21 Temmuz 2011 Perşembe

Fethullah Gülen Okullarında CIA Ajanları

Anılarını “İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı” adıyla kitap halinde yayımlayan Osman Nuri Gündeş, Ağca’nın uyarıya rağmen kaçırıldığını, Gülen okullarında CIA ajanlarının öğretmen olarak görev yaptığını, Abdullah Öcalan’ın İtalya’dan itibaren MİT’in kontrolünde olduğunu, ASALA ile savaşacak elemanlar için Çankaya Köşkü’nün altında atış poligonu oluşturulduğunu yazdı…

Önemli ipuçları taşıyor

Osman Nuri Gündeş 85 yaşında bir eski istihbaratçı…
1964-1986 yılları arasında Milli İstihbarat Teşkilatı’nda çalışmış.
1977-1984 arası, yani 12 Eylül’e uzanan fırtınalı dönemde ve 12 Eylül sonrasında İstanbul’da MİT Bölge Başkanı olarak görev yapmış.
Tansu Çiller döneminin Başbakanlık İstihbarat Başdanışmanı olarak tanıyoruz kendisini…
Gündeş, teşkilatın en çok tartışılan isimlerinden biri…
Adı, Hiram Abas-Mehmet Eymür’le çekişmeleri ve yeraltı dünyasıyla ilişkili olduğu iddialarıyla sık sık gündeme gelmişti.
Gündeş, 1950’li yıllardan başlayan anılarını “İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı“ adıyla kitaba döktü.
500 sayfalık bu anılarda kendisinden “Başkan“ diye söz eden Gündeş, kitabında 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül döneminin önemli olaylarına yer veriyor; bu arada MİT içindeki hesaplaşmaya da geniş yer ayırıyor.
Cevabı merakla beklenen bazı soruların cevapları yine verilmemiş olsa da, Mumcu, Kışlalı, Aksoy, Üçok gibi birçok cinayet, sadece zikredilip “sır verilmeden” geçilmiş olsa da, yazım ve dizgi hatalarının yanı sıra, Oktar Cerit diye Yılmaz Özdil‘in fotoğrafının basılması gibi hatalar bulunsa da Gündeş‘in anıları önemli ipuçları taşıyor.
Yakın tarihin bir istihbaratçı tanığının sunduğu bu ipuçlarından bazılarını buraya almak istedim.

GÜLEN OKULLARI
‘CIA ajanları öğretmen maskesiyle görev yapıyor’

Gündeş, kitabında Fethullah Gülen hareketini Moon tarikatına benzetiyor.
Amerikalıların Kore’yi işgal ettikten sonra, Güney Kore’yi sömürgeleştirebilmek için Hıristiyan Moon tarikatını kurduklarını, böylece nüfusu Budistlikten vazgeçirip Hıristiyan yaptıkları gibi tarikat aracılığıyla dünyada komünizm karşıtı bir blok oluşturduklarını söylüyor. Gülen‘in de Komünizmle Mücadele Derneği’nden yola çıktığını, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki ülkelere öncelik verdiğini hatırlatıyor.
“Sonra CIA, cemaatin faaliyetlerini Rusya’ya yönlendirdi” diyor.
Şu satırlar kitabın “Fethullah Gülen gerçeği“ bölümünden:

Fethullah Gülen gerçeği

“Gülen cemaati tarafından özellikle de Türk cumhuriyetlerinde açılan okullarda diplomatik pasaportlu Amerikalı CIA ajanları ‘İngilizce öğretmeni’ diye barındırılıyor. Bu işbirliği, Türkiye’de yapılan üst düzey resmi bir toplantıda, bizzat Fethullahçı okul yöneticisi tarafından itiraf edildi. Toplantıda MİT temsilcisi de bulunduğu halde, olay karşısında sessiz kalındı. Durum, devletin resmi olarak yayımladığı kitapla da belgelendi.”

Öğretmen kılıklı CIA ajanları

“Yer: Ankara’daki Başkent Öğretmen Evi…
Ev sahibi: Milli Eğitim Bakanlığı Yurt Dışı Eğitim-Öğretim Genel Müdürlüğü…
Konu: Yurtdışında açılan Türk okullarının sorunları…
Toplantıya başta Milli Eğitim Bakanı olmak üzere bakanlığın bütün üst düzey bürokratları katılıyor.
Dahası Başbakanlık’tan, MİT’ten, Dışişleri Bakanlığı’ndan temsilciler ve yurtdışında okul açmış bazı kimseler de var.
Bu toplantıda Özbekistan’da 18 okul açmış bir şirket sahibi okullardan bahsederken ‘Fethullahçılara ait okullar’ dedi; Türk Milli Eğitimi buna seyirci kaldı. Bu arada okulların müdürü, Amerika’nın Özbekistan’daki bir uygulamasını dile getirdi:
‘ABD, “dostluk köprüsü“ adı altında getirdikleri 70 kişilik öğretmen grubuna diplomatik statü kazandırmış. Özbekistan’da diplomatik pasaportla bulunan ABD’li öğretmenlerin çoğu, Gülen cemaatinin okullarında çalışmaktadır. “İngilizce dil öğretmeni” olarak gözükmekte iseler de esasen Amerikan Gizli Servisi’nin güdümünde görev yaptıkları ve çalıştıkları ülkelerde Pentagon’da üretilen Amerikan politikalarının uygulamasının baş ajanları görevlerini sürdürmektedirler. Onların İngilizce hocalığı sadece maske görevleridir. Örneğin Kırgızistan’da da 60 kadar Amerikalı “öğretmen” vardır.’”

ÖCALAN’IN YAKALANIŞI
‘Apo İtalya’dan itibaren MİT’in kontrolündeydi’

Gündeş anılarında Öcalan’ın Türkiye’ye getiriliş sürecine de değiniyor. Burada tanıklığı yok; ancak “ilk ağızdan öğrendiği“ ilginç bir bilgiye yer veriyor.
İşte o satırlar: “Yunan yetkililer, Şubat 1999’da Kenya’da Yunanistan Büyükelçiliği rezidansından Öcalan’a sığınma sağlanmasıyla ilgili sorumluluğu kabul ettiler. Ama MİT’in bu işte rolünün büyük olduğunu unutmamak gerekir. Başkan’ın ilk ağızdan öğrendiğine göre Öcalan, İtalya’dan itibaren MİT elemanlarının kontrolüne girmiştir.”
“Öte yandan her şeyi iyi hesap eden Pentagon acaba Öcalan’ı Türkiye’nin başına bela etmek için mi teslim etmeyi planlamıştı?”
“Bunu zaman gösterecektir.”

BAY PİPO
Çankaya Köşkü’nün altındaki atış poligonu

Gündeş’in kitabındaki önemli bölümlerden biri de ASALA ile mücadele için istihdam edilen “şahıslar”la ilgili…
12 Eylül döneminde Çankaya Köşkü’nde, Devlet Başkanı Evren‘in damadı Erkan Gürvit’in sorumluluğunda ASALA ile mücadele için MİT’ten bağımsız bir birim oluşturulduğu biliniyordu. Gündeş, bu birime ilişkin ilginç ayrıntılar veriyor. Bu arada burada görevli şahısları angaje edenler arasında “Bay Pipo“ namlı Hiram Abas‘a da ismini vermeden atıf yapıyor. Okuyoruz:

MİT’teki Özkurt

“Bir akşam Atatürk Havaalanı’nda iken, MİT Bölge Başkanlığı havaalanı sorumlusu, telaş içinde Osman Başkan’ı buldu. ‘Özkurt’ adında bir Türk gencinin yurtdışından girişte pasaport polisine takıldığını ve ‘Ben MİT’in Beyrut elemanıyım’ dediğini söyledi.
Başkan, bu meçhul adama Beşiktaş’ta eski Çırağan Oteli’nde yer ayırtıp oraya götürmeleri emrini verdi. Teşkilatın her bölümüyle temas kuruldu; yurtiçi ve yurtdışında takma adla da olsa teşkilatın böyle bir elemanı yoktu.

Kola kapaklarından hedef

“İlk mülakat sonucu alınan ham bilgilere göre bu genç adam hakikaten birileri tarafından ASALA ile mücadele için angaje edilmişti. ‘Özkurt’ adındaki bu genç ve birkaç arkadaşına Çankaya’da eğitim yaptırıldığı, hatta orada bodrum katında geniş bir salonun atış poligonu gibi kullanılmak için hazırlanmış olduğunu, bu uydurma poligonda kendilerine koka kola kapaklarını hedef yapıp tabancayla atış eğitimi yaptırdıklarını anlatmıştı. Kendilerini angaje eden şahısları tarif ediyordu. Aralarında pipolu ve teneke sesli olanı tespit edilmişti:
O, Bay Pipo’ydu.

Gündeş ayrılmak istemiş

“Osman Başkan hemen Ankara’ya gitti ve bunun sakıncalarını anlattı. Ekipler birbirini tanımadan karşılıklı çatışmaya bile girebilirlerdi. Bu, bir skandal yaratabilirdi. Hatta ülkemize çok büyük zararlar verebilirdi. Osman Başkan:
‘Böyle münferit ve sorumsuz hareketlere devam edilecekse beni bu görevden bağışlayınız’ diye samimi bir istekte bulundu.
Bu, sinsi bir hesap işiydi. Güya burada kazanacakları başarı, istifa edip ayrıldıkları teşkilata yeniden dönmek için bir basamak olacaktı.”

