doğal ilkelerden oluşan doğal haklara tabi bir alandır. Stoa felsefesine kadar geriye giden doğal düzen kurgularından yola çıkılarak toplum ve devlet felsefesi geliştirilmiştir. Bu anlayışın merkezinde ise insana ve insan aklına olan büyük güven yer almaktadır. Tüm insanlar doğal haklara sahiptirler ve bu haklardan dolaylı da kendilerini yönetecek iktidarı belirleme hakları vardır. İnsanın bu yeni/modern duruşu, toplumsal düzenin özgür bireysel eylemlerle oluştuğu ve yönetilenlerin gönüllü sözleşmeler aracılığıyla iktidara itaat etmesinin gerekliliği düşüncesini geliştirmiştir. Toplum sözleşmesi ile siyasal iktidarın sadece bir güç odağı olması reddedilerek yanına bir meşruiyet kriteri ki bu kriterin toplumsal onama üzerine kurulması gerektiği konulmuştur. Toplum, yöneticilerinin emir verme, siyasal iktidarı kullanma, cezalandırma gibi haklara sahip olduğuna inanmalı ki bunlara itaat etmeyi görev bilsin. İktidarın bir hak, itaatin ise bir görev olduğunu sağlayacak tek şey ise meşruiyettir.

Modern devlete geçişle birlikte devlet teorisinin en büyük dönüşümü siyasal iktidarın meşruiyet kaynağının toplum sözleşmesi ile devletten alınıp topluma veya bireye verilmesidir. Toplumun ne olduğu sorusu bu dönüşümün en önemli sorusudur. Toplum sözleşmesi kuramlarında toplum, iki farklı tanımlamayla daha doğrusu iki farklı amaçla ele alınır; tek tek bireylerden oluşan(atomistik) bir heterojen yapı ( Hobbes ve Locke) veya bir, bütün, tek bir homojenik kütle(Rousseau). Birinci tanımda birey için devlet ya tüm haklarını devrettiği bir canavar( Hobbes ) ya da tüm haklarının teminatı bir hakem ( Locke ) olarak karşımıza çıkar. İkinci tanımda ise toplum için devlet genel iradenin somutlaştığı egemen güçtür(Rousseau). Modern devlet kuramının kökenini oluşturan toplum sözleşmesi teorilerinin bu denli farklılaşması bize amaç/niçin-araç/nasıl bağlamında modern devletlerin de ne denli farklılaşabileceğini gösterir.

Hobbes, Locke ve Rousseau toplum sözleşmesi kuramları ile meşruiyete toplumsal ve bireysel olarak rasyonel gerekçeler arayışına girmişlerdir. Onları modern devlet kuramcıları yapan da bu arayışlarıdır. Siyasal iktidarın meşruluğu dinsel, mitolojik veya geleneksel bağlılıklarda değil, bireylerin ona olan itaatinin karşılıklı bir uzlaşmaya dayanıyor olmasındadır. Modern devlet bu söylemlerle meşruiyetini, aşkın temel yasalar yerine tamamen toplumsal ve bireysel rıza arayışında gerçekleştirmiştir. Siyasal iktidarın kendinden menkul meşruiyet anlayışı yerine toplumsal ve bireysel alandan kaynaklanan meşruiyet yasaları getirmişlerdir: ‘ güvenlik, uzlaşma, toplumsal rıza/konsensüs, özgürlük, eşitlik, bireycilik ve mülkiyet’. Artık siyasal iktidarın yasaları bunlar olacaktır. Siyasal iktidarın meşruiyet yasası, bu ilkelerin gerçekleştirilmesine dönüştürülmüştür. Ama bu toplumsal sözleşmenin amaçsallığı doğrultusunda ve onun emri altında olacaktır. Bu gelenek de Hobbes ile başlayan modern devlet düşüncesinden başka bir şey değildir.

DEVLET YA DA ULUS-DEVLET
 

Ulus, ulus-devlet ve ulusçuluk doğal olmayan bir takım koşulların neticesinde üretilmiş suni kavramlardır. Ulus, bir toplumsallık biçimini ifade eder ve bu toplumda, insanları hem kültürel hem de siyasi niteliğe sahip bir kimlik bir arada tutabilir.( A.Giddens 2005)
Bu kimliğin inşasının, toplum üzerinde egemenlik kurarak devleti oluşturan sınıfın çıkarlarına uygun olmasına ise önem gösterilir. Bu sebeple modern ulus-devletin var oluşu, tek tip bir insan modeli üzerinden homojen bir ulus inşa edebilmesine bağlıdır. 
Bu bağlamda Sayın Öcalan’ın belirlemesi önemlidir: ‘ ulus-devlet siyasi alanda da tek tipleşmeye özen gösterir. Farklı ulusal kimliklere yer olmadığı gibi, farklı siyasi oluşumlara da yer vermez. Merkezi devletten, diğer deyişle üniter yapı olarak da adlandırılan devletten kasıt, demokratikleşmenin temel koşullarından olan kendi farklılıkları temelinde siyaset yapmayı olanaksızlaştırmaktır. Bunu devletin bütünlüğüne tehdit sayar. Ulus-devlet sadece birey bazında tek tipleşmeyi yaratmakla kalmaz; tüm toplumsal bütünlüklere de tek tipleşmiş bir zihniyet ve duygu dünyasını aşılar. Böylelikle kendi iktidarını hem tüm topluma yayar, hem de tek tip toplumu, ulus-devlet toplumunu yaratmış olur. 

