Bölgemizin
çok önemli bir dönüşüm sürecinde olduğu açıkça görülüyor. Sovyet
sisteminin çözülüşünden bu yana Ortadoğu’da yeni bir dünya savaşının
yaşandığı ve kapitalist sistemin kaotik durumunun en çok Ortadoğu'yu
etkilediği,...
Duran KALKAN
Bölgemizin çok önemli bir dönüşüm
sürecinde olduğu açıkça görülüyor. Sovyet sisteminin çözülüşünden bu
yana Ortadoğu’da yeni bir dünya savaşının yaşandığı ve kapitalist
sistemin kaotik durumunun en çok Ortadoğu'yu etkilediği, bunun sonucunun
da köklü bir yeniden yapılanma olacağı yönündeki görüşler doğrulanıyor.
Firavun geleneğinin en son temsilcilerinden Hüsnü Mübarek diktatörlüğü
de Mısır halkının ayaklanması sonucunda devrildi. Tunus’tan başlayıp
hızla Yemen’e ve ardından Mısır’a yayılan Arap halkının ayaklanma durumu
daha şimdiden önemli siyasal sonuçları ortaya çıkardı. Arap
milliyetçiliği -ki bu işbirlikçi bir milliyetçilikti- ciddî bir çöküntü
yaşasa da, Arap halkının kendine güveni, yeni yaşam arayışı, mevcut
ayaklanma durumuyla kuşkusuz daha fazla ortaya çıkıyor, gelişiyor. Arap
coğrafyasının her tarafında Mısır halkının üç yüzden fazla şehit
vererek, günlerce direnerek elde ettiği sonuç kutlanıyor.
Belli ki
bölgemiz tarihin yeniden şekillendirildiği bir dönemeci yaşıyor. Herkes
bunu değerlendirmeye ve anlamaya çalışıyor. Bu tarihi dönemece kendi
penceresinden ve kendi çıkarları açısından bakarak olayların ne anlama
geldiğini ve nereye gideceğini kestirmeye, dolayısıyla kendi çıkarlarına
uygun olarak ilerlemesini sağlatmaya çalışıyor.
Bu halk hareketi
elbette ki bizi de yakından ilgilendiriyor. Yirmi bir yıldır ayaklanma
yaşayan, büyük mücadeleler yürüten Kürt halkının varlığı ve sürdürdüğü
özgürlük mücadelesi üzerinde kuşkusuz önemli etkide bulunuyor. Öte
yandan, Kürdistan'da sürdürülen mücadelenin Arap aleminde başlayan halk
hareketlerini etkilediği de inkâr edilemez bir gerçekliktir. Her şeyden
önce, bu halk hareketlerinin Kürdistan'daki mücadelenin bir parçası
olarak geliştiğini söylemek hiçbir biçimde abartı değildir.
Kürdistan'da, dünya gericiliğinin bastırma çabalarına rağmen, büyük
bedeller ödenerek yürütülen devrimci-demokratik direnişin bölgeye
etkilerinin bu gelişmelerde katkısı olduğunu görmek ve değerlendirmek,
gerekir.
Belki doğrudan bir bağlantı görülemeyebilir, ama dolaylı
olarak hem düşünsel, hem de Irak-Suriye üzerinden Arap âlemini siyasal
yönden etkileme bakımından mevcut halk direnişlerinin gelişmesi üzerinde
kuşkusuz Kürdistan'da ısrarla sürdürülen direnişin büyük bir etkisi
vardır. Elbette bunun tersi olarak Mısır’da yaşanan bu gelişmelerin tüm
bölge üzerinde olduğu gibi, Kürdistan'da yaşanan mücadele üzerinde de
etkisi olacaktır. Kürt halk direnişine güç, moral verecek, daha çok azim
ve gayret içerisine girmesini teşvik edecektir.
Mısır halkına
yıllardır kan kusturan, baskı ve sömürü altında tutan Hüsnü Mübarek
kişiliğini küçümsememek gerekir. Bu kişiliğe bakıldığında, dört bin yıl
öncesinin firavunları nasılmış, nasıl yönetim olmuş görülebiliyordu.
Renk vermeyen, buz gibi, kendi egemenliği ve çıkarlarından başka bir şey
düşünmediği suratından belli olan bir kişilikti. Son yüzyılda Mısır’da
en uzun süre hüküm süren kişilik oldu.
Ortadoğu halklarının tarih yapmaya, yeni tarihsel çıkışlar gerçekleştirmeye güçleri vardır
Ekim
1981’de Mısır devlet başkanı Enver Sedat’ın bir suikast sonucu
öldürülmesi ardından, onun yardımcısı olan Hüsnü Mübarek Mısır devlet
başkanı oldu. Her ne kadar Enver Sedat suikastını Müslüman Kardeşler’e
bağlı örgütlenmelerin yaptığı söylense de, Arap milliyetçiliği böyle bir
olaya sonuna kadar sahip çıktı. Bugün Hüsnü Mübarek’in gidişini nasıl
büyük coşkuyla kutluyorlarsa, o zaman da Enver Sedat’ın vuruluşunu
coşkuyla kutlamışlardı. Hareket olarak o süreçte Lübnan-Filistin
sahasında eğitim ve hazırlık çalışmaları yürütüyorduk. Dönem 12 Eylül
faşist-askeri darbe dönemiydi. Hareketimiz ülkeden belli bir geri
çekilme yaşamıştı. Kendini Lübnan-Filistin direniş ortamına taşımış,
Arap âlemini daha yakından tanıma imkânı bulmuştu. Birinci konferansı
yapmış, 12 Eylül faşizmine karşı yürütülecek direniş mücadelesinin
hazırlık çalışmaları içerisine girmişti. Böyle bir ortamda Enver
Sedat’ın vuruluşu gerçekleşmişti ki, buna en çok sevinen, en çok
kutlayan toplumların başında da Filistin toplumu, Filistin Kurtuluş
Hareketi gelmişti. “Siyonist düşmanla işbirliği yapan ajanların sonu
budur” diye günlerce büyük bir sevinçle bu olayı kutlamışlardı.
Mübarek’in gidişi de halklar arasında daha geniş, daha ciddî bir biçimde
kutlanıyor. Belki bir suikasta maruz kalmadı, ama bu sefer halkın
isyanıyla, zorlamasıyla gidiyor. Dolayısıyla şöyle bir gerçeklik ortaya
çıkıyor: Demek ki Arap âleminde, Ortadoğu'da halkların hâlâ bir gücü,
iradesi, iş yapma yeteneği, hâlâ tarihten gelen canlılığını, direncini
koruyan bir yapısı var. Her ne kadar beş bin yıllık devletçi uygarlık
sistemi bu yeteneklerini köreltmek için yoğun bir baskı uygulamış olsa
da, yine her ne kadar son ikiyüz yıldır Avrupa modernitesinin
saldırıları çok tehlikeli bir toplum kırım geliştirmiş olsa da, hâlâ
Ortadoğu halklarının tarihlerine yakışır bir yapıları, bilinç ve iş
yapma kabiliyetleri vardır. Hâlâ özlerini kaybetmemişlerdir. Hala tarih
yapmaya, yeni tarihsel çıkışlar gerçekleştirmeye güçleri vardır. Son
gelişmeler kesinlikle bunu gösteriyor.
Aslında Ortadoğu toplumları
modernite saldırıları karşısında hiç direnmesiz kalmadılar. Arap
aleminde -her ne kadar egemenler şahsında hainlik ve işbirlikçilik
yaşansa da- halklar sürekli ret ve direniş içinde oldular. Bu direniş
bazen İslami kimlik kazandı, bazen milliyetçi kimlik, bazen demokratik
kimlik kazandı, ama değişik biçimlerde hep var oldu. Kürt toplumu bu
modernite saldırılarını hiç içine sindirmedi; buna hep isyan, direniş
ile karşılık verdi. Nasıl ki Birinci Dünya Savaşında işgal güçlerine
karşı ilk günden itibaren Süleymaniye’den Antep’e, Urfa’ya, Maraş’a
kadar bir silahlı direniş içinde olduysa, daha sonra da modernitenin
dayatmalarına karşı da isyan ve direnme geleneğini sürdürdü. Belki
ezildi, bastırıldı, ama güç bulduğu anda direniş içine girmekten geri
durmadı.
İran’da da bunu görüyoruz. İran halkları da bu konuda çok
duyarlıdır. Kendilerini yönetenlerin işbirlikçi olduğunu anladıkları
anda, bugün Mısır’daki gibi direniş içine girmekten hiç
çekinmemişlerdir. Şah karşısındaki İran halk ayaklanması belleklerde
hâlâ tazedir. Zaten birçok gözlemci, şimdi Kahire’de yaşananlarla otuz
iki yıl önce Tahran’da yaşananları kıyaslamaya, karşılaştırmaya
çalışıyor.
Türkiye toplumunun direncini de biliyoruz. Oranın da
kendine özgü bir direnişi vardır. En erkenden yabancı hâkimiyeti,
modernite etkilerini kabul etmeyen, buna karşı savaşan bir toplum
olmuştur. Daha sonra her ne kadar çeşitli hileli yollarla egemenleri
moderniteye teslim olmuş, çok kötü bir işbirlikçilik geliştirmiş olsalar
da, emekçiler, ezilenler, işçiler, memurlar, gençlik, kadınlar,
aydınlar hep bir direniş konumunu sürdürmüşlerdir. Bunu kendi emek ve
demokrasi mücadeleleriyle birleştirerek sürekli bir direnme halinde
olmayı sağlamışlardır. Dolayısıyla bugün Mısır’da yaşananlar tekil bir
olay, birdenbire ortaya çıkan bir durum değildir. Bu halk hareketleri,
özellikle son yüzyılda, modernite saldırıları karşısında bölgenin dört
bir yanında zaman zaman yükselen, zaman zaman da bastırılan toplumsal
direnişlerin günümüzde yeniden güçlü bir biçimde yükselişe geçmesini
ifade ediyor. Dolayısıyla bu olaylar tekil, geçici, tarihsiz, temelsiz
olaylar değildir ve etkileri de uzun süreli ve yaygın olacaktır.
