4 Haziran 2012 Pazartesi

Recep, ‘Cinayetleri Anmak, Kardeşliği Bozmaktır’ Diyor

 
Yazı yazarken zorlanıyorum. Bir saatte yazacağım yazı, adabını bozan kelime ve deyimleri ayıklayayım derken, zaman uzayıp saatlere yayılıyor.

O yüzden bazan, içime sinmeyen yazılar da çıkıyor. Ama ne yapayım ki, her diktatör utanmaz, diktatörlük ahlaksızlık, edepsizliktir.


Çağın tanığı olarak, işiniz bunların cinayetlerini yazmaksa eğer, kan ve ateşin izleri arasında yazının kalitesi de bozuluyor, bazan.


Kendinizi benim yerin koyun lütfen. Kadın gerillaların, Recep Tayyip’in güvenilk güçleri içindeki ölü sevicilerinin tecavüzüne uğraması, kitap sayfalarıyla kirli savaşın utanç tarihine geçti. Ama o, yazılıp eline verilen metinde, Kürt halkının katledilmeişlerine sahip çıkmasını ölü sevicilik (nekrofili) olarak miteliyordu, utanmadan.


Her diktatör ahlaksız, diktatörlükler utanmazlıktır. Yine de kimileri tutarlıydı, söylemlerinde. Saddam Hüseyin, Arap ırkçısı, ama Arap’tı. Musolini İtalyan, Hitler Avusturya doğumlu, fakat Germen kökenliydi.


Recep Tayyip, Türk ırkçısı Gürcü’dür. Irkçı güdülerinin kiniyle, tımarhanede zaptu rapt altında tutulması gereken deli gibi Kürtlere saldırırken Roboski katliamını, “milli icraat” olarak gösteriyor.
Önceki gece Türk televizyonlarının ortak yayınında, aklının gel-git çırpıntıları arasında haykırıyor, şöyle diyordu:


“Uludere’de meydana gelen acı hadise üzerinden güvenlik güçlerimiz, hükümetimiz topyekün hedef alınıyor. Uludere istismarı üzerinden kardeşliğimiz hedef alınmak isteniyor.”


Oysa kimsenin güvenik güçlerini karaladığı yoktu. Uludere’de yaptıklarına uygun sıfatla anılıyorlar; hepsi bu…


Evet, Faşist diktatörlerin de bir ciddiyeti vardı. Hitler, “Yahudileri katlederken kardeşliği pekiştiriyorum” demiyordu.


Ama Recep Tayyip, hem Allaha inandığını söylüyor, hem de gasp edilmiş Kürdistan’ın üstüne oturuyor, hem de Allaha karşı çıkarak onun can verip, yarattığı bir halkı inkar ediyor, sonra dönüp “kardeşlik”likten dem vuruyor, kara kimin eseri katliamlar yüzüne vurulduğunda,”cinayetlerimi anmak, kardeşliği bozmaktır” diyordu.


Deli diye tarihe geçmiş diktatörlerin böyle kıvırtması yok, oysa. Neron Romayı yakarken, ardından “kardeşlik” sözünü söylememiş, Hitler, “Yahudileri öldürerek, Almanlarla kardeşliklerini pekiştiriyorum” dememişti.


Bırak kardeşlik yalan ile dolanını, derler adama. Soykırımla kardeşlik yalanını icat etmek kücücük aklına mı kaldı diye sorarlar adama…


Yahudilerden söz etmişken, onlardan Hitler  görülmedi, yer yüzünde.


Acı ama, haysiyeti kiralık “Kürt kardeşleri” hala var. Bunlar, bir kemik karşılığında boynuna yular, Kürtlerin”sınni” dedikleri tasma taktıranlar soyundandır.


Yere düşürülmüş, dünyanın gözü önünde çiğnenen bir halktan yana olmak için, onun soyundan gelmek gerekmiyor. Zalime isyan için, insan olmak yeterlidir.


Ne yazık ki, ulusal kurtuluş savaşlarında, insani damarını kaybedip, halkının kanı içinde geçimini arayanlar hep vardı. Bu düşmüşlük Kürtlere has değil, anlayacağınız. 


Onursallığın evrensel tarihi, bedenini satarak geçinen kadınlara hakaret olur diye bunlara “fahişe” bile denmiyor. Fahişeler, halkının katillerinin kucağına koşmuyor, iğrenerek bakıyorlardı, çünkü.


Bu durumda Kürt “aydını” ya da politikacı sıfatıyla temennaha duranlara ne isim verilmeli, bilemiyorum. 


Fakat, bu satırları okuduğunuzda, “cinayetleri yüzüme vurmak, kardeşliği bozmaktır” diyen Recep Tayyip, onların alkışları arasında, Kürdistan’ın kadim yüreği Amed’de olacak.


Selahaddin Demirtaş’n deyimiyle” hangi yüzle” ne amaçla şimdilik bilinmiyor. Belki de  polis ve askerlerin namluları arasında, yalanlara yenilerini ekleyecek.


Fakat, “kut xur” şakşakçıların dışında sesini duyuracak kimse yok. Kürdistan, artık onu bir yalan söyleyen olarak biliyor. Yalanlara sınır tanımayan biri…


Çünkü o yola çıkarken, Ankara’da 1990’lara dönüşün yeni açılm hazırlıkları yapılıyordu.  


1990’larda, Türk parlamentosundaki Kürdistan çocukları sürüklenerek işkencehane götürülmüş, Mehmet Sincar Batman’da kurşunlanmıştı.


Dosya raftan indirilirken 8 seçilmişin parlamentodan atılması adımını atılıyor, liderleri Selahaddin Demirtaş ile Gültan Kışanak’a ordu malı kurşunlarla Mehmet Sincar’ın akıbeti hatırlatılıyordu.
Zulümle “kardeşliğin abat” olmadığını Recep, yaşayarak görecektir.


AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com

AKP’nin Kendisi ‘Gündem’ Ve Gündemden ‘Düşecektir’

VEYSİ SARISÖZEN

Bütün köşe yazarları “Başbakan gündem değiştirmede çok usta” diyor, başka bir şey demiyor. 

“Her kürtaj bir Uluderedir” lafı böyle değerlendiriliyor. Başbakan “ustaca gündemi değiştirmiş”…


Bütün demagoglar “gündemi ustaca değiştirir.” Arkasında bir medya ordusu ve seçimlerde yüzde ellilik oyu olan bir siyasetçi için, aslında “gündemi değiştirmek” çocuk oyuncağı gibi bir şeydir. Herkes “yükselen” Başbakan’ın ağzına bakarken, o Başbakan ağzından çıkan her lafla o kitleyi istediği yöne sürükleyebilir. “Başbakan yükseliyor, demek ki sözleri yükselmesine yol açıyor, o halde o sözler önemli ve değerlidir” algısı “yükselişe” özgüdür.


Ama “düşüş” sürecinde işler değişir.


“Düşüş” sürecindeki demagogun dili dolanır, sürçer “AK’ım” derken, “şeyim” der.


İşte bu “her kürtaj bir Uludere’dir” lafı, gündemi değiştirmek şöyle dursun, “katmerleştirdi”. 


“Uludere” ve “Kürtaj” sözlerinin yan yana gelmesi, AKP’nin “iki cephede” gerilemesini simgeledi. 

Roboskî katliamı, Kürtler arasında AKP’ye hala inanan kitleyi sarstı ve Başbakan’ın son Diyarbakır “seferindeki” bozguna yol açtı. Şimdi AKP’ye oy veren “İslamcı Kürtler” bir geçiş sürecine girdi. 


Onlar AKP’den kopmakla BDP’ye katılmak arasında bocalıyorlar. Çelişkili bir süreç içinde “Kürdistan’da ümmeti bir kere daha parçalamak mı, yoksa Kürdün kurtuluşuna giden yolda farklılıkları koruyarak, çeşitlilik içinde, BDP’de olmasa bile DTK’de birlik mi?” sorusunu soruyorlar.

