13 Ağustos 2011 Cumartesi

Yeni Devlet Konsepti ve Kürtler


Kürt Halkı 30 yıllık mücadele sürecinde tanımadığı düşman kalmadı ve hepsi dersini alarak tarihe karıştı.Yeni Osmanlıcılar-Fetullahçılar da bunun ne olduğunu,ne kadar Kemalist ordu ve düzene galip gelip bu gazla ve cesaretle saldırıp Fetullahçı hedeflerine varacaklarını sanıyorlarsa da, Kürt Direnişi'nin Devrimci gücü ve haklılığı karşısında sansları olmadığını çok derin ve şiddetli bir sekilde yaşayıp anlayacaklar. Onların dillerınden dökülen hakaretler, binbir yalan, hile ve propaganda ile yapılan saldırılardan anlasılan o dur ki ,bu Devrimci Direniş derinliğine yaşanmadan ve yaşatılmadan Kürt Halkı Özgür olamayacaktır.




Kemalizm’in son kalesi TSK da hükümete karşı koyamayacağını düşünüp Ilımlı Islamın egemenliğine girmeye tahammül etmektense toplu bir şekilde istifa etti.

TSK’nın komuta kademesinin istifasıyla Türkiye yeni bir döneme girmiş bulunmaktadır. Seksen beş yıllık Kemalizm yönetiminden, Fetullahçı cemaatin başını çektiği Ilımlı İslami devlet yönetimine yerini bıraktı. Aslında son bir iki yıldır bu geçiş sağlanmıştı; yalnız komuta kademesinin tümden istifası Kemalizm’in Islamcılar karşısında yenilgisinin son halkasıydı. Her ne kadar yönetimsel devir teslim törenine benzer bir görüntü ortaya çıkmasa da Türkiye Cumhuriyeti yeni bir modele resmen girmiş bulunmaktadır.


AKP’nin Fetullah Gülen cemaati destekli devleti ele geçirmesi aşamalı olarak meydana geldi. Önce polis teşkilatına sızan cemaat daha sonra yargı dâhil birçok devlet kurumunu ele geçirdiğini biliyoruz.

 
Cemaat, Kemalizm’in sert kalesi orduya da daha önce de sızma girişiminde bulunduğunu biliyoruz. Kara Harp Okulu’na gönderilen öğrencilerin teşhir olmamak için sürekli sim kartı değiştirdiklerini bu sayede kendisini gizleyerek ordunun üst kademesine doğru ilerlemenin hesabı yapılıyordu. Ordu kaç kuşak sonrası cemaatin emrine geçer bilinmez ama ordunun şimdilik yönetim mekanizması Kemalistlerden oluşsa da cemaatin yönetim tarzına razı oldukları görülüyor.

DEVLETİN YENİ SAHİPLERİ ‘SAHAYA İNİYOR’


Zaman Gazetesi yazarı aynı zamanda Gülen cemaatinin sorumlusu olarak da bilinen Hüseyin Gülerce’nin “PKK’ye karşı cemaat sahaya inecek!” itirafı yeni Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürtlere karşı yeni konseptini ortaya koyuyor. Bilindiği gibi cemaat PKK’nin yeni filizlenmeye başladığı 80’li yıllarda bile Kürtlere karşı kin ve düşmanlık yürütmüştür. Özellikle psikolojik savaş yöntemlerini kullanmayı deneyerek Kürt Halk Mücadelesini terörize etme ve işlevsiz bırakmaya yönelik eylemlere girişti. Yine aynı şekilde başta bulunan sağ-sol ayrımsız bütün hükümetlere bu konuda desteği sonuna kadar esirgememiştir.


Bundan sonra Devlet=Gülen Cemaati olduğundan Kürtlerin eski ama aslında kendi deyimleriyle yeni cephesi bu cemaat olacaktır.
AKP’nin birkaç gün önce Kürdistan’da tekrar özel harekatçıların devreye sokulacağı açıklaması da, cemaatin en güçlü olduğu emniyet eliyle Kürdistan’daki kirli savaşa yeni bir boyut katmak istediği anlaşılmaktadır.

 
Gülerce’nin yazısında önemli bir dipnot daha da; “devletin bütün kurumlarıyla yekahenk bir mücadele” noktasıydı. Bu da gösteriyor ki devletin bütün organlarına hükmeden cemaatin Kürtlere karşı bütün devlet kurumlarını devreye sokulacağı itirafıdır. Daha önce KCK tutuklamalarıyla oluşturulan hayali iddianamenin cemaat savcılarınca hazırlandığını biliyoruz. Bu anlamda Kürdistan da yeni tutuklamalar ve yargı terörünün gelişeceği açıktır.

 
Gülerce, Kürtlerin siyasi iradesi BDP’yi de tehdit etmekten geri kalmıyor. “Demokrasi”, “siyasi irade” kavramlarını dillerinden düşürmeyen cemaatin BDP’yi hedef olarak göstermesi ve aleni bir şekilde tehdit etmesi, Türkiye’yi bekleyen yeni bir dikta rejiminin korkunç ipuçlarıdır.

KÜRTLER YENİ HAMLELER BELİRLEMELİ


Kürtler cephesinde de yeni bir sürecin başladığını söyleyebiliriz. Aktif olarak son otuz yıldır Kemalizm’in klasik inkar ve imhasına karşı mücadele eden Kürtlerin karşısında bu sefer daha acımasız ve daha planlı bir saldırı gelişeceği şimdiden ortada.


Kürdistan’da Kürt Halk Hareketi karşısında örgütlenme çalışmalarında başarısız olan cemaatin aleni bir şekilde Kürtlere savaş ilan etmesi cemaatin örgütlenme açısından aslında başarısızlığın büyük öfkesinin dışavurumudur. Kemalizm de önce Kürtleri asimile edip ortadan kaldırmayı düşündü bunu başaramayınca da Kürt katliamını gerçekleştirme yoluna gitmişti.

 
Kürtler KCK davası, Hatip Dicle ve diğer tutuklu vekillerin durumu, Iran saldırıları, bölgede artan imha operasyonlarını bir bütün olarak tekrar değerlendirme yoluna gitmeliler. Bütün bu saldırıları boşa çıkartacak sistemli ve dinamik kararlar almak zorundalar.

 
Kürtler klasik Kemalist zihniyetin ortadan kalktığını ve yeni bir AKP-Cemaat destekli konseptin geliştiğini fark ederek bu bağlamda mücadele politikasını tekrar gözden geçirmelidir.
BDP bu anlamda Kürdistan’da halk toplantıları gerçekleştirmelidir. Halkın yeni süreçle ilgili bilgilendirilmesi ve görüşlerinin alınması BDP’ye güç katacaktır. Her ne kadar bu rolü DTK üstlense de Kürt seçilmişler bölgenin en ufak yerlerine kadar giderek halk toplantılarını gerçekleştirmesi ayrı bir önem arz etmektedir.
Kemal Burkay’ın Türkiye’ye getirilişi de bu yeni konseptin bir parçasıdır. HAK-PAR ve KADEK’in ulusal cephede yer alması onları Burkay’a yöneltti. Bunu cemaatin kendisi desteklemekte ve yürütmektedir. Burkay, başarılı olabilseydi son 30 yıldır PKK karşısında başarılı olurdu. Dolayısıyla onun Türkiye’ye getirilmesi Kürt Hareketini zerre kadar etkilemeyecektir.

HAKLILIĞIN OLDUĞU YERDE HİÇBIR GÜÇ BAŞARI SAĞLAYAMAZ


Asıl önemli gerçek şudur ki Kürtler bu ülkede de diğer üç parçada da haklılar. Haksızlığın karşısında hiçbir inanç, devlet, ideoloji ve güç duramaz. Devlet istediği kadar bütün savaş araçlarını ortaya koysun yine de bu haklılık karşısında duramaz. Belki çözüm finalini bir nebze de olsa ağırlaştırır ama hiçbir şekilde ortadan kaldıramaz. Bugün Kürdistan’da ister PKK olsun ister farklı bir güç, hepsi de desteğini bu haklılıktan ve halkın azimli iradesinden almaktadır. Geçmişte görülen örneklerle açıklamak gerekirse DEP-HEP kapatıldı halkın iradesi HADEP’te şekillendi. HADEP kapatıldı bu sefer de DEHAP’ta sonrasında DTP’de, en son da BDP’de şekillendi. Yani ismi ne olursa olsun başında kim olursa olsun bu haklılık tıpkı yılanın deri değiştirmesi gibi tekrar yenilenir. Devlet klasik çözüm mantığı bu irade karşısında hiçbir şekilde başarı sağlayamayacaktır.



Mekselina LEHENG

NTV Üzerine...Ama Öldü Efendim

NTV 1996 yılında Türkiye'nin ilk haber kanalı olarak yayına başladığında bu konuda da bir mecranın öncüsü olmuştu. Sahibi Nergis Holding'in de sahibi Cavit Çağlar'dı. Fakat söz konusu Türkiye'de ilk defa bir haber kanalı kurmak olduğunda eli kalem tutanlardan yani büyük oranda solculardan bir kadro kurmak kaçınılmazdı. Tabii ki bu NTV'nin sosyalist bir yayın politikası olduğu anlamına gelmiyordu ama anaakım medya ile karşılaştırıldığında daha nitelikli olduğu açıktı. Hatta o zamanlar Cavit Çağlar'ın; "Ben bu solculara her ay çuvalla para ödüyorum", dediği söylenir. NTV uzun süre yayın politikası doğrultusunda televizyoncu/reklamcı diliyle AB kitlesinin yani eğitimli grubun ilgi odağı oldu.

1999'dan itibaren kanal el değiştirerek Ferit Şahenk'in sahibi olduğu Doğuş Grubu'na geçti. Kanalın yayın politikasında gözle görülür bir değişiklik olmadı. NTV, yine "tarafsız" ve steril bir haber kanalı olarak devam etti. "Tarafsızlığı, ulusal öğelere ve evrensel etik değerlere saygılı, ilkeli yayın anlayışı, izleyicisi ile kuruduğu iletişim, dinamik kadrosu ve teknik donanımı ile NTV, sadece bir haber kanalı değil, aynı zamanda kamuoyu nezdinde de itibarlı ve ‘güvenilir haber’ ile eşanlamlı bir marka", bu da Doğuş Grubu'nun internet sitesinden NTV'nin tanımı. Cnbce, e2, Ntvspor gibi kanallar ile ağını genişletti. NTV Yayınları kuruldu. Tarih ve bilim dergileri yayınlanmaya başladı. Bugün NTV için haber kanalıyla, internet sitesiyle, dergileriyle ve kitaplarıyla burjuva kültürel bir odak diyebiliriz.

Bugünlere geldiğimizde ise günümüzün hâkim üretim ilişkisi ve kültürünün kaçınılmaz trajedisine NTV'nin de dahil olduğunu görüyoruz. Bugün Murat Belge, Şerif Mardin gibi organik entelektüellerin program yaptığı, Vedat Milör'ün Barcelona'da şarap tattığı, bilim tarihiyle ilgili belgesellerin yayınlandığı NTV'nin ana haber bülteninde iktidar partisinin mitinglerine büyük sürelerin ayrıldığını fark ediyoruz. Vedat Milör şarap tadarken yayın kesilip mitinge bağlanılıyor ve alkol içmek isteyenler üzüm yesin, diyen Başbakan’ı dinliyoruz. Ya da bakın 22 Ekim 2010'da Fransa'daki sosyal güvenlik eylemleri ile ilgili Burak Cop'un ntvmsnbc'deki yazısında; "Karl Marx’ın ‘Fransa’da Sınıf Savaşları’ eserini yayınlanmasının 150. yıldönümünde; militan sınıf mücadelesinin, kitlesel gösterilerin, grevlerin, hatta devrimlerin bir bakıma “anavatanı” Fransa’da, tarihsel mirasın kitlelerce titizlikle yeniden-üretildiğini görüyoruz." gibi ifadeleri içeren bir yazıyı yayınlayan ntvmsnbc, 31 Mayıs'ta AKP'nin Hopa Mitingi'nde öldürülen Metin Lokumcu'yu tanımazlıktan gelebiliyor. Ya da NTV'nin hedef kitlesine dahil olan ekşisözlük’te ücret ödenerek NTV'nin haber videoları yayınlatılırken, ekşisözlük’ün başını çektiği ‘Sansüre Hayır Yürüyüşü’ NTV için haber değeri taşımıyor. Tabii ki; NTV veya ntvmsnbc söz konusu haberleri 1-2 gün sonra güncelliyor ve olması gerekene yakın bir forma sokuyor. Fakat önemli olan yaşananlar ile ilgili bilgilerin topluma gündemde olduğu an verilmesi ise bu konuda seçici davranıyor. Yani sosyal medya takipçileri/kullanıcıları 1-2 gün sonra aynı haberi farklı bir formda görebiliyorlar. Böylece metnin diline ve haberlerin zamanlamasına dikkat etmeyen AB kitlesi veya eğitimliler için NTV nitelikli yayın politikasını ve markasını korumuş oluyor.

Ama Öldü Efendim

12 Haziran seçimlerinden önceki son günlerde Recep Tayyip Erdoğan, NTV gazetecilerinin önüne çıkıyor. Bunlardan biri de Ruşen Çakır, hikayenin diğer ilginç tarafı ise Hopa'da öldürülen öğretmen Metin Lokumcu'nun Ruşen Çakır'ın akrabası olması. Ruşen Çakır polisin orantısız şiddetini sormaya yelteniyor ve Başbakan’dan yaralanan polis memuruna yeterli ilgiyi göstermediği için adeta fırça yiyor. Ruşen Çakır'ın sesi titriyor, Metin Lokumcu'yu kastederek; ama öldü efendim diyor. Başbakan buz gibi bir ifade ile cevap veriyor; ben bilmem.

Başbakan, Nuray Mert için namert diyor. Bunu Nuray Mert'e sormak isteyen Can Dündar o günden beri uzun bir tatilde. Nuray Mert ve Banu Güven ile ilgili de kazan kaynıyor.(Yazının yayınlanmaya karar verildiği an itibarı ile Banu Güven kanaldan ayrıldı, Mirgün Cabas'ın da ayrılacağı konuşuluyor.) Bu isimlerin yerine Mehmet Barlas'ın en iyi arkadaşı Oğuz Haksever kanalın bütün yükünü sırtlamış görünüyor. Oğuz Haksever, Bülent Arınç ile program yapıyor. Oğuz Haksever Yeni Şafak, Star Gazetesi ve CHP içindeki muhalif isimler ile seçim sonrasını değerlendiriyor.

Bu durum günümüzün agresif ve otoriter iktidarının baskısıyla ilişkilendirilebilir. Bunun dışında örneğin NTV'nin Metin Lokumcu ve Hopa gözaltıları ile ilgili sinik tutumu HES projeleri dahilinde yapılması planlanan barajlar için kredi vermeye talip olan Garanti Bankası (Doğuş Grubu) ile de ilişkilendirilebilir. Konunun ekonomi politiği Mustafa Sönmez, Korkut Boratav, Express Dergisi (bkz.Kanal İstanbul'un ekonomi politiği) gibi uzmanlarca daha ayrıntılı değerlendirilebilir diye düşünüyorum. Benim dikkatimi çeken diğer nokta ise; NTV'nin temsil ettiği kültür ve hedef kitlesi ile iktidarın temsil ettiği kültür arasındaki fark ve bu farkın ortaya çıkardığı trajedi... Yani NTV'de veya CNBCE'de bir müzik tarihi belgeseli izleyenlerin ya da Avrupa’yla eşzamanlı yayınlanan dizileri takip edenlerin bir anda sosyal medyayı pornoculuk ya da sapkınlıkla eşitleyen Bülent Arınç ya da ayrımcılık yapmadığını twitter'da anlatırken ‘Alevilerin bile’ düğünlerine gittiğini söyleyen Melih Gökçek ya da polis tarafından bel kemiği kırılan genç bir kadının, kız mı kadın mı olduğunu düşünen Recep Tayyip Erdoğan'ın kafa yapısıyla karşı karşıya kalma trajedisi... Konuyu özetlemek için bir miktar vulgarize bir analoji yapacak olursak; piyano eğitimiyle büyüyen burjuvazinin işleri bozulmasın diye takım elbiseli talibanlara gülümsemek zorunda kalmaları diyebiliriz.

Yürü Aslanım Yürü yiğidim!

Ortadoğu'da dengeler değişirken, Türkiye'nin Suriye'ye yönelik olası askeri müdahaledeki rolü de belirginleşiyor. Batı dünyasında, Suriye ile görüşmeler yürüten Türkiye'nin, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın devrilmesi için yapılacak askeri müdahaleye öncülük yapması gerektiği görüşü hakim. Türkiye hükümetinin de kamuoyunda dile getirmemekle birlikte bu olasılık üzerinde ciddiyetle durduğu belirtiliyor.

Söz konusu senaryo İngiliz The Times gazetesine yansıdı. Gazete, ABD Başkanı Barack Obama'nın, Esad'ın devrilmesine ilişkin mesajı vermek için hazır olduğunu ve ancak Türkiye'nin böyle bir müdahaleyi başarabileceğini kaydetti.


"Ankara kavşakta" başlığı kullanılan analizde dikkat çeken noktalar şöyle:


- Analiz, 'Avrupa'nın yeni 'güçlü adamı' Türkiye, Orta Doğu'da da büyüyen bir güç'' saptamasıyla başlıyor.


- Suriye liderinin Batı'nın eleştirilerini ve tedirgin Arap komşularının değişim çağrılarını dikkate almaması ise "aptalca" olarak niteliyor.


- Türkiye'nin artık "hasta adam" olmadığı vurgulanıyor. Ve Türkiye "Bölgesel bir dev" olarak nitelendiriliyor.


- Başbakan Erdoğan'ın üçüncü kez seçildiği son seçim zaferiyle Atatürk'ten sonra en fazla iktidarda kalan devlet adamı haline geldiği belirtiliyor. Bir yandan izlemekte olduğu serbest piyasa modeli ve Avrupa Birliği üyeliği peşinde koşarken, diğer yandan da İslamcı ideolojisiyle Türkiye'nin çıkarlarını, 90 yıldır ilk kez eski Osmanlı coğrafyasına, Arap dünyasına yeniden odakladığı belirtiliyor ve Arapların da Türkiye'nin başarılarını gıptayla takip ettikleri kaydediliyor.


- Türkiye Başbakanı'nın, Esad'la yaptığı görüşmelerde Suriye liderine "reform sözlerinin" bir şey ifade etmediğini, aslolanın "reformun kendisi" olduğunu söylediği kaydediliyor ve Esad'ın buna karşılık "terör çetelerine ilişkin klişeleri" dillendirerek Erdoğan'a hakaret ettiği öne sürülüyor.


- Analizde Erdoğan'ın karakteri "Erdoğan, ferasetini ve ihtiraslarını hafife almanın pek de akıllıca olmadığını orduyla karşı karşıya geldiğinde kanıtlamış olan, çabuk sinirlenebilen bir kişi" sözleriyle nitelendiriliyor ve "Türkiye, şimdi Şam'a ölüm makinesini durdurması için iki hafta mühlet vermiş durumda" ifadesi yer alıyor.


- Türkiye'nin "çıkarlarını korumak" için Suriye'ye askeri müdahalede bulunması gerektiğini kaydedilen analizde, bu durum karşısında Batı ve Suriye'nin komşularının Türkiye'yi alkışlayacağını savunuluyor.


- ABD Başkanı Barack Obama'nın, Esad'ın devrilmesi yönünde çağrı yapmaya hazır olduğu vurgulanan analizde, "Ancak sadece Türkler bunu sağlayabilir. Ankara, şimdi güçlü bir konumda konuşuyor" deniliyor.

 
 
ABD: Türkiye ile koordinasyon içindeyiz

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun "Şam’a ABD’nin mesajını taşıdığı" yönündeki iddialara yönelik tartışmalar ABD Dışişleri Bakanlığı günlük bilgilendirme toplantısında ağırlıklı bir konu oluşturdu.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland, “Türkiye’nin Suriye’ye ABD mesajı taşıdığı” yönündeki iddialarla ilgili olarak, Suriye ve diğer konularda Türkiye ile çok yakın koordinasyon içinde bulunduklarını ve bunun da her iki ülkenin diplomasisinin etkinliği için hayati önem taşıdığına dikkat çekti.


İki ülkenin Suriye konusunda mesajlarını koordine ettiğini de belirten Sözcü, Davutoğlu’nun Şam dönüşü Clinton ile gerçekleştirdiği uzun telefon görüşmesinde “Esad’a baskının arttırılmasını temin etmek için birlikte çalışmayı yeniden taahhüt ettiklerini” belirtti.


İlerleyen günlerde birlikte hareket etme konusunda iki ülke arasında herhangi bir adım olup olmayacağı sorusuna ise Nuland, hem Türkiye ve ABD’nin temel taleplerde birlikte olduğunu hem de Esad rejiminin şiddeti durdurmasını isteyen ülkelerin arttığını sözlerine ekledi.


Davutoğlu’na Şam’a Amerika’nın mesajını götürmesini isteyip istemedikleri sorusu üzerine Sözcü Nuland şunları söyledi:

“Bu Türkiye ile bizim aramızda bir ortaklık. Türkiye ile müttefikiz. Bakan Clinton ve Bakan Davutoğlu çok yakın bir çalışma içinde. Bu nedenle burada yapılan, ikisinin mesajlarını koordine etmesi ve mesajı genişletmek için diğer müttefikler ve dünya çapındaki ortaklarla birlikte çalışmasıdır.” 

TKP: Suriye seferi durdurulmalıdır!

Türkiye Komünist Partisi (TKP), Türkiye'nin hızla Suriye'ye yönelik emperyalist müdahalenin baş aktörü haline gelmesi konusunda bir açıklama yaparak "Bu sefer durdurulmalı" dedi.

Açıklamada, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Şam ziyaretinin amacının, Türkiye'de Suriye'ye karşı askeri müdahaleye zemin hazırlamak olduğu vurgulandı. "One minute" çıkışının ise Arap dünyasını ABD çıkarları doğrultusunda aldatmanın, tuzağa düşürmenin bir parçası olduğu kaydedildi.


Planın "yüklenici"liği rolünü ise, Başbakan Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Fethullah Gülen'in üstlendiği, “İşveren”inse şu sıralar Ankara'ya "günlük talimat geçmeye başlayan" ABD yönetimi olduğu belirtildi.


Açıklamada, "Gelinen aşamada artık sahtekârlığa gerek kalmadığı için Suriye'nin bağımsızlık ve egemenlik haklarına pervasızca saldırılmakta, Esat yönetimine ABD adına tehditler savurulmaktadır" denildi. Halka "emperyalist haçlı seferine" karşı durulması çağrısı yapılan açıklama, şu ifadelerle sonlandırıldı: "Son genel seçimlerde elde ettiği başarı AKP'nin militarist politikalarını nasıl meşrulaştırmıyorsa, yüzde 50 oy da bu partiyi, diğer bütün işbirlikçilerin akıbetinden koruyamayacaktır."

'Suriye sınıra geldi' iddiası
 
Suriye ordusuna bağlı birliklerin, Hatay’ın güneydoğusuna yaklaşık 50 km mesafede bulunan "stratejik" bir bölgede, 14 tank ve çok sayıda zırhlı araçla dün de operasyonlarına devam ettiği öne sürüldü. İddiaya göre, tank ve zırhlı araçlara, 50 otobüs ve güvenlik aracı da eşlik etti. Haber Türkiye'de "Suriye ordusu Türkiye sınırında" başlığıyla duyuruldu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu konuyla ilgili ilk değerlendirmesinde, ellerinde böyle bir bilgi bulunmadığını kaydetti.
 
Erdoğan, Obama ile Suriye'yi konuştu
 
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ABD Başkanı Barack Obama ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi. Görüşmede, Suriye’deki olaylar ele alındı.

Başbakanlık Basın Merkezi internet sitesinde yer alan açıklamada, Başbakan Erdoğan ile ABD Başkanı Obama arasında bugün bir telefon görüşmesi gerçekleştiği bildirildi.

Görüşmede bölge meselelerinin yanı sıra, Suriye’deki olayların da ele alındığı kaydedilen açıklamada, “Suriye’deki gelişmelere ilişkin durumun aciliyetine dikkati çeken taraflar, Suriye hükümetinin sivil halka karşı şiddet kullanması hususundaki derin kaygılarını ifade etmişler ve de demokrasiye geçiş için halkın meşru taleplerinin ivedilikle karşılanmasının önemine değinmişlerdir” denildi.

İki liderin, Suriye’de akan kanın derhal durması ve halka yönelik şiddetin son bulması gerektiğine işaret ettiği belirtilen açıklamada, şunlar kaydedildi:
“Taraflar, Suriye yönetiminin atacağı adımları yakından izlemeye devam etme, önümüzdeki süreçte de karşılıklı istişareleri sürdürme konularında mutabık kalmışlardır.''
 
BirGün Gazetesi

S.Süreyya Önder: Mahkeme Heyeti Nakledilsin

KCK davasında savcının nakil talebine, duruşmaya katılanlar tepki gösterdi. Duruşmayı izleyen Türkiye Barolar Birliği Başkanı Av. Ahsen Coşar, tutukluların sevkini gerektiren bir durumun olmadığını söyledi. "Dava Kürt dilinin yargılandığı bir dava haline geldi" diyen BDP Grup Başkanı Demirtaş, Başbakan Erdoğan'ı duruşmayı yerinde izlemeye davet etti. İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder de, davanın değil mahkeme heyetinin nakledilmesi gerektiğinin altını çizdi.

Aralarında seçilmiş milletvekilleri, belediye başkanları ile insan hakları savunucularının da yer aldığı 104'ü tutuklu 152 Kürt siyasetçisinin yargılandığı KCK davasının Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen 26'ncı duruşmasına destek vermek için adliye önünde toplanan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Av. Ahsen Coşar, Diyarbakır Baro Başkanı M. Emin Aktar ile İzmir, İstanbul, Mersin, Muş, Dersim, Ankara, Bitlis ve Batman barolarına bağlı avukatlar açıklama yaptı.

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Av. Ahsen Coşar, savcının davanın naklini istemesine tepki göstererek, "Tutukluların sevkini gerektiren bir durum söz konusu değildir. CMK'nin 19. maddesinde mahkeme görevini yerine getiremeyeceği durumlarda bunu talep edebilir ancak, maddenin gerektirdiği koşullar mevcut değildir" şeklinde konuştu. Bölge barolarına destek olmak amacıyla Diyarbakır'a geldiklerinin altını çizen Coşar, şöyle devam etti: "Burada yaşananları Türkiye kamuoyuna açıklamak için buraya geldik. Burada savunmanın özgürlüğüne, baroların bağımsızlığına ve savunma hakkının kısıtlanmasına yönelik yaşanan sorunlar var. Savunma özgürlüğüne, savunma hakkının kısıtlanmasına ve baroların bağımsızlığına yönelik her saldırı karşısında biz barolar birliği bir aile olarak, bu tür tasarrufların ve uygulamaların karşısındayız." Diyarbakır Barosu'na suç duyurusunda bulunulmasına ilişkin de "Herhangi bir karar söz konusu değildir" diyen Coşar, mahkemenin sevkinin anlamsız olacağının vurgusunu yineledi.

Demirtaş: Dava Kürt dilinin yargılandığı bir dava haline geldi

BDP Grup Başkanı Selahattin Demirtaş duruşmaya ilişkin, "Bu bir BDP duruşmasıdır" benzetmesi yaparak şöyle dedi: "Yine bir BDP duruşmasında, duruşma yapılamadan, sanıklar yargılanamadan, avukatlar konuşamadan bu mahkeme de sonuçlanmış oldu." 2 yıldan daha uzun zamandır "KCK" duruşmalarının sanıkların savunma yapamadan devam ettiğini aktaran Demirtaş, "Sanıklar savunma yapmak istiyor, kendi anadilleriyle savunma yapmak istiyor, mahkeme heyeti ise mikrofonları kapatıyor. Bu dava bir KCK davası değildir, dava Kürt dilinin yargılandığı bir dava haline gelmiştir" dedi. Kürtçeye karşı devletin tavrının mahkeme salonundan izlenmesi gerektiğinin altını çizen Demirtaş, "Yargılananlar kendi anadillerinde konuşmak istedikleri için yargılanıyorlar. Yine bir yargılama yapılmadan mahkeme son buldu. İlginçtir mahkeme savcının nakil talebi için süre istemesiyle birlikte savcıya süre verdi. Belki de bu davayı nakledecekler" şeklinde konuştu.

'Erdoğan duruşmayı izlemeye gelsin'

"Mahkeme kanunu korumuyor, yargıyı ve halkı korumuyor yalnızca devletin köhnemiş 80 yıllık zihniyetini koruyor. İçeride hukuki değil siyasi bir tutum var" diyen Demirtaş, 12 Eylül yargılanmalarını hatırlatarak, şöyle devam etti: "Devletin aynı katı ve inkarcı yüzüyle karış karşıyayız. Bir çağrı yapmak istiyorum. Sayın Başbakan ve açılımdan sorumlu Atalay kendi yönettikleri ülkede bir yargılanma nasıl oluyor, yalnızca onu görebilmek için bir duruşmayı izlemeye gelsinler. Baskı kurmak için değil, kendi yasalarının pratikte uygulamasını görsünler istiyoruz." Yargılanmada sanıkların kamuoyu gözünde temize çıktığını vurgulayan Demirtaş, "Erdoğan kendisinin de yargılandığı mahkeme salonuna bir de KCK davasını izlemek için gözlemci olarak gelmeli" dedi.

