Türkiye’de
ordu, her zaman, dinsel akımlardan, şikâyet etmiştir. Dinsel akımlar
her zaman, şeriatçılık olarak, laiklik anlayışına karşı gelişmeler
olarak değerlendirilmiştir. Milli Güvenlik Kurulu bildirilerinde, 29
Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos bayramlarında yayımlanan
mesajlarda, dinsel akımlara duyulan şikâyetler sürekli olarak dile
getirilmiştir. Kamuoyuna sistematik olarak verilen mesaj, laikliğin
büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğudur.
Aslında,
dinsel akımların gelişmesinde, dinsel kurumlaşmalarda, ordunun çok
büyük rolü ve teşviki vardır. Bu, Kürt sorunuyla çok yakından bağlantılı
olan bir gelişmedir. Bu yazıda bu düşüncelere açıklık getirmeye
çalışacağım.
Fikri
Sağlar, 1990’larda iki defa Kültür Bakanı oldu. Birincisi
20.11.1991-27.7 1994 yılları arasında gerçekleşti. Fikri Sağlar, CHP
milletvekiliydi. Başbakan Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal
İnönü’ydü. İkincisi 30.10.1995-6.3.1996 yılları arasındaydı. Başbakan
Tansu Çiller, Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın’dı.
Fikri
Sağlar, ikinci defa Kültür Bakanlığı yaptığı sırada Siyah Beyaz
Gazetesi’nden Hasan Uysal’a iki açıklama yaptı. Bu açıklamalardan ilki,
18 Ağustos 1995, ikincisi ise, 8 Şubat 1996 tarihli Siyahbeyaz
gazetelerinde yer aldı.
18
Ağustos 1995 tarihli gazetede, haber, “MGK’nın şeriatçılara desteğini
durdurdum” başlığıyla verilmişti. MGK, 1984-1985 yılları arasında
yaptığı toplantılarda, “Avrupa’da ve Güneydoğu’da yaşayan vatandaşlara
dini propaganda yapılması ve dinsel ağırlıklı dernek ve vakıfların
kurulmasına yönelik talimatlar”dan söz ediyor. Fikri Sağlar, “1991’de
Kültür bakanı olduğu zaman, önüme MGK’nın böyle bir belgesi geldi”
diyor. MGK’nın talimatlarında böyle haberdar olduğunu anlatıyor. Fikri
Sağlar, “MGK’nın çok gizli kaydıyla bakanlığa gönderdiği talimat
yazısını bakan olunca öğrendiğini ve karşı yazı yazarak, yürürlükten
kaldırdım” diyor. Açıklamalarını Hasan Uysal şu şekilde ifade ediyor.
“Çok
gizli mühürü vurulmuş, Kültür Bakanlığı’na görev yükleyen MGK kararı…
Yerine aynı amaca yönelik olmak üzere, kültür evleri ve Türk kültür
merkezleri projesi getirdim. Söz konusu projeler bakanlıkça yürürlüğe
konmak üzere. Ancak dinci vakıf ve örgütler için ayrılan paranın yarısı
bile verilmedi.
Genelkurmay
Başkanlığı’nın, ‘eşi sıkmabaş, namaz kılıyor, tarikatla bağlantısı var’
gerekçesiyle bazı subayları ordudan uzaklaştırmasını, sadece, göz
boyamadan ibaret olduğunu kaydeden Sağlar, bugünkü radikal İslamcı
belanın müsebbibi bizzat ordudur. Sözde İslamcılar, ordunun kucağında
beslenmiş ve büyütülmüş, şimdi önü alınmaz bir noktaya taşınmıştır.
Güneydoğu’da Hizbullah’ın, neredeyse, kurucusu, besleyicisi, hatta
kullanıcısı da silahlı kuvvetlerin en üst komuta kademesidir. 1985 de
MGK da alınan karar üzerine, Hizbullah büyütülüp güçlendirilmiş, hatta
kimi silahlı kuvvetler karargâhlarında eğitilmiştir…” dedi.
1984-1985
yıllarında, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’di, Başbakan Turgut Özal’dı.
Genelkurmay Başkanı, Org. Necdet Üruğ’du. Namık Kemal Zeybek,
17.3.1989-23.6.1991 yılları arasında Kültür Bakanlığı yapmıştı.
Kürtlerin
yaşadıkları alanlarda, “Güneydoğu’da, Doğu’da, Avrupa’da dini
propagandayı geliştirelim, dinsel vakıflar ve dernekler kuralım”
anlayışının Kürt sorunu dikkate alınarak geliştirildiği çok açık bir
gerçekliktir. Devlet, ordu, Kürtlerdeki milli hareketi engellemek,
kitleselleşmenin önüne geçmek için, dini bir araç olarak kullanıyor.