Halklar gerçeğini anlayamıyorlar
Mübarek
kişiliği çok sinsi bir biçimde ama en ağır baskı ve sömürüyle otuz
yıldır Mısır toplumunu baskı ve sömürü altında, açlık ve sefalet içinde
tuttu. Herkes “Mısır’da yoksulluk çok. Diğer Arap ülkelerinin petrol
zengini olmalarına karşın Mısır’ın böyle bir imkanı yok, dolayısıyla
toplum bu nedenle yoksulluk, açlık yaşıyor değerlendirmelerinde
bulunuyordu. Ama basın Hüsnü Mübarek’in doksan milyar dolar servetinden
bahsediyor. Bu korkunç bir durumdur. Otuz yıldır Mısır toplumu ne
yaratmışsa sanki ele geçirmiş. Bir yandan firavun Mübarek doksan milyar
dolar servete sahipken, diğer yandan milyonlarca insan açlık sınırının
altında yaşıyor. Hüsnü Mübarek’in yarattığı sistem, işbirlikçi
diktatörlük gerçeği budur. Dolayısıyla da halkın isyanı, direnişi, her
türlü saldırı, katliama rağmen Kahire meydanına dört elle sarılarak geri
adım atmayışı buradan kaynaklanmıştır.
Bunların ifade edilmesi çok
ama çok gereklidir. Çünkü birçok çevre, “Bu olay nerden ortaya çıktı,
acaba arkasında kimler var, hangi gücün yönlendirmesi altında. Kahire
halkı ayaklanma yapabiliyor’ diye tartışıyor. Bu halk ayaklanmasının
arkasında mutlaka bir dış güç, bir egemen, bir hile arıyorlar. Tabi bu
görüşler büyük bir yanlış ve bu görüş sahipleri de büyük bir yanılgı
içindeler. Halklar gerçeğini anlayamıyorlar, tanıyamıyorlar.
Hüsnü
Mübarek rejiminin Mısır toplumunu nereye sürüklediğini göremiyorlar, ya
da görmek istemiyorlar. İnsanların açlıktan ölür hale getirilmesinin ne
anlama geldiğini bilmiyorlar. Çünkü onlar “ekmek yoksa pasta yesinler”
soyundan geliyorlar. Yokluğun, yoksulluğun, açlığın ne demek olduğunu,
insanı ne durumlara düşürdüğünü bilmiyorlar, yaşamamışlar, görmemişler. O
nedenle de böyle bir açlık durumunun insanda, toplumda ne tür etki,
ayağa kalkış ortaya çıkarabileceğini, onun yaratacağı direnme gücünü
tahmin edemiyorlar. Onlara göre halklar, düşürülmüş, çökertilmiş
insanlardır, dolayısıyla da ayağa kalkamazlar. Eğer bir yerde belli bir
hareketlilik yapıyorlarsa, orda mutlaka yine bir efendi vardır,
birilerinin kışkırtması hep buna yol açar. Çünkü toplumsal gerçekliği
böyle anlamışlar. Dolayısıyla şimdi de Mısır’da olanları bu biçimde
tanımlamaya çalışan epeyce bir çevre var. Oysaki gerçek bambaşkadır.
Demek ki milyonlar halinde insanları birlikte sokağa döken, bir arada
tutan önemli bir durum ortaya çıkmış. Bunun da mevcut rejimin toplumu
düşürme, köleleştirme çabaları olduğu tartışma götürmezdir.
Hüsnü
Mübarek kişiliği doksan milyarlık bir servet edinmekten geri durmazken,
insanları açlıktan ölme sınırına getirecek kadar adaletsiz, zalim bir
kişiliktir.
Hüsnü Mübarek kendi halkına karşı vicdansız olduğu
kadar, bölgesel politikalar üzerinde de kötü bir etkiye sahiptir. Otuz
yılda Ortadoğu halklarının baskı altına alınıp, ABD, İngiltere, İsrail
çıkarlarının Ortadoğu'ya hakim kılınmasında en fazla rol oynayan
kişiliktir. Küresel kapitalist efendilerine uşaklığını bölgesel düzeyde
gerçektende hakkıyla yapmıştır. Şimdi efendileri bile kendisine sahip
çıkmıyor, yüzüstü ortada bırakıyor. Bu, uşak-efendi ilişkisinin tarihte
de, günümüzde de özünün ne olduğunu, nasıl seyrettiğini gösteren bir
örnek oluyor. Yoksa ABD’nin de “çekil git” demesine bakarak Hüsnü
Mübarek rejiminin en sadık ABD uşağı olduğunu, Hüsnü Mübarek kişiliğinin
böyle oluştuğunu görmezden gelmemek lazım. Böyle bir sonuç köle-efendi
ilişkisinin doğal bir sonucudur. Köle, efendiye hizmet ettiği oranda
yaşama hakkına sahiptir. İşbirlikçi olan, ancak bu rolünü başarıyla
yürüttüğü oranda var olabilir. Fakat artık efendinin ihtiyacına cevap
veremiyorsa, işlerini yürütemiyorsa, onun kaderi de her köle gibi yok
olup gitmektir. Nitekim ABD yönetiminin Hüsnü Mübarek’e dayattığı tamı
tamına bu olmuştur. Bu durum işbirlikçiliğin ne olduğunu çok iyi
gösteren bir örnek teşkil etmektedir.
Hüsnü Mübarek, Enver Sedat’la başlayan ihanet çizgisini devam ettirmiştir
Hüsnü
Mübarek, geçmişte yaptıklarını şimdi nasıl değerlendiriyor, ne kadar
öfkeli, ne kadar yalvarır durumda bilemeyiz, ama tabi büyük kötülükleri
yapan kişiliklerin başında geliyor. Otuz yıldır Ortadoğu'daki kötü
işlerin, gericiliğin arkasındaki kişilik oldu; tarihe de böyle
geçecektir. Bazı durumlar şimdi açığa çıkıyor, bazıları daha ileriki
süreçte çıkacak. Fakat şu görülecek ki, gerçektende içte firavunluk
yaptığı gibi, bölge üzerinde de küresel hegemonyanın uşağı, işbirlikçisi
olarak en kötü rollerden birisini oynamıştır. Sadece Arap aleminde
değil Kürdistan’da, İran’da, bölgenin diğer alanlarında da benzer bir
rolün sahibi olmuştur. Unutmayalım, otuz yıl önce Ortadoğu'yu yöneten,
Arap âleminin ruhu olan, direnen insanlığın kıvılcımlarından birisi
konumunda bulunan Filistin direnişinin bu hale getirilmesinden başta
gelen sorumlu kişiliklerden birisidir. Enver Sedat’la başlayan ihanet
çizgisini devam ettirmiştir. Bir yandan İsrail ile uzlaşmayı da aşarak
teslimiyet eğilimini geliştirirken, diğer yandan ABD ve İsrail ile
işbirliği yaparak Filistin Kurtuluş Örgütü’nü zayıflatma, Hamas’ı
türetme, Filistin’i bölüp parçalama, Filistin halkının bugünkü güçsüz,
zayıf, yoksul, aç duruma düşmesine yol açma gibi bir sonucun
yaratıcılarından olmuştur. Hüsnü Mübarek yönetimi altında Filistin
direnişi yok edilmiştir.
Hüsnü Mübarek yönetime geldiğinde Filistin
Kurtuluş Hareketi bölgede en güçlü dönemini yaşıyorken, bu gün Filistin
Kurtuluş Hareketi neredeyse dibe vurmuş durumdadır. Filistin Kurtuluş
Hareketinin bu duruma gelmesinden en fazla sorumlu olan rejimlerden
birincisi Hüsnü Mübarek rejimidir. Çünkü Mısır yönetiminin Arap
milliyetçiliğini ve ulusal direnişini geliştirmede öncülük, önderlik,
belirleyicilik rolü vardır. Arap milliyetçiliği Mısır’da, Cemal
Abdülnasır önderliğinde gelişen bir hareket olmuştur. Nasıl ki Nasır
Mısır’ı Arap ulusalcılığının merkezi haline getirmiş ve bir Arap ulusal
hareketi yaratmaya çalışmış ise, ondan sonra gelen Enver Sedat ile
başlayan ve Hüsnü Mübarek ile devam ettirilen süreç de, bu ulusal
direnişçiliğin çözüldüğü, yok edildiği bir süreç olmuştur. Bunu en somut
olarak Filistin direnişinin yaşadıklarında görüyoruz.
Bu durum
sadece Filistin’de mi yaşandı? Değil elbette. Arap âleminin diğer bütün
alanlarında böyle özellikler taşıyor. Yemen’de biraz sol eğilimli
hareketlerin ezilmesinde mevcut yönetimi her yönden desteklemiştir. Daha
sonra, aralarında bazı çelişkiler gelişmiş olsa da, Irak, Suriye gibi
BAAS yönetimleriyle işbirliği yaparak baskı sistemlerinin sürmesinin
temel dayanağı olmuştur. Suudi’den Emirliklere, oradan Ürdün’e, Mağrip
ülkelerine kadar bütün krallıkların arkasında duran, onların varlığını
meşrulaştıran, yine Arap halkının çağdışı emirliklerle yönetilmesini
öngören bir çizginin sahibi olmuştur. Bütün bu gerilikleri,
gericilikleri Hüsnü Mübarek rejimi ayakta tuttu.
İran-Irak savaşında
da önemli bir payı vardır. Irak’ı savaşa kışkırtan, tahrik eden,
destekleyen kişiliklerden birisidir. Belki savaş Hüsnü Mübarek daha
iktidara gelmeden önce başladı, ama o zaman da başkan yardımcısıydı.
Daha sonraki süreçte biliyoruz ki, dıştan karşıt görünmesine rağmen,
Saddam Hüseyin yönetiminin İran’a saldırmasını gizliden gizliye ABD
desteklemiştir. ABD’nin ve diğer güçlerin Saddam Hüseyin yönetimini
gizliden desteklemesinin mimarı, yaratıcı, yürütücüsü Hüsnü Mübarek
rejimi olmuştur. Kendisi gizliden desteklediği, hatta asker göndererek
savaşa katıldığı gibi, bir de görünüşte Irak diktatörlüğüne karşıt
olduğunu söyleyen birçok uluslararası ve bölgesel gücün Saddam Hüseyin
yönetimine destek vermesinde aracı olmuştur. Sekiz yıl boyunca
milyonlarca insanın ölümüne yol açan savaşın aslında en önemli
sorumlularından birisi konumundadır.
Tabi Hüsnü Mübarek kişiliğinin
Kürtler açısından daha özgün ve uğursuz, daha iblisçe bir karakteri
vardır. ABD’nin sadık bir uşağı, işbirlikçisi olarak, Türk devletiyle en
sağlam, sürekli, kendi deyimleriyle kardeşçe ilişki yürüten rejim,
Hüsnü Mübarek rejimi olmuştur. Demirel ile nasıl can ciğer kuzu sarması
olduklarını çok iyi biliyoruz. “Mübarek kardeşim” dediği zaman
Demirel’in ağzından güller dökülüyordu. O özel savaşın tırmandırıldığı,
kontrgerillanın örgütlendirildiği, hizbikontranın Kürt halkına
acımasızca saldırtıldığı dönemlerde, bu saldırıları yürüten yönetimin
başı olarak Demirel, Mübarek rejiminden çok büyük destek aldı. ABD
işbirlikçiliğine dayanan bu kardeşlik aslında günümüze kadar da devam
etti. Hüsnü Mübaret sadece Demirel ile kardeş olmadı; Kenan Evren’in,
Tayyip Erdoğan’ın, Abdullah Gül’ün de yüce kardeşlerinden bir tanesiydi.
Yıllardır bölgeyi ABD adına, Türkiye ile birlikte yönetmeye çalıştılar.
Bu
birliktelik içerisinde çok tehlikeli süreçler yaşandı, yine çok
tehlikeli işler yaptılar. Bunların başında Uluslararası Komplo geliyor.
Şimdi Kürt halkı her tarafta bu komployu ve onu gerçekleştirenleri
lanetliyor. Hüsnü Mübarek’in gidişini Mısır halkından sonra herhalde en
büyük coşkuyla kutlayan Kürtler oluyor. Bunun haklı nedenleri vardır.
Kürtler, Mısır’daki halk direnişini yakından takip ettiler. Bu direnişin
en azından Mübarek’i tahtından düşürecek bir başarıya ulaşması toplumu
büyük bir heyecana, sevince boğmuş durumda.
Bu neden böyle? Acaba
sadece Kürtler de bir demokratik direniş yürütüyorlar, halk devrimi
yaşıyorlar, demokratik halk direnişi içindeler, o nedenle mi böyle bir
sevinci yaşıyorlar? Hayır, bu sadece bir yanı olmaktadır. Diğer yanı da,
elbette bu Hüsnü Mübarek kişiliğinin uluslararası komploda oynadığı
rolden dolayıdır.
Şunu hiçbir zaman unutmamamız gerekecek,
uluslararası komplonun böyle yaşanmasında bazı temel roller oynanmıştır.
Hiç kuşkusuz komployu ABD-İngiltere-İsrail ittifakı planladı ve
yürüttü, komplo küresel sistemin bir ürünüydü. Fakat bunların
planlarının 15 Şubat komplosu halinde gerçekleşmesinde rol oynayan temel
aktörler oldu. Önder APO’nun Suriye’den çıkartılması önemli ve iyi
anlaşılması gereken kritik süreçlerden birisidir. Çünkü Önderlik
üzerindeki baskı sadece 1998’de gündeme gelen bir husus değildi. Önder
APO’nun Ortadoğu'da olduğu, Suriye zemininde hareket ettiği çok
öncesinden bilinen bir durumdu. Dolayısıyla TC devleti bu durumu
değiştirmek için, on yıldan fazla bir süre tüm imkanlarını orta koyarak
çaba harcamıştı. Sadece TC devleti mi? Elbette ki hayır. Türk devleti
Avrupalı dostlarını, NATO’daki ortaklarını, hepsini devreye koyarak
Önderliğin Suriye’den çıkartılması, tutuklanması, Almanya’da
yargılanması için küresel düzeyde yoğun bir çaba harcamıştı. Dikkat
edilirse bu çabaların hiçbirisi başarıya gitmedi. Hiçbir dönemde bu
çabalar sonuç vermedi. Önderliğe yöneltilen komplocu saldırılar başarı
elde etmediği gibi, Önderliğin Suriye’den çıkartılmasını hedefleyen
baskılar, girişimler de bir sonuç vermedi.
Peki, böyle bir sonuç ne
zaman ortaya çıktı? 9 Ekim 1998 tarihinde Hafız Esad yönetimindeki
Suriye hükümeti Önder APO’nun Suriye’den çıkmasını istedi. Böyle bir
sonucun ortaya çıkartılmasında birinci derecede rol oynayan kişiliğin
Hüsnü Mübarek olduğunu çok iyi biliyoruz. Buna şunu da eklemek gerekir:
Eğer Hüsnü Mübarek gibi bir kişilik ve onun baskısı olmasaydı, başka
hiçbir güç Hafız Esad yönetimini Önder APO’yu Suriye’den çıkartmaya
ikina edemezdi; Hafız Esad yönetimini etkileme, ikna etme, tehditle
korkutma düzeyine ulaşamazdı. Bunu yapabilecek tek bir merci vardı:
Kahire yönetimi. O merci de gerçekten de bu düzeyde rol oynadı.
Uluslararası komplonun aslında nasıl ki düğmesine basanı Kürt
işbirlikçiliği olduysa, başlatanı da Mübarek firavunluğu olmuştur. Kürt
halkı bunu hiçbir zaman unutmayacaktır. Mübarek adeta Ankara-Şam
arasında mekik dokudu. Kendisi de son zamanlarda bunu itiraf ediyordu.
Bu görevi ABD başkanı Clinton’ın emri ve Suudi kralının ricası üzerine
yerine getirdiğini söylüyordu. Ankara’nın baskılarından çok, Hüsnü
Mübarek’in baskısı ve tehdidi Hafız Esad yönetimini korkuttu, ürküttü ve
Önder APO’nun Suriye’den çıkartılma kararını almaya götürdü. Bu
bakımdan Mübarek, komploda en tehlikeli, en kritik rollerden birini
oynayan, Kürdün özgürlük ve demokrasi davasına en ağır saldırı yapan, en
fazla zarar veren kişiliklerden birisi oldu.
Alma mazlumun ahını…
Elbette
Mübarek’in komplodaki rolü bununla sınırlı kalmadı. Daha sonraki
süreçte de devam etti. Önder APO’nun Kenya’dan kaçırılmasında da bu
rejimin, Hüsnü Mübarek kişiliğinin önemli bir rolü vardır. Komplonun
yürütülmesinde Kahire’nin bir üs olarak kullanıldığını çok iyi
biliyoruz. Kenya’dan Önder APO’nun kaçırılması operasyonu Kahire’de
planlandı, örgütlendi ve koordinesi buradan yapıldı. Önder APO’yu
Kenya’dan almaya giden Türk uçağı Kahire’den kalktı. Önder APO
kaçırılırken destek Kahire’den alındı. Ortaya çıkıyor ki, Hüsnü Mübarek
uluslararası komployu yürüten uluslararası koordinasyon içerisinde yer
alan bir kişiliktir. Hüsnü Mübarek Mısır’da, Ortadoğu'da, Arap aleminde
mazlum halklar üzerinde baskı ve sömürünün en zalim biçimde
yürütülmesinin mimarı olmakla yetinmemiştir. Kürt halkının binlerce
şehit temelinde geliştirdiği özgürlük direnişini bastırma operasyonunun
da yürütücülerinden biri olma cüretini göstermiştir. Önder APO’nun
Suriye’den, Ortadoğu'dan çıkartılmasında temel rollerden birinin
sahibidir. Derler ya, alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste! Kısaca,
Hüsnü Mübarek’in Kürdistan ve Kürt özgürlük ve demokrasi mücadelesi
açısından oynadığı olumsuz rol bu biçimde ifade edilebilir.
Şimdi
Kahire halkı Mübarek’i “benim” dediği topraklardan kovuyor. Kürt Halk
Önderliğine yapılanın karşılığı olacak durumdadır. Otuz yıllık
diktatörlük saltanatından kopartılması, az da olsa yaptıklarının
hesabını verdiği, intikamının alındığı anlamına geliyor. İşte
Kürtlerdeki bu coşku, sevinç buradan kaynaklanıyor. İnsanların
Mısır’daki mücadelenin nasıl sonuçlanacağını pürdikkat izlemeleri bu
nedenleydi. Şimdi ulaşılan sonucun büyük sevinç yaratması da burdan
ileri geliyor. Hiç olmazsa Mısır halkı, uluslararası komploda
kendilerini yönetenlerin oynadığı uğursuz ve tehlikeli rolün intikamını
almış oluyor. Son firavun tarafından alnına düşürülmüş kara lekeyi Mısır
halkı bu biçimde temizliyor. Elbette bu iyi bir durumdur. Halkların
birliği, kardeşliği açısından, Ortadoğu'nun demokratik gelişimi
açısından umut ve güven verici bir durumdur. Arap- Kürt demokratik
kardeşliğinin, dostluğunun, birliğinin yaratılmasında önemli bir gelişme
olmaktadır. Böyle bir sonuca ulaştığı için elbette Mısır Arap halkı,
Kahire halkı onurlanmıştır, yücelmiştir. Bölge halklarıyla, demokratik
insanlıkla kardeşleşmeyi hak etmiştir. Onun da coşkusunun, heyecanının
burdan kaynaklandığı, başı dik bir hale, gururlu bir duruma bu nedenle
geldiği açıktır.
Mısır’daki durumu önemsemek lazım
Mısır deyip
geçmemek lazım! Sümer’den ve onun ortaya çıktığı Dicle-Fırat havzasından
sonra, hiyerarşi ve devlet uygarlığının en erkenden geliştiği yer Nil
vadisidir. Mısır’daki firavun geleneği eski ve tarihi bir gelenektir. Bu
gelenek ki, firavunların, özellikle köleciliği geliştirmede,
derinleştirmede, milyonlarca insanı yerinden yurdundan, yaşamından
kopartarak, Hüsnü Mübarek’in yaptığı gibi, sadece kendi çıkarları
doğrultusunda kullandıkları bir özelliğe sahiptir. Mısır rejimi, Kahire
rejimi deyip geçmeyelim. Peki, Mısır coğrafyasında neden böyle bir
sistem ortaya çıkmıştır? Elbette ki bu coğrafyanın zenginlikleri
sonucunda ortaya çıkmıştır. Bunlar olmasaydı böyle bir gelişme olmazdı. O
anlamda tarihsel gelişmenin, toplumsallaşmanın, insanlık gelişiminin,
doğal toplum oluşumunun merkezlerinden birisi konumundadır. Böyle bir
toplumsal temeli de vardır. Fakat devletçi uygarlığın da en eski olduğu,
firavun köleliğiyle temelinin atıldığı bir alandır da. Mısır, devletçi
uygarlık ile demokratik uygarlığın aynı mekanda var olduğu ve aralarında
keskin bir çatışmanın yaşandığı bir saha olmaktadır. Demek ki Mısır’da
her zaman derin çelişkiler ve çatışmalar var olmuştur. Kahire her zaman
bir çıkar mücadelesine sahne olmuştur. Merkezi uygarlık döneminde bu
tarihsel süreç hep böyle gelişti. Mısır bölge açısından hep önemli bir
merkez oldu. İlkçağ uygarlığının Akdeniz üzerinden Avrupa’ya
taşınmasında, yine devletçi uygarlığın Afrika’ya yayılmasında önemli bir
rol oynadı. Kahire böyle Kahire oldu. Mısır aslında böyle ülke haline
geldi. Mısır toplumu ve siyaseti bu çerçevede oluştu. En son olarak da
İslam devletinin gelişmesi, onun ideolojisinin yayılmasında da benzer
bir rolü oynamıştır. Her ne kadar İslamiyet Mekke ve Medine’den doğmuş,
Arap yarımadasından doğup yayılmış olsa da, bütün Kuzey Afrika’ya,
Mağrip’e Doğu Akdeniz’e yayılmasında merkez rolü Mısır oynamıştır.
Kahire İslam dünyasında önemli iktidar merkezilerinden biri olma
özelliğini her zaman korumuştur. Bu da bir gerçek. En son Osmanlı
bölgesel imparatorluk sürecinde de aslında İstanbul’dan sonraki en
önemli yönetim alanı Kahire olmuştur. Nasıl ki İstanbul bütün
imparatorluğun yönetim merkezi sayılmışsa, Kahire’de aslında Arap
aleminin, imparatorluğun kuzey Afrika bölümünün yönetim merkezi olarak
rol oynamıştır. Osmanlı yönetimindeki Kahire’nin rolü bu düzeydedir.
Daha sonraki süreçte Osmanlı merkezi yönetimi zayıflayınca, Kahire
yönetimi öne çıkmıştır. Özellikle Avrupa kapitalist modernitesinin
Ortadoğu'yu ele geçirme hevesleri ve plânı gündeme geldiğinde, İstanbul
yönetimine karşı öne çıkartılan, destek verilip iş yaptırılabilecek olan
yönetim merkezi olarak Kahire birinci plânda görülmüş ve
değerlendirilmiştir. Böyle de rol oynadığı biliniyor. 19. yüzyıl boyunca
Osmanlıya karşı bir isyan merkezi, 20. yüzyılın başında, Birinci Dünya
Savaşında İngiltere-Fransa-Rusya ittifakının Ortadoğu'yu ele geçirme
plânında en temel dayanak, birinci başkent konumundadır. Daha savaş
başlamadan İngiliz ordularının asker çıkardığı iki yer vardır:
Birincisi, Basra körfezinden Irak toprakları; ikincisi, Mısır
toprakları. İngilizler buralara el attıktan sonra Osmanlıyı
kuşatabilmiş, yıkıma uğratabilmişlerdir. Diğer yandan, Arap dünyasının
kapitalist modernitenin hâkimiyeti altına girmesinde ve 22 devlete kadar
bölünüp parçalanmasında Mısır merkezli politikalar belirleyici rol
oynamıştır. Şimdi Arap âlemi 22 devlete bölünmüş, ama Mısır bunlar
içerisinde Arap toplumunun, âleminin yönetiminin, iktidarının beyni ve
kalbi durumunda. Cemal Abdülnasır yönetimiyle de Arap ulusalcılığının,
milliyetçiliğinin, Arap ulusal birliğini yaratma düşüncelerinin doğduğu,
canlandığı merkez konumunda.
Mısır’ın Arap âlemi açısından rolü,
konumu böyle. Sadece Araplar açısından değil, Ortadoğu genelinde önemli
bir role sahiptir. Öte yandan Ortadoğu'nun herhâlde nüfusu en kalabalık
devleti Mısır’dır. Türkiye ve İran’dan daha çok nüfusa sahip. Mısır
ordusu dünyanın en büyük on ordusundan bir tanesi. Tarihsel olarak da
firavun köleliğinden gelen bir devletçi geleneğe sahip. Neredeyse devlet
aslında orda devlet olmuş, iktidar orda oluşmuş ve bugün de yaşıyor.
Böyle bir tarihi tecrübesi var. Yakın süreçte gelişen Arap
milliyetçiliğinin de merkezi konumunda. Aynı zamanda toplumsallığın
merkezi olduğu kadar, düşünce, kültür ve sanat merkezi olma gerçeğini de
taşıyor. Bu da tarihsel olarak gerçekleşmiş bir durumdur. Bu bakımdan
hem devletçi iktidar sistemleri açısından, hem de demokratik toplum
açısından önde gelen bir alan. Bu bakımdan da sadece Arap âlemi değil,
Ortadoğu toplumlarının yönlendirilmesinde önemli rol sahibi olan bir
alan. İslâm düşüncesinden tutalım da demokratik aydınlanmaya kadar her
türlü düşünce akımının geliştiği, medreselerin, üniversitelerin en çok
var olduğu, bilim ve sanatın en çok geliştiği bir sahadır Mısır.
Mısır’daki
durumu önemsemek lazım. Mısır’da yaşanan gelişmeleri Tunus’taki ile
karıştırmamak gerekiyor. Yemen’de olup bitenlerle kıyaslamamak lazım.
Tunus’ta olan Tunus’la sınırlı kalabilir, Yemen’de olan ancak Arap
yarımadasını etkileyebilir, ama Mısır’da olan bütün Arap âlemini en
yakından ve hızla etkileyeceği gibi, bütün Ortadoğu üzerinde çok büyük
bir etkide bulunur. Ortadoğu'nun yönetim olarak üç temel merkezi var. Bu
üç merkez yirminci yüzyılda oluştu. Birinci merkez, Türkler adına TC
devlet yönetimi; ikincisi, İran toplumları adına Tahran yönetimi;
üçüncüsü, Arap alemi adına Mısır-Kahire yönetimi bunu yapıyor. Mısır,
Arap ulusal yönetiminin merkezi olma rolünü taşıyor. Her ne kadar Şam,
Bağdat, Mekke kendilerini bir yönetim merkezi olarak göstermeye
çalışsalar da, bu duruma zaman zaman itiraz edip, kendilerini Kahire’nin
yerine geçirmeye çalışıyor olsalar da, bu gerçekleşmiş değildir.
Mısır’ın rolünü hiçbir zaman üslenemediler, günümüzde de öyle bir düzeye
ulaşmış değiller. Hafız Esad’ın bütün siyasî maharetine rağmen yine de
Şam bir Kahire olamamıştır. Olması da mümkün değil. Şam ancak Arap alemi
içerisinde bir bölgenin liderliği düzeyine yükselebilmiştir. Oysaki
Mısır bütün Arap âlemini yönlendiren bir karaktere sahiptir. Mısır’da,
Kahire’de ne oluyorsa, bu sadece devlet sınırları içinde kalmıyor, aynı
şey bütün Arap âleminde yaşanıyor ve bölgeyi etkiliyor.Bu bakımdan tabi
Mısır’daki gelişmelerin Arap âleminde ve bölgede çok yaygın etkisi
olacak ve bu hızla yayılacak.
Mısırdaki gelişmeler nereye gidebilir?
Yakın
zamanda gelişmeler ne olacak, nereye gidecek, bu halk direnişleri daha
nasıl devam edebilir, ne kadar dayanabilir, mevcut dönüşüm sürecinde
Ortadoğu gerçekten nasıl yeniden yapılanır? Şimdi herkes bu soruları
kendine soruyor ve bunlara cevap arıyor. Bunlar oldukça önemli, tarihi
hususlar oluyor. Sadece bölgede yaşayanların değil, dünyada herkesin
kendine sorduğu, cevap vermeye çalıştığı konular bunlar olmaktadır.
Fakat yapılan tartışmaların hepsi spekülâtiftir.
Şu durumda fazla
bir şey belirtmek mümkün olmamaktadır. Halihazırda Mübarek, yönetimi
ordu konseyine bırakmış durumda. Bu ordu dünyanın en büyük on ordusundan
bir tanesi. Fakat öyle çok zaferler kazanmış bir ordu da değil. Aslında
Mısır’da son yüzyılda yaşanan gelişmelere bakarak var olan ve
gelişebilecek olan yönetim karakterini anlamak daha kolay olmaktadır.
Mısır Birinci Dünya Savaşında İngiltere’nin işgali ettiği alan oldu.
Daha sonra Mısır’da işbirlikçi krallık kuruldu. İkinci Dünya Savaşından
sonra, krallık rejiminin son temsilcisi olan Kral Faruk 1952’de Cemal
Abdülnasır’ın gerçekleştirdiği bir darbeyle düşürüldü. Ardından Hür
Subaylar örgütü iktidara el koydu. Arap radikal milliyetçiliği Cemal
Abdülnasır tarafından geliştirildi. Bir Mısırlı olmaktan öteye, bir Arap
lideri olarak hareket etti ve böylece de İsrail’le hep çatışma içinde
oldu. 1956-57 Süveyş bunalımında askeri başarı elde edemese de, siyasî
başarı elde etti ve liderliğini güçlendirdi. 1967 Sina savaşında
yenildi. Zaten bütün kredisi de düştü. 1970’te Cemal Abdülnasır öldü ve
yerine Enver Sedat geçti. O ise İsrail’le çatışma değil uzlaşmayı
yeğledi. Arap ulusal liderliği değil, Mısır yönetimi olarak hareket
etti. Mısır’ı bir Arap birliği yönetimi yerine, Mısır sınırları
içerisinde bir devlet yönetimi haline getirmeye çalıştı. 1981’de Enver
Sedat’ın bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra Hüsnü Mübarek, otuz
yıllık devam edecek yönetime adım attı. Mısır yöneticileri bundan
sonrasında askeri yollarla İsrail’i geriletemeyince, askeri başarılar
kazanamayınca, siyasî uzlaşmayı geliştirmeyi öngördüler. Bu da Cemal
Abdülnasır’ın geliştirdiği ulusal direnç, başkaldırı, bağımsızlık tutumu
yerine işbirlikçiliği, bağımlılığı geliştirdi, derinleştirdi. Uzlaşma
siyasetini ancak dünyanın en güçlüsüne işbirliği yaparak, Mısır’ın ve
Arap âleminin potansiyelini kullanarak yürütebileceğini gördüler ve
böyle de yapmaya çalıştılar. Arap birliğinin petrole dayalı
zenginliklerini ve bir de Mısır’ın hem askeri, hem de Arap âleminde ve
Afrika’daki gücünü kullanarak ABD’yi etkilemeye ve böylece İsrail
karşısında var olmaya çalıştılar. Politika olarak bunu bildiler.
Şimdi
yeniden, bütün ulus-devlet sistemleri açısından geçerli olduğu gibi,
Mısır’da da geçerli olan kanun işliyor: devletin esası ordudur. Şimdi
devleti temsil eden güç olarak Mübarek kişiliği, hanedanlığı büyük tepki
aldı, halk isyanla, öfkeyle onu attı. Bunun yerine hemen toplumun
karşısına sevilen güç, topluma yakın güç olarak lânse edilen ordu
çıkartıldı. Zaten halk isyanının orduyu aşabilecek durumu da yoktu. Halk
“millet ordu el ele” sloganı ile yürüyordu. Sonuçta Mübarek yönetimden
düştü ve şimdi yönetim ordu konseyinde bulunmaktadır. Bazıları bunu bir
askeri darbe olarak değerlendiriyorlar. ABD-ordu ve Mübarek anlaşması
sonucunda gerçekleşti diyorlar ve bunu isteyenin de İsrail olduğunu
söylüyorlar. İsrail’in istemi doğrultusunda ABD-ordu ve Mübarek’in ortak
uzlaşması ile böyle bir değişikliğin gerçekleştiği ifade ediliyor.
Elbette ki İsrail’in işin içinde etkili olduğu doğru bir belirlemedir.
Çünkü mevcut gelişmeler en çok İsrail’i korkutuyor. Enver Sedat ve Hüsnü
Mübarek politikaları; Arap milliyetçiliğini etkisizleştiren, Arap
âlemini pasifize eden ve böylece İsrail’in güvenliğini rahatlatan temel
unsurlardandı. Hüsnü Mübarek rejiminin yıkılmasının bu durumu bozduğunu,
dolayısıyla İsrail’in varlık ve güvenlik sorununun ciddî bir
belirsizliğe, tehlikeye girdiğini görüyorlar. Mısır’daki gelişmeler
İsrail’in durumunu sadece yakından etkilemiyor, aynı zamanda belirliyor
da. O nedenle baştan itibaren İsrail, gelişen halk ayaklanmasına karşı
Hüsnü Mübarek yönetimine destek verdi. Halk hareketine karşı çıktı.
Hüsnü Mübarek eğer on yedi gün boyunca, Mısır’da o kadar kan dökme
gücünü gösteren halk hareketine karşı direndiyse, biraz da İsrail’den
aldığı destekle, teşvikle direndi.
Fakat sonunda halkı yatıştırmak
için de olsa Mübarek gitmek zorunda kaldı. Güvenilir kurum olarak ordu
yönetimi ele geçirmiş oluyor. Ordu ne yapacak, nasıl yürütecek belli
değil. Bazıları demokrasiye bağlı bir ordu olarak lanse ediyorlar, fakat
bu ordunun yakın döneme kadar böyle bir demokratik geleneği pek fazla
yok. Bu ordu demokrasi için de örgütlenmiş bir ordu filan değil.
Dolayısıyla bazıları yeni bir askeri diktatörlük dönemi gelişebilir,
uzun süreli yaşanabilir diyorlar. Ama o da zordur. Önümüzdeki siyasal
süreç nasıl bir planlamayla işler bilemeyiz, ama en azından bazı temel
tespitler yapılabilir.
Birincisi, belki ordu yönetimiyle birlikte mevcut halk hareketi biraz geriye çekilebilir. Yani o sokaklar sakinleştirilebilir.
İkincisi,
ordu bir diktatörlük yaratır görüşü çok gerçekçi görünmüyor. İçinde
bulunduğumuz koşullar, Mısır ve Ortadoğu koşulları bunu kaldırmaz. Yeni
bir Hüsnü Mübarek rejimini ne Mısır, ne Ortadoğu kaldırabilir. ABD’nin
Ortadoğu'ya dönük saldırısı da onu kabul etmiyor. Dolayısıyla değişiklik
olacaktır. Yani eski tek kişilik diktatörlük durumu aşılacak. Fakat ne
düzeyde ve nasıl bir yönetim oluşacak orası tabi çok net değil. Mevcut
durumda Mısır’daki gelişmeleri yönlendirmeye çalışan, önde gelen kuvvet
küresel sistem güçleri ABD-İngiltere-AB ülkeleridir. Özellikle halk
hareketinin ciddiyet kazanması, uzun süreli olması ve artık Mübarek
rejimiyle tam bir çatışma içinde olduğunun netleşmesinden itibaren ABD
çok faal olarak işin içerisine girmiştir. Çünkü tehlikeyi görmüştür.
Dolayısıyla Mısır’ın denetiminden çıkmasından duyduğu korkuyla olayları
yönlendirmeye çabalamıştır. Bu doğrultuda da müttefikleriyle birlikte
Hüsnü Mübarek’in çekilmesi için belli bir plân geliştirip, baskı
uyguladığı gibi, bazı ayrıntılar da yaratmaya çalışmıştır. Şu anda
Mısır’da yeni işbirlikçileri öne çıkarıyorlar. Öte yandan çok partili
sistemi geliştirme yönlü görüş ve çabaları var. İşte ABD ve AB bu
temelde Mısır’daki gelişmeleri bu temelde yönlendirmeye çalışıyor,
çalışacak. Belki etkili de olabilir. Bazıları baştan itibaren böyle
olduğunu söylüyorlar. O görüş doğru değildir. Aslında ABD’nin de
Ortadoğu'da yürüttüğü bir mücadele vardı, ama Mısır’daki, Arap
alemindeki gelişmeler ABD’nin ürünü değil. ABD, gelişmeler ortaya
çıktıktan sonra, kaybetmemek ve de gelişmeleri yönlendirmek üzere
harekete geçmiş durumda. Aslında gelişen halk hareketi ABD
işbirlikçiliğine karşı bir gelişme oldu. ABD şimdi bu hareketlenmeyi
Büyük Ortadoğu Projesi içerisine katmaya ve var olan gücünü korumaya ve
bunu geliştirmeye çalışıyor.
Irak’ın yerine Mısır’ı koymak…
ABD’nin
tutumunun iki yönlü olduğunu söyleyebiliriz. Bir, denetimi altındaki
toprakları kaybetmek istemiyor. Bu konuda korku duyuyor. Kendisine
karşıt gelişmeleri kontrol altında tutmak için çaba harcıyor. İki,
mevcut değişikliği Büyük Ortadoğu Projesi doğrultusunda yönlendirmek,
oraya kanalize etmek, kendi istediği bir Ortadoğu'ya dönüştürmek için
fırsat olarak değerlendiriyor. ABD artık Hüsnü Mübarek gibi bir sistemi
değil de, en azından Türkiye’deki gibi bir sistemin Kahire’de de
gelişmesini isteyecek, buna razı olacak. Yani çok partili bir oligarşik
sistem, göreceli biraz daha demokratik, tek kişilik diktatörlüklerin
aşıldığı bir sisteme razı olacak. . Bir uçta Ankara bir uçta Kahire
olursa İran karşısında da daha etkili hale gelebilir. ABD bunu Irak’ta
geliştirmek istedi, ancak başaramadı. Irak’ın ortamı buna uygun düşmedi.
Irak hemen parçalandı. Irak’ta farklı toplumsal kesimler var. Şiî,
Sünnî mezhepleri ile Kürt, Arap, Türkmen milliyetleri ayrımı Irak’ta
ABD’nin Ortadoğu modeli yaratmasına izin vermedi. Irak’ta iki partili
ABD modeli yaratılacaktı, ama bu olmadı. Irak bir model ülke haline
gelemedi. Belki ABD karşıtlığının ve ulus-devlet sisteminin kırılmasında
Irak’ı vurmak ABD’ye güç verdi, Ortadoğu'ya asker çıkrama, askeri
denetime almayı sağladı, ama öngördüğü siyasî modeli Irak’ta yaratamadı.
Şu haliyle de yaratamayacağı açığa çıkmıştır. Irak ona uygun değil.
Dolayısıyla Türkiye-Irak ittifakıyla Ortadoğu'da Büyük Ortadoğu
Projesini şekillendiremiyor. Sanki ABD’nin Irak’ın yerine şimdi Mısır’ı
koymak istiyor gibi bir havası var. Benzer bir siyasî yapılanma
arayışını Mısır’da geliştirmek isteyebilir. Bu sistem de esasta iki
partili, söylemde çok partili; sözde demokratik, gerçekte oligarşik bir
sistemdir. Mısır’da bu sistemi yaratabilirse, daha sonra onu Türkiye ile
ittifak haline sokabilir. Eski Osmanlı topraklarının denetim altında
tutulması, yönetilmesinde bu ittifak önemli bir rol oynayabilir. Aynı
zamanda bu ittifakla İran karşısında da büyük bir güç ortaya çıkartmış
olur. İran’ı da, eğer uzlaşmaya razı olmazsa baskıyla, eski şahlık
döneminde olduğu gibi, tekrar ABD ile tam uyumlu bir yapıya çekebilir.
ABD’nin böyle bir siyaset izleyeceğe benziyor. Dolayısıyla Mısır’daki
durumu buna göre değerlendirmek isteyecektir. Fakat ABD böyle istiyor
diye Mısır’daki bütün gelişmeler ABD’nin denetiminde olduğu, halk
hareketini “ABD başlattı, yürüttü” demek kesinlikle doğru değildir.
Aksine Bu hareketin içinde bir parçadır. ABD-AB-İsrail, karşıt radikal
gelişmelerden korktukları için, bu hareketleri denetlemek üzere böylesi
girişimlerde bulunuyorlar.
Mısır’da milliyetçilik dışında örgütlü
güç, akım dinciliktir. Toplumsal tabana dayanan en önemli siyasal akım
İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) hareketidir. Müslüman Kardeşler
hareketi dinci bir hareket. Geçmişte rejime karşı çok büyük bir direniş
içinde de oldular. Radikal milliyetçilikle çok çatıştılar. Mısır’da
sıkıyönetim bunları bastırmak için uygulandı. Baskıyla biraz
geriletildiler. Fakat toplumun derinliklerine kök salmış bir
harekettir. Diğerleriyle kıyaslandığında düşünce gücüne sahip ve direniş
temeli olan yine kitlelerle en fazla bağı bulunan bir harekettir.
Müslüman Kardeşler hareketinin Mısır toplumunda en örgütlü siyasi
hareket olduğu tartışmasızdır. Fakat mevcut durumdaki düşünceleri
nelerdir, örgütlükleri ne kadardır, ne kadar bütünlüklerini koruyorlar
hususları net değildir. İkincisi, bu hareketin ABD ile ilişkilerinin
düzeyi de bilinememektedir. Müslüman Kardeşler hareketi geçmişte
Sovyetler Birliği’nin müttefiki olan Arap milliyetçiliğiyle çatışırken
aslında Amerika’yla ilişki içindeydi. Tıpkı Afganistan’da Sovyetlere
karşı direnişte Taliban hareketini Amerika nasıl yarattı, desteklediyse,
Mısır’da da Cemal Abdülnasır yönetimine karşı Müslüman Kardeşleri öyle
destekledi. Bu bakımdan şimdi ABD ile ilişkileri nasıl, o tam
bilinemiyor. Taliban gibi ABD’den kopmuş, karşıt hale gelmiş midir,
yoksa ABD ile işbirliği içindeler mi? Yani Müslüman Kardeşler örgütü ne
kadar radikal siyasi İslam, ne kadar ılımlı İslam çizgisi içinde henüz
belli değildir. Radikal siyasi İslam konumunun geliştirilmemesi için
birçok güç çaba harcıyor. Herhalde Amerika ılımlı İslam çizgisini
geliştirmeye çalışacak. “Mısır Türkiye modelini, yani AKP modelini
izlesin” diyenler var. Dolayısıyla ABD tarafından ılımlı siyasal İslam,
Mısır toplumunun temel ekseni olarak görülebilir. ABD’nin İslami akımı
tümden karşısına alacağını düşünmemek lazım; Türkiye’deki gibi, ABD-AKP
uzlaşması gibi, Mısır’da da bir İslami akımı, AKP gibi bir akımı esas
alabilir, geliştirebilir, yönetim gücü haline getirebilir. Böyle bir
uzlaşma olabilir. Eğer böyle bir güç var ve ABD ile işbirliği
halindeyseler, tabii ki onların önümüzdeki süreçte güç olma
olasılıkları çok fazladır.
Mısır’ın tarihsel toplumsallığı güçlüdür
Mısır’da
milliyetçilik ve dincilik akımları dışında bir de gerçek demokrasi
akımı var. Toplumsallığın geliştiği yerdir. Gerçekten Ortadoğu’da
toplumsallığın var olması, demokratik kültürü, direnişi geliştirmesi
bakımından Kahire her zaman bir merkez olmuştur. Devletçi sistemin en
tehlikeli bir merkezi olmasına rağmen, demokratik toplumun da önemli bir
merkezidir. Bunlar tarih içinde iç içe birlikte yaşanmıştır. Bu anlamda
gerçek demokrasinin gelişmesinde Arap âleminde en yatkın alan tabi ki
Mısır, Kahire toplumudur. Bir düşünce gücü vardır. Aydınlanma söz
konusudur. Demokratik arayışlar vardır. Bu anlamda birçok gerçek
demokratik eğilim vardır. Cemaat demokrasisine dayalı demokratik
gelişmeler yaşanabilir. Ortadoğu kültürüne, tarihine, toplumsallığına
uygun bir demokratikleşmenin örneğini de verebilir. Bu tür arayışlar
vardır. Ona da kapalı değildir. Fakat onun gerçekleşmesi için çatışma,
direniş durumlarının gelişmesi gerekir. Mücadelenin sürmesi ve
radikalleşmesi gerekir. Ancak radikal demokratik bir hareket gelişirse,
öncülük ederse ve mücadele bu temelde uzun sürece yayılabilirse Mısır’da
gerçek demokrasi diyebileceğimiz, Demokratik Konfederalizm olarak
tanımlayacağımız bir süreç gelişebilir. Bunun da önü açıktır. Fakat
bunun, bu bilincin ne kadar var olduğunu, örgütlü olduğunu, öncülük
edecek güçlerin ne kadar olduğunu bilmiyoruz. Fakat bu kadar direnişte,
isyanda ısrarlı olmaları halk içinde örgütlülüklerinin olduğunu
göstermektedir. Bu da önemli bir bilinçliliğin olduğunu ifade ediyor.
O
nedenle hemen Amerika’nın bir isteğiyle, ordunun bir söylemiyle bu
durumun yatışacağını beklememek gerekir. Mısır halkı o kadar bilinçsiz
değildir. Evet, Mübarek gitsin diye, onun yarattığı açlığa bir isyan
oldu, ama bu isyan sadece bununla sınırlı değildir. Belli bir bilinç ve
siyasi tecrübe, bir toplumsal örgütlülük durumu vardır. Halk demokratik
bir sisteme, hak ve özgürlüklere ulaşmak istiyor. O istem doğrultusunda
bu direniş gelişti. Bunlar olmasaydı bu kadar direniş olmazdı.
Dolayısıyla gerçek demokrasi akımının gelişmesi, en azından yeni sürecin
önemli bir kolu olma olasılığı güçlüdür.
Kısaca, Mısır halk
hareketi sonucunda gelişebilecek olasılıklar bunlardır. Bunlardan
hangisi gelişecek belli değildir. Kısa vadede ABD- ılımlı siyasî İslam
uzlaşması yönünde bir gelişme olabilir gibi görünüyor. Bu eğilim daha
güçlü gözüküyor. Fakat tabi bu dıştan bir görünüştür. İçi nasıldır,
somut durum neyi ifade ediyor, Mısır-Kahire toplumunun durumu ne,
örgütlenme ve bilinç düzeyi nasıl çok bilinmiyor. Ancak daha farklı
gelişmeler de olabilir. Böyle yüzeysel bir sonuca fırsat vermeyebilir.
Daha derinleşmiş bir demokrasi mücadelesi gelişebilir Mısır’da. Bunun da
önü açıktır.
“Kahire’de ne olursa Şam’da etkisi görülür”
Hüsnü
Mübarek’in devrilmesinin Ortadoğu’daki etkilerinin ne olacağına bakmak
anlamlı, önemli ve günceldir. Çünkü Mısır’da yaratılan sonucun Arap
âlemine ve Ortadoğu’ya derin etkileri olacaktır, hem de hızla olacaktır.
Mısır’daki süreç bundan sonra nasıl gelişirse gelişsin, ondan bağımsız
olarak Hüsnü Mübarek rejiminin düşürülmesinin etkisi bölgede birçok
değişikliklere yol açacaktır. Hüsnü Mübarek gibi bir firavunun
yıkılması, öyle anlaşılıyor ki, Ortadoğu’da çok başın gideceğinin ilk
işareti olmaktadır. Birçok tiranlık şimdiden titremektedir. Geçmişte her
şeyin başında Hüsnü Mübarek diktatörlüğü var oldu. Hüsnü Mübarek rejimi
şimdiye kadar sözde Avrupa ve ABD ile birlik halinde, kapitalist
moderniteyi özümseme temelinde, modernist olma adı altıda bu
monarşilerin, krallıkların, emirliklerin hepsinin siyasal dayanağı olma
rolü oynadı. Şimdi bu rejimin devrilmiş olması, arkalarındaki bu
dayanağın çekilmiş olması Arap âlemindeki sunî yönetimlerin,
krallıkların bir bir devrilmeye başlayacağını gösteriyor. Çok büyük
olasılıkla gelişme seyri böyle olacaktır.
Hüsnü Mübarek’in
devrildiği gece gerici Arap yönetimlerinin hepsi için kâbus olmuştur.
Zaten daha önceki gecelerde büyük telâşa düşmüşlerdi. Ürdün kralı hemen
hükümetini değiştirdi. Suudi kralı Amerika’ya yalvarıyor: “Mübarek
üzerinde daha fazla baskı yapmayın, onurumuz kırılıyor.” diyor. Fakat
onur filan kalmadı. Yuvarlanıp gitti Mübarek. Artık Amerika da o güçleri
koruyamaz. Çünkü Amerika bu güçlerden rejimlerinde değişiklik yaparak
çok partili seçime girmelerini istemişti, onları baskı altına almıştı.
Şimdi bunun önü açılmış görünüyor. Artık o güçlerin ABD’den destek
almalarının imkanı yoktur. Arkalarındaki dayanak olan Mübarek de
gitmiştir. Toplumsal dayanakları da yoktur. Şu an en zayıf durumlarını
yaşıyorlar. Önümüzdeki süreçte peş peşe devrilmeleri beklenebilir. 2011
baharında Ortadoğu’da birçok şey tantanalı bir biçimde yaşanacağa
benzemektedir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra oradan buradan
tutulup oluşturulmuş bu krallıklar büyük olasılıkla peş peşe ve de
gümbür gümbür devrileceklerdir, devrilmelidirler. Mısır halkının ayağa
kalkışının böyle bir etki yapacağı kesindir. Bu durumda Ürdün kralı
yürüyemez. Cezayir, Fas ülkeleri bundan etkilenecektir. Libya oralar
hakeza. Güney doğuda Suudi krallığından, emirliklere, Kuveyt’e kadar
hepsi en büyük dayanaklarını, varlık nedenlerini yitirmiş durumdalar.
Ama bunun etkisi en fazla da Suriye, Filistin ve Lübnan üzerinde
olacaktır. Irak’ta belli bir gelişme zaten oldu. Doğru-yanlış, ama belli
belirsiz bir savaşla bir değişim yaşandı. Onun gerisinde Filistin,
Lübnan, Suriye hattı kaldı. Ürdün de buna dâhildir. Mübarek’in gidişinin
etkisinin en fazla bu alana olacağını görmek gerekir.
Geçmişte
Suriye yönetimi Irak ve Mısır gibi bir rota izlemedi. Hafız Esad
yönetimi hep Sovyetlerle işbirliği içinde ABD’ye karşıt kaldı. İsrail’le
anlaşma yapmadı. Sadece ateşkes yaptı. Beşar Esad yönetimi de
Türkiye’ye dayanarak kendini yaşatmaya çalışıyor. Hüsnü Mübarek
hanedanlığı yıkıldığına göre, herhalde Şam’daki Esad yönetiminin dayanma
gücü fazla kalmamıştır. Tarihsel olarak da böyle bir durum gözüküyor.
Bazı yazarlar “Kahire’de ne olursa Şam’da etkisi görülür” diyerek bu
gerçeği yazıyorlar. Diyorlar ki, Selahattin Eyyübi Kahire’de hükümet
kurdu, 5 yıl sonra da Şam’ı ele geçirdi. Cemal Abdülnasır 1952’de
Kahire’de iktidar oldu, 1958’de Suriye’yi kendine bağladı ve Birleşik
Arap Cumhuriyetini kurdu. Her ne kadar Mısır yönetimi ABD ile işbirliği
içine girmiş, Suriye Sovyetlerle işbirliği içinde kalmışsa da, Ortadoğu
politikasında hep Kahire-Şam yönetimleri birbirini gözeten, ortak tutum
alan politikalar izlediler. Filistin’de, Irak’ta, Körfez savaşında,
bölgesel politikalarda öyle davrandılar. Şam yönetimi her zaman gücünü
biraz da Kahire’den almıştır. Biraz Suriye’deki durumdan, konjonktürden
aldıysa, biraz da Mısır’dan almıştır. Suriye her zaman Mısır’daki
gelişmeleri gözetti, oraya dayandı. Dolayısıyla Suriye’de şu anlık
herhangi bir hareketlilik gözükmüyor ama Ürdün krallığı ve diğer
krallıklar gibi, Suriye’deki aile yönetiminin de en zayıf konumu
yaşadığı, artık değişim döneminin geldiği tartışmasızdır.
Dikkat
edilirse bütün Arap âlemi Mısır’daki gelişmelerden etkilenmeye açıktır.
Belki de hepsinde değişiklik olacak. Hangi düzeyde olacak, kim öncülük
edecek, hangisi önce olacak, nerede ne tür yöntemler uygulanacak
bilemeyiz, ama var olan duruma bakarak Arap aleminin tümünde bu
gelişmenin etkisinin olacağını söylemek mümkün. Elbette buna bağlı
olarak değişiklikler yaşanacaktır. Siyasi yapıda mutlak değişim
olacaktır. Artık bunu anlayanlar, kontrollü değişiklik yapanlar
yaşayabilirler; bunu yapamayanlar, eskiyi sürdürmek isteyenler gümbür
gümbür yıkılacaklardır. Bu durumu idare etmeye çalışan, değişimi
geciktiren yerler çatışmalara sahne olurlar, ama hiçbir alanın bu
gelişmenin dışında kalacağını düşünmemek gerekir. 2011 yılı bu anlamda
en azından Arap aleminde köklü siyasi değişikliklerin yaygınca
yaşanacağı bir yıl olacaktır. Bunun önü açılmıştır, böyle bir sürece
girilmiştir.
Elbette bunun sadece Arap alemi üzerinde değil, bir
bütün Ortadoğu'daki siyasî yapılar ve toplumlar üzerinde etkisi
olacaktır. Bu temelde baktığımızda İsrail üzerindeki etkisi nedir?
İsrail bir yandan seviniyor, bir yandan da müthiş korku içindedir. Çünkü
İsrail, yürüttüğü savaşlar sonucunda Arap alemiyle arasında bir denge
kurmuş, Arap aleminde ise bir statükonun oluşmasını sağlamıştı. Ama
şimdi bu statüko parçalanıyor ve ne olacağı da belli değildir. Arap
alemindeki her bir değişiklik İsrail’in güvenliğini tehlikeye itecektir,
dolayısıyla korku salacaktır. Bu anlamda İsrail hop oturup hop kalkan
bir durumda. Belki bazı radikal gelişmeler, hatta çatışmalar gündeme
gelebilir. Bölge bu tür gelişmelere de gebedir.
Peki, bunun İran
üzerinde etkisi ne olacak? İran bu süreçte biraz kurtuldu. İran bu yılı
kurtardı. İnsan bunu rahatlıkla söyleyebilir. Öyle anlaşılıyor ki,
Amerika, Arap alemini Büyük Ortadoğu Projesini hakim kılma temelinde
dizayn etmek isteyecek. Bu da bütün dikkatini oraya yöneltmesini
getirecek. Dolayısıyla İran üzerindeki baskı ertelenmiş olacak. İran
mevcut konumunu bir süre sürdürebilir. ABD baskısından geçici bir süre
kurtulmuş olacak. Herhalde Amerika Arap alemini yeniden dizayn edip
kendini güçlendirdikten sonra, İran üzerine gitmeyi bir siyaset olarak
benimseyecektir. Mısır’da kontrolü sağlar ve istediği gibi bir rejim
kurarsa bu, Obama yönetimi için başarı olacaktır. Irak’ta ve
Afganistan’da elde edemediği başarıyı Mısır’da elde etmiş gibi
gösterecektir.
Bush yönetimi Irak ve Afganistan’da yaşadığı
başarısızlık yüzünden kaybetmiştir. Obama yönetimi de geçen Kasım
ayındaki seçimleri bu nedenle kaybetmiştir. Şimdi Mısır’daki gelişmeler
Obama yönetimi için de bir umuttur. Eğer Mısır’da istediği etkinliği
sağlarsa, Ortadoğu'da iş yaptığı, hamle yaptığı, başarılı olduğu, Büyük
Ortadoğu Projesi’ni ilerlettiği yönünde bir izlenimi Amerika ve
uluslararası topluma verebilecektir. Onun için de dikkatini buraya
odaklayacaktır. Bu durum da İran’ı en azından 2011 yılı açısından
rahatlatacağa benziyor. Daha sonra eğer Arap aleminde etkili olursa,
oradan aldığı güçle, Türkiye ile orayı birleştirerek İran üzerine gitme
gibi bir strateji izleyebilir. Zaten ABD stratejisi böyleydi. Bunu
Türkiye-Irak ittifakıyla yapmak istiyordu. Fakat bu başarılmadı. Şimdi
Türkiye-Mısır ittifakı, Mısır etrafından Türkiye-Arap ittifakı ile
yapmak isteyecektir. Onun için de bu ittifakı yaratmaya çalışacaktır.
Dolayısıyla İran bundan faydalanacaktır. Fakat İran halklarının da
bundan etkilenme durumu vardır. Yani Kürtlerin, Belucilerin, Azerîlerin
Arap halk ayaklanmasından etkilenme, örnek alma, İran’daki Ahmedi Nejad
baskı rejimine karşı direnme, ayaklanma durumları gelişebilir. İran
yönetimi bir yandan ABD baskısını geçici olarak hafifletmeyi sağlarken,
diğer yandan tabandan, halklardan gelecek isyanlarla karşı karşıya
gelebilir. Bunun da önü açıktır.
Tabi geriye Türkiye ile Kürdistan
kalıyor. Türkiye alanı üzerindeki etkisi ne olur bilemeyiz. AKP yönetimi
bütün gelişmeleri kendi hanesine yazmaya çalışıyor. Zaten hızla bir
kıvırtma yaptı. Halk ayaklanması başlayana kadar Mübarek ile tam bir
birlik içerisinde davrandı. Fakat halkın ayaklanması başladıktan ve
ABD’nin de Mübarek yönetimini desteklemeyeceğini öğrendikten sonra hızla
Mübarek safından çekilerek yeni arayışlara yöneldi. AKP hükümeti böyle
bir siyasi kıvraklığa sahiptir. Mevcut Mısır’daki gelişmelerin seyri de
Türkiye'nin, AKP hükümetinin durumu üzerinde etkili olacaktır. Eğer ABD
ılımlı siyasî İslam’la birleşerek Mısır’da etkinlik kurmaya kalkarsa,
bu durumdan Türkiye olumlu etkilenir. O zaman Mısır’da ve Arap âleminde
Türkiye modeli gibi bir model gelişmiş olur. Bu da Türkiye'yi biraz öncü
konuma getirir. Fakat elbette Mısır da öyle bir konuma gelirse,
Ortadoğu'yu Mısır yönetmeye başlar, dolayısıyla Türkiye'nin Ortadoğu
üzerindeki etkinliği de azalır. Ancak yakın dönem açısından -her ne
kadar geçmişte Hüsnü Mübarek’e dostluk yapsalar da- Türkiye yönetiminin,
AKP hükümetinin hızla yeni yönetimle işbirliği yapacak, bundan
yararlanmaya çalışacak olduğu gözüküyor.
Diğer yandan, Mısır’daki
halk ayaklanması, halklar üzerinde diktatörlük, baskı uygulamanın
tehlikeli olduğunu ortaya koyduğu gibi, Türkiye toplumunu da baskıcı
rejimlere karşı ayaklanmaya teşvik etti. Şimdiye kadar Türkiye’de birçok
toplumsal kesim sadece Filistin direnişinden etkileniyordu, şimdi
Tunus’tan, Mısır’dan da etkilenecek ve bu temelde daha fazla direniş
halinde olacaktır. Türkiye yönetiminin baskı ve sömürü uygulamalarına,
bunun arttırılmasına karşı daha çok halk direncinin gelişmesine yol
açacak. Dolayısıyla Türkiye yönetimi de içte zorlanacak, daha sert halk
direnişleriyle karşılaşma ihtimali vardır. Fakat genel siyasette biraz
rahatlayacak gibi görünmektedir. Yani öyle kendisine karşıt olmayacak,
hatta yeni yönetimlerle işbirliği yaparak, böylece model oluyorum diye
uluslararası alanda ve Türkiye toplumu üzerinde etkinliğini geliştirme
çabası öne çıkacaktır. Özellikle AKP için böyle bir süreç gelişebilir.
AKP bunu yakından izliyor, böyle değerlendirmek istediği de anlaşılıyor.
Demokratik Ortadoğu Birliği
Arap aleminde gelişen halk
hareketlerinin etkide bulunacağı bir diğer alan ise Kürdistan ve Kürt
sorunudur. Her şeyden önce, Kürt Özgürlük Hareketi öncülüğünde bölgenin
demokratik dönüşüm mücadelesi Kürdistan'da sürüyor. Elbette bu diğer
alanlarda da sürüyordu. Bu mücadele bugün Mısır’da, Arap aleminde genel
bir halk ayaklanmasıyla siyasî değişikliklere yol açıyor. Ama unutmamak
gerekir ki, Kürdistan yirmi bir yıldır böyle bir isyanı yaşıyor. Onlarca
diktatör, özel savaşçı, kontrgerillacıyı devirdi. Yani Kürdistan'daki
direnişin, şimdi Mısır’daki halk hareketinin yarattığı sonuçlara benzer
onlarca sonuç aldığını gözden ırak tutmamak lazım. Ama burası Kürdistan.
Bölünmüş, yok sayılmış, yok edilmek istenen bir alan. Dolayısıyla bir
diktatörlüğü yıkmak, ikisini yıkmak, üçünü yıkmak hemen farklı bir
siyasî sonuç ortaya çıkarmıyor. Çünkü bunların yerine hemen yenileri
geliyor. Dolayısıyla Kürdistan'da uzun vadeli bir mücadele sürüyor. Bu
nedenle “Araplar nasıl ayaklandılar, Kürtler hiç ayaklanamıyorlar”
demek, yine “Kürdistan'da ayaklanma niye zayıf kalıyor, siyasî sonuç
almıyor” demek yanlıştır. Kim Kürdistan'daki mücadele sonuç almıyor diye
bilir ki? Peki, Kürt halk direnişi 1991’den bu yana kaç hükümet devirdi
diye sormak gerekmez mi? Bu hükümetler ki hiçbirisi de Hüsnü Mübarek
diktatörlüğünden geriye kalır değildi. Bu bakımdan Kürt toplumunda
böylesi muazzam bir direnç var ve böylesi sonuçlar da ortaya
çıkarmıştır. Kürt halk direnişinin bu gücü vardır ve dikkat edilirse bir
sürekliliği, ısrarı da vardır. Bu sürekliliği daha çok derinleştiriyor,
mücadeleyi daha demokratik, daha radikal kılıyor ve Kürdistan'ı radikal
demokrasinin ocağı haline getiriyor. Bu konuda önemli bir düzey
kazandığı nettir.
Arap âleminde ve Mısır’daki gelişmelerin
Kürdistan'daki mücadeleye etkisi ne olabilir? Her şeyden önce, tabi ki
moral, heyecan, umut vermektedir. Kürt halkı yalnız olmadığını buraya
bakarak görmektedir. Dolayısıyla daha cesur, daha fedakâr bir direniş
mücadelesi içine girmektedir. Yani olumlu yönde etkilenmektedir bu
kesindir. Bu temelde de direniş mücadelesini daha fazla arttıracaktır.
Diğer
yandan ise, elbette Kürdistan'daki mücadele de Arap âlemindeki bu
gelişmeleri etkileyebilir. Nasıl? Kendi direniş gerçeğinden aldığı güçle
nevcut durumu kıracak bir düzey kazanırsa ve yine Mısır’da, Arap
âleminde yaşanan gelişmelerin etkisiyle mevcut denge durumunu kıracak
bir ileri gelişmeyi, hamlesel gelişmeyi, derinleşmiş demokrasi temelinde
Kürdistan'da ortaya çıkarabilirse, bunun tersinden Mısır ve Arap alemi
üzerinde, bütün bölge üzerinde etkisi olacaktır. Bu etki daha toplumsal,
daha tarihle uyumlu, daha Ortadoğu'ya özgü bir seyir izleyecektir.
Bağımsız, özgür, gerçek halk demokrasilerinin gelişmesi uzak değildir.
Yine yaşanan hareketliliğin Demokratik Ortadoğu Birliği ve halkların
kardeşliği, dayanışması temelinde gelişmesini dayatabilir. Mevcut
bölgesel mücadeleyi bu yönde ilerletebilir. ABD’nin bunu engelleme
çabalarını zayıflatıp, Büyük Ortadoğu Projesini zayıf düşürerek, onun
yerine Önder APO’nun DEMOKRATİK ORTADOĞU BİRLİĞİ projesinin daha çok
yaşandığı bir durum ortaya çıkarabilir. Bu yönlü gelişmeye de ortam
açıktır.
Önder APO daha 2001’de hazırladığı ilk büyük savunmasında bu
çatışmalı süreci, Ortadoğu'nun durumunu, buradan olası çıkış
yöntemlerini değerlendirmiştir. Bu savunmasında, Ortadoğu'da hiçbir
gücün yalnız başına etkili olamayacağı karma bir durumun, uzlaşmalı ve
çatışmalı bir sonucun ortaya çıkmasının en büyük ihtimal olduğunu
belirtti. Şimdi mevcut gelişmeler de bu görüşü doğruluyor. Yani
gidişatın daha çok o yönde olabileceği ihtimalini daha güçlü kılıyor. Ne
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi bu gelişmelerden tek başına başarı elde
ederek çıkacağa benziyor, ne radikal İslamcıların öyle çok fazla rol
oynayacakları gözüküyor, ne de Kürdistan'da gelişen radikal demokrasi
hareketinin kısa sürede hızla ve yalnız başına bir bölgesel sistem
haline gelebileceği gözüküyor.
Esas olarak bu iki akım gittikçe daha
fazla etkinliklerini bölge üzerinde hissettirecekler. ABD’nin Büyük
Ortadoğu Projesi çerçevesindeki göstermelik demokratikleşmesiyle, Önder
APO’nun geliştirdiği, Kürdistan’dan gerçekleştirilen Demokratik
Konfederalizm hareketi bölgesel gelişmeler üzerinde daha etkili
olacaklardır. Bölgenin her alanında daha fazla karşı karşıya gelecek, iç
içe, ilişki ve çatışmalı bir süreç yaşayacaklar. Birlikte var olmaya,
önümüzdeki süreci ilişki ve çatışma içerisinde beraber belirlemeye devam
edeceklerdir. ABD sistemi bir statüko yaratmaya, yeni bir hegemonya
oluşturmaya çalışacak; Demokratik Konfederalizm hareketi ise bunu hep
değiştirmeye, daha çok demokrasiyi radikalleştirmeye, dolayısıyla her
yerde demokratik devrim mücadelesini daha çok sürdürmeye çalışacaktır.
Milliyetçi, radikal dinci akımlar gerileyeceklerdir. Önümüzdeki süreçte
bölge üzerinde varlık gösteren, mücadele eden belirleyici akımlar büyük
olasılıkla bu hale geleceklerdir.
Bu noktada da şu gözükmektedir:
bir yandan Türkiye, diğer yandan Mısır gibi yerler üzerinden ABD kendi
projesini dayatmaya çalışacaktır. Önderlik çizgisi de Kürdistan'da
ulaştığı derinliğe dayanarak bölgenin diğer alanlarını etkilemeye
çalışacaktır. Batıda Lübnan-Filistin alanı bunun için elverişli bir
alandır. Güneyde Mısır gibi yerler aslında Demokratik Konfederalizmin
gelişmesine uygun yerlerdir. Dahası Doğu, bütün İran alanı aslında
ABD’nin o iki partili oligarşik demokrasisinin hayat bulmasından ziyade,
Demokratik Konfederalizm temelinde bir demokratik yapılanmaya tarihsel
olarak da, mevcut potansiyel kültürel birikim olarak da daha yatkındır. O
bakımdan da aslında Demokratik Konfederalizm hareketinin toplumsal
temelleri bölgenin birçok alanında çok daha güçlü konumdadır ve bu güce
dayanarak da bu hareket varlığını koruyacaktır.