'Gün gelecek Diyarbakır Adliyesi müze olacak'

Demirtaş, "Gün gelecek arkadaşlarımızın yargılandığı mahkeme salonu müzeye dönüştürülecek ve çocuklarımız burayı gezerken burada insanların anadilinde savunma yapması yasak olduğunu öğrenecek burayı gezecekler. Sanıkların ismi müzede yer alacak, ancak ne yargıçların ne de günümüz hükümetinin ismi müzede yer almayacak" diyerek, Diyarbakır Adliyesi'nin "Demokrasi müzesi" olacağını belirterek, davadan adalet bekleyişlerinin olmadığına dikkat çekti.

CMK'nin sevk koşulunun altını çizen Demirtaş, "Mahkemenin görev yapamıyor olmasının nedeni, mahkemenin kendisidir. Bina çökmüş, sel sularına kapılmış değil, atanacak hakim sıkıntısı yok, fiilen neden görev yapılamıyor" diye sordu. Demirtaş, "Yargılanmayı durduran nokta, sanık ya da sanık avukatlarının tavrı değil, tam tersine mahkemenin tutumu nedeniyledir. Kürt dilinin yasaklanması devlet kararıdır" dedi.

Önder: Bu mahkeme 12 Eylül mahkemelerine rahmet okutur

Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Demirtaş'ın mahkemeyi 12 Eylül yargılamaları ile karşılaştırmasına ilişkin olarak, "12 Eylül mahkemelerinde yapılan yargılamalar bundan çok daha haysiyetliydi. Bu mahkeme 12 Eylül mahkemelerine rahmet okutur" dedi. Yargılanma tarzını değerlendiren Önder, "Bu tarz yalnızca sömürge ülkelerde olur. Sömürge refleksinin dışında başka hiçbir durumda sanığın hayal kurduğu, rüya gördüğü, ninni dinlediği türkü söylediği dilde savunma yapmasına bu kadar öfkeli, bu kadar refüze edici olunamaz" diye konuştu.

'Mahkeme heyeti nakledilsin ki…'

"Ülkede asimilasyon ve inkar yok diyenler, gelip bu mahkemeyi 5 dakika seyretmesi lazım. Çünkü, mahkeme 5 dakika sürüyor. Güvenlik meselesine gelince CMK 19. maddeye istinaden nakil talebinde bulundu savcı. Bu mahkeme güvenliğinin sağlanamadığı durumlarda geçerli bir şeydir. Evet bu davanın güvenliği yoktur, çünkü bu davada hukuk yoktur. Hukuk olmayan bir davanın güvenliğinden de bahsedilemez" diyen Önder, şöyle konuştu: "Bence nakil edilmesi gereken başta heyet olmak üzere bu hukuk anlayışının bu topraklardan süratle nakil edilmesi evrensel hukukun bu topraklara da bir nebze olsun uğraması gerekiyor. Bir nebze uğrarsa zerreyi miskal en küçük ölçü birimi yani bir atom parçacığı kadar uğrarsa, bu davada bir tane tutuklu kalmaz."

Kürtsen KCK'li, Sosyalistsen Devrimci Karargah'lısın!



Devrimci Karargâh üyesi oldukları iddiasıyla sosyalist siyasetçilerin yargılandıkları davanın duruşması görülmeye başlanması beklenirken, duruşma öncesi açıklama yapan Sıra Kimde İnsiyatifi üyeleri, tutuklu siyasetçilerin derhal serbest bırakılmasını istedi. Eyleme katılan BDP'li milletvekilleri arasında yer alan Ertuğrul Kürkçü, "Türkiye'yi açık bir cezaevine dönüştürmekle" suçladığı AKP Hükümeti'nin "dün Amed'de Kürt halkını KCK davası ile yargılarken, bugün İstanbul'da sosyalistleri de 'Devimci Karargah' davası ile yargılamaya kalktığını" söyledi.

SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan ve TÖP sözcüsü Oğuzhan Kayserilioğlu'nun da aralarında bulunduğu sosyalist siyasetçilerin işkencelerle gündeme gelen eski Emniyet Müdürü Hanifi Avcı'nın birlikte yargılandığı davanın ana dava durumundaki '1. Devrimci Karargâh' davası ile birleştirilmesi sonrası davanın ilk duruşmasının başlaması için Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesi'nde bekleyiş sürerken, dışarıda da yargılamaya dönük tepkiler dile getirilmeye devam ediliyor. Duruşma öncesi tutuklu sosyalist siyasetçilerin serbest bırakılarak, maruz kaldıkları hukuksuzluğa son verilmesi için Sıra Kimde İnisiyatifi üyeleri açıklamada bulundu. Adliye önünde yapılmak istenen basın açıklaması polis engeli nedeniyle Barbaros Meydanı'nda yapılmak zorunda kalındı. Meydanda toplanan yüzlerce kişi, üzerinde tutuklu siyasetçilerin resimlerinin bulunduğu "Sıra Kimde?" yazılı pankart açtı. BDP'li milletvekilleri Sebahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü, Levent Tüzel ve eski Milletvekili Akın Birdal'ın yanı sıra davayı izlemek üzere gelen bazı Avrupalı parlamenterlerin katıldığı açıklamada ellerde, "Tutuklama terörüne son" , "Komplo son bulsun" yazılı lolipoplar taşındı. Davaya dönük tepkiler yine atılan sloganlarda da kendisini gösterdi. Eylemde sık sık "Komplolar sökmedi, sökmeyecek", "Devrimci tutsaklar onurumuzdur" sloganları atıldı.

'Tutuklamalar siyası bir komplo'

"Eğer bir ülkede adalet ve vicdandan söz edilemiyorsa, o ülke her türlü adaletsizliğe mahkûmdur" sözleriyle başladığı konuşmasında, sosyalist siyasetçilerin maruz kaldığı hukuksuz dava süreci hakkında bilgi veren eski Milletvekili Akın Birdal, tutuklamaların "siyasi bir komplo" olduğunu söyledi. Bu komploların AKP iktidarınca kozmik odalarda hazırlandığını belirten Birdal, bu tezgahlarla siyasi partiler, sendikalar, platformların olduklarından farklı bir biçimde lanse edilmeye çalışıldığını vurguladı. Birdal, aynı zihniyetin BDP'li seçilmişleri ve Kürt halkının meşru temsilcilerini KCK davasıyla esaret altında tutmakta olduğuna da dikkat çekti. Birdal, "13 Nisan'daki ilk duruşmada mesnetsiz suçlamalarla uğradıkları haksızlığa karşı savunma vermeyi bekleyerek, bu hukuksuzluğun sona umacağını bekleyen arkadaşlarımıza savunma yapma fırsatı bile verilmedi. Böylece hukukun temel ilkelerinden biri pervasızca çiğnenirken davanın daha önce 'devrimci karargah davası' ile açılan birçok hukuksuz uygulama barındıran dava ile birleştirildi. Adaletin bu denli hoyratça saldırıya uğraması karşısında sanık avukatları cüppelerini atmışlardır. 'Bizler biliyoruz ki bu saldırılar emeğini özgürleştirmek istediği için mücadele eden işçi sınıfına, eşitlik, demokrasi ve özgürlük isteyen Kürt halkına ve sosyalist güçleredir" diye konuştu.

Bu saldırılara karşı bugün olduğu gibi yarın da aynı kararlılıkla mücadelelerini sürdüreceklerini ifade eden Birdal, "Emek, demokrasi ve barıştan yana olanlar, siyasi partiler, platform, sendika temsilcileri, milletvekilleri, aydınlar sanatçılar bu hukuksuzluğun son bulmasını talep ediyoruz. Tutukluluğun cezaya dönüştüğü bu davada sosyalist siyasetçiler derhal serbest bırakılmalıdır" dedi.

'Türkiye açık cezaevine dönüştürüldü'

BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü de, AKP Hükümetinin "Türkiye'yi açık bir cezaevine dönüştürdüğünü" ifade etti. Kürkçü, "Amed'de Kürt halkını KCK davası ile yargılayanlar, bugün İstanbul'da sosyalistleri de 'devimci Karargah davası ile yargılamaya kalkıyor. Libya, Irak ve Suriye'de insanların haklarını için mücadele ettiklerini söyleyenler, sen önce kendi yurttaşların özgürlüğünü, kendi ülkendeki barışı etmek için mücadele etmeli" şeklinde konuştu.

Kürkçü'nün ardından yaptığı konuşmada, Amed'de KCK davası ile oynanan tiyatronun bugün Beşiktaş Adliyesi'nde de oynandığını dile getiren Sebahat Tuncel ise "Bu tiyatrodan bir adalet beklemek mümkün değil. Tekçi zihniyetteki bir hükümetin, oluşturacağı bir anayasadan da barısı, adaleti beklemek doğru gelmiyor" sözleriyle davaya dönük tepkisini dile getirdi. Eyleme katılan Avrupalı parlamenterler ise, yaptıkları kısa konuşmalarda Türkiye'de yaşanan bu anti-demokratik uygulamalar konusunda Avrupa'ya harekete geçme çağrısında bulundu. 


 


Ertuğrul Kürkçü

Kürt Koridorunun Kurulma Endişesi


Türk medyası, belirli aralıklarla Ankara’nın Ortadoğu’daki şartlara yönelik endişelerini yansıtıyor. Bu endişelerin başında Suriye’nin yanı sıra Irak ve Türkiye’deki Kürt Sorunu da geliyor. Medyada son haftalarda iki senaryo ele alındı: İlki, Suriye’de tam bir çöküşün ardından Suriye Kürtlerinin kendi bölgelerinde özerk yönetim olasılığının belirmesi halinde, Türkiye’nin tampon bölge veya güvenlik şeridi kurması. İkincisi, Suriye’deki kaosun Irak’ın kuzeyinden başlayarak, Türkiye’nin güneyi ve Suriye’nin kuzeyine, oradan da Akdeniz sahiline varan bir Kürt koridorunun kurulmasına yönelik Türk endişesi.

Ankara açısından ciddiyetini koruyan bu iki senaryo, Irak’ın kuzeyindeki Kürt federasyonunun geldiği noktayı hatırlatıyor. 2003’te yabancı işgalle devrilen Irak rejiminin 30 yıldan fazladır başkalarının kimliğine saygılı modern bir çözüm bulma girişimleri başarısız oldu. Bu durum, Irak Kürtleriyle ülkedeki Araplar ve Türkmenler arasında güvenin yıkılmasına yol açtı. Federasyon başlığı altında pratik ayrılma yaşandı.
Bu cerrahi çözümler, Arap ve İslam dünyasındaki toplumlarındaki dini, etnik ve bölgesel farklılıklar bir yana, birlikte yaşama acizliğinin de ifadesidir. Sorunlara yaratıcı çözümler bulmaktan yoksun olan bu tür bir mantık, hâlâ Arap ve İslam bölgesine hâkim. Anlaşmazlıklar patlak verip de kanlı iç savaşlara dönüştüğünde, fitneyi engellemenin acil çözümü olarak ayrılma ve bölünme senaryoları üretiliyor.

Haftalar önce Ankara’dan, Suriye’nin kuzeyinde Kürt şeridi ortaya çıkarsa tampon bölge veya güvenlik şeridi kurmaya hazır oldukları bilgisi sızmıştı. O vakit bu sızdırmalar, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik askeri müdahaleyi de kapsayan baskılarının bir parçası olarak görülmüş ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de ülkesinin Suriye’deki durumla ilgili tüm siyasi ve askeri seçenekleri ele aldığını söylemişti.

Suriye şartları kötüleşirse

Pazar günü de Türkiye gazetesi Milliyet, siyasi yönetimin ordunun yeni askeri yönetimiyle bir araya geleceğini ve temel konunun, Ortadoğu haritasının değişmesi ve Kürt koridorunun gerçekleşmesi ihtimalleri olacağını sızdırdı.

Böyle bir ihtimal, Suriye’deki şartların kötüleşmesi halinde uzak değil. Kürt koridorunun bu şekilde kurulmasının, başta Türkiye’yle Arap coğrafyasının bağlantısının kesilmesi olmak üzere, bölgenin jeopolitik haritasını değiştireceği şüphesiz. Bu koridor İran’a da uzanırsa, Türkiye İslam dünyasından tecrit edilmiş olacak. Fakat bu senaryolar, Arap ve İslam dünyasındaki azınlıkların sorunlarına uygun çözümler bulma acizliğini yansıtıyor.

Türkiye’nin de kendi içindeki azınlık meselelerinden ötürü, bu sorunun ortaya çıkmasından sorumluluk payı mevcut. Zira Başbakan Erdoğan’ın Suriye’deki sorunu kendi iç meseleleri olarak görmesi, aslında Türkiye’deki mezhep çekişmeleri ve etnik çatışmalarının da bir kanıtı.

( Birleşik Arap Emirlikleri Gazetesi Haliç, 7 Ağustos 2011)

Times: Türkiye Esad'a 15 Gün Süre Verdi


Times gazetesi, Türkiye'nin 'ölüm makinesi'ni durdurması için Esad rejimine iki hafta mühlet verdiğini, açıklanmasa da, alternatifin 'Türk ordusunun 'Türkiye'nin çıkarlarını korumak için bir askeri harekâtı' olduğunu yazdı. Ancak bu çıkarının ne olduğuna ilişkin herhangi bir ifade kullanılmadı. 

 
Türkiye Başbakanı'nın, Esad'la yaptığı görüşmelerde Suriye liderine ''reform sözlerinin'' bir şey ifade etmediğini, aslolanın ''reformun kendisi'' olduğunu söylediğini kaydeden gazete, değerlendirmesini şöyle noktalıyor:

''Bu mesajlar, Esad'ın artık kimsenin ciddiye almadığı terör çetelerine ilişkin klişeleriyle reddedildi. Bu Erdoğan'a da bir hakaret anlamına geliyor. Erdoğan, ferasetini ve ihtiraslarını hafife almanın pek de akıllıca olmadığını orduyla karşı karşıya geldiğinde kanıtlamış olan, çabuk sinirlenebilen bir kişi. Türkiye, şimdi Şam'a ölüm makinesini durdurması için iki hafta mühlet vermiş durumda.''

''Sonra ne olacağı açıklanmış değil. Ancak açık olan, ' Türkiye'nin çıkarlarını korumak üzere' bir askeri harekât. Bu, Esad konusunda elinden pek fazla bir şey gelmeyen Batı ve belki de Suriye'nin komşuları tarafından da alkışlanacaktır. Suriye ordusunun da alelacele sınıra doğru hamle yaptığı dikkate alındığında kimin kazanacağı konusunda herhangi bir tereddüt yok. Suriyeli muhalifler ve saldırı altındaki Suriye kentleri. Başkan Obama, Esad'ın devrilmesi için çağrı yapmaya hazır. Ancak sadece Türkler bunu sağlayabilir. Ankara, şimdi güçlü bir konumda konuşuyor.'' 

( BBC)

Amed(Diyarbakır) Cezaevi Vahşeti Belgesel Oldu



Ben yakalandığımda, daha 18 yaşındaydım. Büyük işkenceler sonucu alınmıştım. Kolordu içinde bulunan, 1 No'lu Askeri Cezaevi denilen bir yere götürüldüm. Bu cezaevi, aynı zamanda İbrahim Kaypakkaya'nin da şehit düştüğü bir yerdi. 

Cezaevi o kadar doluydu ki, insanlar koridorlarda yatıyordu. Çünkü o dönem her önüne geleni yakalayıp getirmişlerdi. Yakalandıktan bir süre sonra 12 Eylül darbesi oldu ve adı namı bilinen Diyarbakir 5 No'lu Askeri Cezaevi'ne getirildik. İlk girdiğimde, "Eyvah! İste asıl işkence şimdi başlıyor" diye geçirdim içimden. Baskı, işkence, cezaevi ve yargılama süreçleri iç içe geçti. Cezaevindeki insanların dünya ile bağlari kesilmis, aile ile bağları koparılmış, içte de tecrit içinde tecrit dayatılmıştı. Devletin temel dayanağı "yılanın başı küçükken ezilmeli" politikasıydı. Bizleri yılan olarak görüyorlardı.

Diyarbakir 2 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi Hakimi Emrullah Kaya, Savcı Cahit Aydogan ve Mardinli Bahri adında bir savcı tarafından yargılandım. Davamıza, "PKK Ana Davası" deniyordu. Cezaevlerindeki baskılar sonucu itirafçı olmayanlar mahkemelerde konuşturulmuyordu. Esat Oktay amfilerden sürekli, "Sizi öyle bir duruma getireceğim ki, biz sizi bıraksak dahi, siz cezaevinden çıkamayacak hale geleceksiniz" diye bağırıyordu. Ziyaretlere çıktığımızda ailelerle konuşamıyorduk. Çünkü her tarafımız askerlerle kuşatılmış oluyordu. Konustuğumuz an, hem ailemizin başına bir şeylerin geleceğini, hem de bize içeride yapılacak olan işkenceleri biliyorduk. 

Benden küçük olanlar da vardi. "Çocuk Koğuşu" dedikleri 31. koğuşta kalan çocukların başına ülkücüler verilmişti. İste Hizbullah'ın temelleri, o dönem Diyarbakir zindanında atıldı. Cemal Kılınç adında bir arkadaşımız vardı. Okuma-yazma bilmezdi ve ailesinin tek erkek çocuğuydu. Toprakları olduğu için ihbar edildi ve "PKK kadrosu-Hilvan sorumlusu" olarak gösterilip, cezaevinde gördüğü büyük işkenceler sonucu yaşamını yitirdi. Oysa hiçbir seyden haberi yoktu. 

50 kişilik bir grup olarak hücrelere sıkıştırılıyor, üzerimize, içinde ne olduğunu bilmediğimiz sular dökülüyordu. Her tarafımız bitlenmişti. Kaldığımız hücrelerin lağımlari dolmustu. "Size banyo yaptıracağız" diyerek, bu lağımların içine batırıp çıkarıyorlardı. Koğuşlarda kimi insanlara fare yedirildi. Mahkumlara, koğuşlarda birbirine tecavüz etmeleri için işkence yapıldı. Sorgulama süreçlerinde insanlar trenlerden indirildiğinde, çırılçıplak soyuluyor ve toplum içine öyle götürülüyorlardı. Mahkumlara, hücrelerde insan dışkısı yediriliyordu. Bu utanç verici olayların sorumluları artık hesap vermeli!