Dinsel akımların milli hareketi engelleyeceğini düşünüyor. Hizbullah’ın
da devlet tarafından örgütlendiği, askeri kışlalarda eğitildiği, PKK
ile, daha doğrusu, Kürt şehirlerindeki, PKK sempatizanlarına karşı
saldırılarının amaçlandığı biliniyor. Bu bakımdan, Lübnan’daki Hizbullah
ile, Kürt şehirlerinde, Kürt yurtseverlerine saldırılar yapmaktan ve
cinayet işlemekten başka hiçbir iş yapmayan Hizbullah birbirlerinden çok
farklıdır.
Fikri
Sağlar’ın önerdiği Türk Kültür Merkezleri’nin, Halkevleri’nin de
Kürtlerin asimilasyonu söz konusu olduğu zaman aynı işlevleri olacağı
açıktır. Zaten Fikri Sağlar da, bu kurumlaşmalarında aynı amaca yönelik
olduğuna işaret ediyor. Laik kurumların da, dinsel kurumların da birinci
planda, Kürtlerin asimilasyonu esas amacına göre planlandıkları artık
iyi biliniyor. Fikri Sağlar’ın da asimilasyon sürecini benimsemiş olması
dikkate değer bir konu. Türbanın da bu İslami kurumlaşmalar
çerçevesinde gelişip saçaklandığı biliniyor.
Fikri
sağlar, ikinci defa Kültür Bakanlığı yaptığı sırada, Siyah Beyaz
Gazetesi’nden, Hasan Uysal’a ikinci bir açıklama daha yaptı. Bu
açıklama, 8 Şubat 1996 tarihli gazetede, “Bakanın bulamadığı belge”
başlığıyla yayımlandı. Hasan Uysal, Fikri Sağlar’ın açıklamalarını şöyle
dile getiriyor.
“1984-1985
tarihinde, MGK’nın, Avrupa ve Güneydoğu’da, yaşayan vatandaşlara, ‘dini
propaganda yapılması ve dini ağırlıklı dernek ve vakıfların kurulmasına
yönelik talimatı’ ve talimat uyarınca, toplam 350 milyon doları bulan
harcamaları kanıtlayan belgeler kayboldu.
Kültür
Bakanı Fikri Sağlar, ‘göreve gelir gelmez bu işleyişi durdurdum. Ancak
şimdi hem MGK kararı, hem bu konudaki yazışmalar kayıp’ dedi. Bakanın bu
belgelerin bulunmasına ilişkin talimatı üzerine, müsteşar ve müsteşar
yardımcılarının seferber olmasına karşılık, belgelerin bulunmayışı,
bakanlık içinde, ‘köstebek kim’ sorusuna yol açtı.
Kültür
Bakanı Fikri Sağlar, söz konusu yazışmaların ‘çift mühürlü’ birinci
derecede gizli, olması nedeniyle kayıtlarına girmemiş olabileceğini
belirtti. 12 Eylül döneminde MGK’nın ‘PKK ile mücadelede, yurt dışındaki
Güneydoğulu yurttaşların, ülkeye bağlılıklarının sağlanması’
gerekçesiyle, dinci örgütlenmeleri teşvik ettiğini kaydeden Sağlar,
‘şeriatçı örgütlenme bizzat 12 Eylül komutanlarının teşviki ile
gerçekleşmiş ve şeriatçı örgütlenme devlet eliyle beslenmiştir. Bu
konudaki görev de Kültür Bakanlığı’na verilmiştir. 1991 yılında Bakan
olduğumda bu kararı kucağımda buldum. Öğrenir öğrenmez MGK ile yazışıp
bunu durdurdum’ diye konuştu. Fikri Sağlar ayrıca, şunları söyledi
‘Göreve geldiğim ilk günlerde önüme MGK kararını koydular. Yurt dışında
ve Güneydoğu Anadolu’da dini propaganda yapılması, dini ağırlıklı dernek
ve vakıfların kurdurularak parasal destek sağlanması görevi Kültür
Bakanlığı’na verilmiş. Kültür Bakanı Fikri Sağlar şöyle devam etti. ‘İlk
işim bu uygulamayı durdurmak oldu. Talimatın yürürlükten kaldırılması
için ise, yazdığım yazının MGK’ye, iletilmesi amacıyla, özel kalem
müdiresi Hediye Mugay’ı kurye olarak görevlendirdim. MGK’ye aynı amaçlı
Halkevleri ve Türk Kültür Merkezleri önerdim. Bu isteğimiz kabul gördü
ve böylece dinci örgütlenmeye destek talimatı ortadan kalktı.’
