Yazı yazarken zorlanıyorum. Bir saatte yazacağım yazı, adabını bozan
kelime ve deyimleri ayıklayayım derken, zaman uzayıp saatlere yayılıyor.
O
yüzden bazan, içime sinmeyen yazılar da çıkıyor. Ama ne yapayım ki, her
diktatör utanmaz, diktatörlük ahlaksızlık, edepsizliktir.
Çağın
tanığı olarak, işiniz bunların cinayetlerini yazmaksa eğer, kan ve
ateşin izleri arasında yazının kalitesi de bozuluyor, bazan.
Kendinizi
benim yerin koyun lütfen. Kadın gerillaların, Recep Tayyip’in güvenilk
güçleri içindeki ölü sevicilerinin tecavüzüne uğraması, kitap
sayfalarıyla kirli savaşın utanç tarihine geçti. Ama o, yazılıp eline
verilen metinde, Kürt halkının katledilmeişlerine sahip çıkmasını ölü
sevicilik (nekrofili) olarak miteliyordu, utanmadan.
Her diktatör
ahlaksız, diktatörlükler utanmazlıktır. Yine de kimileri tutarlıydı,
söylemlerinde. Saddam Hüseyin, Arap ırkçısı, ama Arap’tı. Musolini
İtalyan, Hitler Avusturya doğumlu, fakat Germen kökenliydi.
Recep
Tayyip, Türk ırkçısı Gürcü’dür. Irkçı güdülerinin kiniyle, tımarhanede
zaptu rapt altında tutulması gereken deli gibi Kürtlere saldırırken
Roboski katliamını, “milli icraat” olarak gösteriyor.
Önceki gece Türk televizyonlarının ortak yayınında, aklının gel-git çırpıntıları arasında haykırıyor, şöyle diyordu:
“Uludere’de
meydana gelen acı hadise üzerinden güvenlik güçlerimiz, hükümetimiz
topyekün hedef alınıyor. Uludere istismarı üzerinden kardeşliğimiz hedef
alınmak isteniyor.”
Oysa kimsenin güvenik güçlerini karaladığı yoktu. Uludere’de yaptıklarına uygun sıfatla anılıyorlar; hepsi bu…
Evet, Faşist diktatörlerin de bir ciddiyeti vardı. Hitler, “Yahudileri katlederken kardeşliği pekiştiriyorum” demiyordu.
Ama
Recep Tayyip, hem Allaha inandığını söylüyor, hem de gasp edilmiş
Kürdistan’ın üstüne oturuyor, hem de Allaha karşı çıkarak onun can
verip, yarattığı bir halkı inkar ediyor, sonra dönüp “kardeşlik”likten
dem vuruyor, kara kimin eseri katliamlar yüzüne
vurulduğunda,”cinayetlerimi anmak, kardeşliği bozmaktır” diyordu.
Deli
diye tarihe geçmiş diktatörlerin böyle kıvırtması yok, oysa. Neron
Romayı yakarken, ardından “kardeşlik” sözünü söylememiş, Hitler,
“Yahudileri öldürerek, Almanlarla kardeşliklerini pekiştiriyorum”
dememişti.
Bırak kardeşlik yalan ile dolanını, derler adama.
Soykırımla kardeşlik yalanını icat etmek kücücük aklına mı kaldı diye
sorarlar adama…
Yahudilerden söz etmişken, onlardan Hitler görülmedi, yer yüzünde.
Acı
ama, haysiyeti kiralık “Kürt kardeşleri” hala var. Bunlar, bir kemik
karşılığında boynuna yular, Kürtlerin”sınni” dedikleri tasma taktıranlar
soyundandır.
Yere düşürülmüş, dünyanın gözü önünde çiğnenen bir
halktan yana olmak için, onun soyundan gelmek gerekmiyor. Zalime isyan
için, insan olmak yeterlidir.
Ne yazık ki, ulusal kurtuluş
savaşlarında, insani damarını kaybedip, halkının kanı içinde geçimini
arayanlar hep vardı. Bu düşmüşlük Kürtlere has değil, anlayacağınız.
