14 Haziran 2011 Salı

AKP’nin Zaferinin Nedenleri ve Anlamı-1



12 Haziran 2011 seçimlerinin sonuçlarını sıcağı sıcağına, genel sonuçlara bakarak kısaca yorumlamaya çalışalım.

Bu seçimlerde AKP iktidarının üçüncü kez ve oyunu arttırarak konumunu sürdürmesi genellikle şaşkınlıkla karşılanmakta ve onun büyük başarısı olarak görülmektedir.

Bizim kanımızca bunda şaşıracak bir durum yoktur ve bu seçimlerde, sanılanın aksine ilk büyük başarısızlığını yaşamıştır.

Neden ve nasıl?

Mücadele eden güçler bazen hiçbir şey yapmadığı ya da sadece fazla kötü ve yanlış bir şeyler yapmadığı için de başarı kazanırlar. “İnönü Zaferi”nde olduğu gibi, karşı taraf sizden daha çabuk yorulduğu veya başına bir talihsizlik geldiği için de hak edilmemiş bir zafer tacı başınıza devlet kuşu gibi konabilir.
2002’den beri AKP’nin başarılarının temel özelliği budur. Bunu biraz açıklayalım. Ama önce kısa bir hatırlatma.

2002 seçimleri olup AKP iktidara geldiğinde, hemen herkes onun birkaç yıl içinde iktisadi ve siyasi sorunların baskısı altında bunalıp, iktidar olmanın dezavantajıyla oy yitimine uğrayıp iktidardan uzaklaşacağını sanıyordu. Ayrıca buna ek olarak, AKP içinden çıktığı Selamet-Refah-Nizam Partileri çizgisinin bir devamı olarak görülüyor ve kısa sürede bu çizginin genel oy seviyesine geri döneceği bekleniyordu.[1]

Biz ise seçimlerden kısa bir süre sonra yazdığımız, “AKP iktidarı ve Sosyalistler” başlıklı yazıda AKP iktidarının sanılanın aksine konumunu güçlendireceğini belirtiyorduk. Şöyle diyorduk:
“Sosyalistlerde şöyle bir beklenti var: AKP bu kriz koşullarında iktidara geldi, bir süre sonra bu kriz onların da işini bitirecek, biz bu durumda özelleştirmeci ve liberal politikalara karşı, savaşa karşı sağlam bir tavır koyarsak, gelecek sefere sıra bize gelir.
Bu çocuksu beklentiler ve stratejiler iki bakımdan yanlıştır.
Birincisi, Bloğun Türk Sosyalistleri kanadının hatası, özelleştirmeciliğe, IMF’ye, Avrupa Birliği’ne karşı propagandaya yeterli ağırlık vermemekte değil, aksine demokrasiyi ikinci plana atışındaydı.

Ama bu yazıda esas ele almak istediğimiz sorun başka, yanlışın ikinci yanı. Yani, ekonomik krizin ağırlığının kısa zaman sonra AKP iktidarının yıpranması ve yığınların ondan uzaklaşması sonucunu yaratacağı beklentisidir.

Bu beklenti bir yanıyla, 1930’lar Almanya’sında, Faşistlerin iktidarını devrim öncesinin son aşaması olarak görmeye benzer. Ama bundan daha derin başka bir metodolojik yanılgı vardır. Çökkün ve dibe vurmuş bir toplumda kitleleri memnun etmenin çok daha kolay olduğunu görmez.

Yavaş giden bir arabayı hızlandırmak için, küçük bir güç uygulamanız yeter. Ama hız arttıkça hızda aynı oranda bir yükseliş sağlamak için, giderek büyüyen oranda bir güç harcamak gerekir. Bu mekanik yasallığın benzeri doğa ve toplumda da vardır.
Paleantolog ve denemeci Stephan Jay Gould, “Dolu Ev” adlı çalışmasında olanakların çokluğu ve tüketilmesini, oyun teknikleri ve fizik geliştikçe sayı yapmanın zorlaştığını gösteriyor ve bunun doğa ve toplumdaki paralellerine dikkati çekiyordu..

Ernest Mandel, benzer bir soruna, 70’lerdeki Çin ve Rusya’nın Tarım reformları bağlamında değinmişti. Aynı tedbirler Çin ekonomisi ve tarımı çok geri olduğu için, orada bu muazzam bir üretim artışı ve zenginleşmeye yol açarken, Rusya’nın makineleşmiş tarımında hiçbir ilerleme sağlanamıyordu.

Türkiye Sosyalist hareketinden bir örnek de verilebilir. 1970’lerin ortasında başlayan radikalleşme dalgasında, en küçük bir grup bile, küçük bir çabayla, binlerce taraftar kazanabiliyordu. Ama potansiyel taraftar kitlesi kazanılıp paylaşıldıktan sonra, yeni bir grup veya hareketin bırakalım aynı hızı, yeni taraftar kazanması bile olanaksız hale gelmiştir. Çünkü artık boş bir alanın fethi değil, paylaşılmış bir alana girmek söz konusudur. Her hangi bir sosyalist hareketin bir saman yangını gibi büyümesi, tam bir çözülüş veya fethedilmemiş yeni bir kuşak ve radikalleşme gerektirir. (AKP tam da bu mekanizmayla birinci parti olabilmiştir.)

Son yirmi yıl, yığınların yaşam düzeylerini öylesine geriletti, toplum ve siyaset öyle bir çöküntü içinde ki, politika ve ekonomi adeta boş bir alan gibidir. Bir parça dikkat ve esneklik, küçük iyileştirmeler bile, başlangıç noktasına göre muazzam bir ilerleme olarak görünür.

Örneğin, başbakanı bile işine tramvayla giden İsveç’te, Milletvekillerinin halkın arasında oturması gibi bir uygulama bir anlam taşımaz. Ama Türkiye gibi, gerçek politik iktidarı elinde tutan Devlet bürokrasisinin, özel siteler, hastaneler, lojmanlar, makam arabaları,  Ordu Evleri, yazlık kamplar vs. ile ayrıcalıklı bir kast olarak yaşadığı bir ülkede, böyle bir ayrıcalığı reddetmek çok muazzam bir sempati toplar. Bu aynı zamanda, devlet sınıflarının ayrıcalıklarını kırpma girişimleri için başarılı bir hamledir.
İnsanların çocuklarına Kürtçe isim bile koyamadığı bir yerde, Avrupa uyum yasaları bağlamında ve uygulamada Kürtçe’yi fazla sorun yapmamak ve biraz esnek yaklaşmak; İşkence karşısında, davalarda zaman aşımı veya amirin iznini kaldırmak bile büyük bir ilerleme olarak görülür.

Ekonomide de öyledir. Yol ve mesken yapımına biraz kaynak ayırmak; hudut ticaretini açmak; komşularla iyi ilişkilere girip, savunma harcamalarını kısıp biraz yatırım ve sosyal harcamalara kaynak ayırmak, çok küçük iyileştirmeler gibi görünse de, var olan noktaya göre muazzam bir ilerleme olarak ortaya çıkarlar. Bir’e Bir eklediğinizde, yüzde yüz, ama On’a Bir eklediğinizde, yüzde on artış sağlarsınız.

AKP politikacıları gerçek bir demokratikleşme, eşitlik veya refah ifade etmeyen, ama hareket noktasına göre büyük oranda bir iyileştirme anlamına gelen politikalarla, devlet sınıflarıyla doğrudan çatışmaya girmeden, geniş yığınların desteğini sağlayarak onları tecrit edip, açmazlarda bırakarak, pazarlık güçlerini arttırmak ve politik iktidardan daha büyük pay almayı hedefliyorlar. Ve öyle görülüyor ki oldukça akıllı politikacılar ve bu hedeflerine ulaşacaklar.

Sosyalistler, kendilerini kandırmayı bırakıp, ciddi olarak ne yapacaklarını düşünmelidirler. Kesin olan bir şey var. Bu güne kadar yaptıklarını yapmamaları gerekiyor.”

Bu uzun alıntıdan görüleceği gibi, AKP iktidarının izleyebileceği ve izlediği bütün politikaları tam bir doğrulukla tanımlamışız ve bunları bile yapmanın verili koşullarda muazzam bir ilerleme anlamına geleceğini beklentilerin aksine AKP’nin iktidarını pekiştireceğini yazmışız.

Şimdi herkesin bizim o zamanki netliğimizle bile hala bunu göremeyip AKP’nin seçim başarısını Erdoğan’ın karizması, büyüklüğü veya zekası veya milletin aptallığı ile açıkladığı ve bu başarı önünde bir şekilde teslim olduğu bir noktada, biz bu seçimlerde Erdoğan’ın ilk büyük yenilgisini aldığını; sınırlarına dayandığını; ayrıca ona bu zaferi getiren uygulamaların pek de yeni ve dahice olmadığını, aslında savaş sonrasında Avrupa’da olanların, tecrübelerle bile düzeltilmemiş kötü bir kopyası olduğunu iddia edeceğiz.

Önce bu başarıyı getiren politikaların aslında her alanda kötü kopyalar olduğunu birkaç örnekle gösterelim.
Savaş sonrasının büyüme, ilerleme ve teknoloji hayranı dünyasında Atom santralleri, dev barajlar vs. gibi projelerin tehlikeleri ve çevrede yapacağı tahribatlar hiç göz önüne alınmıyor, bilim adamları ve küçük aktivistlerin uyarılarına kulak kapanıyor ya da alayla karşılanıyordu.

Şimdi aynı havayı Erdoğan’ın veya AKP’nin Atom santralleri veya barajlarla ilgili yaptıklarında ve söylediklerinde de görebilirsiniz. Arada Çernobiller, Japonya’daki son facialar yaşanmış; Almanya gibi bir ülke Atom enerjisine son vermeye karar vermiş. İtalya aynı şekilde bunu oylamış. Bu arada Güneş ve rüzgârdan efektif bir şekilde enerji elde etmede  büyük adımların atıldığı bir dünyada, hükümet bütünüyle ellilerin kafasıyla hareket etmekte, geleceği ipotek altına almakta, yaşanmışlardan en küçük bir ders çıkarmamaktadır.

Benzer duruma başka bir örnek TOKİ tarafından yapılan toplu konut blok apartmanlar gösterilebilir. Elbette bunlar gecekonduya göre büyük bir değişim anlamına gelirler ve oy getirirler. Ama bütün bunlar savaş sonrasının Avrupa’sında da yapılmışlardır. Şimdi o bölgeler insanlık dışı yaşam koşullarında yaşanan birer gettoya dönüşmüşlerdir. Arada geçen zamanda kesinlikle ortaya çıkmış, blok apartmanların nasıl berbat yaşam alanları oluşturduğuna ilişkin dersler tıpkı enerji konusunda olduğu gibi görmezden gelinmektedir.
Yeni yatırımlar atom santralleri ve doğayı tahrip eden barajlara değil, güneş ve rüzgara yapılabileceği gibi; blok apartmanlardan gettolar değil; en azıdan Türkiye gibi büyük ve geniş toprakları olan bir ülkede, İşçi sınıfının baskısı altındaki Viktorya dönemi İngiltere’sinde olduğu gibi tek veya iki katlı bahçeli evlere yapılabilirdi ve yapılması gerekirdi. Böylece gelecek kuşakların yaşam koşullarını daha az ipotek altına almış, daha esnek, daha yumuşak, daha doğayla ve insanın biyolojisiyle ve toplumsal varlık oluşuyla barışık, yaşananlardan çıkarılmış derslere dayanan gerçekten başarı adına layık işler yapılmış olabilirdi. İşte Erdoğan’a başarıyı getiren bu başarısı değil, başarısızlığıdır bir bakıma. Başarısızlığı verili hareket noktasına göre başarı gibi ortaya çıkmaktadır. Çünkü karşısında onu bu açıdan eleştirip muhalefet yapacak en küçük bir odak bile yoktur.

İstanbul’a ikinci kanal projesi de böyle bir dönemin ufkunu yansıtır.
Sanılanın aksine Erdoğan ve Anadolu Burjuvazisi denen sınıf ve bu sınıfın zihniyeti o çok karşı ve alternatif olduğunu söylediği Batı burjuvazisinin savaş sonrası dünyasındaki zihniyetinden başka bir şey değildir.

Sosyal haklar açısından bakıldığında da durum farklı değildir. Savaş sonrasında sosyal ve demokratik kazanımlar işçi sınıfının mücadelesiyle haklar olarak yerleşmişti Batı’da. AKP Türkiye’sinde ise, haklar olarak değil, bağış ve iane olarak, sadaka olarak benzer işler yapılmakta, insanların ve ezilenlerin kişilikli ve demokrat yurttaşlar olması değil, avane, klik ilişkileri geliştirilmekte, bir tür modern efendi-kul ilişkileri yaygınlaştırılmakta ve kökleştirilmektedir.

Ve maalesef Türkiye’de yapılanları bu yapılmayanlar açısından eleştirecek gerçek bir demokratik muhalefet bile bulunmamakta; var olanlar küçük ve cılız sesler olarak kalmakta bütünsel ve sistematik bir programdan da yoksun bulunmaktadır. Erdoğan ve AKP bu başarısını biraz da karşısında böyle bir rakip olmamasına borçludur.
Özetle Erdoğan’ın ve Anadolu burjuvazisinin bu başarılarının ardında, uzak görüşlülük ve demokratlık, siyasi cesaret ve vizyon yoktur; sadece olağanüstü kötü koşullarda iktidara gelmiş olmanın avantajı bulunmaktadır. Sanılanın aksine Erdoğan ufku çok sınırlı, ellilerin dünyasına, 68 öncesine ait bir politikacıdır.

İşte tam da bu nedenle az bulunur bir başarıyı yakaladığı şu an onun aynı zamanda bir inişe geçişinin de başlangıcıdır. Ve olayların hızlandığı bir dönemde bu iniş sanıldığından çok daha hızlı gerçekleşebilir. Tarihin hızlandığı zamanlarda, fikirler ve aktörlerde daha hızlı eskirler
Erdoğan için artık, küçük iyileştirmelerle büyük sonuçların alınabildiği, adeta boş ve nadastaki topraklardan küçük bir emekle güzel ürünlerin alındığı bir dönemin sonu gelmiş sayılabilir. Bu sadece ekonomi ve sosyal politikalarda değil, hemen her alanda böyledir.

Bunun için de dış politikadan bir örnek verelim. Elbette özel savaş döneminin, inkarcı ve Türkün Türk’ten başka dostu olmaz diyen, bütün komşularıyla düşman, “Kürt tehlikesi”ne karşı durayım diye ülkeyi Amerika ve İsrail’e rehin eden politikası karşısında, komşularla daha iyi ilişkiler, sınır ticaretinin açılması, İsrail politikalarına karşı biraz eleştirel bir duruş (ki bunlar da bir sürü tutarsızlıklarla bir aradadır. Ama orası ayrı konu) eskiye göre, gecekonduya göre TOKİ blokları, gibi muazzam bir ilerleme gibi görülür ve 1930 model diktatörlükler altında inleyen ve emperyalistler tarafından sürekli aşağılanan Arap halklarında muazzam bir sempati toplarlar.

Ama bütün bunlar aslında 1960’ların Bandung’nunun, bağımsızlıkçılar politikasının kötü kopyalarından başka bir şey değildir. Erdoğan bir bakıma NATO’ya bağlı, bir Nehru, Nasır, Tito gibi Bağlantısız olmaya çalışmaktadır. Bunun hem bu günün dünyasında yeri yoktur;  hem de NATO üyeliği ve bağlantısızlığı uzlaştırmaya kalkmak gibi ölümcül bir çelişkiyle maluldür. Bu sadece çok özel uygun koşullarda sürdürülebilir bir politikadır ve bu bakımdan şanslıdır.

Gürcistan sınırının açılması veya Suriye ve Irak’la iyi ilişkiler ve vizenin kaldırılması vs. sınır ticaretini canlandırarak, birer çıkmaz sokağa dönerek köhneleşmiş Artvin, Hatay vs. gibi vilayetlerde ekonomiyi canlandırır ve oy getirir; dış politikada puan toplar ama aynı zamanda yapılabilenin sınır ve risklerini de gösterir.
Suriye’deki rejimin baskısından kaçanlar Türkiye’ye sığınmaya başlarlar. Milyonlarca Suriyelinin baskı karşısında vizesiz Türkiye’ye girişinde bu politika sınırlarına dayanır.

Erdoğan’ın komşularla sıfır sorun politikasını, Türklükle tanımlanmış bir devletin yine benzer şekilde Araplık veya Kürtlükle vs. tanımlanmış bir devletle komşuluk ilişkileri paradigması bakımından eleştiren; Orta doğuda, aslında her türlü dille, tarihle, etniyle, dinle tanımlanmaya karşı tanımlayan biricik bir Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti ve Demokratik Ulusu açısından eleştiren hiç bir politik güç yoktur. Gerici ulusların komşuluğuna Ortadoğu çapında dil, din etni körü olan karşı biricik demokratik bir ulus birliğini savunan bir politika ancak bir vizyon ve başarı olarak tanımlanabilir. Erdoğan ve AKP’de ise bunun kırıntısı bile bulunmaz. Onda, İslam ve Türklükle tanımlanmış, Emin Oktay tarihi ulusçuluğundan öte bir tarih ve gelecek tasavvuru ve kavrayışı yoktur.

Balkon konuşmasının o çok övülen sözlerinde bile, bu ülkenin en gerçek yerlisi olanlardan, hem onları eşit haklı yurttaşlar olarak görmeyen; hem de Müslümanlar karşısında ikinci plana iten “Azınlıklar” olarak söz etmeye devam etmesi bile bu ufkun sınırlarını gösterir. Osmanlı’da bile, Tanzimat’tan sonra o “Azınlıklar” eşit haklı yurttaşlardı ve Erdoğan, Cumhuriyet Türkiye’sinin Türklüğü İslam’la tanımlayan; azınlıkları dinle ve Hıristiyanlıkla tanımlayıp birer rehineye dönüştüren kavram ve hukukunun ötesine gidemiyor.

Öte yandan yine Erdoğan’ı bu gerçek demokratik bir tarih, ulus, Ortadoğu ve vizyon açısından eleştirip muhalefet yapacak en küçük bir politik muhalefet ile bulunmamaktadır. Öcalan’ın bu konudaki küçük girişimleri bile hem henüz net değildir hem de Blok tarafından neredeyse hiç öne çıkarılmamaktadır. Hele sosyalist olduğunu söyleyen adaylar tarafından.

Bugün Kürtler, Araplar, Yahudiler, Türkler ile tanımlanmış devletlere karşı demokrasi ile, böyle tanımlamalara karşı tanımlanmış bir Demokratik Ortadoğu Cumhuriyeti açısından sorunlara yaklaşmadan hiçbir çözümün gerçekleşmeyeceği çok açık olarak ortaya çıkmaktadır.

Özetle, AKP ve Erdoğan’a bu başarıyı getiren akıllıca, uzak görüşlü, demokratik, zamana uygun bir dünya kavrayışı, politikalar, vizyonlar buna ilişkin kararlılık ve cesaret değil; aslında zamanının çok gerisinde, dar görüşlü ama Türkiye’deki bitmiş sistem içinde muazzam bir ilerleme gibi görünen politikalardır. 

Çinlilerin bir sözü vardır, “bir nehrin kenarında yeterince uzun zaman oturursanız, bütün düşmanlarınızın cesetlerinin birer birer önünüzden geçtiğini görürsünüz” der. Olan biraz böyledir. 1920’lerin, 1930’ların dünyasına ait olanların, ömürlerini doldurup, bir nehrin kıyısında hiçbir şey yapmadan duran ellilerin dünyasına ait AKP ve Erdoğan’ın önünden birer birer geçmeleridir.
Bu filmde iki binlerin dünyasına ilişkin bir kavrayış vizyon ve hele cesaret hele geçmişin dersleri yoktur. Ama bizler iki binlerde yaşıyoruz.
*
Erdoğan’ın başarısında şansın da, çeşitli güçlerin belli korelasyonlarla dizilişlerinin de bir etkisi bulunmaktadır.
Örneğin Erdoğan hükümetine en büyük puanı getiren ve Arap aleminde bir yıldız gibi parlamasını sağlayan, ABD’nin Irak’ı işgal için Türkiye’yi kullanmasına hayır, aslında Erdoğan’ın değil, bugün Ergenekon davasından içeriye tıkılmış ve o sıra Amerika’ya karşı pazarlık gücünü arttırmak için Hayır’a el altından destek çıkıp yeşil ışık yapan Ordu’nun ulusalcı ve en AKP düşmanı kanadıdır. Bu el altından destek ve yönlendirme olmasaydı, o meclisten böyle bir karar çıkmazdı. Ama Erdoğan Ergenekoncu ve ulusalcılara borçlu olduğu bu Hayır’ın rantını yiyen olmuştur.

Benzer şekilde, ABD çok uzun süredir, dünyada kurmak istediği yeni düzen bakımından, dış politikasının İsrail’in elinde bir esir durumunda olmasından rahatsızdır. Dünya petrnollerinin çok büyük bir bölümünü elinde bulunduran İslam ülkeleri ve İsrail’in politikaları nedeniyle radikalleşmelere karşı, Obama ile birlikte yepyeni bir düzenleme yapmaya çalışmaktadır. İşte Erdoğan’ın gerek varlığı gerek politikaları ABD’nin bu planları ve çıkarlarıyla da tam bir uyum içindedir ve ABD tarafından desteklenmektedir.  Erdoğan’ın İsrail’e karşı kimi politikaları, resmen ve görünüşte karşı çıkar görünse de ABD’nin uzun vadede çıkarlarıyla tam bir uyum içindedir ABD’nin istemem yan cebime koy diyeceği türdendir. 

Ve nihayet, Erdoğan, Askeri bürokratik oligarşi içinde, eski inkar politikalarıyla hiçbir yere varılamayacağını ve her şeyin yitirilebileceğini gören ve askeri bürokratik oligarşinin imtiyazlarını ve etkisini korumak için değişmek gerektiğini savunan güçlerin zımni müttefiği olmuştur. Onların kendi içlerindeki karşı politikaların gücünü ve etkisini zayıflatma mücadelelerinin bir aracı da olmuştur. Ergenekon Tevkifatları, darbe girişimlerinin açığa çıkarılması büyük ölçüde, Askeri bürokratik Oligarşi içindeki bir iç hesaplaşmanın ve strateji değişiminin ürünüdürler. Bunlar da Erdoğan’ın ve AKP hükümetlerinin hesabına yazılmıştır.

Ne var ki şimdi bu hesaplaşmanın iyi kötü sonuna gelinmiş bulunuyor. Askeri bürokratik oligarşi içindeki inkarcı çağ dışı kalmış güçler ve stratejileri savunanlar büyük ölçüde etkisizleştirilmiş bulunuyor. Bu aynı zamanda CHP’deki değişimde de görülebilir. Askeri Bürokratik oligarşi artık Erdoğan’ı ve AKP iktidarını, ulusalcı ve inkarcı bir bakış açısından değil,  en azından demokrasi açısından, yeniliklere kapalılık açısından eleştirecektir. Böylece kaybettiği yedeklerini yeniden kazanıp, AKP’yi tecrit etmenin yollarını arayacaktır.

Denebilir ki, Ergenekon tevkifatları, 28 Şubat’ın Refah’a yaptığı gençlik aşısını, CHP’ye yapmıştır. İşte Erdoğan aynı zamanda bu iç mücadelenin ve dönüşümün bir aracı işlevi gördüğünden, hiç hak etmediği bir demokratlık ve cesaret halesiyle kuşanmıştır. Ama artık bu dönüşüm, CHP’deki dönüşüm ve MHP’nin marjinalleşmesiyle, Ordu ve bürokrasi içindeki en gericilerin temizlenmesiyle tamamlanmış, bu dönüşümün rantına konma ve demokrasi mücadelesi kahramanı olma dönemi sona ermiş bulunmaktadır.
*
Ve nihayet, reformlar devrimci mücadelenin yan ürünleridirler her zaman. Bugün batı uygarlığı diye burjuvazinin hanesine yazılan politik ve sosyal hakların hepsi işçi ve devrimcilerin mücadeleleriyle kazanılmışlardır. Bugün bu mirasa konanlar o mücadeleler verilirken çözümün değil sorunun bir parçasıydılar.
Aynı şekilde önem bakımından en başta olmakla birlikte, son olarak belirtmek gerekirse, Erdoğan, 1960’lardan beri, önce işçilerin, sosyalistlerin, sonra da Kürtlerin özgürlük mücadelesinin verdiği binlerce ölünün, gördüğü on binlerce işkencenin, saymakla bitmeyecek nice görülmüş baskının bütün bunlar için sayılamayacak fedakarlıkların rantını yemektedir.

Gerillalar Türk ordusunun bütün girişimlerini boşa çıkartmasaydı ve hatta ona karşı askeri başarılar kazanmasaydı; Kürt özgürlük hareketi bütün zorluklara rağmen varlığını koruyup siyasi bir güce dönüşmeseydi, bütün bunlar karşısında inkar ve baskıya dayanan sistemin ipliği pazara çıkmasaydı, kokuşma bütün burunları sızlatmasaydı, bütün bunlar olmazdı.

İnkarcı ve baskıcı politikaları iflas ettiren ve bu iflası elle tutulur ve gözle görülür kılan bu adsız kahramanlardır. Bu kahramanların mirasını yemektedir. Ve yediği mirasın kaynağını inkar eden bir haramzade gibi konuşmaktadır.

Erdoğan “Balkon Konuşması”nda, ölen binlerce gerillaya değil; ölen nice devrimci ve demokratlara değil; Menderes’lere teşekkür ederek, sadece kendi gerici, sermayeden yana, sınırlı, soğuk savaş döneminin ötesine geçmeyen ideolojik arka planını ve sınırlı ufkunu ele vermiyor; aynı zamanda bu günkü zaferini borçlu olduğu gerçek kahramanlara haksızlık edip onların sağladığı kazanımları aslını intar eden haramzade bir mirasyedi gibi yiyor.

Ne zaman bir Balkon’dan bir başbakan çıkıp, bu gerçek kahramanlara hak ettikleri hürmeti gösterip teşekkürü eder, o zaman Türkiye, Kürdistan ve Orta Doğu’da barış ve demokrasi gelebilir.
Gerillaları terörist ve bölücü değil, baskıya karşı mücadele eden özgürlük savaşçıları olarak görmeyen; onları sonun değil, çözümün bir parçası olarak görmeyen bir politika, demokrat, cesur ve vizyoner olamaz.

Bunların hiç birinin onda olmadığını Balkon konuşması göstermektedir.
Balkon konuşması zaferde bir yenilginin ilanıdır.
*
Ancak Erdoğan ilk yenilgisini aslında seçimlerde aldı. Gerçekten demokrasi üzerinden bir kampanya yürütseydi hem MHP’yi barajın altına düşürebilir, Anayasa oylamasındaki oranı tutturabilirdi hem de Bloğun başarısını engelleyebilir; Kürdistan’da oy kaybetmeyebilir ve hatta oylarını arttırabilirdi.

Ama ideolojik şekillenmesi, ufku, programı, dayandığı sınıf zerrece demokrat, cesur ve vizyon sahibi olmadığından, dar kafalı bir gerici olarak hareket edip, ırkçı ve gerici bir söylem tutturdu. Hem de kendi konuşmalarında kasetleri önceden ilen ederek, yasa dışı yollar ve bel altından vuruşlar yaptığını itiraf edip suçüstü yakalandı.
Ve tam da bu nedenlerle, MHP’yi barajın altına itemedi, Kürdistan’da da oy oranı düştü ve Blok karşısında yenilgiye uğradı. Yani iki cephede yenildi ve yenilgisinin nedenleri tam da yukarıda sözünü ettiğimiz özelliklerdir.

Yoksa bir savaşta cephelerden birini boşlayıp sonra dönmek üzere diğerinde yenilgiyi göze almak anlaşılır bir şeydir. MHP’nin program ve söylemine sahip çıkıp, sonra sağladığı oy ile Bloğu ve Özgürlük hareketini yenmeye niyetlenmesi, yani demokrat olmaması tam da yenilgisinin nedenidir.

Ama eğer, Özgürlük hareketinin, Bloğun söylemine sahip çıkıp, bloğa gidecek oyları kazanıp Bloğu yenilgiye uğrattıktan sonra, Kazanacağı yüksek oranıyla marjinalleşmiş MHP’yi çok daha kolay yenilgiye uğratabilir ve iki cephede birden zafer kazanabilirdi.
Bunun yapmaması aptallığından değildir. Dayandığı sınıfın, şekillendiği ideolojinin ve dünya görüşünün demokrat olmamasındandır. Ve tam da bu nedenle zaferde yenilgiyi yaşamıştır. 

Ve tam da bu nedenle Özgürlük Hareketi ve Bloğa da yenilgide bir zafer bahşetmiştir.
Bunu da gelecek yazıda ele alalım.

14 Haziran 2011 Salı
Demir Küçükaydın

İslami Kesim veya Zavallı Zalimler!



Türkiye’de İslami kesim; helal gıdadan Filistin’de taş atan çocukların göğüslerine isabet eden kahpe kurşunların alışverişlerimize kadar sinen kaynağına, Usame Bin Ladin’in öldürülmesinden toplumdaki ahlaki erozyona, TBMM’ye girmenin meşruiyet sorunundan kime niçin oy verip vermeyeceğimize kadar daha birçok sosyal, politik, ekonomik ve kültürel sahaya delilleriyle birlikte karışıyor!

İslami kesim, bütün bu alanlarda bile düpedüz kaba bir İslam anlayışı sergiler. Kimi kimini tekfir eder, kimi de kimini fitnecilikle itham eder! Kimi, İslam’ın ne kadar barışçıl ve anlayışlı olduğunu ispatlamak için Papa’nın elini öpmeye kalkışır, kimi de İslam’ın ne denli özgürlükçü olduğunu göstermek için domine edilmeye rıza gösterir. Velhasıl, bu (bereketsiz) toplumların topraklarında İslami kesim o denli zavallı kalmıştır ki, zalimler ile anılmaktan veya zalim olmaktan kendini bir türlü kurtaramıyor: Zalimlerle anılmaktan veya zalim olmaktan onu özgürleştirecek babayiğitlere bir türlü sahip olamıyor!


Kürt sorununu mitolojileştirme


Münhasıran “Kürt sorunu”nda (hasetsen örgütlü) İslami kesimin tümünün dini, ahlaki, ilkesel, pragmatik, oportünist veya popülist zihni ve ameli bütün edimleri çok açık verilerle şu sonuca varmamızı mümkün kılıyor: “Kürt sorunu”, efsanevi tarihin derinliklerinden çıkıp bir biçimde talihsizce topraklarımıza musallat olmuş mitolojik bir büyü, bir göz boyama veya mitolojik bir olgunun aptalca gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır. Mitolojik bir haberle gerçekmiş gibi ilişki kurmak böylesine koca bir yalanın etkin olmasına katkı sağlamak olacaktır. Bir mitologya olarak kendi başına bırakılması icap eden “Kürt sorunu”, kendi yalnızlığında gerçek dışılığını eninde sonunda gösterecektir. Onun bir gerçekliğinin olduğunu düşünmek ve bu düşünce üzerinden onunla ilişki kurmak büyük bir yanlışı yapmak veya bu yanlışa ortak olmaktır. Bu toprakların insanı da, marazi bir imge olarak “Kürt sorunu”nun mitolojik varlığını görecek ve bu büyü kendiliğinden bozulacak ve büyüsüne kapılmış gidenler derin uykularından böylece uyanacaktır. Öyleyse “Kürt sorunu”yla ilişki, ancak onun bir yalan (söylence) olduğu gerçeğiyle söz konusu olabilir. Yalanın ötesinde, onunla, o bir gerçekmiş gibi ilişki kurmak bizi aldatır. Çünkü biz, mitolojilerle ilişki kuracak kadar gerçekliğimizi yitirmiş değiliz. Oysa asıl gerçek, “Kürt sorunu”nun talihsiz bir biçimde efsanevi tarihten zembille kucağımıza düşmüş bir mitoloji olduğu bilgisidir!

İslami algıda ezilenler


İslami kesimin ilgili algısına, böyle bir ironiyi yapıştırıp pazara vermek belki bizi şu acı gerçeği gerekli kılmaya elverişli hale getirir: Örgütlü ve (memur) entelektüel İslami kesimin, “Kürt sorunu”yla sözüm ona mevcut ilişkisinin hem zihni ve hem de doğal olarak ameli biçimi tümüyle yanlıştır. Bir bütün olarak heybedeki hem zihni hem de ameli birikim tümüyle butlandır. İlişki biçimi fasit ve dolayısıyla batıldır. Öyleyse kişi veya örgüt olarak kaygılı olan İslamcılar mevcut ilişki biçimlerini tümüyle feshedip, etmeyenin heybesindekileri de ret edip Allah ile mustazaf/ezilen arasındaki engeli kaldırmayı amaçlayan kulluk bilinciyle ilişki biçimlerini, hem kavramlarıyla ve hem de kavramların toplumsal gerçekliği ifade edecek yeni muhteviyatıyla mutlaka yenilemelidir. Kendilerini yeniden, ama eskinin aynı olmayan bir yeniden ile mutlaka üretmelidir.


Türkiye’de ahali, tıpkı Firavun’un Mısır’ında olduğu gibi müstekbir-mustazaf/ezen-ezilen diye parçalanmış ve sosyal ve politik ilişki bu parçalar üzerine inşa edilmiştir. Türkiye’deki, iktidarıyla muhalifiyle, mevcut bütün sosyal ve politik unsurlar, muktedir egemenin (istikbarın) aşağılama (istizaf) politikasıyla “Kürt sorunu”na dönük bir düşünüş ve tutum alış biçimine sahip durumdadır.


Resmi paradigmaya uyum sağlamak


Türkiye’deki İslami kesimin hemen hemen tümü, Türkiye Cumhuriyeti’ni hem uluslararası platformda, hem de sosyal ve siyasal literatürde riske edecek hiçbir iddiayı kabul etmiyor: Ermenilerin ileri sürdüğü iddialarda olduğu gibi, uluslararası platformda ve sosyal ve siyasal literatürde Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi paradigmasına paralel bir savunmayı paylaşıyor!


Hasılı müstekbir/ezen toplumsal konseptin, açıkça, müstekbir/ezen Türk toplumsal konseptinin, “Kürt sorunu”nda olduğu gibi, ulusal diye tabir edilen meselelerde önemli bir unsuru olan İslami kesimin, mesela, ümmetçileri diyebileceğimiz kesimindeki bilince göre mustazaf/ezilen toplum yaklaşımı, “Kürt sorunu”ndan önce “Kürt sorunu”nun bulunduğu dönemden farklıdır.


“Kürt sorunu”ndan önce mustazaf/ezilen toplum gerçeğine nakli bir veri olarak doğrudan Kur’an’ın tarihi verileri ile ancak ulaşır ve bu vuslatı, Kur’anî verileri kendi biçimlendirdikleri çağdaş ulusal dışı toplumlarla özdeş kılarlardı. “Kürt sorunu” döneminde ise mustazaf/ezilen toplum, kendileri dışında biçim almış ulusal içi bir mesele olarak, ama Kur’anî verilerin bizzat tarihsel gerçekliğinin ta kendisi olarak ortaya çıkmıştır. Kürtleri mustazaf/ezilen toplum olarak kabul etmek; Kur’an’ın tarihî verileriyle bize iletilen mustazaf/ezilen toplum niteliğiyle bizzat karşılaşmak, bizzat tarihin kendisiyle karşı karşıya kalmak demek olacaktır, ki bu ise, iş başa düşünce asıl olan gerçekliğin tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmasına vesile olacaktır.


Bu tıpkı savaş isteyip dururken, savaş emredilince, “savaşın sırası mıydı şimdi?” diyenlerin yaşadığı çelişki gibi insanı esir eden bir sıkıntıyı kendine reva görmek şeklindedir. İlk dönem İslam tarihinde; Medine döneminde savaş isteyip dururken, savaş imkanı kendini dayatınca savaştan kaçanlar gibi; mustazaf/ezilen toplum deyip dururken mustazaf/ezilen toplumla karşılaştığında apışıp kalmak Türkiye’deki ümmetçi İslami kesimin bugün gözüken en bariz özelliğidir.


İslami kesimlerin Kürt sorununa bakışı


Uğruna malı ve canı ile adanacakları ulusal dışı mustazaf/ezilen toplum ararlar da, bizzat mustazaf/ezilen olan bir toplumu ulusal içidir diye görmezlikten gelir veya kabul etmezler. Böylece müstekbir/ezen toplumsal konseptin aktif veya pasif bir unsuru olduklarını kanıtlar ve kimi aktif, kimi de pasif zalim olmaktan başka bir seçeneği kendilerine bırakmazlar.

Kur’anî olan kimi tarihi verilerden bahisle arz-ı endam eden hareketlerin gerçek itici güçleri, “Kürt sorunu” döneminde, mustazaf/ezilen kavramını bilinç düzeyine katıksız olarak hiç çıkarmadılar. Hatta bizzat Kur’anî bir veri olan tarihi mustazaf/ezilen toplumla karşı karşıya bulunduklarını dahi kabul etmediler. Hemen hemen hiçbir örgütlü yapı Kürt toplumuna mustazaf/ezilen toplum bilinciyle yaklaşmadı. Kimi ideolojik sıçramalarla yalnız mustazaf/ezilen toplum bilincini iğdiş etmekle kalmadılar, aynı zamanda toplumun içerisinde bulunduğu durumun gerçekliğini de örttüler.


Türkiye’de müstekbir ve mustazaf/ezen ve ezilen  statü, sosyal ve politik olarak tüm ahalinin ayrışık iki toplumunu ele verir. Ve istikbarı tercihen irade eden müstekbirler, kendilerini, aşağıladıkları/istizaf ettikleri halk ile Allah arasına koyar. O halde “Kürt sorunu”nda politik işaretler veren ahalinin tümünü müstekbir/ezen ve mustazaf/ezilen koşullarına uygun olarak tasarlama imkanı doğmaktadır. Çünkü bu koşullar dahilinde fonksiyonel olan toplumsal katmanlar müstekbir/ezen ve mustazaf/ezilen içerikleriyle hareket etmektedir.


Mustazaf/ezilen toplumun özgürlük sorunu


İslami kesimin öncelikli görevi, kendileriyle Kürt toplumu arasında “Kürt sorunu”nun mevcut siyasal taraflarının varlığını engel kılmamaktır. Çünkü Kur’an vahyinin bildirimine göre inananların esas mesuliyeti mustazaf/ezilen toplum ile Allah arasına konan istikbar/ezme engelini kaldırmak ve böylece mustazaf toplumun eline Allah ile ilişkisinde bir bahane bırakmamaktır. Çünkü istikbarın/ezmenin varlığı ve dolayısıyla esaret durumu mustazaf/ezilen toplum için Allah ile arasında bir bahanedir. Yani mustazaf/ezilen toplumun özgürlük sorunu, aynı zamanda Allah ile aralarına sokulmuş şeyleştiren egemenlik engeli yüzünden bir kulluk sorunudur!


Türkiye ahalisinin tümünü müstekbir-mustazaf/ezen-ezilen soyutlamasına dayanarak açıklamamız, ahalinin mutlak iki kategoride bulunduğu ve bunun nihayetsiz olduğu anlamına gelmez. Toplumsal bütünlüğün müstekbir/ezen güç tarafından fesada uğratıldığını ve dolayısıyla toplumsal ilişkilerin gerçekliğini yitirdiğini belirtmemiz anlamına gelir. Öyleyse ahalinin fesada uğramış biçimiyle, yani sosyopolitik alanda olduğu gibi ideoloji alanında da müstekbir/ezen ve mustazaf/ezilen katmanlar birbiriyle ister-istemez yüzleşmek zorunda olan toplumsal katmanlardır. Bu yüzleşme zihni olduğu kadar amelidir de: Dolayısıyla kimsenin istemeyeceği çatışma ortamı müstekbir/ezen itici güçler yüzünden meydana gelmektedir.


İslami kesim ezilen toplumu ezmeye çalışıyor


Müstekbir/ezen Türk toplumsal konseptin aktif ve pasif zavallı zalimleri olan örgütlü ve (memur) entelektüelleriyle İslami kesimin tutumundaki sallantı ve kararsızlık ve netleşmeye ve etkinleşmeye fayda sağlamayan niteliklerinin kaynağı; (münhasıran “Kürt sorunu”nda) hem yaşam biçimlerinin müstekbir/ezen Türk toplumsal konsept süreciyle beslenmiş olması, hem de ahaliyi fesada sokan müstekbir toplumsal konseptle çözümü zor olan örgütsel ilişkilerinin bulunmasıdır. İslami kesimin “Kürt sorunu”ndaki dengesiz konumlanışı, ister-istemez onu ya aktif yada pasif, ama zavallı zalim yapmaktadır. Çünkü ahaliyi fesada sokan asıl motor güç, müstekbir/ezen konsepttir ve bu nitelikteki motor gücün tam karşısında açıkça yer almadığınızda, zalim olmaktan başka tercih edeceğiniz hiçbir seçenek kalmamaktadır.


“Kürt sorunu”nda müstekbir/ezen konsept ile ilişki biçimi, İslami kesimi istikbarı/ezmeyi ezmeye yöneltmemektedir. Bilakis, “Kürt sorunu”nun ilerlemesine, gelişmesine en azından sürekli gündem teşkil etmesine engel olmaya yöneltmektedir. Yani İslami kesim ezen konsepti değil, ezilen toplumsal ivmeyi ezmeye çalışıyor.


Zavallı bir zalim


Müstekbir/ezen konsept ile ilişki biçimleri, onların çıkarlarını, “Kürt sorunu”nun esasını teşkil eden mustazafın/ezilenin lehine gelişmesinde değil, bundan kaynaklandığını belirterek veya belirtmeyerek kısmi ve izafi hak belirtilerine yöneltmektedir. Onlar “Kürt sorunu”na, bir halkın haklı bir varlık sorunu olarak değil, Türkiye ahalisinin parçalı sorunlarından herhangi bir sorunu olarak bakmaktalar. Mesela, başörtüsü sorunu ile “Kürt sorunu” arasında, sorun olmak bakımından hiçbir fark görmemekteler. İslami kesimin önemli kısmı büyük şehirlerde yaşamakta ve dolayısıyla kendi yaşamları müstekbir konsept ile birebir ilişkide bulunmaktadır. Ve doğrudan müstekbir konseptin etkisi altındadır! Mustazafın/ezilenin verdiği özgürlük mücadelesi ziyadesiyle müstekbir/ezen konsept tarafından filtrelenerek ve fitlenerek medyatikleştirildiğinden  ve örgütlü yapıların ve (memur) entelektüellerin de çıkarları müstekbir konsept ile örtüşebildiğinden, İslami kesim, bir zulüm manivelasına veya momentine dönüşmektedir.


Çoğu zaman da İslami kesim, müstekbir-mustazaf/ezen-ezilen karşı(t)laşmasında farklı bir toplumsal biçim olarak bunların üstünde veya ötesinde bulunduğunu belirtir. Bu durumda, ezen ve ezilen diyalektiğini, ama yalnızca Türkiye’de, aşırı iki uç olarak kabul eder. Dolayısıyla ya marjinal radikaller olarak her iki ucu da yok etmeyi gerekli gördüğünü idealize, ama yalnızca idealize eder yada bu iki toplumsal katmanın keskin uçlarını törpüleyerek birbirine uyumlu hale getirmeyi idealize eder. Aslında gerçek şu ki; İslami kesim, “Kürt sorunu”nda müstekbir/ezen konseptin ezme iradesine ve hassaten mustazaf/ezilen taraf olarak Kürt toplumunun kendi iradesine yönelik kararlarına karşı olabildiğince ilgisiz durarak bu mücadelede kimi zaman babacan tavırlar takınan, kimi zaman da müstekbir konsept tarafına yarayacak biçimde yan tutan veyahut bir o yana bir bu yana sürüklenip giden bilinçsiz bir güruh olarak durmaktadır. İşte böylesine bilinçsiz bir güruh olarak İslami kesim, toplumsal davranışlardan ve toplumsal zorunlu sonuçlardan giderek sıyrılmış, kopmuş ve salt ideolojik biçimleri önemseyen işlevsiz bir hareket olmuştur. İslami kesimin bu hali şüphesiz müstekbir konseptin yararınadır. Bu yüzden o zavallı bir zalimdir!


Ezilenin kurtuluşu ‘gerçek’ olanın kendisidir


Mevcut bilinçsizlik haliyle ve toplumsal sorunların öncelikleriyle bütün ilişkisini koparıp kendisini yalnızca bir ideoloji olarak ortaya koyan İslami kesime, bu yüzden, Kürtlerin, yaşamak zorunda bırakıldıkları bu kritik süreçte onlara güvenip sırtını dayayacağı sağlam bir kale olarak bakması mümkün olmuyor. Pek tabi ki, bütün bu daraltıcı ve ümit kırıcı durumların rağmına mustazaf/ezilen toplumu kurtuluşa ulaştıracak esas tema, bizzat “gerçek” olanın kendisidir.


Bir tür problem sarmalında bulunan İslami kesimin hal-i pür melali bu iken, imanlarıyla vicdanları arasında sıkışıp kalmış İslami (veya İslamcı) Kürtlerin durumu da, bütün bu problematiğin doğrudan etkisi altında olduğunu göstermektedir.