Kültür
Bakanı Fikri sağlar, söz konusu belgelerin ortadan kalkmış olmasının
kendisini şaşırtmamış olduğunu belirterek şöyle dedi. ‘Aradan geçen
bunca yıla karşın, bakanlıkta istenilen düzeyde bir örgütlenmenin
sağlanmamış olması, bakanlığın bizden önce ne hale getirildiğinin bir
örneğidir. Tek başına iktidar olmadan ve bakanlığın tepeden tırnağa
yeniden yapılanması sağlanmadan bu durum düzelemez. Ya benden önceki
belgeler arasında da yok. Buna çok şaşırmadım. Ama üzülerek ifade edeyim
ki, şeriatçı örgütlenme için, devletin ayırdığı bütçenin üçte biri bile
Kültür evleri için verilmedi.’
Açık
bir şekilde anlaşılmaktadır ki, dinsel akımları, dinsel kurumlaşmaları
teşvik eden devletti, ordudur. Bunu, şüphesiz, Kürt bölgelerinde ve
Kürtlerin yaşadıkları alanlarda yapıyor. Kürtlerdeki milli hareketi
geriletmek, Kürtleri resmi görüşe, Türklük anlayışına bağlamak için
yapıyor.
AKP Hakkında
Adalet
ve Kalkınma Partisi, hükümet, Türk siyasal hayatında önemli
değişiklikler gerçekleştirmeye çalışıyor. Ordunun siyasal hayat
üzerindeki ağırlığını azaltmaya gayret ediyor. Bunlar şüphesiz
önemlidir. Bu yönleriyle hükümet, kendilerinden önceki hükümetlerden
önemli farklılıklar gösteriyor. Fakat Kürt sorunundaki tutumunda,
kendilerinden önceki hükümetlerden ciddi bir fark göstermiyor.
2009
yılı ortalarında hükümet, Kürt açılımından söz etmeye başlamıştı. Fakat
kendi tabanından, ordudan, CHP, MHP gibi muhalefet partilerinden gelen
eleştiriler üzerine demokratik açılım, milli birlik ve kardeşlik projesi
gibi söylemler oldu. Hükümet kısa bir süre sonra da açılım anlayışını
yavaş yavaş terk etmeye başladı.
Bu,
şüphesiz sağlıklı bir tutum değildir. Çünkü Kürt açılımını hükümet
bıraksa bile, Kürtler bırakmaz, devam ettirir. Hükümet, Kürtler
konusunda, Kürt sorunu konusunda, örneğin Kürt dili konusunda demokratik
bir tutum benimsemediği sürece, öbür programlarını da sağlıklı bir
şekilde yaşama geçiremez. Kürtler, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını
talep etmekte ısrarlıdır. Bundan sonra, ısrarlı olacakları, bu sürecin
yaygınlaşarak, derinleşerek devam edeceği açıktır. Hükümet olarak, Kürt
dilini bastırmada takıntılı olduğunuz zaman hiçbir işinizi yoluna
koyamazsınız.
PKK’yi
tasfiye edeceğiz anlayışı yanlıştır. Barış ve Demokrasi Partisi’yle
yapılan görüşmelerin, İmralı’da, Abdullah Öcalan’la yapılan görüşmelerin
PKK’yi tasfiye amacına yönelik olması çok yanlıştır. Bu, devleti,
hükümeti çok zora sokacak, Kürt sorunu dışındaki sorunlarla da sağlıklı
bir şekilde ilgilenmesine engel olacak bir tutumdur. Çünkü PKK’yi
tasfiye etmek mümkün değildir, yararlı ve gerekli de değildir. Gerek
Barış ve Demokrasi Partisi’yle, gerek, Abdullah Öcalan’la, PKK’yle
yapılan görüşmelerde, Kürt taleplerini müzakere edilmesi önemli
olmalıdır. Tasfiye anlayışıyla bir yere varamazsınız. Bu anlayışla
sorunu, ancak daha da kangrenleştirmiş olursunuz. Ama Kürt
siyasetçilerle yapılacak görüşmelerle ilerleme sağlayabilirsiniz.
Türk
siyaseti, Türk devlet ve hükümet kurumları, çifte standartlı
düşüncelerle ve tutumlarla hiçbir yere varamaz. Çifte standartlı
düşünceler, tutumlar, kişileri, kurumları çürütür. Hele bu aşamadan
sonra, Kürtlerin asimilasyona karşı gösterdikleri direncin
yoğunlaşmasıyla, yaygınlaşmasıyla çözüm yolunda ilerleme kaçınılmaz
olur.
Toplumsal Meşruiyet
Toplumsal
ve siyasal olaylarda, kararlarda, toplumsal meşruiyet çok önemli bir
kriter olmalıdır. Almanya’da, “asimilasyon insanlık suçudur” diyen
Başbakan’ın, Türkiye’de Kürtçe eğitime karşı olduğunu bildirmesini,
“kimse benden, anadilde eğitim konusunda bir şey beklemesin” demesini,
“tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” sloganlarını
tekrarlamasını, yani Başbakan’daki çifte standardı toplumsal meşruiyet
açısından incelediğimiz zaman şunları görüyoruz. Türkler, Almanya’ya ne
zaman gittiler? İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Almanya’da sanayinin
yeniden yapılandırılması söz konusu olduğunda, yabancı işçilere ihtiyaç
duyuldu. Türkler Almanya’ya bu çerçevede gittiler. Herhalde bazı
koşullar vardı. O koşulları da kabul ederek gittiler. Yani orası
Türklerin kendi vatanları değil. Kürtlerse binlerce yıldır, kendi
vatanlarında Mezopotamya’da, Kürdistan’da kalıyorlar. Oğuz boylarının,
İran’a, Kürdistan’a, Irak’a, Anadolu’ya akınlarının başlaması 11.
yüzyıldır. Van Gölü- Urmiye Gölü arasında, Zağroslar’da, Kuzey
Mezopotamya’da, ise, M.Ö. 2000’lerden itibaren kayıtlar var. Hurriler,
Mittaniler, Subariler, Kassitler, Gutiler, Medler, Karduklar…
1960’larda,
yabancı işgücü olarak Almanya’ya giden Türklerle, binlerce yıldır kendi
toprakları üzerinde oturan Kürtlerin durumu arasında çok büyük farklar
olduğu açıktır.
Ama
Almanya’daki Türkler için, Türk lisesi, Türk üniversitesi isteyen
Başbakan’ın, Kürtlerin doğal haklarından mahrum bırakılmasında ısrarlı
olması tarihsel ve toplumsal yaşamda görülen çok büyük bir çarpıklıktır.
Almanya’da Türklerin asimilasyonuna karşı çıkan Başbakan’ın, bunu
insanlık suçu olarak değerlendiren Başbakan’ın, Kürtlerin Türklüğe
asimilasyonunda diretmesi, insanlık suçu işlemesi kendi kendini çürüten
bir düşünce ve eylemdir. Kaldı ki Almanya’da, Türkler de ana dilde
eğitim yapabilmektedir. Belirli bir bölgede, 20 öğrenciyi toparlayabilen
veliler, okulda, kendi çocukları için kendi dillerine eğitim
yapılmasını sağlayabiliyorlar. Bu, Almanya’da bütün yabancı işçiler
için, bütün etniler için sağlanan bir hak… Türkler de, Kürtler de
Almanya’da ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bu tür haklardan
yararlanabiliyor.
1985-1988
yılları arasında, Bulgaristan’da, oradaki Türklerin isimlerini, Bulgar
isimleriyle değiştiren bir kampanya vardı. Bu kampanyayı devlet
yönetiyordu. Bu kampanya, Türkiye’de, devlet ve hükümet tarafından, çok
büyük tepkilerle protesto edildi. TBMM, yargı organları, yüksek yargının
bütün bölümleri, Üniversiteler, siyasal partiler, sendikalar, iş
adamları, spor kurumları, din kurumları, sivil toplumun bütün örgütleri…
Bulgaristan’daki bu süreci, emperyalizm, sömürgecilik, faşizm, çağ
dışılık… gibi kavramlarla eleştirdiler. O günkü Bulgaristan hükümetini,
Bulgaristan Komünist Partisi’ni, suçladılar. Bulgaristan bu politikayı
çoktan bıraktı. Türkiye’den gelen tepkilerden ve uluslararası
baskılardan dolayı 1988 sonlarında bıraktı. Ama Türkiye’de, Kürt
çocuklara, Kürtçe isimler verilmesinde hala sorunlar var. İçlerine, W,
Q, X harfi olan isimleri nüfus müdürlükleri kabul etmiyor. “Bu harfler
Türk alfabesinde yok” diyor. Türk alfabesinde bu harfler olmayabilir,
ama Kürt alfabesinde var.
Halbuki
Bulgaristan’daki Türklerin konumlarıyla Kürtlerin konumları
birbirlerinden çok çok farklı. Osmanlı 1360’larda Bulgaristan’ı işgal
etmiş, Anadolu’dan bir kısım Türk ve Müslüman nüfusu da oraya
göndermişti. Türklerin orada oluşu böyle bir işgalle bağlantılıdır.
Kürtler
ise, yukarıda da belirttiğim gibi, binlerce yıldır kendi anayurtlarında
oturuyor. Türklerin Anadolu’ya akınlarından binlerce yıl öncesinden
beri, Kürtler, kendi anayurtlarında Kürdistan’da oturuyor. Bütün bunlar,
Kürtlere ve Kürtçe’ye karşı geliştirilen devlet politikalarının
toplumsal bakımdan hiçbir meşruiyete dayanmadığını açıkça gösteriyor.
Devletin
Kürt politikalarının Güney Afrika’daki Apartheid politikasıyla,
Bulgaristan’daki isim değiştirme kampanyalarıyla, Almanya’nın Türk
işçileri politikasıyla karşılaştırılması bilgilerimizi çoğaltacaktır.
Türk-İslam Sentezi
İttihat
ve Terakki Fırkası’nın, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk unsuru etrafında
yeniden organize etme gibi bir düşüncesi ve bu düşünce etrafında
oluşturulmuş planları vardı. Bu planların uygulanmasında, Ermeniler,
Rumlar, Süryaniler, Kürtler, Kızılbaşlar (Aleviler) Ezidiler… önemli
pürüzler olarak belirdi.
Bu
planlar çerçevesinde, Rumların sürgünü, Ermeni, Asuri-Süryani, Ezidi
nüfusunun soykırımla çürütülmesi, Ermenilerden ve Rumlardan kalan
taşınmaz malların Müslüman Türk eşrafın denetimine verilmesi yani
sermayenin Türkleştirilmesi süreçleri yaşandı. Birinci Dünya Savaşı
başlar başlamaz yaşanan Rum-Pontus sürgünleri, Cumhuriyetin ilk
yıllarında mübadele ile devam etti. Ermeni nüfus ise, savaşın ilk
yılında, 1915’de soykırımla çürütüldü. Asuri-Süryaniler ve Ezidiler de
benzer bir akıbetle karşılaştı.
Geriye
kalan iki pürüz, Kürtlerin Türklüğe ve Kızılbaşların (Alevilerin)
Müslümanlığa asimilasyonu, Cumhuriyet’in sistematik olarak yürüttüğü bir
politikadır.
Yahudilere
karşı 1934’de, Hıristiyanlara karşı, 1942-43 deki Varlık Vergisi
uygulamasıyla, 6-7 Eylül’le (1955) sürgünlerden geriye kalanlar
üzerinde, sermayenin Türkleştirilmesine devam edildi. 1964’de bütün bu
operasyonlardan sonra da geriye kalanların sürgünü gerçekleştirildi.
Kürtlere
karşı Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren yoğun bir asimilasyon
politikası uygulandı. Sürgünler, mecburi iskân uygulamaları,
asimilasyona zemin hazırlayan olgusal süreçlerdir. Kürtlerin
asimilasyonu sürecinde, Batı Ermenistan’ın bazı bölgelerinde,
Ermenilerden kalan taşınmaz malların, bazı Kürt ağalarının yağmalamasına
göz yumulduğu da biliniyor. Bu süreç, bu ilişkiler, Kürtleri denetim
altında tutmanın bir yolu olarak da değerlendirilebilir.
Bütün
bu operasyonlara rağmen Kürtlerin asimilasyonu, devletin planladığı ve
istediği gibi gerçekleşmemiştir. 49’lar, 23’ler davaları, her türlü
baskı ve şiddete rağmen, Kürtlerde, milli hareketin filizlenmeye
başladığını, yeşermeye başladığını göstermektedir. Türkiye Kürdistan
Demokrat Partisi’nin kuruluşu, (1965) Doğu Mitingleri, (1967), Devrimci
Doğu Kültür Ocakları’nın kuruluşu (1969) milli hareketin yoğunlaşarak
sürdüğünü göstermektedir. 1971’de, 12 Mart rejiminde, Diyarbakır’da,
sıkıyönetim askeri mahkemesinde gerçekleşen “Doğu Duruşmaları” ise, Kürt
milli hareketinde çok önemli bir dönüm noktası, önemli bir sıçrama
oluşturmaktadır. 1970’lerin sonlarında, PKK’nin kurulması, PKK’nin
düşüncesi ve eylemi süreci yoğunlaştırmış, yaygınlaştırmış ve
derinleştirmiştir.
İşte,
Aydınlar Ocağı’nın kurulması, Türk-İslam Sentezi’nin oluşturulmaya
başlanması, tam de bu yıllara rastlamaktadır. 1960’ların sonları,
1970’lerin başları…
Türk-İslam
Sentezi, İttihat ve Terakki’den beri, Türk unsuru etrafında organize
edilmeye çalışılan, devlet anlayışının Kürtler için uygulanan bir
biçimidir. Kemalist düşünce ve eylemin Kürtler için uygulama alanına
sokulması, 1970’lerde, Türk-İslam Sentezi’ni getirmiştir. Bu, İslam’a
ağırlık veren, Türklük anlayışını İslami bir söylemle Kürtlere götürmeye
çalışan bir fikir hareketidir. Türk-İslam Sentezi anlayışı İslam’ı,
Türklüğü güçlendiren temel bir unsur olarak değerlendirmektedir.
Devletin geliştirmeye çalıştığı dinsel akımlarla laik Kemalist akımlar
arasında, Kürtlerin asimilasyonu konusunda ciddi bir fark yoktur.
Bu
yazının başında, Fikri Sağlar’ın, Kültür Bakanı olarak yaptığı
açıklamaları dile getirmiştik. O açıklamaların içeriğini de Türk-İslam
Sentezi anlayışı çerçevesinde değerlendirmek gerekir.
Türk-İslam
Sentezi anlayışı çerçevesinde çalışanlar, Türklük konusunda, İslam
konusunda, her türlü konuda, “ilmi araştırma”, “ilmi çalışma” “ilmi
düşünce” gibi kavramları sık sık kullanmaktadırlar. Bilimin temel
ilkesi, özgür düşüncedir, özgür eleştiridir. Türk siyasal sisteminde,
Türk siyasal rejimindeyse düşün yasaklarının çok önemli bir yeri vardır.
Düşün yasaklarını kurumlaştıran resmi ideoloji, Türk siyasal sistemin
en önemli kurumudur. Aydınlar Ocağı’nı kuranlar arasında, Türk-İslam
Sentezi anlayışını oluşturanlar arsında 30’dan fazla profesör vardır.
Aydınlar Ocağı Başkanı, Prof. Dr. Süleyman Yalçın, 1-6 Şubat 1988
tarihleri arasında, Tercüman Gazetesi’nde yayımladığı “Aydınlar Ocağı ve
Türk-İslam Sentezi” başlıklı yazısında, Aydınlar Ocağı kurucularının 56
kişi olduğunu belirtmektedir. 56 kişinin 31’i profesördür.
Bu
profesörler, sık sık “ilmi çalışma”, “ilim anlayış”, “ilmi araştırma
gereği” gibi kavramları kullanmaktadırlar. Buna rağmen bu profesörlerin
düşün yasaklarından hiç şikâyetçi olmamaları hatta düşün yasaklarını
kararlı bir şekilde desteklemeleri dikkate değer bir konudur. Aydınlar
Ocağı’nın kuruluş döneminde, yani 1970’lerin başlarında, Kürt varlığını,
Kürtçeyi inkâr ettikleri, Kürtleri Türk saydıkları bilinmektedir. Bu
konuda, Prof. Dr. Süleyman Yalçın, yukarıda belirtilen yazısında şöyle
demektedir. “… Bu topraklarda 9 asırlık tarih, vatan ve inanç
beraberliği, etnik olarak kendini Türk saymayan, insanlarda da en ufak,
ve sun’i ayrımlara yer bırakmayan, bir milli şuurun oluşması ile, onları
birleştirmektedir. (5 Şubat tarihli nüsha) Bu, Kürt şehirlerinde
komando zulmünün devam ettiği bir dönemde yapılan bir değerlendirme
oluyor. Tabii olarak Kürtleri Türk sayınca, fiili olarak da Türk yapmaya
çalışmak, bunun için de ikna, baskı-zor, her türlü yöntemin
kullanılması kaçınılmaz oluyor.
20
Ekim 2010 tarihli Milliyet Gazetesi’nde, “İçişleri Bakanı, partinin
Kürt sorunu formülünü anlattı” başlıklı bir haber var. Formül, Kürt
bölgelerinde ve Kürtlerin yaşadığı Alanlarda, İmam-Hatip Okulları’nı ve
Kur’an Kursları’nı artırmak…
Hükümet,
AKP, Kürt sorununa, kendinden önceki hükümetler gibi yaklaşarak,
Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını reddederek hiçbir yere
varamaz. Kürtleri artık, dinsel akımları geliştirerek, güçlendirerek,
bölgede İmam-Hatip Okulları’nı, Kur’an Kursları’nı yaygınlaştırarak
kontrol etmek mümkün değildir.
Öte yandan, “şu olmayacak, bu olmayacak…” diye açılım başlatmak da anlamlı değildir. Neyi yapabileceksen onu söylemen gerekir.
Dünyanın En Irkçı Devleti…?
Bir
zamanlar Güney Afrika’ya, “dünyanın en ırkçı devleti” denirdi. Güney
Afrika’daki Apartheid uygulamasının içeriği şuydu. Beyaz yönetim
yerlilere şöyle söylüyordu: “Senin derin kara, sen bana benzemiyorsun,
benim dışımdaki alanlarda yaşa. Senin mahallelerin, okulların,
hastanelerin, otellerin, parkların, eğlence yerlerin, plajların vs. ayrı
olsun.” Bu anlayış çerçevesinde yerliler, Bantustan denen, dikenli
tellerle çevrili çok geniş alanlarda yaşıyorlardı. Ama özerklikler
vardı. Kendi kurumlarıyla yaşıyorlardı. Kendi kendilerin yönetiyorlardı,
kendilerini yaşıyorlardı. Su, elektrik, kanalizasyon gibi temel alt
yapı hizmetleri çok olumsuzdu. Ama böyle maddi olumsuzluklar içinde
kendilerini yaşıyorlardı.
Türkiye’deyse,
Kürtlere, “Sen Türklerle birlikte yaşayacaksın. Ama Türk gibi olarak
yaşayacaksın, Türk olacaksın, başka şansın yok…” deniyor. Görüldüğü
gibi, Kürt kendini yaşayamıyor, kendi kendini yönetemiyor, Türk’ü
yaşıyor. Kişi olarak bunu çok daha ağır bir ırkçılık olduğunu
düşünüyorum. “Sen bana benzemiyorsun, benim dışımda ayrı yerlerde yaşa”
ırkçılığına göre, “Sen benimle birlikte yaşayacaksın, ama benim gibi
olacaksın. Başka şansın yok…” ırkçılığı çok daha ağır, ezici bir
ırkçılıktır.
Güney
Afrika’da Apartheid rejimi 1990’ların başlarında sona erdi. Apartheid
döneminin son başkanı yani Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı,
Frederik de Klerk’di. 1989-1994 yılları arasında devlet başkanlığı
yaptı. Nelson Mandela 1994 de Cumhurbaşkanı seçilince, de Klerk de
cumhurbaşkanı yardımcısı oldu. Cumhurbaşkanı Nelson Mandela’nın
yardımcılarından biriydi. Nelson Mandela’yı 27 yıl cezaevinde tutmuş
beyaz yönetimin son devlet başkanının, 1994 den sonra, Nelson
Mandela’nın yardımcılarından biri olması, “dünyanın en ırkçı rejimi”
diye tabir edilen rejimdeki esnekliği de göstermektedir. Türkiye’deyse,
Kürtlerin temel hakları, hala, “tek millet, tek dil, … denerek inkar
edilmektedir.
1985-1988
yılları arasında, Bulgaristan’da, ırkçı, sömürgeci, emperyalist,
faşist, çağdışı gibi kavramlarla eleştirilirdi. Bulgaristan isim
değiştirme olayını üç yıldan fazla sürdüremedi. Şimdi, Türklerin kurduğu
Hak ve Özgürlükler Partisi hükümet üyesi. Bulgaristan Avrupa Birliği
üyesi…
Özgürlükler sorunu: Türban ve diğerleri
Başbakan
Recep Tayip Erdoğan, 16-17 Ekim 2010 günlerinde, partisini
Kızılcahamam’da gerçekleştirdiği toplantısının açış konuşmasında şöyle
diyor: “Hiç kimse başka bir etnik ve inanç grubunu dışlama, hak ve
hukukundan mahrum etme yetkisini kendisinde göremez.”
Başbakan’ın
ifade etmediği ikinci cümle herhalde şöyledir: Biz hariç. Yani Türk ve
Hanefi Müslümanlar, kimselerin yapamadığını yapabilir. Fiili durum da
budur. Türk ve Hanefi Müslümanlar, başka bir etnik ve inanç grubunu,
dışlama, hak ve hukukundan mahrum bırakma yetkisini kendinde
görebiliyor..
Türk
ve Hanefi Müslümanların siyaset anlayışında böyle bir çifte standart
var. Ve bu çifte standart kurumlaşmış. Gazeteci-yazar Metin Münir, 20
Ekim 2010 tarihli Milliyet Gazetesi’nde, yayımlanan “Özgürlük ve
İkiyüzlülük” başlıklı yazısında bunun, İmam-Azam Ebu Hanife’nin
(699-767) geliştirdiği fıkıhla ilgili olduğunu yazıyor. Başbakan’ın,
Kürtçe anadil ile eğitim konusundaki tutumu böyledir. Kürt sorununu
bundan çok daha ileri bir sorun olduğu açıktır. Devlet Bakanı Faruk
Çelik’in, Alevilerin dile getirdiği, din derslerinin, mecburi olmaktan
çıkarılması talebine verdiği olumsuz yanıt, yine bununla ilgilidir.
Kaldı ki Alevilik de, mecburi din derslerin daha geniş bir sorundur.
AKP,
hükümet, türbana özgürlük sorunu olarak bakıyor. Üniversitede, kamu
alanı dışında veya kamu alanında, eğitimin her kademesinde, türbanın
serbest bırakılası gerekir gibi bir anlayışı var. Ama Kürtlerin,
Alevilerin, Ezidilerin özgürlük sorunlarını, Rumların, Ermenilerin,
Yahudilerin inanç sorunlarını görmezlikten, bilmezlikten geliyor. AKP,
Hükümet, kendisinden önceki hükümetler gibi davranarak, Türk
milliyetçiliğinin duygu ve düşüncelerini kollayarak ne PKK’yi
geriletebilir, ne de Kürt sorununa çözüm getirebilir. Geçen 2009
yılında, Kürt açılımı sözleri ortaya atılınca bir umut yaratılmıştı.
Hükümetin, AKP’nin, Başbakan’ın çifte standartlı tutumundan dolayı, o
umudun sönmeye yüz tuttuğu anlaşılıyor. Bu bakımdan AKP’nin düşüncesini,
eylemini somut olgulara, olgusal ilişkilere dayanarak izlemek gerekir.
Cemal Özçelik haklıdır. (www.kurdinfo.com Aydın sorumluluğu ve sorumlu aydın, 12.10. 2010) Dr. Ali Gün de haklıdır. (www.nasname.com Beşikçi’nin Asimilasyon yazısı üzerine, (13.10.2010) yapılan yorum, (19.10.2010)
Umudun
doğduğu sırada, ifade özgürlüğünün genişletilmesi gibi, bir söylem de
vardı. Bugün televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde, Kürt sorununu
tartışılması, sivil toplu örgütlerinin paneller, konferanslar
düzenlemesi, iyi bir gelişme. Bugün cezaevlerinde 40’a yakın gazeteci
var. Bu ifade özgürlüğünün hâlâ yaşama geçmediğini gösteriyor. Ama
Kürtler, Kürt sorunu konusundaki tartışmaların sürmesi de önemli.
“Açılım” hiçbir şey getirmedi demek, bu bakımdan doğru değil.
Asimilasyona Kitlesel Direnç
Hükümetin,
devletin, Kürt sorunun çözümsüz bırakmada şöyle bir niyeti, amacı
olabilir: Zaman nasıl olsa benim lehime çalışıyor. Zaman ilerledikçe
asimilasyon daha da yoğunlaşabilir, yaygınlaşabilir. Bunun için çözüm
konusunda çalışmamız gerekli değil. Oyalama yapmak en iyisi…
Bu
anlayış, bu beklenti yanlıştır. Bu, sorunun daha da büyümesinden başka
bir sonuç getirmez. Barış ve Demokrasi Partisi’nin bu konuda bir direniş
içinde olması, büyük Kürt kitlelerin bu direniş çerçevesinde yer
alması, KCK davasında Kürtçe savunma ısrarları dikkate değer bir
süreçtir.
Kürt
aydınları, geçmişte, tavırlarıyla, davranışlarıyla asimilasyona hizmet
etmiş olabilirler. Ama şu aşamadan sonra, asimilasyona direncin, Küt
toplumunun çeşitli kesimlerinde yoğunlaşarak süreceği de çok açıktır. Bu
bakımdan, hükümetin, AKP’nin, Kürt toplumundaki bu gelişimi iyi
izlemesi gerekir.
24.10.2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder