Kapitalist modernite, uygarlıkta son evre olarak kendini diğer aşamalardan özenle ayırarak daha özgürlükçü, daha eşitlikçi olduğunu, insana dair gelişmelerin en üst boyutunu temsil ettiğini iddia ediyor.
Şiyar Koçgiri
Genel olarak ‘uygarlık’ kavramı, gelişmenin, ilerlemenin, refah ve demokrasinin sembolü gibi ele alınmaktadır. Yani bir anlamda insanlığın ağırlıklı bir kesimi uygar olmaya, uygarlık ölçülerine ulaşmaya çalışıyor. Diğer yandan iyilik, güzellik adına ne varsa uygarlık kavramının içeriğine mal ediliyor. Sadece günümüz değil, geçmiş de uygarlığın bu özelliği çerçevesinde ele alınıyor ve insanlığın yürüyüşü tamamen bir uygarlaşma çabası olarak görülüyor. Geçmiş ve günümüz bu fenomen etrafında değerlendirildiği gibi gelecek de bu kavramın kodladığı anlamlara göre düzenlenmeye, geliştirilmeye, kurgulanmaya çalışılıyor. Kısacası mevcut sistemin bu kadar olumladığı uygarlığı sürdürme çabası en temel görevini oluşturuyor.
Ama gerçekten de bu kavram kendisine yüklenen anlamları içeriyor mu, doğuşu, gelişimi, geçirdiği aşamalar ve günümüzde aldığı form itibariyle böyle midir? Yoksa bir kavram etrafında geliştirilen bir mit ile mi karşı karşıyayız? Yazıyla, devletle kimilerine göre kentle ya da sınıflaşma ile başlatılan uygarlık öncesi süreç ‘barbarlık’, ‘ilkellik’, ‘gerilik’, ‘vahşet’ olarak değerlendirilirken acaba bir gerçek çarpıtılmak mı isteniyor? Bilinçli bir yaklaşımın ürünü olarak uygarlık öncesi sürecin ısrarla gerilik, ilkellik, barbarlık olarak değerlendirilmesi bir gerçeği gizlemek ihtiyacından mı kaynaklanıyor? Bunlar, üzerinde durulmayı gerektiren önemli sorular oluyor.
Aslında uygarlık kavramı bu denli kutsanmış olma durumunu kapitalist modernitenin son iki yüz yıl içinde sağladığı ideolojik-kültürel hegemonyaya borçludur. Aydınlanma döneminin kimi filozofları bugünkü veriler ortada yokken bile yaşanan sorunların uygarlığın yapısal gerçeğinden kaynaklandığının farkındaydılar. Rousseau’ya göre uygarlığın tarihi, özgürlüklerin gelişmesinin tarihi değil, tam tersine insanın bozulmasının tarihidir. Rousseau, uygarlığın insanı bozduğunu göstermek için, doğal ve uygar insanın özelliklerini karşılaştırır ve doğal insanı, bağımsız ve otonom ve özgürlüğüne düşkün olması, özgür olduğu için kendini sevmesi ve başkalarıyla ilişkisini merhamet ve dayanışma temelinde geliştirmesi nedeniyle bağımlı, mülkiyete düşkün, bencil ve başkalarını sevmeyen, başkalarıyla ilişkisini merhamet üzerine değil, çıkar ve kıskançlık üzerine kuran uygar insandan daha üstün sayar. Ancak daha sonra kendisini yaşamın her alanını denetlemek ve yönetmek üzere kurumlaştıran ve derinleştiren kapitalist modernite uygarlıkla ilgili büyük bir saptırmayı hâkim kılmıştır. Tarihsel gelişmeyi sınıf çatışmaları üzerine oturtan reel sosyalizmin de katkılarıyla ortaya çıkan uygarlık tanımlaması genel kabul görme noktasına getirilmiştir.
Günümüzde artık bilimsel araştırmalar, arkeolojik bulgular ve Sümer öncesi sürece ilişkin elde edilen veriler; yeni bir tarih kurgusuna yol açarken, uygarlık fenomeni de temellerinden sarsılmaktadır. Uygarlığın gelişiminin insansal yürüyüşte bir geriye gidişi ifade ettiği ve uygarlığın, bugün altından kalkılıp kalkılamayacağı belli olmayan sorunların temel kaynağı olarak, yaklaşık 5000 yıllık tarihiyle günümüzde yaşanan sorunların yaratıcısı, geliştiricisi olduğu; toplumsallığımızı ve doğamızı tahrip eden olgular bütünlüğünü ifade ettiği daha fazla kabul gören bir gerçeklik haline geliyor. Bu gerçekliği ile kendisini kapitalist modernite biçiminde günümüze taşıran uygarlığın tarih içinde doğa ve toplumun en büyük baş belası olarak ortaya çıktığı daha fazla aydınlanıyor. Dolayısıyla insanlığın tarihi yeniden yazılıyor.
Kapitalist modernite, uygarlıkta son evre olarak kendini diğer aşamalardan özenle ayırarak daha özgürlükçü, daha eşitlikçi olduğunu, insana dair gelişmelerin en üst boyutunu temsil ettiğini iddia ediyor. Ama ortaya çıkan veriler ve tarihin aydınlanan yüzü durumun hiç de öyle olmadığını gösteriyor. Kapitalizm, bir zincir gibi birbirine bağlı uygarlık aşamalarının son halkasını ifade etmektedir. Kendisinden önceki uygarlık aşamalarının temel özelliklerini taşımaktadır. Uygarlığın diğer aşamalarından özsel olarak farklılığı yoktur, daha çok önceki uygarlık aşamalarını da kendine miras yaparak onları daha da derinleştirmiştir. Fark, kapsam ve tekniğin kullanımı ve yöntemlerin derinleşmesi temelinde ortaya çıkmaktadır. Bunun da insan duruşunda, toplumsal gerçeklikte ve doğanın dengesinde neye mal olduğunu yaşayarak görüyoruz.
Genel olarak ‘uygarlık’ kavramı, gelişmenin, ilerlemenin, refah ve demokrasinin sembolü gibi ele alınmaktadır. Yani bir anlamda insanlığın ağırlıklı bir kesimi uygar olmaya, uygarlık ölçülerine ulaşmaya çalışıyor. Diğer yandan iyilik, güzellik adına ne varsa uygarlık kavramının içeriğine mal ediliyor. Sadece günümüz değil, geçmiş de uygarlığın bu özelliği çerçevesinde ele alınıyor ve insanlığın yürüyüşü tamamen bir uygarlaşma çabası olarak görülüyor. Geçmiş ve günümüz bu fenomen etrafında değerlendirildiği gibi gelecek de bu kavramın kodladığı anlamlara göre düzenlenmeye, geliştirilmeye, kurgulanmaya çalışılıyor. Kısacası mevcut sistemin bu kadar olumladığı uygarlığı sürdürme çabası en temel görevini oluşturuyor.
Ama gerçekten de bu kavram kendisine yüklenen anlamları içeriyor mu, doğuşu, gelişimi, geçirdiği aşamalar ve günümüzde aldığı form itibariyle böyle midir? Yoksa bir kavram etrafında geliştirilen bir mit ile mi karşı karşıyayız? Yazıyla, devletle kimilerine göre kentle ya da sınıflaşma ile başlatılan uygarlık öncesi süreç ‘barbarlık’, ‘ilkellik’, ‘gerilik’, ‘vahşet’ olarak değerlendirilirken acaba bir gerçek çarpıtılmak mı isteniyor? Bilinçli bir yaklaşımın ürünü olarak uygarlık öncesi sürecin ısrarla gerilik, ilkellik, barbarlık olarak değerlendirilmesi bir gerçeği gizlemek ihtiyacından mı kaynaklanıyor? Bunlar, üzerinde durulmayı gerektiren önemli sorular oluyor.
Aslında uygarlık kavramı bu denli kutsanmış olma durumunu kapitalist modernitenin son iki yüz yıl içinde sağladığı ideolojik-kültürel hegemonyaya borçludur. Aydınlanma döneminin kimi filozofları bugünkü veriler ortada yokken bile yaşanan sorunların uygarlığın yapısal gerçeğinden kaynaklandığının farkındaydılar. Rousseau’ya göre uygarlığın tarihi, özgürlüklerin gelişmesinin tarihi değil, tam tersine insanın bozulmasının tarihidir. Rousseau, uygarlığın insanı bozduğunu göstermek için, doğal ve uygar insanın özelliklerini karşılaştırır ve doğal insanı, bağımsız ve otonom ve özgürlüğüne düşkün olması, özgür olduğu için kendini sevmesi ve başkalarıyla ilişkisini merhamet ve dayanışma temelinde geliştirmesi nedeniyle bağımlı, mülkiyete düşkün, bencil ve başkalarını sevmeyen, başkalarıyla ilişkisini merhamet üzerine değil, çıkar ve kıskançlık üzerine kuran uygar insandan daha üstün sayar. Ancak daha sonra kendisini yaşamın her alanını denetlemek ve yönetmek üzere kurumlaştıran ve derinleştiren kapitalist modernite uygarlıkla ilgili büyük bir saptırmayı hâkim kılmıştır. Tarihsel gelişmeyi sınıf çatışmaları üzerine oturtan reel sosyalizmin de katkılarıyla ortaya çıkan uygarlık tanımlaması genel kabul görme noktasına getirilmiştir.
Günümüzde artık bilimsel araştırmalar, arkeolojik bulgular ve Sümer öncesi sürece ilişkin elde edilen veriler; yeni bir tarih kurgusuna yol açarken, uygarlık fenomeni de temellerinden sarsılmaktadır. Uygarlığın gelişiminin insansal yürüyüşte bir geriye gidişi ifade ettiği ve uygarlığın, bugün altından kalkılıp kalkılamayacağı belli olmayan sorunların temel kaynağı olarak, yaklaşık 5000 yıllık tarihiyle günümüzde yaşanan sorunların yaratıcısı, geliştiricisi olduğu; toplumsallığımızı ve doğamızı tahrip eden olgular bütünlüğünü ifade ettiği daha fazla kabul gören bir gerçeklik haline geliyor. Bu gerçekliği ile kendisini kapitalist modernite biçiminde günümüze taşıran uygarlığın tarih içinde doğa ve toplumun en büyük baş belası olarak ortaya çıktığı daha fazla aydınlanıyor. Dolayısıyla insanlığın tarihi yeniden yazılıyor.
Kapitalist modernite, uygarlıkta son evre olarak kendini diğer aşamalardan özenle ayırarak daha özgürlükçü, daha eşitlikçi olduğunu, insana dair gelişmelerin en üst boyutunu temsil ettiğini iddia ediyor. Ama ortaya çıkan veriler ve tarihin aydınlanan yüzü durumun hiç de öyle olmadığını gösteriyor. Kapitalizm, bir zincir gibi birbirine bağlı uygarlık aşamalarının son halkasını ifade etmektedir. Kendisinden önceki uygarlık aşamalarının temel özelliklerini taşımaktadır. Uygarlığın diğer aşamalarından özsel olarak farklılığı yoktur, daha çok önceki uygarlık aşamalarını da kendine miras yaparak onları daha da derinleştirmiştir. Fark, kapsam ve tekniğin kullanımı ve yöntemlerin derinleşmesi temelinde ortaya çıkmaktadır. Bunun da insan duruşunda, toplumsal gerçeklikte ve doğanın dengesinde neye mal olduğunu yaşayarak görüyoruz.
