18 Temmuz 2011 Pazartesi

Barış Konseyi Çatışmaları Önler (Ropörtaj)

Yeni_Özgür_PolitikaBarış Konseyi’nin Öcalan’la görüşmelerde bulunması, manipülasyonlara, kısır ve kısa vadeli hesapları içeren oyunlara daha az zemin bırakır. Son yaşanan acı olayların sonucunda Barış Konseyi gibi önerileri gündemden kaldırmak, sadece bu tür acı olayların artmasına yol açar.


Devletin, Abdullah Öcalan’la görüşmesinde ‘barış’a giden yolda önemli mesafeler kat edildiği açıklandı. Abdullah Öcalan, Türkiye’nin iki kilit noktasıyla ilgili, Kürt meselesi ve anayasa konusunda, “Barış Konseyi ve Anayasa Konseyi” gibi iki önemli öneride bulundu. Başbakan Erdoğan da, satır arasında da olsa, adını ‘Barış Konseyi’ koymasa da, benzer bir oluşumdan söz etti. Aynı sıralarda Meclis’i boykot eden BDP ile AKP arasında ‘kriz’in çözümüne yönelik görüşmeler yapılıyor, bir mutabakata varılamasa da, olumlu adımlar atılıyordu. Ancak aynı günlerde operasyonlar da hız kesmeden sürüyordu. Bu süreçte, gerek Öcalan’dan gerek Karayılan’dan gelen açıklamalara rağmen, gerilla ve asker cenazelerinin gelmesini engellemeye yönelik hiçbir çaba gösterilmedi, tek bir adım atılmadı. Ve bu kez acı haber Diyarbakır’dan geldi. Türkiye yirmi gencini yitirdi. BDP ile AKP arasındaki görüşmeler kesildi, Başbakandan ve bakanlardan ardı ardına, gerilimi daha da tırmandıran açıklamalar geldi. Olanları ve olabilecekleri, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mithat Sancar’la konuştuk.

Krizin çözülmesinde önemli olan TMY gibi yasaların değişmesine bile yanaşmayan AKP’nin her sorunu ‘yeni anayasa’ya ertelemesinin, böylece zamana yaymasının nedeni ne? AKP’nin her dönemin dinamiklerine göre değişen politikaları var. Ama bana göre Kürt sorununda çok değişmeyen bir nokta var, AKP politikalarında. Kürt sorununu kendi kontrolü dışında, herhangi bir şekilde çözme politikası yok. Fakat Kürt sorununu kabul etmeme gibi bir tutumu vardı zaten. Hani Başbakanın Moskova gezisi öncesi, “yoktur derseniz, sorun kalmaz” gibi bir açıklaması vardı. Ama AKP özellikle AB sürecinin de etkisi ile (o ilk seçim döneminde 2002’den sonra 2004’e 2005’e kadar, ateşkesin bittiği döneme kadar) Cumhuriyet tarihinin en esnek, çözüme en yatkın partisi olarak gözüktü. Kendisinden önceki hükümetlerin cesaret edemediği şeyleri yaptığı dönemde, dilde de değişimler vardı. Ama galiba AKP, Kürt sorununu çözme konusunda iki önemli kutup arasında gidip geliyor. Birincisi; kendi içinden, Türkiye içinden ve Türkiye’nin de dışından gelen, yani üç halkadan gelen basıncında etkisiyle; bu sorunun dinamiklerini mümkün olduğunca kabul etmeme eğilimi.

Yani ‘demokratik’ anlamda bir ‘çözüm’den bahsedilmiyor muydu? AKP, Kürt sorununu kabul ettiğini söylediği andan itibaren çok önemli bir noktayı çok açık ya da örtülü hep elinde tutmak istedi: O da Kürt hareketini etkisiz hale getirmek. Kürt siyasal hareketini zayıflatarak, evcilleştirilmiş bir çerçeve içinde çözme! Bu kendi çözümüydü.

Peki bunun olamayacağı artık anlaşılmadı mı? Anlamış olduğu kanısında değilim ama oraya gelinceye kadar bir şeyler söylemek lazım. Ben kritik noktanın yani ‘açılım’a (2009’daki) götüren gelişmelerin en önemli dinamiği olarak 2009 yerel seçimlerinde DTP’nin gösterdiği yüksek başarıyı görüyorum. Yani bütün politik, diplomatik ve güvenlik tedbirlerine rağmen Kürt siyasi hareketinin etkisizleştirilmesinin imkansız olduğunu gördüler. En azından AKP’nin o zaman politika belirleyen çevresi, bunu gördü ve yeni bir süreç başlatma kararı verdi. Ordu da Aktütün, Dağlıca gibi operasyonlar dolayısıyla, ‘güvenlik politikaları’ çerçevesinde itibarının en düşük noktasında idi. İşte bu durumda, sorunun biraz daha adını koyarak Kürt siyasi hareketini de sürece katarak çözmeye meyleden bir çizgi öne çıktı. ‘Açılım’ böyle başladı. Ancak bu süreçte de AKP’nin kendi içindeki, devletle AKP arasındaki alış verişte etkili olan faktörler yine araya girdi. Polis Akademisi ekibi, USAK ekibi, Sedat Laçinerler gibi. Masaya oturmaya karşı değillerdi ama çok zayıflatılmış bir PKK ile masaya oturmayı hesap ediyorlardı. O nedenle açılım gitti-geldi. Bazen daha demokratik bir tonda yürüdü, bazen sert bir güvenlik dili hakim oldu. En son tabi ‘Habur’ bütün bu çatışmaların en önemli kırılma noktası oldu.