 Şurası kesin; AKP “son Kürtleri” de kaybediyor. Ve onun bozgununu bizim “bozguncu” medyamız değil, Milliyet yazarı Can Dündar dile getirdi. Yazısına “Diyarbakır’da hüsran” başlığını atmıştı ve yazıya şöyle başlamıştı: “Başbakan, tesis açmaya gittiği Diyarbakır’da büyük güvenlik önlemleriyle ve kapalı kepenklerle karşılandı.” Başbakan gündemi değiştireceğim derken eski merkez medyayı biraz daha Kürt sorununa yaklaştırdı. Can Dündar ve ona benzer merkez medya mensubu yazarlar, “kıyıların Türk laikliğinin” sözcüleri. Ve AKP’nin Batı’daki hegemonyası ve Kürdistan’daki zorbalığı, bu “kıyı Türklerinin” bir yandan AKP’ye karşı çıkarken, diğer yandan AKP’yle birlikte Kürt özgürlük hareketine karşı savaş yürüten orduya verdikleri destek sayesinde geriletilemiyordu. 

Şimdi “kıyı Türkleri” artık Orduya güvenmiyor ve AKP’nin “kürtaj” ile “Uludere” sözlerini birleştirerek gündem değiştirme çabası tersine sonuçlar veriyor; “Kıyı Türkleri” ilk büyük dini yasak olan Kürtaj yasağı ile Uludere’yi kendi bilinçlerinde birleştirmeye başlıyor.

Türk aydınları arasındaki yarılmadan en büyük kazancı AKP elde etti. En büyük zararı Kürt halkı gördü. Aydınların bir kesiminin “laiklik” adına orduya ve Ergenekonculara dayanması, diğer kesimlerinin “AB üyeliği” için AKP’ye destek vermesi, Türk aydınlarının toplumsal yaşamdaki rolünü neredeyse sıfıra indirdi. Şimdi Başbakan “gündem değiştirmek” için “Kürtaj ve Roboskî” sözcüklerini yan yana getirdiğinde, düne kadar birbiriyle boğaz boğaza gelen aydınlar arasında bir anda “ortak” mücadele ihtiyacı boy atıverdi. Kurulduğu günden beri “Kemalist aydınlara” ve Kürt özgürlük hareketine karşı demediğini bırakmayan Taraf başyazarı bile artık, CHP’den BDP’ye, ÖDP’den DSİP’e v.s. kadar geniş bir “demokrasi cephesi” için çağrılara başladı.


Düne kadar durum şuydu; PKK ve BDP adım adım izole oluyor, AKP yalnız dindarların değil, liberallerin, hatta Türkmen Alevilerin arasında bile kendisine müttefikler elde ediyordu. Şimdi durum şu: AKP adım adım yalnızlaşıyor. Düne kadar onu destekleyen liberaller AKP’den kopuyor. AKP Kürdistan’da “aşiret ve tarikatların” desteğini kaybediyor. AKP’ye karşı Ordudan medet uman ve o nedenle de orduyla savaşan Kürtlere “düşmanlık” besleyen “kıyıların Türkleri” Kürt özgürlük hareketine karşı önyargılardan kurtulmanın eşiğinde bulunuyor. Ondandır ki, “kıyı Türklerine” dayanan CHP, kendisinde Kürt sorununu dile getirme “gücü” bulmaya başlıyor; derken “memur maaşları” ile “grev yasağı” çalışan kitleler içinde AKP’nin gücünü zayıflatıyor.


Bütün bunlara AKP’nin “iç çelişkileri” ekleniyor. Cemaat büyük bir sabırla AKP içindeki eski “Milli Görüşçülerin” tabanını oyuyor. AKP içindeki “sağ duyulu” kesimler “Roboskîli kaçakçılar PKK figüranıdır, öldürülmeleri vaciptir” diyen İdris Naim Şahin tarzı Kürt düşmanlığının ve istenmeyen gebeliğe karşı “kadının bebeğini değil, kendini öldürmesi gerekir” diyen Melih Göçek tarzı kadın düşmanlığının karşısında ne yapacaklarını bilemez durumdalar.


Bütün bunlar ne anlama geliyor? Bunlar AKP hükümetine karşı, “eğer solcu yanlışlar” yapılmazsa, çok geniş bir cephenin kurulabileceğini gösteriyor. Batıda HDK, Doğuda BDP böyle geniş bir cephe için adım atmaya hazır olduğuna göre, sorumluluk düne kadar sola ve Kürt özgürlük hareketine karşı bir kısmıyla “orduyu”, diğer kısmıyla “AKP’yi” destekleyen bugünkü “muhalefete” düşüyor.


Başbakan “gündemi” değiştirmek için ne yaparsa yapsın, artık kendisi “gündem” haline gelmiştir. AKP “düşüş” sürecindedir. Şimdilik “zirvede”, havaya atılan taşın düşmeden önceki halini yaşıyor. 


Düşecektir.

Timothy Treadwell Nere, Erdoğan Nere...

Özgür Amed
 
 
Timothy Treadwell 29 Nisan 1957’de New York’ta doğdu. Orta halli bir ailenin beş çocuğundan biri olarak hayata atılır. Başarılı bir ilkokul dönemi geçirir. Okul başarısının yanında iyi bir yüzücüdür de. Bu yüzme becerisi ona üniversitenin de kapılarını açar. Çünkü yüzme bursu ile hak kazanır okumaya. Ve Timothy’un hayatı da bu noktadan sonra değişmeye başlar. Uyuşturucu ile tanışır. Bırakmakta zorlanır. İşler ters sarmaya başlar. Başına gelen bir iki kazadan sonra okul bursundan da olur, çünkü eskisi kadar iyi bir yüzücü değildir artık.

Üniversite hayatı biten Timothy, kendisini Kaliforniya’da bulur. Uyuşturucu bağımlılığını yanına alkolik hali de eklenmiştir. Hayatına yön vermeye çalışırken çok sevdiği ve kendisine güvendiği aktörlük seçmelerine girer. Bir barmen rolü için yarışa katılır ama kıl payı kaçırır. Bu durum onu derinden etkiler. Var olan düzensiz hayatını daha da karmaşıklaştırır.

Hiçbir şey iyi gitmemektedir.

Bir gün yakın bir arkadaşının ısrarı ile Alaska’da ki Ulusal Park’ta yer alan Boz Ayıları izlemeye giderler. Bu gidiş büyük bir değişimin de ilk kıvılcımıdır. Zira Timothy boz ayılardan çok etkilenmiş ve onları sevmiş. Daha sık gider hale gelmiş. Bu gidişler arttıkça, bir tutkuya da dönüşmüş. Ünlü yönetmen Werner Herzog’ın hazırladığı 2005 yapımı “Grizzly Man” adlı film, bu bahsettiğimiz tutkunun da belgesel film adıdır.

Grizzly Man, Timothy’nın Boz ayılarla 13 yaz geçirme hikâyesidir. Son yıllarını da kameralara alır, ayılarla ve doğanın başka yansımalarını da toplayarak tek kişilik bir film dünyası yaratır kendine. Toplam çektiği süre yüz saatin üstündedir. Bu film de de kendi görüntüleri ve arkasından kalanların anlatımları birleşiyor, ilginç bir yapıma dönüşüp önümüze geliyor. Timothy’nın yakınları onu anlatırken genel geçer ortak noktaları şu oluyor: “Timothy artık insanlardan nefret ediyordu. Onlarla iletişim kurmakta zorlanıyordu”

Doğanın ve ayı türünün en en vahşilerinden olan Boz ayılarla 13 ay geçirmek şüphesiz kolay değil. Kahramanımızın ilginç bir dünyası oluşuyor. Kendini artık ayıların koruyucusu ve tek dostu olarak görür hale geliyor. Çekimlerinden de anladığımız kadarı ile ayıların onu kabul ettiği ve kesinlikle ona zarar vereceği aklının ucundan dahi geçmiyor. Onlara gösterdiği bu yakınlık ve geçen süre zarfında, ayısal çocukluk karakterine bürünmeler ve tamamen ayıların dünyasından biri olma gibi davranışlar sergilediği görülmüş. Yakınları da bizzat buna şahit olaraktan anlatıyor filmde. Timothy inanılmaz bir özgüven sahibi olaraktan artık gerçek arkadaşlarının da boz ayılar olduğuna inanmış. İnsan dünyası ona göre daha vahşi ve boz ayılara haksızlık yapılıyor. Ayılar ve ulusal parkın hakimi kendisidir, o rehberlik edebilir o ancak onlarla iletişim kurup dokunabilir. En yakınlarına ancak kendisi gidebilir…

Sevecen dolu bir kalp ile Boz ayıların arkadaş olduğu sanrısına sahipti ve bu sanrı onu esir almıştı.

***

Recep Tayyip Erdoğan 26 Şubat 1954 İstanbul’da doğdu. Çocukluğu Kasımpaşa’da geçti. Limonata ve simit sattı. İlkokuldan sonra imam hatip lisesine yazıldı. 1981’de Marmara Üniversite’sinden mezun oldu. Erdoğan 1994 ve 1998 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığını yürüttü. On sekiz yaşından itibaren siyasete dahil oldu. Erdoğan, 1969-1980 yılları arasında yarı profesyonel futbolcu oldu. Eşi Emine Erdoğan'la 4 Temmuz 1978’de evlendi. Evliliklerinden 2 erkek, 2 kız olmak üzere 4 çocukları vardır. Erdoğan 27 Mart 1994'de yerel seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı olarak seçildi. 12 Aralık 1997 tarihinde Siirt'te bir miting esnasında okuduğu bir şiir nedeniyle göreve men ve hapis cezasına çarptırıldı. Şiir Milli Eğitim Bakanlığı'nın öğretmenlere tavsiye ettiği bir kitaptan okunmuştur. Cezaevinde dört ay kaldıktan sonra, 14 Ağustos 2001'de Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) kurdu. 2002 genel seçimlerinde AK Parti parlamentodaki sandalyelerin yaklaşık üçte ikisini kazanarak tek başına hükümet kurma yetkisini kazandı. 52 yıl sonra ilk kez iktidarda olan bir parti ikinci dönemde oy oranını arttırarak 2007 Türkiye genel seçimlerinde Genel Başkanı olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi %46,58 oy alarak seçimi kazandı. 2011 Türkiye genel seçimlerinde Genel Başkanı olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi %49,9 oy oranına sahip olarak üçüncü dönemde de yeniden seçildi…

Özetle böyle bir geçmişe sahip olan Erdoğan’ın Kürtlerle ilişkisi çok ilginç oldu. Onlara dair politika üretmeye başladığı günden beri de ilgileşim eğrisi gibi seyir eden bir ilişki mevcut.

Sayın Erdoğan Kürtlere dair tezler geliştirdi kabinesi ile: “Kürt kökenli vatandaşlarım, Benim Kürt kardeşim, Teröre destek vermeyen Kürt” gibi…

Partisinde ki 77 Kürt ‘kökenli’ vekilin hiçbir politika üretmeden, tamamen çıkar çerçevesinde etrafında dolanıp, her türlü karara baş sallaması ile “Kürtlerin onayı”nı aldığını zan eden Başbakan, artık kendi fikirleri başta olmak üzere, çevresinin ve stratejistlerinin ona söylediği fikirlerin halisünatif bir sembolü idi. Kürt açılımını Kürtler dışında alakasız kim varsa onlarla konuşarak hal edebileceğini düşünen AKP, KCK operasyonu ile de “güç” gösterisinin Stanford Hapishane Deneyinin bir örneği olarak karşımıza çıkıverdi.

2011 seçimleri ile Türkiye’de her iki seçmenden birinin oyunu alan Sayın Başbakan için artık Kürdün bir hükmü kalmamıştı. Yeni hapishaneler ile sesleri çıkanlar da bertaraf edilip, halktan aldığı yetkiyi ve Kürtlerin de onu desteklediği, sevdiği, onayladığı sanrısı ile Kürt coğrafyasında ki yaşamı adeta cehenneme çevirdi. “Benim vatandaşım, benim medyam, benim halkım, benim ordum, benim kürdüm, benim bakanım” söylemlerine her gün bir yenisini daha ekledi. Pandora’nın kutusuna her gün yeni bir şeyler ekledi. En ufak eleştiriye olan tahammülsüzlüğü de ‘içeri’ ile son buluyor…

Timothy şöyle diyordu kendini çektiği kamerasına: “Savaşacağım. Güçlü olacağım, onlardan biri olacağım. Onların efendisi olacağım. Ama tabi bir yandan da nazik olacağım”

İşte R.T.Erdoğan ile sevgili Timothy’yi bir araya getiren yollarını kesiştiren de bu sözler.

Biri kendisini ayıların koruyucusu ve kollayıcısı, efendisi zan etti. Öyle yaşadı…

Diğeri de kendisini Kürtlerin gerçek temsilcisi ve onların gerçekten savunucusu, haklarını koruyucusu, yöneticisi olarak görüyor. Her kesime dair nazikçe döşediği patikaları var ve yeri geldiğinde basıp gürlüyor. "Sus" diyor... En sevdiği şey örtbas. Çünkü "Başbakanım diyor"...

Hepsi bu kadar mı?

Değil elbet. İşin asıl esprisini de verelim.

Timothy Treadwell o çok sevdiği ve kendini onlardan gördüğü, efendiliğine soyunduğu boz ayıların kurbanı oldu. Kameralara çektiği son boz ayı onu canlı canlı parçalara ayırarak yedi. Kamerasına acı dolu ses kayıtları girdi. Boz ayı sadece onu vahşice parçalamadı yanında olan kız arkadaşı Amie Huguenard’ı da yedi.

Yani boz ayı doğal yaşam diyalektiğine uygun davranmıştı. Dehüzyona yer vermemiş, doğasına uygun davranarak gerekeni yapmıştı. Çok sevildiğini düşündüğü o dünyada sonunu kestirememişti Timothy…

Sayın Başbakan’ın ruh hali ile Timothy’nın arasında zerre fark yok. Sonlarının aynı olmaması dileği ile…

Tayyip-Fetullah Koalisyonu Başarısız Olunca

Adil Bayram

Belli ki siyasette başarısız olmak insanı çıldırtıyor. Hele hele önce başarılar kazanıp da kendine narsistçe sevdalanan bir tekliğe ulaştıktan sonra bu çok daha fazla yaşanıyor.

Başbakan Erdoğan’ın geçen haftaki görüntüleri bu durumu yansıtıyordu. Duyan ve gören birçok insanı neredeyse hayrete düşürdü. Bazı söz ve davranışları birçokları tarafından “Çılgınlık alametleri” olarak değerlendirildi.

Başbakan Erdoğan’a göre BDP “Kalleş”, medya ise “Tasmalı”! Bunları duyunca insan kulaklarına inanamıyor. Hayretler içinde kalıp “Bu kadar da olmaz” diyor. Kuşkusuz normal değil, anormal bir durum bu. Fakat ne var ki acı bir gerçek.

BDP bu sözlerin cevabını Meclis’te verdi. Bakalım basın ne yapacak! Erdoğan’ın bu hakaret ve küfürleri karşısında ne tutum gösterecek! Eğer baştan beri Başbakan’ın baskı ve hakaretlerine boyun eğmeseydi, bugün “Tasmalı” sıfatıyla karşılaşmazdı.

Şu sözlere bir bakın: “Uçaklar o kadar uzaktan nasıl seçecekler Ahmet mi, Mehmet mi?” “Kaçakçılar niye mayına basmıyor? Mayın haritası kimin elinde?”! Başbakan Erdoğan bunları Roboski Katliamı için söylüyor, 29 Mayıs günü!

Açık ki bu hayret verici sözler üzerinde çok şey ifade edilebilir. Erdoğan, “Nasıl seçecekler” diyor ama, Roboski Katliamı’nı araştıran Meclis Komisyonu “Keşif uçağı görüntülerini incelediklerini, her şeyin açıkça görülür ve seçilir durumda olduğunu” açıklamıştı. Yine konuyu gündeme getiren Amerikan gazetesi, “Daha çok netleştirmeye Ankara yönetiminin fırsat vermeden savaş uçaklarıyla vurduğunu” yazmıştı.

Gerçekler Başbakan Erdoğan’ı yalanlıyor!

Belli ki Erdoğan 29 Mayıs günü bu sözleriyle Roboski köylülerinin “PKK’li olduklarını” ima ediyor. PKK’li olunca da böyle uçakla vurulmayı hak ediyorlar! Başbakan iyice “Her Kürt PKK’li” çizgisine gelmiş bulunuyor.

Bazılarına göre “Abuk sabuk” olan bu sözler üzerine fazla şey yazmaya gerek yok. Fakat Roboski Katliamı üzerine söylenen bu sözler hangi sonucu ifade ediyor? Çok açık ki, Roboski Katliamı’nın bilerek ve belki de Başbakan Erdoğan’ın emriyle yapılmış olduğunu!

Erdoğan’ın 29 Mayıs tarihli konuşması çok açık bir “Katliam itirafı” oluyor. Başbakan Erdoğan’a göre Roboskililer PKK’li sayıldığına ve PKK’liler için de Başbakan’ın “Vurun” emri bulunduğuna göre, o halde Roboski Katliamı’nın çok bilinçli ve planlı yapıldığı ve bunun Başbakan’ın emriyle olduğu ortaya çıkıyor.

Dikkat edelim, bu sözlerin doğru olup olmadığı üzerine bir şey belirtmiyorum. Sadece sözlerden çıkan anlamı, sonucu ifade ediyorum. Yalnızca bu bile insanı hayretler içinde bırakmaya zaten yetiyor.

Bütün bunlar Başbakan Erdoğan’ın artık çıldırmaya doğru gittiğini açıkça gösteriyor. Belli ki “Çılgın proje”lerin sonu çıldırma olacak!

Ama dahası da var. Bir yandan Roboski Katliamı üzerine “Cinayet itirafı” anlamına gelen bu sözler söylenir, BDP ve medyaya hakaretler yağdırılırken, diğer yandan da Erdoğan’ın ağzından “Sezaryen” ve “Kürtaj” sözleri dökülüyor. Başbakan sezaryene karşıymış! Sezaryen dış güçlerin bir oyunuymuş! “Her kürtaj bir Roboski” imiş!

Bu sözlerin doğru olup olmadığı da ayrı bir konu. Bunlara en doğru ve iyi cevabı kadınlar verdiler ve belli ki daha da verecekler. Fakat Roboski Katliamı gibi çok ciddi bir olay tartışılırken ve bu konuda AKP hükümeti üzerinde ciddi suçlamalar varken, kalkıp da sezaryen ve kürtaj üzerine ahkâm kesmek neyin nesi oluyor? İnsanları şaşırtan bir konu bu. Belli ki Başbakan Erdoğan bununla da gündemi saptırmaya ve değiştirmeye çalışıyor.

Dikkat edelim, Erdoğan’ın bu sözleri ardından Roboski Katliamı üzerine olan tartışmalar bıçakla kesilir gibi kesiliyor. Bu sözler ardından neredeyse herkesin tartıştığı konu “Yeni kürtaj yasası”. Hazırlandı mı, hazırlanmadı mı? Olacak mı, olmayacak mı? Adeta fal bakar gibi herkes bunları konuşuyor.

Başbakan Erdoğan demagoji ve gündem değiştirmede sonderece usta ve başarılı olduğunu bir kez daha gösteriyor!

Peki ne olacak bunun sonu? Bu biçimde nereye gidecek? Sonunun ne olacağını elbette bilemeyiz, ama bu sözlerin ne anlama geldiğini ve nereden kaynaklandığını değerlendirebiliriz.

Başbakan Erdoğan’ın bu sözlerinin çılgınlaşma belirtileri olduğu tartışma götürmüyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun söylediği gibi, Başbakan’ın ruh sağlığının bozulduğu ve dengesini kaybetmekte olduğu açıkça görülüyor. Yoksa bu sözler bir tesadüf veya geçmişin devamı olarak görülemez.

Peki Başbakan Erdoğan’ı böyle çılgınlaşma noktasına getiren ne? Belli ki Roboski Katliamı! Roboski Katliamı’nın da içinde yer aldığı Kürt sorunu! Kürt sorununu çözemeyişi ve Kürt özgürlük direnişi karşısında başarısız kalışı Erdoğan’ı işte böyle çıldırma noktasına götürüyor.

Hatırlanırsa bu konuda “Okyanusları aştık, gölde mi boğulacağız” diyordu! Belli ki gölde boğulmak Başbakan’ı çıldırtıyor. Belki de esas okyanus Kürt sorunu oluyor. Tam da “Başarılı olduk, her şeyi ele geçirdik” deyip kendini Sultan Süleyman sanırken ve “Başkan olma” hayalleri güderken, Kürt sorununun gücünü pul pul tüketmesi Başbakan Erdoğan’ı çıldırma noktasına getiriyor.

Peki Kürt sorunu üzerindeki başarısızlığı nedir? Başbakan Erdoğan ve AKP’nin bu konudaki tüm taktik ve oyunları boşa çıkarılmıştır. PKK Liderliği tarafından konuya ciddi ve cesur yaklaşılması, AKP’nin ciddiyetsiz, cesaretsiz, hile ve oyun içeren yaklaşımlarını boşa çıkarmıştır. Kürtlerin barıştan ve siyasi çözümden yana olan net tutumları AKP’nin ikiyüzlü politikalarını deşifre etmiştir.

AKP hükümeti avukat ve aile görüşünü engelleyerek PKK Lideri Abdullah Öcalan’a geri adım attıracağını sanmış, ancak başarısız kalmıştır. Yaklaşık sekiz bin kişi tutuklayarak, BDP’nin tüm yönetici ve aktif üyelerini hapse koyarak Kürt demokratik siyasetini tasfiye etmeyi hesaplamış, ancak bu konuda da başarısızlığa uğramıştır. Yasak silahlar da dahil her türlü araçla askeri operasyonları yoğunlaştırarak PKK’yi ya ezmeyi ya da ateşkese zorlamayı planlamış, ancak bunda da başarılı olamamıştır.

Umut edilen ve beklenen üzere PKK kış sürecinde ateşkes ilan etmemiştir. Şimdi ise kış bitmiş, gerilla hareketliliği için en uygun mevsime gelinmiştir. Bu noktada PKK’yi engellemek üzere AKP’nin BDP ve KDP üzerinden yürüttüğü girişimlerin de sonuç vermediği gözükmektedir.

Dikkat edilirse, AKP’nin tüm politikaları başarısız kalmıştır. Kürtleri oyalama ve Kürt direnişini bastırma politikası yenilgiye uğramıştır. Şimdi AKP’nin gücünü bitirecek bir savaş süreci gündeme gelmiştir. İşte Başbakan’ı çıldırtanın bu olduğu anlaşılmaktadır.

Peki bu durum aşılabilir mi? Başbakan Erdoğan ve AKP’yi kurtarmak üzere şimdi de CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu devreye sokulmuştur. CHP’nin son yönelimlerini böyle değerlendirmek gerekir. Nitekim Cemil Çiçek adeta bir kurtarıcı gibi CHP girişimine sarılmıştır. Başbakan da benzer bir tutumla CHP üzerinden bir çıkış aramaya çalışacağa benzemektedir. Burada son soru şu oluyor: Peki bu girişimiyle CHP, AKP’yi kurtarabilir mi? AKP’yi yaşadığı başarısızlıktan çıkarabilir mi? Bu soruların cevabını da önümüzdeki günler gösterecek!..

Kaynak: Özgür Gündem