“Uygarlık demek, sınıflı ve devletli toplum demektir.”
Günümüz tarih anlatılarının uygarlığa mal ettiği ‘ahlak, politika, kültür, otorite, yazı, kent, ticaret, üretim teknikleri ve araçları, tarım, hayvanların evcilleştirilmesi…’ gibi birçok yaratım sınıflı ve devletli uygarlık öncesi yaşanan neolitik toplumun yaratımlarıdır. Sınıflı-devletli ilk uygarlık olan Sümer uygarlığı, tüm bu yaratımların sahibi olan anacıl doğal toplumun anti tezi olarak ortaya çıkmıştır. Uygarlık göstergeleri olarak sunulan tüm bu gelişmeler aslında daha uygarlaşma süreci başlamadan yani sınıflaşma ve ona dayalı devlet tekeli ortaya çıkmadan yaratılmıştır. Uygarlığın ortaya çıkardığı tek şey bütün bu yaratımlara toplumun çok küçük bir azınlığı adına el koyma ve kendine mal etme başarısını göstermiş olmasıdır. Bu durumun da doğal toplum değerlerinin inkârı, istismarı, el konulması temelinde geliştiği artık sır değildir. Büyük bir zihniyet çalışması temelinde geliştirilen sınıflaşma ve ona dayalı gasp örgütü olarak devlet, uygarlığın kendine mal edebileceği tek yaratımdır. Uygarlık demek, sınıflı-devletli toplum demektir.
Bu ise uygar olmayan yani sınıflaşma ve devlet olgusunu kabul etmeyen toplumların var olduğu, sınıfa ve devlete yer vermeyen bir uygarlığın yaşandığı anlamına gelir.
Dolayısıyla hanedanlık öyküleri, dinsel tarih anlatımları, sınıfsal ve ekonomik tarih yorumları her ne kadar birbiriyle çelişkili gibi görünseler de uygarlığın tanımını vermekten uzak, dahası uygarlığı yücelten, uygarlık dışında bir tarihin yaşanmadığını varsayan uygarlık temelli anlatılar olmanın ötesine geçememektedir. Bu nedenle doğru bir uygarlık yorumu ve tanımlaması için yeni bir tarih tezine ihtiyaç vardır.
Günümüz tarih anlatılarının uygarlığa mal ettiği ‘ahlak, politika, kültür, otorite, yazı, kent, ticaret, üretim teknikleri ve araçları, tarım, hayvanların evcilleştirilmesi…’ gibi birçok yaratım sınıflı ve devletli uygarlık öncesi yaşanan neolitik toplumun yaratımlarıdır. Sınıflı-devletli ilk uygarlık olan Sümer uygarlığı, tüm bu yaratımların sahibi olan anacıl doğal toplumun anti tezi olarak ortaya çıkmıştır. Uygarlık göstergeleri olarak sunulan tüm bu gelişmeler aslında daha uygarlaşma süreci başlamadan yani sınıflaşma ve ona dayalı devlet tekeli ortaya çıkmadan yaratılmıştır. Uygarlığın ortaya çıkardığı tek şey bütün bu yaratımlara toplumun çok küçük bir azınlığı adına el koyma ve kendine mal etme başarısını göstermiş olmasıdır. Bu durumun da doğal toplum değerlerinin inkârı, istismarı, el konulması temelinde geliştiği artık sır değildir. Büyük bir zihniyet çalışması temelinde geliştirilen sınıflaşma ve ona dayalı gasp örgütü olarak devlet, uygarlığın kendine mal edebileceği tek yaratımdır. Uygarlık demek, sınıflı-devletli toplum demektir.
Bu ise uygar olmayan yani sınıflaşma ve devlet olgusunu kabul etmeyen toplumların var olduğu, sınıfa ve devlete yer vermeyen bir uygarlığın yaşandığı anlamına gelir.
Dolayısıyla hanedanlık öyküleri, dinsel tarih anlatımları, sınıfsal ve ekonomik tarih yorumları her ne kadar birbiriyle çelişkili gibi görünseler de uygarlığın tanımını vermekten uzak, dahası uygarlığı yücelten, uygarlık dışında bir tarihin yaşanmadığını varsayan uygarlık temelli anlatılar olmanın ötesine geçememektedir. Bu nedenle doğru bir uygarlık yorumu ve tanımlaması için yeni bir tarih tezine ihtiyaç vardır.
“Toplumsal tarihimizin tezi doğal toplumdur”
“Tarih ve geleneği ne kadar doğru biliyorsan, günümüz ve geleceği, bu tarihi içselleştirdiğin de üstüne ekleyeceğin kadar değiştirebilir, dönüştürebilirsin”
Uygarlık olgusunu günümüzdeki durumunun ötesinde tarihin derinliklerinde aramak durumundayız. Uygarlığın tarihini, tarihsel yürüyüşünde insanlığa hangi bedellere mal olduğunu, günümüzde ne tür sorunlara yol açtığını doğru anlayabilmek için toplumsallığın başlangıcını yeterli düzeyde kavramamız hayati önemdedir. Tarihi devletle ya da sınıflarla başlatmak ister bilinçli ister bilinçsizce yapılmış olsun günceli doğru kavramada ve doğru çözümler üretmede önümüzdeki en büyük engel olduğu kadar; toplum olgusunu kavramada da yapılan en büyük saptırmadır. Sınıflar ve devlet oluşmadan yani uygarlık denen olgu ortaya çıkmadan çok önceleri toplum oluşmuştur. Bu anlamda doğru bir toplum tarihine ulaşmadan doğru bir uygarlık tanımına ulaşmak mümkün değildir.
Bu nedenle toplum olgusunu doğru anlamalı, toplumsallığın başlangıç aşaması olan doğal toplumu kavrayarak insansal gelişmede oynadığı rolü iyi görmeliyiz. Toplumsal tarihimizin tezi doğal toplumdur ve aslında doğal toplum, toplumun kendisidir. Toplumun bu oluşum aşamasında son derece eşitlikçi ve özgürlükçü değerlere dayandığı her geçen gün artan bulgular yanında bütün ciddi tarihçilerin ortak yorumudur. Toplumun doğal karakteri eşitlikçi ve özgürlükçüdür. Dayanışma, yardımlaşma, ortakçılık, paylaşım, işbirliği gibi temel değerlerin toplumun özünü oluşturacak biçimde doğal toplum sürecinde şekillendiği, insanın bu süreçte doğal çevreyle müthiş bir uyum içerisinde olduğu, kadının bu dönemin belirleyeni olduğu tespit edilen gerçeklerdir. Bu anlamda toplumun oluşum tarzı komünal-demokratik niteliktedir. Doğal toplum olarak adlandırdığımız klan toplumu, doğayla kendisini organik bir bütünlük içerisinde görmekte ve doğayı kutsamaktadır. Kadının toplumsallaşmanın yaratıcı gücü olması da toplumsallaşmanın bu karakteriyle yakından bağlantılıdır. Doğaya yakınlığı, doğayı tanıması, doğal toplumun yaşamını doğadan öğrenerek ve doğanın nimetleriyle geliştirmesi kadının toplumsal rolünü belirleyen temel olgulardandır. Toplumun hem doğaya karşı ve hem de kendi içerisindeki ilişkilerinde tahakküm ve baskı söz konusu değildir. Kısacası toplumun oluşum tarzı veya doğası demokratik-komünal, cinsiyet özgürlükçü ve ekolojiktir. İşte uygarlığın gelişimi toplumun bu özüne karşıtlık temelinde ortaya çıkmıştır. Uygarlığın yapısal gerçeğine damgasını vuran da budur.
Sınıf, kent, devlet temelinde şekillenen uygarlık, temsil ettiği iktidar gerçeğiyle, toplumu alt ve üst toplum olarak ayırıp, doğal toplumun eşitlikçi, özgürlükçü, doğal zihni yapılanmasını dumura uğratmak ister. Uygarlık, baskı ve sömürüyü geliştirerek, toplumun politik-ahlaki yapısını işlemez hale getirmek isteyen özüyle toplumu toplum yapan temel değerlere karşıtlık içinde gelişmiştir. Bunun için uygarlığın tarih içindeki yürüyüşü, toplumun zayıflatılması ile karakterize olmuştur. Uygarlığı ifade eden iktidar, devlet, baskı ve sömürünün kapitalist uygarlık sürecinde insan ve toplum yaşamını hücrelerine kadar kontrol edecek denli gelişmesi, toplumsallığımızı ve doğamızı ciddi biçimde tehdit etmektedir. Toplumu toplum yapan temel demokratik komünal değerlerin inkârı ve zayıflatılması üzerine gelişim kaydeden uygarlık, açığa çıkardığı devletçi toplum gerçeğiyle toplumun antitezi olarak gelişim göstermekle kalmamış, insanı insanın kurdu, doğanın düşmanı haline getirmiştir. Onun için, uygarlığın yaratımı olan devletçi toplum, kendi doğasına yabancılaşmış toplum demektir. Uygarlık daha başlangıcında toplumu ayakta tutan politika ve ahlak olgularını zayıflatmıştır, düşünüş tarzını saptırmış, toplumun bütünlüklü yapısını parçalamış, toplumu sınıflara ayırmış, bir ‘üst toplum’ yaratmıştır. Bu yüzden günümüz kapitalist uygarlığının zirve yaptırdığı toplumsal sorunları beş yüz yıllık kapitalist süreçle başlatmak, dar sınıf çelişkileriyle izah etmek, kaba bir ezen-ezilen çelişkisi biçiminde ele almak yetersiz kalmaktadır. Esas çelişki toplum ile uygarlığı karakterize eden devlet, sınıf, kent, iktidar, baskı, yalan, sömürü olguları arasındadır. Daha genişçe ifade edersek, çelişki eşitlikçi ve özgürlükçü değerler temelinde gelişen demokratik komünal, kadın eksenli, ekolojik yönelimli POLİTİK-AHLAKİ TOPLUM ile buna karşıtlık içerisinde gelişen hiyerarşili, iktidarlı, devletli, sınıflı-sömürülü, erkek egemenlikli, doğaya hükmeden uygarlık arasındadır.
Uygarlığı bu temelde çözümlemeden, toplumu karşı karşıya bıraktığı sorunlar ne doğru tanımlanabilir, ne de çözümü geliştirilebilir. Günümüzün altından kalkılamaz toplumsal sorunlarının temelinde uygarlığın bu yapısal gerçekliği yatmaktadır. Bu her geçen gün açıklık kazanan bir olgu olarak tüm toplumsal sorun tanımlamalarının yeniden ve uygarlığın yapısını sorgulayan temelde yapılmasını getirmektedir. Gerek geçmişte, gerek günümüzde toplumsal çelişkilerin nedenleri ve çözümleri insanlığın en temel meselelerini oluşturmuştur. Bu eksende büyük mücadeleler, büyük düşünce arayışları ve çıkışları yaşanmıştır ve bunların ortaya çıkardığı önemli dersler mevcuttur.