Taşeronlar

Bu arada Gündeş, isim ve ayrıntı vermeden Abdullah Çatlı ve arkadaşlarının ASALA’ya karşı eylemlerde kullanılmaları olayına da değiniyor. MİT içinde istihdam edilen “bir grup taşeron”un Fransa’ya gidip ASALA’ya karşı 40 kadar eylem düzenlediklerini söylüyor.

Abdullah Amca’nın kuşu uçtu

Abdi İpekçi‘nin katili Mehmet Ali Ağca‘nın Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçırılışı, aradan 31 yıl geçtiği halde hâlâ tartışılıyor. Hâlâ yeni tanıklıklar ortaya çıkıyor.
Gündeş‘in anılarında da bu konuda önemli bir ayrıntı var. Kitaptaki anlatımdan, MİT’in bir kuşku üzerine Maltepe’de görevli bir astsubayı dinlemeye aldığı anlaşılıyor.
Kitapta ismi verilmeyen bu astsubay, Ağca‘nın kaçırıldığı gece nöbetçi olan Yusuf Hududi…
Hududi’nin bir telefon konuşmasının değerlendirmesinden Ağca’nın hapishaneden kaçırılacağı anlaşılıyor. Sonrasını Gündeş şöyle anlatıyor:
“Telefon görüşmesinin metni ve başkanlık değerlendirmesini içeren bilgi raporu, Bölge Başkan Yardımcısı emekli Albay Cevat tarafından ivedilikle İstanbul Sıkıyönetim Savcısı Hava Hâkim Albay Nevzat Beygo’ya bizzat teslim edildi.”
Gündeş bu uyarı üzerine Sıkıyönetim Komutanı Org. Necdet Üruğ’un “çok üstün güvenlik önlemleri” aldırdığını söylüyor.
Ancak bir süre sonra Maltepe Askeri Cezaevi’nde aynı astsubaya gelen bir telefon görüşmesinde şu cümleler kaydediliyor:
“Abdullah Amca’nın kuşu yuvadan uçtu; yarın sabah meydana çıkacak.”
MİT, bu konuşmadan “kaçan kuş”un Ağca olduğunu anlıyor.
Nitekim sabah yoklamasında Ağca’nın kaçtığı anlaşılıyor.

Şeytani bir plan yapıyorlar

Akıl alır gibi değil:
MİT, Ağca‘nın kaçırılacağını günler öncesinden bir telefon dinlemesinden öğreniyor. Kimin kaçıracağına kadar bildiriyor.
Ancak yine de kaçırma önlenemiyor.
Kitabı okuduktan sonra Nuri Gündeş‘i aradım.
“Bu nasıl mümkün olabilir? Siz kimi sorumlu tutuyorsunuz” diye sordum.
“Samimi olarak söyleyeyim; ortada bir sorumlu veya hata yok, şeytani bir plan var. Üruğ Paşa çok önlem aldı, ama o kadar güzel bir plan yapılmış ki, engellenemedi” dedi.
“Güzel plan”dan kasıt, orada askerliğini yapan Bünyamin Yılmaz adlı erin Ağca‘ya er üniforması giydirip nöbetçilere parolayı söyleyerek kaçırmasıydı.
Telefonda bahsi geçen “Abdullah Amca“ ise, ülkücülerin avukatıydı.

MİT, ‘kuş’un peşinde

Gündeş sonrasını şöyle anlatıyor:
“Org. Üruğ telefonla Başkan’ı aradı. Çok üzgündü. Ağca’nın cezaevinden kaçtığını söyledi. Bu, onun için bir onur meselesiydi. Mutlaka Ağca’yı bulmak gerektiğini belirtiyordu. MİT merkezine iki hâkim yüzbaşı göndereceğini, bunlarla işbirliği yaparak bu işin mutlaka çözülmesini istiyordu.
“12 Mart döneminde bu kabil faaliyetlerde sorguların Bölge Başkanlığı bünyesinde yapılmasının MİT içinde yarattığı yıpratıcı etkilerden sıyrılabilmek için Üruğ Paşa’dan tensip edildiği takdirde karargâh dışında bir yerde sorgulama yapılması ricasında bulunuldu.
“Paşa hemen emir verdi. Sorgulama 66. Tümen’de yapılacaktı. Konuyu en iyi bilen şube elemanı ile sorgu tekniğine sahip iki memur, iki hâkim yüzbaşı ile 66. Tümen’e gönderildi.”

Askeri başsavcının itirazı

Gündeş, kitapta bu ekibin Bünyamin Yılmaz’ı sorguya aldığını, fakat Yılmaz çözülmeye başladığı sırada 1. Ordu Sıkıyönetim Komutanlığı Başsavcısı Hâkim Albay Refik Kara’nın sorgu yerine gelip MİT’ten iki kişiyi görünce “Benim hukuk anlayışım MİT ile birlikte sorgu yapılmasına engeldir“ diyerek tepki gösterdiğini anlatıyor.
MİT sorgucularının bu uyarı üzerine odayı terk ettiklerini, bunun da zaman kaybına yol açtığını, Ağca’nın bu arada bölge dışına kaçtığını söylüyor.
Böylece “Ağca muamması”nda söz sırası yeniden dönemin askeri savcılarına geçiyor. 

(Can Dündar / Milliyet)

Taraf Gazetesinin Arkasında Kim Var?

Hizbul-Kontra’nın kurucularından olan Taraf gazetesi yazarı Emrullah Uslu “1 askere karşı 8 gerilla şehit edilmelidir” diyor.

Özellikle Kürt Özgürlük Hareketi ve Kürt halkının en doğal, haklı ve ahlaki hakkı olan var olma hakkı ile özgürlük direnişini kırmak, teslimiyetçi ruhu geliştirmek amacıyla yayın yapan Taraf gazetesi farklı bir kulvardan Yeşil Türk Irkçılığını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Kürtlerin soykırımdan geçirilmesini doğal bir süreç gibiymiş göstermeye çalışarak Yeşil Türk Irkçılığı’nın militarist duygusalcılığına kalemşörlük yapması tehlikeli bir hal almıştır.
Hizbul-Kontra’nın kurucularından olan Taraf gazetesi yazarı Emrullah Uslu “1 askere karşı 8 gerilla şehit edilmelidir” diyor. Şimdiye kadar bizim 8 askerimiz ölmüş fakat 12 gerilla bile şehit düşmemiş, en az 112 gerillanın Türk askerince öldürülmesi gerektiğini belirtiyor. Böylesine Yeşil Türk Irkçılığının kan tacirliğine oynayan bir gazetenin maskesini indirmenin tam zamanıdır. Yeşil Türk Irkçılığının duygucu tetikçisi Taraf gazetesinin yayına başlama tarihinden tutalım arkasındaki esas güce kadar tüm adresler ABD, AB, AKP ile Fethullahçıları gösteriyor.

Taraf Neden 15 Kasım 2007’de Yayına Başladı?
Taraf’ın 5 Kasım 2007’de Erdoğan ile Bush’un Beyaz Saray’daki görüşmesinden sonra 15 Kasım 2007 tarihine denk getirilmesi başlı başına ilginçlik arz ediyor. Erdoğan ile Bush birlikte 5 Kasım 2007’de PKK’yi düşman ilan ediyorlardı. PKK’nin düşman ilan edilmesinden sonra gazetenin yayına başlaması ve Reşadiye eylemiyle birlikte PKK’yi düşman ilan etmesi ve Kürt düşmanlığını yapmada haddini aşması tesadüf gözükmüyor. 5 Kasım antlaşmasında Taraf’a verilen rol iki yıl boyunca PKK ile Kürtlere karşı atılan manşetlerden daha iyi açığa çıkıyor.
Taraf’ı Kimler Finanse Ediyor?
Tarafın finansörü olarak Alkım Gazetecilik ve Ticaret A.Ş. gözüküyor. Şirketin sahipleri de Savaş ve Başar Arslan kardeşlerdir. Alkım Gazetecilik, 1992’ye kadar küçük bir yayıneviyken iflas etme noktasına geldi. Borçları Fethullahçılarla bağlantılı Albaraka Türk çekleriyle ödendi. AKP iktidarıyla birlikte iyice palazlanıp sermaye büyütmede adeta uçtular.

