BEHDİNAN - KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan, AKP ve Fethullahçılığın ABD’nin bir dayatması olduğunu kaydederek, “ABD’nin siyasi İslam projesinin ideolojik ayağı Fettullah Gülen, siyasi ayağı Tayyip Erdoğan’dır. Bu kadar birbiriyle ortaklar, bütünler” dedi. Kalkan TRT 6 için de “Bir kilo kömür, bir kilo makarna gibidir; bugün verilir, amaçlanan alınabildiği kadar alınır, yarın ortadan kalkar” diye kaydetti.
Kalkan’ın ANF’ye verdiği mülakatın ikinci bölümü…
- TRT6, Kürtçe dili üzerindeki yasakların hafifletilmesi bu planın bir parçası mı?
Bu TRT6 denen ya da halkın deyimiyle TRT Cahş olarak tanımlanan olaya ilişkin görüşlerimizi daha öncede belirtmiştik. Kamuoyu da epeyce tartıştı. Kürt toplumu, aydınları, sanatçıları duyarlılığını ortaya koydu. Bu bakımdan çok anlaşılmayan bir durum söz konusu değildir. Bir kere, böyle bir televizyon kanalını gündeme getirenlerin kendi içlerinde yaşadıkları ciddi çelişkiler söz konusudur. Bunu herkes ortaya koyuyor. Öyle Kürtçede bir serbestlik söz konusu değildir. Kürtçe konuşmak halen yasak; cezaevlerinde de, seçim meydanlarında da, tebrik mesajlarında da yasak, her yerde yasak. Kürt alfabesi yasaktır. Bilinen harfler halen yasaktır. Kürtçeye ilişkin her hangi bir hukuki-yasal değişiklik söz konusu değildir. Fakat devlet televizyonu, devlet basın-yayın organı TRT bir kanal açmış, Kürtçe türkü söyletiyor, konuşturuyor. Kürtçe yapıyorum demiyorlar aslında. Yazılı kayıtlarda Kürtçe de yok. Örneğin TRT6’ya Kürtçe kanal denilmiyor. Türkçe dışındaki dillerde yayın yapan kanal deniliyor. Demek ki yasal-hukuki hiçbir şeyi yok. Şu anda TRT6’yı kapatsan, yani açılması ile kapatılması arasında bir fark olmaz. Her hangi bir yasal mevzuat söz konusu değildir. Sadece fiili bir durum söz konusudur. Bazı kişiler Kürtçe konuşmuşlardır, devlet onları istediği cezalandırabilir. Bu konuda başbakandan tutalım birçok çevre mevcut yasalara göre suç işlemiş durumdalar. Şimdi iktidar ellerinde, bir ceza görmüyorlarsa, bu hep böyle olmaya bilir. Yarın iktidar değişirse, daha faşist gerici, mevcut iktidarı yargılayan bir iktidar iş başına gelirse o zaman bu durumları suç sayarak tayip Erdoğan’dan başlamak üzere birçok çevreyi yargılayabilir. Yani ne Kürt sorununun çözümüne ilişkin, ne de Kürt dilinin kullanımına, serbestisine ilişkin herhangi bir değişiklik, yasal mevzuatta düzenleme söz konusu değil. Ortada, çok fiili bir durum var. Yasalardan öte, yasadışı bir durum söz konusu aslında. Gerçekleşen budur, dolayısıyla bunun öyle Kürtçeyi, Kürt dilini geliştirecek bir şeyi söz konusu değil.
TRT 6 ÖZEL SAVAŞ ARACI
Diğer yandan, böyle bir organizasyon, örgütlenme televizyon kanalı oluşturup işletme, Kürt aydınlarıyla, Kürt sanatçılarıyla, Kürt toplumuyla birlikte olmuyor. Tepeden, AKP denen bir partinin kendi istem ve çıkarları doğrultusunda ve kendi kararıyla kuruluyor ve işletiliyor. Bazı işbirlikçileri, ajanları var, onlar toplanmış bu işi yürütüyorlar. Bunun için de dilin gelişmesiyle bir alakası yoktur. Çünkü dil toplumla ilişkilidir. Toplumdan kopuk dil olur mu, dilin gelişimi olur mu? Kürt toplumundan kopuk Kürtçenin geliştirilmesi söz konusu olabilir mi? Bu bakımdan da hafifletme, Kürtçenin gelişimine hizmet gibi bir durum kesinlikle söz konusu değildir. Peki, bütün bunlara rağmen neden bu durum ortaya çıkıyor? Ciddi bir zorlama var. Besbelli ki inkâr ve imha sistemi PKK önderliğinde gelişen Kürt Özgürlük Mücadelesi tarafından ciddi bir biçimde zorlanıyor; teşhir edilmiş, deşifre edilmiş, bir soykırım rejimi olduğu ortaya konmuş, bir de gerillanın ve halkın direnişiyle bu inkârcı-sömürgeci ağır darbeler yemiş. Ne yapıyorsa Kürt özgürlük hareketini, Kürt direnişini ezemiyor, bastıramıyor; tam tersine özgürlük mücadelesi, direniş mücadelesi daha çok büyüyor, örgütleniyor ve daha fazla Kürt sorununun çözümünü dayatıyor. Şu an gelinen nokta, 2008 yılı sonu itibariyle inkâr ve imha sisteminin iflası en ileri düzeydedir. Kürt sorunun siyasi çözüm dayatması en ileri düzeydedir. Bundan sıkışan rejim çeşitli hilelere başvuruyor. Özel savaşı derinleştirmek istiyor ve TRT 6 bir özel savaş aracı olarak ortaya çıkıyor. Yapılan bir özel savaştır, psikolojik savaştır. Televizyon kanalı bir özel savaş aracıdır. Başka hiçbir şey değildir. Niye bunu bir televizyon kanalı açacak kadar ileri götürüyorlar? Çünkü inkâr ve imha sistemi PKK’nin yürüttüğü özgürlük mücadelesi tarafından bu denli zorlanıyor. Artık başka yolla PKK’yi, onun özgürlük mücadelesini engellemesi Türkiye yönetiminin, AKP iktidarının mümkün olmuyor. Bu kadar sıkışmış, zorlanmış durumda. Bu açık bir durum. Bu bakımdan da tabi karşımızda bir özel savaş uygulaması var ve özel savaşın bu kadar derinleştirilmesini zorlayan, özel savaş yönetimini bütün hilelere başvurmaya yönlendiren bir dayatma var. Kürt özgürlük mücadelesinin gelişimi ve Kürt sorununun çözümünün dayatması söz konusu. Bunu görmemiz anlamamız önemli.
YASAL MEVZUATI YOK, DÖNEMSEL BİR ARAÇ
Şimdi daha somut olarak da, aslında TRT6, kalıcı bir kanal, hukuki bir çalışma değil. Hiçbir yasal mevzuatı yok. Dönemsel bir araç. 2008 sonunda ve 2009 başında ABD ile AKP politikalarının ihtiyaç duyduğu ve o ihtiyacı karşılamak üzere oluşturulan bir araç. Demin ifade ettik önceki soruda. ABD politikaları PKK’nin etkisizleştirilmesini, dolayısıyla sistem içine entegre edilmesini, Kürtlerin ABD politikalarına hizmet eder hale getirilmesi önünde engel olmaktan çıkartılması gerekiyor. Bunu ABD 2007 ve 2008 yılında şiddetle gerçekleştirmek istedi, bu sonucu Türkiye'yi PKK üzerine saldırtarak elde etmek istedi, başaramadı. Şimdi daha yumuşak yöntemlerle, özel savaş yöntemleriyle bunu yapmak istiyor. Onun için de PKK’nin dayandığı bazı argümanların elinden alınması gerekiyor. Örneğin, Kürt sanatının, Kürtçe konuşmanın, Kürt müziğine dayanmanın elinden alınması lazım. Bunları PKK radyolarla, televizyonlarla, basınla yapıyor, halktan destek alıyor bu yönlü. PKK bu tür araçlarla halktan destek alıyorsa, bizde benzer dili kullanan araçlar ortaya çıkartarak PKK’nin desteğini azaltabiliriz, en azından PKK’ye verilen desteği bölüp zayıflatabiliriz, hesabı yapılıyor. ABD’nin PKK’ye karşı yürüttüğü savaşın araçlarından bir tanesindir TRT 6. Öyle Kürt televizyonu olmasıyla, Kürtçeyi geliştirmekle her hangi bir ilgisi yok. Benzer biçimde AKP politikalarına da hizmet ediyor. AKP politikalarına hizmet ne çerçevededir; 29 Mart yerel seçimlerini kazanma çerçevesindedir. AKP Kürdistan’da teşhir oldu. Özellikle “ya sev ya terk et” yaklaşımıyla Tayyip Erdoğan Kürt toplumundan büyük tepki topladı. Hakkâri’de, Van’da, Amed’de adeta kovuldu, şehirlere giremez oldu. Bunun karşısında çok daha sert, faşist-şoven-milliyetçi söyleme başvurmaya yöneldi, bu da kendi partisi içinde de rahatsızlık yarattı. Nitekim başta Mir Dengir Fırat olmak üzere bazıları görevden alındı, geri plana düşürüldüler. Abdulkadir aksu gibi şiddet yanlısı, özel savaş elemanı olanlar öne çıkartıldılar. Bir yandan Abdulkadir Aksu gibilerin eliyle şiddeti tırmandırmaya yönelirken, diğer yandan da halkı aldatmak ve 29 Mart yerel seçimlerinde destek almak üzere TRT6 gibi, kürdoloji bölümlerinin kurulması gibi yöntemlere başvuruyorlar.
TRT 6 BİR KİLO KÖMÜR, BİR KİLO MAKARNA GİBİDİR
Bunları hiçbir yasal dayanağı yok, tamamen seçim oyunudurlar, seçim aracı oluyorlar. Nasıl ki kömür ve makarna halka dağıtılıyorsa, TRT6 da bir kilo kömür, bir kilo makarna gibidir; bugün verilir, amaçlanan alınabildiği kadar alınır, yarın ortadan kalkar. Kısaca bu bir seçim oyunudur. TRT 6 bir seçim aracı, 29 Mart yerel seçimlerini kazanmaya dönük bir girişimdir. Seçimlerinden sonra ortadan kalkacaktır. Beni bunu şimdi net söyleyebilirim: TRT6 29 Mart’a kadar var olacak, ondan sonra ürünü tamamlayacak, görülecek ki ömrü bitmiş, ortadan kalkmış bir durumu yaşayacak. Bununla amaçlanandan ne kadar sonuç alınır, ne kadar alınmaz ayrı bir mesele; fakat alınsa da, alınmasa da ömrü bitecektir. Çünkü bir seçim aracı olarak ortaya çıkmıştır. ABD ile AKP’nin politikaları içinde bulunduğumuz haftalarda, aylarda bu biçimde örtüşmüş, bir TRT 6 kurulmasını gerekli kılmış, fiilen onu açmış durumdalar. Yarın bu politikalar değişti mi, TRT 6’yı gerektiren politik zemin ortadan kalkar, dolayısıyla TRT 6’da yok olur gider. Nitekim şimdiye kadar böyle birçok özel savaş aracı gündeme getirildi, ileri sürüldü, onlara rol oynatılmaya çalışıldı; fakat hepsi ortadan kalktı. Defalarca pişmanlık kanunu çıkartıldı, eve dönüş kanunları çıkartıldı, Kürdistan'a dönük teşvik planları ortaya kondu, yatırım yapacağın denildi. 1992’de Doğan Güreş’te çocukları Kürtçe çağırıyordu, Demirel’de demişti “Kürt realitesini tanıyoruz” diye. Ama bütün bunların hepsi Kürt halkı üzerindeki topyekûn savaşı daha fazla arttırmak, daha ezici bir biçimde uygulamak için kullanılan aldatma araçlarından başka bir şey olmadığı sonrasında görüldü. TRT 6’nın da benzer bir özel savaş yaklaşımı olmaktan öteye hiçbir değeri yoktur. Hiç kimse başka bir şey görmemeli, aramamalı, dolayısıyla da bu özel savaş yöntemine karşı çıkmalıdır. Bu anlamda halkın tutumu iyi olmuştur, Kürt sanatçıların tutumu takdire şayandır. Gerçekten yurtsever demokrat bir tutum göstermişlerdir. Bunda daha fazlada derinleşmek gerekiyor. Birkaç kişi bu oyunun aleti olmuş. Kendileri de zaten onun içerisinde kişiliklerini kaybetmiş vaziyettedir onlar. Onlara itibar etmemek gerekiyor. Yarın kullanılıp atılacaklar bu özel savaş yönetimi tarafından. Başka sonları yoktur. Ama genelde halkın ve Kürt sanatçılarının, aydınlarının TRT 6’ya karşı gösterdikleri yurtsever-demokratik tutum doğrudur, yerindedir, iyi olmuştur, daha da derinleştirilerek sürdürülmesinde yarar vardır.
AKP’NİN İSLAMI ABD MENŞELİDİR
- Türk basınında özellikle de Gülen Cemaatine ait olduğu belirtilen basında yoğun bir anti propaganda yürütülüyor. Gülen hareketi, dolayısıyla Kürdistan’a İslam adı altında dayatılan nedir?
Kürdistan’a İslam adı altında dayatılanın da bir özel savaş pratiği olduğu kesindir. Nasıl ki, Kürt dili üzerinden TRT6 kanalı dayatılmak isteniyorsa, Fethullahçılığın geliştirdiği araçların rolü de benzerdir. Hem Kürt toplumun dili, hem dini ile oynanmak isteniyor. Hem de bu dindarlık adına, sözde Müslümanlık adına yapılmaya çalışılıyor, Kürt milliyetçiliği adına yapılmaya çalışılıyor. Dikkat edilirse dil üzerindeki yaklaşımlar Kürt milliyetçiliği adına geliştirilmeye çalışılıyor. Din noktasında geliştirilenlerde dindarlık adına yapılmaya çalışılıyor. Kürt toplumunun iki temel unsuruyla oynanmak ve bozulmak isteniyor. Dili ve dini ile. Bunlar güya toplumun zayıf noktaları olarak görülüyor. Ya da bunlarla oynandığı ölçüde toplumun zayıflatılabileceği, bir ulusal topluluk olmaktan çıkarılabileceği hesaplanıyor. Fetullahçılık böyle bir olaydır. AKP’nin kendiside böyledir. Ilımlı İslam ya da siyasi İslam denilen olgu aslında bir oyundan, yeni bir özel savaş sistemi yaratmaktan başka bir şey değil. ABD geçmişten bu yana yeşil kuşak projesiyle bunu geliştirmeye çalıştı. Çeşitli İslami güçlerle yürüttüğü çatışmada da ılımlı İslam'ı güya kendini etkili kılma modeli olarak öngördü. Bu anlamda AKP’nin İslam'ı yerel değildir, bırakalım Kürdistan'ı, Kürt toplumunu, Türkiye toplumunun içinden çıkmış bir İslam da değildir. Yabancıdır, sahtedir, dış kaynaklıdır, ABD menşelidir. ABD, sözüm ona İslam'da devrim yapmaya çalışıyor, reform yapmak istiyor. İslam dinini değiştirmeye, reforme etmeye, katı dogmatizmini ortadan kaldırmaya çalışıyor. Fakat gerçek öyle değildir. Bu görünüm altında yapılan şey; aslında ABD’nin çıkarlarına hizmet eden bir siyasi yapılanma, din maskesi altında başta Türkiye olmak üzere tüm Ortadoğu'ya dayatılmaya çalışılıyor. ABD’nin siyasi İslam'la, ılımlı İslam'la, AKP modeliyle yapmak istediği budur. Bu anlamda AKP bir dış dayatmadır, ABD dayatmasıdır. Dıştan Türkiye ve Ortadoğu toplumlarına bir siyaset dayatması anlamına geliyor. AKP’de böyledir, Fethullahçılıkta böyledir. Fetullah gülen ABD’de yaşıyor. Bir tutuklu gibidir. ABD’nin isteğine göre vaaz veriyor, dincilik yapıyor. Onun Müslümanlığı ABD siyasetine hizmettir. Nereden alıyor bu kadar parayı, her yere okullar açıyor, yurtlar kuruyor, bütün Ortadoğu'yu kuşatmış durumda, Rusya'ya kadar el atıyor, kolunu uzatıyor. Nereden geliyor bu değirmenin suyu, nereden bu kadar para geliyor. Hepsi de karşılıksız. Şimdi güney Kürdistan'da üniversite açıyorlar, yurt açıyorlar, okul kuruyorlar, ilkokuldan üniversiteye kadar, yurtlara kadar her şeyi yapıyorlar, burs veriyorlar. Gencecik insanları alıp kendi ideolojik siyasi eğilimleri doğrultusunda şekillendirmeye, yani beyinlerini yıkayarak kendi militanları haline getirmeye çalışıyorlar. Hiçbir karşılığı yoktur bunun. Peki, nereden geliyor bu kadar para? ABD’den, küresel sermayeden geliyor. Küresel sermayenin Ortadoğu'ya dönük yürüttüğü üçüncü dünya savaşının bir parçasıdır. İstanbul'daki konuşmasında ABD’nin eski başkanı Bush ne dedi, “ üçüncü dünya savaşı yüzde seksen ideolojiler savaşıdır” dedi. Yürüttüğü savaşın esas yanının ideolojik mücadele olduğunu söyledi. İşte ideolojik mücadele Fethulahçılıktır. Bunu televizyon aracılığıyla yapıyor, kapitalist modernitenin bütün ayartıcı yöntemlerini kullandığı gibi; sporu, seksi, sanatı en kötü bir biçimde kullandığı gibi, diğer yandan halkın manevi dünyasını, yani inançlarını, dinide kullanmaya çalışıyor. Bir ucu da Fethullahçılık oluyor. İşte yüzde yirmisi askeri saldırı, yüzde sekseni ideolojik saldırı olan ABD’nin Ortadoğu'ya dönük saldırısının en önemli ayaklarından birisi, ılımlı ya da siyasi İslam adı altında yürütülen saldırıdır. Fethullahçılık bu ideolojik saldırının en temel araçlarından birisi. AKP’de öyledir. Fettullah Gülen cemaati bunu yurtlarla, üniversiteyle, yani ideolojik mücadele alanın da yapıyor, AKP ise bunu siyaset alanında yapıyor. ABD’nin siyasi İslam projesinin ideolojik ayağı Fettullah Gülen, siyasi ayağı Tayyip Erdoğan’dır. Bu kadar birbiriyle ortaklar, bütünler.
AKP DE FETHULLAHÇILIK DA BİR DIŞ OYUNDUR
Biz geçen yıllarda Kürdistan'da da Hamas benzeri örgütler yaratılacağını, Kürt Haması'nın yolda olduğunu söylemiştik. Nitekim 2008 başında bu eğilim çok fazla vardı. Halen de bu tür arayışlar çoktur. Fakat şimdi AKP o tarz bir örgütlenmeyi bir bölünme ve zayıflama olarak gördüğü için ikinci plana attı, bizzat kendisi aynı rolü oynamak istiyor. Gücü birleştirerek, merkezi yapıdan aldığı güçle topyekûn saldırıyı Kürt toplumuna karşı yürütmek istiyor. Kendini Hamas’ın yerine koyuyor. Hem Kürt Hamasçılığı yapıyor, hem Türk Hamsçılığı. Bu bir oyundur. Nasıl Filistin'de oynandı, şimdi Hamas’ın ezilmesi adı altında Filistin halkı eziliyorsa, Türkiye ve Kürdistan'dan oynanan oyun aynıdır. AKP eliyle yaratılan budur, yarın AKP’nin ezilmesi adı altında Türk ve Kürt toplumlarının ezilmesi de gündeme getirilecektir. Bunun böyle bilinmesi gerekiyor. Şimdi ABD’nin kendisine karşıt olan siyasi eğilimleri ezmek için bir araç olarak kullandığı bu ılımlı İslam projesi ideolojik alanda Fethullahçılık, siyasi alanda Tayyip Erdoğancılık akımı rolünü oynadıktan sonra ABD politikalarının bunlara ihtiyacı kalmadığı bir dönemde artık bu seferde Türk ve Kürt toplumlarının ezilmesi gerekçesi yapılarak kullanılacaklardır. Bundan asla kuşku duymamak gerekiyor. Bu bakımdan AKP de, Fethullahçılıkta bir oyundur, dış güçlerin oyunudur. AKP, kongre bile yapmadan seçim kazandı, tek başına iktidara geldi. Nereden aldı bu gücü? Bu parayı nereden buldu, itibarı nereden buldu, bu kadar kendi etrafında gücü nasıl birleştirdi. Demek ki birileri “yürü ya kulum” dedi. Kim dedi, elbette ki ABD dedi. Bundan hiç kimsenin bir kuşkusu yok. CHP’de ABD operasyonu oldu, “Deniz Baykal operasyonu”, MHP’de ABD operasyonu oldu, Türkiye siyasetinde ABD operasyonu oldu ve Ecevit kolisyonu dağıtılarak AKP iş başına getirildi. Aslında 2002 büyük bir siyasi operasyona tekabül ediyor. CHP değiştirildi, MHP değiştirildi, denetlendi, Türk siyaseti de bir bütün olarak AKP eliyle denetleniyor. Siyasi alanda AKP denetlemesi, ideolojik-inançsal, manevi alanda da Fethullahçılıkla yürütülüyor, götürülüyor. Aynı denetim görevi ideolojik-manevi alanda Fettullah Gülen çizgisiyle yaratılmak isteniyor. Bu temelde Kürt toplumu, Kürt gençliği kendine yabancı, kendi çıkarlarına uygun düşmeyen bir anlayış ve düşünce sistemi içine çekilmek isteniyor. Ciddi bir oyundur bu, tehlikeli bir çabadır. İnsanlar doğruyu göremez, anlayamaz, kendi çıkarlarını bulamaz bir duruma düşürülüyorlar. Bu gerçeği görmek lazım. Buna karşı çok duyarlı, dikkatli olmak gerekli. Çünkü neredeyse 7-8 yaşındaki çocuklar alınıyor. Bütün gençliğe el atılıyor. Her yerde bu iş yapılıyor. Çünkü Fethullahçılığın giremediği yer yok. Sözde Türkiye'de bazı yönetimler karşı çıkmaya çalıştılar, fakat gördüler ki öyle yaparlarsa siyasi iktidarı kaybederler. Fethullah Gülen’den onay alamayan kimse Türkiye'de iktidara gelemiyor, başbakan olamıyor. Bu kadar güçlü, etkili hale getirilmiş durumda. Aynı şey şimdi Kürdistan'a da daha güçlü bir biçimde dayatılmaya çalışılıyor. Kürt toplumunun ulusal demokratik talepleri Fethullahçı çabayla tasfiye edilmek, gündemden çıkarılmak isteniyor. PKK’nin geliştirdiği ulusal demokratik bilinç ve mücadele şimdi Kürt sorununun çözümünü dayatıyor, buna karşı şiddet uyguluyorlar; askeri, siyasi şiddet uyguluyorlar, bu başarılı olmayınca Kürt sorununu ortadan kaldırmanın, Kürt ulusal demokratik bilincini ve örgütlülüğünü yok etmenin aracı olarak Fethullahçılığı yayıyorlar, sahte İslam'ı geliştiriyorlar. Kürt halkına yüzde yüz yabancı olan bir düşünceyi ortaya çıkartıyorlar. İslami kültürü yok ediyorlar. Herkes İslami kültüre bağlı. Önder APO’da “ biz kültürel İslam’a evet diyoruz” dedi. Kürt toplumu elbette kültürel İslam'a sahip çıkıyor, Müslüman’dır. PKK bu gerçeği, bu toplumsal duruşu görüyor ve bu toplumsal duruş üzerinde gelişme sağladı. Halkın dinine, inancına, maneviyatına saygılı, bağlı, ona karşıt, onu reddeder konumda değil; ama siyasi İslam ya da ılımlı İslam kültürel İlama karşı. Onun İslam'ı yaşamla, kültürle alakası yok, siyasi iktidarla alakalıdır. AKP iktidarını güçlendirmeyi hedefliyor, ABD sistemine hizmet etmeyi hedefliyor. Birde esas olarak PKK’nin ideolojik duruşunu, yani Kürt yurtseverliğini, demokratlığını ortadan kaldırmak istiyor. Kürt gençliğini, Kürt insanlarını, yurtsever ve demokrat zihniyetten, bilinçten, örgütlülükten uzaklaştırmak istiyor. Fethullahçılık bunun için kullanılıyor. Alternatif bir ideolojik proje olarak topluma dayatılarak Kürt halkının gençlerinin, yurtsever demokrat çizgide bilinçlenerek PKK etrafında örgütlenip, özgürlük mücadelesi yürütmekten alıkoyulması hedefleniyor. Bu da bir özel savaş yöntemidir. Hem de ağır, en tehlikeli bir biçimde Kürt toplumunu dayatılan bir özel savaş yönetimidir. Nitekim okullarıyla, basınıyla bunu yapıyor. Başka düşmanı yoktur. Fetullahçı basının, Fethullahçı okulların, Fethullahçı düşüncenin tek düşmanı PKK’dir. Kürt yurtseveridir, Kürt demokratlığıdır, Küt özgürlükçülüğüdür. Bunları kendisine baş düşman olarak biliyor ve bunlara karşı mücadele ediyor. Kim PKK’nin bu durumuna karşı, düşüncesine, inancına, yaşamanı karşı mücadele ediyor, inkâr ve imha sistemi, ABD ve AKP sistemi. Fetullahçılık bu siyasi sistemlerin Kürt toplumuna yöneltilen propaganda kolu oluyor. İdeolojik kolu oluyor. Bun bir de aydın örgütlenmesine dönüştürmek istiyor. Nitekim çeşitli toplantılar yapmaya çalışıyor. Abant toplantıları deniliyor. Güya Kürtler adına kararlar alıyorlar. Bazı ajanlar, işbirlikçi sözde kürdü bir araya getiriyorlar, PKK’yi reddeden, PKK’yi kınayan, PKK’ye küfür eden kararlar aldırtıyorlar. Bunu şimdiye kadar yaptılar. Geçen sene Amed’de yapmak istediler, Amed halkı kendi topraklarında böyle bir özel savaş oyunun oynanmasını reddetti, izin vermeyeceğini söyledi ve yapamadılar.
EL FETİH’İN BAŞINA GELENLER KDP VE YNK’NİN BAŞINA GETİRİLECEK
2009 yılında bakıyoruz ki Güney Kürdistan’da yapıyorlar. Kuzeyde ABD ve AKP eliyle, Fethullahçılık bu kadar geliştirilmişken, şimdi aynı güçlerin eliyle bu sefer Güney Kürdistan’da geliştirilmeye çalışılıyor. Fethullahçılık her yerdedir. Güney Kürdistan’da Üniversite açmış, meslek okulları açıyor, yurtları açıyor. Yatılı okulları açıyor. Şimdi Abant toplantısı Güney Kürdistan’da yapılmak isteniyor. Abant’ta PKK’ye kınama ve küfür etme doğrultusunda alınan kararlar 2009 yılında bu sefer Hewler ya da Süleymaniye’de alınmak isteniliyor. ABD ve AKP bunun arkasındadır, bu güçler bundan destek görüyorlar. Biz bunun anlıyoruz da, neden Güney Kürdistan yönetimi, KDP ve YNK bunlara bu kadar toleranslı yaklaşıyor, fırsat ve imkan veriyor bunu anlamak zordur. Bir yandan ABD’nin, diğer yanda AKP’nin baskısı buna yol açıyor olabilir. Fetullah Gülen’in paraları çekici gelebilir. Ama KDP ve YNK unutmasın ki, bu yolla Güney Kürdistan’da siyasi İslam örgütlendirilmeye çalışılıyor. Bunlar yarın daha güçlü hale gelirlerse, tıpkı El Fetih’ın başına Filistin’e getirilene benzer, KDP, YNK’nin başına getirilecek. Güney Kürdistan yönetimini bu sahte, siyasi İslam güçleri alacaklardır. Bu bir gerçek ve açık bir olgudur. Niye bunu KDP, YNK yönetimleri göremiyorlar. Neden bu oyuna alet oluyorlar, anlamak zordur. Şimdi PKK’ye karşı kararlar alabilirler. PKK’ye küfür edebilirler. Türkiye’de de ediyorlar, Kuzey Kürdistan’da da ediyorlar, Avrupa’da da ediyorlar, Güney Kürdistan’da da edebilirler. Bundan PKK çok etkilenmez, ama bu çabalar yarın KDP ve YNK’yi El Fetih’in durumuna düşürecek, iktidarını kaybetmesine yol açacak bir siyasi İslam hareketinin Güney Kürdistan’da örgütlenip, iktidara el koymasını gerçekleştirebilir.
Dolaysıyla en büyük tehdit aslında kendilerine karşıdır. Bu günün dar çıkarları için AKP ve ABD ile arayı bozmamak için yarını bu biçimde tehlikeye atmak aslına büyük bir kayıp. Bir gaflet durumu olarak da tanımlanabilir. O bakımdan da aslında, eğer gerçekten ilerde ne tür tehlikeler taşıdığını göremiyorsa Güney Kürdistan yönetimi gaflet içindedir. Biraz ufkunu açsın. Yok, eğer görmesine rağmen bir şeyi diyemiyorsa, bu da çok bağımlı bir duruştur. Bu kadar ABD ve AKP’ye bağımlı olmak, bu kadar kendini siyasi iradesiz kılmak doğru değildir. KDP, YNK biraz Kürt toplumuna dansınlar, Kürt halkına dayansınlar, biraz toplumsal iradeyi esas alsınlar. Bu kadar çok dışa bağlanmak ideasız, iradesiz bir konumda olmak çok tehlikelidir, kötüdür. Basit çıkarlardan öte bir şeyi ifade etmez, dolaysıyla da, orada bir siyasi güç kalıcı bir biçimde oluşmaz. Bu bakımdan Kuzeyde olduğu gibi Güneyde de bu siyasi İslam adı altında geliştirilen saldırılara karşı dinmek gereklidir. Hem siyasi planda AKP modeliyle geliştirilen saldırılara, hem de ideolojik planda Fetullahçılık modeliyle geliştirilen saldırılara karşı direnmek gerekiyor. Bu bir küresel emperyalist saldırıdır. İnkâr ve imha sisteminin saldırısıdır. Kürt Ulasal demokratik bilincini yok etmeye ve Kürtleri küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda kullanmaya dönük bir saldırıdır. Buna karşı uyanmak, bu oyunları görüp bozmak, ulusal demokratik çizgiyi hem ideolojik alanda, hem de siyasi alanda Kürdistan'ın tüm parçalarında geliştirerek egemen kılmak kesinlikle gereklidir. Kendine yurtsever demokrat diyen bütün Kürt örgütleri böyle bir duruşun sahibi olmalıdır. Aslında bu tarzda Kürt toplumuna yöneltilen ideolojik, siyasi saldırıya karşı, yurtsever, demokrat tüm Kürt örgütleri bir ulusal ittifak ve birlik oluşturabilmelidirler. Yarını güvence altına alabilmek, tehlikeli saldırıları boşa çıkartabilmek bilmek için, kesinlikle bu gerekiyor. Aynı zamanda Kürt halkı, Kürt anaları-babaları özellikle kendi çocuklarına, gençlerine sahip çıkmalılar. Onların yurtsever, demokratik düşünceden uzaklaştıracak girişimlere karşı uyanık olmalılar. Dincilik adı altında geliştirilen bu dış saldırıyı, sahte İslam saldırısını reddetmeliler, bunun bir oyun olduğunu, özel savaş yöntemi olduğunu görmeliler. Burada Müslümanlık yoktur, tamamen dini siyasete alet edilmesi var. Daha da ötesi Kürt toplumunun bu yolla özgürlük ve demokrasi taleplerinin ortadan kaldırılarak dış güçlerin, emperyalistlerin, inkâr ve imha güçlerinin çıkarları doğrultusunda kullanılması, o çıkarlara alet edilmesi arayışı vardır. Bu büyük bir tehlikedir. Kürt gençliği için, Kürt kızları ve oğulları için ciddi bir saldırı oluyor, tehdit oluyor. Kürt gençliğinin geleceğini yok etmeyi hedefliyor. Dolaysıyla Kürt toplumunun geleceğiyle ilgilidir, onun için tüm aileler bu saldırı karşısında uyanık ve duyarlı olmalılar. Kültürel İslam’a yurtsever ve demokratik çizgi doğrultusunda sonuna kadar sahip çıktıkları gibi, ABD’ye dayalı olarak geliştirilen Fetullahçı ve AKP’ci sahte siyasi İslam saldırısı karşısında da çok duyarlı, örgütlü ve direngen bir konumda kesinlikle bulunmalıdırlar. Uyanık olarak bu tür saldırıları reddetmeliler, çocuklarına, gençlerine sahip çıkmalılar. Onları yurtsever, demokrat mücadele içine sevk etmeliler. Böyle bir bilinçle eğitip, yetiştirmeliler. Ama dış güçlerine hizmet eden bu sahte İslam tehlikesine karşı çok duyarlı, örgütlü, onu mutlaka reddedip, boşa çıkartan bir tutumun sahibi olmalıdırlar.
SAVAŞ 2009’DA DAHA DA DERİNLEŞECEK
- Hem İran’ın hem de Türkiye’nin saldırıları yoğunlaşıyor. Bu kış ve bahar sürecinde nasıl bir askeri hareketlilik beklenebilir?
Kürdistan üzerindeki mücadele ideolojik, siyasi, örgütsel boyutları olduğu gibi, askeri boyutuyla da devam ediyor. Bu konuda her hangi bir değişiklik söz konusu değildir. Bazıları sanki ateşkes varmış gibi, ateşkes çağrıları olmuş gibi, bir havayı yaymaya çalışıyorlar. Ama ortada öyle bir şeyi yoktur, bütün bunların hepsi sahtedir. Propagandayla, dedikoduyla gerçek maskelenmek isteniyor. Gerçek göz ardı edilmeye çalışılıyor. Ortada gerçek anlamda bir savaş durumu var. Her hangi bir azalma bu savaş durumunda söz konusu değildir. Ne ciddi ateşkes tartışmaları var, ne bu yönlü çağrılar var, ne de har hangi bir girişim söz konusudur. Gerçekte olan savaştır ve bu savaşın devam ederek 2009 yılında daha da yoğunlaşacağı, derinleşeceği, kapsamlı hale geleceği anlaşılıyor. Çünkü savaşı yürüten güçler de bir geri çekilme durumu söz konusu değildir. Her ne kadar zorlandıkları için ABD, Türkiye zaman kazanmaya çalışıyorlar, ortamı oyalamak istiyorlarsa da gerçekte savaşı sona erdirmeye dönük, her hangi bir tutumları, yaklaşımları söz konusu değildir.
-Savaş Kürdistan parçalarında nasıl gelişebilir? Ya da önümüzdeki aylarda, mevsimlerde savaşın seyri nasıl olabilir?
Bu konuda özellikle Filistin İsrail çatışmasına bakmak yararlı olabilir. ABD’deki yeni yönetim, askeri çatışmaları Afganistan, Pakistan hattına yöneltmek istiyor. Bu konuda açıklamalar da yaptılar, asker sevkıyatında da bulunuyorlar. Afganistan’ı daha fazla askeri denetim altına aldıktan sonra, Irak’taki konumlarını derinleştirmeyi, dolaysıyla Suriye ve İran’ı geriletmeyi hedefliyorlar. Şu haliyle Suriye ve İran’ın üzerine gitmeye cesaret edemediler. Onun için Irak ve Filistin’deki çatışmalı durumu hafifletmeyi, çatışmalı ortamı Afganistan’da yoğunlaştırmayı, yeni politika olarak öngördüler. İsrail bu durumdan faydalanmak istedi. Henüz böyle bir politikaya ABD yönelmeden biraz da yönetim değişikliği sürecini fırsat bilerek Hamas'ı ezmeyi, Filistin üzerindeki hâkimiyetini daha çok artırmayı hedefledi.
FİLİSTİN’DE SAVAŞAN İRAN VE ABD’DİR, FİLİSTİN DİRENİŞİNİ SELAMLAMAK LAZIM
Diğer yandan ise, İran ve Suriye gibi güçler ABD’nin bu politikasını daha başlamadan boşa çıkartmak istiyorlar. Onlar da kendi güçlerine dayanarak başta Hamas olmak üzere ilişki içinde oldukları İslam’ı güçleri tahrik ve teşvik etiler. Hamas’a ateşkesi kaldırttılar. Çatışmalı ortamı tahrik ederek derinleştirdiler. Filistin-İsrail çatışmasının bu anlamda oldukça öğretici yanları vardır. Her ne kadar fiiliyatta savaşanlar, İsrail ve Filistin güçleri olsa da, gerçek anlamda savaşanlar Iran ve ABD’dir. Daha doğru önder Apo’nun değişiyle, ‘ilk devlet ile son devlet’ çatışıyor, herkes arada eziliyor. İlk devleti temsilen İran, Irak gibi güçler, devletçi sistemin son imparatorluk temsilcisi olarak ABD ile çatışma içindedirler ve diğer tüm güçler bu çatışma arasında eziliyorlar. Aslında Filistin’de savaşan güçler bunlar; ABD ile İran’dır, Arap devletleşmesidir. Fiiliyata olan ise, İsrail-Filistin çatışmasıdır. Zarar gören, büyük yaşayan Filistin halkıdır. Gerçekten de kahraman bir hal, yiğitçe direniyor. Kürt direnişine de önemli destek verdi. Kürt demokratik direnişinin en kardeş halkı oldu, dayanışmacı gücü oldu. Bu mazlum halkın kahramanca direnişini selamlamak lazım. Fakat ne yazık ki bu halk başka çıkarlar doğrultusunda geliştirilen çatışmalar altında ezdiriliyor. Kadınları, çocukları, insanları katledilir, hem de dünyanın gözü önünde. İsrail, ezerek Filistin dinamiğini hakimiyetini artırmak istemekte. Kimse de buna ses çıkaramıyor. Kimse de İsrail saldırılarını durduramıyor, engelleyemiyor. Bu içinde bulunduğumuz dünya gerçeğini ifade ediyor. Güç kimde ise, saldırı odur. Mevcut dünyada her hangi bir hukukun olmadığı, orman kanunun tamamen geçerliliğinin kuruduğu rahat görülüyor.
ABD’DEN DESTEK ALIRSA TÜRKİYE’DE KÜRTLERE SALDIRACAK
Bu bakımdan biz Türkiye fırsat bulursa Kürt halkına dönük yeni katliam ve soykırım saldırılarını yapacağını, yapabileceğini söyledik. Eylül 2008’deki terörle mücadele toplantılarında böyle tartışmaların yapıldığı, projelerin hazırlandığı tartışma götürmezdir. Nitekim Başbakan Tayip Erdoğan Hakkâri de, “Beğenmeyen çekip gitsin” derken, bu projeyi dillendirmişti. Savunma bakanı Ermeni ve Rum tehcirlerini gündeme getirirken, kamuoyunu hazırlamaya çalışıyordu. Bu açıdan Türkiye yönetiminin için bulunduğunu durumu görmemiz lazım. Eğer mevcut yönetim seçimleri de kazanır, egemenliğini güçlendirirse, ABD politikalarından gerekli desteği alırsa, İsrail’in Filistin halkına yönelttiği saldırıya benzer bir saldırıyı Türkiye yönetiminin de Kürt halkına yöneltebileceğini kuvvetle var saymamız gerekiyor. Bu olmaz, böyle bir saldırı gündemleşmez demek gaflet olur. Nitekim İlker Başbuğu yönetiminin yaklaşımının bu olduğu tartışma götürmezdir. Son derece faşist, şoven, milliyetçi bir duruşu var. AKP eliyle istendiği kadar, sahte açılımlar yapılmaya çalışılsın, TRT6 kurulsun, Kürdolojiden söz edilsin, bunun hiçbir geçerliliği yoktur Türkiye siyasetinde. Esas olan, Genelkurmay'ının duruşudur. Ve günümüzdeki Genelkurmay yönetiminin de yüzde yüz Kürt düşmanı olduğu, tek dil, tek millet, devlet, tek bayraktan başka hiçbir şey kabul etmediği tartışma götürmez bir gerçektir. Bunu İlker Başbuğu sayısız defa kamuoyu yönünde söyledi. En bağnaz en katı ulus devletçi olduğunu, ulus devlet yapılanmasında en küçük bir değişikliğe bile izin vermeyeceğini defalarca söyledi. Bunun için de ulus devleti aştırmayı hedefleyen, Türkiye’nin demokratikleşmesini öngören bütün girişimlere karşı azgınca saldırı yürütecektir. Zaten kendisi de bir Yahudi, dolaysıyla Yahudi bir İsrail’in Filistin halkına karşı yaptıklarının benzerini Müslüman Kürt halkına yöneltmekten geri durmayacağı açıktır. Bu bakımdan durum ciddi. Eğer bu şimdi bu güç böyle bir saldırı yapamıyorsa, zayıf olmasındır. Politik konjonktür el vermemesindir. Kürt halkının örgütlü ve direnme gücüne sahip olmasındandır. Yani biz direnerek bu katliamı önlüyoruz. Hareket olarak, halk olarak böyle önlüyoruz. Zayıf olsak, örgütsüz olsak bu saldırılar gerçekleşecektir. Bunu böyle bilmek anlamak lazım. O nedenle de esas alarak faşist saldırı ve katliamları, soykırımı önleyebilmek için, direnme gücümüz, örgütlüğümüzü, bilincimizi geliştirmemiz gereklidir. Kürt insanı, gençliği bu gerçeği çok iyi görmeli. Ne kadar bilinçli, örgütlü olursa, direnme gücünü geliştirirse o kadar böyle bir katliam ve soykırım tehdidini önleyebilir, ortadan kaldırabilir. Onun karşısında bir duruş kazanabilir. Bu işin başka yolu yoktur.
AKP’YE VERİLECEK HER OY KURŞUN OLACAKTIR
Bu bakımdan yerel seçimler elbette önemli. Şunu herkes görmeli, yerel seçimlerde AKP’ye verilecek her oy Kürt halkına, Kürt çocuğuna, kadınına, gencine sıkılan bir kurşun olacaktır. Bu anlaşılmayan bir husus değildir, tartışma götürmez bir gerçeği ifade ediyor. Bunu böyle bilelim, onun için de ideolojik olarak, siyasi olarak, örgütsel olarak bu tehdidi bertaraf edecek bir örgütsel, toplumsal duruşu sağlamamız, bilinçlenme, örgütlenme ve direnme gücümüzü geliştirmemiz lazım. Bunun için elbette halk kendi öz savunma örgütlenmesini geliştirmeli, bilincini geliştirmeli. Siyasi olarak AKP’yi teşhir ve tecrit en ileri düzeyde gelişmeli. Yerel seçimleri yurtsever demokratik siyaset mutlaka kazanabilmeli. Daha önemlisi gerillaya ve özgürlük hareketimizi güçlendirmek, büyütmek her türlü çaba harcanmalı. Gençliğin adağa çıkışı, gerillaya katılımının önünde hiç kimse engel olmamalıdır. En kutsal tutum ve çaba gençliğin, kızların ve erkeklerin dağa çıkışını teşvik etmek ve ona hizmet etmektir. Kimse bunun önünde engel olmamalıdır. Bunu önünde engel olmak demek, Kürt toplumuna yöneltilecek katliam ve soykırımın bir aleti, aracı haline gelmek demektir. Bu temelde gerillayı büyütmek, öz savunmayı geliştirmek, demokratik konfederalizm çizgisinde Kürt halkanın, gençliğinin, kadınlarının örgütlüğünü büyütmek, direnme gücünü geliştirmek tek doğru tutumdur. Şimdiki durum bu çerçevede seyrediyor.
AKP YEREL SEÇİMLERİ KAZANABİLMEK İÇİN OPERASYONLARI TEŞVİK EDİYOR
AKP yerel seçimi kazanabilmek için, askeri saldırıları tahrik ediyor, operasyonları teşvik ediyor. Kuzeyde ediyor, Güneye dönük yapıyor bunu, bir askeri darbe vurarak o sonca dayanıp seçimi kazanmak istiyor. Böyle bir siyaset anlayışı var. Tamamen rantçıdır. Kan üzerinde siyaset yapan, oy alarak seçim kazanmak isteyen bir duruşa sahip. Bunlar birer gerçek. Bunları boşa çıkartmamız lazım. AKP’ye bu fırsatı verememek gerekiyor. Fakat esas olarak seçim sonrasındaki sürecin nasıl gelişeceğini seçimin sonuçlarının belirleyeceğidir. Bunun da görmek gerekiyor. İçinde bulunduğumuz süreçte bazı tartışmalar gelişmişti. Biz umut ettik ki bu tartışmalar derinleştirilir. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorunu demokratik siyasi çözümünü öngören bir çizgiye çekilir. Fakat bu yönlü gelişme zayıf kalıyor. Tartışmalar saman alevi gibi bir gürleşiyor, bakıyorsun sönüp gidiyor. Demek ki tutarlı bir zihniyet ve politika değişimine dayanmıyor. Böyle bir siyasi güç ortada yok. Hepsi günlük, anlık siyasetin gereklerine göre oluyor. Onun için de bazı tartışmalar aldanmamak lazım. Evet, biz demokratik siyasi çözümden yanayız. Bunun için her türlü siyasi çalışmaya açığız, hazırız. Tartışmaya da hazırız. Fakat her şeyi bizim elimizde değil. Dikkat edilirse, karşımızdaki güç böyle değildir. Onun için somut gerçekleri görmek, ona göre davranmak zorundayız. Bu da bizim, duyarlı, dikkatli, örgütlü olmamız gerektiriyor. Bunun için çok fazla bir netlik, açıklık içinde bulunduğumuz siyasi süreçte gözükmüyor. Her şeyi çok muğlâk, parçalı, karmaşıktır. Kurt bulanık havayı sever derler. Kurdun seveceği hava söz konusudur. Öyle anlaşılıyor ki bu durum devam edecek. Bunu değiştirecek bir barışçıl, siyasi tutum, öyle yakın bir zamanda güçlü bir biçimde gelişmeyecek. Gerisi seçimin sonuçlarının sonraki süreci belirlemesidir. Bu bakımdan seçim sonuçları önemli olmaktadır. Gerçekten bir siyasi mücadele sürecinin gelişmesine mi yol açacak? Yoksa askeri çatışmayı daha mı derinleştirecek? Onu seçim sonuçları gösterecek ve seçim sonrasında göreceğiz. Her ikisinde de açık bir ortam söz konusudur. Siyasi mücadele süreci gelişebileceği gibi, geçen beş yılı kat kat aşan yoğunlukta bir savaş durumu da gündeme gelebilir. İlker Başbuğu yönetimi fırsat bulursa böyle bir süreci geliştirmek isteyeceği anlaşılıyor. Demokratik kamuoyu, siyasi süreci geliştirerek bunu engelleyebilirse engeller, engelleyemezse 2009’un yazında çatışmalar önceki yılları kat kat aşan bir düzeyde ortaya çıkabilir. Biz böyle görüyoruz, böyle değerlendiriyoruz. Buna göre de kendimizi hazırlıyoruz. Gerillanın hazırlıkları iyidir, bunu daha geliştiriyor, geliştirecek. Halkın duruşu da iyidir, serhildanlarda büyük bir direnişçi, tutumu ortaya koydu. İran karşısında da Doğu halkının durumu böyledir.
İRAN SADECE KENDİ ÇIKARINI DÜŞÜNÜYOR
İran menfaatçi, kendi çıkarından başkasını düşünmüyor. Dikkat ederseniz Filistin halkının çektiği acıların sorumlularından birisi de İran’dır. Kendisi siyasi çıkarları için Filistin halkı gibi, çok mazlum bir halkın bu kadar acı çekmesine rahatlıkla göze alabiliyor. İran herkesi böyle görmek istiyor. Kürt halkını da, PKK’yi de, Filistin halkı ve Hamas gibi, kendi politikalarının aleti yapmak istiyor. Biz buna izin vermedik. Önderlik çizgisi böyle bir durumu engelledi, reddetti. İran buna da duyduğu öfkeyle tehdit ediyor, saldırıyor, güya irademizi kıracak, bunlar boş tutumlardır. Zorda olan kendileridir aslında. Şimdiye kadar Kürt halkanın verdiği güçle, destekle ayakta kaldılar. Kendilerine bu kadar hizmet etti bu halk, şimdi onun karşılığını katliamla olarak veriyorlar. Kürt halkı da gerçekleri görüyor Kuzeyde, Güneyde, Batıda olduğu gibi, Doğu Kürdistan’da da gerçekleri görüyor. İran’ın gerçek yüzünü de görüyoruz. Ne kadar dost olduğunu, ne kadar bölge halklarının kardeşliğinden yana olduğuna olduğunu anlıyoruz. İran karşısında da Kürt halkının örgütsel duşu, meşru savunma çizgisinde iyidir. 2008 yılında önemli bir gelişme yaşandı. Güçlü bir mevzilenme ortaya çıktı. Her türlü saldırı karşısında ayakta kalma gücünü Doğu Kürdistan’ın direnişi gösterecektir. İran’ın, ABD ile yürüttüğü mücadeleyi Filistin halkı üzerinden, Kürdistan halkı üzerinden yürütmesine izin verilmeyecektir. Kürt halkı, Filistin halkının düştüğü duruma düşmeyecektir, düşürülmeyecektir. Gerisi o zaman Türkiye ile ittifak yapıp saldırısıdır. Zaten iki yıldır saldırıyor, 2009’da da saldırabilir. Bu saldırılar karşısında da Kürt halkı aktif bir direnme gösterme gücüne hazırlığına sahiptir.
ERGENEKON’DA İLGİNÇ ÜÇ NOKTA
-Ergenekon operasyonu kapsamında yeni gözaltılar yaşandı, toprağın altında silahlar çıkarıldı. Ergenekon operasyonu derin devletin yeniden dizaynı mı, Kürt hareketine PKK’ye karşı yeni bir örgütleme mi geliştiriliyor?
Bu Ergenekon soruşturması gerçekten de gittikçe ilginç bir hal aldı. İlginçlik üç noktada ortaya çıkıyor. Birci husus, ordu bu kadar işin için karışmış, hem de en üst düzeyde generaller düzeyinde, mevcut soruşturma ile kimsi de olsa bazı gerçekler ortaya çıkıyor. Bu tabi ordunun deşifre olmasına, itibar ve otorite kaybetmesine yol açıyor. Türkiye’nin en güvenilir denilen kurumu şimdi en güvenilmez kurum olarak ortaya çıkıyor. Bunun hem generaller, tüm ordu gücü üzerine, hem de Türkiye toplumu üzerindeki etkisi çok olacak. Ciddi bir psikolojik tramvaya yol açacaktır. Bu oldukça önemli bir husus.
Diğer bir ilginçlik, çok farklı kategoriler bir arada ortaya çıkıyorlar. Susurluk için bu söylenmişti. Siyaset, ticaret, mafya bileşkesi açığa çıkartıldı denmişti. Şimdi bu tür bileşkeler çok aşan bir tuhaf durum söz konusu. Bir yandan en çok askere karşı olduğunu söyleyen ile bir general bir arada örgüt olarak ortaya çıkıyor. Diğer yandan, kendine solcu diyenle, en katı milliyetçi olan birada aynı örgütte yer almış görünüyor. Tuhaf bileşkeler var. Öyle örgütler oluşmuş ki, demek ki ideoloji, siyaset burada hiç işlemediği gibi, tam kombinezon var. Her türden, her cinsten her çeşitten insan biraya getirilmiş. Önemli bir örgütlenme modeli olduğu görülüyor.
Diğer ilginç bir yan ise, son tutuklamalar ile gelişen bir düzey yine. Örneğin orgeneral Tuncer Kılınç’ın durumu. Bu kişi uzun süre Milli Güvenlik Kurulu genel sekreterliği yaptı. Yani Türkiye’yi yöneten oligarşinin koordinatörüydü, sözcüsüydü, karar alma, karar düzenleme mekanizmasıydı. Bu kişinin de devlet içinde ayrı bir örgüt kurduğu ortaya çıktı. Zaten söylemleriyle bunu görev başındayken de yansıtıyordu. Şimdi bir kere daha bu ortaya çıktı. Eğer tutuklanmadıysa, bu Genelkurmay müdahalesi sonucu oldu. Yoksa Tuncer Kılınç da diğer generaller de tutuklanacaklardı. Genelkurmay başkanlığında yapılan toplantı ardından İlker Başbuğun cumhurbaşkanı ve başbakanla yaptığı görüşmelerde bu tutuklama engellendi. Yani genelkurmay engelledi, siyaset engelledi. Bu tartışma götürmez bir gerçektir. Bu düzeyde soruşturmaya genelkurmay tarafından müdahale edildi. Fakat böyle olsa Tuncer Kılınç tutuksuz yargılanıyor ve idea terörist olmak, terör örgütü kurmaktır. Bu kişi milli güvenlik kurulunun sekreteriydi, kurduğu örgüt milli güvenlik kuruludur. Eğer Tucer Kılınç terör örgütü kurmuşsa, teröristse, o zaman Milli güvenlik kurulu terör örgütü olmuyor mu? Milli güvenlik kurulu terör örgütü ise, Türkiye cumhuriyeti devleti bir terör devleti oluyor. Oldukça karmaşık, ilginç bir durum ortaya çıktı. İfade ettiğimiz gibi. Kafalar karışıktır, anlamak çok zor. Biz uzun süre devlet terörü uygulanıyor, devletin terör uygulayan kurumları vardır dedik, bize karşı her türlü saldırı yapıldı. Şimdi bizim dediğimizden daha da öteye devletin tümden bir terör örgütü olduğunu devletin kendisi iddia ediyor. İlginç bir durum, karmaşık bir durumdur. Bu ilginç hususlar işin bir yanı elbette.
GERÇEKTE İŞİN ÖZÜ NEDİR?
Gerçekte işin özü nedir? Bu Ergenekon olgusu neyi ifade eder? Biz Türkiye’de Ergenekon gibi bir örgütlenme demek, kontr -gerilla demektir. Bu Türkiye tarihiyle de bağlı. Ve yine Türkiye’nin ABD ile ilişkilerine ve NATO’ya girişiyle da bağlı bir husustu. Giderek birleşti ve bir olgu haline geldi. Gerçekte Ergenekon var mıdır? Olabilir. Ergenekon ismiyle, veya başka bir isimle bir olgu vardır. Derin devlet deniliyordu, devletin çelik çekirdeği deniliyordu. Türkiye’de şöyle bir olgu var. Aslında devletin tümünü koordine eden bir oluşum var. Bu resmiyete ve fiili görünürde Milli güvenlik kurulu olarak ortaya çıkıyor. Fakat onunla da sınırlı değil, onun da ötesinde gizil olan, resmiyeti ve legalitesi bulunmayan bir koordinasyon örgütünün varlığını insan hissediyor, Türk devletine bakınca. Herhalde Ergenekon, asıl bu örgüt oluyor. Bunu için de ordunun en üst kademesi var, siyasetin en üst kademesi var, ilahiyatın en üst kademesi var, üniversitenin en üst kademesi var, sermayenin en üst kademesi var. Yani bir çekilik çekirdek, esas olarak da Genelkurmay tarafından koordine ediliyor, yönlendiriliyor. Şimdi bu bir koordinasyondur, buna bağlı yüzlerce, binlerce örgüt var. Sivil, asker, siyasi, ideolojik, demokratik, kültürel, ekonomik vb. her alana dönüktür. Belki binlercedir bu örgüt. Ergenekon bunların hepsini koordine eden, koordinasyon kurulu olabilir. Türkiye’de devleti ve toplumu denetleyen ve yönlendiren böyle bir koordinasyonun olduğunun var saymamız lazım. Bu koordinasyon bunun dışına çıkılmasına izin vermiyor. Böyle bir denetim içine olan sağcılık, solculuk, milliyetçilik, İslamcılık her şeyi serbest, yapılabiliyor, yasal statü kazanabiliyor. Tabi sınırın dışına taşmamak kaydıyla, bunun dışına taşan teröristi sayılıyor, ezilmek için devlet savaş açıyor. Geçtiğimiz süreçte 12 Eylül 1980’dene bu yana Kürtler bu sınır dışına çıktılar, PKK bu sınırı aştı ve bu nedenle terör örgütü sayıldı. Bu koordinasyon PKK’ye karşı savaş açtı. Devlet savaştı PKK’ye karşı bu temelde. Dolaysıyla devlet bütün kurumlarını, örgütlerini kişilerini aslında kullandı bu savaşta. Yasal çerçevede kullandı, yasal dışı çerçevede kullandı. Askeri olarak kullandı, ekonomik, siyasi, ideolojik, psikolojik olarak kullandı. Ama kullanılmayan hiç kimse kalmadı. Devlet kullandı, dolaysıyla geçen dönemin kirinden, pasından, yasa dışılığından, suçundan her kes sorumlu. Sorumlulukları farklı olmak kaydıyla herkesin belli bir düzeyde sorumluğu var. Kimisinin az, kimisinin çok. Kimi kontor-gerillacılık yaptı, kimisi tetikçilik yaptı, kimsi siyasal alanda özeltimcilik yaptı, kimisi de diplomasi alanında özeltimcilik yaptı, ama herkes bu koordinasyon tarafından, PKK’ye karşı yürütülen savaşın bir argümanı olarak kullanıldı. Aslında Ergenekon budur. Devletin kendisidir. Devleti yönlendiren, çelik çekirdektir. Bu açığa çıkartılmıyor, gizleniyor, korunmak isteniliyor. İşin bir yanı da budur. Tutuklanan, üzerine gidilen, açığa çıkartılan çevreler var. Daha çok JİTEM çevreleri, Jandarmaya dayalı çevreler. Jandarmanın geliştirdiği örgütlenme, onunla ilişkili olan, çeşitli kişilikler, kurumlar. Bunlar esas olarak Kürdistan’da savaştılar, PKK’ye karşı savaştılar. Bazıları diyor, bunlar PKK ile söyle ilişkiliydiler, böyle ilişkiliydiler. Ne alakası var. İbrahim Şahin’in PKK ile ne alakası var. Korkut Eke’nin PKK ile ne alakası var. Levent Ersöz’ün PKK ile ne alakası var. Bunlar PKK’ye karşı en çok savaşan örgütleri oluşturuyorlar. Devlette önceden bunlar etkiliydiler. Dolaysıyla PKK direnişi gelişince, ona karşı ilk elden savaşanlar bunlar oldular. Her türlü yasa dışı iş de yaptılar. Gerçekte Kürdistan’daki suçlar açığa çıkartılmadıkça, Türkiye’de temizli olmaz. Türkiye siyaseti, toplumsal duruşu, psikolojisi temizlenemez. Kürt sorunu çözülmedikçe de, Kürt sorunu çözümü yaklaşımı esas alınmadıkça da, Kürdistan’daki cinayetler, katliamlar açığa çıkartılmaz. Kürdistan’da işlenen suçlarının üzerine gidilmez, bu açık bir olgu.
ERGENEKON SORUŞTURMASI KANLI BİR İKTİDAR ÇATIŞMASINI ANDIRIYOR
Bu güçler, mevcut şimdi tutuklanan Ergenekon terör örgütü diye tanımlanıp, suçlananlar aslında Kürdistan’da en çok savaşan, PKK’ya karşı en çok savaşmış olan, kirli savaşı, faili meçhulleri en çok yürüten kliktir. En milliyetçi şoven kliktir. Büyük bir saldırı yürüttüler. Kürdistan’daki savaştan, Kürt halkı üzerinde yürütülen katliamlardan sorumludurlar. Fakat bu güçler giderek şöyle bir duruma da gelmişlerdir. Yürüttükleri yasa dışı, özel kirli savaşla başarılı olamamışlardı. Sonuçta, sanki bir kırılma kendi içlerinde yaşıyorlardı. Birçok emekli general, subay, veya siyasetçi görünen bu noktada açıklama yaptılar. Bu iş şiddetle olmuyor, biz yaptık başaramadık, bu yolla olmaz başka yol gereklidir diye çeşitli açıklamalar geçen dönemde yaptılar. Niye yaptılar? Belli değildi, çünkü bu yöntemle, yani katliamla, kirli savaşla olmaz derken, doğrusu şudur, Kürt sorunu şöyle çözülsün bir demokratik yaklaşım da koymuyorlardı. Öyle bir çözüm yaklaşımı görmedik. Fakat sadece her türlü katliamlar yaptılar, başarılı olamadılar. Örneğin, M. Ağar, “bin operasyon yaptım diyordu sonuç alamadım. Dağdan ovaya indirmek lazım” diye parti başkanıyken açıklama yapmak durumda kaldı. Hepsi benzerdi, çok cinayet işledirler. Elleri çok yurtsever, demokrat Kürt insanın kanına bulaştı. Bu bir gerçektir. Fakat başarı böyle olmuyor diye açıklamalar yapıyorlardı. Şimdi bu kesim tasfiye edilmeye çalışılıyor. Tutuklananlar, üzerine gidilenler bunlardır. Bunlar savaşta başarılı olmadılar, savaş dışı çözüm üretme de başarılı olamadılar. Örneğin, Yalçın Küçük’tür, Doğu Parinçek’tir, benzeri güçler PKK ile ilgilenmeye de çalıştılar. Bir yandan şiddetle PKK imha edilmeye çalışken, diğer yandan kendi yörüngelerine çekmek de istediler. Fakat onu da geliştirip, o yönlü de başarılı olamadılar. Şimdi başarısız kaldılar diye mi sorumlu tutulup cezalandırılıyorlar. Yoksa bu kesim artık rolünü oynadı, başarısız kaldı, artık bir şeyi yapamaz, atılmalı, PKK’ye karşı, Kürt halkına karşı, inkâr ve imha rejimini daha katı etkili yürütecek yeni bir oluş mu yaratılmamı diye böyle saldırı yürütülüyor. Tabi işin özünü çok anlamış değiliz. Gerçekte çok ciddi bir iktidar savaşımı var, Zap operasyonu ardından bu çatışma gündeme geldi, giderek AKP ile İlker Başbuğ uzlaştı, ama yeni bir yönetim kurmuş olsalar da, iktidar savaşımı bitmedi. Ergenekon soruşturması, Türkiye yönetimi içinde kanlı bir iktidar savaşımını andırıyor.
BİR KLİK TASFİYET EDİLİYOR, YENİ BİR KLİK KURULUYOR
1993’te de Türkiye böyle iktidar savaşımını yaşadı. Turgut Özal’ın, Eşref Bitlis’in, yine bazı general ve subayların, istihbarat mensuplarının ölümü bu temelde yaşanmıştı. Bir iç çatışma yaşanmış, yönetimde çeteci ekip etkili hale gelerek, diğer kliği, Özel kliğini tasfiye etmişti. Şimdi de bir klik tasfiye ediliyor. Geçmişte çok kullanılan, Kürt halkına ve PKK’ye karşı savaşta kullanılmış olan klik tasfiye edilmeye çalışılıyor. Bu klik, her halde 2003, 2004’te tasfiye edileceğini anladığı için, kendi içinde bazıları darbe yapmaya da yönelmiş. Basına yansıyan bilgilerden öğrendiğimize göre böyle girişim de var. Er Uygur’dur, Levent Ersöz’dür, onlar bir darbe arayışçısı konumdalar. Biliniyor, Türkiye’de de böyle, genel kural da böyledir, başarılı darbe yaptın mı, devlet başkanı olursun, devleti ele geçirirsin, başarısız darbe yaparsan da tutuklanır idame gidersin. Nitekim bunların darbesi başarısız olmuştur. Açığa çıkarılmıştı. Öyle görünüyor ki ABD’den onay alamadı, ABD bu darbeye yeşil ışık yakmadı, karşı çıktı, dolaysıyla da darbe açığa çıkartıldı. Şimdi darbeciler tasfiye ediliyorlar. ABD bu tasfiyenin arkasında vardır. Bir yandan AKP hükümetine karşı darbe yapmak isteyenlere, AKP tasfiye etmeye çalışıyor, diğer yandan da ABD çizgisine karşı, Avrasya çizgisini savunanlar, Rusya, İran, Çin, Hindistan’la ittifakı savunanlar, tasfiye edilmeye çalışılıyorlar. Yani işin arkasında Amerika da var, AKP de var, bu operasyonu onlar yürütüyorlar. Böylece bir iç çatışma, iktidar çatışması yaşanıyor. Bir klik tasfiye edilerek yenisi kurulmak isteniliyor. Yani kendini milliyetçi klik olarak gösteren, iktidar kliği tasfiye edilerek her halde Türk İslam sentezine dayalı, ABD’nin ılımlı İslam'ı olarak algılanan klik, iktidarda yerleştiriliyor. Genel Ergenekon’u devlet olan gücün bir ucu tasfiye edilerek, diğer uç ana gövde haline geliyor. Türkiye devleti kabuk değiştiriyor. ABD’nin egemenliği, tahakkümü daha çok artıyor. ABD’nin ılımlı İslam çizgisine göre, bir Türk devlet şekillenmesi yaratılmak, Türk devleti böyle çizgiye oturtulmak, böyle bir sistem oluşturulmak isteniyor. Görülen bazı hususlar böyledir. Tabi bu konuda çok somut, ayrıntılı görüşlerde belirtecek durumda değiliz. Bazı yönleriyle bu Ergenekon soruşturması dair gözlerimizi ifade ettik. Son olarak şunu söylememiz lazım, tasfiye edilen klik PKK ile savaşmış kliktir. Fakat savaşla PKK’nin tasfiye edilemeyeceğini noktasına gelmiş kliktir. Böyle bir noktaya gelse de, Kürt sorunun demokratik siyasi çözümü noktasına gelemeyen, böyle çizgi de üretememiş olan kliktir. Tasfiye edilenin durumu budur.
-Tasfiye edenlerin durumu ne?
Onlarında, Kürt sorunun demokratik siyasi çözümü temelinde böyle bir mücadele yürütmedikleri çok nettir. Bu konuda özellikle Kürt halkı, Kürt özgürlük hareketi, Kürt aydınları yanılmamalıdır. Mevcut kliği tasfiye etmeye çalışanlar, demokratik değillerdir. Kürt sorunun demokratik çözümünden yana değillerdir. Dikkat edilirse öyle bir yaklaşım, ilişki, ittifak içerisinde bunu yapmıyorlar. Türkiye’nin demokratikleşmesi çabası temelinde bu Ergenekon soruşturması yürümüyor, öyle yürüseydi iyiydi, destek vermek gerekirdi. Ama hayır, öyle değildir. Türkiye’yi demokratikleştirme hareketi değildir, sadece iktidar mücadelesidir. Aynı çizgiyi, benzer çizgiyi uygulayan devleti elinde tutan bazı isimler gidiyor, yerine bir başka isim geliyor. Ali gidiyor, Veli geliyor. Zihniyet aynıdır, siyaset aynıdır. Mevcut Türkiye oligarşisini, despotizmini olduğu gibi yürütmek üzere iktidar el değiştiriyor, yeni kişiler iktidara geliyor. Değişen sadece budur.
Diğer yandan Kürt sorunu açısından durum daha vahimdir. Kürt sorunun çözümünü yönünde her hangi bir hangi bir şeyi yoktur. PKK’ye karşı savaş sürdürülüyor. DTP üzerinde her türlü baskı uygulanıyor. İnkâr ve imha siyaseti ve zihniyeti olduğu gibi korunuyor. Bu temelde mevcut soruşturma yürütülüyor.
Ergenekon soruşturması yürütülürken, Kürt halkına karşı da, inkâr ve imha savaşı bütün alanlarda, ekonomiden askerliğe kadar, gerilladan, Önder Apo’ya, halka kadar, azgın bir saldırı temelinde yürütülüyor. Bu bakımdan mevcut soruşturmanın, Ergenekon soruşturmasının Kürdistan’da işlenmiş cinayetleri, katliamları, köy boşaltmaları, ki dört bin civarında köy boşaltıldı, beş altı bin insan faili meçhul adı altında katledildi, hala binlerce kayıp var, bulunamıyor. Zindanlarda çürütüldüler. Bunları açığa çıkartmak ve bu temel Kürt sorunun çözümü yönünde, siyasi çözümü yönünde bir adım atmak gibi bir gelişme kesinlikle olmuyor. Bu ne demektir? Mevcut klik iktidarını sağlamlaştırırsa, aslında şimdi Ergenekon soruşturulmasıyla tutukladıklarının, soruşturduklarının yaptığının bir benzerini, hatta daha azgın, daha faşistçe, daha saldırgan bir biçimde yapacaktır. Buna açık bir ortam da var. Bu gerçeği anlamamız, görmemiz, bu bakımdan da oldukça dikkatli olmamız gerekli. Aslında, böyle bir süreçte Kürdistan’da 12 Eylül 1980’den bu güne kadar işlenmiş her türlü katliamı, cinayeti aydınlatıcı bir çalışma yürütmek yerindedir, değerlidir. Kürt halkı üzerinde yürütülmüş katliamın bütün verilerini otaya dökmek, ister yakalanan olsun, ister yakalayanlar, inkâr ve imha sistemini sürdürmek üzere, Kürt halkına karşı savaş yürütenlerin geçmişte yapmış olduğu uygulamaları açığa çıkarmak, deşifre etmek, bu sürecin netleşmesi açısında oldukça yararlı olabilir. Bu biçimde mevcut soruşturmanın yönünü Kürdistan’da ki gerçeklerinin açığa çıkartılıp aydınlatılmasına doğru kaydırmaya çalışmak yerindedir. Bu tür çabalar, sonuç verebilir. Yüzeysel bir biçimde bazı kişileri suçlayarak, aslında Ergenekon’u, kontr-gerillayı temize çıkarmaya ve yeniden yapılandırmaya çalışanların oyunu bozabilir. İplerin elinden kaçırmasına giderek gerçeklerin açığa çıkmasına yol açabilir. Bu yönlü bir çalışmak yerindedir.
Son olarak şunu söyleyebiliriz. Bu tür çabalarla Türkiye demokratikleşmez, Kürt sorunun demokratik çözümü gerçekleşmez. Oysa Türkiye’nin demokratikleşmeye, gerçek bir demokrasiye ve Kürt sorunun demokratik siyasi çözümüne ihtiyacı var. Buna ulaşabilmek için de, bu kirli, kötü iktidar savaşımından durmak lazım. Ergenekon soruşturması gibi, soruşturmalara bu yapılamaz. Gerçekten suçlu olamayan yok gibidir. Eli Kürt kanına, emekçi, yurtsever emekçi kanına bulaşmamış, egemen güç yok gibidir. Bu noktada aslında Ergenekon gibi soruşturmalar yerine, gerçekleri açığa çıkartacak ve kabul etme temelinde Türkiye’nin demokratikleşmesini ve Kürt sorunun demokratik çözümünü öngören bir düzeltmeyi sağlatmak çözüm verebilir. Bununda yolu, Hakikat ve Adalet Komisyon’unun kurulmasıdır. Önder Apo, defalarca bu yönlü çağrı yapıyor. Hareketimiz bu tür girişimlerine destek vereceğini açıkladı. Türkiye’nin bir Hakikat ve Adalet komisyonuna ihtiyaç var. Bu oldukça etkili ve yetkili bir komisyon olmalı, geçmişte işlenen bütün kötülükleri, suçları ortaya çıkartmalıdır. Suçluları da ortaya çıkartmalı ve tutuklayıp birbirini öldürmek, iktidardan düşürmek yerine, herkes suçunu kabul edip kendisini düzelterek, demokratik dönüşüm temelinde, yeni bir toplumsal ve siyasal sistemin kurulması esas alınmalıdır. Çözüm böyle olur, Türkiye bu biçimde demokratikleşir, Kürt sorunun demokratik çözümü bu yöntemle gelişebilir. Demokratik zihniyetle tutum temelinde herkesin suçunu kabul ederek, kendisini düzelmesini öngören bir demokratik tutum ve affetmeye ihtiyaç var. Öyle birbirini suçlamak, cezalandırmakla bu sorun çözülemez, ona kalkılırsa daha derin çatışamaya ve kan dökmeye yol açar. Çünkü suçlu olmayan yok, eli kana buluşmamış olan yok. Bu kadar 30 yıldır işlenmiş cinayetler, kirli savaş, dökülmüş kan var ortada. Onun için bu tür yöntemler yerine, Hakikat ve Adalet komisyonun aydınlatıcılığı temelinde zihniyet, politika ve yapılanmada, yaşamda demokratikleşmeyi esas alan bir dönüşümün yaşanması en doğrusudur. Türkiye’yi düze çıkartacak, demokratikleştirecek, bu tür çatışmalardan kurtaracak olan budur. Türkiye’yi kendi iç çatışmasına gömülerek gücünü tüketmekten kurtaracak olan budur. Yine Türkiye’nin dış güçlere alet olmasını, dış güçlerin, ABD’nin isteği doğrultusunda hareket eden bir güç olmasını ortadan kaldıracak olan da budur. Yoksa böyle olmazsa, mevcut Ergenekon soruşturması gibi yaklaşımlar, ilk çatışmayı daha da çok derinleştirir. Çelişkileri artırır, Türkiye’nin gücünü kedini iç çatışması içerisinde bitirir. Demokrasiyi, dayanışmayı, kardeşliği yok eder, tam tersine; katliam ve soykırım sistemini daha çok derinleştirir. Bu biçimde kendini içinde parçalanan, çatışan bir Türkiye de dışa daha çok muhtaç olan, daha fazla bağlanan, daha çok işbirlikçileşen bir Türkiye olur. Dış güçlere muhtaç kalır, dolaysıyla da küresel sermayenin Truva atı olarak, kılıcı olarak, halklara, demokratik güçlere saldıran bir konuma düşer, bu kötüdür, tehlikelidir. Gidişat bu yöndedir. Bu gidişatı, kesinlikle önlemek lazım. Bunun için de dış güçlerinin oyununa gelmeden, yine içteki bu kadar çıkarcı, kavgacı duruma düşmeden, Hakikat ve Adalet komisyonun aydınlatıcılığı temelinde, bir demokratik dönüşüm ve düzeltme yapmak, Türkiye’yi demokratik devleti haline getirmek, Kürt sorunun demokratik çözümünü de gerçekleştirmek, Türkiye’nin gücünü artırır. Türkiye’yi yeni bir yola, özgür, demokratik yaşam yoluna götürür, olması gereken de budur, doğrusu budur. PKK mücadelesi bunu öngörüyor, Kürt halkı böyle bir Türkiye istiyor, böyle bir Türkiye’de, bütün halklarla omuz omuza, kardeşçe, birlik içinde yaşamaya evet diyor. Ama böyle olmaz da, çatışmalı durum sürer ve durumun bedeli de Filistin halkına ödetildiği gibi, burada Kürt halkına ödetilmeye kalkılırsa, buna karşı da Kürt halkı kendi demokrasisini geliştirerek sonuna kadar direnecektir. Herkes bunu böyle bilmelidir. Böyle bir bilinci ve örgütlüğü Kürt halkı kazanmıştır. Önümüzdeki süreçte de kendisine saldırılırsa, direnerek hem Türk, hem Kürt demokrasinin yaratıcısı olacak, diğer yandan demokratik dönüşüm öngörülürse de, bu en aktif, en ileri düzeyde katılım gösterecektir. Herkesten çok mütevazı davranacak, olgunca yaklaşacak, demokratik dönüşümün ve demokratik çözümün en güçlü yaratıcısı haline gelecektir.
- Ana Sayfa
- Öcalan Anlatıyor: Uluslararası Komplo Gerçeği
- SAİD-İ KURDÎ(Nursi) VE KÜRT SORUNU
- Batı Kürdistan(Rojava) Devrimi
- Soykırımdan Özerkliğe Batı Kürdistan
- AKP ve Faşizm Üzerine
- Anti Emperyalist-Kapitalist Mücadele ve KÜRT BAHARI
- Karadeniz: Toprak, Su, Hava ve Emek
- Bir İşkence Yöntemi Olarak Tecrit
- Politik Sinema
- Belgeseller
- E-Kitaplar
- İnternet Sansürünü Del !
Site İçi Arama
13 Mart 2010 Cumartesi
Fetullah Gülen 2. Abdülhamid'in intikamını alıyor!
Ergenekon Davası'nda değil 12 operasyon yapmayı 100 dalga operasyon yapılsa da işin esasına dokunulmadığı bu operasyonların özünde başka şeylerin amaçlandığı anlaşılıyor.
Kamuoyuna çok büyük bir olaymış gibi yansıtılan ve gerçekleştirilen her operasyon dalgasıyla başta ülke kamuoyu olmak üzere dünya kamuoyunun da ilgisine mazhar olabilen Ergenekon Davası sanıldığı gibi devlet içinde bir temizlik operasyonu falan değildir. Devlet içinde illegal çalışan yasadışı bir örgütlenmenin açığa çıkartılması ve bu çetenin tasfiye edilmesi olayı hiç değildir.
İddianamede suçlanan kişi ve kurumları biraraya getirdiğimizde sanılanın çok ilerisinde bir manzara ile karşı karşıya olduğumuzu göreceğiz. Burada suçlanan kişi ve kurumlar devletin en tepesinde yer almış çekirdek kadrolar ve kişilerdir.
Devletin Kurmay ve Koordinasyonunda en üst seviyede yer alan, temel ve stratejik 'Karar Vericiler' olduğu görülecektir. Böylesi hayati pozisyonları işgal eden kişi ve kuruluşları 'Çete' olarak adlandırıp operasyon kapsamına dahil etmek oldukça karmaşık bir sonuçtur.
Zira Jandarma Genel Komutanı, 1. Ordu Komutanı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri, YÖK Başkanı vb. basından, iş dünyasına, akademik çevrelerden, sanat dünyasına, sendikalardan sivil toplum ve bilimsel kuruluşlarına dek uzanan bu operasyon dalgasının kapsamında bulunanları analiz ettiğimizde karşımızda devletin ta kendisinin olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.
O zaman durum farklı bir mecraya ister istemez kaymış olmaktadır. Esasta 'Çete' ile mücadele ediyoruz denilerek aslında kamuoyu manipüle edilmek istenmektedir. ,
Bizi enterese eden yanda işte tamda burada başlıyor. Bu operasyonlar silsilesi bir illegalite tasfiyesi mi? Yoksa devletin derinliğine yapılan bir uluslararası operasyon mu? Mevcut durumu anlamlandırabilmek için bir tarih projeksiyonu yapmak durumundayız. Aksi halde devlet yönetmiş ya da devlet olan bu kadar zatı muhteremin çete oluşturmak suçuyla derdest edildiklerine inanmamız zorlaşacaktır.
Olayın uygulanış biçimi zaten toplumun algılama sınırlarını oldukça zorlamaya başlamıştır. Jandarma Genel Komutanının silahlı örgüt kurup yönetmesi abesle iştigal bir durumdur. Zaten kendisi beşyüz binlik silahlı bir güce komuta etmektedir. İstihbarat ve diğer bir çok olanakla birlikte oldukça güçlü bir nüfuz alanına sahip bir Kurmay yöneticinin emekliliğinde silahlı teşekkül oluşturması akıllara ziyan bir durumdur. Hakeza aynı durumlar diğer suçlanan şahıslar içinde geçerlidir. Bu olayı ve kapsamı dahilinde gerçekleştirilen operasyonlar silsilesini daha küresel ve uluslar arası dizayn politikalarının kapsamında değerlendirmek durumundayız.
Osmanlı İmparatorluğu imparatorluk sisteminden 31 Mart 1908 de İttihat Ve Terakki kadrolarının 1. Ordu'yu Selanik'ten İstanbul'a yürütmeleriyle Ulus-devlet inşasına girişmişler ve 2. Abdulhamid'i uzaklaştırmışlardır. Akabinde Cumhuriyetin kuruluşu, Saltanat ve Hilafetin kaldırılmasıyla Türkiye yepyeni bir sistem olarak ortaya çıkmıştır. Din ve Saltanat esaslı bir imparatorluktan Ulus-Devlet esaslı bir devlete evrilmiştir. Genel siyasal terminolojide buna Kemalist Sistem denilmektedir.
Ulusalcı devletin temelinde din ve ümmet kavramlarına yer yoktur. Ulus ve devlet başat güçtürler. Bu yeni sistem batı merkezli sistemle bütünleşince kendisini daha da örgütleyerek güçlendirmiştir. NATO'nun kurulmasıyla birlikte Sovyet sistemine karşı ve Soğuk Savaş stratejisi temelinde bütün üye ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de Gladio örgütlenmesine gidilmiştir.
Yukarıda da izah ettiğimiz gibi kökeni ta Osmanlıya dayanan İttihatçı klik yeni oluşumla(Gladio) kendisini Uluslararası güvenceye almış ve örgütlemiştir. NATO bu konseptinde Türkiye'yi 'Kanat Ülkesi' kategorisinde ele alıyor ve ona göre misyon yüklüyordu. İstenen misyon ise sürekli istikrarsızlık yaratan, çevresiyle kavga eden, kendi içinde daima darbe yapan militarist düzenle idare olunan ve iç sorunlarını sürekli çatışma ile çözen bir sistem olmalıydı.
Türkiye yıllarca bu misyonu yerine getirdi. Zira 'Kanat Ülkesi' olmanın rolünü hakkıyla yerine getiriyordu. Bu rol icra edilirken Kemalist Ulus-Devlet kendi içinde çok güçlü bir çekirdek oluşturmuş ve bu çekirdek bir bütüne Ordu etrafında öbeklenmiştir.
NATO 90'lı yılların sonunda kendisini stratejik olarak yeniden yapılandırdığında, -ki soğuk savaş bitmiş Sovyet Sistemi kendini lağvetmişti- Türkiye için yeni bir konsept belirlemiştir. Bu konsept temelinde Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan Türkiye’ye teslim edilmiş, Türkiye Avrupa Birliği Üyeliğine aday ülke olarak müzakerelere başlamış ve bir çok alanda yenilikler ortaya çıkmıştır. NATO yani konseptinde Türkiye için 'Kanat Ülkesi yerine Cephe Ülkesi' olmayı öngörmüş ve benimsemiştir.
Bu durumda Türkiye bölgede çatışma yerine uzlaşmacı, istikrarlı, sorunları barış ve diyalogla çözebilen Laik, Demokrat ve 'Müslüman' bir ülke olarak Model olmalıydı. Katı Ulus-Devlet yerine, kavga ve çatışan, iç sorunlarını bastırarak halleden, militarist yanı güçlü bir sistemden hızla uzaklaşarak daha mutedil, demokrat, dinlere ve diğer etnik kökenlere daha hoşgörülü bir devlet olmalı. Bunun için sistemin kendisini reorganize etmesi gerekiyordu.
İşte çatışma bu eksen değişikliği sürecinde ortaya çıkmış NATO'nun yeniden yapılanma projesine devletin derinliklerinde yer alan çekirdek direnç sergilemiştir. Bill Clinton 1999 yılında TBMM'de yaptığı konuşmayla Türkiye için öngördükleri hedefleri ve geleceği çok açık ortaya koymuştur. Bu temelde Türkiye her şeyiyle yeni ve stratejik bir yola girmişti. Lakin buna dirençlerde hemen ortaya çıkmıştı. İlk direnç DSP, MHP, ANAP koalisyonunda oldu ve akabinde Ecevit tasfiye edildi. AKP iktidarı işte tamda böylesi bir konjonktürde paraşütle yukarıdan indi. Ülkenin düşünen tüm beyinleri halen bu gelişin siyasal sosyolojisini çözmekten uzaktırlar.
AKP ve onların ABD'deki stratejik liderleri Fetullah Gülen'e yollar sonuna kadar açılmıştır. Fetullahçı hareket 1908'de 2. Abdülhamid ile aldıkları darbenin rövanşını yüz yıl sonra 31 Mart girişiminin temsilcilerine yaparak almışlardır. Şuan Ergenekon şemasında yer alan kadroların hepsi İttihatçı gelenekten gelen Kemalist Ulus-Devletçi kadrolardır. AKP ile NATO sistemi Kemalizmin direnç noktalarına vurmuş sistemi kendi içinde bunalıma sokmuştur.
Bu temelde AKP ile Fetullah Gülen'i de birbirinden iyi ayırmak gerekir. AKP sistemin mafsallarına vurmak için bir koçbaşı rolündedir. 2002'den bu yana Kemalist Ulus-Devletin tüm olmazsa olmazlarına darbe üstüne darbe vurmaktadır. Cumhuriyet giderek Ilımlı İslam devletine evrilmiş sisteme yerleştirilen kadrolarla defakto bir durum yaratılmıştır.
Başta türban ve din eğitimi olmak üzere her alanda bir yozlaştırmayı geliştiren AKP esasta sistemi yeniden dizayn edilebilir hale getirme görevini üstlenmiştir. Kürt ayağını da üstlenen AKP bu politikasında başarısız olmuştur, Kürtleri Cumhuriyetin tasfiyesinde yanlarına-yedeğine alamamıştır. Kürtleri kandırmak için Ergenekon Operasyonunu oldukça kullanmak istemiş, faili meçhul cinayetler ve kayıpların bulunması için girişimlerde bulunduğunu propaganda ederek kürtleri yanına çekmek istemiştir. Kürtlerin buna inanması mümkün değildir. Zira sistemden en çok zara görenler kürtler olmuştur. Kürtler ne Fetullahçı Ergenekon’a nede Kemalist Ergenekona taraf olmayacaklardır.
NATO'nun bu yeni yapılanmasına direnen çekirdek başta ABD ve AB ile çelişkiye düşmüş ve onların çıkarlarına aykırı ilişki ve ittifaklara girmişlerdir. Bu noktadan sonra bu çekirdeğin tasfiyesine karar kılınmıştır. Tasfiye süreci gelişirken Fetullahçı oluşum durumdan vazife çıkararak kendi Derin Devleti ve Ergenekon'unu kurmaya başlamıştır. Şimdi Türkiye'de yapılan Ergenekon Operasyonlarının temel hedefi budur. Onun için Fetullah cemaatinin yayın organları bu operasyonları bir kurtuluş ve yeniden doğuş olarak yansıtmakta, geleneksel devletçi medya ve çevreler ise 'cumhuriyetin tasfiyesi' olarak adlandırmaktadırlar. Cumhuriyet bu operasyonlarla ulus-devlet paradigmasından Türk-İslam paradigmasına kaymaktadır. Her geçen gün Fetullah Gülen çok sevdiği ve öykündüğü büyük üstadı 2. Abdülhamidin intikamını almaktadır. Artık Türkiye eski Türkiye değildir ve bu kavga henüz bitmiş de değildir.
Kürtler bu operasyonlar dalgasının neresinde yer almalıdırlar? Diye sorulmaktadır. Kanımızca Kürtler kendi yerlerinde ve pozisyonlarında kalmalıdırlar. İddianameyi bunun için en başa aldık. Zira Kürt coğrafyasında seksen yıldır acımasız bir kıyım sürdürülmektedir. Özellikle son otuz yılda yaşananlar hala belleklerde tazeliğini korumaktadır.
Ergenekon iddianamesinde bunların hiç birine değinilmemiştir. Kürt köylerini yakmak(4 bin köy yakılmıştır), Kürt yurtseverlerini katletmek(17 bin faili meçhul ve kayıp), gasp, talan, inkar, asimilasyon uygulamaları bir kaç devlet memurunun münferit uygulaması ve politikası olamaz. Burada uygulanan politikalar devlet politikasıydı. Eğer samimi bir operasyon yapılacaksa başta Kürt Halkına reva görülen bu politikalarından dolayı devlet Kürt Halkından özür dilemelidir. Geçmişte uyguladığı bu vahşetin açığa çıkarılabilmesi için Hakikatleri Araştırma komisyonu kurmalı ve halen yürürlükte olan inkar, imha, asimilasyon ve askeri zor politikalarını derhal durdurmalıdır. Bunları yapmadan ve birde bunlar yetmezmiş gibi Kürt Özgürlük Hareketini kendi kirli organizasyonlarının bir uzantısıymış gibi yansıtmaları Kürtlere hiç inandırıcı gelmemektedir.
Kürtler, Kemalist Ulus-devletçiler ve onların Ergenekon’uyla otuz yıl savaştılar, direndiler boyun eğmediler, Fetullahçı Ergenekona karşıda onurlarıyla ve başı dik durmasını bileceklerdir. Fetullahçı Ergenekon seçimlerde Kürt Halkını yanına alamamanın hıncını seçimde başarı sağlayan kadroları derdest ederek almak istemektedir. Ama Gülen cemaati şunu unutmamalıdır ki, Kürtler eski Kürtler değildir. Kemalistlere yaptığınızı Kürtlere yapamayacaksınız...
Kamuoyuna çok büyük bir olaymış gibi yansıtılan ve gerçekleştirilen her operasyon dalgasıyla başta ülke kamuoyu olmak üzere dünya kamuoyunun da ilgisine mazhar olabilen Ergenekon Davası sanıldığı gibi devlet içinde bir temizlik operasyonu falan değildir. Devlet içinde illegal çalışan yasadışı bir örgütlenmenin açığa çıkartılması ve bu çetenin tasfiye edilmesi olayı hiç değildir.
İddianamede suçlanan kişi ve kurumları biraraya getirdiğimizde sanılanın çok ilerisinde bir manzara ile karşı karşıya olduğumuzu göreceğiz. Burada suçlanan kişi ve kurumlar devletin en tepesinde yer almış çekirdek kadrolar ve kişilerdir.
Devletin Kurmay ve Koordinasyonunda en üst seviyede yer alan, temel ve stratejik 'Karar Vericiler' olduğu görülecektir. Böylesi hayati pozisyonları işgal eden kişi ve kuruluşları 'Çete' olarak adlandırıp operasyon kapsamına dahil etmek oldukça karmaşık bir sonuçtur.
Zira Jandarma Genel Komutanı, 1. Ordu Komutanı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri, YÖK Başkanı vb. basından, iş dünyasına, akademik çevrelerden, sanat dünyasına, sendikalardan sivil toplum ve bilimsel kuruluşlarına dek uzanan bu operasyon dalgasının kapsamında bulunanları analiz ettiğimizde karşımızda devletin ta kendisinin olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.
O zaman durum farklı bir mecraya ister istemez kaymış olmaktadır. Esasta 'Çete' ile mücadele ediyoruz denilerek aslında kamuoyu manipüle edilmek istenmektedir. ,
Bizi enterese eden yanda işte tamda burada başlıyor. Bu operasyonlar silsilesi bir illegalite tasfiyesi mi? Yoksa devletin derinliğine yapılan bir uluslararası operasyon mu? Mevcut durumu anlamlandırabilmek için bir tarih projeksiyonu yapmak durumundayız. Aksi halde devlet yönetmiş ya da devlet olan bu kadar zatı muhteremin çete oluşturmak suçuyla derdest edildiklerine inanmamız zorlaşacaktır.
Olayın uygulanış biçimi zaten toplumun algılama sınırlarını oldukça zorlamaya başlamıştır. Jandarma Genel Komutanının silahlı örgüt kurup yönetmesi abesle iştigal bir durumdur. Zaten kendisi beşyüz binlik silahlı bir güce komuta etmektedir. İstihbarat ve diğer bir çok olanakla birlikte oldukça güçlü bir nüfuz alanına sahip bir Kurmay yöneticinin emekliliğinde silahlı teşekkül oluşturması akıllara ziyan bir durumdur. Hakeza aynı durumlar diğer suçlanan şahıslar içinde geçerlidir. Bu olayı ve kapsamı dahilinde gerçekleştirilen operasyonlar silsilesini daha küresel ve uluslar arası dizayn politikalarının kapsamında değerlendirmek durumundayız.
Osmanlı İmparatorluğu imparatorluk sisteminden 31 Mart 1908 de İttihat Ve Terakki kadrolarının 1. Ordu'yu Selanik'ten İstanbul'a yürütmeleriyle Ulus-devlet inşasına girişmişler ve 2. Abdulhamid'i uzaklaştırmışlardır. Akabinde Cumhuriyetin kuruluşu, Saltanat ve Hilafetin kaldırılmasıyla Türkiye yepyeni bir sistem olarak ortaya çıkmıştır. Din ve Saltanat esaslı bir imparatorluktan Ulus-Devlet esaslı bir devlete evrilmiştir. Genel siyasal terminolojide buna Kemalist Sistem denilmektedir.
Ulusalcı devletin temelinde din ve ümmet kavramlarına yer yoktur. Ulus ve devlet başat güçtürler. Bu yeni sistem batı merkezli sistemle bütünleşince kendisini daha da örgütleyerek güçlendirmiştir. NATO'nun kurulmasıyla birlikte Sovyet sistemine karşı ve Soğuk Savaş stratejisi temelinde bütün üye ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de Gladio örgütlenmesine gidilmiştir.
Yukarıda da izah ettiğimiz gibi kökeni ta Osmanlıya dayanan İttihatçı klik yeni oluşumla(Gladio) kendisini Uluslararası güvenceye almış ve örgütlemiştir. NATO bu konseptinde Türkiye'yi 'Kanat Ülkesi' kategorisinde ele alıyor ve ona göre misyon yüklüyordu. İstenen misyon ise sürekli istikrarsızlık yaratan, çevresiyle kavga eden, kendi içinde daima darbe yapan militarist düzenle idare olunan ve iç sorunlarını sürekli çatışma ile çözen bir sistem olmalıydı.
Türkiye yıllarca bu misyonu yerine getirdi. Zira 'Kanat Ülkesi' olmanın rolünü hakkıyla yerine getiriyordu. Bu rol icra edilirken Kemalist Ulus-Devlet kendi içinde çok güçlü bir çekirdek oluşturmuş ve bu çekirdek bir bütüne Ordu etrafında öbeklenmiştir.
NATO 90'lı yılların sonunda kendisini stratejik olarak yeniden yapılandırdığında, -ki soğuk savaş bitmiş Sovyet Sistemi kendini lağvetmişti- Türkiye için yeni bir konsept belirlemiştir. Bu konsept temelinde Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan Türkiye’ye teslim edilmiş, Türkiye Avrupa Birliği Üyeliğine aday ülke olarak müzakerelere başlamış ve bir çok alanda yenilikler ortaya çıkmıştır. NATO yani konseptinde Türkiye için 'Kanat Ülkesi yerine Cephe Ülkesi' olmayı öngörmüş ve benimsemiştir.
Bu durumda Türkiye bölgede çatışma yerine uzlaşmacı, istikrarlı, sorunları barış ve diyalogla çözebilen Laik, Demokrat ve 'Müslüman' bir ülke olarak Model olmalıydı. Katı Ulus-Devlet yerine, kavga ve çatışan, iç sorunlarını bastırarak halleden, militarist yanı güçlü bir sistemden hızla uzaklaşarak daha mutedil, demokrat, dinlere ve diğer etnik kökenlere daha hoşgörülü bir devlet olmalı. Bunun için sistemin kendisini reorganize etmesi gerekiyordu.
İşte çatışma bu eksen değişikliği sürecinde ortaya çıkmış NATO'nun yeniden yapılanma projesine devletin derinliklerinde yer alan çekirdek direnç sergilemiştir. Bill Clinton 1999 yılında TBMM'de yaptığı konuşmayla Türkiye için öngördükleri hedefleri ve geleceği çok açık ortaya koymuştur. Bu temelde Türkiye her şeyiyle yeni ve stratejik bir yola girmişti. Lakin buna dirençlerde hemen ortaya çıkmıştı. İlk direnç DSP, MHP, ANAP koalisyonunda oldu ve akabinde Ecevit tasfiye edildi. AKP iktidarı işte tamda böylesi bir konjonktürde paraşütle yukarıdan indi. Ülkenin düşünen tüm beyinleri halen bu gelişin siyasal sosyolojisini çözmekten uzaktırlar.
AKP ve onların ABD'deki stratejik liderleri Fetullah Gülen'e yollar sonuna kadar açılmıştır. Fetullahçı hareket 1908'de 2. Abdülhamid ile aldıkları darbenin rövanşını yüz yıl sonra 31 Mart girişiminin temsilcilerine yaparak almışlardır. Şuan Ergenekon şemasında yer alan kadroların hepsi İttihatçı gelenekten gelen Kemalist Ulus-Devletçi kadrolardır. AKP ile NATO sistemi Kemalizmin direnç noktalarına vurmuş sistemi kendi içinde bunalıma sokmuştur.
Bu temelde AKP ile Fetullah Gülen'i de birbirinden iyi ayırmak gerekir. AKP sistemin mafsallarına vurmak için bir koçbaşı rolündedir. 2002'den bu yana Kemalist Ulus-Devletin tüm olmazsa olmazlarına darbe üstüne darbe vurmaktadır. Cumhuriyet giderek Ilımlı İslam devletine evrilmiş sisteme yerleştirilen kadrolarla defakto bir durum yaratılmıştır.
Başta türban ve din eğitimi olmak üzere her alanda bir yozlaştırmayı geliştiren AKP esasta sistemi yeniden dizayn edilebilir hale getirme görevini üstlenmiştir. Kürt ayağını da üstlenen AKP bu politikasında başarısız olmuştur, Kürtleri Cumhuriyetin tasfiyesinde yanlarına-yedeğine alamamıştır. Kürtleri kandırmak için Ergenekon Operasyonunu oldukça kullanmak istemiş, faili meçhul cinayetler ve kayıpların bulunması için girişimlerde bulunduğunu propaganda ederek kürtleri yanına çekmek istemiştir. Kürtlerin buna inanması mümkün değildir. Zira sistemden en çok zara görenler kürtler olmuştur. Kürtler ne Fetullahçı Ergenekon’a nede Kemalist Ergenekona taraf olmayacaklardır.
NATO'nun bu yeni yapılanmasına direnen çekirdek başta ABD ve AB ile çelişkiye düşmüş ve onların çıkarlarına aykırı ilişki ve ittifaklara girmişlerdir. Bu noktadan sonra bu çekirdeğin tasfiyesine karar kılınmıştır. Tasfiye süreci gelişirken Fetullahçı oluşum durumdan vazife çıkararak kendi Derin Devleti ve Ergenekon'unu kurmaya başlamıştır. Şimdi Türkiye'de yapılan Ergenekon Operasyonlarının temel hedefi budur. Onun için Fetullah cemaatinin yayın organları bu operasyonları bir kurtuluş ve yeniden doğuş olarak yansıtmakta, geleneksel devletçi medya ve çevreler ise 'cumhuriyetin tasfiyesi' olarak adlandırmaktadırlar. Cumhuriyet bu operasyonlarla ulus-devlet paradigmasından Türk-İslam paradigmasına kaymaktadır. Her geçen gün Fetullah Gülen çok sevdiği ve öykündüğü büyük üstadı 2. Abdülhamidin intikamını almaktadır. Artık Türkiye eski Türkiye değildir ve bu kavga henüz bitmiş de değildir.
Kürtler bu operasyonlar dalgasının neresinde yer almalıdırlar? Diye sorulmaktadır. Kanımızca Kürtler kendi yerlerinde ve pozisyonlarında kalmalıdırlar. İddianameyi bunun için en başa aldık. Zira Kürt coğrafyasında seksen yıldır acımasız bir kıyım sürdürülmektedir. Özellikle son otuz yılda yaşananlar hala belleklerde tazeliğini korumaktadır.
Ergenekon iddianamesinde bunların hiç birine değinilmemiştir. Kürt köylerini yakmak(4 bin köy yakılmıştır), Kürt yurtseverlerini katletmek(17 bin faili meçhul ve kayıp), gasp, talan, inkar, asimilasyon uygulamaları bir kaç devlet memurunun münferit uygulaması ve politikası olamaz. Burada uygulanan politikalar devlet politikasıydı. Eğer samimi bir operasyon yapılacaksa başta Kürt Halkına reva görülen bu politikalarından dolayı devlet Kürt Halkından özür dilemelidir. Geçmişte uyguladığı bu vahşetin açığa çıkarılabilmesi için Hakikatleri Araştırma komisyonu kurmalı ve halen yürürlükte olan inkar, imha, asimilasyon ve askeri zor politikalarını derhal durdurmalıdır. Bunları yapmadan ve birde bunlar yetmezmiş gibi Kürt Özgürlük Hareketini kendi kirli organizasyonlarının bir uzantısıymış gibi yansıtmaları Kürtlere hiç inandırıcı gelmemektedir.
Kürtler, Kemalist Ulus-devletçiler ve onların Ergenekon’uyla otuz yıl savaştılar, direndiler boyun eğmediler, Fetullahçı Ergenekona karşıda onurlarıyla ve başı dik durmasını bileceklerdir. Fetullahçı Ergenekon seçimlerde Kürt Halkını yanına alamamanın hıncını seçimde başarı sağlayan kadroları derdest ederek almak istemektedir. Ama Gülen cemaati şunu unutmamalıdır ki, Kürtler eski Kürtler değildir. Kemalistlere yaptığınızı Kürtlere yapamayacaksınız...
Ogul Erdogan;Cinayet Zanlisi,Bedelli Asker...
Ünlü zatın oğlu kırmızı ışıkta
durmadan geçiyor, peşine takılan ekipten kurtulmak için hızlanırken
ilerde ünlü bir sanatçıya çarpıyor...
Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan sanatçı 6 gün sonra
ölüyor. Karakola götürülen delikanlıya polislerin ehliyet sormaması sanatçının eşinin dikkatini çekiyor.
Polislere hatırlattığında:
Siz ukalalık etmeyin biz ne yapacağımızı biliriz, gibi bir cevap alıyor.
Kazadan sonra belediye arazözleri kazanın olduğu mahalle gelip caddeyi baştan aşağı yıkıyor ve 35 metrelik fren izini tamamen siliyorlar.
Delikanlıya kazadan sonra, üç ay önce verilmiş gibi ehliyet ! düzenleniyor.
Sanatçının kocası hakime çocuğun ehliyeti olmadığını,
düzmece ehliyet verildiğini söylediğinde adam 'ne? siz koskoca belediye başkanını sahtecilikle mi suçluyorsunuz?', diye azar işitiyor...
Olayı gören tanıkların hepsi tehdit edilip korkutuluyor. Sanatçının kocası aile meclisini topluyor.
Bakıyorlar ki polis, adalet, belediye hep birlikte olmuş üzerlerine geliyor.
Mecburen olayın peşini bırakıyorlar. Sonuçta mahkeme trafik canavarı
genci 3 ay hapse mahkum ediyor...
O da 1998' in fiyatıyla 540 BİN Lira cezaya çevriliyor.
Sen sağ, ben selamet; güzide sanatçı Sevim Tanürek gitti gider.
Bu olayı Sevim Tanürek'i n esi, Emin Çölaşan'a yukarıdaki satırlarla anlatmış Sözü geçen katil delikanlıİstanbul' un o zamanki
belediye başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu...
(Hani şu gemiciği olan)
ve son olarak: başbakan recep tayyip erdoğan'ın, ses
sanatçısı sevim tanürek'e otomobiliyle çarparak ölümüne neden olan oğlu
ahmet burak erdoğan için 'tamamen kusursuz' raporu vererek
beraatini sağlayan adli tıp trafik ihtisas dairesi başkanı eyüp çakmak, türkiye denizcilik işletmeleri' ne
genel müdür yardımcısı olarak atandı.( 21.10.2004 )
Böyle bir baba tabii ki en az 3 çocuk ister. Yavrularını her türlü kaza, bela ve hatad! an koruyabiliyor.
Peki vatandaş çocuklarını onlardan ve onlar gibi .....lerden nasıl koruyacak
ASKERLİKTEN DE KAÇTI . Rize Güneysu Askerlik şubesine kayıtlı Ahmet Burak ERDOĞAN, 2000 yılında
KASIMPAŞA DENİZ HASTANESİNDEN verilen rapor ile ÇÜRÜĞE ayrılıyor.
Rapora göre,
Ahmet BURAK ERDOĞAN'ın hastalığı TESTİS KANSERİ!...
Uzman hekimlerin verdiği bilgiye göre, testis kanseri TEDAVİ EDİLEBİLİR bir rahatsızlık. Burası çok önemli, çünkü
ÇÜRÜK RAPORU , asker adayı açısından ancak iş görme gücünün %60'ını yitirmesi durumunda veriliyor.
Tedavi edilebilir hastalıklardaysa durum farklı. Hastalığın tedavi edilmesinin ardından kişi, askere alınıyor.
Bu bilgilere ulaşan ve haftalık yayın yapan ULUSAL bir dergi, farklı kaynaklardanda bu bilgile! rin doğru olduğunu
teyit ettikten sonra, yetinmeyip 2 Mayıs 2007 tarihinde Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN'A yolladığı yazılı soruya
herhangi bir cevap alamıyor. Daha sonra Başbakanlık Basın Müşaviri Sayın Akif BEKİ'ye telefon ile bu konu hakkında
bilgi istenildiğinde 'kişisel hayatı' ilgilendirdiği gerekçesi ile cevap verilemeyeceği söyleniyor...
Daha sonra askere testis kanseri olduğu için gitmeyen ve ÇÜRÜK RAPORU alan Ahmet Burak ERDOĞAN ne gariptir ki
bir yıl sonra 23.02.2001 tarihinde gönül rahatlığı ile evlenebiliyor...
Yani 2000 yılında Kasımpaşa Deniz Hastanesinde Sedyeye YAN GELİP YATARAK, babalar gibi ÇÜRÜK RAPORUNU almış.
Oysa hepimizde biliriz ki Türk Milleti askere gitmeyeni yarım adamdan sayar, çürük rapora ihtiyacı olan bile onuruna yedirip de
bu raporu almak istemez, sakat ise sakatlığını saklar.
Fakat gelin görün ki o yıllarda babası İstanbul Büyükşehir, Belediye başkanı olan Ahmet Burak ERDOĞAN yaşıtlarından farkl! ı
düşünmüş!...
Şu meşhur, her birisi 4-5 milyon dolar eden gem i sahibi Ahmet BURAK bundan 9 yıl öncede 1998 tarihinde İstanbul Şişlide de
bir çoğumuzun hatırlayacağı şarkıcı Sevim TANÜREK adlı bir bayana spor otomobili ile çarpmış ve onun ölümüne sebebiyet vermişti.
Bunun üzerine iki yıl sonra ÇÜRÜK RAPORU alacak Ahmet Burak o günlerde İngiltere de dil öğrenimi için yurtdışına gitmişti...
Acaba Ahmet BURAK askere gitseydi ŞIRNAK da mayına basarak şehit olduğunda Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN şehitlere yakıştırdığı
'KELLE' tabirini oğlu içinde kullanabilirmiydi?!...
Yada
Sayın Emine ERDOĞAN her şehit anası gibi, 'VATAN SAĞOLSUN'
diyebilirmiydi?!...
Bunların ne diyeceğini elbette ki bilemeyiz!...
Fakat bildiğimiz bir şey var ki, Sayın BAŞBAKAN çok haklı.
'...Asker değil, fakat birileri ve özellikle de büyük oğlu Ahmet YAN GELİP YATMIŞ!...
Şimdi bu çürük çocuğun trilyonluk gemiciği var ve evli.......
11 Eylul Saldirimi, ABD Provokasyonu mu?
Eylemin, teröristler tarafından ticari uçakların kaçırılması suretiyle gerçekleştirildiği, kaçırılan uçaklardan ikisinin çarpması sonucu Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkıldığı esası üzerine kurulan ve bazı araştırma komisyonlarının raporlarıyla da tescillenen sözkonusu resmi söylem, artık saygın üniversitelerde görev yapan ve sahasında tanınmış bilimadamların da üyesi olduğu geniş bir topluluk tarafından da açıkça eleştiriliyor; tutarsız ve güvenilmez olduğu, dahası, hayati birçok soruyu yanıtsız bıraktığı ifade ediliyor.
Sayıları giderek artan bu topluluğun üyeleri, internet siteleri, radyo kanalları ve yayınladıkları kitaplarla kendi aralarında irtibatlarını sürdürüyorlar. Diğer taraftan düzenli toplantılarla biraraya gelen grup üyeleri, kendi araştırmaları neticesinde ulaştıkları sonuçları birbirleriyle paylaşıyorlar. Son olarak Chicago’da düzenlenen toplantıya sözü edilen topluluktan 500 kişinin katıldığı ifade ediliyor. Bazıları tanınmış bilimadamları olmak üzere 75 akademisyenin ‘şüpheciler’ safına katılması ve giderek artan sayıda insanın saldırıların nedeni ve vukuuna ilişkin resmi beyanlar hakkındaki kuşkularını dile getirmesi, şimdiye kadar ’11 Eylül gerçeği’ni resmi söylem doğrultusunda ele alıp irdeleyen ve ‘aykırı’ görüş ve yorumlara kulak vermekte isteksiz olan hakim medyanın da dikkatini çekmiş görünüyor.
AP’nin, CNN’in internet sitesinde de yer alan bir haberinde, 11 Eylül’e ilişkin ‘komplo teorilerinin’ akademik bir ivme kazandığı belirtilerek, saldırıya ilişkin genel kabul gören senaryoya ‘aykırı’ görüşler ifade eden iki saygın bilimadamına dikkat çekiliyor: ‘Wisconsin Üniversitesi’nden Profesör Kevin Barrett’in, ABD hükümetinin Dünya Ticaret Merkezi’ni tahrip etmiş olabileceğine inandığı, Brigham Young Üniversitesi’nde görevli fizik profesörü Steven Jones’un ise, ikiz kulelerin, korsanların kaçırdığı uçaklarla değil, binaların içine yerleştirilen patlayıcılarla yıkıldığına ilişkin -kendi ifadesiyle- kanıtları araştırmakla meşgul olduğu kaydediliyor.
Hareketin sözcüleri, akademisyenlerin katılımıyla oluşturulan ve ‘Scholars for 9/11 Truth’ ( “11 Eylül Gerçeği Akademisyenleri”) ismiyle anılan grubun, bu sahadaki tartışmalara yeni bir ivme ve itibar kazandırmasını beklediklerini ifade ediyorlar. Sayıları itibarıyla küçük bir azınlık teşkil etmeleri ve çoğunun da ilgili alanlarda uzmanlıkları bulunmamasına karşın, aralarında Princeton ve Standford gibi seçkin üniversitelerden mezun olanlar ile Rice, Indiana ve Texas üniversitelerinde görev yapanların bulunması, dile getirilen görüşlerin daha dikkatli ele alınmasını gerektiriyor. İnternet sitesindeki listede, Doğuş Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Yüksek Lisans Programı’nın akademik kadrosunda yer alan Assist. Prof. Dr. Clare Brandabur’un da bulunduğunu belirtelim.
Grubun internet sitesinde yer alan ifadeler arasında, ‘Saldırıları soruşturan Bush yönetiminin dürüst davranmadığı’, ‘Dünya Ticaret Merkezi’nin, kontrollü bir şekilde yıkıldığının hemen hemen kesin olduğu’ ve ‘Hükümetin, 11 Eylül’ün vukuuna müsaade etmekle kalmayıp bu hadiseleri, kendi siyasi gündeminin tatbikini kolaylaştırmak için bizzat tertiplemiş olabileceği’ cümleleri dikkat çekiyor.
11 Eylül Münazarası
Sitede yer alan basın açıklamaları arasında 11 Eylül’e ilişkin bir münazara yapılması önerisi de yer alıyor. Sözkonusu toplantıda hükümet ve sivil kanadın yedişer kişilik gruplarla temsil edilmesi, yönetimi temsil eden üyelerin 11 Eylül’e ilişkin resmi söylemi savunmaları, buna mukabil sivil üyelerin de resmi senaryoya yönelik eleştirilerini dile getirmeleri isteniyor. 16 Eylül 2006 tarihinde yapılması planlanan toplantı için ilgili resmi makamlara davetiyeler gönderildiği ancak henüz bir yanıt alınamadığı belirtiliyor.
Bir şeyin imkansız olduğuna inanırsanız, aklınız bunun neden imkansız olduğunu ispatlamak üzere çalışmaya başlar. Ama bir şeyin yapılabileceğine inandığınızda, aklınız onu yapmak üzere çözümler bulmanıza yardım etmek için çalışmaya başlar
| Dr. David J. Schwartz
11 EYLÜL GERÇEĞİNİ BİLE SORGULUYORUM
Ortadoğu ile alakalı ne zaman bir seminer vermeye kalksam dinleyiciler arasında her zaman benim “çılgın konuşmacılar” dediğim birileri vardır. Burada parlak ve yerinde sorularla- bir gazeteci olarak bana sürekli hürmetkâr olduklarını ve Ortadoğu’daki trajediyi oradaki gazetecilerden daha iyi anladıklarını gösterir tarzda- konferanslarıma gelen baylar ve bayanlardan özür dilerim.
Ama “çılgın konuşmacılar” gerçektir. Stockholm, Oxford, Sao Paulo, Erivan, Kahire ve Los Angeles’da erkek cismaniyetiyle, Barselona’da kadın cismaniyetiyle karşıma çıkmışlardır.
Kadın veya erkek olsun soruları şöyle devam eder. Eğer bağımsız bir gazeteci olduğunuza inanıyorsanız, niye 11 Eylülle ilgili gerçekleri yazmıyorsunuz? Niye gerçekleri – Bush yönetimi, CIA ya da Mossad’ın İkiz Kuleleri patlattığını- söylemiyorsunuz? 11 Eylül’ün arkasındaki sırları niye ifşa etmiyorsunuz? Her davayla alakalı şöyle bir düşünce var – Fisk bilir, elinde kesin deliller vardır, tüm dünyanın bildiği (genelde bu tabirle işaret edilir) İkiz Kuleleri kimin yıktığına ilişkin son delili getiren bakır-dipli gerçek dosyaları vardır. Bazen “çılgın konuşmacılar” açıkça dertlidir. Cork şehrinde bir adam bana bir soru sordu ve sonra olaya bakış açısının biraz tuhaf olduğunu söylediğimde, sandalyeleri tekmeleyerek ve bağırarak salonu terk etti.
Genellikle doğruyu söylemeye çalışmışımdır, ama 11 Eylülle ilgili cevaplanmamış sorular varken, ben, The Independent’ın Ortadoğu muhabiriyim ama komplo teorisi muhabiri değilim. Elimde Lübnan, Irak, Suriye, İran ve Körfezle ilgili bu kadar gerçek veriler varken niye Manhattan’daki hayali verileri kafama takayım? Benim son sözüm- bence tartışmanın düğüm noktası- Bush yönetiminin her şeyi berbat ettiğidir-askeri, politik ve diplomatik olarak-Orta Doğu’da bunu denemiştir ve nasıl olur da 11 Eylül 2001’de Amerika’da uluslar arası boyutta insanlığa karşı işlenen suçların Bush yönetimi başarıyla üstesinden gelebiliyor?
Evet, hala o fikri savunuyorum. Amerikalıların iki gün önce yaptığı gibi El Kaide’nin geri çekildiğini iddia eden bir ordu, 11 Eylül’le alakalı hiçbir şeyi ölçmeyi beceremiyor demektir. Irak’ın Diyala bölgesinde yaptıkları ve mantıksızca kod adı “Yıldırım Çekiç Operasyonu” dedikleri operasyon sonrası konuşan Albay David Sutherland, “El Kaide’ye karşı harekat başlatıp, onların geri çekilmesini sağladık. Bizim kuvvetlerimizle karşılaştıklarında yaşadıkları korku, teröristlerin hiçbir sığınacak güvenli limanlarının olmadığını kanıtlamıştır” diyor. Söylediklerinin çoğu aynı ve hepsi yanlıştır.
Birkaç saat sonra El Kaide Bakuba’ya güçlü bir taburla saldırıyor ve Amerikalılarla beraber meydan okuyan yerel şeyhleri öldürdü. Bush’un Texas semalarından seyrettiği savaş bana Vietnam’ı hatırlatıyor- ki bu, bu hafta Vietnam savaşının sonu ile Kamboçya denen, nüfusunun büyük bir bölümünü Bush’un cesur meslektaşlarının sonuna kadar savaştığı aynı Vietnamlıların kurtardığı, farklı bir ülkedeki soykırımı niye karıştırdığını açıklayabilir.
Ama işte mevzuya geliyoruz. Benim 11 Eylülle alakalı tutarsız resmi söylemlerden girerek artan bir rahatsızlığım var. Sadece açıkça görünen filan sonuç falan ihtiyaçtan çıkmaz mevzu değil: Pentagon saldırısının uçak parçaları (motor vs.) nerede? “United 93” diye bilinen uçuşta (Pennsylvania’da düşmüştü) yer alan görevliler niye susturuldu? Uçuç 93’ün sadece bir noktaya çarpan enkaz parçaları nasıl oldu da birkaç milden fazla bir alana dağıldı?
Tekrar David Icke’nin “Alice Harikalar Diyarında ve Dünya Ticaret Merkezi Felaketi” isimli, herhangi bir aklı başında insanı tekrardan telefon rehberini okumaya sevk edecek çılgın araştırmasından bahsetmeyeceğim.
Ben bilimsel mevzulardan bahsediyorum. Eğer doğruysa uçak yakıtı 820 C’de normal şartlarda yanar, nasıl olur da İkiz Kulelerin erime noktası 1480 C olduğu düşünülen çelik kirişi aynı anda kopar? (8.1 ve 10 saniye içinde yıkıldılar) Peki ya üçüncü kule? Dünya Ticaret Merkezi Bina 7 ya da Salmon Brothers Building (Salmon Kardeşler Binası) diye anılan yer? Kendi kayıtlarında 11 Eylül günü saat 17.20’de 6.6 saniyede yıkıldı. Hiçbir uçak çarpmamasına rağmen niye bu kadar düzgün bir şekilde yıkıldı?
Amerikan Ulusal Standartlar ve Teknoloji Enstitüsüne bu üç binanın neden yıkıldığının analiz edilmesi görevi verildi. Hala Dünya Ticaret Merkezi Bina 7 ile ilgili rapor bildirilmedi.
İki tane önemli Amerikalı profesör ve makine mühendisi- kesinlikle “çılgın konuşmacılar” parantezinde değiller- şimdi yasal yollarla raporun son şekline “aldatıcı ve ya hileli” olduğu gerekçesiyle meydan okuyorlar.
Gazetecilik açısından 11 Eylülle ilgili çok tuhaf şeyler vardı. Muhabirlerin bazılarının ilk bildirdiklerine göre kulelerin içinden patlama sesleri duymuşlardı – kiriş çatırdaması gibi sesler- ki böylece kolaylıkla işten atılabilirlerdi. Daha az gazeteci elleri bağlı vaziyette Manhattan sokaklarında bulunmuş bir kadın uçuş görevlisi bulunduğunu bildirmişti. Tamam, bunların sadece söylenti olan iddialar olduğunu var sayalım tıpkı CIA’in üç kişilik şu anda sağ ve Ortadoğu’da yaşayan intihar saldırısı eylemcisinin olduğu yönündeki istihbarati hatası gibi.
Peki ya ürkütücü yüzüyle, korkunç arkadaşlarına “İslami” öğütler verdiği CIA tarafından açıklanan ve Orta Doğu’daki tanıdığım her Müslüman arkadaşımı hayrete düşüren Mısırlı hava korsanı ve katil Muhammed Atta tarafından yazıldığı iddia edilen tuhaf mektup? Atta, ailesine anlatıyor–ki hiçbir Müslüman kötü yetiştirilmiş olsa da namaz kılmak ister. Cinayetteki arkadaşlarına günün ilk namazını kılmalarını hatırlatıyor ve ondan bahsetmeye devam ediyor. Ama hiçbir Müslüman’ın böyle bir hatırlatmaya ihtiyacı yoktur – sadece “Sabah” namazıyla ilgili bölümün Atta’nın mektubunda yer alması gerektiğini düşünelim.
Tekrar edeyim. Ben komplo teoricisi değilim. Çılgın konuşmacılar beni rahat bıraksın. Komplolar beni rahat bıraksın. Ama tüm diğer insanlar gibi 11 Eylülle ilgili tüm hikâyeyi bilmek istiyorum, en azından değil çünkü Irak, Afganistan ve Ortadoğu’da yaşanan tüm bu felaketlerin sebebi olan sahte “terörle savaş” deliliğinin tetikleyicisi odur. Bush’un mutlu bir şekilde ayrılan danışmanı Karl Rove bir zamanlar “biz artık bir imparatorluğuz ve kendi gerçeklerimizi kendimiz yaratırız.” demişti. Doğru mu? En azından bize söyle. Belki insanların sandalye tekmelemesini bu durdurur.
New York'tan Srebrenika'ya
Komplo teorilerini asla ciddiye almayız. Ancak 11 Eylül'ün 6'ncı yılındaki yayınlarda ezber bozabilecek ayrıntılar dikkatimizi çekti.
Ankara'da güvenlik güçleri dün sabah bir otoparka bırakılan araçtaki 300 kiloya yakın patlayıcıyı etkisiz duruma getirmek için zamana karşı yarışırken, Usame Bin Ladin de 4 gün arayla yayınlanan ikinci kasetinde ABD'ye nanik yaptı. Başkan Bush ise, "Irak'a savaş açmakla ne kadar haklıymışız, gördünüz mü" dedi bir kez daha.
Biz ise Rus "Novosti" ajansının servise koyduğu "Komsomolskaya Pravda"nın bir haberiyle ilgilendik. Habere göre Kaliforniya'dan 130 mimar ve mühendis, ABD Kongresi'ne 11 Eylül saldırılarıyla ilgili bir rapor sunmaya hazırlanıyor.
Raporda, teröristlerin ele geçirdiği uçakların hedefi ikiz kulelerin "Kontrollu yıkım"la çöktüğü öne sürülüyor. Hani, köhne binaların dinamitlerle birkaç saniyede yerle bir edilmesi gibi.
Raporu yazan ABD Mimarlar Enstitüsü üyesi Richard Gage, "Korkunç bir sonuca vardık: 11 Eylül saldırıları ABD yönetimi içinden planlanıp yönetildi" diyor.
Gazetenin görüşlerine başvurduğu Rus genelkurmay eski danışmanı Victor Baranets, "11 Eylül'de ABD gizli servislerinin parmağı olduğu ihtimali yabana atılmamalı. Çünkü yönetimin terörle savaşta yeni stratejisini meşrulaştırmak için büyük bir gerekçeye ihtiyacı vardı" dediği, Rus karşı casusluk servisi subaylarından Vladimir Bulatov'un da "İkiz kulelerin çökmesine yardım edildi" şeklinde konuştuğu kaydediliyor.
18 ay boyunca izlendiler
"Deli saçması" deyip geçelim ama Fransız "La Liberation" gazetesinin dün yayınladığı FBI raporuna ne demeli? 198 sayfalık raporda 19 teröristin saldırılardan önce 18 ay boyunca neler yaptıkları, nerelere gidipgeldikleri, kimlerle görüştükleri, banka işlemleri, bağlantılarının telefonları ayrıntılarla anlatılıyor. 11 Eylül'den 2.5 ay sonra tamamlanan raporu FBI adli soruşturmaya kaynak olması için hazırladı ama Bush yönetimi "Terörle savaşın gerekçesi" olarak değerlendirdi. Hemen Afganistan'a savaş açıldı. Ardından özgürlükleri budayan "Patriot Act" (Yurtseverlik Yasası) çıkarıldı, onu Irak'a savaş izledi.
Haberde Pakistan'da yakalanan 11 Eylül saldırılarının beyni Halid Şeyh Muhammed'in Guantanamo'ya kapatılması, sorgusunu da savcıların değil CIA'nın yapması da "Kuşku uyandırıcı" bulunuyor. Yani, bazı ilişkilerin, işbirlikçilerin ortaya çıkmasının önlenmek istendiği ima ediliyor.
Olabilir mi? Bilinmez ama insan 11 Eylül saldırılarından iki ay önce, 12 Temmuz 2001 tarihinde Bin Ladin'i tedavi gördüğü Dubai'deki Amerikan Hastanesi'nde CIA temsilcisinin ziyaret ettiğini ve görüşmeden hemen sonra ABD'ye uçtuğunu anımsayınca, doğrusu içine bir kurt düşmesine engel olamıyor. Tıpkı CIA'nın Bin Ladin'in izini sürmek için oluşturduğu timleri "Önemi kalmadı" diye dağıtmasının Batı basınında "Bush yönetimi ile El-Kaide lideri arasında işbölümü mü var" yorumlarına neden olması gibi.
Karadzic ve Mladic neredeler?
Biz yine de ayağımızı yere sağlam basmak istiyoruz ancak iki gün önce Fransa'da yayınlanan bir kitap, başımızı döndürdü. Yazarı, Yugoslavya iç savaşı suçlularını yargılayan Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı Carla Del Ponte'nin sözcüsü Florence Hartmann. Gazeteci olan (Le Monde'dan) Hartmann "Barış ve Ceza" adlı kitabında Srebrenika katliamı sorumluları Radovan Karadzic ile Ratko Mladic'in büyük güçler kolladığı için yakalanamadığı nı belgelerle anlatıyor. O güçleri tek tek sayıyor: ABD, İngiltere, Fransa, Rusya...
Peki neden Karadzic ile Mladic'in yakalanmaları istenmiyor?
Cevap: Savaş sırasında Boşnaklar'ın katledilmesine bile bile seyirci kaldıkları, hatta silahların susması karşılığı Srebrenika halkının kurban edilmesini kabullendikleri ortaya çıkmasın diye!
Bitmedi; Sırbistan Başbakanı Zoran Cincic'in Slobodan Miloseviç'i mahkemeye teslim etmesinin de büyük güçlerin canını sıktığı yine belgelerle açıklanıyor. Cincic bedelini canıyla ödedi; sözde mafya tarafından öldürüldü!
Hartmann, "Karadzic ve Mladic asla yakalanamayacak" diye noktalıyor. Tıpkı Bin Ladin gibi!
Etiketler:
11 Eylül Saldırısı,
11 S,
ABD,
Afganistan,
Amerikan Emperyalizmi,
Bin Laden,
Büyük Ortadoğu Projesi,
CIA,
El Kaide,
Irak,
Kapitalizm,
Provokasyon,
Savaş,
WTC
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)