“Tarih ve geleneği ne kadar doğru biliyorsan, günümüz ve geleceği, bu tarihi içselleştirdiğin de üstüne ekleyeceğin kadar değiştirebilir, dönüştürebilirsin”
Uygarlık olgusunu günümüzdeki durumunun ötesinde tarihin derinliklerinde aramak durumundayız. Uygarlığın tarihini, tarihsel yürüyüşünde insanlığa hangi bedellere mal olduğunu, günümüzde ne tür sorunlara yol açtığını doğru anlayabilmek için toplumsallığın başlangıcını yeterli düzeyde kavramamız hayati önemdedir. Tarihi devletle ya da sınıflarla başlatmak ister bilinçli ister bilinçsizce yapılmış olsun günceli doğru kavramada ve doğru çözümler üretmede önümüzdeki en büyük engel olduğu kadar; toplum olgusunu kavramada da yapılan en büyük saptırmadır. Sınıflar ve devlet oluşmadan yani uygarlık denen olgu ortaya çıkmadan çok önceleri toplum oluşmuştur. Bu anlamda doğru bir toplum tarihine ulaşmadan doğru bir uygarlık tanımına ulaşmak mümkün değildir.
Bu nedenle toplum olgusunu doğru anlamalı, toplumsallığın başlangıç aşaması olan doğal toplumu kavrayarak insansal gelişmede oynadığı rolü iyi görmeliyiz. Toplumsal tarihimizin tezi doğal toplumdur ve aslında doğal toplum, toplumun kendisidir. Toplumun bu oluşum aşamasında son derece eşitlikçi ve özgürlükçü değerlere dayandığı her geçen gün artan bulgular yanında bütün ciddi tarihçilerin ortak yorumudur. Toplumun doğal karakteri eşitlikçi ve özgürlükçüdür. Dayanışma, yardımlaşma, ortakçılık, paylaşım, işbirliği gibi temel değerlerin toplumun özünü oluşturacak biçimde doğal toplum sürecinde şekillendiği, insanın bu süreçte doğal çevreyle müthiş bir uyum içerisinde olduğu, kadının bu dönemin belirleyeni olduğu tespit edilen gerçeklerdir. Bu anlamda toplumun oluşum tarzı komünal-demokratik niteliktedir. Doğal toplum olarak adlandırdığımız klan toplumu, doğayla kendisini organik bir bütünlük içerisinde görmekte ve doğayı kutsamaktadır. Kadının toplumsallaşmanın yaratıcı gücü olması da toplumsallaşmanın bu karakteriyle yakından bağlantılıdır. Doğaya yakınlığı, doğayı tanıması, doğal toplumun yaşamını doğadan öğrenerek ve doğanın nimetleriyle geliştirmesi kadının toplumsal rolünü belirleyen temel olgulardandır. Toplumun hem doğaya karşı ve hem de kendi içerisindeki ilişkilerinde tahakküm ve baskı söz konusu değildir. Kısacası toplumun oluşum tarzı veya doğası demokratik-komünal, cinsiyet özgürlükçü ve ekolojiktir. İşte uygarlığın gelişimi toplumun bu özüne karşıtlık temelinde ortaya çıkmıştır. Uygarlığın yapısal gerçeğine damgasını vuran da budur.
Sınıf, kent, devlet temelinde şekillenen uygarlık, temsil ettiği iktidar gerçeğiyle, toplumu alt ve üst toplum olarak ayırıp, doğal toplumun eşitlikçi, özgürlükçü, doğal zihni yapılanmasını dumura uğratmak ister. Uygarlık, baskı ve sömürüyü geliştirerek, toplumun politik-ahlaki yapısını işlemez hale getirmek isteyen özüyle toplumu toplum yapan temel değerlere karşıtlık içinde gelişmiştir. Bunun için uygarlığın tarih içindeki yürüyüşü, toplumun zayıflatılması ile karakterize olmuştur. Uygarlığı ifade eden iktidar, devlet, baskı ve sömürünün kapitalist uygarlık sürecinde insan ve toplum yaşamını hücrelerine kadar kontrol edecek denli gelişmesi, toplumsallığımızı ve doğamızı ciddi biçimde tehdit etmektedir. Toplumu toplum yapan temel demokratik komünal değerlerin inkârı ve zayıflatılması üzerine gelişim kaydeden uygarlık, açığa çıkardığı devletçi toplum gerçeğiyle toplumun antitezi olarak gelişim göstermekle kalmamış, insanı insanın kurdu, doğanın düşmanı haline getirmiştir. Onun için, uygarlığın yaratımı olan devletçi toplum, kendi doğasına yabancılaşmış toplum demektir. Uygarlık daha başlangıcında toplumu ayakta tutan politika ve ahlak olgularını zayıflatmıştır, düşünüş tarzını saptırmış, toplumun bütünlüklü yapısını parçalamış, toplumu sınıflara ayırmış, bir ‘üst toplum’ yaratmıştır. Bu yüzden günümüz kapitalist uygarlığının zirve yaptırdığı toplumsal sorunları beş yüz yıllık kapitalist süreçle başlatmak, dar sınıf çelişkileriyle izah etmek, kaba bir ezen-ezilen çelişkisi biçiminde ele almak yetersiz kalmaktadır. Esas çelişki toplum ile uygarlığı karakterize eden devlet, sınıf, kent, iktidar, baskı, yalan, sömürü olguları arasındadır. Daha genişçe ifade edersek, çelişki eşitlikçi ve özgürlükçü değerler temelinde gelişen demokratik komünal, kadın eksenli, ekolojik yönelimli POLİTİK-AHLAKİ TOPLUM ile buna karşıtlık içerisinde gelişen hiyerarşili, iktidarlı, devletli, sınıflı-sömürülü, erkek egemenlikli, doğaya hükmeden uygarlık arasındadır.
Uygarlığı bu temelde çözümlemeden, toplumu karşı karşıya bıraktığı sorunlar ne doğru tanımlanabilir, ne de çözümü geliştirilebilir. Günümüzün altından kalkılamaz toplumsal sorunlarının temelinde uygarlığın bu yapısal gerçekliği yatmaktadır. Bu her geçen gün açıklık kazanan bir olgu olarak tüm toplumsal sorun tanımlamalarının yeniden ve uygarlığın yapısını sorgulayan temelde yapılmasını getirmektedir. Gerek geçmişte, gerek günümüzde toplumsal çelişkilerin nedenleri ve çözümleri insanlığın en temel meselelerini oluşturmuştur. Bu eksende büyük mücadeleler, büyük düşünce arayışları ve çıkışları yaşanmıştır ve bunların ortaya çıkardığı önemli dersler mevcuttur.
“Yanlış tarih, yanlış pratik demektir.”
Tarihsel ilerlemenin sınıf mücadelelerinden ibaret olmadığı, tarihin taşıyıcı gücünün uygarlık ve uygarlık karşıtı toplumsal güçler arasındaki mücadeleyle belirlendiği artık tartışma götürmez bir gerçek olarak kabul görmektedir. Yine tarihin düz, çizgisel ilerlemeci bir seyir içinde gelişmediği, tarihin çeşitli isimlerle anılan ve birbirini takip etmesi zorunlu varsayılan uygarlık aşamalarından ibaret olmadığı, bunun dışında insanlığın başka bir tarihinin var olduğu görülmekte, daha derinlikli uygarlık sorgulamalarına gidilmekte ve uygarlık anlatılarına temellik eden resmi tarih yerini daha gerçeğe yakın tarih anlatılarına bırakmaktadır. Bu eksende bir tarih özetlemesi yaptığımızda uygarlığın hangi zemin üzerinde, nasıl ortaya çıktığı ve günümüze kadar kendisini nasıl ulaştırdığı daha net ortaya çıkacaktır.
Zağros-Toros eteklerindeki tarımsal-köy devriminin reddi üzerinden gelişen Sümer uygarlığının karşıt bir sistem olarak gelişirken doğal toplumun tüm yaratımlarını kendine mal ettiği, mekân olarak Aşağı Mezopotamya’da gelişim gösteren kent tipi yerleşimleri esas aldığı arkeolojik bulgulardan iyice anlaşılmaktadır. Köy tipi sınırlı nüfusa sahip yerleşkelerde toplumu alt ve üst toplum olarak bölmek, eşitlikçi, özgürlükçü doğal ilişki diyalektiğini iktidar, hegemonya ve sömürü temelinde değiştirmek kolay değildir. Bu anlamıyla uygarlığın doğuş mekânı çeşitli nedenlerle klan ve kabile ortamından ayrılanların oluşturduğu kent olmuştur.
Bulgular MÖ 6.000-5.000 dolaylarında Yukarı Mezopotamya’dan Aşağı Mezopotamya’nın Fırat-Dicle havzasına yoğun kitlesel göçlerin yaşandığını, gerçekleşen bu göçler sonucu MÖ 4.000’lerden itibaren beş bin kişiyi aşan yerleşkelerin ortaya çıktığını göstermektedir. Zağros-Toros eteklerindeki tarıma elverişli, hayvan ve bitki türlerinin zengin olduğu bölgelerde gelişen neolitik tarım devriminin tüm yaratımlarının, ortaya çıkardığı tüm kültürün bu göçler sonucu Aşağı Mezopotamya’ya taşındığı da her geçen gün kesinlik kazanmaktadır. Bu göçlerin doğal sonucu olarak taşınan doğal toplum yaratımlarının burada yeni bir senteze kavuştuğu, özellikle hiyerarşiyi temsil eden rahipler eliyle yeni bir toplumsal düzenin adım adım geliştirildiği tarih içinde gözlenen diğer bir gelişme olmaktadır. Kent tapınaklarında rahipler tarafından geliştirilen bu yeni toplumsal düzen aslında günümüz uygarlığının da başlangıcıdır. Fırat-Dicle havzasında gelişkin sulama tekniğini kurması ve bunu kurgulayıp kabul ettirdiği üst toplumun eseri olarak sunması tapınak rahiplerinin tarihi başarıları olarak değerlendirilebilir. Büyük mitolojik yaratımlar bu sürecin ürünüdür. Kurgulanan yeni sistem ana kadın kültünün yaratımları üzerinden sağladığı verimlilik temelinde öncelikle toplumun zihniyetinde meşruiyete kavuşturulmuş, giderek toplumun politika ve ahlak gerçeği yeni sistemin sahiplerine mal edilerek iktidarın ve onun en gelişkin aracı olan devletin temelleri atılmıştır. Doğal dine inanış yerini soyut tanrılara bırakırken, eşitlikçi-özgürlükçü doğal toplum ilişkilerinin yerini alt-üst toplum ilişkileri almıştır. Artık her şeyin yaratıcısı tanrı krallar ve onun temsilcileri toplumsal artıya el koymak için gereken zemini yaratmışlardır. Tapınaklar devletin çekirdeği olarak boy vermeye hazırdır.