Alkım Yayıncılık tarafından Taraf’ın kurulması kılıfına uydurulmuş. Parası hazinden karşılanmış. AKP hükümeti, Hazine’den 3 trilyon 653 milyon Eski Türk Lirası aktarmış Alkım Şirketine. Günümüzün parası ile yaklaşık 4 milyon TL. Ediyor. Asıl sorun olan burada ne adına bu paranın AKP tarafından Alkım Şirketine aktırılmasıdır. Alkım şirketi 120 kişilik okuma bölümleri, 48 kişilik okuma tiyatrosu, 72 kişilik seminer ve sergi salonu, 3 adet çalışma odası ve 3 adet aktivite odası kurma argümanıyla 15 Ocak 2007 tarihinde KDV’siz teşvik alma başvurusunda bulunuyor. AKP hükümeti de” hay hay başım gözüm üstüne buyur hazineden sana 4 milyon TL” diyor. Ve böylece kendi tetikçisi olacak yeni bir gazete kurdurtuyor.
AKP’nin Hazineden aktardığı para ile 15 Kasım 2007 tarihinde Taraf Gazetesi kuruldu. Hem de Alkım Şirketinin teşvik kredisi almak için gösterdiği adres olan Mühürdar Caddesi N:60 Kadıköy/ İstanbul’da kuruldu. Kültür merkezi adına alınan teşvik kredisiyle bir gazete çıkarılmaya başlandı ne hikmetse. Bazı medya organları bir bir vergi cezaları ile kapatılıp, AKP’li işadamlarına çok düşük bir fiyatla satılırken, Alternatif ve Özgür Kürt Medyası da devamlı baskılara maruz kalırken, sık sık gazeteleri kapatılırken, AKP’li işadamlarına satılan gazeteler ile yeni kurulan AKP tetikçisi Taraf gibi gazetelerin parası da hazineden ve devlet bankalarından veriliyordu. 
Taraf’ı çıkaran Alkım Yayıncılık hemen küreselleşecek kadar hünerliymiş ki,  Brüksel’de büro açarak AB ile ilişkiye geçecek düzeye geldiler. Aynı Alkım Yayınevi’nin gazetenin genel yayın yönetmeni Ahmet Altan’la ilişkileri geçmiş tarihlere dayanıyor. Söz konusu şirketin Ahmet Altan’ın bir romanını AB parasıyla bastığı belirtiliyor. Kitap basımındaki gibi gazetenin finanse edilmesinde AB fonlarının Alkım Gazeteciliğe aktarıldığı ve böylece belli bir düzeydeki bir sermaye ile gazetenin çıkarıldığının belirten kaynaklar var.
Gazetenin destekleyicisi olarak da Armada ve Arena Bilgisayar Şirketleri’nin sahibi işadamı Mehmet Betil herkesçe biliniyor. Betil, zamanının büyük bir kısmını ABD’de geçiriyor, Betil, “gazeteye ortak değilim fakat sermaye olarak destekliyorum, ileride ortak da olabilirim, gazetenin yönetimine de girmek istiyorum ve hatta proje hazırlayıp AB fonlarından da faydalanmak istiyoruz” diyor. Her ne kadar Betil, böyle diyorsa da zaten gazetenin Alkım Gazetecilik ve Ticaret A.Ş. vasıtasıyla AB fonlarından faydalandığı ortaya çıkmış durumda.

Taraf’ı hem parasal olarak finanse eden hem de muhabir yetiştirmede destekleyen bir kurumda ABD’deki NED-National Endowment for Democracy-  yani Demokrasi İçin Ulusal Fon kurumudur. Bu kurum CIA’nın bir yan kurumudur. CIA’nın gizli operasyonlarında kullanılan kurumların başında gelmektedir. NED aslında CIA’nın gizli operasyonlarının kasasıdır. NED’in para kaynağı da direkt ABD hazinesidir. Bu kuruma para aktarımı ABD MGK’sı NSC-National Security Commite - onayıyla olmaktadır.
Bir NED yetkilisi Taraf gazetesine verdiği destek konusunda şöyle demektedir. “Taraf gazetesini destekliyoruz. Muhabir yetiştirme programlarına yardım yapıyoruz”.
Taraf Nerede Basılıp, Dağıtılıyor?
Taraf’ın basımı ve dağıtımı daha önce devletin bir kurumu TMSF’nin-Tasarruf Mevduatı ve Sigorta Fonu - elinde olan Sabah’ın baskı tesislerinde basıldı. Dağıtımı da TMSF’nin elinde olan Merkez Dağıtım tarafından yapıldı. Yani Taraf’ın ilk basımı ve dağıtımı AKP’nin direktifleriyle, devlete teslim edilmiş olan şirketler tarafından yapıldı. Aynı medya şirketleri daha sonra AKP’ye yakın Çalık Holding’e satılınca bu Holding’e bağlı Turkuaz Dağıtım şirketi tarafından dağıtımı yapılmaya başlandı. Çalık Holding, Taraf’ı ücretsiz basıyor ve mürekkep parasını da karşılıyor.
Kimler Taraf’ın Reklamını Yaptı ve Kimler Reklam Veriyor?
Ahmet Altan, Taraf gibi bir gazetenin çıkacağına dair ilk röportajını 10 Kasım 2007’de Fethullahçıların Zaman gazetesine verdi. 15 Kasım 2007’de de gazete yayın hayatına başladı.
Daha sonra genel yayın yönetmeni yardımcısı Yasemin Çongar’ da 2 Haziran 2008’de Fethullahçıların Aksiyon adlı dergisine röportaj verdi.
Gazeteye reklam verenlerin arasında Vakıf Bank, Halk Bank gibi devlet bankaları ile Fethullahçılara bağlı Toplum Gönüllüleri Vakfı, Asya Finans, Kimse Yok mu Derneği ile Türk Telekom vb. kurumların olması ilginçlik arz ediyor.
Taraf Nasıl Kürtlerden de Para Topluyor?  
ABD, AB, AKP ile Fethullahçıların verdiği paralarla da yetinmeyen Taraf Gazetesi, İstanbul’da bir gece düzenlemiş, liberal demokrat maskesiyle Kürtlerin mazlumdan yana olan duygularını kullanarak, Kürtlerden 200 bin TL topladığı da bilinmektedir.
Taraf gazetesi yönetiminin kendi çalışanlarına 200 bin TL değil de, 30 bin TL topladık demeleri medyada tartışma konusu haline gelmişti.
Taraf gazetesi yönetimi Kürtlerin mazlumdan yana olan duygularını kullanarak topladığı 200 bin TL’den,170 bin TL’sini ne yaptı acaba?
Taraf’ın Hem Sahibi Hem Destekleyicisi Hem de Bazı Muhabirleri Karanlık
Gazetenin sahiplerinden Başar Aslan, “bir Budist İçin Buda neyse benim için Ahmet Altan odur”  diyebiliyor. Altan başkalarını biat etmekle suçlarken, kendi patronu Başar, kulluk düşüncesini savunuyor ve Altan’ı peygamber düzeyine çıkarıyor.
Gazeteyi destekleyen Mehmet Betil, Neşe Düzel ile daha önce tanıştığını, Neşe Düzel’in gazetenin ekonomik sorunlarının olduğunu söylemesiyle Neşe’ye “Ben senin sponsorun olabilirim, seni desteklerim dedim. Sonra Taraf’ın sponsoru oldum. Sadece parasal değil, yönetim ve bilgi desteğini de ortaya koyabileceğimi söyledim. Darboğaza girdiklerinde de parasal destek sağladık” diyor.

Daha önce Fethullahçıların Aksiyon dergisinde çalışan ve şimdi de Taraf muhabiri olan Mehmet Baransu her ne kadar ABD’ye mastır yapmaya gittiğini ve mastırını bitirmeden döndüğünü söylüyorsa da, bir kaynaktan elde ettiğimiz bilgiye göre Baransu ABD’de iken CIA’nın kasası NED kurumu tarafından muhabir olarak bazı yetiştirme programları çerçevesinde eğitildiği belirtiliyor. Baransu,  bir Türk gazetesine verdiği bir röportajda “Kürt’üm ama bir MHP’linin nefret ettiğinden daha çok PKK ve DTP’den nefret ediyorum” diyerek MHP’lilerden daha ırkçı olduğunu ve asıl ırkçıların kendisi gibi Fethullahçıların olduğunun itirafını da yapıyor aynı zamanda. 
Kurtuluş Tayiz adındaki Taraf yazarının da, JİTEM’ tarafından Kürt yurtseverlerinin içine sızdırıldığı ve sonradan bir itirafçı olduğu, JİTEM’e liberal cenahtan tetikçilik ve kalemşörlük yaptığı herkesçe biliniyor. Derler ya, “Köpek sahibine göre havlar”. Taraf da sahibine göre Yeşil Türk Irkçılığının duygusalcı militarizmine kalemşörlük ve tetikçilik yapıyor.

Özgür Bilge

Devrimcilerin Takımı Bundesliga'da




Almanya’da Hamburg’lu liman işçileri tarafından kurulan ve devrimcilerden oluşan taraftar grubuyla bilinen St.Pauli uzun yıllar sonra Almanya'nın en üst ligi Bundesliga’ya çıktı.


Alman İkinci Futbol Ligi’nde Greuther Fürth’ü 2 Mayıs’ta deplasmanda 4-1 yenen Hamburg kentinin St. Pauli takımı, kuruluşunun 100’üncü yılında yeniden Birinci Lig’e yükselmeyi başardı.


Anti-faşist tavrı ile bilinen St.Pauli taraftarları farklı takımların nazi taraftarlarıyla büyük çatışmalar yaşıyor. Pauli, son olarak 2009’un aralık ayında ırkçı taraftarlarıyla bilinen Hansa Rostock'u deplasmanda 2-0 yenmiş ve Pauli’nin golünü atan Türk futbolcu Deniz Naki kendisine ırkçı tezahüratlarda bulunan Rostock taraftarına ‘boyun kesme’ işareti yapmıştı. Bunun üzerine Rostock ve Pauli taraftarları arasında büyük çatışmalar yaşanmıştı.


Kulüp taraftarları aynı zamanda cinsiyetçiliğe karşı bir kültürü benimsiyor ve kulüp başkanı Corny Litmann da eşcinsel.


Hamburg şehrinin ikinci büyük takımı olan Pauli liman işçilerinin ağırlıklı olduğu bir semtte kurulmuş. 80’li yıllardan beri üniversiteliler ve sanatçıların verdiği destekle taraftar grubu sol bir kimliğe bürünmüştür. Kulüp futbol dışındaki çeşitli branşlarda da takımlara sahip.