Yine Sayın Öcalan ulus-devleti ; ‘ kapitalist modernite döneminde toplumun tüm bütünlüğüne yayılmış iktidar aygıtlarının ve vatandaş denilen bireylerin hukuki çerçeve içindeki birliğine ulus-devlet demek mümkündür. Buradaki belirleyici kavram, toplumun tümüne yayılmış iktidar olgusudur. Daha önceki tüm devletlerin meşruiyeti kendi kurum ve kadroları ile sınırlıydı. Ulus-devlette bu sınır aşılır. Vatandaş denilen veya devletin kendi ideolojik, kurumsal ve ekonomik çıkarlarına göre oluşturmak istediği bireylerin, sanki devletin hak ve görevleri olan birer üyesiymiş gibi devletleştirilmesi, ulus-devletin özüdür. Vatandaşın oluşturulması, ulus devletin en çok önem verdiği konuların başında gelmektedir. Bunun için ideolojik, siyasi, ekonomik, hukuki, kültürel, cinsiyet, askerlik, din, eğitim, medya gibi birçok unsurdan yararlanmaya çalışır’ diye tanımlamaktadır.

Max Weber’e göre; ‘ Devlet, belli bir ülkede fiziksel güç kullanma tekelini meşru biçimde elinde tutan insan topluluğudur.’
Weber’in tanımında öngördüğü, egemen ulus-devletlerden oluşan dünyanın bir parçası olan bu yönetim ve devlet modeli, yeni bir oluşumdur. Ulus-devlet, Ortaçağın sonlarında ve Yeniçağın başlarında Avrupa’da feodalitenin çöküşü ve kilisenin siyasal nüfuzunun kırılışı ile birlikte ortaya çıkmıştır. Ulus-devlet, dağınık ve çatışan otoriteler arasında bölünmüş olan insanları ülke ve ulus kavramları arasında toplayan bir oluşumdur. 1919 Versailles anlaşmasına kadar Avrupa’da ulus-devletlerin oluşturduğu dünya modeline uygun bir yapılanma tamamlanmış değildir.
Ulus-devletler meşruluklarının kaynağını, ‘her ulusun kendi kaderini belirleme hakkına sahip olması’ ilkesinden alır. Bir ulusun üyeleri, kendi geleneklerine ve kültürlerine uygun bir hukuk sistemi çerçevesinde hareket eden bir yönetimin varlığına rıza gösterirler. Bu düşüncenin açık biçimde ifade edilişi, 18. yüzyıl sonlarında Fransız ve Amerikan devrimleri ile mümkün olmuştur.
Ulusun bir devlet aygıtı aracılığıyla karar aldığı yönetim modeli olarak ulus-devlet, yönetimi oluşturan farklı kurumların anayasal işleyişleri sonucunda ortaya çıkan uygulamaları ‘ulusun kararı’ sayar.

Platonun Devlet Adamından, Machiavelli’nin Hükümdar’ına uzanan uzun gelenek içinde siyasal düşünürler devleti esas olarak yönetenlerin bakış açısından görmüşlerdir.
Bu gelenek içinde, topluma alttakiler açısından bakan bir perspektifin tamamen yok olduğu söylenemez. Siyasal topluma, çıkarlar, gereksinimler, haklar ve hükümetten sağlanacak fayda açısından yaklaşan perspektif unutulmuş değildir. Ancak siyasal söylemde, siyasal ilişkinin betimlenmesinde sık sık sürüsünü güden çoban, uşaklarına buyruk veren efendi, çocuklarına bakan ebeveyn gibi benzetmelerin kullanılıyor olması, hangi perspektifin egemen olduğunu açıkça göstermektedir.

Modern çağın başlarında bireyin doğal haklarının keşfi tam bir dönüm noktası olmuştur. Bu haklar, herhangi bir siyasal toplumun ve bu toplumun iktidar yapısının oluşumunu önceler. Ailenin ve aristokratik toplumun tersine siyasal toplum, karşılıklı sözleşmeyle toplum içinde yaşamaya ve bir toplum yönetimi oluşturmaya karar veren bireylerin gönüllü bir yapıntısı olarak kabul edilmeye başlar. 
Tam da bu nokta da Rousseau; toplumsal olaylarda her şeyin en sonunda siyasete bağlı olduğu düşüncesindedir. O, toplumun kusurlu kuruluşuyla ilgili olarak çöküşünü algılamış ve daha sonra belirttiği üzere, bir siyasal tezin planını buradan tasarlamaya başlamıştır. Bu, insan karakterinin her zaman hükümet tarafından biçimlendirildiği gözleminden hareket eden bir tezdir. Ortaya koyduğu düşünceye göre; ‘biz sadece yönetenlerin bizi yaptığı gibiyiz ve bu yüzden kusurlarımız insan doğasından değil, aksine kötü yönetilmiş olduğumuzdan kaynaklanmaktadır.’ Rousseau, ‘Toplum Sözleşmesi’nin hemen başında ‘insan özgür doğar ama her yerde zincirlere vurulmuştur’ ifadesine yer verir. 
Modern çağın tam da merkezinde olan Rousseau, halkın yaratacağı bir devletten, siyaset aracılığıyla devletin yaratacağı bir halka geçiş düşünürüdür. Hobbes’ta Leviathan’ı yaratan halk, Rousseau da yerini devletin yarattığı halka bırakır. Hobbes’un sorunu mutlak bir İKTİDAR kurmak iken, Rousseau’nun sorunu sarsılmaz bir meşruiyete dayalı mutlak bir İTAAT kurmaktır. Rousseau; iktidara değil, itaate mutlaklık aramaktadır.
Rousseau, mutlak egemen bir devlet inşa etmek için aydınlanma çağının tek tek yok ettiği eski silahları modern bağlamda yeniden üretecektir. Modern meşruiyet kaynaklarını geleneksel kaynakları revize ederek kurgulayan Rousseau, özellikle dini, tarihi ve kolektif düşünceyi yardımına çağırır. Çünkü modern devletin artık iktidara değil çok güçlü bir İTAATE ihtiyacı vardır.
‘’Egemen, herkesin bir ve aynı kişilikte gerçekten birleşmesidir. Devletin özü o kişide toplanmıştır, onun dışında kalan herkes onun uyruğudur.’’  HOBBES

SONUÇ

Siyasal iktidarın meşruluğu, artık kendisini belirlediği ilkeler ile değil kendisini kuran toplumun ilkeleriyle uzlaşması olarak algılanmaktadır. Modern devletin bireyi/toplumu düzenlemek için gereken meşru güç kullanma tekeli de böylece ele geçirilmiştir.
Siyasal iktidar toplumsal rızaya dönüşmedikçe bir zoru, bir zorunluluğu ve bir zorbalığı temsil etmektedir. Bu yüzden tüm siyasal iktidarların temel problemi, bireysel onama ve toplumsal rıza arayışıdır. Aslında siyasal düşünceler tarihi, siyasal iktidarların kendilerini haklılaştırma ve rasyonelleştirme tarihinden başka bir şey değildir.

Günümüzde hala modern iktidar düşüncesi ekseninde toplumu bir bütün olarak kontrol edip düzenleyen ve baskı araçlarıyla süreklilik sağlayan siyasal bir sistem söz konusudur. Bu sistem özellikle teknolojinin, ordunun, bürokrasinin, iletişim araçlarının ve eğitim kurumlarının kullanılmasıyla bir bütün olarak toplumsal mobilizasyonunu sağlayan bir sistemdir. Demokrasiyi sadece seçim olgusuna indirgeyerek evrensel demokratik değerler olan siyasal iktidarın denetimi, keyfiliğin önlenmesi, siyasal katılımın özgür sivil toplumsal kurumlar aracılığıyla örgütlenmesi, farklı ideolojik yaklaşımların kendini ifade özgürlüğü, muhalefetin özgürce siyasal iktidarı eleştirmesi ilkelerinin göz ardı edildiği ve tek bir ideolojik hegemonya içerisinde siyasal yaşamın düzenlendiği devlet modelinin var olduğu bir sistemdir. 

Unutulmamalıdır ki, siyasetin işlevi, bireylerin siyasal iktidar ilişkilerine katılmasıdır, siyasal iktidarın bireylerin ilişkilerine katılması değil. Birey ve bireysel tercihlerin amaçlandığı siyaset algılamasında; siyasal katılım, konsensüs, bireysel çıkarlar ve temsil olguları toplumsal rıza ve siyasal istikrarın olmazsa olmazı olan meşruiyet ilkeleri kabul edilir. Siyaset; ister insanların doğalarından gelen farklılıklar, tercihler ve taraftarlıklar, isterse toplumsal, sınıfsal, dinsel, geleneksel, ideolojik ilke, değer ve çıkar çatışmaları olsun, bu farklılıkların ve çatışmaların yok edilmesi üzerine değil, eşit ve özgür bir ortamda uzlaştırılması üzerine kuruludur. Farklılıkları yok etme üzerine kurulu tüm uğraşlar, despotizm olarak adlandırılmalıdır. 
   
Ali Rizgar