Bu nasıl bir ‘kırılma’ yarattı? Kontrolü kendi ellerinde tutabileceklerini düşünüyorlardı ama Habur’da yaşananlar ne Kürt hareketini kontrol edebileceklerini ne de eski dilde yani biraz daha muhafazakar-milliyetçi tonda olan ama devletçi unsurlar da içeren bir klasik sağ parti dilini de koruyamayacaklarını gördüler. Boşlukta kalma korkusuna kapıldılar. O korku bütün açılım sürecinin sonu oldu.

Sizce AKP’nin yeni anayasaya yaklaşımı nedir? AKP’nin bu seçim döneminde yani 2011 Haziran seçimlerinde bir tane hedefi vardı; tek başına anayasayı değiştirme çoğunluğuna ulaşmaktı. Bunu elde etmek temel hedefti. Eğer MHP barajın altında kalsaydı 330’un çok üstünde milletvekili alacaktı AKP. Bu olmayınca anayasayı tek başlarına Meclis’ten geçirip, referanduma sunabilecek bir çoğunluğa sahip olmayınca işi yavaştan almaya başladılar.

Zaten demokratik eşitlikçi, çoğulcu bir anayasaya niyetleri yok muydu? Eşitlikçi, demokratik anayasa fikri, herkesin kendine göre yontabileceği bir esnekliğe sahiptir. AKP’nin kendi çoğunluğuyla yapabileceği anayasanın, Kürt sorununda tatminkar, özgürlükçü bir noktaya gidebileceği noktasında kuşkularım var. Bana göre Ergun Özbudun ekibinin hazırladığı taslağın daha ilerisine giden bir şey yoktu kafada. Anayasayı en demokratik ilkelerle donatsanız bile sadece belli bir partinin kontrolünde yapılan anayasa zaaflar içerebilir. Hele etnik kimlik temelli silahlı çatışmanın da yaşandığı bir toplumda o sorunu doğrudan temsil eden aktörleri sürece dahil etmezseniz, sorun yaşanır. AKP baştan itibaren belli bagajlara sahip ve bagajları boşaltmayı bir türlü beceremedi. Bana göre Türk siyasi modernleşmesinin çok ciddi iki hastalığı AKP’de de var. Biri muhalefete tahammülsüzlüktür, diğeri talep edilmesinden hiç hoşlanmayan bir gelenektir bu. AKP temsilcilerinin diline bakarsanız; ‘daha ne verelim’ diye bir ibare kullanıyorlar. Bu demokratik bir inşa sürecinin dili değil. Tepeden modernleştirici siyasi zihniyetin yansıttığı bir bakış. 2011seçimlerinde yüzde 50’ye yakın bir çoğunluğa sahip olunca AKP bu tutumunun teyit edildiği hissine kapıldı.

Bu yaklaşımla bir ‘uzlaşma metni’ nasıl çıkacak? Bu yöntemin Türkiye’de yeni anayasa inşa etmeye elverişli bir yaklaşım olduğunu söylemek mümkün değil. AKP kendi içindeki bu çatışmaları aşamadığı sürece, demokratik bir mutabakat süreci yaşayamaz. Katılımcı bir süreç olmadığı taktirde anayasa yapım sürecinin askıya alınması mümkün. Ama tek taraflı yapılması daha sakıncalı olabilir. Daha demokratik toplumsal siyasal ortam yaratmak için kısmi reformlar yapılabilir. Yol temizlenir, ondan sonra daha demokratik bir anayasa süreci başlayabilir. Bugün görülen böyle bir demokratik sürece yakın olmadığımızdır.