Tanıl Bora’nın St.Pauli hakkında 2006 yılında Radikal’de çıkan yazısı:


Şükür ki St.Pauli yaşıyor


Hamburg'un liman ve kerhaneler, barlar semtinin kahverengi-beyaz renkli şen kulübü FC Sankt Pauli, kendine mahsus bir külttür. Taraftarlarının kararlı anti faşist tavrı, her partiden daha güvenilirdir. Millerntor tribünündeki -skordan bağımsız- neşeli hayat ve coşkulu destek, dillere destandır. 1910 doğumlu kulübü kült yapan, müthiş başarıları değil, futbolu sevme ve 'yorumlama' biçimiyle oluşturduğu bu kendine özgü kültürüdür.


St. Pauli, hep bir asansör hayatı yaşadı. 1977'den 2002'ye dek toplam 7 sezon oynadığı Bundesliga'ya 5 kez çıkıp düştü! 2002'deki son düşüş feci oldu. Büyük bir mali krize girdi. 2004 yılında kulüp, 3. Lig'den mahalli kümeye düşmemek için mücadele ediyordu. 36 ayda üç kat birden inip dibe vuran bir asansör: Yerli bir kült kulübü, Göztepe'yi hatırlatan bir irtifa kaybı.


Fakat St. Pauli ruhu kendini gösterdi. Kulübün 'ortamından' gelen bir ekip, vaziyete el koydu. Genç takımın hocası Andreas Bergmann, takımı orta sıralara taşımayı başardı. Düşünün ki, o feci zamanda bile seyirci ortalaması 17 bindi!


St. Pauli için içelim 
 
Başkan Corny Litmann'ın akıllı hamleleri de, mali açıdan da biraz nefes almalarını sağladı. Tiyatro yöneticisi Litmann, 'Almanya'nın ilk açık eşcinsel kulüp başkanı olmakla' övünüyor kendi adına değil, 2002 sonunda kriz koşullarında yönetimi üstlenmeden önce 25 yıl tribünden izlediği kulübü adına. 22 Ocak'ta Frankfurter Allgemeine'de yayımlanan söyleşisinde 'teknik olarak futboldan anlamadığını, zaten böylesinin iyi olduğunu' söylüyor: "Belki bir oyuncunun karakter olarak St. Pauli'ye uyup uymadığını söyleyebilirim, fakat sportif kararları teknik yöneticiler vermeli." Litmann ve arkadaşları, belediyeden, sponsorlardan, olabilecek herkesten destek sağlamak için koştururken, St. Pauli ruhuna uygun kitlesel katılımlı kampanyalar da gerçekleştirildi. Örneğin 'Retter' (kurtarıcı) yazılı tişört kampanyası: Kulübü seven binlerce futbolsever, St. Pauli'nin kurtuluşuna katkıda bulunmak için bu tişörtlerden satın aldı. 'St. Pauli için içelim' eylemi ve bağış kampanyası, tam St. Pauli'likti! Hayat boyu kombine kart uygulaması, öyle. Bayern Münih'le ayarlanan dostluk maçı da, St. Pauli'ye maddi katkı sağladı ve kamuoyuna onun 'ehemmiyetini' hatırlattı.


Litmann, "Kulübün sonsuz sayıda yaratıcı taraftarı var. Bu kampanyaların dışarıya dönük temsilini ben üstlendim ama aslında çok sayıda insanın katkısı var bu işlerde" diyor. 'Camianın potansiyelini harekete geçirme' fikrinin hakikat olmasıydı, St. Pauli'yi kurtarma kampanyası.


Şimdi kulüp 3. kümede kafaya oynuyor. Bu hafta Erfurt'a yenildiler ama 2. lige terfiyi sağlayan ilk iki sıranın 2 puan arkasında, 3. sıradalar. Teknik direktör Bergman "Çıkamazsak da paniğe kapılmamalıyız" diyor. Zira artık 'beka mücadelesi' eşiğini aştıklarını, geleceği inşayla uğraştıklarını söylüyor.


Ara transferde, 2. lig lideri Alemania Aachen'i bırakıp 9 yıl sonra St. Pauli'ye dönen Jens Scharping'in sözleri, nasıl havaya girildiğini gösteriyor: "O karıncalanmayı hissetmek, Millerntor'a çıkmanın şehvetli tadını yeniden almak istiyorum." Hırvatistan Milli Takımı'nda da forma giyen Bremenli Ivan Klasnic'in, 8 yıl oynadığı St. Pauli hakkında Kicker'e söylediklerini de ekleyelim: "St. Pauli özel bir kulüptür. Taraftarlara bir bakın, yeter: İşsizden banka müdürüne kadar, herkes yan yana. Millerntor'da ilişkiler aile gibidir. 2001'de Bremen'e geldiğimde, St. Pauli'yi gözlerimde yaşlarla terk etmiştim. Bir gün geri döner miyim, bilmem. St. Pauli'nin bir sonraki sene hangi ligde olacağını hiçbir zaman bilemezsiniz ki! Fakat kararım karar; yeter ki bir derece yapılabilirliği olsun, bu kulüp için tekrar oynayacağım. Çünkü St. Pauli mitosu beni de bırakmıyor bir türlü."


İlaç gibi hasılat 
 
Klasnic bu sözleri, Bremen'in St.Pauli'yle oynayacağı kupa çeyrek finalinden önce sarf etmişti. St. Pauli, 2. Ligin orta sıralarında yer alan Wacker Burghausen'i, 2. Lig'de şampiyonluğa oynayan VfL Bochum'u (4-0) ve koca Hertha BSC Berlin'i (uzatmalarda 4-3) eleyerek gelmişti buraya. Ve geçtiğimiz çarşamba gecesi, yoğun tipiden elektriklerin kesildiği, aydınlatması sağlanan stadın çevresinin kapkaranlık olduğu dramatik bir maçta, Werder Bremen'i de 3-1'le geçerek yarı finale yükseldiler! 1 milyon avro gelir getiren çeyrek final, 1.8 milyon borcu olan kulübe ilaç gibi geldi. Yarı finalde iki katını bekliyorlar.


Şükür, Eray Özer'in de söylediği gibi St. Pauli orada duruyor. Durmakla kalmıyor, galiba yine yola çıktı, geliyor. Her halükârda, şu âlemde bize göstereceği çok şey var.


Radikal


Aşağıdaki iki video St.Pauli’nin taraftarlarıyla ilgili. İlkinde Liverpoollu taraftarların You’ll Never Walk Alone şarkısı Alman taraftarlar tarafından söyleniyor. İkinci videoda ise taraftarlar takımlarını destekliyor.

Devrimci Gençlik ve Mirası


Yaşamın, insanların yüreklerine doludizgin aktığı bir an vardır ki o da canlılığını yani gençliğini yaşadığı andır. Genç yürekler ve bedenler karakterleri gereği katılığa ve soğuk kararlara terstirler. 
 
Yaşamın, insanların yüreklerine doludizgin aktığı bir an vardır ki o da canlılığını yani gençliğini yaşadığı andır. Genç yürekler ve bedenler karakterleri gereği katılığa ve soğuk kararlara terstirler. Yaşamın yeniliğinde akan günlerimize göre bir can katmak isterler yaşama ki onlar gençtirler. Yaşamın gençliği yaşadığı gerçekle yoğrulduğu zaman hiçbir engel tanımadan özgür yaşam felsefesine doğru dur durak bilmeyen bir akışa dönüşür. Her an yaşamın canlılığında, akışında bir yeniliğe kapı aralamaktır genç yaşam. Bu sözlerin hiçbiri ezberlenmiş kitaplardan aktarılmıyor. Bu sözler kısır masa döngüsüne oturmuş sistemlerin halklara dayattığı zamanlardan günümüze canlı bir tarihle akan sözlerdir.

 1968 gençliğinin geliştirdiği devrimci dalga kapitalist sisteme ve onun geliştirmek istediği gerici düşünceye karşı bir başkaldırıdır. Susturulmak istenen ve gittikçe daraltılan halkların haklarına karşı saldırılar sınır tanımıyor inkâra dayanıyordu. Ordular artık NATO güçleriyle anlaşmalara gidiyor ve halkın sesi devrimciler bastırılıyordu. Devrimci gençlik ruhunun Che Guevera gibi bir ateşlemeyle sistemlere karşı durması gerektiriyordu.


68 gençlik kuşağı karanlık sokakların sessizliğini parçalayan isyan bayrağı olarak gelir günümüze. İnsanın yüreği emekle birleşti mi özgürlük felsefesi bir nidaya dönüşür karanlıklara inat. Halkların yüreği sıkıştı mı karanlıklar dar çarkların çıkarcı hesaplarıyla sarıldı mı nefeslerine özgürlük çığlığı bir yumruğa dönüşür emperyalizme karşı. İşte 68'lerin Deniz, Mahir ve İbrahim Kaypakkaya ile bize bıraktığı miras bunun her zaman bizde var olduğu ve bu yaşamın canlılığında akış bulan genç ruhun, genç felsefenin sınır tanımadığıdır. 68 Gençlik kuşağı demokrasinin bir daha sönmeyeceği meşalelere dönüşmesidir. Bunun öncüleri gençti yaşamları sözleri halkın yüreği ve emeği karşısında gençti ve demokratik eylemler için sınır tanımıyorlardı. Kaygı ve çıkar hesaplarına takılmadan yüreklerini, yüreklerini olduğu gibi canlarını meydanlara sürmekten çekinmediler. Demokrasi halkların haklı sesi sadece bir insanın sesi ya da talebi değildi. Halkların özgürlüğe ve demokrasiye susamış yüreklerinin çığlığıydı onlarda can bulan. Bu akışların karşısında küçük kafesler hazırlamak ve bedenleri için soğuk rüzgarlarda darağaçları kurmak emperyalizme halkların sırtından yatırım yapanlardı. Bu sınırlı mekanlarda yanan demokrasi ve kardeşlik meşalelerine kafes hazırlamak ve onları avuçlarına almak, döndüğünü sanan ama aslında halkaları kısır bir döngüye çekinmeden süren çıkar hesaplıların işiydi.