Bundan sonrası tapınakta şekillenen yeni iktidar gücünün topluma yaydırılmasıdır. Toplumsal bilgi birikiminin gaspı, kutsalın gaspıyla sonuçlanacak ve kutsala sarınan rahip yükselen yeni sistemin temel iktidar gücü olacaktır. Rahip krallar çağı başlamıştır. Mitolojik öykülerle meşruiyeti sağlanan yeni sistem başlangıçta zor ağırlıklı bir iktidarsal duruş içinde değildir. Toplumsal üretimin artırıcı gücü ve genel güvenliğin sağlayıcısı olarak toplumun beklentilerine önemli oranda yanıt olmaktadır. Ancak giderek kendi elitini, bürokrasisini yaratmaktan da geri durmayacaktır. Zihinlerde kurgulanan sistem, pratikte yaşam bulmakta ve giderek gelişmektedir. Alt sınıfın tanrı adına rızası ve ‘gönüllü’ köleliği rahibin yönetiminde büyük bir toplumsal üretime yol açmakta, artan nüfus ve güvenlik ihtiyacı temelinde kurumlaşan zor aygıtı üzerinde devlet şekillenmektedir. Her şeyin sahibi gökyüzündeki tanrının yeryüzündeki temsilcisi, kurumsal niteliğini dev adımlarla geliştirirken inanılmaz bir yoğunlaşma içindedir. Ancak artan üretkenliğe paralel çoğalan nüfusla birlikte yönetim sorunları öne çıkacak ve zihniyet işleriyle uğraşan rahibin geliştirdiği zemin üzerinde siyasetçinin yükselişi gerçekleşecektir. Rahip-siyasetçi ikilisini el koymaya dayalı yeni toplumsal düzenin güvenlik sorunları üçüncü bir kimlikle tanıştıracaktır. Bu askeri şef olmaktadır. Din, siyaset, şiddet böylece yeni uygarlığın temel ayakları olarak oluştuktan sonra geriye bunların dallanıp, budaklanması kalacaktır. Dikkat edilirse tüm devletler bu üçlü ile var olabilmişlerdir. Uygarlığın tüm biçimlerinde bu üçlü mutlaka iktidarın bileşeni olarak vücut bulmaktadır. Biri toplumun zihniyeti ile oynar ve göksel tanrı düzenleri kurup geliştirirken, diğeri toplumun kendi sorunlarını tartışma ve karara bağlama gücü olan politikayı çalacak bir üçüncüsü ise bunlara karşı gelenleri hizaya getirmek için örgütlü zor ve şiddeti geliştirecektir. Bu üçlü çark yeni sistemin vazgeçilmezleri olarak tüm tarih boyu uygarlık adına sınıflaşmayı yeniden yeniden düzenleyecek, topluma karşı savaşı akla gelebilecek her yöntemle derinleştirerek kurdukları iktidar ve sermaye tekeli olarak devleti ayakta tutmanın çabasını yürüteceklerdir. Bunlar adına uydurulan olumlu tüm sıfatlar, kendilerini topluma kutsallık adına, gereklilik adına, vazgeçilmezlik adına sunarak tüm uygarlık süreçlerinin en temel yalanını oluşturacaktır.
Sümer tapınaklarında inşa edilen devletin oluşum ve kurumlaşması, yeni toplumsal düzenin ya da uygarlığın temel fenomeni olarak kısaca böyle özetlenebilir. Uygarlık sınıflaşmaya paralel kentte doğmuş ve devlet biçiminde somutlaşmıştır. M.Ö. 3000’lere gelindiğinde Uruk sitesinde hükmünü icra etmeye hazırdır.
Tarihsel ilerlemenin sınıf mücadelelerinden ibaret olmadığı, tarihin taşıyıcı gücünün uygarlık ve uygarlık karşıtı toplumsal güçler arasındaki mücadeleyle belirlendiği artık tartışma götürmez bir gerçek olarak kabul görmektedir. Yine tarihin düz, çizgisel ilerlemeci bir seyir içinde gelişmediği, tarihin çeşitli isimlerle anılan ve birbirini takip etmesi zorunlu varsayılan uygarlık aşamalarından ibaret olmadığı, bunun dışında insanlığın başka bir tarihinin var olduğu görülmekte, daha derinlikli uygarlık sorgulamalarına gidilmekte ve uygarlık anlatılarına temellik eden resmi tarih yerini daha gerçeğe yakın tarih anlatılarına bırakmaktadır. Bu eksende bir tarih özetlemesi yaptığımızda uygarlığın hangi zemin üzerinde, nasıl ortaya çıktığı ve günümüze kadar kendisini nasıl ulaştırdığı daha net ortaya çıkacaktır.
Zağros-Toros eteklerindeki tarımsal-köy devriminin reddi üzerinden gelişen Sümer uygarlığının karşıt bir sistem olarak gelişirken doğal toplumun tüm yaratımlarını kendine mal ettiği, mekân olarak Aşağı Mezopotamya’da gelişim gösteren kent tipi yerleşimleri esas aldığı arkeolojik bulgulardan iyice anlaşılmaktadır. Köy tipi sınırlı nüfusa sahip yerleşkelerde toplumu alt ve üst toplum olarak bölmek, eşitlikçi, özgürlükçü doğal ilişki diyalektiğini iktidar, hegemonya ve sömürü temelinde değiştirmek kolay değildir. Bu anlamıyla uygarlığın doğuş mekânı çeşitli nedenlerle klan ve kabile ortamından ayrılanların oluşturduğu kent olmuştur.
Bulgular MÖ 6.000-5.000 dolaylarında Yukarı Mezopotamya’dan Aşağı Mezopotamya’nın Fırat-Dicle havzasına yoğun kitlesel göçlerin yaşandığını, gerçekleşen bu göçler sonucu MÖ 4.000’lerden itibaren beş bin kişiyi aşan yerleşkelerin ortaya çıktığını göstermektedir. Zağros-Toros eteklerindeki tarıma elverişli, hayvan ve bitki türlerinin zengin olduğu bölgelerde gelişen neolitik tarım devriminin tüm yaratımlarının, ortaya çıkardığı tüm kültürün bu göçler sonucu Aşağı Mezopotamya’ya taşındığı da her geçen gün kesinlik kazanmaktadır. Bu göçlerin doğal sonucu olarak taşınan doğal toplum yaratımlarının burada yeni bir senteze kavuştuğu, özellikle hiyerarşiyi temsil eden rahipler eliyle yeni bir toplumsal düzenin adım adım geliştirildiği tarih içinde gözlenen diğer bir gelişme olmaktadır. Kent tapınaklarında rahipler tarafından geliştirilen bu yeni toplumsal düzen aslında günümüz uygarlığının da başlangıcıdır. Fırat-Dicle havzasında gelişkin sulama tekniğini kurması ve bunu kurgulayıp kabul ettirdiği üst toplumun eseri olarak sunması tapınak rahiplerinin tarihi başarıları olarak değerlendirilebilir. Büyük mitolojik yaratımlar bu sürecin ürünüdür. Kurgulanan yeni sistem ana kadın kültünün yaratımları üzerinden sağladığı verimlilik temelinde öncelikle toplumun zihniyetinde meşruiyete kavuşturulmuş, giderek toplumun politika ve ahlak gerçeği yeni sistemin sahiplerine mal edilerek iktidarın ve onun en gelişkin aracı olan devletin temelleri atılmıştır. Doğal dine inanış yerini soyut tanrılara bırakırken, eşitlikçi-özgürlükçü doğal toplum ilişkilerinin yerini alt-üst toplum ilişkileri almıştır. Artık her şeyin yaratıcısı tanrı krallar ve onun temsilcileri toplumsal artıya el koymak için gereken zemini yaratmışlardır. Tapınaklar devletin çekirdeği olarak boy vermeye hazırdır.
Bundan sonrası tapınakta şekillenen yeni iktidar gücünün topluma yaydırılmasıdır. Toplumsal bilgi birikiminin gaspı, kutsalın gaspıyla sonuçlanacak ve kutsala sarınan rahip yükselen yeni sistemin temel iktidar gücü olacaktır. Rahip krallar çağı başlamıştır. Mitolojik öykülerle meşruiyeti sağlanan yeni sistem başlangıçta zor ağırlıklı bir iktidarsal duruş içinde değildir. Toplumsal üretimin artırıcı gücü ve genel güvenliğin sağlayıcısı olarak toplumun beklentilerine önemli oranda yanıt olmaktadır. Ancak giderek kendi elitini, bürokrasisini yaratmaktan da geri durmayacaktır. Zihinlerde kurgulanan sistem, pratikte yaşam bulmakta ve giderek gelişmektedir. Alt sınıfın tanrı adına rızası ve ‘gönüllü’ köleliği rahibin yönetiminde büyük bir toplumsal üretime yol açmakta, artan nüfus ve güvenlik ihtiyacı temelinde kurumlaşan zor aygıtı üzerinde devlet şekillenmektedir. Her şeyin sahibi gökyüzündeki tanrının yeryüzündeki temsilcisi, kurumsal niteliğini dev adımlarla geliştirirken inanılmaz bir yoğunlaşma içindedir. Ancak artan üretkenliğe paralel çoğalan nüfusla birlikte yönetim sorunları öne çıkacak ve zihniyet işleriyle uğraşan rahibin geliştirdiği zemin üzerinde siyasetçinin yükselişi gerçekleşecektir. Rahip-siyasetçi ikilisini el koymaya dayalı yeni toplumsal düzenin güvenlik sorunları üçüncü bir kimlikle tanıştıracaktır. Bu askeri şef olmaktadır. Din, siyaset, şiddet böylece yeni uygarlığın temel ayakları olarak oluştuktan sonra geriye bunların dallanıp, budaklanması kalacaktır. Dikkat edilirse tüm devletler bu üçlü ile var olabilmişlerdir. Uygarlığın tüm biçimlerinde bu üçlü mutlaka iktidarın bileşeni olarak vücut bulmaktadır. Biri toplumun zihniyeti ile oynar ve göksel tanrı düzenleri kurup geliştirirken, diğeri toplumun kendi sorunlarını tartışma ve karara bağlama gücü olan politikayı çalacak bir üçüncüsü ise bunlara karşı gelenleri hizaya getirmek için örgütlü zor ve şiddeti geliştirecektir. Bu üçlü çark yeni sistemin vazgeçilmezleri olarak tüm tarih boyu uygarlık adına sınıflaşmayı yeniden yeniden düzenleyecek, topluma karşı savaşı akla gelebilecek her yöntemle derinleştirerek kurdukları iktidar ve sermaye tekeli olarak devleti ayakta tutmanın çabasını yürüteceklerdir. Bunlar adına uydurulan olumlu tüm sıfatlar, kendilerini topluma kutsallık adına, gereklilik adına, vazgeçilmezlik adına sunarak tüm uygarlık süreçlerinin en temel yalanını oluşturacaktır.
Sümer tapınaklarında inşa edilen devletin oluşum ve kurumlaşması, yeni toplumsal düzenin ya da uygarlığın temel fenomeni olarak kısaca böyle özetlenebilir. Uygarlık sınıflaşmaya paralel kentte doğmuş ve devlet biçiminde somutlaşmıştır. M.Ö. 3000’lere gelindiğinde Uruk sitesinde hükmünü icra etmeye hazırdır.
Tarih değil, Uygarlık Sümer’de Başlar
“Uygarlık sınıf kültürü ve devletiyle ilgilidir. Kentlilik, ticaret, ilahiyat ve bilimin kurumlaşması, politik ve askeri yapının gelişmesi, ahlak yerine hukukun öne çıkması, erkeğin toplumsal cinsiyetçiliği yeni uygar toplumun hâkim göstergeleridir. Bir anlamda bu özelliklerin toplamına uygar toplum kültürü de denilebilir”.
Tecrübe, kutsallık ve güvenlik olgularının toplumun çok küçük bir azınlığı tarafından toplumsal artı ürüne el koyma amacıyla gasp edilmesi ve kurumlaştırılmasıyla başlatabileceğimiz uygarlık ya da sınıflı ve devletli sistem Sümer’de ana hatlarıyla ortaya çıkmıştır. Rahiplerin zigguratlardaki büyük zihniyet çalışmalarıyla temel yaratıcı güç olarak tanrı ve onun yeryüzündeki sistemi öncelikle zihinlerde inşa edilmiştir. Politika tüm toplumun temel bir faaliyeti olmaktan çıkarılarak küçük bir azınlığa mal edilmiş, toplumun genel güvenlik ihtiyacının ürünü olarak ortaya çıkan askeri güç bu yeni sistemin ortağı kılınarak sistemin koruyucu gücü haline getirilmiş, sosyal yaşam toplumsal ahlakın belirlediği alan olmaktan çıkarılıp yeni sistem ilişkilerinin ve ölçülerinin işlediği alana dönüştürülmüştür. Kadın artık toplumun öncü gücü olmaktan çıkarılarak önce ‘Musakkatin’ denilen genelevlere ardından erkeğin sonsuz egemenlik ve sömürüsüne tabi kılınmıştır. Önderliğimizin “birinci cinsel kırılma” olarak tanımladığı ataerkil, erkek egemenlikli süreç sonuna kadar açılmıştır. Kadın aleyhine düzenlemeler maddi ve manevi alanda çığ gibi büyüyerek bugüne gelmiştir. Doğa artık yaşamın kaynağı, kutsanması ve korunması gereken ana değildir. Kadınla birlikte esaret altına alınması ve savaş açılması gereken, tanrılarca insanın hizmetine sunulmuş ruhsuz bir olgudur.
Tüm bunların toplamını merkezi uygarlık olarak tanımlıyoruz. Maddi ve manevi alanda iktidarın rahip-siyasetçi-asker üçlüsü tarafından ele geçirilmesi ve bunun tanrısal devlet adıyla kurumsallaştırılması Sümer’den günümüz kapitalist modernitesine kadar süren merkezi uygarlığın başlangıcını oluşturur. Özgürlükçü doğal toplumun inkârı ve istismarı temelinde ortaya çıkması, doğal toplum değerlerine ve bu değerleri sembolize eden kadına karşıtlık temelinde vücut bulması uygarlığın temel özelliğidir. Toplumsal artı ürüne –buna sermaye de diyebiliriz- ve iktidara el koyma amacıyla maddi ve manevi alanda köleleştirmeyi zor ya da ikna yoluyla geliştirme uygarlığı belki de en iyi anlatan özelliğidir. Bu özellik, ilk anından günümüze kadar uygarlık tarihinin tüm aşamalarında toplumsal birikime ve iktidara el koyma uygarlık güçlerinin temel hedefidir. Zaman zaman dini, zaman zaman siyasi, askeri, ticari elitlerin öne çıkması, kimilerinin Allah adına, kimilerinin toplum adına devlet aygıtının başına geçmesi bu gerçeği değiştirmemiştir. Devlet özü itibariyle toplumsal birikime el koyma aracı olarak doğmuştur. Ona bahşedilen ve hep büyütülen iktidar toplumsal birikimin gaspına dönüktür. Sümer kent devletinden günümüze tüm uygarlık aşamaları sermaye ve iktidarın, bu birbirinden ayrılmaz ikilinin toplumun aleyhine gelişmesi tarihidir. Tarihi bu gözle okuduğumuzda uygarlığın ulaşılması gereken bir hedef olmak şurada kalsın yaşanan ve yaşanacak olan tüm sorunların ve acıların kaynağı olduğu daha iyi görülecektir.
Bu özellikleriyle MÖ 3000’lerde Sümer’de doğuş yapan uygarlık MÖ.1500’lere gelindiğinde ideolojik ve düşünsel, askeri ve siyasi kurumsallaşma düzeyiyle, zora ve iknaya dayalı verimliliğiyle hızlı bir yayılma gücü göstermiş ve merkezi bir konuma ulaşmış durumdadır. İndus, Nil ve Sarı ırmak boylarında Sümer orjinli Hint, Mısır ve Çin uygarlıkları ortaya çıkmış, Sümer uygarlığıyla başlayan toplumsal kanserleşme neolitik tarım devriminin boy verdiği dünyanın önemli coğrafyalarında neredeyse başat güç haline gelmiştir. Kendilerine özgü yanlar taşısa da bu uygarlıkların tümü Sümer uygarlığının derin izlerini taşımaktadırlar. Hepsinin derinleşen bir köleciliği geliştirdiklerini, bunu öncelikle zihinsel kölelik temelinde başlattıklarını, bunun için muazzam mitolojik öyküler inşa ettiklerini, ardından toplumun politik gücünün çalınarak küçük bir azınlığa mal edildiğini ve bu azınlığın giderek askeri erkânla tamamlandığını gözlemleriz. Geriye kalan bunun derinleştirilmesi ve yaydırılmasıdır. İçerde sınıflaşmanın geliştirilmesi, dışarıda büyük katliamlar ve şiddet yöntemleriyle özgür kabile ve klanların köleci sisteme dâhil edilmesi hepsinin ortak özelliğidir. Toplumun iktidar ve sermaye gücü için çalıştırılması, toplumsal aklın bunun için felç edilmesi, toplumsal ahlakın yerini köleliği kutsayan gerici ahlakın ve hukukun alması, tanrılar adına büyük talan ve fetih savaşlarının sergilenmesi neredeyse uygarlığın geliştiği tüm alanlarda yaşanan temel olgulardır.
Analitik aklın toplumun aleyhine kullanımının ürünü olarak ortaya çıkan uygarlık ilerleyen tüm süreçlerinde analitik aklı ve simgesel dili yetkin bir biçimde kullanmıştır. Analitik akıl toplumsal ürüne el koymanın her yöntemini ustalıkla bulup geliştirirken simgesel dil bunu meşrulaştırmanın en yetkin aracı kılınmıştır. Manevi alan olarak tanımlayabileceğimiz din, ideoloji, ahlak, sanat, edebiyat alanlarında inanılmaz çabalar sergilenmiş, hala günümüzü belirleme gücü gösteren manevi-düşünsel yaratımlar ortaya çıkarılmıştır. Böylelikle toplumsal akıl rayından saptırılmakla kalmamış, köreltilmiş, toplumlar kendileri adına düşünemez kılınmışlardır. Tüm yaratımlar gökyüzündeki soyut tanrılara mal edilirken toplumsal yaratıcılığın esamesi okunmaz hale gelmiştir. Toplumun kendi gücüne inancı, toplumsallığından aldığı güç kaybettirilmiştir. Yerini dıştan rahiplerin dayattığı soyut tanrılar, cennet-cehennem, melekler-şeytanlar almıştır. Her ne olur ise artık bunların eseri olarak görülmekte insanın en büyük hakikatini oluşturan toplumsallığı yıkılmaktadır. İnsanın onsuz edemeyeceği metafizik tersine çevrilerek her gün hayatın her alanında insanı ve onun toplumsallığını vuran bir silah haline getirilmiştir.
Sermaye ve iktidar tekelinin maddi alandaki kurumlaşması ise daha az yıkıcı değildir. Şehirlerin etrafını bir uçtan bir uca saran surlar, sermaye ve iktidar tekeli olarak devletin tanrısallığını ve ölümsüzlüğünü gösterircesine yükselen mabetler, kaleler, burçlar yine onun gazabının göstergesi olan ordular, istihbarat aygıtları, şiddet yöntemleri makamlar ve unvanlarla birlikte çığ gibi çoğalmıştır. Milyonlarca insanın tanrı adına işe ve savaşa koşturulması, ölümsüz tanrı kralın ölümsüz iktidarı için çalıştırılması, bunun için kurgulanan ve uygulanan tanrısal cezalar sermaye ve iktidar tekellerinin başarı göstergeleri olurken; uygarlığın ne pahasına geliştiğinin de göstergeleri olmuşlardır. Sümer, Asur, Mısır, Hint ve Çin uygarlıklarının görünen yüzü görkemli yapılar, eserler ve düşünceler biçiminde sunulurken bile gizlenemeyen öteki yüzü insanlığın büyük düşüşü ve kaybedişidir. Sınıfsal farkların derinleşmesi, toplumsal çelişki ve sorunların ortaya çıkmakla kalmayıp, katlanılamaz hale gelmesi sermaye ve iktidar tekeli olarak devletin yani uygarlığın büyümesine paralel yaşanmıştır.
İktidar ve özel birikim hiçbir zaman toplumun ihtiyaç duyduğu olgular değildir. Doğal toplum başta olmak üzere, toplumsallığın hiçbir döneminde özel birikim hoş karşılanan ve kabul gören bir durum değildir. Toplumu oluşturan ana gövdenin tarihin hiçbir döneminde iktidarlaşma ve bunun için özel mülkiyet geliştirme yaklaşımı yoktur. Toplumsal akıl gerek manevi gerek maddi alanda toplumsal birikimin özele mal edilmesinin kötülükle, toplumun zararıyla sonuçlanacağının farkındadır. Paylaşım hala toplumsallığın vazgeçilmezlerindense bu yüzdendir. Maddi ve manevi birikimin tek elde toplanması toplumun özüyle çelişkilidir. Bir bünyede bir hücre türünün aşırı büyümesi nasıl ki kanserleşme olarak tüm bünyeyi tehdit ediyorsa toplumsal bünyede de durum farklı değildir. Toplum içinde bir kesimin aşırı büyümesi ve güçlenmesi geri kalanların zayıflatılması ve güçten düşürülmesi demektir. Bu anlamıyla aşırı büyüyen bir hücre nasıl kanserleşmeye yol açıyorsa maddi ve manevi zenginlikler üzerinde tasarruf geliştiren toplumun bir kesimi de toplumsal kanserleşmeye yol açmaktadır. Bu nedenle devlet üzerinde yükselen uygarlığın beş bin yıllık tarihi toplumsal kanserleşmenin de tarihidir.
Özgürlüğün yerini kölelik, paylaşımın yerini özel mülkiyet, dayanışmanın yerini rekabet, eşitliğin yerini eşitsizlik almıştır. Çoğulluk yerini tek tipleşmeye bırakırken, farklılıklar yok edilmesi gereken olgulara dönüşmüştür. Herkesin yaratıcı tanrı, kutsal devlet, büyük iktidar adına aynılaşması, aynı yalana dayalı düşünmesi ve hizmet etmesi hâkim kılınmıştır. Bunun için en büyük vahşetler ve zulümler sergilenmiş, büyük yıkımlar ve imhalar gerçekleştirilmiştir. Uygarlık işte bütün bunların toplamı olarak gelişebilmiştir.
“Uygarlık sınıf kültürü ve devletiyle ilgilidir. Kentlilik, ticaret, ilahiyat ve bilimin kurumlaşması, politik ve askeri yapının gelişmesi, ahlak yerine hukukun öne çıkması, erkeğin toplumsal cinsiyetçiliği yeni uygar toplumun hâkim göstergeleridir. Bir anlamda bu özelliklerin toplamına uygar toplum kültürü de denilebilir”.
Tecrübe, kutsallık ve güvenlik olgularının toplumun çok küçük bir azınlığı tarafından toplumsal artı ürüne el koyma amacıyla gasp edilmesi ve kurumlaştırılmasıyla başlatabileceğimiz uygarlık ya da sınıflı ve devletli sistem Sümer’de ana hatlarıyla ortaya çıkmıştır. Rahiplerin zigguratlardaki büyük zihniyet çalışmalarıyla temel yaratıcı güç olarak tanrı ve onun yeryüzündeki sistemi öncelikle zihinlerde inşa edilmiştir. Politika tüm toplumun temel bir faaliyeti olmaktan çıkarılarak küçük bir azınlığa mal edilmiş, toplumun genel güvenlik ihtiyacının ürünü olarak ortaya çıkan askeri güç bu yeni sistemin ortağı kılınarak sistemin koruyucu gücü haline getirilmiş, sosyal yaşam toplumsal ahlakın belirlediği alan olmaktan çıkarılıp yeni sistem ilişkilerinin ve ölçülerinin işlediği alana dönüştürülmüştür. Kadın artık toplumun öncü gücü olmaktan çıkarılarak önce ‘Musakkatin’ denilen genelevlere ardından erkeğin sonsuz egemenlik ve sömürüsüne tabi kılınmıştır. Önderliğimizin “birinci cinsel kırılma” olarak tanımladığı ataerkil, erkek egemenlikli süreç sonuna kadar açılmıştır. Kadın aleyhine düzenlemeler maddi ve manevi alanda çığ gibi büyüyerek bugüne gelmiştir. Doğa artık yaşamın kaynağı, kutsanması ve korunması gereken ana değildir. Kadınla birlikte esaret altına alınması ve savaş açılması gereken, tanrılarca insanın hizmetine sunulmuş ruhsuz bir olgudur.
Tüm bunların toplamını merkezi uygarlık olarak tanımlıyoruz. Maddi ve manevi alanda iktidarın rahip-siyasetçi-asker üçlüsü tarafından ele geçirilmesi ve bunun tanrısal devlet adıyla kurumsallaştırılması Sümer’den günümüz kapitalist modernitesine kadar süren merkezi uygarlığın başlangıcını oluşturur. Özgürlükçü doğal toplumun inkârı ve istismarı temelinde ortaya çıkması, doğal toplum değerlerine ve bu değerleri sembolize eden kadına karşıtlık temelinde vücut bulması uygarlığın temel özelliğidir. Toplumsal artı ürüne –buna sermaye de diyebiliriz- ve iktidara el koyma amacıyla maddi ve manevi alanda köleleştirmeyi zor ya da ikna yoluyla geliştirme uygarlığı belki de en iyi anlatan özelliğidir. Bu özellik, ilk anından günümüze kadar uygarlık tarihinin tüm aşamalarında toplumsal birikime ve iktidara el koyma uygarlık güçlerinin temel hedefidir. Zaman zaman dini, zaman zaman siyasi, askeri, ticari elitlerin öne çıkması, kimilerinin Allah adına, kimilerinin toplum adına devlet aygıtının başına geçmesi bu gerçeği değiştirmemiştir. Devlet özü itibariyle toplumsal birikime el koyma aracı olarak doğmuştur. Ona bahşedilen ve hep büyütülen iktidar toplumsal birikimin gaspına dönüktür. Sümer kent devletinden günümüze tüm uygarlık aşamaları sermaye ve iktidarın, bu birbirinden ayrılmaz ikilinin toplumun aleyhine gelişmesi tarihidir. Tarihi bu gözle okuduğumuzda uygarlığın ulaşılması gereken bir hedef olmak şurada kalsın yaşanan ve yaşanacak olan tüm sorunların ve acıların kaynağı olduğu daha iyi görülecektir.
Bu özellikleriyle MÖ 3000’lerde Sümer’de doğuş yapan uygarlık MÖ.1500’lere gelindiğinde ideolojik ve düşünsel, askeri ve siyasi kurumsallaşma düzeyiyle, zora ve iknaya dayalı verimliliğiyle hızlı bir yayılma gücü göstermiş ve merkezi bir konuma ulaşmış durumdadır. İndus, Nil ve Sarı ırmak boylarında Sümer orjinli Hint, Mısır ve Çin uygarlıkları ortaya çıkmış, Sümer uygarlığıyla başlayan toplumsal kanserleşme neolitik tarım devriminin boy verdiği dünyanın önemli coğrafyalarında neredeyse başat güç haline gelmiştir. Kendilerine özgü yanlar taşısa da bu uygarlıkların tümü Sümer uygarlığının derin izlerini taşımaktadırlar. Hepsinin derinleşen bir köleciliği geliştirdiklerini, bunu öncelikle zihinsel kölelik temelinde başlattıklarını, bunun için muazzam mitolojik öyküler inşa ettiklerini, ardından toplumun politik gücünün çalınarak küçük bir azınlığa mal edildiğini ve bu azınlığın giderek askeri erkânla tamamlandığını gözlemleriz. Geriye kalan bunun derinleştirilmesi ve yaydırılmasıdır. İçerde sınıflaşmanın geliştirilmesi, dışarıda büyük katliamlar ve şiddet yöntemleriyle özgür kabile ve klanların köleci sisteme dâhil edilmesi hepsinin ortak özelliğidir. Toplumun iktidar ve sermaye gücü için çalıştırılması, toplumsal aklın bunun için felç edilmesi, toplumsal ahlakın yerini köleliği kutsayan gerici ahlakın ve hukukun alması, tanrılar adına büyük talan ve fetih savaşlarının sergilenmesi neredeyse uygarlığın geliştiği tüm alanlarda yaşanan temel olgulardır.
Analitik aklın toplumun aleyhine kullanımının ürünü olarak ortaya çıkan uygarlık ilerleyen tüm süreçlerinde analitik aklı ve simgesel dili yetkin bir biçimde kullanmıştır. Analitik akıl toplumsal ürüne el koymanın her yöntemini ustalıkla bulup geliştirirken simgesel dil bunu meşrulaştırmanın en yetkin aracı kılınmıştır. Manevi alan olarak tanımlayabileceğimiz din, ideoloji, ahlak, sanat, edebiyat alanlarında inanılmaz çabalar sergilenmiş, hala günümüzü belirleme gücü gösteren manevi-düşünsel yaratımlar ortaya çıkarılmıştır. Böylelikle toplumsal akıl rayından saptırılmakla kalmamış, köreltilmiş, toplumlar kendileri adına düşünemez kılınmışlardır. Tüm yaratımlar gökyüzündeki soyut tanrılara mal edilirken toplumsal yaratıcılığın esamesi okunmaz hale gelmiştir. Toplumun kendi gücüne inancı, toplumsallığından aldığı güç kaybettirilmiştir. Yerini dıştan rahiplerin dayattığı soyut tanrılar, cennet-cehennem, melekler-şeytanlar almıştır. Her ne olur ise artık bunların eseri olarak görülmekte insanın en büyük hakikatini oluşturan toplumsallığı yıkılmaktadır. İnsanın onsuz edemeyeceği metafizik tersine çevrilerek her gün hayatın her alanında insanı ve onun toplumsallığını vuran bir silah haline getirilmiştir.
Sermaye ve iktidar tekelinin maddi alandaki kurumlaşması ise daha az yıkıcı değildir. Şehirlerin etrafını bir uçtan bir uca saran surlar, sermaye ve iktidar tekeli olarak devletin tanrısallığını ve ölümsüzlüğünü gösterircesine yükselen mabetler, kaleler, burçlar yine onun gazabının göstergesi olan ordular, istihbarat aygıtları, şiddet yöntemleri makamlar ve unvanlarla birlikte çığ gibi çoğalmıştır. Milyonlarca insanın tanrı adına işe ve savaşa koşturulması, ölümsüz tanrı kralın ölümsüz iktidarı için çalıştırılması, bunun için kurgulanan ve uygulanan tanrısal cezalar sermaye ve iktidar tekellerinin başarı göstergeleri olurken; uygarlığın ne pahasına geliştiğinin de göstergeleri olmuşlardır. Sümer, Asur, Mısır, Hint ve Çin uygarlıklarının görünen yüzü görkemli yapılar, eserler ve düşünceler biçiminde sunulurken bile gizlenemeyen öteki yüzü insanlığın büyük düşüşü ve kaybedişidir. Sınıfsal farkların derinleşmesi, toplumsal çelişki ve sorunların ortaya çıkmakla kalmayıp, katlanılamaz hale gelmesi sermaye ve iktidar tekeli olarak devletin yani uygarlığın büyümesine paralel yaşanmıştır.
İktidar ve özel birikim hiçbir zaman toplumun ihtiyaç duyduğu olgular değildir. Doğal toplum başta olmak üzere, toplumsallığın hiçbir döneminde özel birikim hoş karşılanan ve kabul gören bir durum değildir. Toplumu oluşturan ana gövdenin tarihin hiçbir döneminde iktidarlaşma ve bunun için özel mülkiyet geliştirme yaklaşımı yoktur. Toplumsal akıl gerek manevi gerek maddi alanda toplumsal birikimin özele mal edilmesinin kötülükle, toplumun zararıyla sonuçlanacağının farkındadır. Paylaşım hala toplumsallığın vazgeçilmezlerindense bu yüzdendir. Maddi ve manevi birikimin tek elde toplanması toplumun özüyle çelişkilidir. Bir bünyede bir hücre türünün aşırı büyümesi nasıl ki kanserleşme olarak tüm bünyeyi tehdit ediyorsa toplumsal bünyede de durum farklı değildir. Toplum içinde bir kesimin aşırı büyümesi ve güçlenmesi geri kalanların zayıflatılması ve güçten düşürülmesi demektir. Bu anlamıyla aşırı büyüyen bir hücre nasıl kanserleşmeye yol açıyorsa maddi ve manevi zenginlikler üzerinde tasarruf geliştiren toplumun bir kesimi de toplumsal kanserleşmeye yol açmaktadır. Bu nedenle devlet üzerinde yükselen uygarlığın beş bin yıllık tarihi toplumsal kanserleşmenin de tarihidir.
Özgürlüğün yerini kölelik, paylaşımın yerini özel mülkiyet, dayanışmanın yerini rekabet, eşitliğin yerini eşitsizlik almıştır. Çoğulluk yerini tek tipleşmeye bırakırken, farklılıklar yok edilmesi gereken olgulara dönüşmüştür. Herkesin yaratıcı tanrı, kutsal devlet, büyük iktidar adına aynılaşması, aynı yalana dayalı düşünmesi ve hizmet etmesi hâkim kılınmıştır. Bunun için en büyük vahşetler ve zulümler sergilenmiş, büyük yıkımlar ve imhalar gerçekleştirilmiştir. Uygarlık işte bütün bunların toplamı olarak gelişebilmiştir.
En Büyük Yalanlar Uygarlık İçin Oluşturulmuştur
Uygarlığın gelişim süreçlerinin büyük bir refah, düzen, güvenlik ve mutluluk sağladığı ise büyük bir yalandır. Uygarlık attığı her adımda doğal toplumun büyük direnişleriyle karşılaşmıştır. Toplum yeni doğan bu sistemin daha en başından büyük uğursuzluklara yol açacağının farkındadır. Toplumsallığı koruma insanlığın en büyük mücadelesi olarak daha başından itibaren uygarlığın fikir babası rahiplerle ana tanrıça arasında savaşlara ve çatışmalara konu olmuştur. Tüm mitolojiler bunu anlatan öykülerle doludur. İçten kadının ve köle sınıfının, dıştan etnisitenin, klan ve kabile topluluklarının direnişi yine uygarlığın ilerleyen süreçlerinde dinlerin ve mezheplerin direnişleri toplumun, toplumsal varlığı kemirerek gelişen uygarlık güçlerine karşı gerçekleşen direnişlerdir. Resmi tarih anlatılarının söylediği gibi toplumlar uygarlaşmak için değil, uygarlaşmamak için direnmişlerdir. Zira uygarlaşma kölelik, eşitsizlik, sınıflaşma, iktidar, devlet, zor, yalan, vergi, haraç, zulüm, çıkarcılık, doğa düşmanlığı savaş ve talan demektir. Bu nedenle büyük direnişlere konu olmuş, toplum varlığını sürdürmenin gereği olarak uygarlığa karşı mücadele etmeyi en kutsal uğraş bellemiştir. Toplumun uygarlık denen kanserleşmeye maruz kalması tüm toplumsal sorunların sökün etmesine yol açmış, uygarlığın varlığını devam ettirme adına giriştiği her eylem büyük direnişlerle, büyük kahramanlıklarla, büyük düşünce arayışlarıyla karşılanmıştır. Dolayısıyla tarih sadece uygarlığın kanlı, sömürülü, yalan ve hileli yürüyüşünden ibaret değildir. Ona karşı mücadele eden büyük çoğunluğun, kadının, klan, kabile ve etnisitenin, mezhep, tarikat ve dinlerin büyük yürüyüşleri vardır. Büyük kazanımları, yaratımları, direnişleri ve mücadeleleri söz konusudur. Tarihin bir de bu yüzü vardır ve günümüz tarihçiliğinin, bilimciliğinin, dinciliğinin temel faaliyeti bu gerçeği perdelemek ve yok saymaktır. Uygarlık dışında toplumsal bir yürüyüşün olduğu, toplumun varlığını bu yürüyüş temelinde günümüze taşırdığı neredeyse unutturulmuş durumdadır.
Hâlbuki devletçi uygarlığın tüm baskı ve sömürüsü doğal-komünal toplum değerlerine dayalı gerçek toplumu, devletçi olmayan uygarlığı -ki Önderliğimiz bunu “DEMOKRATİK UYGARLIK” olarak tanımlıyor- ortadan kaldıramamıştır. Kaldırması da mümkün değildir. Çünkü devletçi uygarlığın demokratik uygarlık güçleri olmadan, onların yaratımları olmadan yaşaması mümkün değildir. Aynen bünyenin sağlıklı kesimleri olmadan kanserli hücrelerin ve organların hayat bulamayacağı gibi. Toplum uygarlık denen kanserleşmeye rağmen varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Bu temelde uygarlık olmadan insansal gelişmenin sürdürülemeyeceği iddiasının büyük bir yalandan ibaret olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Büyük bedellere ve yıkımlara mal olsa da insansal yürüyüşü temsil eden, sürdüren demokratik uygarlık güçleri olmuştur. Kadının, klan, kabile, aşiret gerçeğinde dile gelen etnisitenin, ezilen sınıfların büyük direnişleri olmuştur.
Resmi tarih ve uygarlık anlatılarının ikinci büyük yalanı ve hâkim kıldığı dogması, toplumun köle-efendi, serf-senyör, burjuva-proleter biçiminde sınıflardan var olduğu ve toplumsal gelişmeyi bunlar arasındaki mücadelenin belirlediğidir. Oysaki tarihin en büyük direnişleri halkların sınıflaşmaya karşı mücadeleleri temelinde yaşanmıştır. Büyük devletçi uygarlık güçlerinin yıkım nedenlerine bakıldığında Sümer’den, Asur’a, Mısır’dan Roma’ya hepsinde sınıflaşmaya ve uygarlık içine alınmaya karşı direnen etnisiteyi, dağların başlarında ve çöllerin derinliklerinde özgür yaşam formlarını korumayı esas alan klan, kabile ve aşiret topluluklarını görürüz. Onların bitmek tükenmek bilmeyen direnişlerini, karşı saldırılarını görürüz. Uygarlık içine alınmış ve sınıflaştırılmış kesimlerin dışındaki toplumun büyük direnişini ve mücadelesini görürüz.
Uygarlığın gelişim süreçlerinin büyük bir refah, düzen, güvenlik ve mutluluk sağladığı ise büyük bir yalandır. Uygarlık attığı her adımda doğal toplumun büyük direnişleriyle karşılaşmıştır. Toplum yeni doğan bu sistemin daha en başından büyük uğursuzluklara yol açacağının farkındadır. Toplumsallığı koruma insanlığın en büyük mücadelesi olarak daha başından itibaren uygarlığın fikir babası rahiplerle ana tanrıça arasında savaşlara ve çatışmalara konu olmuştur. Tüm mitolojiler bunu anlatan öykülerle doludur. İçten kadının ve köle sınıfının, dıştan etnisitenin, klan ve kabile topluluklarının direnişi yine uygarlığın ilerleyen süreçlerinde dinlerin ve mezheplerin direnişleri toplumun, toplumsal varlığı kemirerek gelişen uygarlık güçlerine karşı gerçekleşen direnişlerdir. Resmi tarih anlatılarının söylediği gibi toplumlar uygarlaşmak için değil, uygarlaşmamak için direnmişlerdir. Zira uygarlaşma kölelik, eşitsizlik, sınıflaşma, iktidar, devlet, zor, yalan, vergi, haraç, zulüm, çıkarcılık, doğa düşmanlığı savaş ve talan demektir. Bu nedenle büyük direnişlere konu olmuş, toplum varlığını sürdürmenin gereği olarak uygarlığa karşı mücadele etmeyi en kutsal uğraş bellemiştir. Toplumun uygarlık denen kanserleşmeye maruz kalması tüm toplumsal sorunların sökün etmesine yol açmış, uygarlığın varlığını devam ettirme adına giriştiği her eylem büyük direnişlerle, büyük kahramanlıklarla, büyük düşünce arayışlarıyla karşılanmıştır. Dolayısıyla tarih sadece uygarlığın kanlı, sömürülü, yalan ve hileli yürüyüşünden ibaret değildir. Ona karşı mücadele eden büyük çoğunluğun, kadının, klan, kabile ve etnisitenin, mezhep, tarikat ve dinlerin büyük yürüyüşleri vardır. Büyük kazanımları, yaratımları, direnişleri ve mücadeleleri söz konusudur. Tarihin bir de bu yüzü vardır ve günümüz tarihçiliğinin, bilimciliğinin, dinciliğinin temel faaliyeti bu gerçeği perdelemek ve yok saymaktır. Uygarlık dışında toplumsal bir yürüyüşün olduğu, toplumun varlığını bu yürüyüş temelinde günümüze taşırdığı neredeyse unutturulmuş durumdadır.
Hâlbuki devletçi uygarlığın tüm baskı ve sömürüsü doğal-komünal toplum değerlerine dayalı gerçek toplumu, devletçi olmayan uygarlığı -ki Önderliğimiz bunu “DEMOKRATİK UYGARLIK” olarak tanımlıyor- ortadan kaldıramamıştır. Kaldırması da mümkün değildir. Çünkü devletçi uygarlığın demokratik uygarlık güçleri olmadan, onların yaratımları olmadan yaşaması mümkün değildir. Aynen bünyenin sağlıklı kesimleri olmadan kanserli hücrelerin ve organların hayat bulamayacağı gibi. Toplum uygarlık denen kanserleşmeye rağmen varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Bu temelde uygarlık olmadan insansal gelişmenin sürdürülemeyeceği iddiasının büyük bir yalandan ibaret olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Büyük bedellere ve yıkımlara mal olsa da insansal yürüyüşü temsil eden, sürdüren demokratik uygarlık güçleri olmuştur. Kadının, klan, kabile, aşiret gerçeğinde dile gelen etnisitenin, ezilen sınıfların büyük direnişleri olmuştur.
Resmi tarih ve uygarlık anlatılarının ikinci büyük yalanı ve hâkim kıldığı dogması, toplumun köle-efendi, serf-senyör, burjuva-proleter biçiminde sınıflardan var olduğu ve toplumsal gelişmeyi bunlar arasındaki mücadelenin belirlediğidir. Oysaki tarihin en büyük direnişleri halkların sınıflaşmaya karşı mücadeleleri temelinde yaşanmıştır. Büyük devletçi uygarlık güçlerinin yıkım nedenlerine bakıldığında Sümer’den, Asur’a, Mısır’dan Roma’ya hepsinde sınıflaşmaya ve uygarlık içine alınmaya karşı direnen etnisiteyi, dağların başlarında ve çöllerin derinliklerinde özgür yaşam formlarını korumayı esas alan klan, kabile ve aşiret topluluklarını görürüz. Onların bitmek tükenmek bilmeyen direnişlerini, karşı saldırılarını görürüz. Uygarlık içine alınmış ve sınıflaştırılmış kesimlerin dışındaki toplumun büyük direnişini ve mücadelesini görürüz.
Gerçek Direniş Sınıflaşmaya Karşı Verilmiştir
Sınıflaşmaya karşı direnişin insanlığın en büyük direnişlerine konu olduğunu vurgulamıştık. Uygarlığın, sınıflaşmanın olmadığı yerde, toplumun efendiler-köleler, ezenler-ezilenler, zenginler-fakirler, mülk sahipleri ve mülkiyetsizler biçiminde bölünmeden gelişemeyeceği, devlet denen toplumsal zenginliğe el koyma aracının ancak toplumun bu biçimde parçalanması üzerinde gelişebildiği artık nettir. Dolayısıyla tarihsel gelişmenin sınıflı toplumlar üzerinden tanımlanması diğer büyük bir yanılgıdır. İnsanlığın tarihsel yürüyüşünde sınıflaşmanın yaşanması ne bir zorunluluktur ne de bunun ilerici bir yanı vardır. Sınıflı toplum devletçi toplumdur. Sınıflaşmanın geliştiği yerde ilerleme değil büyük insanlık düşüşü söz konusudur. Feodalizm olarak adlandırılan dönem, devletçi uygarlık adına ileri bir adım olarak değerlendirilebilir, kapitalizm de öyle. Ancak toplumsal varlık olarak insanın derinleşen köleliğinden öteye bir anlam ifade etmezler. Bu anlamıyla sınıflı toplum aşamaları ne zorunludurlar ne de ilerici bir rol oynamışlardır. Uygarlık gerçek toplumsallıktan bir sapmayı ifade eder. Kanser hücresinin oluşması ve yayılması nasıl ki bir bünye için zorunluluk ve olumluya doğru bir gelişme olarak değerlendirilemezse uygarlık da toplumsallığımızda zorunlu ve ilerici olarak değerlendirilemez. Bu aşamalarda gerçekleşen, uygarlık denen kanserin toplumsal bünyede derinleşmesi ve yayılmasıdır. Toplumsal varlığın güçten düşürülmesi, daha fazla denetim, sömürü ve baskı altına alınmasıdır. Gerçek toplum, bünyesinde sınıflaşmaya, devletleşmeye, iktidar, sömürü ve şiddete yer vermeyen toplumdur. Bu nedenle gerçek toplum doğal toplumdur diyoruz. Bu nedenle toplumsal tarihimizin temeline doğal toplumu koyuyoruz. Bu Önder Apo’nun insanlığın toplumsal varlığını koruma mücadelesine sunduğu en büyük armağanlardan biridir. İnsanlığın bu bakış temelinde tarihi ve uygarlık denen mefhumu ele alması onun tarih içindeki direnişlerini başarıya götürmesinin temel koşuludur. Uygarlık bu biçimde ele alınmadan bırakalım onun yol açtığı sorunlardan kurtulmayı reel sosyalizm örneğinde görüleceği gibi yedeğine düşmekten bile kurtulunamaz. Bu gerçeklik dünya halklarının özgürlük, eşitlik ve barış mücadelesinde her geçen gün daha fazla kabul görmekte ve dünyayı uygarlığın gözleriyle gören yaklaşımların yol açtığı yenilgiler ve hüsranlar aşılma sürecine girmektedir.
Uygar toplumu devletli toplum olarak tanımlıyoruz. Uygarlığın tüm gelişim aşamalarında devlet denen soygun aygıtının sahipleri, yandaşları ve yardakçıları hiçbir zaman toplumun yüzde onundan fazlasını oluşturmamıştır. Hal böyleyken tarih bilinçli bir biçimde bunların tarihiyle sınırlandırılmaktadır. Yine sağlanan tüm gelişmeler ve insanlık adına ortaya konulan bilimsel-teknik buluşlar, kültürel, sanatsal, ticari, ekonomik yaratımlar uygarlığa mal edilmektedir. Resmi tarih anlatıcıları hanedanlık öykülerini, devletlerin talan ve soygun savaşlarını, iktidar mücadelelerini, bu temelde ortaya koydukları uğraşları tarihin belirleyeni ve tüm yaratımları da uygarlığın ürünü olarak sunarken son derece bilinçli bir çarpıtma içindedirler. Reel sosyalizmin tarihi dar, sınıf temelli çelişkiler üzerinden ele alması ve uygarlığı olumlaması insanlık adına büyük bir talihsizlik olmuş, uygarlık güçlerine ve onların resmi tarih anlatıcılarına istemeden de olsa en büyük desteği ve katkıyı sunmuştur. Sermaye ve iktidar tekeli olarak doğan ve gelişen devletin, onunla başlatılan uygarlığın tarih içindeki rolü toplumun yaratıcılığı ve üretkenliğine hükmetmedir, gasp etmedir, talandır. Yaratıcılığı bunun yol ve yöntemlerini geliştirme özelde de devlet aygıtını etkili kılma üzerinedir. Bilim, sanat, kültür, ticaret, ekonomi alanındaki yaratımlar toplumun yaratımlarıdır. Uygarlık güçlerine rağmen varlığını sürdürmeyi toplum bu yaratıcılığından almaktadır. Tarih boyu uygarlık başta devlet olmak üzere geliştirdiği tüm kurumsal, düşünsel yapılarla tek bir şeyin peşinde olmuştur: toplumun yaratımlarına el koymak. Uygarlığın hiçbir evresinde uygarlık güçlerinin bunun ötesinde bir uğraşı ve yaratımı yoktur. Kent bile uygarlığın doğuş mekânı olarak uygarlığın eseri değildir. Uygarlık öncesi sayıları binleri aşan insan topluluklarının yaşadığı yerleşkeler şekillenmiştir. Merkezi uygarlığın uzağında ortaya çıkan kentler, özellikle Avrupa’da boy veren kent demokrasileri insanlık adına önemli gelişmelerin açığa çıkarıldığı, büyük maddi manevi yaratımların ortaya konulduğu, uygarlığa karşı toplumun kendini sürdürdüğü mekânlar olmuştur. Kent özerklikleri sonuna kadar korunmaya çalışılmış, uygarlığa karşı her fırsatta sınıfsal temelli direnişlere ve isyanlara kaynaklık etmiştir. Uygarlığın doğuş ve gelişmesi kent merkezli olmakla birlikte kentlerin bir de böylesi bir gerçeği vardır. Kaldı ki MÖ. 10 000 yıllarına tarihlenen ve günümüzde yok olmayla karşı karşıya bırakılan tarım-köy toplumu olmaksızın merkezi uygarlığın gelişmesi düşünülemez. Neolitik temelli tarım-köy toplumu ve kültürü kapitalist moderniteye kadar başat roldedir. İnsanlığın büyük kısmı şehirlerde değil, kırda yaşamaktadır. Kent merkezli uygarlık tarım-köy toplumunun üretimleri ve yaratımlarının gaspı temelinde gelişmiştir. Tarım ve köy toplumu çok uzun süre devletli uygarlık karşısında insanlığın temel oluşum diyalektiğine bağlı olarak yaşamıştır. Günümüzdeki gibi kentlerin sömürgesi durumunda değildir. Aralarındaki ilişki kentin köyü yutacağı niteliğe ulaşmamıştır. Birbirini tamamlayan bir ilişki söz konusudur.
Sınıflaşmaya karşı direnişin insanlığın en büyük direnişlerine konu olduğunu vurgulamıştık. Uygarlığın, sınıflaşmanın olmadığı yerde, toplumun efendiler-köleler, ezenler-ezilenler, zenginler-fakirler, mülk sahipleri ve mülkiyetsizler biçiminde bölünmeden gelişemeyeceği, devlet denen toplumsal zenginliğe el koyma aracının ancak toplumun bu biçimde parçalanması üzerinde gelişebildiği artık nettir. Dolayısıyla tarihsel gelişmenin sınıflı toplumlar üzerinden tanımlanması diğer büyük bir yanılgıdır. İnsanlığın tarihsel yürüyüşünde sınıflaşmanın yaşanması ne bir zorunluluktur ne de bunun ilerici bir yanı vardır. Sınıflı toplum devletçi toplumdur. Sınıflaşmanın geliştiği yerde ilerleme değil büyük insanlık düşüşü söz konusudur. Feodalizm olarak adlandırılan dönem, devletçi uygarlık adına ileri bir adım olarak değerlendirilebilir, kapitalizm de öyle. Ancak toplumsal varlık olarak insanın derinleşen köleliğinden öteye bir anlam ifade etmezler. Bu anlamıyla sınıflı toplum aşamaları ne zorunludurlar ne de ilerici bir rol oynamışlardır. Uygarlık gerçek toplumsallıktan bir sapmayı ifade eder. Kanser hücresinin oluşması ve yayılması nasıl ki bir bünye için zorunluluk ve olumluya doğru bir gelişme olarak değerlendirilemezse uygarlık da toplumsallığımızda zorunlu ve ilerici olarak değerlendirilemez. Bu aşamalarda gerçekleşen, uygarlık denen kanserin toplumsal bünyede derinleşmesi ve yayılmasıdır. Toplumsal varlığın güçten düşürülmesi, daha fazla denetim, sömürü ve baskı altına alınmasıdır. Gerçek toplum, bünyesinde sınıflaşmaya, devletleşmeye, iktidar, sömürü ve şiddete yer vermeyen toplumdur. Bu nedenle gerçek toplum doğal toplumdur diyoruz. Bu nedenle toplumsal tarihimizin temeline doğal toplumu koyuyoruz. Bu Önder Apo’nun insanlığın toplumsal varlığını koruma mücadelesine sunduğu en büyük armağanlardan biridir. İnsanlığın bu bakış temelinde tarihi ve uygarlık denen mefhumu ele alması onun tarih içindeki direnişlerini başarıya götürmesinin temel koşuludur. Uygarlık bu biçimde ele alınmadan bırakalım onun yol açtığı sorunlardan kurtulmayı reel sosyalizm örneğinde görüleceği gibi yedeğine düşmekten bile kurtulunamaz. Bu gerçeklik dünya halklarının özgürlük, eşitlik ve barış mücadelesinde her geçen gün daha fazla kabul görmekte ve dünyayı uygarlığın gözleriyle gören yaklaşımların yol açtığı yenilgiler ve hüsranlar aşılma sürecine girmektedir.
Uygar toplumu devletli toplum olarak tanımlıyoruz. Uygarlığın tüm gelişim aşamalarında devlet denen soygun aygıtının sahipleri, yandaşları ve yardakçıları hiçbir zaman toplumun yüzde onundan fazlasını oluşturmamıştır. Hal böyleyken tarih bilinçli bir biçimde bunların tarihiyle sınırlandırılmaktadır. Yine sağlanan tüm gelişmeler ve insanlık adına ortaya konulan bilimsel-teknik buluşlar, kültürel, sanatsal, ticari, ekonomik yaratımlar uygarlığa mal edilmektedir. Resmi tarih anlatıcıları hanedanlık öykülerini, devletlerin talan ve soygun savaşlarını, iktidar mücadelelerini, bu temelde ortaya koydukları uğraşları tarihin belirleyeni ve tüm yaratımları da uygarlığın ürünü olarak sunarken son derece bilinçli bir çarpıtma içindedirler. Reel sosyalizmin tarihi dar, sınıf temelli çelişkiler üzerinden ele alması ve uygarlığı olumlaması insanlık adına büyük bir talihsizlik olmuş, uygarlık güçlerine ve onların resmi tarih anlatıcılarına istemeden de olsa en büyük desteği ve katkıyı sunmuştur. Sermaye ve iktidar tekeli olarak doğan ve gelişen devletin, onunla başlatılan uygarlığın tarih içindeki rolü toplumun yaratıcılığı ve üretkenliğine hükmetmedir, gasp etmedir, talandır. Yaratıcılığı bunun yol ve yöntemlerini geliştirme özelde de devlet aygıtını etkili kılma üzerinedir. Bilim, sanat, kültür, ticaret, ekonomi alanındaki yaratımlar toplumun yaratımlarıdır. Uygarlık güçlerine rağmen varlığını sürdürmeyi toplum bu yaratıcılığından almaktadır. Tarih boyu uygarlık başta devlet olmak üzere geliştirdiği tüm kurumsal, düşünsel yapılarla tek bir şeyin peşinde olmuştur: toplumun yaratımlarına el koymak. Uygarlığın hiçbir evresinde uygarlık güçlerinin bunun ötesinde bir uğraşı ve yaratımı yoktur. Kent bile uygarlığın doğuş mekânı olarak uygarlığın eseri değildir. Uygarlık öncesi sayıları binleri aşan insan topluluklarının yaşadığı yerleşkeler şekillenmiştir. Merkezi uygarlığın uzağında ortaya çıkan kentler, özellikle Avrupa’da boy veren kent demokrasileri insanlık adına önemli gelişmelerin açığa çıkarıldığı, büyük maddi manevi yaratımların ortaya konulduğu, uygarlığa karşı toplumun kendini sürdürdüğü mekânlar olmuştur. Kent özerklikleri sonuna kadar korunmaya çalışılmış, uygarlığa karşı her fırsatta sınıfsal temelli direnişlere ve isyanlara kaynaklık etmiştir. Uygarlığın doğuş ve gelişmesi kent merkezli olmakla birlikte kentlerin bir de böylesi bir gerçeği vardır. Kaldı ki MÖ. 10 000 yıllarına tarihlenen ve günümüzde yok olmayla karşı karşıya bırakılan tarım-köy toplumu olmaksızın merkezi uygarlığın gelişmesi düşünülemez. Neolitik temelli tarım-köy toplumu ve kültürü kapitalist moderniteye kadar başat roldedir. İnsanlığın büyük kısmı şehirlerde değil, kırda yaşamaktadır. Kent merkezli uygarlık tarım-köy toplumunun üretimleri ve yaratımlarının gaspı temelinde gelişmiştir. Tarım ve köy toplumu çok uzun süre devletli uygarlık karşısında insanlığın temel oluşum diyalektiğine bağlı olarak yaşamıştır. Günümüzdeki gibi kentlerin sömürgesi durumunda değildir. Aralarındaki ilişki kentin köyü yutacağı niteliğe ulaşmamıştır. Birbirini tamamlayan bir ilişki söz konusudur.