Onursallığın
evrensel tarihi, bedenini satarak geçinen kadınlara hakaret olur diye
bunlara “fahişe” bile denmiyor. Fahişeler, halkının katillerinin
kucağına koşmuyor, iğrenerek bakıyorlardı, çünkü.
Bu durumda Kürt “aydını” ya da politikacı sıfatıyla temennaha duranlara ne isim verilmeli, bilemiyorum.
Fakat,
bu satırları okuduğunuzda, “cinayetleri yüzüme vurmak, kardeşliği
bozmaktır” diyen Recep Tayyip, onların alkışları arasında, Kürdistan’ın
kadim yüreği Amed’de olacak.
Selahaddin Demirtaş’n deyimiyle” hangi
yüzle” ne amaçla şimdilik bilinmiyor. Belki de polis ve askerlerin
namluları arasında, yalanlara yenilerini ekleyecek.
Fakat, “kut xur”
şakşakçıların dışında sesini duyuracak kimse yok. Kürdistan, artık onu
bir yalan söyleyen olarak biliyor. Yalanlara sınır tanımayan biri…
Çünkü o yola çıkarken, Ankara’da 1990’lara dönüşün yeni açılm hazırlıkları yapılıyordu.
1990’larda,
Türk parlamentosundaki Kürdistan çocukları sürüklenerek işkencehane
götürülmüş, Mehmet Sincar Batman’da kurşunlanmıştı.
Dosya raftan
indirilirken 8 seçilmişin parlamentodan atılması adımını atılıyor,
liderleri Selahaddin Demirtaş ile Gültan Kışanak’a ordu malı kurşunlarla
Mehmet Sincar’ın akıbeti hatırlatılıyordu.
Zulümle “kardeşliğin abat” olmadığını Recep, yaşayarak görecektir.
AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com
VEYSİ SARISÖZEN
Bütün köşe yazarları “Başbakan gündem değiştirmede çok usta” diyor, başka bir şey demiyor.
“Her kürtaj bir Uluderedir” lafı böyle değerlendiriliyor. Başbakan “ustaca gündemi değiştirmiş”…
Bütün
demagoglar “gündemi ustaca değiştirir.” Arkasında bir medya ordusu ve
seçimlerde yüzde ellilik oyu olan bir siyasetçi için, aslında “gündemi
değiştirmek” çocuk oyuncağı gibi bir şeydir. Herkes “yükselen”
Başbakan’ın ağzına bakarken, o Başbakan ağzından çıkan her lafla o
kitleyi istediği yöne sürükleyebilir. “Başbakan yükseliyor, demek ki
sözleri yükselmesine yol açıyor, o halde o sözler önemli ve değerlidir”
algısı “yükselişe” özgüdür.
Ama “düşüş” sürecinde işler değişir.
“Düşüş” sürecindeki demagogun dili dolanır, sürçer “AK’ım” derken, “şeyim” der.
İşte
bu “her kürtaj bir Uludere’dir” lafı, gündemi değiştirmek şöyle dursun,
“katmerleştirdi”.
“Uludere” ve “Kürtaj” sözlerinin yan yana gelmesi,
AKP’nin “iki cephede” gerilemesini simgeledi.
Roboskî katliamı,
Kürtler arasında AKP’ye hala inanan kitleyi sarstı ve Başbakan’ın son
Diyarbakır “seferindeki” bozguna yol açtı. Şimdi AKP’ye oy veren
“İslamcı Kürtler” bir geçiş sürecine girdi.
Onlar AKP’den kopmakla
BDP’ye katılmak arasında bocalıyorlar. Çelişkili bir süreç içinde
“Kürdistan’da ümmeti bir kere daha parçalamak mı, yoksa Kürdün
kurtuluşuna giden yolda farklılıkları koruyarak, çeşitlilik içinde,
BDP’de olmasa bile DTK’de birlik mi?” sorusunu soruyorlar.
Şurası kesin;
AKP “son Kürtleri” de kaybediyor. Ve onun bozgununu bizim “bozguncu”
medyamız değil, Milliyet yazarı Can Dündar dile getirdi. Yazısına
“Diyarbakır’da hüsran” başlığını atmıştı ve yazıya şöyle başlamıştı:
“Başbakan, tesis açmaya gittiği Diyarbakır’da büyük güvenlik
önlemleriyle ve kapalı kepenklerle karşılandı.” Başbakan gündemi
değiştireceğim derken eski merkez medyayı biraz daha Kürt sorununa
yaklaştırdı. Can Dündar ve ona benzer merkez medya mensubu yazarlar,
“kıyıların Türk laikliğinin” sözcüleri. Ve AKP’nin Batı’daki hegemonyası
ve Kürdistan’daki zorbalığı, bu “kıyı Türklerinin” bir yandan AKP’ye
karşı çıkarken, diğer yandan AKP’yle birlikte Kürt özgürlük hareketine
karşı savaş yürüten orduya verdikleri destek sayesinde
geriletilemiyordu.
Şimdi “kıyı Türkleri” artık Orduya güvenmiyor ve
AKP’nin “kürtaj” ile “Uludere” sözlerini birleştirerek gündem değiştirme
çabası tersine sonuçlar veriyor; “Kıyı Türkleri” ilk büyük dini yasak
olan Kürtaj yasağı ile Uludere’yi kendi bilinçlerinde birleştirmeye
başlıyor.
Türk aydınları arasındaki yarılmadan en büyük kazancı AKP
elde etti. En büyük zararı Kürt halkı gördü. Aydınların bir kesiminin
“laiklik” adına orduya ve Ergenekonculara dayanması, diğer kesimlerinin
“AB üyeliği” için AKP’ye destek vermesi, Türk aydınlarının toplumsal
yaşamdaki rolünü neredeyse sıfıra indirdi. Şimdi Başbakan “gündem
değiştirmek” için “Kürtaj ve Roboskî” sözcüklerini yan yana
getirdiğinde, düne kadar birbiriyle boğaz boğaza gelen aydınlar arasında
bir anda “ortak” mücadele ihtiyacı boy atıverdi. Kurulduğu günden beri
“Kemalist aydınlara” ve Kürt özgürlük hareketine karşı demediğini
bırakmayan Taraf başyazarı bile artık, CHP’den BDP’ye, ÖDP’den DSİP’e
v.s. kadar geniş bir “demokrasi cephesi” için çağrılara başladı.
Düne
kadar durum şuydu; PKK ve BDP adım adım izole oluyor, AKP yalnız
dindarların değil, liberallerin, hatta Türkmen Alevilerin arasında bile
kendisine müttefikler elde ediyordu. Şimdi durum şu: AKP adım adım
yalnızlaşıyor. Düne kadar onu destekleyen liberaller AKP’den kopuyor.
AKP Kürdistan’da “aşiret ve tarikatların” desteğini kaybediyor. AKP’ye
karşı Ordudan medet uman ve o nedenle de orduyla savaşan Kürtlere
“düşmanlık” besleyen “kıyıların Türkleri” Kürt özgürlük hareketine karşı
önyargılardan kurtulmanın eşiğinde bulunuyor. Ondandır ki, “kıyı
Türklerine” dayanan CHP, kendisinde Kürt sorununu dile getirme “gücü”
bulmaya başlıyor; derken “memur maaşları” ile “grev yasağı” çalışan
kitleler içinde AKP’nin gücünü zayıflatıyor.
Bütün bunlara AKP’nin
“iç çelişkileri” ekleniyor. Cemaat büyük bir sabırla AKP içindeki eski
“Milli Görüşçülerin” tabanını oyuyor. AKP içindeki “sağ duyulu” kesimler
“Roboskîli kaçakçılar PKK figüranıdır, öldürülmeleri vaciptir” diyen
İdris Naim Şahin tarzı Kürt düşmanlığının ve istenmeyen gebeliğe karşı
“kadının bebeğini değil, kendini öldürmesi gerekir” diyen Melih Göçek
tarzı kadın düşmanlığının karşısında ne yapacaklarını bilemez
durumdalar.
Bütün bunlar ne anlama geliyor? Bunlar AKP hükümetine
karşı, “eğer solcu yanlışlar” yapılmazsa, çok geniş bir cephenin
kurulabileceğini gösteriyor. Batıda HDK, Doğuda BDP böyle geniş bir
cephe için adım atmaya hazır olduğuna göre, sorumluluk düne kadar sola
ve Kürt özgürlük hareketine karşı bir kısmıyla “orduyu”, diğer kısmıyla
“AKP’yi” destekleyen bugünkü “muhalefete” düşüyor.
Başbakan
“gündemi” değiştirmek için ne yaparsa yapsın, artık kendisi “gündem”
haline gelmiştir. AKP “düşüş” sürecindedir. Şimdilik “zirvede”, havaya
atılan taşın düşmeden önceki halini yaşıyor.
Düşecektir.
Timothy
Treadwell 29 Nisan 1957’de New York’ta doğdu. Orta halli bir ailenin
beş çocuğundan biri olarak hayata atılır. Başarılı bir ilkokul dönemi
geçirir. Okul başarısının yanında iyi bir yüzücüdür de. Bu yüzme
becerisi ona üniversitenin de kapılarını açar. Çünkü yüzme bursu ile hak
kazanır okumaya. Ve Timothy’un hayatı da bu noktadan sonra değişmeye
başlar. Uyuşturucu ile tanışır. Bırakmakta zorlanır. İşler ters sarmaya
başlar. Başına gelen bir iki kazadan sonra okul bursundan da olur, çünkü
eskisi kadar iyi bir yüzücü değildir artık.
Üniversite hayatı
biten Timothy, kendisini Kaliforniya’da bulur. Uyuşturucu bağımlılığını
yanına alkolik hali de eklenmiştir. Hayatına yön vermeye çalışırken çok
sevdiği ve kendisine güvendiği aktörlük seçmelerine girer. Bir barmen
rolü için yarışa katılır ama kıl payı kaçırır. Bu durum onu derinden
etkiler. Var olan düzensiz hayatını daha da karmaşıklaştırır.
Hiçbir şey iyi gitmemektedir.
Bir
gün yakın bir arkadaşının ısrarı ile Alaska’da ki Ulusal Park’ta yer
alan Boz Ayıları izlemeye giderler. Bu gidiş büyük bir değişimin de ilk
kıvılcımıdır. Zira Timothy boz ayılardan çok etkilenmiş ve onları
sevmiş. Daha sık gider hale gelmiş. Bu gidişler arttıkça, bir tutkuya da
dönüşmüş. Ünlü yönetmen Werner Herzog’ın hazırladığı 2005 yapımı
“Grizzly Man” adlı film, bu bahsettiğimiz tutkunun da belgesel film
adıdır.
Grizzly Man, Timothy’nın Boz ayılarla 13 yaz geçirme
hikâyesidir. Son yıllarını da kameralara alır, ayılarla ve doğanın başka
yansımalarını da toplayarak tek kişilik bir film dünyası yaratır
kendine. Toplam çektiği süre yüz saatin üstündedir. Bu film de de kendi
görüntüleri ve arkasından kalanların anlatımları birleşiyor, ilginç bir
yapıma dönüşüp önümüze geliyor. Timothy’nın yakınları onu anlatırken
genel geçer ortak noktaları şu oluyor: “Timothy artık insanlardan nefret
ediyordu. Onlarla iletişim kurmakta zorlanıyordu”
Doğanın ve ayı
türünün en en vahşilerinden olan Boz ayılarla 13 ay geçirmek şüphesiz
kolay değil. Kahramanımızın ilginç bir dünyası oluşuyor. Kendini artık
ayıların koruyucusu ve tek dostu olarak görür hale geliyor.
Çekimlerinden de anladığımız kadarı ile ayıların onu kabul ettiği ve
kesinlikle ona zarar vereceği aklının ucundan dahi geçmiyor. Onlara
gösterdiği bu yakınlık ve geçen süre zarfında, ayısal çocukluk
karakterine bürünmeler ve tamamen ayıların dünyasından biri olma gibi
davranışlar sergilediği görülmüş. Yakınları da bizzat buna şahit
olaraktan anlatıyor filmde. Timothy inanılmaz bir özgüven sahibi
olaraktan artık gerçek arkadaşlarının da boz ayılar olduğuna inanmış.
İnsan dünyası ona göre daha vahşi ve boz ayılara haksızlık yapılıyor.
Ayılar ve ulusal parkın hakimi kendisidir, o rehberlik edebilir o ancak
onlarla iletişim kurup dokunabilir. En yakınlarına ancak kendisi
gidebilir…
Sevecen dolu bir kalp ile Boz ayıların arkadaş olduğu sanrısına sahipti ve bu sanrı onu esir almıştı.
***
Recep
Tayyip Erdoğan 26 Şubat 1954 İstanbul’da doğdu. Çocukluğu Kasımpaşa’da
geçti. Limonata ve simit sattı. İlkokuldan sonra imam hatip lisesine
yazıldı. 1981’de Marmara Üniversite’sinden mezun oldu. Erdoğan 1994 ve
1998 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığını
yürüttü. On sekiz yaşından itibaren siyasete dahil oldu. Erdoğan,
1969-1980 yılları arasında yarı profesyonel futbolcu oldu. Eşi Emine
Erdoğan'la 4 Temmuz 1978’de evlendi. Evliliklerinden 2 erkek, 2 kız
olmak üzere 4 çocukları vardır. Erdoğan 27 Mart 1994'de yerel seçimlerde
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı olarak seçildi. 12 Aralık 1997
tarihinde Siirt'te bir miting esnasında okuduğu bir şiir nedeniyle
göreve men ve hapis cezasına çarptırıldı. Şiir Milli Eğitim
Bakanlığı'nın öğretmenlere tavsiye ettiği bir kitaptan okunmuştur.
Cezaevinde dört ay kaldıktan sonra, 14 Ağustos 2001'de Adalet ve
Kalkınma Partisi (AK Parti) kurdu. 2002 genel seçimlerinde AK Parti
parlamentodaki sandalyelerin yaklaşık üçte ikisini kazanarak tek başına
hükümet kurma yetkisini kazandı. 52 yıl sonra ilk kez iktidarda olan bir
parti ikinci dönemde oy oranını arttırarak 2007 Türkiye genel
seçimlerinde Genel Başkanı olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi %46,58 oy
alarak seçimi kazandı. 2011 Türkiye genel seçimlerinde Genel Başkanı
olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi %49,9 oy oranına sahip olarak üçüncü
dönemde de yeniden seçildi…
Özetle böyle bir geçmişe sahip olan
Erdoğan’ın Kürtlerle ilişkisi çok ilginç oldu. Onlara dair politika
üretmeye başladığı günden beri de ilgileşim eğrisi gibi seyir eden bir
ilişki mevcut.
Sayın Erdoğan Kürtlere dair tezler geliştirdi
kabinesi ile: “Kürt kökenli vatandaşlarım, Benim Kürt kardeşim, Teröre
destek vermeyen Kürt” gibi…
Partisinde ki 77 Kürt ‘kökenli’
vekilin hiçbir politika üretmeden, tamamen çıkar çerçevesinde etrafında
dolanıp, her türlü karara baş sallaması ile “Kürtlerin onayı”nı aldığını
zan eden Başbakan, artık kendi fikirleri başta olmak üzere, çevresinin
ve stratejistlerinin ona söylediği fikirlerin halisünatif bir sembolü
idi. Kürt açılımını Kürtler dışında alakasız kim varsa onlarla konuşarak
hal edebileceğini düşünen AKP, KCK operasyonu ile de “güç” gösterisinin
Stanford Hapishane Deneyinin bir örneği olarak karşımıza çıkıverdi.
2011
seçimleri ile Türkiye’de her iki seçmenden birinin oyunu alan Sayın
Başbakan için artık Kürdün bir hükmü kalmamıştı. Yeni hapishaneler ile
sesleri çıkanlar da bertaraf edilip, halktan aldığı yetkiyi ve Kürtlerin
de onu desteklediği, sevdiği, onayladığı sanrısı ile Kürt coğrafyasında
ki yaşamı adeta cehenneme çevirdi. “Benim vatandaşım, benim medyam,
benim halkım, benim ordum, benim kürdüm, benim bakanım” söylemlerine her
gün bir yenisini daha ekledi. Pandora’nın kutusuna her gün yeni bir
şeyler ekledi. En ufak eleştiriye olan tahammülsüzlüğü de ‘içeri’ ile
son buluyor…
Timothy şöyle diyordu kendini çektiği kamerasına:
“Savaşacağım. Güçlü olacağım, onlardan biri olacağım. Onların efendisi
olacağım. Ama tabi bir yandan da nazik olacağım”
İşte R.T.Erdoğan ile sevgili Timothy’yi bir araya getiren yollarını kesiştiren de bu sözler.
Biri kendisini ayıların koruyucusu ve kollayıcısı, efendisi zan etti. Öyle yaşadı…
Diğeri
de kendisini Kürtlerin gerçek temsilcisi ve onların gerçekten
savunucusu, haklarını koruyucusu, yöneticisi olarak görüyor. Her kesime
dair nazikçe döşediği patikaları var ve yeri geldiğinde basıp gürlüyor.
"Sus" diyor... En sevdiği şey örtbas. Çünkü "Başbakanım diyor"...
Hepsi bu kadar mı?
Değil elbet. İşin asıl esprisini de verelim.
Timothy
Treadwell o çok sevdiği ve kendini onlardan gördüğü, efendiliğine
soyunduğu boz ayıların kurbanı oldu. Kameralara çektiği son boz ayı onu
canlı canlı parçalara ayırarak yedi. Kamerasına acı dolu ses kayıtları
girdi. Boz ayı sadece onu vahşice parçalamadı yanında olan kız arkadaşı
Amie Huguenard’ı da yedi.
Yani boz ayı doğal yaşam diyalektiğine
uygun davranmıştı. Dehüzyona yer vermemiş, doğasına uygun davranarak
gerekeni yapmıştı. Çok sevildiğini düşündüğü o dünyada sonunu
kestirememişti Timothy…
Sayın Başbakan’ın ruh hali ile Timothy’nın arasında zerre fark yok. Sonlarının aynı olmaması dileği ile…
Adil Bayram
Belli ki siyasette başarısız olmak insanı çıldırtıyor. Hele hele önce
başarılar kazanıp da kendine narsistçe sevdalanan bir tekliğe ulaştıktan
sonra bu çok daha fazla yaşanıyor.
Başbakan Erdoğan’ın geçen
haftaki görüntüleri bu durumu yansıtıyordu. Duyan ve gören birçok insanı
neredeyse hayrete düşürdü. Bazı söz ve davranışları birçokları
tarafından “Çılgınlık alametleri” olarak değerlendirildi.
Başbakan
Erdoğan’a göre BDP “Kalleş”, medya ise “Tasmalı”! Bunları duyunca insan
kulaklarına inanamıyor. Hayretler içinde kalıp “Bu kadar da olmaz”
diyor. Kuşkusuz normal değil, anormal bir durum bu. Fakat ne var ki acı
bir gerçek.
BDP bu sözlerin cevabını Meclis’te verdi. Bakalım
basın ne yapacak! Erdoğan’ın bu hakaret ve küfürleri karşısında ne tutum
gösterecek! Eğer baştan beri Başbakan’ın baskı ve hakaretlerine boyun
eğmeseydi, bugün “Tasmalı” sıfatıyla karşılaşmazdı.
Şu sözlere
bir bakın: “Uçaklar o kadar uzaktan nasıl seçecekler Ahmet mi, Mehmet
mi?” “Kaçakçılar niye mayına basmıyor? Mayın haritası kimin elinde?”!
Başbakan Erdoğan bunları Roboski Katliamı için söylüyor, 29 Mayıs günü!
Açık
ki bu hayret verici sözler üzerinde çok şey ifade edilebilir. Erdoğan,
“Nasıl seçecekler” diyor ama, Roboski Katliamı’nı araştıran Meclis
Komisyonu “Keşif uçağı görüntülerini incelediklerini, her şeyin açıkça
görülür ve seçilir durumda olduğunu” açıklamıştı. Yine konuyu gündeme
getiren Amerikan gazetesi, “Daha çok netleştirmeye Ankara yönetiminin
fırsat vermeden savaş uçaklarıyla vurduğunu” yazmıştı.
Gerçekler Başbakan Erdoğan’ı yalanlıyor!
Belli
ki Erdoğan 29 Mayıs günü bu sözleriyle Roboski köylülerinin “PKK’li
olduklarını” ima ediyor. PKK’li olunca da böyle uçakla vurulmayı hak
ediyorlar! Başbakan iyice “Her Kürt PKK’li” çizgisine gelmiş bulunuyor.
Bazılarına
göre “Abuk sabuk” olan bu sözler üzerine fazla şey yazmaya gerek yok.
Fakat Roboski Katliamı üzerine söylenen bu sözler hangi sonucu ifade
ediyor? Çok açık ki, Roboski Katliamı’nın bilerek ve belki de Başbakan
Erdoğan’ın emriyle yapılmış olduğunu!
Erdoğan’ın 29 Mayıs tarihli
konuşması çok açık bir “Katliam itirafı” oluyor. Başbakan Erdoğan’a
göre Roboskililer PKK’li sayıldığına ve PKK’liler için de Başbakan’ın
“Vurun” emri bulunduğuna göre, o halde Roboski Katliamı’nın çok bilinçli
ve planlı yapıldığı ve bunun Başbakan’ın emriyle olduğu ortaya çıkıyor.
Dikkat
edelim, bu sözlerin doğru olup olmadığı üzerine bir şey belirtmiyorum.
Sadece sözlerden çıkan anlamı, sonucu ifade ediyorum. Yalnızca bu bile
insanı hayretler içinde bırakmaya zaten yetiyor.
Bütün bunlar
Başbakan Erdoğan’ın artık çıldırmaya doğru gittiğini açıkça gösteriyor.
Belli ki “Çılgın proje”lerin sonu çıldırma olacak!
Ama dahası da
var. Bir yandan Roboski Katliamı üzerine “Cinayet itirafı” anlamına
gelen bu sözler söylenir, BDP ve medyaya hakaretler yağdırılırken, diğer
yandan da Erdoğan’ın ağzından “Sezaryen” ve “Kürtaj” sözleri dökülüyor.
Başbakan sezaryene karşıymış! Sezaryen dış güçlerin bir oyunuymuş! “Her
kürtaj bir Roboski” imiş!
Bu sözlerin doğru olup olmadığı da
ayrı bir konu. Bunlara en doğru ve iyi cevabı kadınlar verdiler ve belli
ki daha da verecekler. Fakat Roboski Katliamı gibi çok ciddi bir olay
tartışılırken ve bu konuda AKP hükümeti üzerinde ciddi suçlamalar
varken, kalkıp da sezaryen ve kürtaj üzerine ahkâm kesmek neyin nesi
oluyor? İnsanları şaşırtan bir konu bu. Belli ki Başbakan Erdoğan
bununla da gündemi saptırmaya ve değiştirmeye çalışıyor.
Dikkat
edelim, Erdoğan’ın bu sözleri ardından Roboski Katliamı üzerine olan
tartışmalar bıçakla kesilir gibi kesiliyor. Bu sözler ardından neredeyse
herkesin tartıştığı konu “Yeni kürtaj yasası”. Hazırlandı mı,
hazırlanmadı mı? Olacak mı, olmayacak mı? Adeta fal bakar gibi herkes
bunları konuşuyor.
Başbakan Erdoğan demagoji ve gündem değiştirmede sonderece usta ve başarılı olduğunu bir kez daha gösteriyor!
Peki
ne olacak bunun sonu? Bu biçimde nereye gidecek? Sonunun ne olacağını
elbette bilemeyiz, ama bu sözlerin ne anlama geldiğini ve nereden
kaynaklandığını değerlendirebiliriz.
Başbakan Erdoğan’ın bu
sözlerinin çılgınlaşma belirtileri olduğu tartışma götürmüyor. Kemal
Kılıçdaroğlu’nun söylediği gibi, Başbakan’ın ruh sağlığının bozulduğu ve
dengesini kaybetmekte olduğu açıkça görülüyor. Yoksa bu sözler bir
tesadüf veya geçmişin devamı olarak görülemez.
Peki Başbakan
Erdoğan’ı böyle çılgınlaşma noktasına getiren ne? Belli ki Roboski
Katliamı! Roboski Katliamı’nın da içinde yer aldığı Kürt sorunu! Kürt
sorununu çözemeyişi ve Kürt özgürlük direnişi karşısında başarısız
kalışı Erdoğan’ı işte böyle çıldırma noktasına götürüyor.
Hatırlanırsa
bu konuda “Okyanusları aştık, gölde mi boğulacağız” diyordu! Belli ki
gölde boğulmak Başbakan’ı çıldırtıyor. Belki de esas okyanus Kürt sorunu
oluyor. Tam da “Başarılı olduk, her şeyi ele geçirdik” deyip kendini
Sultan Süleyman sanırken ve “Başkan olma” hayalleri güderken, Kürt
sorununun gücünü pul pul tüketmesi Başbakan Erdoğan’ı çıldırma noktasına
getiriyor.
Peki Kürt sorunu üzerindeki başarısızlığı nedir?
Başbakan Erdoğan ve AKP’nin bu konudaki tüm taktik ve oyunları boşa
çıkarılmıştır. PKK Liderliği tarafından konuya ciddi ve cesur
yaklaşılması, AKP’nin ciddiyetsiz, cesaretsiz, hile ve oyun içeren
yaklaşımlarını boşa çıkarmıştır. Kürtlerin barıştan ve siyasi çözümden
yana olan net tutumları AKP’nin ikiyüzlü politikalarını deşifre
etmiştir.
AKP hükümeti avukat ve aile görüşünü engelleyerek PKK
Lideri Abdullah Öcalan’a geri adım attıracağını sanmış, ancak başarısız
kalmıştır. Yaklaşık sekiz bin kişi tutuklayarak, BDP’nin tüm yönetici ve
aktif üyelerini hapse koyarak Kürt demokratik siyasetini tasfiye etmeyi
hesaplamış, ancak bu konuda da başarısızlığa uğramıştır. Yasak silahlar
da dahil her türlü araçla askeri operasyonları yoğunlaştırarak PKK’yi
ya ezmeyi ya da ateşkese zorlamayı planlamış, ancak bunda da başarılı
olamamıştır.
Umut edilen ve beklenen üzere PKK kış sürecinde
ateşkes ilan etmemiştir. Şimdi ise kış bitmiş, gerilla hareketliliği
için en uygun mevsime gelinmiştir. Bu noktada PKK’yi engellemek üzere
AKP’nin BDP ve KDP üzerinden yürüttüğü girişimlerin de sonuç vermediği
gözükmektedir.
Dikkat edilirse, AKP’nin tüm politikaları
başarısız kalmıştır. Kürtleri oyalama ve Kürt direnişini bastırma
politikası yenilgiye uğramıştır. Şimdi AKP’nin gücünü bitirecek bir
savaş süreci gündeme gelmiştir. İşte Başbakan’ı çıldırtanın bu olduğu
anlaşılmaktadır.
Peki bu durum aşılabilir mi? Başbakan Erdoğan ve
AKP’yi kurtarmak üzere şimdi de CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu devreye
sokulmuştur. CHP’nin son yönelimlerini böyle değerlendirmek gerekir.
Nitekim Cemil Çiçek adeta bir kurtarıcı gibi CHP girişimine sarılmıştır.
Başbakan da benzer bir tutumla CHP üzerinden bir çıkış aramaya
çalışacağa benzemektedir. Burada son soru şu oluyor: Peki bu girişimiyle
CHP, AKP’yi kurtarabilir mi? AKP’yi yaşadığı başarısızlıktan
çıkarabilir mi? Bu soruların cevabını da önümüzdeki günler gösterecek!..
Kaynak: Özgür Gündem