Bunların karşısında isyan bayrağını meydanlarda olduğu kadar dağlarda da yükseltmeyi hedefleyenler gençlerdi. Yaşamın aslında dondurulduğunu bu çıkarların her geçen gün yaşamı ve kendilerini yeniden öldürdüklerini bildiler. Bu bilincin gücüyle bütün yüreklerde ve emeğin alın terinde dökülen hasretli istemlerde demokrasinin sonsuz çığlığı vardı ki orduları titretiyordu. 

Biz 68'lilerin yaşamına baktığımızda halkaları için çarpan yüreklerin çırpınışlarını göreceğiz. Yine sayılacak sayıları olmalarına rağmen emeğin genç ruhla yoğruluşunun demokrasi çığlığını nasıl bir volkana dönüştürdüğünü göreceğiz. Yaşamın canlı yüreğinde atmak bunu özgürlük felsefesiyle bütünleştirmek yaşamın her anında yeni adımlar atmaktır. Biz önce demokrasiye giden yoların kapılarını açmak için 68'de savaşanların yani yüreğini meydana koyanların yaşamlarına bir bakalım. Örneğin Deniz Gezmiş; 1965'ten sonra Türkiye'de gelişen gençlik hareketinin en önemli önderlerinden ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO)'nun kurucu ve yöneticilerindendir. Deniz Gezmiş, 24 Şubat 1947'de Ankara'nın Ayaş ilçesinde doğdu. Öğretmen bir ailenin çocuğu olması sebebiyle ilk ve ortaöğrenimini çeşitli kentlerde, liseyi İstanbul'da okudu. 1966'da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine giren Gezmiş, henüz lise öğrencisiyken sol düşünceyle tanışır ve kendini dönemin eylemleri içinde bulur. Çünkü hakların hak arayan yüreği onu dur durak bilmeyen eylemlere sürükler. Halkların yüzünde demokrasi özlemlerini okur her anda. Bu halkın yüreğinden ve emeğinden kopup gelen hasretli özlemler genç ruhla bütünleştiğinde yaşamın canlı felsefesine dönüşür ve dur durak bilmez. 

Hüseyin İnan İdeolojik anlamda devrimci mücadeleye soyunurken Yusuf Aslan örgütlülüğe çoktan başlamıştır. Çünkü hepsinin istemleri emperyalizmle birlikte batının kapitalist kapılarını açan sisteme karşıydılar. Var olan sistem halkları inkâr ve imha sistemine sürüklerken, onlar devrimci ruhun demokrasiye giden yollarını ördüler. 

Yaşamın beyaz atına binmek ışığı tereddütsüz bir özgürlük ve demokrasi çağrısına dönüştürmek kolay değildi. Sistemin birer cüzamlısı gibi sistem tarafından aranıyorlardı her yerde. Her gün yeniden düşüş ve kalkışlara meydan okumak ne pahasına olursa olsun halkların barış ve özgürlük isteyen yüreklerini duyumsamaktı. Onlar halkların kardeşliğe olan özlemin kor ateşlerle uzak düşlere dönüştüğünü gördüler. Genç yürek ve beyin için eylemin yeni felsefesini görüp karar alma yeriydi. Onlar bunu halkların seslerinin susturulduğu yerde daha çok duyumsadılar. Çünkü onlar halklarının kardeşliğe ve barışa olan hasretlerinin meşaleleriydi. O nedenle durmadan bir şeyler aramak ve sürekli bir şeyler yapmak gerekiyordu. Bu özlemleri sözlere dökmek biriken hasretleri özgürlüğe yol alan bir demokrasi çığlığına kavuşturmak gerekiyordu. Devam etti düşüş ve kalkışlar her yeni gün farklı bir nedenden dolayı yeniden tutukladılar ve serbest bırakıldılar. Tüm engellemelere ve tutuklamalara rağmen demokrasiye yol alan özgürlüğün demokratik sesi yankılanmaktaydı tüm meydanlarda. Devrimci ruhun ayaklandığı bu dönem her an sistemin ve NATO'nun gözünü kamaştıran hatta bazen körleştiren bir ışığa dönüşüyordu.

 Duvarları bu eylemler ve arayışlar karşısında sarsılan sistem her yerden ağlarını örüyor onları tuzağa çekip tutuklamak başını kaldırmış halkın iradesini onların şahsında sınırlamak istiyorlardı. Onların gittikçe çoğalan demokrasi istemlerinin ardında yatan halkların büyük yüreğini gördüler. Sistem flaşla demokrasi özlemlerini sözlere dökenleri arıyordu. Bu gencecik bedenlerde iradeye kavuşmuş halkların sesi bastırılacaktı. Burada iradeye güce kavuşan iki ya da üç genç değildi. Gözlerindeki perdeleri demokrasi ve kardeşlik ateşleriyle yakan ve aydınlığa bakmaya hazırlanan bir halkın iradesine saldırıydı.

        Onları tutuklamak için her gün yeni kanunlar çıkartılıyordu. Demokrasi özgürlüğe doğru yol alan bir sele dönüşüyordu. Bunların önü alınmasa gölgeler tarihin karanlık sayfalarında istediklerini yapamayacaklar ve halkların sırtından yaşamlarını öyle rahat devam ettiremeyeceklerdi. Bir fısıltı halinde öğrencilerin yüreğinde yanan demokrasi sözcükleri artık eylem yeriydi. Bu gerçeklik orduları, sistemleri korkutuyor ve daha çok silah kuşanmalarına neden oluyordu. Tabi sistemler silah kuşandıkça onlara kurşun sıktıkça yada darağaçları kurdukça, karanlık sokakları parçalayan sesleri keseceğini halkın yüreğindeki özlemleri susturacağını sandı. Ama halkların kardeşliği için yanan meşaleler artık meydanlara taşıyor genç ruhun özgürlüğe giden felsefesine dönüşüyordu. Yüreklerinde yanan özgürlük ateşi karşısında demir parmaklıklar hiçbir korku salmıyordu yüreklerine. Onlar sadece kendi bireysel yüreklerinden değil isyana hazır tüm halkların sesiydiler artık. 

O nedenle onlara kurulan darağaçlarında bile son sözleri demokrasinin haklı savaşının gürleşmesine bir miras ve başlangıç oldu. «— Yaşasın, Türk Halkının bağımsızlığı!. Yaşasın, Marksizmin ve Leninizmin Yüce İdeolojisi!. Yaşasın, Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi, kahrolsun emperyalizm!..» Deniz Gezmiş bu sözleri haykırıyordu ve yan yana yol alan arkadaşları da aynı özlem suyundan içtikleri için aynı istemleri haykırdılar.  Yusuf Arslan: «Ben, halkımızın bağımsızlığı için bir defa ve şerefle ölüyorum. Fakat bizi asan sizler, şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz!. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika'nın hizmetindesiniz. Yaşasın Devrimciler! Kahrolsun Faşizm!...» Hüseyin İnan: «— Ben, hiçbir şahsi çıkar gözetmeden, halkın mutluluğu için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım, bundan sonra da bu bayrağı Türkiye halkına emanet ediyorum... Yaşasın işçiler ve köylüler! Kahrolsun Faşizm!.» sözlerini hiçbir kaygı tanımadan son nefesleri soğuk rüzgarlarla birleşene dek haykırdılar. Soğuk rüzgarlarda birleşen nefeslerden korkan egemenler bu korkunun sarsıntısıyla halka seslendiler; ne zaman kendi iradenize öz benliğinize kavuşmaya kalkarsanız sonunuz bu olacak, dediler. 

Böyle canlı bir tarihin karşısında hangi ezbere sözler işler beyinlerimize. Ancak karanlıklarda çalışan karar vericiler bu yüreklerden yükselen hiçbir sözü duymuyordu. Göstermelik bir mahkemenin sonunda idam kararları uygulanmıştı. O dönemin kör beyinleri gençlerin genç bedenleri ve haklı istemlerine sağırdılar. Nasıl ki bu gün yaşlı, çocuk, genç demeden demokrasiye koşanlar kurşunlanıyorsa. O dönem darağaçları hazırlandı devrimci gençlere. O günden bu yana sokaklar Denizlerin türküleriyle yankılanır. 

Sistemler gençlerin haklı eylemleri karşısında "dönemin gereklilikleri" yada taşkınlıkları diye sağır kalmak zorunda olduklarını bu gün söyleyebiliyorlar. Aradan epey zaman geçti hala sistem halka halkların genç yüreklerine göstermelik bir demokrasiden öteye gidemiyor. Ama artık şu da bilinmelidir. Gençler bu tarihi gerçekliğin acı izdüşümleriyle bilendiler. Kendi bedenlerinde tutsak edilmek istenenin aslında halklarının iradesi olduğunun bilincindeler. Elbette tüm zifiri karanlıkları parçalayan çığlıklar daha gür yükselecek. 

Bugün meydanlarda demokrasiye sıkılan kurşunların kendi bedenlerinden geçtiklerini çok iyi biliyorlar. Sürüldükleri savaş meydanlarından canlı döndükleri için cezaya çarptırıldıklarını, kardeşlerini yaşlarından daha fazla kurşunla öldürüldüklerini kendi adları kadar iyi biliyorlar. 68'lerin bıraktığı miras bugün yaşama en güzel yüzünü göstermeye hazırlanıyor. Kürt-Türk kardeşliği adı altında geçilen köprülerden sonra meydanların ortasında Mustafa Dağ, Mahsum Karaoğlan'a sıkılan kurşunların aslında demokrasi istemlerine sıkıldığının çok iyi bilincindeler. Size Kürtçe televizyon veriyoruz deyip ardından meydanlarda kurşuna dizilmek gençlerin kollarını bacaklarını kırmak, analara saldırmak demokrasinin adı olamaz.

Devrimci gençlerin eylem yerlerinin sınırı olmayacak, bu pervasız saldırılar karşısında. Savaşacaklar hem de niçin savaştıklarını bilerek. Sokaklarda Denizler, zindanlarda Ali'ler ve dağ başlarında gerillaların özgürlük meşaleleri gürleşecektir. Tarih devrimci gençliğin mirasıyla canlı bir hazinedir karşımızda. Devrimci gençler gerektiğinde meydanlarda ve gerektiğinde dağlarda olmasını bilirler.

Gulan Botan


Murdoch İmparatorluğu Çöktü!


Dünyanın en büyük medya patronlarından biri olan Rupert Murdoch, İngiliz Parlamentosu’na verdiği ifadeyle ‘medya imparatoru’ imajını kendi elleriyle yıktı.
Rupert Murdoch, sahibi olduğu News of the World (NoW) gazetesinin karıştığı telekulak skandalı nedeniyle önceki gün İngiliz Parlamentosu’na ifade verdi. Murdoch ve News Corp. şirketinin Avrupa ayağının yönetim kurulu başkanı oğlu James Murdoch, yasadışı dinleme olayına ilişkin parlamentonun Kültür, Medya ve Spor Komisyonu üyelerinin sorularını yanıtladı.
Komisyonun sorduğu soruların büyük çoğunluğuna “bilmiyorum”, “hatırlamıyorum” veya “tanımıyorum” şeklinde cevap veren 80 yaşındaki Avustralyalı medya patronu, Amerika’daki yatırımlarına odaklandığı için İngiltere’de yaşananları gözden kaçırdığını öne sürdü. İnsanların gizlice telefonlarını dinlemenin ve polis ile işbirliği yaparak gizli belgelere ulaşmanın yanlış olduğunu kabul eden Murdoch, NoW çalışanlarının buna karıştığının ispat edilmesi halinde gerekenin yapılmasını istedi. Şirketinin bu konuda polise gereken desteği vereceğini ifade etti. Rupert Murdoch’ın oğlu James Murdoch da telekulak skandalının mağdurlarından özür diledi ve tazminat ödeyeceklerini söyledi.

Murdoch’a köpüklü saldırı girişimi
Rupert Murdoch ifade verirken, bir kişi, elindeki tabakta bulunan tıraş köpüğünü yüzüne sürme girişiminde bulundu. Ancak Murdoch’un eşi Wendi Murdoch, yerinden fırlayarak eylemciyi yumrukladı. Polis, eylemciyi gözaltına aldı. Murdoch olayda yaralanmazken, yaklaşık 15 dakika ara verilen komisyon soruşturmasına devam edildi.
Önceki akşam ayrıca gazetenin eski editörlerinden ve News International şirketinin eski üst yöneticisi Rebekah Brooks ile skandal sebebiyle art arda istifa eden Londra Emniyet Müdürü Sir Paul Stephenson ve yardımcısı John Yates de ifade verdi. Polis-medya ilişkisi parlamentoda masaya yatırıldı.

‘Son dinozor’un çöküşü
İngiltere parlamentosundaki ifadesi ile Rupert Murdoch, adım adım inşa ettiği ‘medya imparatoru’ imajını da kendi elleriyle yıktı. Televizyon kanalları, film stüdyoları, yayınevleri ona iyi para kazandırmış olsa da, kimliğini gazetelerle oluşturdu. Zira ona ‘son dinozor’ denilirdi, CNN Murdoch için vaktiyle “damalarında matbaa mürekkebi akıyor” demişti. ABD’li yazar Michael Wolff’un Murdoch biyografisine ‘Haberlerin Sahibi Adam’ adını vermiş olması bu anlamda şaşırtmıyor da. Rupert Murdoch da, 1968’deki ilk akreditasyonu ile başlayan gazetecilik kariyeri için “hayatımın hayali” deyip, hiçbir şeyin onu gazetelere sahip olmak kadar mutlu ve onurlu kıldığını söylemişti.

‘Hayatımın en aciz günü’
Ancak Murdoch, skandaldan asgari zararla çıkmak uğruna önceki gün sınırsız güce sahip medya imparatoru resmini ‘feda’ edip, kendini olup bitenlerden habersiz, saf ihtiyar olarak sundu. Söylediklerine göre hiçbir şey bilmiyordu, bundan dolayı da sorumlu değil, zira başkaları iyi niyetini kullandı! Ama tam da varlığının zeminini oluşturan iktidarını inkar ederek, yarattığı mirasını da bu kumarda kaybetti. Ki, kendi de ifadenin başında “Bu, hayatımın en aciz günüdür” dedi. Dolayısıyla News Corp. şirketinin yönetim kurulu başkanlığından istifası ya da şirketin sahip olduğu gazeteleri satma - hisse sahiplerinin uzun bir süreden beri dillendirdiği bir istek - seçenekleri çok da büyük bir rol oynamıyor artık. Her iki alternatif de kendini yaratan efsanenin sonu olur.
İfadesi esnasında NoW gazetesinin kazancının sadece yüzde 1’ini oluşturduğunu vurgulayan Murdoch’un, ilerlemiş yaşına rağmen sahip olduğu gazetelerin yayın politikasına günlük olarak karıştığı belirtiliyor. Örneğin daha önce BBC televizyonunda gösterilen bir belgesel kapsamında şefini anlatan New York Post gazetesinin eski yayın yönetmeni Robert Spitzler “Rupert manşetler atıyordu, haberlere şekil veriyordu, haber girişini söyleyip yazdırıyordu. Rupert her yerdeydi” demişti.

New York Post’u sağcı yaptı

Peki, “Bir gazete ailesinde, gazetenin insan özgürlüğünün en önemli araçlarından biri olduğuna inanan bir baba tarafından büyütüldüm” diyen Murdoch’un gazetecilik etiği nasıl doymak bilmeyen iktidar açlığına yenildi? 1931 yılında Avustralya’nın Melbourne kentinde doğan Murdoch, muhabir olarak başladığı hayattan şirket sahibi olarak veda ettiğinde, 22 yaşındaki oğlu mirasını devraldı. İki gazete ile başlayan Murdoch, kısa sürede yeni yerel gazeteleri satın aldı, Sunday Times’i en çok satan magazin gazetesine dönüştürdü. 1964’te Avustralya’nın ilk ulusal gazetesi olan ‘Australian’ı kurdu, beş yıl sonra ise News of the World’u imparatorluğunun zemini yaptı. Gazetecilik etiğini Londra’ya açılımı ile birlikte tamamen terk etti. Zira kısa bir süre içinde ona ‘Dirty Digger’, yani ‘kir kazıcısı’ denmeye başladı. ABD’de yayın yapan New York Post’u sol liberal bir yayından sağcı bir gazeteye dönüştürdü.

Kilit tanık evinde ölü bulundu
Bu arada İngiltere polisi, pazartesi günü evinde ölü bulunan telekulak skandalının kilit tanıklarından Sean Hoare’nin cinayete kurban gittiği yöndeki iddiaları reddetti. İngiltere’nin güneydoğusunda yer alan Watford’daki evinde ölü bulunan Hoare, gazetenin ‘sıklıkla’ telefonları yasa dışı dinlediğini ilk açıklayan kişi olarak gündeme gelmişti. Sean Hoare ayrıca, gazetenin eski editörü ve Başbakan David Cameron’ın eski iletişim danışmanı Andy Coulson’ın telefonların dinlendiğinden haberi olduğunu savunmuştu. ‘’Ölüm sebebinin şimdilik belirsiz olduğunu, ancak şüpheli bir ölüm olduğunun düşünülmediğini’’ belirten polis, soruşturmanın sürdüğünü kaydetti. Hoare’nin alkol ve uyuşturucu bağımlısı olduğu kaydedildi.

Cameron soruları yanıtladı

Skandalın kilit isimlerinden Andy Coulson ve Rebekah Brooks’a yakınlığı nedeniyle zor durumda kalan İngiltere Başbakanı David Cameron, dün İngiltere Parlamentosu’nda konuyla ilgili yapılan oturumda konuştu. Cameron, ülkedeki telekulak skandalına neden olan News of the World gazetesinin eski editörü Andy Coulson’ı, iletişim danışmanlığı görevine getirdiğinden dolayı pişmanlık duyduğunu söyledi. Parlamenterlerin sorularını da yanıtlayan Cameron, skandalın polise ve basına yönelik kamuoyunun güvenini sarstığını ve başlatılacak hukuki soruşturmanın polis, basın ve siyasetçiler arasındaki ilişkiyi masaya yatıracağını, yargıç Leveson tarafından yönetileceğini ve yargıcın istediği kişileri soruşturmaya ifade vermek üzere çağırabileceğini belirtti.
“Polisteki usulsüzlüğün kökünün kazınması gerektiğini” söyleyen Cameron, emniyet teşkilatının yeniden yapılandırılmaya ihtiyacı olduğunu bildirdi.
Cameron’a parlamento oturumunda en çok sorulan soru, eski iletişim danışmanı olan Andy Coulson’ın, yine telekulak skandalı nedeniyle tutuklanan ve polise danışmanlık yaptığı ortaya çıkan eski News of the World çalışanı Neil Wallis’i gayrı resmi danışmanı olarak kullanması oldu. Başbakan konuya ilişkin sorulara, lideri olduğu Muhafazakar Parti’nin Wallis’le hiç çalışmadığını ve Wallis’in Coulson ile ilişkisinden ve emniyet teşkilatına halkla ilişkiler danışmanlık hizmeti verdiğinden haberi olmadığını söyleyerek yanıt verdi. Cameron, Coulson’ı 2007 yılında işe almasıyla ilgili, “İşe almak benim kararımdı. Tabii ki pişmanım ve bunun neden olduğu kızgınlık için özür dilerim. Şimdi geriye baktığımda, ona bu görevi teklif etmezdim. İnsan bazı şeyleri yaşayıp öğreniyor. Bana skandala karışmadığı teminatını verdiği için Coulson’ı işe aldım. Şu an en büyük sorumluluğum bu karışıklığı temizlemektir” dedi.

Entelektüel Faaliyet

Politikadan kopuk bir entelektüel faaliyet bir anlam ifade etmeyeceği gibi politikadan kopuk bir entelektüel de bir anlam ifade edemeyecektir. Zaten günümüzde entelektüel alanda yaşanan krizin de temel sebebi bu değil midir?

Erdal Ergin
İnsanı diğer varlıklardan ayıran, farklı kılan en temel özelliği düşünebilmesidir. Bilim dünyası insanı, ‘kendini düşünebilen madde’ olarak tanımlamaktadır. Bu evrenimizde sadece insana has bir özelliktir. Bu özelliği nedeniyledir ki evrenin en ileri temsili insanda gerçekleşmektedir. “Mikro evren” olarak kabul edilen insanı diğer tüm canlı-cansız varlıklardan farklı kılan düşünebilme özelliği onun en güçlü yanı olduğu gibi en zayıf yanını da oluşturmuştur.
İnsan ‘topluluk yaşamı’ndan ‘toplum yaşamı’na doğru yürüyüşü gerçekleştirdiği içindir ki düşünce gücü gelişebilmiş sezgisellikten, somut düşünce aşamasına oradan da soyut düşünebilme özelliğine ulaşmıştır. Düşünebilme tüm yaratıcılıkların kaynağını oluşturduğu ve toplumsal yaşamın zorluklarını aşmada mucizeler yarattığı için saygı ve kutsallığa konu edilmiş, düşünebilme yetisini en iyi biçimde kullanarak toplulukların yaşamında gelişme yaratanlara tanrısallık atfedilmiştir.
Doğayla ilişkileri temelinde düşünsel gücün gelişimine öncülük edenin kadın olduğunu, toplumsallaşmanın gelişimi ve güçlenmesi temelinde tüm yaratıcı düşüncelerin kadın kaynaklı ortaya çıktığını bugün elde edilen verilerden daha iyi biliyoruz. Kadının tanrıçalık payesiyle ödüllendirilmesi de düşünce gücünü topluluk yararı temelinde kullanmasından kaynaklıdır. Tanrıçalık kavramının tanrılık kavramından çok daha önce ortaya çıkması da bu gerçeğe işaret etmektedir.
Teori; tanrısal söz demektir. Tanrısal söz; toplumun çıkarı ve yararı için oluşturulan ve kullanılan düşüncedir. Düşüncenin gücünün tüm toplum için değil küçük bir azınlığın iktidarı ve hegemonyası için kullanılmaya başlanması bugün karşı karşıya geldiğimiz ve altından kalkamadığımız tüm sorunların nedeni ve insanlığın yaşadığı en büyük karşı devrimdir. Zira düşüncenin tekelleştirilmesi evrensel var oluşa ve evrenin gelişme yasalarına terstir.
Ayrıcalığın, egemenliğin ve sömürünün bulunmadığı toplumsal yaşam biçimi olarak tanımladığımız klân toplumunda düşünce komün halinde vücut bulan toplumsallığın yararı, temel ihtiyaçlarının karşılanması ve korunması temelinde kutsal bir işleve sahiptir. Küçük bir azınlık için, bireysel, grupsal çıkar için değil tüm topluluk içindir. Doğadan öğrenme temelinde gelişmekte ve doğayla insan ilişkisini oldukça sağlıklı kurabilmektedir. Doğa öğretmendir, koruyandır, besleyendir. Şükran duyulması ve saygılı olunması gereken anadır. Kadının öncülüğündeki topluluklarda üyeler eşittir ve bu eşitlik temelinde sağlanan birlik kutsaldır. Herhangi birinin kendini bu topluluk dışında ele alma, toplumuna yabancılaşma, kötülük yapma, hakkını gasbetme, kendine ayrıcalık sağlama gibi bir yaklaşımı yoktur. Bu tür tutumlar en büyük lânettir. En büyük suç ve utanılması gereken en büyük ahlâksızlıktır. Düşünce, ahlâkın yani toplumsal yararlılığı gözeten yaklaşımın belirleyiciliğindedir. Bu yaklaşımın belirlediği toplumsal var oluş en büyük kutsallıktır. Dolayısıyla buna bağlı olan ve buna hizmet eden düşünce de bir o kadar kutsaldır.
Kendi başına düşüncenin kutsallığı yoktur. Onu kutsal kılan insanın temel hakikati olan toplumsallığa bağlılığı ve bunu geliştirmeye yaptığı katkıdır. Toplumsallığı gözeten ahlâkî tutum düşünceyi kutsal kılan ve değerli yapan temel tutumdur. Doğaya saygı ve onunla barışık bir ilişki temelinde gelişmesi, kutsal kılan diğer bir hususu oluşturmaktadır.
Düşüncenin ilk kutsalları arasında kadının yer alması, ilk dinsel inançların doğadan sonra kadın eksenli gelişmesi kadının toplumsal yaşamda oynadığı rolle bağlantılıdır. Kadının ilk kapsamlı soyut düşünce biçimleri olan dinsel inanç sistemlerinde kutsanması bu nedenledir. Dikkat edilirse düşünceyi kutsal kılan, düşüncede kutsallık payesi verilen hemen her şey toplumsal yaşama katkı, toplumsal yaşamı geliştirme ile ilgilidir.
Bu biçimde gelişme gösteren düşünce öne çıkardıklarıyla baskısız, sömürüsüz, ezen ve ezilenin olmadığı, insanlığın binlerce yıldır cennet olarak tanımladığı klân formundaki ilk toplumsallığımızı yaratmıştır. Neolitik, klân formundaki insan toplumsallığının daha gelişkin, yerleşik tarım toplumuna geçişini sağlamakla kalmamış, günümüze damgasını vuran üretim araçlarının ve yöntemlerinin, resmin, edebiyatın, mimarînin, endüstrinin ve daha burada sayamayacağımız kadar çok şeyin yaratılmasına da yol açmıştır.
Denebilir ki MÖ. 3.000’lere kadar insanlığımız engelsiz, toplumsallığına sıkı sıkıya bağlı bu düşünüş temelinde en özgür, eşit ve yaratıcı dönemini yaşamıştır. Bu sürecin “Cennet” olarak yadedilmesi bu nedenledir. Bu süreçte kadının öncülüğündeki toplumcu düşünce sadece kadınana ile sınırlı değildir. Daha sonraki süreçlerde ortaya çıkacağı gibi düşünce bir elitin işi de değildir. Tüm topluluk üyelerinin en doğal, en temel faaliyetlerinden biridir ve topluluk üyesi olmanın bir gereğidir, tüm toplumun içinde yer aldığı bir etkinliktir.
Düşüncenin toplumsal yaşam içinde artan rolü, onun gücünün kutsanması ve giderek büyümesi, kötüye kullanılması fikrini de beraberinde getirmiştir. Tecrübeli yaşlı, rahip, askeri şef olarak beliren kurnaz ve güçlü erkeğin önce kadın, giderek tüm topluluk üzerinde tahakküm geliştirmesi öncelikle düşüncenin ele geçirilmesi ve kötüye kullanılmasıyla başlamıştır. Çeşitli konularda uzmanlaşma ve yaşam tecrübesinin toplum tarafından değerli görülmesi, bunun yararlılığına inanılması üzerinden gelişen yaşlı rahip ve bilge geleneğinin kendini bir otorite olarak örgütlemesi, zaman içinde uzmanlık ve tecrübenin getirdiği saygıyı ve gücü kendi yararına kullanmaya başlaması düşüncedeki büyük sapmanın ve saptırmanın başlangıcını oluşturur.
Düşüncenin küçük bir azınlık tarafından kötüye kullanılması, düşünsel faaliyetin giderek tekelleştirilerek toplumu oluşturan tüm bireylerin değil, küçük bir elitin işi haline getirilmesi amaçlanan ayrıcalık ve egemenlikle ilgilidir. Bunun derinleştirilerek devletlere, imparatorluklara varan tekellere dönüştüğü, savaşlar, köleleştirmeler, talan ve fetihlerle yaşamı çekilmez kıldığı biliniyor. Çünkü düşünce üzerindeki tekel tüm tekellerin, baskıların ve sömürülerin temelini oluşturur. Zira insanı insan yapan düşünebilmesidir.  Düşüncenin tekelleştirilmesi sadece devletli ve erkek egemenlikçi sisteme yol açan çarpık düşüncelerin boy vermesine ve bir kanser gibi toplumlara yayılmasıyla sınırlı kalmamış, insana bahşedilen tanrısallığın gelişimi de engellenmiştir.
Doğayla barışık, eşitlikçi ve özgürlükçü düşünce formundan egemenlikçi, iktidarcı, cinsiyetçi düşünce formuna geçiş adım adım geliştikçe insanlık bugün boğuşmakta olduğu tüm kötülüklerle tanışmaya başlamıştır. İnsanın düşüncelerinin şekillendirilebilir olması insanı ve toplumunu inşa edilebilir bir olgu yapmaktadır ve bu olgu üzerinden hareket eden egemenlikçi ve iktidarcı güçler insandan ilkin düşünceyi çalmışlardır. İlk hırsızlanan düşüncedir. Burada gerçekleştirilen başarılı bir hırsızlama daha sonraki tüm hırsızlamaların temelini oluşturmuştur. İnsanlığın sonraki tüm süreçlerini bu hırsızlığı daha da derinleştirme ve buna karşı direnme mücadelesi belirlemiştir diyebiliriz.
Yalan ve zor eşliğinde yürütülen düşüncesizleştirme, düşünceyi tekelleştirme faaliyeti toplumun sadece ekonomik, sosyal yapısını değil en başta düşünce yeteneğini sakatlamıştır. Düşünme yeteneğini kaybeden insanlık önce tanrı kralların, nemrut ve firavunların peşine takılmış, sonra tanrıların ardından sürüklenmiş nihayet ulus-devlet tanrısının dişlileri arasında paramparça edilmiştir. Günümüzde düşünme artık kaçılan, başkalarına bırakılan, bütünlükten yoksun, basit, yüzeysel, doğduğu toplumsallıktan uzak dahası toplumsallığa karşıt bir hal almıştır. Düşünce gücü, günümüzde kar ve sermaye kaynağı olabildiği oranda anlamlı bir insan özelliğine indirgenmiştir. Egemenlerin elinde düşünce gücü düşünmeye karşı bir silah gibi kullanılmaktadır. Adeta tekelleştirilen düşünce insanın düşünme yeteneğini yok etme temelinde işletilmektedir. Sorgulama, olay ve olguları tarihsel bütünlüğü içinde ele alma, yorumlama ve değerlendirme gücünü yitiren, yani kendini diğer tüm canlılardan ayıran özelliği olarak düşünceye yabancılaşan, somut olarak söylersek insanlığına yabancılaşan ‘Anlık insan’ bu yoğun düşüncesizleştirme faaliyetinin sonucudur. Sistem bu hale indirgenmiş, en büyük gücünden mahrum bırakılmış insan gerçeği üzerinde yükselmektedir. Savaşlar, yoksulluklar, adaletsizlik ve eşitsiz uygulamalar, baskı, şiddet, işkence, doğanın ve toplumun büyük tahribatı düşünceden uzaklaştırılan, düşünceye yabancılaştırılan, düşünce yeteneği dumura uğratılan insan gerçeği üzerinde vücut bulmaktadır.
İşte entelektüel faaliyet ve entelektüellik bu perspektiften bakılarak yeniden ele alınmak ve tanımlanmak durumundadır. Zihinsel faaliyet olarak da değerlendirebileceğimiz düşünce faaliyeti her şeyden önce toplumsal bir faaliyet olarak tanımlanmak durumundadır. Toplumsal gerçeklik insanın vazgeçemeyeceği var oluş biçimi ise düşünce faaliyetinin toplumsal bir nitelik taşıması kaçınılmazdır. Bir birey, bir grup, bir elitin çıkarları için düşünmek, insanın toplumsal bir gerçeklik olduğunu gözetmeden ve onun toplumsallığına saygılı olmadan geliştirilecek hiç bir düşünsel faaliyet doğru ve iyi bir düşünsel faaliyet olamaz. Bu düşüncenin kötüye kullanılması doğasından koparılması ve özüne ters düşürülmesi demektir. İnsanın temel hakikati olarak toplumsallığını esas almayan ve bu temelde gelişmeyen hiçbir düşüncenin doğru, yararlı olduğunu söyleyemeyiz. Dolayısıyla bir elitin, bir çıkar grubunun menfaatleri için düşünsel faaliyet yürüten birisine entelektüel faaliyet yürütüyor diyemeyiz, onu entelektüel olarak değerlendiremeyiz.
Bugün egemenlikçi sistemlere, devletlere ve çıkar gruplarına meşruluk sağlamayı amaç edinen kişi ve kurumlar adeta bir sektör haline gelmiştir. Düşünce gücünü insanın en kutsal özelliği olarak değerlendirdik. Bu en değerli özelliğin toplumsallaşmaya paralel ve toplumsal süreç içinde gelişip güçlendiğini ve toplum için kullanıldığında kutsal ve anlamlı olduğunu belirttik. O zaman bunlara dayanarak şunu söyleyebiliriz, kutsalını parayla satan insan en büyük suçu işlemektedir. İnsanın en kutsal faaliyetini insanı köleleştirmek, çıkar gruplarının ve tekellerin denetimine sokmak için kullanmak insanlığa karşı işlenebilecek en büyük suçtur.
Durum bu iken bu en büyük suçu en ustaca işleyenler en iyi düşünen, düşünce gücü yüksek, derinlikli, sözü dinlenmesi gereken kişiler olarak lanse edilmektedir. Böylece sistemi yada temsil ettikleri çıkar grubunu meşrulaştırmaları, toplumsal kabul düzeylerini yükseltmeleri sağlanmaktadır. Bu tam bir saptırmadır. Toplum bu tip entelektüel, aydın, akademisyen, din adamı vb.leri ile adeta avlanıp vurulmakta, çıkar grupları tarafından ise parçalanarak yutulmaktadır.
Düşünce, toplumsallığından koparılmış, kirletilmiş ve güçsüz düşürülmüşse entelektüel faaliyetin ve entelektüel olmanın gereği öncelikle buna karşı mücadele etmektir. Toplumsallaşmamızın beslediği ve büyüttüğü düşünce gücümüzü toplumsallığımızla buluşturmak entelektüel çalışmalarımızın temeline oturtulmak durumundadır. Burada entelektüel olmanın şartı da ortaya çıkmaktadır; toplumsallığa bağlı olmak. Düşünce gibi en kutsal özelliğini insanın sömürülmesi ve ezilmesi için değil insanın özgür, eşit, adil, paylaşımcı ve dayanışmacı toplumsallığı için harekete geçirmek. Bunun bizi doğrudan direnişçiliğe götüreceği ise diğer bir sonuç olmaktadır. Toplum için düşünme, toplumcu düşünce kaçınılmaz olarak hâkim sistemle çatışmayı dayatır. Bunu hedeflemeyen entelektüel faaliyet anlamlı olamayacağı gibi bunu göze alamayan hiçbir kişi entelektüel sıfatını kazanamaz. Entelektüel direnişçi olmak zorundadır.
Entelektüel faaliyet politika gerçeğiyle de kapmaz bağlarla bağlıdır. “Bilen yapar” bu söz bilmenin ahlâkla ve politikayla bağını ortaya koymaktadır. Düşünceden koparma yâda düşünceyi saptırma temelindeki her egemenlikli yaklaşım politika alanına taşınmakta ve burada sağlanan ikna ve meşruiyet oranında pratikleşebilmektedir. Doğru düşüncenin de temsili bu anlamda politik alan üzerinden direnişini geliştirebilmeli, alternatif oluşturmak için bu alanı etkin bir biçimde kullanabilmelidir.
İnsanı insan yapan diğer varlıklardan ayıran bilinci ve düşünce gücü ise bu farkı ortadan kaldıran da düşünceden koparılmadır. Bunun günümüzde ulaştığı nokta toplumsal insandan sanal insana, sanal topluma dayanmıştır. Kar ve iktidar adına en kutsal özelliğimiz olan düşünce korkunç bir silah gibi kullanılmaktadır. İşte en büyük ahlâkî yitim de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Ahlak-düşünce, ahlak-bilim kopukluğu doğamız ve insanlığımızı paramparça etmekte ve sürdürülemez çelişkilere kapı açarak insanlığı kıyamete sürüklemektedir.
Toplumdan çalınan düşüncenin, çarpıtılan düşüncenin yeniden toplum için ve toplum tarafından üretilebildiği zeminlerin ve yapıların oluşturulması bugün insanlığın yaşadığı kaos ve krizli durumun aşılması için temel şarttır. Toplumun hayati çıkarları ve temel ihtiyaçları temelinde düşünebilmesi için siyaset alanının yeniden yapılandırılması, halkın bu noktada doğrudan işin içine çekilmesi, yaşadığı düşünsel sığlığın ve darlığın giderilmesi entelektüelin ve entelektüel faaliyetin yerine getirmesi gereken temel görev durumundadır.  Dolayısıyla entelektüel faaliyet ile politik faaliyet iç içe ve birlikte yürütülmesi gereken iki olgu durumundadır. Bu aynı zamanda şu demektir, entelektüel aynı zamanda politikacıdır. Politik olmak durumundadır. Politikadan kopuk bir entelektüel faaliyet bir anlam ifade etmeyeceği gibi politikadan kopuk bir entelektüel de bir anlam ifade edemeyecektir. Zaten günümüzde entelektüel alanda yaşanan krizin de temel sebebi bu değil midir?