‘Demokratik Toplum Manifestosu - Kapitalist Modernitenin Aşılma Sorunları ve Demokratikleşme’ adlı çalışma daha önceki savunmalarında ele aldığı kimi konulara dair daha ayrıntılı değerlendirmeler içeriyor. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın geçtiğimiz aylarda yayımlanan savunmasında, önceki savunmalarında ‘derinleştirilmiş ve genelleştirilmiş kölelik’ olarak tanımladığı kapitalist devlet sistemini, yöntem sorunlarını öne çıkararak daha derinlemesine yeniden ele almanın yanı sıra daha pekçok konuda ayrıntılı değerlendirmeler, çözümlemeler geliştiriyor. İnsanlığın ve doğanın uğraştığı ve kaynağını toplumun komünal özünden kopmaktan alan toplumsal sorunların neden çözülemediğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
Devletçi sistemi sorunların çözümünde bir yaklaşım olarak değerlendirmek yerine, tam da tüm toplumsal sorunların temel kaynağı olduğu yönünde zihin açıcı değerlendirmeler yapmaktadır. Yani sorun yaratan bir zihniyetle aynı sorunların asla çözümlenemeyeceğini ortaya koyarak insanlığa çözüm yolunu gösteriyor. Daha da ilginci veya benim öne çıkarmak istediğim konu ise hiyerarşiden başlamak üzere devletçi sistemin özne-nesne ayrımına dayanan zihin yapılanmasının adı tarihte değişse de –mitoloji, din, bilim vb– özünün hiç değişmediği hususudur.
Yaklaşık olarak M.Ö. 6000-4000 arası dönem, insanlık tarihinde ilk toplumsal parçalanmanın geliştiği, toplumun içinden birilerinin –şaman, yaşlı bilge ve yetenekli avcı erkek– topluma karşı bir güç oluşturma mücadelesine giriştiği bir dönem oluyor. Bu zihniyetin aynı zamanda devletçi sistemin temel zihni yapılanması olan özne-nesne yaklaşımının temeli olduğunu çok açık bir şekilde görmekteyiz. Topluma egemen olmaya çalışan erkek eliyle ekilen bu tohum, kendini güçlendirecek devletli sistemle birlikte, günümüze kadar bu zihniyeti binbir kılıf altında sürdürecektir. Bunu da her konuda ikililikler yaratarak, anlamlı bütünlüğü ortadan kaldırarak, birini egemen diğerini ezilen, birini değerli diğerini değersiz, birini büyük diğerini küçük, birini güçlü diğerini güçsüz vb. kılarak özne-nesne zihniyetini kurumsallaştırarak yapacaktır. Sonra gelen de aynı yolun yolcusu olarak mitoloji, din, felsefe, bilim adına aynı şeyi kabul edecek ve insanlığa da kabul ettirmeye çalışacaktır. İşte bu eser, bu yaklaşımları çok çarpıcı bir şekilde deşifre etmektedir. İktidar endeksli, egemenlerin elindeki ‘bilim’in yaklaşımların altındaki gerçekleri açığa çıkararak, ele alışlar ve ele alanlar değişse de gerçekleşenin bir Levh-i Mahfuzculuk olduğunu ortaya koymaktadır. Tüm bu yaklaşımların bırakalım gerçekleri vermeyi, gerçekleri örtmek anlamına geldiğini, kadercilik yarattığını ikna edici bir şekilde değerlendirmektedir.
Devletçi zihniyet ve yapılanma, toplumu parçalamıştır. Toplumda egemenler ve ezilenler, yönetme hakkı doğuştan gelenler ve yönetilmesi gerekenler diye ayrımlar yaratarak toplumun diğer kesimlerini toplumun temel hayati işlerini yapmak, toplumu güzelleştirmek anlamına gelen politikanın dışına iterler. Egemenler çobandır, toplum da sürü. En gelişkin gibi görünen devletli sistemlerde bile çok güçlü bir demokrasi sorunu bu nedenle yaşanır. Toplumun tüm kesimleri aktif ve potansiyeline uygun gerçekleşme özgürlüğüne sahip olmadığından, devletli toplumlar, gerçek anlamda hasta toplumlardır. Organik toplum özelliğini yitirir, devletli toplumlar. Devlet öznedir, toplum nesne.
Devletçi zihniyet ve yapılanma, birinci doğanın en yetkin bir gerçekleşmesi olan ve mikro kosmos veya ikinci doğa denilen insan türünü birbirine yabancılaştırarak, cinsler anlamında insanlığı parçalamıştır. Doğal ve normal olan ikiliği, birbirini yiyen, birbirine düşman bir ikiliğe dönüştürmüştür. Milyonlarca yıl süren anlamlı bütünlük, hiyerarşiden başlamak üzere devletli sistemde daha da sistem kazanarak ortadan kaldırılmıştır. Yeni durumda erkek egemen, asıl, merkez, güçlü ve öznedir, kadınsa eksik, güçsüz, korkulması gereken, şeytanla işbirliği içinde olan, erkekten gelen ama lanetli bir yaratığa dönüştürülür. İcat edilen toplumsal cinsiyetçilik ile bir egemenlik ve kölelik ikilemi oluşturulur ve iktidar bu ilişkide yaratılır. Doğuştan iktidar olan ile doğuştan köle böylelikle oluşturulmuş olur. Sistem de kendini en çok bunun üzerine inşa eder. Erkek öznedir, kadın ise nesne.
Devletçi zihniyet ve buna bağlı yapılanma, ana olan birinci doğa ile onun bir yaratımı, bir kendini gerçekleştirme biçimi olan ikinci doğa yani insan arasındaki bütünlüğü de ortadan kaldırmıştır. Özellikle mitolojik süreçle başlamak üzere doğa yaratıcılığından, kutsallığından arındırılmış, kaynak olduğu göz ardı edilerek, insanların zihni kendini her şeyin merkezine koyacak tarzda çarpıtılmıştır. Egemen zihniyet doğanın kendisi de dahil olmak üzere her şeyin yaratıcısı olarak kendisini göstermiştir. Kendini tanrılarda ifadeye kavuşturarak doğanın yaratıcısı yapmış, doğayı suçluların cezalarını çektiği lanetli, İdealar ve Gerçeklikler Dünyası diye ayrımlara giderek niteliksiz ve asıl olmayan bir yer olarak ele almıştır. Doğa, vahşi, güçlü olmak için karşısında savaşılması gereken bir düşman olarak algılanmış ve ona karşı tüm duyarlılık yok olmuştur. İnsan öznedir, doğa nesne.
Özünde düşmanlık olmayan ama öyleymiş gibi ele alınan, birinin üstünlüğünü tercih etmeye zorlayan tüm ikiliklerin –duygu/düşünce, zihin/beden, madde/ruh…- temelinde egemenlerin ihtiyaç duyduğu meşruiyet yaratma çabası yatmaktadır. Tüm bu ikilikleri özne-nesne ikiliğine oturtarak gerçekleri tersyüz etmişlerdir. O nedenle de sistem dışı olmak adına ortaya çıkıp mücadele yürütenler, kendilerini bu ikililiklerden kurtarmadıklarından hakikate ulaşamamışlar ve bu nedenle istemleri farklı ama pratikleri sistem içi olan bir gerçeklik yaratmışlardır. Zihniyetleri sistem içi olduğundan talepleri sistem dışı olsa da pratik ve oluşturdukları sistemler de sistem içi olmuştur. –Bundan olsa gerek Kürt Halk Önderi Öcalan ‘Bir Halkı Savunmak’ adlı eserinde doğal toplumdan sonraki egemenlikçi dönemlerin tümünü ‘köleliğin doğuşu, oluşumu, olgunlaşması, genelleşmesi ve derinleştirilmesi’ olarak çarpıcı tanımlamıştı. Yani devletli dönemi kölelik dönemi olarak tanımlamıştı.– Bırakalım sistemi aşmalarını, sistemi daha da derinleştirdikleri, sistemin ömrünü uzattıkları ortaya çıkmıştır.
Demokratik Toplum Manifestosu isimli kitap (Savunmalar), toplumsal doğanın tarihsel diyalektiğini yetkince irdeleyerek, egemenlikçi sisteme karşı mücadele yürütenlerin gerçek anlamda istem ve hedeflerini nasıl gerçekleştirebileceklerini, girilmemesi gereken devletli yolun analizini çok güçlü yapmaktadır. Yaşananları, gerçekleşenleri daha iyi anlamak, daha iyi yaşamak, daha güçlü ve sonuç alıcı mücadele yürütmek isteyen herkesin okuması gereken bir eser. Özcesi ‘Kendini Bilmek’ noktasında yaşanan açlık ve susuzluğu gidermek için bulunmaz bir kaynak. Hayatı doğru kurmak için gerekli bir kitap.
- Ana Sayfa
- Öcalan Anlatıyor: Uluslararası Komplo Gerçeği
- SAİD-İ KURDÎ(Nursi) VE KÜRT SORUNU
- Batı Kürdistan(Rojava) Devrimi
- Soykırımdan Özerkliğe Batı Kürdistan
- AKP ve Faşizm Üzerine
- Anti Emperyalist-Kapitalist Mücadele ve KÜRT BAHARI
- Karadeniz: Toprak, Su, Hava ve Emek
- Bir İşkence Yöntemi Olarak Tecrit
- Politik Sinema
- Belgeseller
- E-Kitaplar
- İnternet Sansürünü Del !
Site İçi Arama
10 Mayıs 2010 Pazartesi
Sınıf merkezli olmak istemi aşamiyor
Peki, bu yitirme, proleteryanın eksik mücadeleciliğinden mi, yeterince bedel ödememesinden mi, yoksa kendisine ve içinde yaşadığı kapitalist sisteme ilişkin yapılan tespitlerdeki eksikliklerden mi kaynaklanıyor? Kuşkusuz proleteryanın 20. yüzyılın ikinci yarısından bugüne kadar 19. ve 20. yüzyılın ilk yarısındaki gibi radikal ve eylemci bir karakterde olduğu söylenemez. Bu yönüyle proleteryanın eylemsel yönünde de ciddi bir zayıflamanın olduğundan bahsedilebilir. Ama proleteryanın sisteme alternatif bir öncü olamamasının asıl nedenini hem kendi gerçekliğinde hem de kendisine ilişkin yapılan teorik tespitlerde aramak gerekiyor. En temel yanlışlığın, sınıfın ya da sınıfçı bakış açısının ele alınışında ve ona biçilen rolde olduğu açıktır. Yani herhangi bir sınıf, mevcut hiyerarşik devletçi sistemi özü itibariyle aşan alternatif bir toplumsal sistem kuramaz. Çünkü hiyerarşik-devletçi sistemi yaratan temel üçlünün içinde sınıf da (sınıf, kent, devlet) yer almaktadır. Bundan dolayı da pratikte köle-serf ya da proleter sınıfa dayalı alternatif sistem arayışından ancak devletçi sistemin ortaya çıktığı görülmüştür. O halde komünal topluluklardan ya da komünal demokratik toplumdan sınıflılığa geçiş nasıl bir sapmayı ifade ediyorsa, ona dayalı devletçi sistem de adına ne denilirse denilsin, kimlerin çıkarına kurulduğu iddia edilirse edilsin alternatiftir diye ilan edilemez. Proletarya iktidarı ya da devleti diye tanımlanan kurumun (yani iktidar ve devletin) esasında toplumsal yaşamın komünal olan özünden bir sapma sonucu oluştuğu gerçeği gözetildiğinde sınıfın doğal, normal ve hiç de masum bir toplumsal kategori olmadığı kendiliğinden anlaşılır. İnsanlığın yaklaşık yedi milyonluk ömrünün yüzde 98’ine tanıklık eden ve kök toplum şeklinde tanımlanan klan tarzı toplumsal örgütlenişte sınıfın olmaması, insanlaşmanın genetiğinin farklı tarzda örüldüğünü göstermektedir. Bu durum da ‘sınıflılığın mutlaka yaşanması gerektiği’nin ne kadar yanlış olduğunu gösterir. Çünkü gerçek toplumlar sınıflaşmamış toplumlardır. Yani insan türünün var oluş koşulu toplumsallaşmadır. Toplumsallaşma da insandan dayanışmayı, birbirini tamamlamayı, ahlaklı davranmayı, kolektif olmayı ister. Bu da sınıflaşmamayı gerektirir.
Sınıflaşma, hiyerarşik dönemde ‘güçlü kurnaz adam’ın komünaliteye karşı yürüttüğü sistematik savaşla toplumsal gerçeklikte yarattığı yarılmanın bir sonucu olarak gelişen devlet örgütlenmesi ve döneminin bir ürünüdür. Devlet sınıflaştırır. Egemen kesim kendisini yöneten sınıf haline getirirken, toplumun diğer kesimlerini de yönetilen konumuna getirerek toplumu parçalar. Sınıflı toplumlar, parçalı toplumlardır, egemenlikçi toplumlardır, birbirini tamamlayan değil de birbirine karşı iktidar mücadelesi yürüten toplumlardır. Bu yönüyle de sınıflı toplumlar, ‘doğal’ ya da ‘gelişmenin-ilerlemenin kaçınılmaz sonucudur’ belirlemesini hak etmeyen, hastalıklı toplumlardır.
Sınıf olgusunun taşıdığı bu olumsuzluklar nedeniyledir ki, Marksizm de dahil tüm toplumcu akım ve örgütlenmeler sınıfsızlığı –her ne kadar bunun yolunun ezilen sınıfın egemenliğinden geçtiğine bağlasalar da- amaçlamışlardır. Dolayısıyla sınıfın doğal, organik, normal olan bir toplumsal yaşamda hiçbir yeri yoktur. Bu nedenle de ister ezen sınıftan ister ezilen sınıftan yana olunsun sınıflaşmayı değil, sınıflaşmamayı esas almak gerekir. Mücadeleyi bir sınıfın iktidarını kurmak için değil de sınıfsızlaşmayı sağlamak için yürütmek gerekiyor. Devletçi gelenek insan olmaktan uzaklaşanların bir icadı olduğundan, bu gelenek topluma karşı her zaman insanlıktan uzaklaştıran icraatları gerçekleştirme halindedir. Devlet önce ‘karı’laştırır, sonra sürüleştirir ve sığırlaştırır. Bunun için, devletin etkisi ile şekillenen gerçeklikler de toplumsal-doğal özlerini kaybetmiş olurlar. İşte sınıf olgusu da bunlardandır. Sınıf, özü itibariyle gerçek insandan uzaklaşmayı, ona yabancılaşmayı ifade eder. Çünkü sınıflaşma, toplumsal doğadan kopmanın sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Demokratik toplumda, ezen-ezilen ayrımını yaratmak anlamına gelen sınıflaşmaya yer yoktur. Köleci, aristokrasi, burjuvazi ezen kategorisinde olurken; köle, serf, işçi de ezilenler kategorisinde yer alır. Bu, ezen ile ezileni yaratanın aynılığını ortaya koyar. Dolayısıyla ister ezen, isterse ezilen olsun her türden sınıflaşmaya karşı durmak demokratik-komünal toplumcu olmanın bir gereğidir. Bu nedenledir ki “yaşasın köle, serf ve işçi!” denilmesi yersizdir. Yine proletaryaya veya herhangi bir başka sınıfa öykünmek, ona benzeşmeye çalışmak da yersiz ve hakikat değeri olmayan bir husustur. Yanıltır, karşısında mücadele yürütülene benzeştirir ve bu yanlış fazlasıyla hem de büyük tahribatlar pahasına yapılmıştır. Sınıfa dayalı mücadelelerin iktidar eksenli yürütülmesi kaçınılmazdır. Nasıl ki özü devlete ve iktidara kapalı olan kadının başına iktidarın tacının geçirilmesi onu bile yoldan çıkarırsa, sınıfa dayalı toplumsal mücadelelerin iktidarla sonuçlanması da kaçınılmazdır. Nitekim sınıfsızlığı sağlamak için kurulan sınıf egemenlikleri benzer bir iktidar ve devlet olmaktan öteye bir adım atamamıştır. Çünkü sınıfa dayalı mücadeleler nihayetinde bir sınıfın elinde olanın diğer sınıfın eline geçirilmesidir. Böylesi bir durumda gerçekleşen ‘efendi’ ile ‘köle’nin yer değiştirmesi olur. Bu nedenle de sınıflaşmayı ve ona dayanmayı ilericilik saymak, ezilenler adına en büyük hata olmaktadır. Sınıflaşmayı doğuran tüm faktörler toplumsal doğadan kopma sonucu gerçekleştiğinden ve toplumsal sorunlara kaynaklık ettiğinden gericidirler.
Sınıflaşma, toplumsal gelişim seyri karşısında ileriye doğru değil geriye gidişi ifade eder. Bu nedenle ona dayalı gelişen şeylerin ilerici olması mümkün olamaz. Tarihsel toplumun akışı sanıldığının aksine hep ileriye doğru olmamıştır. Hatta geriye doğru olduğu rahatlıkla söylenebilir. Düz çizgisel ilerlemecilik, kent-devlet-sınıf üçlüsüne dayanan uygarlık tarihi boyunca gerçekleşen sorunlardan anlaşıldığı gibi büyük bir yanılgıdır. Newton’ın hareket yasalarına dayanan bu ilerlemeci anlayışın yanlışlığı, gelinen aşamada kuantumla bilimsel olarak da tamamen ispatlanmıştır. Dolayısıyla dar sınıf eksenli bir toplumsal mücadele yerine kendini doğası çoklu olan toplumun tümüne dayandıran bir toplumsal mücadele daha gerçekçi ve sonuç alıcıdır. Zira iktidarcı devletçi güçlerle çelişki halinde olan, sorun yaşayan sadece işçi sınıfı değildir, devlet dışı tüm toplumsallıktır. Bu yönüyle de Marksizm’in aksine toplumsal gelişimin inşa edici gücü sadece ezilen sınıflar değildir, devlet dışı kalmış toplumun tümüdür. Sınıfsal mücadeleyi de önemseyen ama onu her şeyin merkezine koymayan, her türden sınıflaşmaya karşı duran, toplumun özünü oluşturan ahlak ve politikaya odaklanan bir mücadele ile toplum yeniden inşa edilebilir. Bu nedenle de işçi hareketleri, sendikalar, emek hareketleri demokratik toplum örgütlenmesinin bir parçası olarak ele alınmak durumundadır.
Dar sınıfsal yaklaşım, hiyerarşik devletçi sistemle yaşanan çelişkiyi ekonomik sorunlara indirger. Sistemle yaşanan çelişkinin bu şekilde ele alınması, sistem içileşmenin de önünü sonuna kadar açar. Zira karşıtlarını içinde eritmede hayli ustalaşan ve en büyük gücünü de liberalizmin yumuşatan özelliğinden alan kapitalizm, kimi ekonomik olanaklar sunarak, işçilerle olan sorunlarını çözmüş olur. Proleterya da sistem içileşerek, sistemin bir dişlisi, eki, tamamlayanı olur. O nedenle sistemle yaşanan çelişkiyi ekonomik, artı-ürün ekseninde değil de yapısal ve özü ilgilendiren bir sorun olarak ele almak gerekir. Hiyerarşik devletçi sistem ve onun tüm formlarını –hiyerarşik dönem, köleci dönem, feodal dönem, kapitalist dönem- toplumsal doğadan bir sapma olarak tanımlamak oldukça önem taşır. Uygarlık tarihini bir bütün olarak ele alarak, hem devletçi geleneği özü değişmeyen bir gelenek, hem de doğal toplum geleneğini –demokratik uygarlık- özünü koruyan bir gelenek olarak değerlendirmek tarihe doğru bakmak açısından şarttır. Yani yaşanan çelişkileri, yürütülen mücadeleleri sistemik olarak ele almak hakikate uygun davranmak açısından büyük önem taşır. İşte tüm ezilen sınıflar adına uygarlık döneminde gerçekleşen her eylemsellik, bu tarihi gelenekte devlet dışı kalmış toplulukların edimlerindendir. Ama tarihin tümü değildir, sadece devlet dışı kalmış toplumsal kesimlerin pek çok şey başarmış olan bir parçasıdır.
Dolayısıyla hiyerarşik devletçi sistemin hem doruğu hem de yapısal krizi anlamına gelen kapitalizm koşullarında emekçi hareketlerin de devlet dışı toplumsal inşada kendi üzerlerine düşenleri yapmaları toplumsal sorunlardan kurtulmak için gereklidir. Özellikle bilimsel teknik ilerlemenin en fazla geliştiği 20. yüzyılda yaşananlar sağı ve soluyla klasik iktidarcı yapılanmaların insanlığa, doğaya vereceği hiçbir şeylerinin olmadığını çok daha net olarak ortaya koymuştur. Devlet ve iktidarın özü olan toplum dışılık, doğa dışılık ve bu yönüyle anormallik en fazla bu yüzyılda büyük acılar pahasına görülmüştür. 21. yüzyıl en çok da halkların devlet dışı örgütlenmeleri olan konfederal yapılara tanıklık edecektir. Güçlenen, bilinç ve irade kazanan halk, her geçen gün devleti yaşamından onu işlevsizleştirerek uzaklaştıracaktır. Başkalarına ihtiyaç duyan ve sorunlarını çözemeyen toplumlar zayıf toplumlardır. Güçlü toplumlar kendi kendine yeten toplumlardır ve toplumlar açısından sorunlardan kurtulmanın tek yolu da budur. Buna emekçiler ve işçiler de dahildir.
Sınıflaşma, hiyerarşik dönemde ‘güçlü kurnaz adam’ın komünaliteye karşı yürüttüğü sistematik savaşla toplumsal gerçeklikte yarattığı yarılmanın bir sonucu olarak gelişen devlet örgütlenmesi ve döneminin bir ürünüdür. Devlet sınıflaştırır. Egemen kesim kendisini yöneten sınıf haline getirirken, toplumun diğer kesimlerini de yönetilen konumuna getirerek toplumu parçalar. Sınıflı toplumlar, parçalı toplumlardır, egemenlikçi toplumlardır, birbirini tamamlayan değil de birbirine karşı iktidar mücadelesi yürüten toplumlardır. Bu yönüyle de sınıflı toplumlar, ‘doğal’ ya da ‘gelişmenin-ilerlemenin kaçınılmaz sonucudur’ belirlemesini hak etmeyen, hastalıklı toplumlardır.
Sınıf olgusunun taşıdığı bu olumsuzluklar nedeniyledir ki, Marksizm de dahil tüm toplumcu akım ve örgütlenmeler sınıfsızlığı –her ne kadar bunun yolunun ezilen sınıfın egemenliğinden geçtiğine bağlasalar da- amaçlamışlardır. Dolayısıyla sınıfın doğal, organik, normal olan bir toplumsal yaşamda hiçbir yeri yoktur. Bu nedenle de ister ezen sınıftan ister ezilen sınıftan yana olunsun sınıflaşmayı değil, sınıflaşmamayı esas almak gerekir. Mücadeleyi bir sınıfın iktidarını kurmak için değil de sınıfsızlaşmayı sağlamak için yürütmek gerekiyor. Devletçi gelenek insan olmaktan uzaklaşanların bir icadı olduğundan, bu gelenek topluma karşı her zaman insanlıktan uzaklaştıran icraatları gerçekleştirme halindedir. Devlet önce ‘karı’laştırır, sonra sürüleştirir ve sığırlaştırır. Bunun için, devletin etkisi ile şekillenen gerçeklikler de toplumsal-doğal özlerini kaybetmiş olurlar. İşte sınıf olgusu da bunlardandır. Sınıf, özü itibariyle gerçek insandan uzaklaşmayı, ona yabancılaşmayı ifade eder. Çünkü sınıflaşma, toplumsal doğadan kopmanın sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Demokratik toplumda, ezen-ezilen ayrımını yaratmak anlamına gelen sınıflaşmaya yer yoktur. Köleci, aristokrasi, burjuvazi ezen kategorisinde olurken; köle, serf, işçi de ezilenler kategorisinde yer alır. Bu, ezen ile ezileni yaratanın aynılığını ortaya koyar. Dolayısıyla ister ezen, isterse ezilen olsun her türden sınıflaşmaya karşı durmak demokratik-komünal toplumcu olmanın bir gereğidir. Bu nedenledir ki “yaşasın köle, serf ve işçi!” denilmesi yersizdir. Yine proletaryaya veya herhangi bir başka sınıfa öykünmek, ona benzeşmeye çalışmak da yersiz ve hakikat değeri olmayan bir husustur. Yanıltır, karşısında mücadele yürütülene benzeştirir ve bu yanlış fazlasıyla hem de büyük tahribatlar pahasına yapılmıştır. Sınıfa dayalı mücadelelerin iktidar eksenli yürütülmesi kaçınılmazdır. Nasıl ki özü devlete ve iktidara kapalı olan kadının başına iktidarın tacının geçirilmesi onu bile yoldan çıkarırsa, sınıfa dayalı toplumsal mücadelelerin iktidarla sonuçlanması da kaçınılmazdır. Nitekim sınıfsızlığı sağlamak için kurulan sınıf egemenlikleri benzer bir iktidar ve devlet olmaktan öteye bir adım atamamıştır. Çünkü sınıfa dayalı mücadeleler nihayetinde bir sınıfın elinde olanın diğer sınıfın eline geçirilmesidir. Böylesi bir durumda gerçekleşen ‘efendi’ ile ‘köle’nin yer değiştirmesi olur. Bu nedenle de sınıflaşmayı ve ona dayanmayı ilericilik saymak, ezilenler adına en büyük hata olmaktadır. Sınıflaşmayı doğuran tüm faktörler toplumsal doğadan kopma sonucu gerçekleştiğinden ve toplumsal sorunlara kaynaklık ettiğinden gericidirler.
Sınıflaşma, toplumsal gelişim seyri karşısında ileriye doğru değil geriye gidişi ifade eder. Bu nedenle ona dayalı gelişen şeylerin ilerici olması mümkün olamaz. Tarihsel toplumun akışı sanıldığının aksine hep ileriye doğru olmamıştır. Hatta geriye doğru olduğu rahatlıkla söylenebilir. Düz çizgisel ilerlemecilik, kent-devlet-sınıf üçlüsüne dayanan uygarlık tarihi boyunca gerçekleşen sorunlardan anlaşıldığı gibi büyük bir yanılgıdır. Newton’ın hareket yasalarına dayanan bu ilerlemeci anlayışın yanlışlığı, gelinen aşamada kuantumla bilimsel olarak da tamamen ispatlanmıştır. Dolayısıyla dar sınıf eksenli bir toplumsal mücadele yerine kendini doğası çoklu olan toplumun tümüne dayandıran bir toplumsal mücadele daha gerçekçi ve sonuç alıcıdır. Zira iktidarcı devletçi güçlerle çelişki halinde olan, sorun yaşayan sadece işçi sınıfı değildir, devlet dışı tüm toplumsallıktır. Bu yönüyle de Marksizm’in aksine toplumsal gelişimin inşa edici gücü sadece ezilen sınıflar değildir, devlet dışı kalmış toplumun tümüdür. Sınıfsal mücadeleyi de önemseyen ama onu her şeyin merkezine koymayan, her türden sınıflaşmaya karşı duran, toplumun özünü oluşturan ahlak ve politikaya odaklanan bir mücadele ile toplum yeniden inşa edilebilir. Bu nedenle de işçi hareketleri, sendikalar, emek hareketleri demokratik toplum örgütlenmesinin bir parçası olarak ele alınmak durumundadır.
Dar sınıfsal yaklaşım, hiyerarşik devletçi sistemle yaşanan çelişkiyi ekonomik sorunlara indirger. Sistemle yaşanan çelişkinin bu şekilde ele alınması, sistem içileşmenin de önünü sonuna kadar açar. Zira karşıtlarını içinde eritmede hayli ustalaşan ve en büyük gücünü de liberalizmin yumuşatan özelliğinden alan kapitalizm, kimi ekonomik olanaklar sunarak, işçilerle olan sorunlarını çözmüş olur. Proleterya da sistem içileşerek, sistemin bir dişlisi, eki, tamamlayanı olur. O nedenle sistemle yaşanan çelişkiyi ekonomik, artı-ürün ekseninde değil de yapısal ve özü ilgilendiren bir sorun olarak ele almak gerekir. Hiyerarşik devletçi sistem ve onun tüm formlarını –hiyerarşik dönem, köleci dönem, feodal dönem, kapitalist dönem- toplumsal doğadan bir sapma olarak tanımlamak oldukça önem taşır. Uygarlık tarihini bir bütün olarak ele alarak, hem devletçi geleneği özü değişmeyen bir gelenek, hem de doğal toplum geleneğini –demokratik uygarlık- özünü koruyan bir gelenek olarak değerlendirmek tarihe doğru bakmak açısından şarttır. Yani yaşanan çelişkileri, yürütülen mücadeleleri sistemik olarak ele almak hakikate uygun davranmak açısından büyük önem taşır. İşte tüm ezilen sınıflar adına uygarlık döneminde gerçekleşen her eylemsellik, bu tarihi gelenekte devlet dışı kalmış toplulukların edimlerindendir. Ama tarihin tümü değildir, sadece devlet dışı kalmış toplumsal kesimlerin pek çok şey başarmış olan bir parçasıdır.
Dolayısıyla hiyerarşik devletçi sistemin hem doruğu hem de yapısal krizi anlamına gelen kapitalizm koşullarında emekçi hareketlerin de devlet dışı toplumsal inşada kendi üzerlerine düşenleri yapmaları toplumsal sorunlardan kurtulmak için gereklidir. Özellikle bilimsel teknik ilerlemenin en fazla geliştiği 20. yüzyılda yaşananlar sağı ve soluyla klasik iktidarcı yapılanmaların insanlığa, doğaya vereceği hiçbir şeylerinin olmadığını çok daha net olarak ortaya koymuştur. Devlet ve iktidarın özü olan toplum dışılık, doğa dışılık ve bu yönüyle anormallik en fazla bu yüzyılda büyük acılar pahasına görülmüştür. 21. yüzyıl en çok da halkların devlet dışı örgütlenmeleri olan konfederal yapılara tanıklık edecektir. Güçlenen, bilinç ve irade kazanan halk, her geçen gün devleti yaşamından onu işlevsizleştirerek uzaklaştıracaktır. Başkalarına ihtiyaç duyan ve sorunlarını çözemeyen toplumlar zayıf toplumlardır. Güçlü toplumlar kendi kendine yeten toplumlardır ve toplumlar açısından sorunlardan kurtulmanın tek yolu da budur. Buna emekçiler ve işçiler de dahildir.
Sosyalist Ekolojik bir Sistem Kuralım
Bolivya’nın Cochabamba şehrine 20 km. uzaklıktaki Tiquipaya kasabasının stadyumu alışık olmadığı bir çeşitliliği yaşıyor. Dünyanın yirmiden fazla ülkesinden gelen 15 bin aktivist, Bolivya devlet başkanı Evo Morales’in konuşmasını “Ya Gezegen Ya Ölüm! Kazanacağız!” sloganlarıyla kesiyorlar. Morales, Kopenhag İklim Zirvesi’nin başarısız olmasını ve Kyoto Protokolü’nün işlevsizleşmesini gelişmiş kapitalist ülkelerin sorumsuzluğuna bağladığı konuşmasında, sosyalist ekolojik bir sistem kurmaktan bahsediyor.
Bir Venezüellalı ve bir İranlı aktivist bir arada Evo Morales’in konuşmasını alkışlıyor
Morales kürsüden bunları söylerken And dağlarında yaşayan K’oa yerlileri ise Pachamama’ya (Toprak Ana’ya) şükranlarını sunmak üzere onun onuruna ateşler ve tütsüler yakıyorlar. K’oa yerlilerinin stadyumun ortasında gerçekleştirdikleri bu tören meraklı bakışlar arasında konuşmanın sonuna kadar devam ediyor.
Pachamama (Toprak Ana) onuruna düzenlenen bir Andlı K’oa yerli töreni
Morales konuşmasının devamında acilen bir İklim Adaleti Mahkemesi’nin kurulmasını ve gelişmiş ülkelerin bu mahkemede yargılanmalarını talep ediyor. Morales’in ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen (Hindistan’dan Vandana Shiva, Arjantin’den Adolfo Pérez Esquivel, Belçika’dan François Houtard, Nikaragua’dan Miguel D’Escoto, Brezilya’dan Frei Betto ile Leonardo Boff, ABD’den Q’orianka Kilcher, Uganda’dan Timothy Byakola ve Fransa’dan Jose Bové) çevre aktivistlerinin konuşmalarını 15 binden fazla kişi dinliyor. Bunların arasında 40 ülkeden delegasyonlar da bulunuyor.
Konuşmaları dünyanın pek çok yerinden gelen 15bin kişi dinledi
Nihayet Dünya Halklarının İklim Değişikliği Konferansı, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen toplumsal hareketlerin beraber örgütledikleri atölye ve platformlar sonrasında bütün renkliliğiyle sona eriyor.
Bir Venezüellalı ve bir İranlı aktivist bir arada Evo Morales’in konuşmasını alkışlıyor
Morales kürsüden bunları söylerken And dağlarında yaşayan K’oa yerlileri ise Pachamama’ya (Toprak Ana’ya) şükranlarını sunmak üzere onun onuruna ateşler ve tütsüler yakıyorlar. K’oa yerlilerinin stadyumun ortasında gerçekleştirdikleri bu tören meraklı bakışlar arasında konuşmanın sonuna kadar devam ediyor.
Pachamama (Toprak Ana) onuruna düzenlenen bir Andlı K’oa yerli töreni
Morales konuşmasının devamında acilen bir İklim Adaleti Mahkemesi’nin kurulmasını ve gelişmiş ülkelerin bu mahkemede yargılanmalarını talep ediyor. Morales’in ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen (Hindistan’dan Vandana Shiva, Arjantin’den Adolfo Pérez Esquivel, Belçika’dan François Houtard, Nikaragua’dan Miguel D’Escoto, Brezilya’dan Frei Betto ile Leonardo Boff, ABD’den Q’orianka Kilcher, Uganda’dan Timothy Byakola ve Fransa’dan Jose Bové) çevre aktivistlerinin konuşmalarını 15 binden fazla kişi dinliyor. Bunların arasında 40 ülkeden delegasyonlar da bulunuyor.
Konuşmaları dünyanın pek çok yerinden gelen 15bin kişi dinledi
Nihayet Dünya Halklarının İklim Değişikliği Konferansı, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen toplumsal hareketlerin beraber örgütledikleri atölye ve platformlar sonrasında bütün renkliliğiyle sona eriyor.
Atina, paranın diktatörlüğüne doğru
1980’li ve 1990’lı yıllarda Latin Amerika’da, 2000 yılların başında Türkiye de uygulananlara benzer şok önlemler, bir Avrupa devleti olan Yunanistan da görülmemiş bir hızla alındı.
Bu neoliberal önlemler, milyonlarca küçük mülkiyet sahibini, uluslararası ve ulusal büyük kapitalistlerin lehine yıkmayı, emeklilerin ve kamu görevlilerinin büyük bir yüzdesini yoksullaştırmayı amaçlıyor.
Bu tedbirlerin en olumsuz tarafı, emeklilik sistemini yeniden yapılandırmak; geçici ve güvencesiz istihdamı harekete geçirmek; özel sektörde aylık işten çıkarmaları artırmak; toplu sözleşmelerin yerine şirketler ve bireyler arasında sözleşme yapma sistemini yerleştirerek sendikaları zayıflatmak ve işçi-işveren ilişkilerini değiştirmektir.
Neoliberallerin deyişiyle daha “rekabetçi” bir ekonomi için alınan bu önlemler, kesinlikle büyük kapitalistlerin lehine güç ilişkilerini değiştirecektir.
Bu politikaları korkunç bir haksızlık olarak değerlendiren emekçilerin dediği gibi sadece Yunanistan’ın geleceği ile değil tersine kapitalizmin geleceğiyle oynanmakta.
Yunanistanlı emekçileri ayağa kaldıran beş aylık üç tasarruf planı:
* 2014 yılına kadar çalışanların maaşlarının dondurulması.
* Çalışanların 13. ve 14. aylara ilişkin maaşlarının (ikramiye) kesilmesi.
* Emeklilerin 13. ve 14. aylara ilişkin maaşlarının (ikramiye) kesilmesi.
* Yönetici primlerinin yüzde 8 azaltılması (bir önceki yüzde 12’lik düşüşten sonra)
* Yüzde 21’den yüzde 23’e çıkarılan, 2 puanlık KDV artışı ( yüzde 19’luk ilk artıştan sonra yüzde 21’e çıkarılmıştı) yapılması.
* Benzin, sigara ve alkol fiyatlarında yüzde 10’luk bir artışı.
* Tüm kamu yatırımlarının azaltılması.
* Taşıma ve enerji piyasasının liberalleştirilmesi.
* Tam bir emekliliği hak etmek için çalışma süresinin 37 yıldan 40 yıla çıkartılması (bu yıldan 2015 yılına kadar).
* Bugün, firmaların aylık toplam yüzde 2’den fazla çalışanın işten çıkarmalarını yasaklayan yasanın reform edilerek özellikle işgücü esnekliğinin güçlendirilmesi.
* Bunların dışında, çok zenginlerin katkıda bulunacağı herhangi bir tedbir aramayınız.
Bu neoliberal önlemler, milyonlarca küçük mülkiyet sahibini, uluslararası ve ulusal büyük kapitalistlerin lehine yıkmayı, emeklilerin ve kamu görevlilerinin büyük bir yüzdesini yoksullaştırmayı amaçlıyor.
Bu tedbirlerin en olumsuz tarafı, emeklilik sistemini yeniden yapılandırmak; geçici ve güvencesiz istihdamı harekete geçirmek; özel sektörde aylık işten çıkarmaları artırmak; toplu sözleşmelerin yerine şirketler ve bireyler arasında sözleşme yapma sistemini yerleştirerek sendikaları zayıflatmak ve işçi-işveren ilişkilerini değiştirmektir.
Neoliberallerin deyişiyle daha “rekabetçi” bir ekonomi için alınan bu önlemler, kesinlikle büyük kapitalistlerin lehine güç ilişkilerini değiştirecektir.
Bu politikaları korkunç bir haksızlık olarak değerlendiren emekçilerin dediği gibi sadece Yunanistan’ın geleceği ile değil tersine kapitalizmin geleceğiyle oynanmakta.
Yunanistanlı emekçileri ayağa kaldıran beş aylık üç tasarruf planı:
* 2014 yılına kadar çalışanların maaşlarının dondurulması.
* Çalışanların 13. ve 14. aylara ilişkin maaşlarının (ikramiye) kesilmesi.
* Emeklilerin 13. ve 14. aylara ilişkin maaşlarının (ikramiye) kesilmesi.
* Yönetici primlerinin yüzde 8 azaltılması (bir önceki yüzde 12’lik düşüşten sonra)
* Yüzde 21’den yüzde 23’e çıkarılan, 2 puanlık KDV artışı ( yüzde 19’luk ilk artıştan sonra yüzde 21’e çıkarılmıştı) yapılması.
* Benzin, sigara ve alkol fiyatlarında yüzde 10’luk bir artışı.
* Tüm kamu yatırımlarının azaltılması.
* Taşıma ve enerji piyasasının liberalleştirilmesi.
* Tam bir emekliliği hak etmek için çalışma süresinin 37 yıldan 40 yıla çıkartılması (bu yıldan 2015 yılına kadar).
* Bugün, firmaların aylık toplam yüzde 2’den fazla çalışanın işten çıkarmalarını yasaklayan yasanın reform edilerek özellikle işgücü esnekliğinin güçlendirilmesi.
* Bunların dışında, çok zenginlerin katkıda bulunacağı herhangi bir tedbir aramayınız.
Obama, Bush ve Latin Amerika Darbeleri
Latin Amerika'da garip bir şey oluyor. Latin Amerikalı sağcı güçler George W. Bush'un sekiz yıllık süresi boyunca yaptıklarından daha iyisini Barack Obama'nın ABD Başkanlığı sırasında yapmaya hazırlar. Bush Latin Amerika'nın halkçı güçlerinin kesinlikle sempati beslemediği aşırı sağcı bir yönetime başkanlık etti. Diğer yandan, Obama, Franklin Roosevelt'in Latin Amerika'da ABD'nin doğrudan askeri müdahalesinin sona erdiğinin sinyalini vermenin bir yolu olarak ilan ettiği "iyi komşu politikası"nı tekrar etmeye çalışan merkeziyetçi bir yönetime öncülük ediyor.
Bush'un başkanlığı sırasında, ABD tarafından desteklenen tek ciddi darbe girişimi 2002'de Venezüella'da Hugo Chavez'e karşıydı ve bu da başarısız oldu. Bunu, Latin Amerika ve Karayipler genelinde her defasında merkez-sol adayların kazandığı bir dizi seçim izledi. Süreç, 2008'de Brezilya'da gerçekleştirilen ABD'nin davet edilmediği ve Küba Başkanı Raul Castro'nun fiili bir kahraman olarak muamele edildiği bir toplantı ile sonuçlandı.
Obama'nın başkan olmasından beri, Honduras'ta, başarılı bir darbe gerçekleşti. Obama'nın darbeyi kınamasına rağmen, ABD politikası muğlaktı ve darbe liderleri yeni başkanın seçileceği seçimlere kadar iktidarda kalma iddialarını kazanıyorlar. Paraguay'da, sol Katolik başkan Fernando Lugo, yakın zamanda bir askeri darbeyi engelledi. Ama kendisinin sağcı başkan yardımcısı Federico Franco, Lugo-karşıtı bir ulusal meclisten suçlama görünümünde bir darbe çıkarmak için manevra yapıyor. Ve bir dizi ülkede askerler dişlerini biliyor.
Bu belirgin anormal durumu anlamak için ABD'nin iç politikasına ve onun ABD'nin dış politikasını nasıl etkilediğine bakmalıyız. Bir zamanlar, ve çok da uzak olmayan bir zamanda, sosyal kuvvetlerin birbiriyle örtüşen koalisyonlarını başlıca iki parti temsil ederdi. Bu partilerin iç dengeleri Cumhuriyetçi Parti için biraz sağda, Demokratik Parti için biraz soldaydı.
İki parti birbiriyle örtüştüğü için, seçimler iki tarafın da başkan adaylarını seçmenlerin görece küçük bir bölümü olan ve merkezde bulunan "bağımsızlar"ın oyunu almak için az ya da çok merkeze doğru zorladı.
Artık durum böyle değil. Demokrat Parti her zamanki aynı geniş koalisyon, fakat Cumhuriyetçi Parti aşırı sağa kaydı. Bu, Cumhuriyetçilerin daha küçük bir tabana sahip olduğu anlamına geliyor. Mantık olarak seçimlerde pek çok güçlüklerle karşılaşmalılar. Fakat gözlemlediğimiz üzere işler hiç de öyle yürümüyor.
Cumhuriyetçi Parti'ye hakim olan aşırı sağ güçler yüksek derecede motive olmuş durumda ve oldukça saldırganlar. Fazla "ılımlı" buldukları her türlü Cumhuriyetçi politikacıyı tasfiye etmeye bakıyorlar ve Demokrat Parti'nin ve özel olarak da Başkan Obama'nın teklif edebileceği her şeye karşı Kongre'deki Cumhuriyetçileri aynı tarzda olumsuz bir tutum takınmaya zorluyorlar. Siyasi uzlaşmalar artık politik olarak arzu edilebilir görünmüyor. Durum biraz tersi. Cumhuriyetçiler tek bir trampetçinin arkasından yürümeleri için baskılanıyor.
Bu arada, Demokrat Parti her zaman olduğu gibi işliyor. Partinin geniş koalisyonu soldan bir parça merkez sağa kadar yayılıyor. Kongre'deki Demokratlar siyasi enerjilerinin büyük bir kısmını birbirleriyle müzakere ederek geçiriyorlar. Bu ise, ABD'nin sağlık hizmetleri sistemini reformdan geçirme teşebbüsünde şu an gözlemlediğimiz gibi, önemli yasal düzenlemeleri meclisten geçirmenin çok zor olduğu anlamına geliyor.
Öyleyse bu, Latin Amerika (ve aslında dünyanın diğer kesimleri) için ne anlama geliyor? Bush, yönetiminin ilk altı yılında bariz bir çoğunluğa sahip olduğu Kongre'de bulunan Cumhuriyetçilerden neredeyse istediği her şeyi alabilmişti. İlk altı yıl boyunca gerçek tartışmalar Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in temel olarak hâkim olduğu Bush'un iç yönetim takımı tarafından yapılıyordu. Bush 2006 Kongre seçimlerinde kaybettiğinde Cheney'in etkisi azaldı ve politika az bir miktar değişti.
Irak takıntısı ve bir yere kadar da Ortadoğu'nun geri kalanı Bush dönemine damgasını vurdu. Çin ve Batı Avrupa ile ilgilenmek için bir miktar enerji kalmıştı. Latin Amerika, Bush yönetiminin bakış açısında arka zemine doğru kaydı. Latin Amerika sağı, onları düş kırıklığına uğratacak şekilde, ABD yönetiminden kendi lehlerine bekledikleri ve istedikleri her zamanki yakınlaşmayı bulamadılar.
Obama bütünüyle farklı bir durumla yüzyüze geldi. Tamamen farklı bir tabanı ve iddialı bir gündemi var. Obama'nın kamusal duruşu emin bir merkezci konum ve ılımlı merkez-sol jestler arasında yalpalıyor. Bu, onun politik konumunun esasında zayıflamasına neden oluyor. Seçim sırasında harekete geçirdiği, çoğu durumda politik geri çekilme halindeki sol seçmenleri hayal kırıklığına uğratıyor. Dünya ekonomi buhranı gerçekliği, merkezci bağımsız seçmenlerin bir kısmını büyüyen ulusal borç korkusuyla ondan uzaklaştırıyor.
Bush için olduğu gibi Obama için de Latin Amerika önceliklerin başında değil. Bununla birlikte (Bush'un aksine) Obama başını siyasi suyun üstünde tutmak için mücadele ediyor. 2010 ve 2012'de yapılacak seçimler için kaygılanıyor. Ve bu hiç de anlamsız değil. Dış politikası, bu seçimler üzerindeki potansiyel etkisinden kaydadeğer ölçüde etkileniyor.
Latin Amerika sağının yaptığı, elini ileri sürerken Obama'nın karşılaştığı iç siyasi zorluklardan istifade etmek olmuştur. Onları önleyecek siyasi enerjisinin mevcut olmadığını gördüler. Ek olarak, dünyanın ekonomik durumu, görevdeki yönetimlerin aleyhine sonuçlanma eğilimindedir. Ve bugün Latin Amerika'da görevde olan yönetimler merkez-sol partilerdir.
Eğer Obama gelecek iki yıl içerisinde önemli siyasi başarılara sahip olacaksa (düzgün bir sağlık yasası, Irak'tan gerçek bir çekiliş, azaltılmış işsizlik) bu, Latin Amerika sağının dönüşünü gerçekten engelleyecektir. Fakat Obama böylesi başarılara sahip olacak mı?
Immanuel Wallerstein
Avrupa çöküyor mu?
Avrupa bütünleşmeye doğru uzun yola çıkalıberi, buna karşı çıkanlar hiç eksik olmadı. Bunu mümkün görmeyen birçokları oldu. Bunu arzu etmeyen de birçok kişi vardı. Yine de, 1945’ten beri aldığı bu uzun ve dolambaçlı yolda, birlik projesi dikkate değer bir ilerleme kaydetti. Ne de olsa, Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’na da yol açmış 500 yıllık bir milliyetçi çatışma ile bölünmüş durumda. İntikam baskın duygu olarak kalmış gibi görünüyor. 2010 itibariyle AB, 16 ülkede ortak bir para birimini, Euro’yu kullanıyor. Vizesiz serbest dolaşıma izin veren Schengen bölgesi ise 25 ülkeyi içeriyor. Merkezi bir bürokrasisi, insan hakları mahkemesi var ve ortak bir başkan ve dışişleri bakanı sahip olma yolunda.
Tüm bu yapıların gücü abartılmamalı fakat Avrupa çapındaki özellikle en güçlü ülkelerin bazılarında milliyetçi direnci kırmadaki rolü azımsanmamalı. Yine de Avrupa’nın kimi önemli yanlardan çöküyor olduğu gerçeği de karşımızda. Bu çöküşün anahtar kelimeleri: “Yunanistan” ve “Belçika”.
Yunanistan, tüm dünyanın bildiği üzere, şiddetli bir borç krizi içinde. Moody’s Yunan hazine bonolarını “değersiz” ilan etti. Başbakan George Papandreou, neoliberal reformları beraberinde gerektirmesi de beklenen IMF’ye borçlanma olasılığını, gönülsüz de olsa ifade etti. Bu fikir Yunanistan’da hiç de popüler değil zira Yunan gururuna, egemenliğine ve cüzdanına darbe vurulması anlamına geliyor. Aynı zamanda, bir dizi Avrupa ülkesinde Yunanistan’a diğer AB üyelerinden önce yardım etmenin gereğine inananlar bunu endişe ile karşılar.
Bu senaryonun anlamı gayet basit. Yunanistan’ın bütçe açığı büyük. Yunanistan Eurozone’un parçası olduğunu için, sorunu hafifletmek için devalüasyona gidemiyor. Bu yüzden finansal desteğe ihtiyacı var. Yunanistan Avrupa’dan yardım talep etti. En büyük ve en zengin Avrupa ülkesi Almanya böyle bir yardımı yapmakta en hafif tabirle hiç de gönüllü değildi. Alman kamuoyu Yunanistan’a yardıma, özellikle de Avrupa’da gerginliğin olduğu bir dönemde verdiği korumacı refleksle şiddetle karşı çıktı. Yunanistan’a bu yardım yapılırsa arkasından (Portekiz’den, İspanya’dan, İrlanda’dan ve İtalya’dan) benzer taleplerin gelmesinden korkuyorlar.
Alman kamuoyu bu durumun tamamen geçmesini ya da Yunanistan’ın her nasılsa Eurozone’dan çıkarılmasını istiyor. Bunun hukuki olarak imkansız olması bir yana, sonucundan en fazla zarar görecek ülke Yunanistan’dan sonra, ekonomisi Eurozone’daki güçlü ihracat pazarına dayanan Almanya’dır. Şimdilik bir çıkmazdaymışız gibi görünüyor. Piyasanın akbabaları, borç tehlikesi konusunda egemenliğini koruyan Eurozone ülkeleri üzerinde uçmakta.
Tüm bunların arasında, Belçika’da bir yılı dolduran kriz ise akut bir biçimde yükselişe geçti. Belçika bizatihi pan-Avrupa siyasetinin sonucunda meydana gelmiş bir ülke. 5. Charles’ın Habsburg hükümdarlığının yıkılması Burgundy Hollandası denen bölgenin kuzeydeki Birleşik Eyaletler ve güneyde Avusturya Hollandası’na bölünmesiyle sonuçlandı. Napolyon Savaşları bu iki tarafı tekrar Hollanda Krallığı altında birleştirdi. 1830’da Avrupa’daki çatışmalar bu iki parçanın tekrar ayrılmasına neden oldu ve hemen hemen eski Avusturya Hollandası dahilinde, dışarıdan gelme bir kralla Belçika oluştu.
Belçika her zaman Flemenkçe konuşan “Flamanlar” ve Fransızca konuşan “Valonlar”ın kusurlu bir (kuzey ve güneyde olmak üzere) coğrafi bileşkesi oldu. Bunun yanında Almanca konuşulan küçük bir bölge de vardı.
1945’e kadar Valonlar daha eğitimli ve zengin taraftı ve ülkenin önemli kurumlarını kontrol ediyorlardı. Flaman milliyetçiliği bundan payını alamayanların ekonomik, politik ve dilsel haklarının mücadelesinden doğdu. 1945’ten sonra Belçika ekonomisi yapısal bir yükselişe geçti. Valon bölgesi güç kaybederken, Flamanlar güç kazandılar. Belçika siyaseti sonuç olarak, daha fazla siyasal hak -güçlerin en son amaç olarak Belçika’nın ikiye bölünmesine varacak şekilde yeniden dağılımı- elde etmeye çalışan Flamanların bitmeyen mücadelesine dönüştü.
Flamanlar azar azar ilerleme kaydetti. Bugün, Belçika ortak monarşi, ortak bir dışişleri bakanı dışında pek fazlasına sahip değil. Bu düzenlemenin açmazı Belçika’nın bugün iki değil üç bölgeli bir konfederal devlete dönüşmesidir: Flaman, Valon ve Brüksel (başkent).
Brüksel sadece Belçika’nın başkenti değil. Avrupa Komisyonuna ev sahipliği yapması ile Avrupa’nın da başkenti. Brüksel aynı zamanda çok dilli bir kent. Flamanlar bunu azaltmak için ısrar ediyor. Sorun şu ki, Belçika’nın çözülmesine karşı düzenlemeler yapılsa da Brüksel’in kaderini yönlendirmek kolay değil.
En son müzakereler öyle çetin geçti ki, Belçika’nın önde gelen Fransızca gazetesi Le Soir, “22 Nisan 2010’da Belçika’nın öldüğünü” ilan etti. Başyazarı “bu ülkenin varlığının artık anlamı var mı” diye yazdı. Şu sıralar kral, nafile de olsa yeniden hükümet kurmaya çalışıyor. Yeni seçimlerin yapılmasını, sonuçta farklı bir parlamentonun ortaya çıkmasını pek ummasa da talep edebilir. 1 Temmuz’da Belçika altı aylığına AB’nin başkanlığını üstlenecek ve bu başkanlığı yürütecek bir Belçika başbakanı olup olmayacağı belli değil.
Yunanistan’ın sorunu yayılma sorunu. Yunanistan’ın yaşadığı güçlükler Avrupa’nın başka bir yerinde tekrarlanmayacak mı -ya da tekrarlanmıyor mu? Euro kurtulabilecek mi? Belçika sorunu ise yayılma sorunundan daha büyük olsa da varlığını sürdürüyor. Belçika parçalanırsa ve her iki parçası da AB’nin üyesi olursa, diğer devletlerde de bölünme düşüncesi oluşmaz mı? Ne de olsa birçok Avrupa ülkesinde bölünme yanlısı hareketler var. Belçika’nın krizi rahatlıkla Avrupa’nın krizine dönüşebilir.
Bu iki çöküşten Yunanistan’ın temsil ettiği sorunu çözmek daha basit. Çözüm temelde Almanya’nın, ihtiyaçlarının Alman korumacılığındansa Avrupa korumacılığını gerektirdiğini fark etmesine bağlı.
Belçika krizi ise daha köklü bir sorunmuş gibi duruyor. Avrupa şu an gerçek bir federal devlete doğru ilerlemeye hazır olsaydı, bölünmek üzere olan bir devleti uzlaştırabilirdi. Ne var ki şimdiye kadar hazır değildi. Tüm son seçimlerin gösterdiği gibi, dünyanın kolektif ekonomik zorlukları hemen hemen Avrupa’daki her ülkede, dar milliyetçi unsurları güçlendirdi. Güçlü bir Avrupa federasyonu olmadan ayrılıkçı sele karşı koymak çok güç. Bu siyasal düzensizliğin ortasında Avrupa değerini kaybedebilir.
ABD’li siyasetçiler arasında Avrupa’nın içinde bulunduğu güçlüklerle ilgili kesin bir mutluluk hakim. Ne var ki, Avrupa’yı çöküşten kurtaracak olansa Birleşik Devletler’de gittikçe artan çöküş tehdidi. Avrupa ve Birleşik Devletler’i tahterevalliye binmiş gibi düşünebiliriz. Bu oyun önümüzdeki iki ila beş yılda nasıl oynanır, kesinlikle net değil.
1 Mayıs 2010
Immanuel Wallerstein
Tüm bu yapıların gücü abartılmamalı fakat Avrupa çapındaki özellikle en güçlü ülkelerin bazılarında milliyetçi direnci kırmadaki rolü azımsanmamalı. Yine de Avrupa’nın kimi önemli yanlardan çöküyor olduğu gerçeği de karşımızda. Bu çöküşün anahtar kelimeleri: “Yunanistan” ve “Belçika”.
Yunanistan, tüm dünyanın bildiği üzere, şiddetli bir borç krizi içinde. Moody’s Yunan hazine bonolarını “değersiz” ilan etti. Başbakan George Papandreou, neoliberal reformları beraberinde gerektirmesi de beklenen IMF’ye borçlanma olasılığını, gönülsüz de olsa ifade etti. Bu fikir Yunanistan’da hiç de popüler değil zira Yunan gururuna, egemenliğine ve cüzdanına darbe vurulması anlamına geliyor. Aynı zamanda, bir dizi Avrupa ülkesinde Yunanistan’a diğer AB üyelerinden önce yardım etmenin gereğine inananlar bunu endişe ile karşılar.
Bu senaryonun anlamı gayet basit. Yunanistan’ın bütçe açığı büyük. Yunanistan Eurozone’un parçası olduğunu için, sorunu hafifletmek için devalüasyona gidemiyor. Bu yüzden finansal desteğe ihtiyacı var. Yunanistan Avrupa’dan yardım talep etti. En büyük ve en zengin Avrupa ülkesi Almanya böyle bir yardımı yapmakta en hafif tabirle hiç de gönüllü değildi. Alman kamuoyu Yunanistan’a yardıma, özellikle de Avrupa’da gerginliğin olduğu bir dönemde verdiği korumacı refleksle şiddetle karşı çıktı. Yunanistan’a bu yardım yapılırsa arkasından (Portekiz’den, İspanya’dan, İrlanda’dan ve İtalya’dan) benzer taleplerin gelmesinden korkuyorlar.
Alman kamuoyu bu durumun tamamen geçmesini ya da Yunanistan’ın her nasılsa Eurozone’dan çıkarılmasını istiyor. Bunun hukuki olarak imkansız olması bir yana, sonucundan en fazla zarar görecek ülke Yunanistan’dan sonra, ekonomisi Eurozone’daki güçlü ihracat pazarına dayanan Almanya’dır. Şimdilik bir çıkmazdaymışız gibi görünüyor. Piyasanın akbabaları, borç tehlikesi konusunda egemenliğini koruyan Eurozone ülkeleri üzerinde uçmakta.
Tüm bunların arasında, Belçika’da bir yılı dolduran kriz ise akut bir biçimde yükselişe geçti. Belçika bizatihi pan-Avrupa siyasetinin sonucunda meydana gelmiş bir ülke. 5. Charles’ın Habsburg hükümdarlığının yıkılması Burgundy Hollandası denen bölgenin kuzeydeki Birleşik Eyaletler ve güneyde Avusturya Hollandası’na bölünmesiyle sonuçlandı. Napolyon Savaşları bu iki tarafı tekrar Hollanda Krallığı altında birleştirdi. 1830’da Avrupa’daki çatışmalar bu iki parçanın tekrar ayrılmasına neden oldu ve hemen hemen eski Avusturya Hollandası dahilinde, dışarıdan gelme bir kralla Belçika oluştu.
Belçika her zaman Flemenkçe konuşan “Flamanlar” ve Fransızca konuşan “Valonlar”ın kusurlu bir (kuzey ve güneyde olmak üzere) coğrafi bileşkesi oldu. Bunun yanında Almanca konuşulan küçük bir bölge de vardı.
1945’e kadar Valonlar daha eğitimli ve zengin taraftı ve ülkenin önemli kurumlarını kontrol ediyorlardı. Flaman milliyetçiliği bundan payını alamayanların ekonomik, politik ve dilsel haklarının mücadelesinden doğdu. 1945’ten sonra Belçika ekonomisi yapısal bir yükselişe geçti. Valon bölgesi güç kaybederken, Flamanlar güç kazandılar. Belçika siyaseti sonuç olarak, daha fazla siyasal hak -güçlerin en son amaç olarak Belçika’nın ikiye bölünmesine varacak şekilde yeniden dağılımı- elde etmeye çalışan Flamanların bitmeyen mücadelesine dönüştü.
Flamanlar azar azar ilerleme kaydetti. Bugün, Belçika ortak monarşi, ortak bir dışişleri bakanı dışında pek fazlasına sahip değil. Bu düzenlemenin açmazı Belçika’nın bugün iki değil üç bölgeli bir konfederal devlete dönüşmesidir: Flaman, Valon ve Brüksel (başkent).
Brüksel sadece Belçika’nın başkenti değil. Avrupa Komisyonuna ev sahipliği yapması ile Avrupa’nın da başkenti. Brüksel aynı zamanda çok dilli bir kent. Flamanlar bunu azaltmak için ısrar ediyor. Sorun şu ki, Belçika’nın çözülmesine karşı düzenlemeler yapılsa da Brüksel’in kaderini yönlendirmek kolay değil.
En son müzakereler öyle çetin geçti ki, Belçika’nın önde gelen Fransızca gazetesi Le Soir, “22 Nisan 2010’da Belçika’nın öldüğünü” ilan etti. Başyazarı “bu ülkenin varlığının artık anlamı var mı” diye yazdı. Şu sıralar kral, nafile de olsa yeniden hükümet kurmaya çalışıyor. Yeni seçimlerin yapılmasını, sonuçta farklı bir parlamentonun ortaya çıkmasını pek ummasa da talep edebilir. 1 Temmuz’da Belçika altı aylığına AB’nin başkanlığını üstlenecek ve bu başkanlığı yürütecek bir Belçika başbakanı olup olmayacağı belli değil.
Yunanistan’ın sorunu yayılma sorunu. Yunanistan’ın yaşadığı güçlükler Avrupa’nın başka bir yerinde tekrarlanmayacak mı -ya da tekrarlanmıyor mu? Euro kurtulabilecek mi? Belçika sorunu ise yayılma sorunundan daha büyük olsa da varlığını sürdürüyor. Belçika parçalanırsa ve her iki parçası da AB’nin üyesi olursa, diğer devletlerde de bölünme düşüncesi oluşmaz mı? Ne de olsa birçok Avrupa ülkesinde bölünme yanlısı hareketler var. Belçika’nın krizi rahatlıkla Avrupa’nın krizine dönüşebilir.
Bu iki çöküşten Yunanistan’ın temsil ettiği sorunu çözmek daha basit. Çözüm temelde Almanya’nın, ihtiyaçlarının Alman korumacılığındansa Avrupa korumacılığını gerektirdiğini fark etmesine bağlı.
Belçika krizi ise daha köklü bir sorunmuş gibi duruyor. Avrupa şu an gerçek bir federal devlete doğru ilerlemeye hazır olsaydı, bölünmek üzere olan bir devleti uzlaştırabilirdi. Ne var ki şimdiye kadar hazır değildi. Tüm son seçimlerin gösterdiği gibi, dünyanın kolektif ekonomik zorlukları hemen hemen Avrupa’daki her ülkede, dar milliyetçi unsurları güçlendirdi. Güçlü bir Avrupa federasyonu olmadan ayrılıkçı sele karşı koymak çok güç. Bu siyasal düzensizliğin ortasında Avrupa değerini kaybedebilir.
ABD’li siyasetçiler arasında Avrupa’nın içinde bulunduğu güçlüklerle ilgili kesin bir mutluluk hakim. Ne var ki, Avrupa’yı çöküşten kurtaracak olansa Birleşik Devletler’de gittikçe artan çöküş tehdidi. Avrupa ve Birleşik Devletler’i tahterevalliye binmiş gibi düşünebiliriz. Bu oyun önümüzdeki iki ila beş yılda nasıl oynanır, kesinlikle net değil.
1 Mayıs 2010
Immanuel Wallerstein
Anne beni asker yapma!
Savaşlar toplum psikolojisini alt üst eder. Şiddetin, ölümün, kanın aktığı bir ortamda büyüyen insanların psikolojisinde ciddi sorunlar oluşur. Yaşam biçimleri, bakış açıları, davranış ilişkileri sürekli çatışmalı olur. Savaşı örgütleyenler, ölümü meslek haline getirenler, yaşamlarını öldürmek üzerine kuranların psikolojilerinde çok ciddi sorunlar ortaya çıkar.
Savaşı yürütenlerin yaşamı kan üzerine şekillenmiştir. Öldürmek, kesmek, işkence etmek, tecavüz etmek onların en zevkli uğraşları haline gelir. Çoğu kez kendisini kelle avcısı olarak tanımlar, böyle hitap edilmesinden hoşlanır, büyük bir gurur kaynağı olarak görür. Başarının ölçütü bunları gerçekleştirmektir. Yapmazlarsa kendilerinden bir eksiklik hissederler. Arkadaşları yapmışsa ama kendisi yapmazsa aşağılık komplesine girer. Daha çok saldırganlaşır. Bir şeyler elde etmek, iç dünyasını tatmin etmek için sıradan insanlara zarar verir. Dünyanın neresinde olursa olsun, öldürmeyi yaşam biçimi olarak seçenlerin çok önemli bir kesimi psikopattır. Silah, bomba onun en yakın arkadaşı, dostu hatta sevgilisidir. Elinde tutuğu silahı, onun kişiliksiz ve zayıf yönünü gizler. Korunma değil, saldırı aracı olarak görür. Dahası ondan güç alarak, başkasına hükmetmeye çalışır. Çocuğuna sevgiyi veremez, eşine duygularını aktaramaz. Çünkü sevgi dünyası ölmüştür, hissetme duygusu yoktur. Öldürücü aletine âşık olmuştur.
Öldürmeyi ve yok etmeyi mülkiyet ilişkisi içinde görür. Çünkü yaşamını bunu üzerine kurmuştur. Ne kadar çok öldürürse o kadar çok para kazanacaktır. Kestiği her burun, kulak için para ödülü alır. Daha çok kazanmak için daha fazla insanın yaşamına son vermesi gerekir. Bunun için gece gündüz kafasında plan yapar. Sırada bir insanı dahi öldürmeyi amaç edinir. Onu katil olarak yetiştirenlerin verdiği ilk mesaj, ne kadar öldürürsen o kadar çok para kazanırsın. Varlık nedeni: Çok öldür-çok kazan.
Bu tarzda yetiştirilen binlerce insan, uzun süre kullanılır. İşi bittiğinde postalanır. Bir dönem kendisini bir imparator olarak gören kişi, yalnızlaşır, çevresinde dostu yoktur. Ailesi dahi kendisine yabancılaşmıştır. Öldürmeye susayan kişi, doğal yaşamın içine döndüğünde bir hiç olduğunu hisseder. Kendisiyle hesaplaşma süreci başlar. Geçmişte yaptığı pislikleri düşünür, kendisine dair kişiliğinin olmadığını görür. Onu kullananlar için artık bir hiçtir. Kimse kendisini hatırlamaz. Bunun farkına vardığında kullanıldığı duygusu geliştikçe bunalıma düşer. Ya çevresine saldırır ya da intihar eder. Dikkat edilirse ABD askerleri içerisinde Afganistan ve Irak’ta savaşanların büyük bir kesimi psikolojik tedavi görüyor ve intihar girişiminde bulunuyor. Türk ordusunda da bunun yüzlerce örneği var. Birçoğu da gizlenir.
Sorunun ikinci ve en tehlikeli yönü de toplumun bu psikoloji içerisine alınmasıdır. Sistem ideolojik ve medyatik aygıtlarla, ölmeyi ve öldürmeyi, işkence etmeyi ve tecavüzü doğal gören bir toplum yapısını oluşturmayı esas alıyor. Kan akmasından zevk alan insanlar grubunun varlığı, çocukların katledilmesini doğal karşılayan, kulak kesilmesini vatan savunması olarak gören, kana kan intikam diye bağıran bir toplumda psikolojik bunalım en üst noktaya çıkar. Toplumsal bunalım öyle bir noktaya gelir ki, üzülme ve acıma duygusu ortadan kalkar, şiddete eğilim bir yaşam biçimi haline gelir.
Medya bu toplumsal şiddet eğilimini fiilen körükler. Varlığını sürdürmenin bir yolu da budur. Ölen bir askerin ailesine mikrofonu uzatır. Özellikle cenaze töreni sırasında, askerlerin, valilerin olduğu bir ortamda, ailenin acılarını, hüzünlerini, çırpınışlarını hesaba katmadan sorarlar: Başka çocuğun var mı? Onu da şehit olması için gönderecek misin? Acılı anne, baba, kardeş, çocuk, ölüm kusan sloganlar arasında içi sızlayarak ‘küçük oğlum var onu da büyütüp şehit olması için savaşa göndereceğim’ demek zorunda kalır. Demezse vatan haini olur.
Bunun tipik bir örneğini uzun süre önce televizyonlarda izlemiştim. Halen aklımadır. 5 Aralık 2009 tarihinde, Mardin'in Nusaybin ilçesinde, Kürt gerillalarıyla ordu birlikleri arasında çıkan bir çatışmada Uzman Çavuş Bünyamin Özcan yaşamını yetirmişti. Cenaze töreninde devlet erkânı hazır kıta bekliyor. Arkadan toplananlar ise ‘kana kan intikam’ diye slogan atıyorlar. Ölen askerin eşi Nazan Özcan kendinden geçmiş bir şekilde ağlarken, bir mikrofon uzatılmış. Duyguları ve düşünceleri soruluyor. “Ben kocamı asker verdim, bir asker daha yetiştiriyorum. Asker yapmayacaktım. Ama bundan sonra 4 yaşındaki çocuğumu da asker için yetiştireceğim” demek zorunda kalıyor. Kadın, askerlikten öylesine bıkmış ki, dört yaşındaki oğlunu asker yapmamasına daha şimdiden karar vermiş. Ama acılı bir gününde ona duygudan, insanlıktan nasibini almamış birileri mikrofunu uzatıyor. Asker elbisesi giydirilmiş dört yaşındaki oğlu Musa’nın daha şimdiden ölüme gönderip gördermeyeceği soruluyor. Yüreği yanmış, kendinden geçmiş kadın, onların duymak istediğini söylemek zorunda kalıyor.
Peki, küçük Musa, annesine ne yanıt veriyor. Babası gibi küçük Musa’nın da ölmesi için sloganlar atılıyor. Yani ölüme teşvik ediliyor. Küçük çocuk bunları duymak istemiyor, elleriyle iki kulağını kapatıyor. “Anne beni asker yapma” diye bağırıyor. Ağlayarak annesine sarılıyor, asker olmak istemediğini söylüyor. Çoçuk psikolojisi derindir.Onu anlamak için onu hissetmek gerek. Babası ölmüş, bunun farkındadır. Bu kez kendisini daha dört yaşında ölüme hazırlamak istiyorlar.
Bunu anlıyor ve hissediyor. Çocuk haliyle isyan ediyor. Asker olmak, savaşa gitmek istemiyor. Babasını bir daha göremeyecek, kendisi de ölmek değil yaşamak istiyor. Çoçuk haliyle beni ‘asker yapma’ diye bağırıyor.
Savaşın yeniden yükselme eğilimine girdiği, ölümlerin arttığı bugünlerde, aynı durumu yeniden yaşamaya başladık. Savaş ölüm demektir, daha çok acı demektir. Toplumun her yanına sıracaktır bu acılar.
Küçük Musa’ların üzülmemesi için, onurlu adil bir barışa ihtiyaç var. Savaşta ısrar edenler, ondan besleniyorlar. Onun için öldürmeye devam etmek istiyor. Buna karşı en zor koşullarda barış talebini yükseltmek insani bir sorumluluktur. Savaşın bir tarafı olarak Kürtler, onurlu bir barış için ellerini tutacak onurlu insanlar, muhataplar arıyorlar.
Kürtler bütün katliamlara, acılara rağmen hala barış diyorlar. Küçük çoçuklarını kayben Kürt halkı Musa’nın acısını bildiği için barış istiyor.
gokyuzu9@aol.com
Savaşı yürütenlerin yaşamı kan üzerine şekillenmiştir. Öldürmek, kesmek, işkence etmek, tecavüz etmek onların en zevkli uğraşları haline gelir. Çoğu kez kendisini kelle avcısı olarak tanımlar, böyle hitap edilmesinden hoşlanır, büyük bir gurur kaynağı olarak görür. Başarının ölçütü bunları gerçekleştirmektir. Yapmazlarsa kendilerinden bir eksiklik hissederler. Arkadaşları yapmışsa ama kendisi yapmazsa aşağılık komplesine girer. Daha çok saldırganlaşır. Bir şeyler elde etmek, iç dünyasını tatmin etmek için sıradan insanlara zarar verir. Dünyanın neresinde olursa olsun, öldürmeyi yaşam biçimi olarak seçenlerin çok önemli bir kesimi psikopattır. Silah, bomba onun en yakın arkadaşı, dostu hatta sevgilisidir. Elinde tutuğu silahı, onun kişiliksiz ve zayıf yönünü gizler. Korunma değil, saldırı aracı olarak görür. Dahası ondan güç alarak, başkasına hükmetmeye çalışır. Çocuğuna sevgiyi veremez, eşine duygularını aktaramaz. Çünkü sevgi dünyası ölmüştür, hissetme duygusu yoktur. Öldürücü aletine âşık olmuştur.
Öldürmeyi ve yok etmeyi mülkiyet ilişkisi içinde görür. Çünkü yaşamını bunu üzerine kurmuştur. Ne kadar çok öldürürse o kadar çok para kazanacaktır. Kestiği her burun, kulak için para ödülü alır. Daha çok kazanmak için daha fazla insanın yaşamına son vermesi gerekir. Bunun için gece gündüz kafasında plan yapar. Sırada bir insanı dahi öldürmeyi amaç edinir. Onu katil olarak yetiştirenlerin verdiği ilk mesaj, ne kadar öldürürsen o kadar çok para kazanırsın. Varlık nedeni: Çok öldür-çok kazan.
Bu tarzda yetiştirilen binlerce insan, uzun süre kullanılır. İşi bittiğinde postalanır. Bir dönem kendisini bir imparator olarak gören kişi, yalnızlaşır, çevresinde dostu yoktur. Ailesi dahi kendisine yabancılaşmıştır. Öldürmeye susayan kişi, doğal yaşamın içine döndüğünde bir hiç olduğunu hisseder. Kendisiyle hesaplaşma süreci başlar. Geçmişte yaptığı pislikleri düşünür, kendisine dair kişiliğinin olmadığını görür. Onu kullananlar için artık bir hiçtir. Kimse kendisini hatırlamaz. Bunun farkına vardığında kullanıldığı duygusu geliştikçe bunalıma düşer. Ya çevresine saldırır ya da intihar eder. Dikkat edilirse ABD askerleri içerisinde Afganistan ve Irak’ta savaşanların büyük bir kesimi psikolojik tedavi görüyor ve intihar girişiminde bulunuyor. Türk ordusunda da bunun yüzlerce örneği var. Birçoğu da gizlenir.
Sorunun ikinci ve en tehlikeli yönü de toplumun bu psikoloji içerisine alınmasıdır. Sistem ideolojik ve medyatik aygıtlarla, ölmeyi ve öldürmeyi, işkence etmeyi ve tecavüzü doğal gören bir toplum yapısını oluşturmayı esas alıyor. Kan akmasından zevk alan insanlar grubunun varlığı, çocukların katledilmesini doğal karşılayan, kulak kesilmesini vatan savunması olarak gören, kana kan intikam diye bağıran bir toplumda psikolojik bunalım en üst noktaya çıkar. Toplumsal bunalım öyle bir noktaya gelir ki, üzülme ve acıma duygusu ortadan kalkar, şiddete eğilim bir yaşam biçimi haline gelir.
Medya bu toplumsal şiddet eğilimini fiilen körükler. Varlığını sürdürmenin bir yolu da budur. Ölen bir askerin ailesine mikrofonu uzatır. Özellikle cenaze töreni sırasında, askerlerin, valilerin olduğu bir ortamda, ailenin acılarını, hüzünlerini, çırpınışlarını hesaba katmadan sorarlar: Başka çocuğun var mı? Onu da şehit olması için gönderecek misin? Acılı anne, baba, kardeş, çocuk, ölüm kusan sloganlar arasında içi sızlayarak ‘küçük oğlum var onu da büyütüp şehit olması için savaşa göndereceğim’ demek zorunda kalır. Demezse vatan haini olur.
Bunun tipik bir örneğini uzun süre önce televizyonlarda izlemiştim. Halen aklımadır. 5 Aralık 2009 tarihinde, Mardin'in Nusaybin ilçesinde, Kürt gerillalarıyla ordu birlikleri arasında çıkan bir çatışmada Uzman Çavuş Bünyamin Özcan yaşamını yetirmişti. Cenaze töreninde devlet erkânı hazır kıta bekliyor. Arkadan toplananlar ise ‘kana kan intikam’ diye slogan atıyorlar. Ölen askerin eşi Nazan Özcan kendinden geçmiş bir şekilde ağlarken, bir mikrofon uzatılmış. Duyguları ve düşünceleri soruluyor. “Ben kocamı asker verdim, bir asker daha yetiştiriyorum. Asker yapmayacaktım. Ama bundan sonra 4 yaşındaki çocuğumu da asker için yetiştireceğim” demek zorunda kalıyor. Kadın, askerlikten öylesine bıkmış ki, dört yaşındaki oğlunu asker yapmamasına daha şimdiden karar vermiş. Ama acılı bir gününde ona duygudan, insanlıktan nasibini almamış birileri mikrofunu uzatıyor. Asker elbisesi giydirilmiş dört yaşındaki oğlu Musa’nın daha şimdiden ölüme gönderip gördermeyeceği soruluyor. Yüreği yanmış, kendinden geçmiş kadın, onların duymak istediğini söylemek zorunda kalıyor.
Peki, küçük Musa, annesine ne yanıt veriyor. Babası gibi küçük Musa’nın da ölmesi için sloganlar atılıyor. Yani ölüme teşvik ediliyor. Küçük çocuk bunları duymak istemiyor, elleriyle iki kulağını kapatıyor. “Anne beni asker yapma” diye bağırıyor. Ağlayarak annesine sarılıyor, asker olmak istemediğini söylüyor. Çoçuk psikolojisi derindir.Onu anlamak için onu hissetmek gerek. Babası ölmüş, bunun farkındadır. Bu kez kendisini daha dört yaşında ölüme hazırlamak istiyorlar.
Bunu anlıyor ve hissediyor. Çocuk haliyle isyan ediyor. Asker olmak, savaşa gitmek istemiyor. Babasını bir daha göremeyecek, kendisi de ölmek değil yaşamak istiyor. Çoçuk haliyle beni ‘asker yapma’ diye bağırıyor.
Savaşın yeniden yükselme eğilimine girdiği, ölümlerin arttığı bugünlerde, aynı durumu yeniden yaşamaya başladık. Savaş ölüm demektir, daha çok acı demektir. Toplumun her yanına sıracaktır bu acılar.
Küçük Musa’ların üzülmemesi için, onurlu adil bir barışa ihtiyaç var. Savaşta ısrar edenler, ondan besleniyorlar. Onun için öldürmeye devam etmek istiyor. Buna karşı en zor koşullarda barış talebini yükseltmek insani bir sorumluluktur. Savaşın bir tarafı olarak Kürtler, onurlu bir barış için ellerini tutacak onurlu insanlar, muhataplar arıyorlar.
Kürtler bütün katliamlara, acılara rağmen hala barış diyorlar. Küçük çoçuklarını kayben Kürt halkı Musa’nın acısını bildiği için barış istiyor.
gokyuzu9@aol.com
Neoliberal hegemoni ve Sendikal Kriz
Alman sendikaları açısından temel sorun, sendikal mücadelenin esas itibariyle kapitalist üretim tarzının değiştirilmesi amacıyla verilmesi gereken bir politik mücadele ile bağlantılı hale getirilmemesidir.
Yaklaşık yirmi yıldan beri hızlanarak devam eden devinim, üretimden iktisata, toplumsal süreçlerden siyasi karar mekanizmalarına, kültürden bilime ve medyaya kadar yaşamın hemen her alanının kapitalist kar mantığının boyunduruğu altına sokulduğu bir sürece dönüştü. Bu sürecin en belirgin özelliği de, neoliberalizmin, yine yaşamın her alanında hegemonisini kurması oldu. Neoliberal hegemoniyi kırmaya, neoliberalizme ve kapitalist üretim tarzına alternatif geliştirecek güç olmaya aday olan sendikal hareket ise krizde. Bilhassa Almanya sendika ve işçi hareketinin bugün içerisinde bulunduğu durum, bunun örneği.
Halbuki Almanya sendikal hareketi, bir zamanlar kapitalist Batı’nın en güçlü işçi örgütlenmesi olarak sermaye karşısında kolay feth edilemeyecek bir cephe oluşturmuştu. Savaş sonrası dönemde, sosyal demokratların ve komünistlerin desteği ile ve genç Almanya Federal Cumhuriyeti’nin sistemler arasında sınır ülke olmasının zorunluluklarıyla, sendikal hareketin politik karar mekanizmalarına kurumsal katılımını sağlamışlar, sosyal devlet anlayışı çerçevesinde ‘Ren Kapitalizmi’nin sivriliklerini reformlarla törpüleyebilecek bir konuma erişmişlerdi.
Ancak bu başarı, yani Ren kapitalizminin ünlü ‘sınıf uzlaşısı’, bu çerçevede Bad Godesberg Programı ile marksist köklerinden kopan Alman sosyal demokrasisinin sisteme koopte edilmesi ve bilhassa 1970’li yılların krizi ile bağlantılı olarak Alman sendikal hareketinin erozyonunun başlamasına neden oldu. Özellikle 1990’lı yıllardan sonra başlatılan ‘sosyal partnerlik’ anlayışı, toplu iş sözleşmelerinde ücretlerin yükseltilmesi ve çalışma koşullarının düzeltilmesinden feragat etme politikaları, toplumun bütününü ilgilendiren genel hak ve özgürlük mücadelelerinden geriye çekiliş ve üyelerini ‘müşterileştirme’ uygulamaları, sendikal örgütlülüğün zayıflamasına yol açtı. Sermayenin tek taraflı olarak ‘sınıf uzlaşısı’nı fesh etmesine ve sendikaların karar alma mekanizmaları içerisindeki konumları zayıflamasına rağmen, sendika yönetimlerinin kurumsal katılım olanakları kalmış gibi ‘politikaya kurumlar içerisinde etkide bulunma mantığı’nı sürdürmeleri, erozyonu hızlandırdı.
AFC’nde 1980’li yıllarda bariz bir şekilde baş gösteren sendikal zayıflık, iki Almanya’nın birleşmesiyle kısa bir süreliğine durdurulmuştu. Alman Sendikalar Birliği DGB’ye bağlı sendikalar, 1991 yılında işçilerin yaklaşık yarısını örgütlemiş ve toplam 11,8 milyon üye ile AB’nin en büyük sendikal konfederasyonu haline gelmişlerdi. Ancak birleşme sonrası hızlandırılan neoliberal dönüşüm politikalarının da etkisiyle yurtiçi konjonktürün zayıflaması ve kitlesel işsizliğin kronikleşmesi sonucunda, üye sayısında büyük düşüşler meydana geldi. DGB, 1991 yılında çalışanların yaklaşık yarısını temsil ederken, bu sayı sadece 9 yıl sonra yüzde 18’e düştü. DGB, 2005 yılında artık sadece 6,7 milyon üyeye sahipti.
Neoliberal hegemoni ve sermayenin, emeği piyasalaştırmanın önündeki tüm engellere karşı topyekün saldırısını hızlandırmasını sağladı. En başta toplu iş sözleşmeleri otonomisi zayıflatıldı. Şirketlerdeki kararlara katılım hakları, kolektif çalışma hakkı ve sosyal devlet enstrümanlarının sosyal denkleştirici özleri boşaltıldı; sağlık, emeklilik, öğrenim, su, kamusal ulaşım, kamu hizmetleri gibi temel var oluş güvenceleri piyasalaştırıldı. Parlamento ve hükümetler gibi siyasi karar alma merkezlerinin demokratik kontrol altında tutulma olanakları zayıflatıldı, demokratik hak ve özgürlüklerin içi oyuldu.
Nasıl ‘emek’, şirket stratejileri için salt gider faktörü haline getirildiyse, halkın kendisi, devletin kurum ve hizmetleri de küresel rekabet içerisinde gider faktörü olarak görülmeye başlandı. Devlet, burjuva demokrasisi kapsamındaki demokratik ve sosyal hak ve özgürlükleri –kısıtlı da olsa– güvence altına alan kurum işlevini yitirdi ve sınırları içerisinde yerleşik sermayenin küresel rekabetteki konumu korumakla ve kaynaklarını bunun için kullanmakla mükellef bir yapı haline dönüştürüldü. Sendikalar tüm bunlara direnmedi, direnemedi.
Küresel çapta gerçekleştirilen deregülizasyon, esnekleşme ve özelleştirme politikaları, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve diğer uluslararası mali kurumlar ile devletler arası yapılan antlaşmaların da desteğiyle, sermayenin sınırlar ötesi hareketliliğini, ulus devlet sınırları içerisinde faaliyet gösteren sendikaların ise karşı koyma gücünü zayıflattı. Sermayenin gerektiğinde üretimi ve sermayeyi başka bir ülkeye taşıma tehditi, yani üretim ve ticaretin uluslararasılaşan karakteri, sendikaların, çalışanların çıkarlarını ulusal düzeyde temsil etme olanağını fiilen ortadan kaldırdı.
Sendikal hareketin aşırı kan kaybının ve dolayısıyla politik etkisinin azalmasının temel nedenini, hareketin kendi içerisinde aramak doğru olacaktır. Öncelikle birçok sendikacı, özellikle yönetimler, böylesine bir zorunluluk olmamasına rağmen, neoliberal ideolojiyi kabullenmişler ve neoliberal politika ile şirketlerin ‘karlılık’ stratejilerinin destekleyicileri durumuna gelmişlerdir. Birçok sendika yöneticisi, verilecek mücadelelerle karşı karşıya bulunulan koşullarda sadece ve en fazla ‘eldeki hakları’ korunabileceğine inanmaktadırlar. Neoliberal söylem, doğal, değiştirilemez ve alternatifsiz sosyopolitik çerçeve olarak görülmeye başlanmıştır.
Diğer taraftan mücadeleci ve ihtilaflara girmekten çekinmeyen sendikacılar da, başarısız mücadeleler sonucunda yılgınlığa kaymaktadırlar. Neoliberalizme karşı etkin ve esaslı bir politik alternatif perspektifi olmadan verilen ve farklı toplu iş sözleşmeleri, esnekleştirmeler, düşük ücret uygulamaları veya ‘işyerlerinin korunmasını sağlama’ gerekçesiyle kabul edilen çalışma koşulları ile sonuçlanan işyeri mücadeleleri, sendikaları en fazla hak budanmasının hızını yavaşlatabilecek, ama önüne geçemeyecek bir konuma itmektedir.
Alman sendikaları, örgüt anlayışlarını salt üretim veya iş ilişkileri içerisine sıkıştırmışlar, mücadele biçimlerini genellikle işyerleri içinde tutmuşlar ve örgütlü emeğin, toplumun genelini ilgilendiren politik konularla ilgili olan müdahale olanaklarını –sosyal demokrasiye seçim yardımları dışında – asgari düzeye indirmişlerdir.
Sendikal mücadelenin işyerlerindeki ihtilaflara daraltılması, işçi sınıfının üretimden uzaklaştırılan veya düşük ücretli güvencesiz alanlara itilen kesimlerini sendikal çıkar temsilciliğinin ufkunun dışına çıkartmış, geniş toplumsal kesimlerin dışıntalanmasına (Exklusion) paralel olarak sınıf içerisindeki bölünmeler artmıştır. Sendikalar işyerlerindeki ‘aidat ödeyen çekirdek kadroların avukatlığına’ yoğunlaşırlarken, aynı işyerinde birden fazla ve birbirinden farklı toplu iş sözleşmelerini, aynı işe farklı ücret ve çalışma koşullarını kabullenerek, aynı işyerinde çalışanlar arasındaki dayanışmanın yok olmasına önayak olmuşlardır.
Ancak Alman sendikaları açısından temel sorun, sendikal mücadelenin esas itibariyle kapitalist üretim tarzının değiştirilmesi amacıyla verilmesi gereken bir politik mücadele ile bağlantılı hale getirilmemesidir. Aslında, sınıf mücadelesi yerine ‘sınıf uzlaşısı’ hedefine yoğunlaşan ve özünde Alman sosyal demokrasisinin yan örgütü olmaktan öte gidemeyen Alman sendikalarından böylesi bir anlayışı beklememek gerekir. Ama günümüzün Alman sendika yönetimleri, Ren Kapitalizmi dönemindeki toplumsal ve politik müdahale biçimlerinden dahi feragat etmiş durumdadırlar.
Sosyal demokrasinin, Yeşiller’in de desteğiyle cephe değiştirmesi ve 2004’de Alman sosyal devlet anlayışına topyekun saldırısıyla birlikte ortaya çıkan toplumsal muhalefet ve bu muhalefetin, sosyal demokrasinin solundaki güçleri DIE LINKE adlı partide birleşmeye zorlaması, sendika yönetimleri üzerindeki soldan gelen baskıyı artırmıştır. Buna rağmen sendika yönetimleri, ekonomist mücadeleyi politik mücadeleye dönüştürmeme konusunda ısrarcı davranmaktalar. Sendikalar, örgütlü güçlerini sosyal hareketler ve diğer toplumsal kesimlerle birlikte esaslı bir politika değişikliğini gerçekleştirme mücadelesinde birleştirmedikleri; işsizlerin, göçmenlerin, yoksulların, kadınların ve gençlerin genel hak ve özgürlükleri için ırkçılık ve islam düşmanlığına, dış politikanın militaristleştirilmesine ve emperyalist çıkarların korunması için yürütülen savaşlara karşı yönlendirmedikleri ve sınıf çıkarlarını esas alan kavgaya girmedikleri sürece, kan kaybını durduramayacaklar, sermayenin taşeronu konumundan kurtulamayacaklardır.
Sınıf mücadelesini demokratikleşme, adalet, eşitlik ve barış mücadelesi ile doğrudan ve birbirinden kopmaz bir biçimde birleştiremeyen Alman sendikaları, salt müvekkil temsilcileri olmaktan ileri gidemeyeceklerdir. Neoliberal hegemoniyi kırmanın yolu, önce sendikanın ne olduğunu hatırlamaktan geçiyor.
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
Yaklaşık yirmi yıldan beri hızlanarak devam eden devinim, üretimden iktisata, toplumsal süreçlerden siyasi karar mekanizmalarına, kültürden bilime ve medyaya kadar yaşamın hemen her alanının kapitalist kar mantığının boyunduruğu altına sokulduğu bir sürece dönüştü. Bu sürecin en belirgin özelliği de, neoliberalizmin, yine yaşamın her alanında hegemonisini kurması oldu. Neoliberal hegemoniyi kırmaya, neoliberalizme ve kapitalist üretim tarzına alternatif geliştirecek güç olmaya aday olan sendikal hareket ise krizde. Bilhassa Almanya sendika ve işçi hareketinin bugün içerisinde bulunduğu durum, bunun örneği.
Halbuki Almanya sendikal hareketi, bir zamanlar kapitalist Batı’nın en güçlü işçi örgütlenmesi olarak sermaye karşısında kolay feth edilemeyecek bir cephe oluşturmuştu. Savaş sonrası dönemde, sosyal demokratların ve komünistlerin desteği ile ve genç Almanya Federal Cumhuriyeti’nin sistemler arasında sınır ülke olmasının zorunluluklarıyla, sendikal hareketin politik karar mekanizmalarına kurumsal katılımını sağlamışlar, sosyal devlet anlayışı çerçevesinde ‘Ren Kapitalizmi’nin sivriliklerini reformlarla törpüleyebilecek bir konuma erişmişlerdi.
Ancak bu başarı, yani Ren kapitalizminin ünlü ‘sınıf uzlaşısı’, bu çerçevede Bad Godesberg Programı ile marksist köklerinden kopan Alman sosyal demokrasisinin sisteme koopte edilmesi ve bilhassa 1970’li yılların krizi ile bağlantılı olarak Alman sendikal hareketinin erozyonunun başlamasına neden oldu. Özellikle 1990’lı yıllardan sonra başlatılan ‘sosyal partnerlik’ anlayışı, toplu iş sözleşmelerinde ücretlerin yükseltilmesi ve çalışma koşullarının düzeltilmesinden feragat etme politikaları, toplumun bütününü ilgilendiren genel hak ve özgürlük mücadelelerinden geriye çekiliş ve üyelerini ‘müşterileştirme’ uygulamaları, sendikal örgütlülüğün zayıflamasına yol açtı. Sermayenin tek taraflı olarak ‘sınıf uzlaşısı’nı fesh etmesine ve sendikaların karar alma mekanizmaları içerisindeki konumları zayıflamasına rağmen, sendika yönetimlerinin kurumsal katılım olanakları kalmış gibi ‘politikaya kurumlar içerisinde etkide bulunma mantığı’nı sürdürmeleri, erozyonu hızlandırdı.
AFC’nde 1980’li yıllarda bariz bir şekilde baş gösteren sendikal zayıflık, iki Almanya’nın birleşmesiyle kısa bir süreliğine durdurulmuştu. Alman Sendikalar Birliği DGB’ye bağlı sendikalar, 1991 yılında işçilerin yaklaşık yarısını örgütlemiş ve toplam 11,8 milyon üye ile AB’nin en büyük sendikal konfederasyonu haline gelmişlerdi. Ancak birleşme sonrası hızlandırılan neoliberal dönüşüm politikalarının da etkisiyle yurtiçi konjonktürün zayıflaması ve kitlesel işsizliğin kronikleşmesi sonucunda, üye sayısında büyük düşüşler meydana geldi. DGB, 1991 yılında çalışanların yaklaşık yarısını temsil ederken, bu sayı sadece 9 yıl sonra yüzde 18’e düştü. DGB, 2005 yılında artık sadece 6,7 milyon üyeye sahipti.
Neoliberal hegemoni ve sermayenin, emeği piyasalaştırmanın önündeki tüm engellere karşı topyekün saldırısını hızlandırmasını sağladı. En başta toplu iş sözleşmeleri otonomisi zayıflatıldı. Şirketlerdeki kararlara katılım hakları, kolektif çalışma hakkı ve sosyal devlet enstrümanlarının sosyal denkleştirici özleri boşaltıldı; sağlık, emeklilik, öğrenim, su, kamusal ulaşım, kamu hizmetleri gibi temel var oluş güvenceleri piyasalaştırıldı. Parlamento ve hükümetler gibi siyasi karar alma merkezlerinin demokratik kontrol altında tutulma olanakları zayıflatıldı, demokratik hak ve özgürlüklerin içi oyuldu.
Nasıl ‘emek’, şirket stratejileri için salt gider faktörü haline getirildiyse, halkın kendisi, devletin kurum ve hizmetleri de küresel rekabet içerisinde gider faktörü olarak görülmeye başlandı. Devlet, burjuva demokrasisi kapsamındaki demokratik ve sosyal hak ve özgürlükleri –kısıtlı da olsa– güvence altına alan kurum işlevini yitirdi ve sınırları içerisinde yerleşik sermayenin küresel rekabetteki konumu korumakla ve kaynaklarını bunun için kullanmakla mükellef bir yapı haline dönüştürüldü. Sendikalar tüm bunlara direnmedi, direnemedi.
Küresel çapta gerçekleştirilen deregülizasyon, esnekleşme ve özelleştirme politikaları, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve diğer uluslararası mali kurumlar ile devletler arası yapılan antlaşmaların da desteğiyle, sermayenin sınırlar ötesi hareketliliğini, ulus devlet sınırları içerisinde faaliyet gösteren sendikaların ise karşı koyma gücünü zayıflattı. Sermayenin gerektiğinde üretimi ve sermayeyi başka bir ülkeye taşıma tehditi, yani üretim ve ticaretin uluslararasılaşan karakteri, sendikaların, çalışanların çıkarlarını ulusal düzeyde temsil etme olanağını fiilen ortadan kaldırdı.
Sendikal hareketin aşırı kan kaybının ve dolayısıyla politik etkisinin azalmasının temel nedenini, hareketin kendi içerisinde aramak doğru olacaktır. Öncelikle birçok sendikacı, özellikle yönetimler, böylesine bir zorunluluk olmamasına rağmen, neoliberal ideolojiyi kabullenmişler ve neoliberal politika ile şirketlerin ‘karlılık’ stratejilerinin destekleyicileri durumuna gelmişlerdir. Birçok sendika yöneticisi, verilecek mücadelelerle karşı karşıya bulunulan koşullarda sadece ve en fazla ‘eldeki hakları’ korunabileceğine inanmaktadırlar. Neoliberal söylem, doğal, değiştirilemez ve alternatifsiz sosyopolitik çerçeve olarak görülmeye başlanmıştır.
Diğer taraftan mücadeleci ve ihtilaflara girmekten çekinmeyen sendikacılar da, başarısız mücadeleler sonucunda yılgınlığa kaymaktadırlar. Neoliberalizme karşı etkin ve esaslı bir politik alternatif perspektifi olmadan verilen ve farklı toplu iş sözleşmeleri, esnekleştirmeler, düşük ücret uygulamaları veya ‘işyerlerinin korunmasını sağlama’ gerekçesiyle kabul edilen çalışma koşulları ile sonuçlanan işyeri mücadeleleri, sendikaları en fazla hak budanmasının hızını yavaşlatabilecek, ama önüne geçemeyecek bir konuma itmektedir.
Alman sendikaları, örgüt anlayışlarını salt üretim veya iş ilişkileri içerisine sıkıştırmışlar, mücadele biçimlerini genellikle işyerleri içinde tutmuşlar ve örgütlü emeğin, toplumun genelini ilgilendiren politik konularla ilgili olan müdahale olanaklarını –sosyal demokrasiye seçim yardımları dışında – asgari düzeye indirmişlerdir.
Sendikal mücadelenin işyerlerindeki ihtilaflara daraltılması, işçi sınıfının üretimden uzaklaştırılan veya düşük ücretli güvencesiz alanlara itilen kesimlerini sendikal çıkar temsilciliğinin ufkunun dışına çıkartmış, geniş toplumsal kesimlerin dışıntalanmasına (Exklusion) paralel olarak sınıf içerisindeki bölünmeler artmıştır. Sendikalar işyerlerindeki ‘aidat ödeyen çekirdek kadroların avukatlığına’ yoğunlaşırlarken, aynı işyerinde birden fazla ve birbirinden farklı toplu iş sözleşmelerini, aynı işe farklı ücret ve çalışma koşullarını kabullenerek, aynı işyerinde çalışanlar arasındaki dayanışmanın yok olmasına önayak olmuşlardır.
Ancak Alman sendikaları açısından temel sorun, sendikal mücadelenin esas itibariyle kapitalist üretim tarzının değiştirilmesi amacıyla verilmesi gereken bir politik mücadele ile bağlantılı hale getirilmemesidir. Aslında, sınıf mücadelesi yerine ‘sınıf uzlaşısı’ hedefine yoğunlaşan ve özünde Alman sosyal demokrasisinin yan örgütü olmaktan öte gidemeyen Alman sendikalarından böylesi bir anlayışı beklememek gerekir. Ama günümüzün Alman sendika yönetimleri, Ren Kapitalizmi dönemindeki toplumsal ve politik müdahale biçimlerinden dahi feragat etmiş durumdadırlar.
Sosyal demokrasinin, Yeşiller’in de desteğiyle cephe değiştirmesi ve 2004’de Alman sosyal devlet anlayışına topyekun saldırısıyla birlikte ortaya çıkan toplumsal muhalefet ve bu muhalefetin, sosyal demokrasinin solundaki güçleri DIE LINKE adlı partide birleşmeye zorlaması, sendika yönetimleri üzerindeki soldan gelen baskıyı artırmıştır. Buna rağmen sendika yönetimleri, ekonomist mücadeleyi politik mücadeleye dönüştürmeme konusunda ısrarcı davranmaktalar. Sendikalar, örgütlü güçlerini sosyal hareketler ve diğer toplumsal kesimlerle birlikte esaslı bir politika değişikliğini gerçekleştirme mücadelesinde birleştirmedikleri; işsizlerin, göçmenlerin, yoksulların, kadınların ve gençlerin genel hak ve özgürlükleri için ırkçılık ve islam düşmanlığına, dış politikanın militaristleştirilmesine ve emperyalist çıkarların korunması için yürütülen savaşlara karşı yönlendirmedikleri ve sınıf çıkarlarını esas alan kavgaya girmedikleri sürece, kan kaybını durduramayacaklar, sermayenin taşeronu konumundan kurtulamayacaklardır.
Sınıf mücadelesini demokratikleşme, adalet, eşitlik ve barış mücadelesi ile doğrudan ve birbirinden kopmaz bir biçimde birleştiremeyen Alman sendikaları, salt müvekkil temsilcileri olmaktan ileri gidemeyeceklerdir. Neoliberal hegemoniyi kırmanın yolu, önce sendikanın ne olduğunu hatırlamaktan geçiyor.
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
AKP’nin Meşrebinde Kurnazlık Var
Türkiye’nin fay hatları yeniden kırıldı. Nedeni yine çözümsüz bırakılan Kürt meselesi. Ankara yönetimi yıllardır her yalanı bir başka yalana götüren yalanlarla toplumu oyalamaya çalışıyor. Zaten tüm yaşananlar birer mizansenden ibaret. Her şey zaten bu amaca hizmet etmek için kurgulanıyor. Anayasa tartışmaları, AKP paketinin oylanması, kalkıp inen öfkeli eller, kışlasından çıkan asker, cepheye sürülen tanklar, hava üslerinden kalkan savaş uçakları, bombalar, patlayan silahlar, tabutlara sarılıp ağlayan anneler, yazılan kanlı senaryolar, sönmeyen karargah ışıkları… Türkiye’yi büyük ve kanlı bir savaş beklediğinin işaretlerini veriyor. Anneler ağlıyor ama Ankara bu sesi duymak istemiyor. Hükümet ve ordu özgürlük isteyen Kürtlerin üstüne bomba yağdırdıkça, bundan sonra yaşanabilecekleri tasavvur etmek zor da değil. Tüm bunlara bakıldığında “Türkiye nereye gidiyor” sorusu akla geliyor. Tüm bu kaygı ve endişeleri Prof. Dr. Kadir Cangızbay’la konuşacağız.
Ülkenin pek çok sorunu var ama sorunların anası Kürt sorunu. Kürtler neden sorun?
Kavim adından millet adı çıkartılırsa Kürt de sorun olur, Çerkes veya Tatar da. Sonuçta ‘Türk’ bir kavmin adı; ulus ise kavmiyet ötesi bir kavram. Örneğin Fransız ulusu diyoruz, ama Fransa’da Fransız diye bir kavim yok: Fransız, kelimesi kelimesine Fransalı demek, dolayısıyla insanların Basklığını, Brötonluğunu, Normanlığını, yani kavmiyetlerini dışlamıyor, yok saymıyor. Aslında İtalya’da da İtalyan diye bir kavim yok; İtalyan, İtalyalı demek; İspanyol da İspanyalı. İtalya’nın Kuzey illerinin bazılarında kamuda görev alabilmek için Almanca bilme zorunluluğu var. Fransa’ya sınır bölgesinde de Fransızca zorunlu eğitim dili İtalyancayla birlikte. Kısacası sorun Kürtlere ilişkin bir husustan kaynaklanıyor değil. Sen tut, hem Kırgızı, Kazağı, Azeriyi Türk say soy ve/veya dil temelinde, hem de sonra Kürde dönüp ‘sen de Türksün’ de. Bu sefer de sözde bir ulusal birlik/bütünlük/kardeşlik adına bunu yapıyorlar. Şöyle de söyleyebilirim: Sorun, Irak’ta Kürtlerin Saddam zulmünden kurtulmalarına Azerbaycan’ın bağımsızlığına sevindikleri kadar sevinemeyen, tam tersine karalar bağlayan -kendi tabirleriyle- ‘bölücü iç düşman’lardan kaynaklanıyor. Ayrıca şunu da unutmamak lazım: Bugünkü sınırları itibarıyla Türkiye Boşnak, Tatar, Gürcü veya Çerkes için kendisine sığınılan ülke iken, Kürtlerin kadim anavatanı.
Devlet ya da yönetenler sorunu halen ‘güvenlik’ ve ‘terör’ sorunu olarak görüyor. Bu politikanın kaynağında yatan gerçek ne?
Bir yandan askeri bürokrasi kendisini her daim önemli kılacak bir düşman bulmak zorunda ve gücü dışa yetemeyeceği için bu da ister istemez bir iç düşman olacak. Ancak esas belirleyici Türkiye’nin uluslarüstü sermayeyle bütünleşmiş korsan kapitalistleri: Terörle mücadele adına bir taşla sonsuz sayıda kuş vurdular, vuruyorlar: Boşaltılan, yakılan köyler, mera yasakları; yani milyonlarca insanın üretim araçlarından kopartılması, zorla proleterleştirilip emek piyasasına devasa bir işsizler ordusu olarak sürülmesi var bir yanda. Diğer tarafta bu işsizler ordusu insanları hem en kötü koşullarda, kayıt dışı, sigortasız, sendikasız çalışmaya razı edecek bir tehdit olarak kullanılıyorlar. Diğer yandan da emekçilerin öfkesinin kendilerini sömüren patron ve taşeronlar yerine sonradan gelip de işlerini ellerinden alabileceğini, ücret piyasasını düşürdüğünü düşündükleri Kürtlere yönlendirilmesini amaçlıyorlar. Bu arada tarım, özellikle de hayvancılığımız tümüyle çökertilip ülke etten tohuma yabancı tekellerin pazarı haline getirilirken ithalatçılara da rant kapılarının sonuna kadar açılması da cabası.
Hükümet bir yıl önce ‘Kürt Açılımı’ dedi, ardından isimler değiştirerek ‘Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’ dedi. Bu zik-zaklararı neye bağlıyorsunuz?
Bunlar aslında zigzak bile çizmiyorlar; cami kapısında namaz takkesi diye satamadığını Yahudi mahallesinde kippa, olmadı Mahmutpaşa’da ikizlere başlık (sütyen) diye pazarlamaya kalkan işportacılara benziyorlar; bu arada hepimizi, ama özellikle de Kürtleri bir-iki elma şekeriyle kandırılacak kadar aptal, Amerikan usulü halkla ilişkiler teknikleriyle manipüle edilebilir sanıyorlar. Tabii bu konuda insanların yersiz-yurtsuz, aşsız-işsiz, sadakaya muhtaç hale getirilmişliğini kendileri için bir avantaj olarak görüyorlar. Bir de bence, başbakanın Ahmede Xane’li, Ahmet Kaya’lı konuşmalarını dinleyince gözleri yaşaran tatlı su Kürtlerinden de cesaret alıyorlar.
’Açılım’ dendi ama Kürt siyasetçiler, Belediye Başkanları ve Kürt çocukları tutuklandı. Ardından DTP kapatıldı. Hükümet neden böyle bir yol seçti?
Etnik veya mezhepsel temelde özel açılımlara gitmek, tam tamına Yeni Dünya Düzeni doğrultusunda bir ayak oyunudur. İnsanların doğuştan gelen özelliklerine özel bir önem verme görüntüsü altında peşinen birer azınlık konumuna razı edilmelerine, eşit vatandaşlar olarak temel haklarının, emekleri temelinde hak ettiklerinin peşine düşüp sistemin tümü üzerinde söz ve etki sahibi olmak yerine kendi yerelliklerine, inançlarına, folklorlarına gömülmelerini sağlamaya yönelik girişim var. Tabii çoğulculuk adı altında. Hükümet zerre kadar samimi olsa, değil yeni bir anayasa yapmak, en ufak bir anayasa değişikliği bile gerekmeksizin %10 barajını -indirir de değil sıfırlar: Bu baraj sadece antidemokratik olmayıp DEP geleneğinden gelen partilere Meclis yolunu kesmesi açısından anti-Kürt bir ırkçılık, dolayısıyla bölücülükle de maluldür. Hele milli birlik gerçekten amaçlanıyorsa ‘milli bakiye’ sistemi de geri getirilip Türkiye Milletvekilliği ihdas edilmelidir. Ancak Filistin’de çocukları öldürüyorsunuz diye Şimon Peres’e babalanan kişi çok değil bir kaç ay öncesinde güvenlik güçlerimiz kadın çocuk ayırımı yapmayacaktır diyen, kişidir. Bunu demesinin hemen ardından Diyarbakır ve Batman’da biri daha 3 yaşında 10’a yakın çocuğun öldürüldüğü, 2006’da yaptırttığı yasa değişikliğiyle de ıslık çalan çocukların bile teröre destekten yıllarca hapse mahkum edilmesine yol açan kişi olduğu biliniyor.
Ülke de 30 yıldır sillahlar konuşuyor. Bir süredir susmuştu. PKK eylemsizlik kararı almıştı. Ama baharla birlikte askeri operasyonlar yeniden başladı ve kan aktı. Sillahta, tankta, topta ısrarın nedeni ne?
Dağda silahlı adam varsa her ordu operasyon yapar. Ordunun yapmasını engellemek gereken şey, siyaseti ancak silahla yapılabilir kılan koşulların değiştirilmesinin karşısına dikilmesidir. Başka bir ifadeyle, ordu silah bırakmaz, ama siyaseti bırakmalıdır. Ancak bunu kendiliğinden yapmayacağına göre de yapılacak şey, siyaset alanının, silah zoruyla içine sızılamayacak şekilde tümüyle ve de tıka basa halkla doldurulmasıdır. Ki bu da insanların siyasete katılımlarını zorlaştıran, pahalılaştıran, sınırlayan, engelleyen yasal ve de anayasal düzenlemelerin ortadan kaldırılmasını gerektirir.
Hükümetle ordu arasında bir sorun olduğunu düşünüyor musunuz?
Ordu, son tahlilde -silahlı da olsa- basit bir görevliler grubu olup yönelimleri açısından sınıfsal bir homojenlik gösterecek diye bir şey yoktur. Örneğin, karını maksimize etmek görüş, inanç ve zevklerinden bağımsız olarak bütün kapitalistler için varoluşsal bir zorunluluk iken, bir bürokratı ikna etmek için makul bir rüşvet yeter.
Askerin ülke dengeleri içindeki konumu ve fonksiyonu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Asker siyaseti bırakmadıkça, PKK da silah bırakmaz. Mevcut PKK böyle bir şey yapsa dahi, yerine başka PKK’lar çıkar. 12 Eylül’ün getirdiği rejim, halka siyaseti yasaklayıp, siyaseti silahlıların tekeline vermiştir. Siyasetin ana hatlarını ve sınır çizgilerini belirleyen askerdir. Siyasî parti diye ortalıkta dolaşanların farklı bir siyasî proje üretmeleri, ülkenin bütünsel siyasî yapısı üzerinde bir değişiklik önermeleri bir yana, böyle bir şeyi tasarlamaları yasaktır; bu yasağa uymazlarsa kapatılırlar; işte bu yüzden de -kapatılmamış olanlarının- tüzükleri neredeyse birbirinin aynısıdır:
BDP İstanbul Milletvekili parlamentoda ‘bu ülkede savaş var’ dedi ve kıyamet koptu. 30 yıldır olan savaş mı, terör mü? 50 bin insan kaybı var. Ne düşünüyorsunuz?
Terör, sadece ve sadece bir savaş/mücadele yöntemidir; ki bu yola en sık baş vuranlar da aslında devletlerdir ve de çoğu kez terörle mücadele adına. Dolayısıyla terörizm bir ideoloji ve kendi içinde bir amaç olmadığı gibi, nihai hedefi terör olan bir siyasal örgüt türü de ne vardır ne de olabilir.
Uluslar arası güçler bu işin neresinde? Amerika ve AB gibi devletler..
Bütün devletler, Batılıların bizleri de inandırmaya çalıştığı gibi ‘insan insanın kurdu’ olduğu için ve bu kurtluğu ılımlılaştırmak üzere değil tam tersine kurtluğu kurumsallaştırıp insanları kurtlaştırmak üzere var olduklarına göre tabii ki birbirlerini zayıflatmanın, zayıflıklarından istifade edip kullanmanın peşindedirler. Ama Kürtleri Fransa icad etmiş, varlıklarını inkar edip dillerini yasaklayanlar da Almanlar değildir. Kandildekiler de dağda kendiliğinden bitmiş veya oraya Amerikalılar tarafından Merih’ten getirilmiş değillerdir: Buradan, bizim aramızdan gitmiş bizden birileridir. İşte tam da bu yüzden, mesele ancak burada ve bizim aramızda çözülürse çözülür. Kendi vatandaşlarıyla olan meselelerini başka devletlerin (Heron’u, CIA’sı, Mossad’ı vb…) inayetiyle çözmeye kalkan bir devletin ise, yabancı güçler hakkında laf etmeye ancak gerdeğe girmek için komşularını yardıma çağırmış bir damat kadar hakkı olabilir.
Ülkenin geleceğini nasıl buluyorsunuz?
Hiç iyi bulmuyorum.
Bu gerilim üzerinden linçler, milliyetçilik yeniden hortladı. Nedir bu devlet miliyetçiliği mi, Türk milliyetçiliği mi?
Türkiye’de Türklük, zaten bir devlet kavmi olarak inşa edilmeye çalışılmış; o yüzden bu ikisi arasında pek bir fark yok. Ancak sizi şaşırtacak olsa da, şunu söyleyim ki, devlet milliyetçiliğini aşabilecek bir Türkiye milliyetçiliğinden en az uzak parti, en azından bugün için, yani Devlet Bahçeli çizgisindeyken, bence MHP.
Hükümet ‘vatandaş’ duyarlılığı diyor.
Yukarıdaki cevabım, bu hususa da ışık tutabilir.
Hükümetin anayasa paketini nasıl buluyorsunuz? Bu paket geçse Türkiye’nin sorunları çözülecek mi?
Bu, her şeyden önce bir paket değil; içeriksel imtizaçtan yoksun: Tam bir kurnaz pazarlamacı işi; bakkala, en satılan maldan bir ikinci koliyi vermek için en satılmayanından da bir koli almasını şart koşuyor; ama zaten AKP büyüklerinin esas mesleği de meşrebi de bu.
Liberaller ve bazı sol kökenli aydınlar BDP’yi eleştiriyor. Neden pakete destek vermediniz diye. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Bu paket siyasetin önünü açmıyor, hukuku çoğunluk siyasetçilerinin gücüne tabi pazarlık bir meta haline getiriyor. Bu paket konusunda BDP’nin desteklemek bir yana AKP’lileri ciddiye alıp bazı öneriler götürmesi bile bence çok ayıp: Bunlar, o pek bir mücadele ettiklerini iddia ettikleri darbecilerin Meclis’teki uzantıları, sırf DTP’lilerin elini sıkmamalarıyla bile…
Hükümet ülkenin sahip olduğu sorunlar için ‘benim sorunum’ diyor ama çözmüyor.
AKP’nin Yeni Dünya Düzeni’nin yerli ve yeteneksiz bir uzantısı olduğunu dikkate almadan soru sorup fikir üretmenin zihin ve zaman israfı olduğunu düşünüyorum. Ermeni sorununa ilişkin olarak ise şunu söylemek istiyorum. Burada da devletin kendi vatandaşları ile bir sorunu olmuş ve Osmanlı’nın fiili devamcısı olan Cumhuriyet’in yapacağı ise şu: Ermenistan da dahil başka hiçbir devleti muhatap alıp işin içine karıştırmaksızın kendilerine karşı haksızlık edilip suç işlenmiş Osmanlı Ermenilerinin varislerine yeniden vatandaşlık hakkı vermek ve zaman içinde onların kendi atavatanlarında şu ya da bu ölçüde yaşar ve söz edip sesini duyurur hale gelmelerine imkan veren yolları açmak.
Çatışmalar yeniden başladı. Can kayıpları arttı.
Türkiye’de PKK, Kürt sorunu olmaktan ziyade AKP’nin iktidar sorunu olduğu düşünülüyor. İç pazara oynamak için bu adamlar her şeyi yapar. Askerde gerilla da öldürür. O yüzden Türkiye’de gençlerin ölüp ölmemesi ve Kandile gidip gitmemesi konularında insani kaygılar beslemiyorlar. Erdoğan analar ağlamasın diyor. Ama analar ağlıyor. Başbakanın iki oğlu askerlik yapmadı. Biri 21 gün yaptı. Sırtına Türk bayrağı astı. Diğeri yapmadı. Buna bakmak durumu özetliyor. Buda Erdoğan’ın samimi olup olmadığını özetliyor. AKP’nin 8 yılında binlerce insan öldü. Şimdi bakın. Bunlar iktidara geldiklerinde silahlar susmuştu. Öcalan’ı CİA, MOSSAD bunlara teslim etti. Bunlar zafer kazandıklarını sandılar. Üstelik bunlar hazır kondular. Gerdeğe başkasının yardımıyla girdiler. Öcalan’ı Amerika teslim etti. Zafer kazandık zannettiler. Çatışma yoktu. Ondan sonra bunlar böyle devam eder dedi. İnsani tedbir alınmadı. Çözüm için adım atılmadı. Tabi tarihi fısat kaçtı.
Bazı sol ve liberallerin durumu nedir?
Türkiye de sol var mı? Bir kısımı liboş oldu. Taraf gazetesi bunları pohpohluyor. Bir kısmı topalın peşinden gitti. Ufuk’un yediği haltlara bak durumu anlarsın.
Hocam bu linçler neyin nesi?
İktisadi, politik olarak bastırılmış, örgütleme imkanı kalmamış herifler en kolay ezilecek insanların üstüne gidiyor. Bu onlar için AKP Polisine saldırmaktan çok daha kolay.
Ülke meselelerinin yeterince konuşulduğunu düşünüyor musunuz?
Türkiye’de kafaları da, ruhları da karartan, insanları susmaya, kıvırtmaya zorlayan kapkara bir rejim var. Hiçbir şey açıkça konuşulamıyor, kediye kedi denilemiyor. Pek çok şeyden korkuluyor ama en önemlisi, neden korktuğunu söylemekten korkuluyor ve de değişmeyen de tam tamına işte bu. Çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir ‘terörle mücadele’ adı altında söndürülmek istenirmiş gibi yapılan yangın işte böylesi bir terör ortamında başladı, büyüdü, palazlandı ve kök saldı. Gerçekten söndürülmek isteniyorsa, işe ‘30 bin kişinin katili Apo’ edebiyatından vazgeçip, faili meçhuller, kayıplar ve ruhu öldürülmüş itirafçılarla birlikte neredeyse ‘60 bin kişinin katili 12 Eylül darbecileri’ demekle başlamak gerekir.
Kadir Cangızbay kimdir?
1947 yılında İstanbul’da doğdu. Sosyolog ve toplum bilimci. Saint Joseph Lisesi’ni bitirdi. Hacetepe Üniversitesi’nde Sosyoloji eğitimi aldı. 12 Eylül 1980 darbesini ve YÖK’ü protesto için uzun yıllar doçentlik ve profesörlük ünvanı almayı reddetti. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde Kamu Yönetimi bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Cangızbay Türkiye’de Özyönetim ve Anarko-Komünizmini bilimsel bir kavram olarak ele alan ilk sosyalist ve sosyologtur. Cangızbay’a göre sosyalist devrim sonuçları itibariyle ne komünizmi ne de anarşizmi tam manası ile oluşturabilecek güçde değildir; sistem kendisinden önceki otoriteryan söylemi ideolojik olarak içinde barındıracağından kurulacak ara rejimler otoritenin devamı olacak ve saf devrimci bir süreçten geçmediği için kurulacak yeni rejime de otoriteryan ideolojileri sokacak ve sosyalist devrim devletci bir zihniyetin eğemenliği altına girecektir. Prof. Dr. Cangızbay’ın çalışma alanları arasında modernite ve postmodernite, Türk Ulusal kimliğinin inşası Türkiye’de korporatizm ve komprodor rejimin oluşumu da yer almaktadır. Cangızbay pek çok eserin de Türkiye Devletini ve rejimini eleştiri ve tartışmaya açmıştır. Kadir Cangızbay bir dönem Birgün gazetesinde köşe yazarlığı yapmıştır. Cangızbay’ın Doğu Batı, Birikim, Türkiye Günlüğü, Toplum ve Bilim gibi dergilerde çok sayıda makalesi yayımlanmıştır. Kadir Cangızbay hali hazırda Türkiye’de sosyoloji üzerine teori üreten ve anarşizm üzerine en çok eser veren düşün ve bilim insanıdır.
ERDAL ER
rojrost@hotmail.com
rojrost@hotmail.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)