Öcalan, devletle yapılan görüşmelerde ‘Barış ve Anayasa Konseyi” gibi iki önemli konuda mutabakata varıldığını açıkladı. Bu iki mutabakat noktasını siz nasıl değerlendirdiniz? Yıllardır bu konularda çalışmalar yapıyorum. Yıllardır buna benzer şeylerin yararlı olacağını söylemeye çalıştık. Öcalan’ın özellikle Barış Konseyi önerisini çok ciddiye almak gerekiyor. Barış sürecini idare edecek kurul olarak düşünülüyor. Mesela dönem dönem ‘Kürt sorununu çözme’ -tırnak içinde- yönünde çözüm iradesi çıkabiliyor. AKP’nin, niyetleri dışında bakacak olursak, ‘çözüm’ fikrine en yakın dönemlerde bile yöntemsizlik ve sistematiksizlik nedeniyle çok ciddi handikaplar yaşadı. ‘Habur’ öngörülemez bir şey değildi ve belli bir metodoloji ve sistematik oluşturulsaydı yönetilebilecek bir şeydi. Barış Konseyi bir yöntem önerisidir. PKK, silahlı bir örgüt ve ateşkes ilan etmiş, öte yandan Silahlı Kuvvetlerin faaliyetleri var. İki askeri gücün varlığı halinde çatışma çeşitli sebeplerle canlanabilir. En ciddi meselelerden bir de ateşkesin hep tek taraflı algılanması ve sunulmak istenmesidir. Fiilen devletin de buna uyduğu çok zaman olmuştur. Ama açıkça böyle bir kabul hiç bir zaman ortaya konmamıştır. Barış Konseyi çatışmaların engellenmesi için yapılması gerekenler konusundan hem öneri, hem denetim, hem de çatışma olduğunda buna kimin sebep olduğu gibi konularda çalışma ve açıklama yapılabilir.

Çatışmaları da engelleyebilir mi? İnandırıcı, bağımsız aynı zamanda devletin ve diğer tarafların da destek verdiği bir Konsey olduğunda, o zaman çatışmaların son olayda olduğu gibi, neden, nasıl ortaya çıktığı konusu çok daha rahat aydınlatılabilir. Çatışmaları engelleyecek çeşitli tedbirler alınabilirdi. İkincisi; Barış Konseyi gibi kurumlar bunun belli bir raya oturması içinde bazen ara bulucu bazen de kamuoyu oluşturucu işlev görebilir. Mesela Öcalan’la görüşmeler yürürken, Öcalan’ın da konumu da çok zor olduğu için, Kürt siyasi hareketinin farklı odakları açısından ortaya çıkabilecek sıkıntıları, güvensizlikleri önlemeye yarayacak bir şeffaflık yaratabilirdi. Diyelim ki Öcalan ‘yol haritasını’ devlete teslim ettiğinde bu Barış Konseyi’ne gelseydi; o zaman şüphesiz süreç daha farklı işlerdi.

Siyasetler üstü bir konumu olması da önemli herhalde… Partilerin bir kısmının ortamı germe ve süreci engelleme yönünde yapabilecekleri kışkırtmalara karşı da misyonu olabilir. Bu nedenle ben, adı ne olursa olsun; ister Akil Adamlar, ister Barış Konseyi olsun, çözüm için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Mesela, Öcalan’ın sadece avukatlarıyla sınırlı bir kamuoyuna bilgi verme imkanı var. Böyle bir kurulun üyelerinin de görüşmesi sağlanabilir. Böylece çok daha geniş bir alana seslenebilir. Bir süredir adı konmasa da belli çevrelerde Öcalan’ın konumuna yönelik kuşkular da dile getiriliyor. Yani “Öcalan acaba sürece yeterince hakim mi” sorusu soruluyor. Objektif şartlar da böyle bir şüpheye haklılık veriyor. Barış Konseyi’nin Öcalan’la görüşmelerde bulunması, -bağımsız görüşebilir, avukatları ve devlet temsilcileri ile birlikte görüşebilir- bu manipülasyonlara, kısır ve kısa vadeli hesapları içeren oyunlara daha az zemin bırakır. O zaman da kamuoyunun geniş bir kesimi, ‘silahlar susacak, ölümler bitecek’ duygusuna daha kolay erişecek, Türkiye bu sorunu barışçıl demokratik bir zeminde hal yoluna koyacaktır. O nedenle Barış Konseyi çok önemlidir. Son yaşanan acı olayların sonucunda Barış Konseyi gibi önerileri gündemden kaldırmak sadece bu tür acı olayların artmasına yol açar.

Böyle bir konseyde kimler yer alabilir? Bence bu iş daha fazla müzakere edilmeye muhtaç. Ama çok kabaca şöyle söyleyebilirim. Birincisi çok açık bir şekilde parlamentonun desteğine sahip olmalı. Hükümet çok açık bir şekilde destek vermek zorundadır. Çeşitli modeller düşünülebilir. Katılmak isteyen bütün siyasi partiler ve parlamentoda temsil edilenler katılabilirler. Bu alanda çalışmalar yapan, işin teknolojisini, mühendisliğini bilen akademisyenler olabilir. Kamuoyunun, geniş kesimlerin saygı duyduğu bağımsız aydınlar katılabilir. Sayı, yönetim, temsil bunların hepsi düşünülebilir. Şüphesiz bu siyasi iradeyle ilgili. Başta eksiklikleri de olabilir ama eğer siyasi irade varsa bunların tamamlanması hiç zor değildir.

Önerilen ‘Anayasa Konseyi’ uzlaşmayı kolaylaştırır mı? Anayasayı belli bir kurula yaptırmak şeklinde ifade ettiğini sanmıyorum, tam da açık değil zaten. Ama barış sürecinde olduğu gibi, anayasa yapım sürecinin demokratik çoğulcu işlemesini sağlayacak bir yöntemi oluşturmak üzere bir konsey meydana getirilebilir. Bence yöntem ve süreç yönetimi açısından böyle bir konsey düşünülebilir. Barış Konseyi kadar önemli olduğunu düşünmüyorum. Bence Anayasa Konseyi’nden çok Barış Konseyi’ne ağırlık vermek gerekiyor. Çünkü bu Konsey, çalışmalarıyla zaten anayasa yapım sürecinin de önünü açar ve Türkiye’de ihtiyaç duyulan da bu ön açmadır. Yani anayasayı yapmak için yolu temizlemek gerekiyor. Bunun da ön şartı çatışmaları bitirmektir.

Madem ki artık bir ‘askeri vesayet’ problemi kalmadı, ‘eylemsizlik’e rağmen, operasyonlar neden durdurulmuyor? Krizin sona ermesi, gerilimin düşmesi bekleniyordu ama operasyonlar sürdüğü sürece cenazelerin geleceği de belli değil miydi? Burada sürecin bu kadar kırılgan olmasında önemli rol oynayan bir faktör var. Bu da; AKP’nin bu ‘yemin krizi’ diye adlandırılan olayın ulaşabileceği boyutları görmekten ısrarla kaçmasıdır. Eğer AKP baştan itibaren basit mesajlar, basit jestler bile gösterseydi bir müzakere süreci başlar, bu sürecin de sonunda belki de anayasa sürecinin yapımına kadar bir sürecin önü açılırdı. Ama ısrarla bundan kaçındılar ve son derece ‘sinik’ diyebileceğimiz bir tutum takındılar. Yani ‘krizden kendimize nasıl bir avantaj yaratabiliriz’ anlayışıyla hareket ettiler. CHP’yi köşeye sıkıştırmak zor değildi. Çünkü CHP çok çürük oynadı. Aynı tutumu BDP ve Kürt hareketine karşı işletmenin çok riskli olduğunu ve aynı sonucu vermeyeceğini kestiremediler. Burada bir nokta daha var: AKP çevrelerinde hala Kürt hareketini zayıflatarak masada tutma, yani müzakereleri zayıf bir Kürt hareketiyle yapma anlayışı bitmiş değil.

Bu taktik çatışmaları alevlendirmez mi? BDP’ye karşı çok sert bir dil kullanılırken ihtimaldir ki; Öcalan’la müzakereleri biraz daha ilerletip, ondan gelecek müdahalelerle kendi konumlarını bozmadan BDP’yi zayıflatarak devam etmeyi hesapladılar. Bir yandan da Öcalan’ı adeta bir oyun kurgusu içinde PKK’yi zayıflatacak şekilde kullanma hesabının çok riskli olduğunu ya fark etmediler ya da bu riski göze aldılar. Ki göze aldılar dersem; şunu da demiş oluruz: Türkiye’de yeniden çok şiddetli çatışmaları da göze aldılar. Ben o kadarına da ihtimal vermiyorum açıkçası. Burada bir basiretsizlik, bir öngörüsüzlük görüyorum. Kürt hareketinin çeşitli unsurlarını birbirlerine karşı kullanmak, hele Öcalan’ın konumunu tartışmalı hale getirecek bir kurgu, bir strateji ile bunu yapmak herkesi çok fazla incitir, zarar verir ve Türkiye’de bu sorunu çözümü konusundaki imkanları da tahrip eder. Bu son çatışma da bunu gösteriyor. Bu konuda da bir netlik yok henüz.

Bu üzücü olayla ilgili pek çok iddia de var… Evet, orada bir sorun var. Ancak bir sorun olması şu gerçeği değiştirmiyor: PKK dağ kadroları iki asker ve bir sivili kaçırdılar. Bu başlı başına bir operasyon davetidir. Peki böyle bir hamle hangi akla hizmet edebilir? Geldiğimiz nokta, kayıpların yaratacağı korkunç sıkıntıdır. Burada Öcalan’ın konumunun da sallandığını görmek gerekir. Demek ki bu tür çok fazla öfkenin, çatışma enerjisinin biriktiği sorunlarda öyle küçük hesaplı oyunlar kurmak çok ağır bedellere yol açabilir. Herkes bunun farkında olmak zorunda. Küçük hesaplarla bir yere varılabileceğini düşünmek, herkesin çok ağır bedeller ödemek zorunda kalacağı bir noktaya sürüklenmeyi de beraberinde getirebilir. Ama iplerin kopacağı kanısında değilim. Kimse bunu göze alamaz. Hükümetin de şimdi artık Öcalan’la müzakereleri oyalama havasını dağıtacak bir tarzda yürütmesi şart. Çözüm konusunda somut adımlar atıldığı duygusunu vermesi gerekiyor. Özellikle orduyu kontrol konusunda daha titiz davranması gerekiyor. Öcalan’ı da sanki her türlü sıkıntıyı çözebilecek, istediklerinde devreye koyabilecekleri bir aktör olarak görmelerinin çok yanlış bir hesap olduğu görülüyor. Hem Öcalan’ın buna geleceğini sanmıyorum, hem de süreci çok fazla baltalayacaklarını düşünüyorum.

DTK’nın Demokratik Özerklik ilanı, bazı kesimlerce ‘sürpriz’ bir durum gibi algılandı. Sizce de öyle mi? Şu aşamada çok yüksek bir rest olduğunu düşünüyorum. Esneme imkanlarını azalttı. Oysa Öcalan’ın izlediği politika; belli ilkelerde sağlam durup esnekliği kaybetmemektir. Demokratik siyaset, belli noktalarda ilkeleri sağlam tutup esneklik alanını genişletmeyi gerektirir. Radikal demokrasi teorisi içinde siyasetin mantığı budur bana göre. DTK’nın Demokratik Özerklik ilanı esneklik şansını zayıflatan, Öcalan’ı da sıkıntıya sokacak erken ve sert bir hamledir. Bu, “eğer adım atmazsanız biz de daha ileri gideceğiz”, şeklinde bir adım mıdır yoksa gerçekten, “ipler koparsa kopsun, biz bundan sonra kendi bildiğimizi okuruz” mantığına da açık bir hamle midir? Bu ikisi arasındaki fark önemli. Ama her iki ihtimalde de çözüm sürecinin daha genişlemesi, derinleşmesi açısından doğru bulmadığımı belirtmek istiyorum.
İNCİ HEKİMOĞLU

TMMOB Bir Nüvedir ve AKP Bu Umudu Yok Etmek İstiyor!

Sedat YILMAZ
Türkiye’de çevre, inşaat, imar, enerji ve tarım başta olmak üzere birçok konuda yürüttüğü etkin muhalefetiyle tüm zamanlarda siyasal iktidarların hedefinde olan TMMOB, AKP hükümetinin kurduğu Çevre, Şehircilik Bakanlığı ile birlikte yasası yeniden düzenlenmek isteniyor. Tayyip Erdoğan hükümetinin hedefindeki TMMOB’un muhalefetini, tutumunu ve olası gelişmeleri İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Genel Başkanı Serdar Harp ile konuştuk.

TMMOB’un kuruluş ve amaçlarından bahsedersek neler söylersiniz?


- TMMOB 1954 yılında oluştu. Arkasından da ona bağlı odalar ve kanunu oluşturuldu. Yönetimlerde bakanlık görevlileri ve teknokratlar ve bürokratlar yer alıyordu. 70’lere kadar mühendisler sınıf temeli olmayan bir ara tabakayı temsil ederken, 70’lerden sonra işçi sınıfıyla birlikte yer almaya başlayan meslek örgütlerini temsil etmeye başladı. Bu yıllarda bir dönüşüm başladı. Devletle bütünleşmiş teknokratların elinde olan TMMOB yönetimleri, özellikle 12 Mart sonrası başlayan süreçte halktan, emekten yana olan, işçi sınıfından yana olan insanların yer aldığı organlar haline dönüştü. Teoman Öztürk’ün büyük katkılarıyla bu süreç hızlandı. Bu dönemlerde muhalif kimliğimizden dolayı iktidarların hedefinde olan bir yapı olduk.


80’li yıllar ve askeri cunta döneminde durum neydi?


- 80’ler halk muhalefetinin en üst boyuta ulaştığı bir dönemdir. Türkiye’de neoliberal politikaların uygulanması için 24 Ocak Kararları alındı ve bu kararların hayata geçirilmesi için de 12 Eylül darbesi yapıldı. 80’lerde TMMOB halk muhalefetinde en önde yer alan örgütlerden biriydi. Tüm muhalif kurumlar gibi biz de çok kötü etkilendik bu darbeden. Gözaltılar, işkenceler, faili meçhuller gibi Türkiye’nin en karanlık döneminden bahsediyoruz. Diyarbakır, Mamak ve Metris’te yaşanan insanlık dışı olaylardan TMMOB kadroları da etkilendi. Birçoğu gözaltına alındı, birçoğu yargılandı, işkenceden geçirildi, ceza aldı ve birçok şubemiz (Örneğin İMO’nun İzmir, Samsun, Adana şubeleri) uzun süre kapalı kaldı. Birçok şubemiz sıkıyönetim denetimi altında işgörür hale geldi. Kimi şubelerimiz ise gericilerin eline geçti. Tabii en önemlisi bu yıllarda TMMOB Yasası’nda yapılan değişiklikle, kamuda çalışan mühendislerinin odalara üye olma zorunlulukları ortadan kaldırıldı. Bu bir tırpanlama harekatıydı. Kurumun etkisini azaltmaya yönelik bir adımdı. Bu mücadelenin önüne geçmek için Turgut Özal döneminde ve 90 sonrasında TMMOB Yasası’nın değiştirilmesine dönük ciddi adımlar atılmaya çalışıldı. O dönem yapılan güçlü muhalefetle TMMOB Yasası’nın değiştirilmesine engel olundu. Her dönemde TMMOB ve bağlı odalar siyasi iktidarların saldırısına uğradı. Bu süreç 2000 sonrası hızlandı.


2000’lere gelindiğinde mücadele ve saldırılar daha çok yoğunlaşıyor gibi...


- 90’lar ile 2000’li yıllar güçlenmeye başladığımız bir dönemdir. Artık TMMOB siyaseten eski gücüne kavuşmuş oldu. Özerk yapısıyla, emekten yana, işçi sınıfından yana, halktan yana, barıştan yana, Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözülmesinden yana olan ve bu anlamda mücadele eden, mesleğin ve meslektaşın yanında olan, çözüm üreten yapılar olarak gelişti. Siyasi aktörlüğünde de neoliberal dönüşüme karşı bir duruş hakim. Çünkü Türkiye’de yaratılmış tüm değerler peşkeş çekiliyor. Özelleştirmeler, sağlık, eğitim tüm alanları neoliberal sisteme dönüştürme çabası ve hatta siyasi yapıların, partilerin de neoliberal sistemin ihtiyaçlarına uygun olarak örgütlenmesi için adımlar atıldı. TMMOB’un bu dönemdeki en büyük direnişi hem hukuksal alanda özellikle kent alanlarında, HES’lere, siyanürlü aramalara, rantlara karşı bir rota izledi. Türkiye’de ciddi bir muhalefet boşluğu oluştu. TMMOB bu siyasi muhalefet boşluğunda en etkin örgütlerden biri haline geldi.


Sistem kendisinin elinde tutabileceği bir TMMOB yaratamaz mıydı?


- Yaratamadı, yaratamaz da çünkü TMMOB anayasal bir kuruluştur. Yarı resmi bir kurumdur. Anayasa’nın 135. maddesi 124. maddesi ve TMMOB Yasası özel yasası olan bir kuruluştur. Fahri dernekler ile yedeği yaratılacak bir kurum değil, bir anlamda tekeldir. Üye olmanın zorunlu olduğu bir yapı. Bunun alternatifini oluşturmaları mümkün değil. Özerktir, siyaseten kazanılmış bir mevzidir ama her şeyden öncesi tüzel kişiliği olan bir kamu kuruluşudur.


Siyasal iktidar, sizi kendisine muhalefet olarak mı görmeye başladı?


- Biz aslında sistemin önüne taş koyduk. Neoliberal sistemin Türkiye’de yerleşmesi ve halkın kazanımlarının peşkeş çekilmesi sürecinde TMMOB sürekli varlığını korudu. AKP’nin tüm müdahalelerine rağmen (kongreler yoluyla odaları ele geçirmek istediler) dik duruşumuzu koruduk. Tüm bu saldırıları niye yapmak istediler? Odalarımız kentsel rantların önünde sürekli engel oldu. Örneğin, Galataport Projesi, Haydarpaşa Gar Projesi, Dubai Kuleleri gibi kentsel dönüşüm adı altında yapılan tüm talan politikalarını durdurduk. İmar değişikliği yapmak zorunda kaldılar. Odalarımızı bu talanın önünde engel olarak görüyor. Yani istediğini istediği zaman istediği keyfilikle yapmak için saldırıyor. Aynı şekilde özel sektör de bizden çok rahatsız. Onların da rantına dur diyoruz. Çıkarları ortak bunların; siyasi boyutu AKP iktidarı, sermaye ayağı ise özel sektör.

AKP yeni bir bakanlık kurmadan da elindeki gücü kullanarak TMMOB’u işlevsizleştiremez miydi?


- Yapabilirdi ama kurnazlık yaptı. Bir şeyi hallederken başka şeyleri de halledeyim diyor. Şimdi kurduğu bakanlıkla yapılaşma, çevre ve ormanın talan edilmesi için her şeyi tek elde topladı. Çevre Orman ve Şehircilik Bakanlığı’nı kurdu. Üçünü aynı elde topladı ve olağanüstü yetkilerle donattı. Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporlarını hazırlamak ve denetlemek başta olmak üzere, hepsini aynı bakanlık altında topladı. Yani birbirini denetlemesi gereken kurumları aynı çatı altında toplayıp özellikle engelleri kaldırmayı istiyor. Otokontrolü ortadan kaldırdı ve tekelde topladı. Artık bir yerde orman talanı söz konusu olduğunda karşı çıkacak bakanlık da aynı bakanlık olacak. Talanı yapan da aynı bakanlık, ÇED raporunu veren bakanlık da aynı bakanlık. Bunu bir ihtiyaç olarak gördü.


TMMOB biraz da bunlara karşı olduğu için mi hedeftir?


- Yukarda saydıklarım birinci boyut. İkinci kurnazlık ise, nasıl bu üç yapıyı tek elde birleştirdi, yetkileri bir elde topladıysa aynı zamanda buna itiraz eden yapıyı da aynı yere bağlamak istedi. Kimdir bu TMMOB? Bugüne kadar kent talanı konusunda en büyük mücadeleyi veren güçtür. Birçok konuda da engel olmuştur. Ormanların yok edilmesine, çevrenin yok edilmesine, rant uğruna peşkeş çekilmesine karşı direnmiştir. Bu konuda ciddi mesafeler katledilmiş. Binlerce dava açılmış, ki birçoğu kazanılmıştır. Dolayısıyla bu bakanlığın oluşturulması, TMMOB ve bağlı odalarımızın etkisizleştirilmesi ve bakanlığın denetimine verilmesi anlamını taşıyor. TMMOB, o bakanlıkta bir “genel müdürlük” olarak telaffuz edilmektedir.


AKP Kürt sorunu konuşulduğunda büyük bir vatanseverlikle ‘Tek dil, tek bayrak, tek millet’ diyor. Bu ‘vatanseverlik’ ülkenin orman, su ve arazisinin talanına karşı sizin kadar duyarlı değil mi?


- Bunları bilmemeleri mümkün değil, mesela belediye başkanlığı sırasında Tayyip Erdoğan 3. köprünün yapımı konusunda o dönemki tartışmalar için “İstanbul’a 3. köprü yapmak cinayettir. Bu bir rant politikasıdır, bu ulaşım sorununu çözmez, tam tersine kilitler, hatta İstanbul’a vizeyle girilsin” söylemlerinde bulundu. Bugün geldiği nokta nedir? 3. köprünün yapımına karşı çıkanlara, yani dün onun söylediklerine katılanlara ‘siz vatan hainisiniz’ diyor. Bu dönüşümün nedeni ne? İstanbul ile uğraşmıyor; Türkiye’de hem ulusal hem de uluslararası sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda neoliberal sistemi yerleştiriyor. Bu sistem bunları gerektiriyor. Tayyip Erdoğan veya AKP iktidarı bunlara karşı bir şey ortaya koyduğunda yerinde duramaz. Örneğin mayınlı arazinin temizlenmesi olayı var; hani milliyetçiydi ya, hani ülkeyi en çok sevenler onlardı ya... Ama mayınlı araziyi temizlenmesi için bir İsrail şirketine veriyor ve orayı da yap-işlet-devret formülüyle İsrail’e devretmeye çalışıyor. Dolayısıyla rant, çıkar ve sermaye gruplarının çıkarları söz konusu olduğunda vatanseverlik ortadan kalkıyor. Doğayı korumak veya ülke sevgisi ortadan kalkıyor. Ne kalıyor geriye? Sermaye gruplarının çıkarları... Kürt sorununda da aynısını yapıyor.


Öyle gözüküyor ki son Ankara mitinginiz ve muhalif tutumunuz Başbakanı çok kızdırmış. İntikam almak istiyor olabilir mi?


- İstanbul’u dönüştürmeye kalktı. Galataport, Haydarpaşa, Dubai Kuleleri, TOKİ’nin birçok uygulamaları vb. Türkiye’de siyasi muhalefeti yürüten yapı kalmadı. Kurumsal anlamda bütün kurumları ele geçirdi, dönüştürdü. Ama TMMOB bir muhalefet olarak halen vardır. Bu muhalif ses durdukça bir umuttur. Hopa’ya niye saldırdı? Türkiye genelinde çok mu önemliydi, niye halen savcısıyla, polisiyle saldırıyor? Çünkü orda bir nüve var. Bu nüve gelişebilir. Kendi pratiklerinden bunu biliyorlar. 12 Mart sonrası Necmettin Erbakan Fransa’dan getirilip parti kurdurtuldu. 12 Eylül ne yaptı? Solu yok etti, imam hatipleri açtı. Yani bir nüve varsa bu gelişebilir. Şartlar oluştuğunda bu gelişebilir. Bu nüvenin dahi önüne geçmek istiyorlar. TMMOB da bir nüvedir. Bugün sesi çok fazla duyulmasa da, çok büyük bir kitleye etkisi olmasa da siyasi bir muhalefetin olmadığı bir yerde TMMOB gibi bir ses, her zaman umuttur. Umudu yok etmenin yolu onu etkisizleştirmektir. Aslında verdiğimiz tek tek zararlardan, uygulamalardan çok, bu konuda TMMOB’un hala bir umut olarak varlığını sürdürmesi saldırıların temel nedenidir. Umudu yok etmek istiyorlar. Kendilerine karşı oluşabilecek gelecekteki muhalefetin nüvelerini yok etmek istiyorlar. Bunu Kürdistan’da farklı bir biçimde yapıyorlar, Karadeniz’de farklı bir biçimde yapmak istiyorlar. Hopa’da farklı biçimde yapmak istiyorlar. İzmir’de farklı biçimde yapıyorlar. Dolayısıyla bu nüveleri ve umudu yok etmelerinin yolu, TMMOB’u etkisizleştirmektir. Ama onu da beceremeyecekler. TMMOB ciddi mücadelelerin sonucunda kazanılmış bir mevzidir.

Ne tür argümanlar kullanacaksınız?


- Her aracı kullanacağız. TMMOB bir tartışma süreci içerisindedir, belli bir aşamaya gelindi. Önümüzdeki süreçte belli bir eylem programı içerisinde elbette onların atacağı adımlara paralel olarak hem o bakanlığın izlenmesi, hem de caydırıcı olunması için çalışacağız. Her türlü eylem biçimini kullanacağız. Basın ve kamuoyunu değerlendireceğiz, hukuksal olarak Anayasa Mahkemesi’ne başvurup iptalini istemek olur, siyasi partilerle, gruplarla, mühendis kökenli milletvekilleriyle ilişkiler olur. Ayrıca ülke düzeyinde çeşitli etkinliklerle her türlü eylem süreci izlenecektir. Emekten yana güçler ile birlikte hareket edeceğiz. TTB, KESK, DİSK daha ötesi... geniş bir cepheyle hareket edeceğiz.


Meslek sahibisiniz para kazanıyorsunuz, bu muhalefet niye diyenler vardır muhakkak. Ne diyorsunuz?


- Teknik elemanların büyük bir kesimine baktığınızda ciddi anlamda toplumun orta sınıfı ve üzerinde yaşamaktadır. Ama görünen böyle; üyelerimizin genel profiline bakarsanız, yüzde 90’nın çıkarları işçi sınıfıyla ortak olan çıkarlardır. Ücretli kesimdir, 4/B’lerden etkilenir, asgari ücretten etkilenir, ülkenin ekonomi politikalarından etkilenir, örgütlenme sorunundan etkilenir. Bütün problem bu değil ki; sizin politikalarınızın temelinde insan varsa, siz insanın insani değerlerini ön plana çıkartan politika üretirsiniz. Hani derler ya, “açın yanında tok oturmaz” diye. Eğer bir ülkede aç varsa mutlu olmak mümkün değil, o ülkenin halkının mutlu olması mümkün değil. Adil bölüşümü ve bunun bir sistemini oluşturmak gerekiyor. Yani üretenlerin üretimden ürettikleri kadar pay alabildiği, hiç kimsenin aç, işsiz olmadığı, hiç kimsenin ben dilimi konuşamıyorum demediği, hiç kimsenin ben annemle anlaşamıyorum demediği bir ülkede yaşamak, insanların mutluluğudur. Aksi şudur: Sermaye gruplarının yaptığı gibi sadece ben mutlu olayım demektir. Bu, rant amaçlı bir politikadır. Bu, tahakküme dayalı bir politikadır. Bu, insanı aşağılayan bir politikadır. İnsan, genel anlamda bir toplumsal, siyasal ve sosyal yapıdır. Dolayısıyla bizim odalar veya bugün muhalefeti yürüten arkadaşlarımızın tamamı sadece bireysel çıkarlarını değil, kendileriyle birlikte toplumun çıkarlarını düşünen politikalar üretip bununla mutlu olan insanlardır. Yani insanı ön plana çıkartanlardır, rantı değil...

 
Yeni bakanlığın görev alanı

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede aynen şöyle denilmektedir: “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı temel olarak yerleşmeye, çevreye ve yapılaşmaya dair imar, çevre, yapı ve yapım mevzuatını hazırlamak, uygulamaları izlemek ve denetlemek, Bakanlığın görev alanı ile ilgili mesleki hizmetlerin norm ve standartlarını hazırlamak, geliştirmek, uygulanmasını sağlamak ve ilgililerin kayıtlarını tutmak, çevrenin korunması ve iyileştirilmesi ile çevre kirliliğinin önlenmesi için prensip ve politikalar tespit etmek, standart ve ölçütler geliştirmek, programlar hazırlamak; bu çerçevede eğitim, araştırma, projelendirme, eylem planları ve havza koruma planları ile kirlilik haritalarını oluşturmak, bunların uygulama esaslarını tespit etmek ve izlemek, iklim değişikliği ile ilgili iş ve işlemleri yürütmek ile görevlendirildi.”