26 Temmuz 2010 Pazartesi

Türk devlet faşizmi ve totalitarizminin kaynakları

Kuşkusuz, konu totalitarizme gelince, çoğul kullanarak, totalitarizmlerden bahsetmek gerekir. Bu faşizmler için de geçerli. Faşist totalitarizmler, modernite kapsamında yer alır. Robert O. Paxton’ın The Anatomy of Fascism’de (Faşizmin Anatomisi; kitap Fransada Fascisme en Action adıyla yayınlandı) dediği gibi, « “faşizm” etiketinin suistimal edilerek kullanılışını durdurmak gerekmekte, fakat bu suistimal, terimin bir kenara atılacağı anlamına gelmez. Zira, “faşizm” vazgeçilmezliğini koruyor. Genel bir terimle sadece yaygın bir fenomeni tanımladığı için değil, 20. yüzyılın en önemli siyasi yeniliği olduğundan ihtiyacımız var: aynı anda hem sola, hem de liberal bireyselciliğe karşı yükselen bir halk hareketi ». Faşizmlerin büyük çeşitliliği ve « faşist ve faşizm » terimlerinin lekeleyici bir damga olarak gelişigüzel ve rastgele kullanımı, Türkiye vakasında bu kavramdan vazgeçmek için bir neden teşkil etmiyor. Esasında, faşizm fenomeni, bir aşama içerisinde konumlandırıldığı, devletin rolünün dönüşmesinin belirginleşmesi durumunda anlaşılır; işte bu durum Türkiye gerçekliğiyle, özellikle de 12 Eylül darbesinin ardından, tamamen örtüşüyor.
Peki, 86 yıllık cumhuriyet tarihinde, bu ülke nasıl totaliter ve faşist oldu? Post-totaliter ve post-faşist bir devletle karşı karşıyayız. An itibariyle, ülkede ne sol, ne de liberal bireycilik kalmış durumda, bu ise faşizmin varlığını sürdürmekte olduğunun bir kanıtı. Geleneksel elitlerin (hükümet başkanları, parti liderleri ve diğer büyük siyasi sorumlular) güvencesi veya establishment üyelerinin (yargıçlar, emniyet yetkilileri, akademisyenler, gazeteciler, aydınlar ve işadamları) işbirliği olmaksızın, ordu iktidarı asla ele geçiremezdi. Türkiyelilerin bugün yüzleşmeleri gereken siyasi felaketi daha iyi kavrayabilmek için, milliyetçi oluşumların (Kemalizm, aşırı milliyetçilik ve faşizm) politik sistemdeki kökleşmelerini, iktidarın nasıl sağlamlaştırıldığını ve ne yönde kullanıldığını, ve bu hareketlerin zaman içindeki gelişimlerini görmek gerekiyor.  
29 Ekim 1923’te, Mustafa Kemal Atatürk bu cumhuriyeti altı yüzyıllık Osmanlı tarihini yadsıyarak kurdu. Tek bir günde ülkenin tüm geçmişi silinmişti. Bir ülke, ulus ve insanı yeniden icat ederek, Tarihi tekrardan yazmak lazım gelmişti (1). Nitekim Atatürk bunu gerçekleştirdi, ama inşa ettiği cumhuriyet asla bir demokrasi olmadı, otoriter bir cumhuriyet söz konusuydu. Bulunduğu çağda demokrasi revaçta değildi. Diktatörler hızla üreyip çoğalıyordu: Macaristan’da Horthy, Polonya’da Pilsudski, Yunanistan’da Metaxas, İspanya’da Franco ve Portekiz’de Salazar. Ayrıca, Avrupa’da üç totaliter rejim kanun buyurmaktaydı: İtalya’da Mussolini, SSCB’de Stalin ve Almanya’da Hitler.  
Demokrasi ruhundan pek nasibini almayan Mustafa Kemal, bazı prensiplerini yürürlüğe koyduğu faşizmden etkilendi, ama ilk dönemlerinde cumhuriyeti faşist değildi. Faşizmler uzmanı tarihçi Pierre Milza, bu reformları dikkate alarak Kemalizmi « sol faşizm» olarak tanımladı; anayasa hukukçusu Maurice Duverger ise « aydınlanmacı despotluk »tan bahsediyordu. Tüm bunlar bir yana, Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi, amblem olarak Mussolini’nin programının altı temel noktasını temsil eden İtalyan faşizminin altı okunu seçti (2). Bugün, Deniz Baykal tarafından idare edilen bu parti, mecliste İslamcılara karşı başlıca muhalefet niteliğinde ve aşırı milliyetçi programı ve militarist siyasetiyle sosyal demokrattan çok faşizan bir eğilimde. İşin ironik yanı, partinin hâlâ Sosyalist Enternasyonal’e üye oluşu (3). 
Renan’ın 1882’de Sorbonne’da sunduğu aşılamamış metni « Qu’est-ce qu’une nation? »u (Ulus nedir?) ele alırsak, Mustafa Kemal’in yeni bir Türk ulusu inşa etmek adına yaptığı her şey, Fransız entelektüelin ileri görüşlü analiziyle yapısal olarak çelişir. Günümüzde, vatandaşlık statüsünden devlet otoritarizmine, Kürt meselesinden temel özgürlüklerin yokluğuna kadar, hatalar bu politikadan kaynaklanıyor. Mustafa Kemal’in en vahim hatası, ırkla ulusu birbirine karıştırmak oldu. Başlangıçtan beri var olan, saf ırk diye bir şey yok. Her nüfus, dolayısıyla her ulus süregelen karışımların birer ürünü. Herhangi bir ırkın tespit edilebilmesi bilimsel olarak imkânsız. 36 veya daha fazla etnik kökene sahip bir halkın yaşadığı bu ülkede, Mustafa Kemal başlarda adil bir siyaset izleyerek, söylevlerinde               « Türkiyeliler »e hitap etti (4). Ama, bu modern ulus anlayışından sıyrılarak, 1927’den itibaren konuşmalarında ortaya çıktığı gibi, ulusu etnik bir grup üzerinden kurma gayretiyle   « Türk ırkı »ndan söz etmeye başladı. Atatürk, etnik ilkeleri uluslar prensibinin üzerine çıkarma hatasına düşerek, gerçek bir ilerleme için büyük bir tehlike yarattı. 1938’deki ölümüne dek, başlıca politikası Türk ırkının üstünlüğünü övmek oldu.  
Dil hakkında da aynı yanlışa düşüldü. Atatürk, dil birliğini kısıtlayıcı önlemlerle sağlamak istedi. Renan’ın söylediği üzere, « dil birleşmeye davet eder; birleşmeye zorlamaz ». Renan şöyle devam ediyor: « Diller, konuşanlarının kanı hakkında fazla ipucu vermeyen tarihsel oluşumlardır. Abartıya kaçıldığında, ulusal olarak addedilen önceden belirlenmiş bir kültüre hapsolunur; kendimizi sınırlayarak içinden çıkılmaz bir duruma girmemiz kaçınılmazdır ». 
Üçüncü bir ölümcül hata, İslamcıların 2002’de hükümete gelişleriyle ortaya çıktı: Sünnilik, devletle özdeşleşti. Renan’ın belirttiği gibi, devletin dini olamaz, zira « din bireysel bir olgu haline geldi, artık sadece her bireyin kendi vicdanını ilgilendiriyor ». Burada resmen söz konusu olan,  ideolojik kökenlerini 12 Eylül 1980 darbesinden alan “Türk-İslam sentezi”.  
Türk devlet faşizmi ve totalitarizmini oluşturan ana unsurlar yukarıda söz konusu edilen verilerdir. Öte yandan, ulus-devletin zararlarını Jakobenliğin totaliter temellerini (merkeziyetçi devlet), ulusal birliğin geç tamamlanışını (5), ülkenin doğu ve batısı arasındaki ekonomik kalkınma eşitsizliğini (6), liderle halkının tarihsel kaderi arasındaki mistik birlikteliğini (kişilik kültünün kökeni), rejimin acımasız entelektüel düşmanlığını, popülist aşırı milliyetçiliği, Ermeni Soykırımını (7), bayrak kültünü, sağ ve sol partilerin yokluğunu (totalitarizmin kaynağı) sıralamak gerekiyor. Tüm bu unsurlar, Türk faşizminin temellerini belirleyen ve onu anlayabilmek için gerekli olan diğer önemli verilerdir (8). 
 
1. « Germanya ormanlarında inatla yapmaya devam ettikleri kazılar sonucu topraktan sadece kötü  testiler çıkaran SS arkeologlarına Hitler “bizim geçmişimiz yok”  diyordu. Almanların gururlarını okşaması gereken ırkın geçmişi, Eski Yunan ve Roma’daydı. Akdeniz’i kuzey ırkına ilhak edecek Tarih’in yeniden yazımı kamusal alanı kuşatmaya başladı: Führer’in nutukları, Neo-Romen mimari, Neo-Yunan nü’ler, sinema ve basın, kütüphanelerle sınırlı kalmayan bir mesaj yaymaktaydılar. Antikite’nin Ari halkları böylece bir ilham kaynağı ve model haline geldi: yeni bir toplum ve insan yaratmak için Sparta’dan daha iyi ne olabilirdi? ». Johann Chapoutot, Le national-socialisme et l’Antiquité (Nasyonal-sosyalizm ve Antikite), Paris, Presses Universitaires de France, 2008. 
2. Altı ok (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, devletçilik, halkçılık, devrimcilik, laiklik) doğrudan Benito Mussolini’nin yazdıǧı Faşizmin doktrini’nden alındı. İtalyancada « fascismo », faşist partinin sembolü olarak seçilen Eski Roma muhafızlarının savaş oklarını belirten « fascio » sözcüğünden gelir.  
3. Türkiyeli entelektüeller 2007’de bu faşizan partiye karşı başlattıkları imza kampanyasıyla Sosyalist Enternasyonal’den ihracını talep ettiler. Saldırılara karşılık vermekten korkan CHP, 2008’de Sosyalist Enternasyonal’in Yorgo Papandreu başkanlığında Atina’da düzenlenen toplantısına katılmadı. Partinin organizasyondan atılması güncelliğini koruyan bir mesele.  
4. Bu bağlamda « Türkiyeli » sıfatı, Fransa’ya değgin anlamına gelen « Français » kelimesinin semantik olarak dengiydi. Mustafa Kemal başlangıçta,  « Bir Fransız ırkı yok, ama bir Fransız ulusu var » diyen Louis Aragon’la aynı çizgideydi.  
5. Türkiye bu alanda, ulusal birliklerini gecikerek ancak 1870’lerde tamamlayabilen İtalya ve Almanya’yla benzerlik taşıyor. Bu ülkelerin sırasıyla faşizm ve nazizmle tanışmalarının açıklamalarından biri de geç tamamladıkları ulusal birlikleri.  
6. Aynı analiz İtalya ve Almanya için de geçerli. İtalya’da kuzeyle güney (mezzorgiorno), Almanya’da ise doğuyla batı arasındaki gelişim eşitsizlikleri, totalitarizmin kaynakları arasındaydı.  
7. Ermeni meselesi uzmanı  tarihçi Taner Akçam’a göre, « Ermenilerin yok edilişi hâlâ  bir tabu ise, bu genç cumhuriyetin kurucu olaylarına bağlı oluşunda yatıyor ». Les génocides dans l’histoire (Tarihte soykırımlar), Manière de voir 76 (Le Monde Diplomatique özel sayısı), Ağustos-Eylül 2004, s. 67. 
8. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, Türk ordusu 38 başarılı veya başarısız darbe girişiminde bulundu. « Şapkasını alıp kaçan» Süleyman Demirel, Pinochet’nin darbecilerine silahlı direniş gösteren Şili başkanı Salvador Allende’yle karşılaştırıldıǧında, Türkiye’deki sivil siyasetçilerin çapsızlıkları daha iyi anlaşılabilir.

Hiç yorum yok: