6 Mayıs 2011 Cuma

Toplumun Zihniyet Sorunları

Tanrıların en güçlü imgeleri, gölgeleri (Zillullah) bile bu kadar kazanç sağlayamadılar. Demek ki, sermayenin sürekli ve kümülâtif birikimi boş bir kavram değilmiş. Zihni çarpıtmalar basit operasyonlar değilmiş. 

Abdullah Öcalan
 
Şüphesiz bir toplumu sömürüye açık hale getirmenin ilk koşullarından biri onu ahlak ve politikadan yoksun kılmaktır. Bu iki dokunun düşünsel temeli olan toplumsal zihniyetin çöküşü sağlanmadan, bu yoksunluk gerçekleştirilemez. Tarih boyunca egemenler, sömürgen tekeller bu nedenle amaçları için ilk iş olarak ‘zihniyet hegemonyasını’ inşa etmişlerdir. Sümer toplumunu verimliliğe, dolayısıyla sömürüye açmak için, Sümer rahiplerinin ilk iş olarak tapınak (Ziggurat) inşa etmeleri bu gerçeği çok açık bir biçimde kanıtlamaktadır. Tarihin bilinen ve etkisi halen süren toplumsal zihni çarpıtma ve fethetmenin orijinal kaynağı olması açısından da Sümer tapınağı büyük önem taşımaktadır.
Toplumsal doğanın en esnek zihni yapılanmalardan oluştuğunu önemle belirtmeye çalıştım. Toplumun en zekâlı doğa olduğu iyi anlaşılmadıkça, anlamlı bir sosyoloji geliştirilemez. Dolayısıyla toplumu sömürü kaynağı olarak gözüne kestiren zorbalar, egemenler, kurnazlar, ilk işleri olarak toplumun zekâsını ve düşünme olanaklarını zayıflatmayı, ilk tekeli zihniyet tekeli yani tapınak olarak geliştirmeyi temel görev edinmişlerdir. Tapınak orijinali itibariyle iki işlev birden görür. Birincisi, zihni egemenlik aracı, hegemonik araç olarak son derece önemlidir. İkincisi, toplumu öz zihni değerlerinden koparmak için çok elverişlidir.
Toplumun öz zihniyeti kavram olarak iyi anlaşılmayı gerektirir. İnsanlık daha eline ilk taş ve sopayı aldığında bu işi düşünerek yapmıştır. Burada içgüdü değil, analitik düşüncenin ilk tohumları söz konusudur. Deneyim biriktikçe toplumun gelişmesi, özünde bu düşünce yoğunlaşmasıdır. Bir toplum ne kadar deneyim, dolayısıyla düşünce yoğunlaştırırsa, o denli yetenek ve güç kazanır. Kendini daha iyi besler, korur ve üretir. Bu süreç toplumsal gelişmenin ne olduğunu ve neden çok önem taşıdığını açıklamaktadır. Toplum kendini sürekli düşündürdükçe, ortak akıl veya vicdan da dediğimiz ahlaki geleneğini, yani kolektif düşüncesini oluşturur. Ahlak bu nedenle çok önemlidir. Çünkü o toplumun en büyük hazinesi, deneyim birikimi, ayakta kalma gerekçesi, yaşamını sürdürmesinin ve geliştirmesinin temel organıdır. Toplum bunu yitirirse dağılacağını, yaşam deneyiminden ötürü çok iyi bilmektedir. Bu yüzden adeta içgüdü keskinliğiyle ahlakı önemsemektedir. Eski klan-kabile toplumlarında ahlak kurallarına uymayanların cezası ölümdü ya da toplumun dışına atılıp ölüme terk edilmekti. Halen çok saptırılsa da, ‘namus cinayet’inin kökeninde bu kurallar yatmaktadır. 

 
Ahlak kolektif düşünce geleneğini temsil ederken, politikanın işlevi biraz daha farklıdır. Daha çok güncel kolektif işler üzerinde tartışmak ve kararlaşmak düşünce gücünü gerektirir. Güncel yaratıcı düşünce politika için şarttır. Yine de kaynak olarak, düşünce birikimi olarak ahlaka dayanmadan ne politik düşüncenin üretilebileceğini, ne de politikanın kendisinin yapılabileceğini toplum çok iyi bilmektedir. Politika günlük kolektif (toplumun ortak çıkarı) işler için kaçınılmaz bir eylem alanıdır. İşler konusunda farklı, hatta aykırı düşünceler olsa bile, tartışma ve karar almaları için şarttır. Politikasız toplum ya başkalarının kurallarını sürü misali takip eden, ya da başı koparılan tavuk misali zıplayan hayvandan farksızdır. Toplumun öz düşünce gücü bir üstyapı kurumu değildir; toplumun beynidir. Organları ahlak ve politikadır. 

 
Toplumun diğer organı, kutsal mekân olarak elbette tapınaktır. Ama bu tapınak hegemon güç (hiyerarşi ve devlet) tapınağı değil, kendi öz kutsal mekânıydı. Toplumun öz kutsal mekân arayışı, arkeolojik buluşlarda başköşeyi işgal etmektedir. Günümüze kadar ayakta kalan belki de tek önemli yapıdır. Bu gerçeklik tesadüfî sayılamaz. Toplumun ilk kutsal mekânı tüm geçmişinin, atalarının, kimliğinin, ortaklığının temsil edildiği yerdir. Toplu anma, ibadet yeridir. Kendini hatırlama, yâd etme mekânıdır; geleceğe taşımanın işaretidir; bir arada olmanın önemli gerekçesidir. Toplum, ne kadar dikkat çekici, görkemli, güzel yaşanmaya değer yerde inşa edilirse, tapınağın o denli temsil kabiliyeti ve yaşamsal değeri olacağının bilincindeydi. Dolayısıyla görkemlilik en çok tapınaklarda sergilenirdi. Sümer örneğinin de yansıttığı gibi, tapınak aynı zamanda üretim araçlarının, emekçilerin depo ve barınak yeriydi. Yani imece usulü çalışmanın yeriydi. Yalnız ibadet değil, toplu tartışma ve karar yeriydi. Politik merkezdi. Zanaatkâr yuvasıydı. İcat yeriydi. Mimar ve bilginlerin hünerlerini denedikleri merkezdi. İlk akademi örneğiydi. İlkçağın tüm kehanet merkezlerinin tapınaklarda olması tesadüfî değildir. Bütün bu etkenler ve daha yüzlercesi tapınağın önemini ortaya koymaktadır. Bu duruma da rahatlıkla toplumun ideolojik, zihniyet merkezi demek gerçekçi olacaktır. 

 
Urfa’daki dikilitaşların ördüğü harabe on iki bin yıl öncesine aittir. Daha tarım devrimi yapılmamıştır. Ama o taş oymacılığı ve dikiminin anlamı çok gelişkin insanların ve dolayısıyla toplumun varlığını gerektirdiği açıktır. Kimlerdi onlar, nasıl konuşuyorlardı, nasıl beslenip çoğalıyorlardı? Düşünce ve adetleri nasıldı? Geçimlerini nasıl temin ediyorlardı? Bu soruları yanıtlayacak hiçbir iz yoktur. Yalnız dikilitaş anıtı, büyük ihtimalle tapınak kalıntıları geriye iz olarak kalmıştır. Bugün bile sıradan köylüler o taşları oyup, anlamlı biçimde o yere çıkararak dikme gücünde olmadıklarına göre, demek ki o insanlar ve toplumları bugünkü köylüler ve köy toplumlarından geri değillerdi. Buna benzer hususları sadece tahmin edebiliyoruz. Saptırılmış olsa da, Urfa’nın kutsallığı belki bu tarih ötesi gelenekten bir ırmak misali süzülüp geliyor. Bu anlamda toplumsal tapınağın varlığını ve önemini tartışmıyorum. Hegemonik tapınağın varlığını ve işlevinin önemini tartışıyorum. 

 
Mısır rahipleri de en az Sümer örneği kadar hegemonik tapınak oluşumunda rol oynadılar. Hint Brahmanları onlardan daha aşağı kalmadılar. Uzakdoğu tümüyle daha aşağı kalır durumda değildi. Güney Amerika tapınakları da hegemonikti. Gençler boşuna kurban seçilmiyordu. Tüm uygarlık çağlarının egemen tapınakları hegemonikti. Orijinalin kopyası gibiydiler. Toplumun egemenler yararına kullanıma hazır hale getirilmesi bu merkezlerin baş işleviydi. Tekelin askeri kolu dehşetengiz kelle koparıp kale ve sur duvarlarında kullanırken, ruhani kolu zihniyet fethiyle aynı işi tamamlardı. Her iki faaliyet toplulukların köleleştirilmesinde at başı rol oynadı. Biri korku, diğeri ikna üretti. Binlerce yıllık uygarlık toplumunun bu tarzdaki sürekliliğini kim inkâr edebilir?

 
Avrupa hegemonik uygarlığı bu konuda büyük biçim değişikliğini sağladı. Özünü ise olduğu gibi korudu. Toplum üzerindeki devasa ulus-devlet aygıtlarının bununla yetinmeyip en ince ayrıntılarına kadar toplumun iç gözeneklerini kendine bağımlı hale getirdiği günlük gözlemlerdendir. Zihniyet oluşum merkezleri olarak üniversite, akademi, daha aşağıda lise, ortaokul, ilk ve anaokulun verdiği, kilise, havra ve caminin tamamladığı, kışlanın kesinleştirdiği şey, toplumun kalıntısı kalan zihni, ahlakı ve politik dokularının fethi, işgali, asimilasyonu ve sömürgeleştirilmesi değil de nedir? Demek ki toplumun ‘kitleleştirilmesi’ sürüleştirilmesidir derken, bazı değerli yorumcular boş konuşmuyorlar. Aynı zamanda faşizmin toplumuna bu zihin sömürgeleştirilmesiyle gidildiği taze anılarımızdandır. Yakın tarihin kan banyosu da bu zihin fethinin sonucudur. 

 
Tekrarlamanın sakıncası yoktur: Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, sporculuk, sanatçılık ikonlarını sallarsan toplumu –pardon, sürüyü-, kitleyi dilediğin her hedefe taşıyabilirsin. Zihnin fethi hiçbir zorun başaramayacağı kadar toplumu bugünkü küresel finans-sermayesine açık hale getiren gelişmenin temelidir. Bir kez daha Sümer rahiplerine ve tapınak icatlarına selam durmak gerekir! Ne yaman fatihlermişsiniz de, aradan beş bin yıl geçtiği halde, bugünkü son temsilcileriniz ve tapınaklarındakiler ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmadan tarihin en büyük sermaye birikimini gerçekleştirebiliyorlar! Tanrıların en güçlü imgeleri, gölgeleri (Zillullah) bile bu kadar kazanç sağlayamadılar. Demek ki, sermayenin sürekli ve kümülâtif birikimi boş bir kavram değilmiş. Zihni çarpıtmalar basit operasyonlar değilmiş. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve İtalyan Antonio Gramsci de hegemonik fethi benzer tanımlamalara kavuştururken, ulus-devletin en çok yüceleştirildiği dönemin hapishanelerindeydiler. Bildikleri yaşadıklarındandı. Ben de son tahlilde küresel sermaye ‘mahkûmuyum’. Onu doğru tanımamak, kendi zihnim şahsında (kimliğimde) toplumun öz zihnine ihanet olurdu.

Zamanın Ruhu ve Tarihin Mirası

Mum misali erimeyi göze almadıkça devletli uygarlığın karanlık dehlizlerinde hakikat savaşı verilemez. Nasıl mum aydınlatma uğruna eriyorsa; bilge, bilim insanı, hakikat arayışçısı da yaşamın ve ölümün farkında olarak olabilecek tüm varsayımları göze alarak yola çıkmalıdır.
Mahmut Baran / Mahir Tekin / Ferhat Akıncı
 
Eskilerin Eskimeyen Ama Yenilenen Mirası
 
Ortadoğu, merkezi uygarlığı en çok da fikir-zikir-eylem birliğini esas alan geleneğe sahiptir. Zaman içinde sistem karşıtlarının çokça kaybettikleri noktalardan biri olan bu birlik Ortadoğu’nun kadim geleneği boyunca korunmuş ve bugün verilen demokratik uygarlık mücadelesine de birçok yönüyle ışık tutmaktadır. Tarihi, salt doğruları içinde ele almak kadar, miras bırakan olay ve kişileri tek tek değerlendirip bunların hakikatini, hakikat savaşını ve gerçekleştirme düzeylerini sahiplenmek, bu mirasın tümünü örtmek isteyen, hakir gören günümüz uygarlığına karşı bir görevdir.

Zira Önder Apo; “Hakikat devrimi, eskilerin eskimeyen ama yenilenen mirasına sahip olmadan başarılamaz” demektedir. “Dinlerin ilk doğduklarındaki elçi ve havarileri gibi yaşamayı bilmedikçe, hakikat peşinde koşmadıkça hakikat savaşı verilemez. Verilse de başarılamaz. Ortadoğu’nun yenilenmiş kadın tanrıça bilgeliklerine, İsalara, Musalara ve Muhammedlere, Saint Paullara, Manilere, Veysel Karanilere, Hallacı Mansurlara, Sührewerdilere, Yunus Emrelere, Brunolara ihtiyacı vardır. Hakikat devrimi, eskilerin eskimeyen ama yenilenen mirasına sahip olmadan başarılamaz. Devrimler ve devrimciler ölmez, miraslarına sahip çıkılarak yaşanabileceğini kanıtlar, Ortadoğu kültürü fikri-zikri -eylemi bütünleştirmenin kültürüdür. Ve bu yönden çok zengindir. Demokratik modernite ve kültürel uygarlık kapitalist modernitenin eleştirisini ekleyerek katkısını sunacak, tarihi rolünü oynayacaktır.” Demektedir.

Mum misali erimeyi göze almadıkça devletli uygarlığın karanlık dehlizlerinde hakikat savaşı verilemez. Nasıl mum aydınlatma uğruna eriyorsa; bilge, bilim insanı, hakikat arayışçısı da yaşamın ve ölümün farkında olarak olabilecek tüm varsayımları göze alarak yola çıkmalıdır. Hakikat su ise, hakikat savaşçısı çölde susayıp suyu arayan kişidir.

Ortadoğu’nun dağ, çöl ve ormanlarında devletli uygarlığa tüm varlığıyla karşı koymuş, direnişin bayrağını elden ele dolaştırmış sayısız derviş, bilge, abdal ve aşık vardır. Her biri kendi cephesinden bir savaş vermiştir. Uygarlığa teslim olmayı baldıran zehri içmeye, çarmıha gerilmeye, derisi yüzülerek öldürülmeye, aslanlara parçalatılmaya tercih eden bu kişilerin savunucusu olduğu yaşam kültürü ‘ahlaki ve politik toplum’un varlığına ve ’nasıl yaşamalı, ne yapmalı, nerden başlamalı?’ sorularına cevaptır.

Kapitalist modernitenin karanlığa terk ettiği bu mirasa sahip çıkmak ve onu yeniden diriltmek devrimci kişiliklerin sahiplenmesi gereken tutumdur. Kapitalist modernitenin çarpıtmada ustalaştığı bir gerçektir. Bu ustalığı 5000 yıllık devletçi-iktidar sahiplerinin edindiği birikimlerden almaktadır.

Hakikati gizlemek, çarpıtmak için global kültür endeksli müziği öne çıkarıyor, her gün moderniteyi öven sayısız kitap servis ediliyor, dev bütçelerle belgeseller-filmler hazırlanıyor. Tüm bu yalan ve çarpıtma içinde öz benliğini koruyabilmek bir mücadele vermekten geçer ‘Nasıl bir mücadele?’ sorusu hayati anlamda önem kazanıyor.
Ortadoğu’nun tarihsel kişilikleri fikir-zikir-eylem bütünlüğüyle nasıl bir mücadele verilmesi gerektiğini yaşam tarzıyla bize anlatıyorlar. ‘Işık Bahçeleri’nin ‘Enel hak’ın ‘Fenafillah’ın ve ‘Nirvana’nın ortaklaştığı nokta hakikatin gerçekleşme düzeyidir.

Dediğimiz gibi sayısız evliya, aziz, bilge, derviş tarafından yaşatılan bu geleneğin belli başlı isimlerini zaman tarih, evren, yaşam, ahlak, arınma, toplum, hakikat, fikir-zikir-yaşam birliği ve egemen doğmaya karşı yanları ele almak hem bu geleneği hem de genel fikirlerini anlamamızda yardımcı olacaktır. 

Kısaca değerlendireceğimiz Mani, Hallacı Mansur, Mevlana, Yunus Emre, Feqiyê Teyran, Ehmedê Xanî, Baba Tahir Uryan gibi Anadolu, Mezopotamya, Ortadoğu mistisizminin egemen uygarlık karşıtlarının fikirleri bizi bugünkü uyarlaması konusunda güçlü ve umutlu kılacaktır.

Bilgelerin Kısaca Yaşamları

Yunus Emre
 
Ortadoğu’daki hakikat savaşının büyük temsilcilerinden Yunus Emre, 1240 ile 1320 yılları arasında yaşayan Anadolu mistisizminin kurucularından Hacı Bektaşi Veli ile tanınmış. Ondan ilim-irfan öğrenmiş. Dergahında nefsini terbiye ederek kırk yıl hizmet ettiği dergahtan hakikate erince ayrılmış ve Anadolu’yu baştan başa gezmiştir. Bildiği, erdiği hakikati paylaşmıştır. Dünya malını, evi, yerleşik hayatı reddetmiştir. Sistemin sunduğu tüm olanaklara sırt çevirip, erdiği hakikati deyişler söyleyerek halka taşırmaya çalışmıştır.

Mani

12-13 yaşına kadar babasının mensup olduğu tarikatın içinde yaşamış, mistisizmi küçük yaşlarda kabullenmiştir. Erken yaşta inzivaya çekilmiştir. Burada ‘ikizim’ dediği hayali bir sesle sohbetlerde bulunur. Budizm, Hıristiyanlık ve Museviliğin de kısmen eklendiği bir Zerdüştlük reformunu ‘Işık Dini’ adıyla yaymaya başlar. Tüm hayatını bu inancı yayarak geçirir. Ve dönemin egemenlerini temsilen bir rahip tarafından öldürülür.

Mevlana
 
Mevlana (1207-1273) Belh’de doğar ve daha sonra Horosan’a göç eder. Babası alim olan Mevlana’nın hayatı ilim arayışıyla geçer. Meşhur sofi Şems-i Tebrizi ile dostluk kurar. Bu sırada resmi anlayış dışında birlikte ilim-hakikat üzerine düşünürler. Neredeyse her konuya dair fikir beyan etmiştir.

Hallac-ı Mansur
 
Küçük yaşta medrese eğitimi alan Mansur, arayışını hep sürdürür; durmadan yeni tarikatlarda, dergahlarda hakikatin izini arar. En sonunda da hakikatin kendi içinde olduğunu fark edip ‘Enel Hak (ben yaratıcı gerçeğim)’ der. Bu felsefesini dönemin Bağdat’ında yaymaya çalışınca, iktidar sahipleri tarafından önce dışlanır sonra da dinden çıkmakla suçlanıp derisi yüzülerek öldürülür.

Baba Tahir Uryan
 
11. yüzyılda yaşadığı bilinen Baba Tahir, Kürtçe’nin Lori lehçesiyle yazılı eser bırakmıştır. Kürtçeyi bir edebiyat dili olarak ilk yazılı hale getiren en eski kaynak Baba Tahir’dir. Şiirlerinden anlaşılacağı üzere ömrünü bulduğu hakikati yaşayıp, bunu yaymakla geçirmiştir. Eserlerinin dönemin egemenleri tarafından yakıldığı ileri sürülmektedir.

Ehmedê Xanî
 
1591’de doğan Xanî de hem erken ilimle tanışmış hem de gezmeye başlamıştır. Dönemin pratik olaylarına ve politikaya da çok duyarlı olan Ehmedê Xanî, felsefe ve hakikati yaşamının merkezine almış, bu doğrultuda ilim öğrenmiştir. Halkının sorunlarına da hakikat ve hakikatin politik yorumuyla çözüm getirmeye çalışmıştır.

“Zaman oluşturucudur...”

“Zaman oluşturucudur... Oluşumun hızına zaman diyoruz... Oluşum olmasa zaman da ‘yok’ boyutundadır. Sır niteliği insan bilincine böyle yansımaktadır. Kısmen keşfini insan toplumunda yapabilmeyi şahsen büyük şans olarak değerlendiriyorum. Toplumsal tarihin insanı oluşturmadaki rolü son derece önemlidir. Eğer zamanın sırrı çözülecekse, bunu ancak bu kısacık oluşum sürelerinde keşfedebiliriz. İnsan toplumunun bireyini oluşturma gücü sanıldığından daha az anlam kazanılmış bulunmaktadır. Üzerinde çok çalışarak anlam derinliği yakalanılabilir. Başka hiçbir fenomende zamanın gücünü keşfedemeyiz.” (Abdullah ÖCALAN) 

Özellikle son iki yüz yıllık kapitalizm başta olmak üzere uygarlığın insanı ve toplumu parçalaması, her daim “sağlıklı” hale getirmesi herkesin malumudur. Bunu çözüp değiştirmeye dönük ideolojik, bilimsel, inançsal birçok hareket-düşünce gelişmiş ancak hiçbiri bu hastalıklı hali aşmaya muktedir olamamıştır. Analiz etme konusunda çok sorun yaşanmış; kısmen analiz edilenler ise yaşama geçirilememiş, gerçekleştirememiştir. Ve bu girişimlerin başarısızlığı hastalığı da derinleştirmiştir. Bu açmazı açmaya dönük Öcalan, özgürlük sosyolojisi ile temellerini döşediği Hakikat Rejimi ve Demokratik Uygarlık Çözümü, Ortadoğu Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü’ adlı eseri ile ete kemiğe bürüyüp pratikleşmesi için somut perspektişer de sunmuştur. Tarih, toplum ve gerçekleşme olgularını anlamak ufuk açıcı olacaktır. 

Doğa, gerçeklikler alanı olarak ele alınabilir. Ama ne gerçeklik ne de hakikat insanı ve toplumsallığı dışında hiçbir yerde anlam ifade etmez. Tarih bu tek tek hakikatlerden oluşan bir toplum ve bu toplumun etkisinde tek tek hakikatlerin insanda gerçekleşmesidir. Bilinçli bir varlık tarafından ‘anlaşılmak’ hakikatin ve doğanın temel itisidir. Zira Hegel buna ‘tinin yabancılaştığı doğadan insan tarihi ve kültürü, toplumu alanında özgür ve bilinçli olarak kendini gerçekleştirmesidir’ derken, Marks da sınıf savaşlarının zaferi doğanın, hatta bir bütün maddenin ‘maddi ilişkilerinin belirlendiği bir bilinç durumu’yla sınıfsız toplumda gerçekleşmesidir; biçiminde bir yorumlamada bulunmuştur. Toplum ve zamanın (tarihi) ve gerçekleşme alanı (toplumsallığı) olmayan hiçbir gerçek, anlama dönüşmez ve bir değer oluşturmaz. “Toplumsal gerçeklikte zamanın inşa gücü ve yeteneği temel bir ilke değerindedir. Toplumsal yaşamın zamanla sınırlanmış halini anlamak sosyolojinin baş etmek zorunda olduğu temel sorundur.” (A.Ö) 

Toplumsal zamanı anlamak
 
İlk adımda zamanı tartışmak -ki adım atmak, yürümek bile hareketin zaman eğrisindeki konumu, oluşum hızını konuşmaktır -tüm fen bilimleri için olduğu kadar, sosyal bilimler içinde bir zorunluluktur. Fen bilimlerinin zaman üzerinde sayısız araştırma ile yapmak istediği insan zihninde zamana dair bir moment oluşturmak ve bu momenti değerlendirecek bilinci oluşturmaktır. Yapılan çalışmaların (evreni zamanlama, yaşını tespit, uzay çalışmaları, son olarak da CERN’deki hadron çarpıştırma deneyleri) bu konuda başarılı olamadıkları açıktır. Metodolojik olarak insan zihnine, zihne yabancı bir yöntemle moment yerleştirmeye çalışmak sorunludur. Zihnin kendini en iyi açımladığı alandan yeni toplumdan ve toplum biliminden hareket etmek sorunu çözmeye çok yakınlaştıracaktır. Marks ve Engels “Biz bir bilim tanırız: tarih” diyorlar; bunu toplum bilim ışığında araştırılan tarih ve tarihselliği içinde kavranan ‘toplum bilim tüm bilimlerin ana kraliçesidir’ şeklinde ele almak, zamanı ve gerçekleşmeyi bunun üzerinden gerçekleştirmek aydınlatıcı olacaktır. Çünkü “Evrensel tarih bir bütündür”; zamanın önemi sezilmiş olmakla birlikte bilincin oluşturduğunu söylemek imkânsızdır. Zamanı fizik çalışmaları boyutuyla değil, toplumsal boyutuyla tartışmak için son olarak şunu söyleyebiliriz; insan sonsuzu ya da evrenin yaşı olarak kabul edilen 13,8 milyar yılı zihninde tasarlayamaz ve bu tasarım üzerinde bir bilinç inşa edemez (kuramsal fizik kuantum çalışmalarında da kavramsal boyutta anlaşılmama yüzünden günümüzde bir tıkanma yaşanıyor.) Ancak bu 13,8 yılın bir özetini sunan toplumsal-tarihsel gerçekleşme zamanı gibi uzun ve insan gibi kısa bir boyutu birleştirir, anlaşılır kılar. Yani fizik zaman da ancak toplum ve tarih anlaşılarak, anlaşılır kılınabilir. 

Toplumu doğasız ve tarihsiz ele almak 

Tarihi değerlendirirken uzak kalınması gereken iki yanlıştan ilki, tarihi mutlak belirleyen olarak ele alan determinist yaklaşım; diğeri de tarihi tamamen başıboş gören, eğilimleri görmeyen-güncele ve insanın, -bir dönem insanın- mutlak belirleyiciliğinde gören, talihsizleşen yaklaşımdır. Tarihi mutlak belirleyici olarak görmek dönemi ve toplumun iradesini yadsımak olur ki, bu insanın toplumun gerçekleştirme-gücünü görmemekten ileri gelir ve bu gücü inkar etmeye varır. Yani dünyanın en ‘ileri’ varlığı olan insanı herhangi bir varlık gibi ele almak; bilincini, toplumsallığını, ahlaki, kültürel mirasını, düzeyini görmemek demektir. İnsanı tarihi yeni bir doğayı toplumsallığı oluşturma gerçeğinden bağımsız düşünmek olur. Böyle bir düşünce bilimselliğin ve olgu değerlendirmesinin sınırını çoktan aşmış fatalizmin (kadercilik) dibini boylamıştır. Toplumsallığı insanın gerçekleşme ve gerçekleştirme yeteneğini reddeden tarihçiliğin insana ve topluma söz söyleme hakkı yoktur. Yine egemen kılanın diğer anlayış; tarihi, doğayı ve bunların toplum-insan üzerindeki etkisini reddeden tarihçiliği ve toplumu, tarihsiz, doğasız tanımlamaya çalışan yaklaşımdır. Bu yaklaşımda tarihin eğilimleri ve doğanın olanakları, göz ardı edilerek insanın bunlar üzerindeki sonsuz tasarrufu sonsuz kılınmaya çalışılır. Dünyayı düz ve evrenin merkezi gören skolastik bilimsel-sosyolojik kavramlarla güncellenmesi ve örtünmesidir ki kopmaz bağlarla bağlı olduğumuz doğa ve tarihi yok ederek insanı evrensel olmaktan alıkoyan, soysuzlaştıran bir yaklaşımdır. Tarihin evrensel ve doğal zamanın insan toplumundaki tezahürü olduğunu görmemek; doğayı insansız, toplumu doğasız ve tarihsiz ele almak en nihayetinde insanı evrensiz, doğasız, toplumsuz, hastalıklı kılmaya vardırır.
Belirttiğimiz gibi insan ancak tarihsel toplumsal bir düzlemde anlamlı bir yer edinecektir. Bu düzlemde insan yaşamının yapı taşı anlamak’tır. Tarihte zamanı ve toplumda gerçekleştirme zemini bulan insan bu zaman ve zeminde yaşamını anlamlı kılar.
“Özgürleşen toplum hakikat zeminindedir” 

Doğaya, tarihe ve topluma doğru yaklaşmamak, bilinçte bunun temsilini oluşturmaktan doğan eksiklik, uygarlık insanın tüm hastalıklarında payı olan bir eksiktir.Bu eksik, maddi varlığını oluşturan boyutlardan biri olan (zaman) ve manevi boyutunu oluşturan (tarihsel-toplumsal) mirasın farkında olmaktır. Gerçekleştirdiği tüm politik-ahlaki-kültürel etkinliklerin arka planını görmemek sürekli yarım ve anlamsız kalmasına sebep olmaktadır.Temel yapı taşı anlamak olan insanın bu yarım kalmışlık gerçeği egemenlerin empoze ettiği “evrensel (resmi) tarih ve tikel (köle) toplumu” algısından bağımsız ele alınamaz. “Negatif toplumun gözümüze serptiği ‘ölü toprağını’ taşımak zorunda değiliz. Pozitif toplumculuk, diğer bir deyişle sürekli özgürleşen toplum yegane hakikat zeminindedir. Evrensel tarihin en yalın tanımı hakikat zemini olarak, toplumsal gelişimdir.” (A.Ö)

Tarihin (Tarih: Toplumun ilk gelişiminden itibaren geçtiği tüm süreçlerin, anların toplamı) belli bir eğilimi olduğu, toplumun (tarih boyunca insanın an içindeki durumlarının toplamı) belli bir eğilimi olduğunu insanın (insan: bir an içindeki toplumun maddi manevi durumu, bireydeki tekabülü) belli bir eğilimin olduğunu ve bu üç eğilimin toplamından oluşan hakikaten söz edebiliriz. Başka bir deyişle hakikat, bu üç eğilimin birbirini denetlediği, anlama özgürlüğü, demokrasi ve ahlaka dayalı bilinç demektir. Gerçekleşme, insanın, toplum ve tarih tarafından nasıl oluşturulduğunu ve yine bilinçli, özgür iradesinin toplumu ve tarih tarafından nasıl oluşturulduğunu açıklar. İnsanın, evrenin başlangıcından itibaren zamanla ve ilk araç kullanan, toplumsallaşan atasıyla olan ilişkisini böylesi bir kavramla ifade etmek yerinde olacaktır. 

İnsanın bilinçli, iradi eylemleri bu tarih ve toplumla ilişkisini de sağlar. Yani hakikatli, anlamlı bir yaşam için tarihin ve toplumun doğru analizi kadar önemlidir gerçekleşmeyi anlamak. Tarihe, topluma ve yaşama bu kavramlar ışığında bakmak bugün her anlamda bir hastalıklı durumu, bir tıkanmayı, bir düşüşü yaşayan insanlık için bir çıkış yolu oluşturabilecektir. Bir inşayı gerçekleştirebilecektir. Bin yıllardır süren uygarlık sisteminin bilinç çarpıtması ve bulanıklığı hakikatin doğru çözümlenmesiyle aşılabilecek, anlamlı bir yaşam, hakikat savaşıyla inşa edilecektir. Bu inşayı gerçekleştirebilecek olanlar hakikat savaşçılarıdır. “Hakikat savaşçısı örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikattir.”

HAKİKAT AŞKTIR AŞK ÖZGÜR YAŞAMDIR
 
Hakikate dair
 
Hakikat toplumla devletçi-iktidar güçleri arasında yaşanan çatışmanın nedenidir. Devletçi-iktidar güçleri hakikati çarpıtarak üzerini perdelerle örterken; toplum da hakikati ortaya çıkarmak için her zaman seferber olmuştur. Doğal komünal toplumun bağrından çıkmış tarihsel kişilikler canları pahasına da olsa hakikat savaşını vermişlerdir. Çünkü hakikat, toplumun varlığında anlama dönüşür. Oysa kapitalist modernitede hakikat reklamdır, kârdır, ranttır, sömürüdür, bireyciliktir, toplum kırımdır. Reklam kâr getiriyorsa hakikattir, birey salt kendini yaşatabiliyorsa hakikattir. Toplum değerleri unutturulabiliniyorsa hakikattir. Kapitalist modernitenin devamcısı olduğu devletli uygarlığın tüm bu girişimlerine rağmen hakikat savaşçıları sayesinde bugün hâlâ özgür yaşam anlamında hakikatten söz edilmektedir.

Hallac-ı Mansur hakikati şu sözlerle vurgulamaktadır: “Gerçeğin tanrısallığı benim insanlığımda öyle açık bir şekilde zuhur ediyor ki, insanlığın buna sevinmesi lazım... Enel Hak (ben yaratıcı gerçeğim).” Hallac-ı Mansur bu düşüncelerle hakikatin insanda aranması gerektiğini, insan (toplum) dışında bir yerde hakikatin aranmasının beyhude olduğunu dile getiriyor.

Baba Tahir de hakikatsiz kişiyi şu sözlerle değerlendiriyor: “Dilê bê eşq bimre çêtire kesê bê derd bimre çêtire canê ne sabit li ser riya eşqe”

Yine aynı konuda Yunus Emre şunları söyler; “İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer.”
Mevlana da hakikatin dışında kalmış kişiyi, hiçbir doğru ile ilişki kuramayan, “bir peygamber ile bir ahmağı ayıramayan perdelenmiş gönül” olarak ele alır. 

Ehmedê Xanî de insanı üstün kılan bilincin ancak hakikatin aşkına varmakla bir meyve verebileceğini, aşka varamayanınsa kendini bilemeyeceğini belirtir. Ona göre gafletin ilacı aşktır. Bugün biliyoruz ki insan evrende madde-enerji, canlı-cansız, fizik-metafizik gibi ikilemler açısından bilinen en yetkin varlıktır. Bu varlığını hakikatle anlamlı kılması gerekiyor. Yoksa bu varlık sadece biraz daha gelişmiş bir doğal varlıktan öteye gidemez. İnsan-toplumu zamanından ayırıp cüceleştiren, sonlu kılan hakim uygarlık ideolojisine karşı Ortadoğu geleneği zamanı şöyle ele almıştır: Zamanın farkındalığını ortaya çıkaran düşüncedir. Düşüncenin geliştiği, biçim kazandığı yer toplumdur. Düşünce ve toplum diyalektik bir bütünlük içinde karşılıklı bir anlam arayışındadır. Birinin gerçekleşmesi aynı zamanda diğerini de doğurur. Buna paralel olarak da zaman farkındalığı gelişir.

Ortadoğu bilgeliklerinde zaman farkındalığının ulaştığı düzeyi görmek için düşüncelerine bir göz atmak yeterlidir. Bu zaman farkındalığını da kapsayan hakikate eriştikten sonrasını Yunus Emre “Dost aşka ulaşıla da dünya ahret bir oldu /ezel ebed sorar ise dün ile bugün bana” diye açıklarken, zaman ve toplumla ‘bir’ olmasını da “Evvel benim, ahir benim, canlara can olan benim” şeklinde belirler.

Mevlana da çok çarpıcı bir biçimde kendisinin tarihselliğini “Ben görünüşte Adem’den doğmuşsam da anlam bakımından dedesinin dedesiyim. Meleklerin ona secde edişi benden dolayıdır. O yedinci göğe benim ardımca çıktı” diye açıklamıştır. 

Mani de “Önünde ha sonsuzluk ha bir saniye olmuş ne fark eder? Zaman karanlığın tuzağıdır. Bu tuzağa düşme, sadece görevini düşün! Her gün!” sözüyle zamanı uzunluk-kısalık bakımından değil oluş ve gerçekleşme ilişkisiyle ele almanın zorunluluğunu açıklıyor. Doğanın zamanı, insanın zamanı ve insanın bu zamanda güzelliğe evrene katılımına dair Baba Tahir “Çiya şadin çol şadin/şadin ewên ku van laleyan çandin/gelek hebun, gelek hene, gelek tên/ me çila, çol û newal tim yekin (daşlar şaddır dağlar şaddır çöller şaddır/şaddır bu laleleri eken şad/çok (kişi)geldiler, varlar, gelecekler/ dağlar, çöller, vadilerse hep var)” demektedir. 

Yine Feqiyê Teyran’ın kişiler düzeyinden çok, kalıcı olanın hepsinden oluşan miras olduğunu ve bu kişi olarak geçmeye ne zaman, ne bilgeliğin, ne gücün engel olamayacağı belki de mirasa katılımımızın bu yönden çok güçlü olması gerektiğini bildiren dizeleri vardır. 

Evrene dair Ortadoğu ‘evrende birlik’ fikrini tarihi boyunca hep yaşatmıştır. Dinlerinde, felsefelerinde hep bu anlayışın izleri görülür. Evreni, sezgiler yoluyla bir bütünlük olarak addeden ve bütünlüğü korumayı yaşamın amacı sayan, bu bütünlüğe totem ve tanrı adlarını veren Ortadoğu kültürü mistisizminde de bunu açığa vurur. Evrenin diyalektik içinde olduğunu ‘oluş’u çoğu kez vurgulayan fikirler bir inanç ve felsefede ‘gizli’ ya da açık bir mutabakat gibi hep korumuştur. Mevlana “Bütün parçalar durağanlık ve devingenlik içinde hep ‘Biz O’na döneceğiz’ derler. Evrendeki gizli zerrelerin zikir ve tespihleri...”sözleri ile evreni tanımlarken; kendini de “O hak beni kendi evine tercih etmiştir. Kabe onun iyilik evi olsa da benim yaratılışım da O’nun sır evidir” diyerek tanımlar. 

Yunus Emre “Benim o aşk bahrisi (deniz kuşu) denizler hayran bana / derya benim katremdir (damla), zerreler umman bana” dizeleriyle evrendeki birliği, sonsuzluğu insanınkiyle birleştirir. 

Ehmedê Xanî, uzun yaradılış serüvenini belirleyen gücü külli ve insanınkini cüzi irade temelinde kurar. 

Mani, evrenin ışık ve karanlığın birlikteliğinden oluştuğunu söyler ve insanın katılımıyla ışığın hakim unsur olacağını, ışığın dilinden şöyle anlatır: “Işık zerrecikleri (günümüzde atom, atom altı parçacıklara benzetilir)bin bir şekil alarak karanlıklara karıştı ve yaratıklar, yıldızlar, sular, doğa ve insan böyle meydana geldi.” Mani daha o zamanlarda evreni bugünkü tanıma yakın bir düşünceyle tanımlamıştır. 

Yine Hallacı Mansur da “Bizim dünyamız bereketin ve kısırlığın, varlığın ve yokluğun, yaşamın ve ölümün sürekli bir değişiminden ibaret” der. İnsanı bu nitelikleri en çok taşıyan varlık olarak evrene benzetir. 

Ehmedê Xanî “Açıktır ki her şeyi ikili (zıt) yarattı. Bu açık, biri gizli (Mevcud-î kirin li hev mueyyen /Ezdaî-kirin bizid mubeyyen).” 

İncelediğimiz kaynakların en eskisi Baba Tahir, “Min ne dizanî şertên ebdiyê çi ne /fam bu ku parçek ji cihane bûn (Ben kulluğun şartlarını bilmezdim / anlaşıldı ki cihandan bir parça olmakmış)” sözleriyle arayışının zirvesinde cihandaki birliği bulduğunu söyler.

Topluma dair
 
Ortadoğu’da toplum hiçbir zaman gözden düşmemiş, yaşamın üzerindeki belirleyiciliğini yitirmemiştir. Avrupa merkezli geliştirilen düşüncelerde toplum ayaklar altına alınmış, bireyi toplumdan soyutlayan, hastalıklı bir hal açığa çıkarmıştır. Kapitalist modernist çağ ve onun ideolojisi liberalizm tarafından başlatılan ve bugün zirvesini yaşayan bu süreç Ortadoğu’da hiç egemen olamamıştır. Sebebi Ortadoğu’nun kadim tarihinin ve düşüncelerinin hep bir toplumsallık barındırması kadar bu mirasın bire bir öncülüğünü yapan ve birey toplum dengesini sorunlarını şahıslarında aşan bilgelerin bıraktığı bu emsallerdir de.

Mistik inanç savunucularının toplumsallıkları kimi zaman eleştiri konusu yapılsa da Ortadoğu mistiklerinin münzevi yaşamlarına rağmen her zaman toplumla ilişkileri olmuştur. Medreselerde ders vermiş, cemaatlerde sohbetler kurmuş, şiir ve menkıbeleriyle toplumu aydınlatmaya çalışmış ve düşürüldüğü kadar toplumu eleştirmekten de kaçınmamışlardır. Zikrettiğimiz isimlerden Mani peygamber misyonundan dolayı tam bir kurtuluşçu iken; Ehmedê Xanî ve Feqiyê Teyran ise tam birer toplum bilimci gibi yaklaşmaktadırlar. Manizm’de geçen “Sen ki ışık ve karanlık ile birliktesin, edinebileceğim en iyi müttefik sensin. Evet insanoğlu, sen ışığın karanlığa kurduğu tuzaksın. Yaratıcılığa hükmetmek ve korumak görevini sana veriyorum” sözleri insanın doğal ve toplumsal tutumunun ne olması gerektiğini dile getirir. Ehmedê Xanî’nin büyük destanı Mem û Zîn mistik bir felsefeyi olduğu kadar, toplum çözümlemesi de içerir ki, destanın bütün figürleri birer toplumsal değeri ya da kesimi ifade ediyor. Diğer bir Kürt bilgesi olan Feqiyê Teyran, bağımsız bir halk olmayan Kürtlere Mir (bey)’lerin baskısına karşı toplumu duyarlı kılmaya çalışır ve kendini böyle bir misyonla tanımlar. “Ez dengbêjim hatim vira / hatim vira / heta hebin dengê mîra / Ezê binivîsîm ser kaxida / ne biçim dêra, ne mizgefta (Ben hozanım geldim buraya/mirlerin sesi olduğu sürece /yazacağım kağıtlara / ne kiliseye giderim necamiye)”
Yunus Emre dönemin duyarsızlığına karşı kendisinin hakikatten vazgeçmeyeceğini; “Ko gülen gülsün hak bizim olsun / gafil ne bilir Hak’ı seven var” diye ilan etmektedir. Mevlana ve Baba Tahir de toplumun duyarsızlığına karşı kızmaktalar kimi yerlerde. Ama hakikati izah etmek yine de öncelikleridir.

Dogmaya karşı iktidarcı uygarlık sistemine karşı verilen savaşlarda güçlü bir kale olarak inşa edilen dinler-inançlar, sistemi zorladıklarında sistem tarafından kabul edilmiş görünüp içi boşaltılarak boş dogmalar haline getirilirler. İktidar odakları her büyük dini ve ideolojiyi böyle dogmalaştırıp, özünü boşaltarak alt eder. (Kapitalist modernist sistemde de bunu liberalizm üzerinden sürdürür.) Bunu gören hakikat sahipleri ilk bu dogmaları hedef alırlar. İnancı özüyle buluşturmaya çalışırlar. Mani, yozlaştırılan Zerdüştiliği bir reformla düzeltmeye çalışırken, Zerdeşti bir rahip tarafından öldürülür. “Hakikat din oligarşisinin fetvalarında değil, evrende; evreni içinizde arayın” diyen Hallacı Mansur İslam elemanlarının şeriatının kararıyla derisi yüzülerek öldürülür, Mevlana “Başlardaki o mahmurluk (gaşet)ne beş vakitle geçer ne de beş yüz bin vakitle...” Yunus Emre benzer bir şekilde “Bir kez gönül yıktın ise / bu kıldığın namaz değil /yetmiş iki cihan dahi / elin yüzün yumaz değil” der. Feqiyê Teyran beylerin sömürüsünün sadece politik değil, inanç üzerine de olduğunu anlamış ki, “Beylerin zulmü sürdükçe itaatim buna karşı durmaktır” deyip, ne kiliseye ne de camiye gitmeyeceğini ilan eder.

Ahlaki arınma üzerine 
 
Yaşamın ve hakikatin toplumda gerçekleştiğini gören bilgeler, toplum temellerinin ahlaklı olduğunu görmüşlerdir. Bunca devlet, iktidar, dogma, bilinç tartışması içinde kirlenmiş olan bilincin temizlenmesi ve ahlakla-toplumla bütünleşebilmesi için uzun arınma süreçlerini olmasa olmaz görmüşlerdir. Ortadoğu bilgeleri bu arınma süreçlerini egemenlik arzularından, hırslarından kurtulmak için değerlendirir ve ancak başarılı olduktan sonra derviş, sofi olurlar. Türlü çilelerden sonra halka döner ve inziva sürecini sona erdirirler. Uygarlığın kirlerinden arınmadan topluma dönmezler. Çünkü toplum ahlakını büyük değer kabul ederler. Mevlana “İnsanın özü çektiği acıyla (ahlaka-erdeme ulaşma) güçlenip palazlanır” derken sistem yaşamının rahatlıklarını reddetmenin güçlüklerinin göze alınması gerektiğini belirler. Zira bu güçlenme bir nevi uygarlıksız yaşamı öğrenme, geliştirme, bunun ahlakını kendinde yaratma mücadelesidir. Yani, dışarıda verilecek savaşın ilk karşılaşması kişilikte ve ahlak ışığında yapılır.

Yaşam üzerine
 
Yeryüzünün herhangi bir yerinde söylenen herhangi bir söz, yapılan herhangi bir eylem, yaşamla bağlantılı iken; tüm düşünceleri ve eylemleri yaşamla ilişki içinde düşünmemek, bir inanç oluşturan ya da anlamaya dönük bir ideoloji oluşturan için beyhude bir çaba olacaktır. Yaşam varlık ve bilincin özdeşleştiği, gerçekleştirmenin olduğu zaman-uzay toplamıdır. Nihayetinde her şeyi yaşamla ilişkili görmek tanrı inşa etmeye dönük olarak değil, tersine bir hamle olarak görmek gerekir. Tüm dinler bu konuda bir şeyler söyler (Örneğin İsa “Yaşam benim” der). Bu da onların ileri olan yanlarına açılan bir kapıdır. Ortadoğu bilgeliğini en çok da bu kapıdan zorlamak gerekir. Çünkü kapitalist modernist sistem hiçbir çağda yapılmayan baskıyı yaşamın kendisine yönlendirmekte, kirletmekte, düşüşe uğratmaktadır. Buna karşı tüm düşünsel-eylemsel mirası güncelleyip bugünün çözümlenmesi ve eylemiyle birleştirmek yaşamı özgür kılmaya bizi en çok yaklaştıracak şeydir. Hakikati yaşamla bağdaştırmak çağın ve tarihin en temel ihtiyacıdır. 

Ehmedê Xanî, yaşamı insanın cüzi iradesine katılma fırsatı olarak görür. Yaşamın zenginliğini düalistik karakterlerinde bulan Xanî, gerçekleşmeyi de insanın bilinçli topluma katılımı olarak görür. 

Yaşamı aşk ile düşünen Baba Tahir, insanın bu dünyanın bilincine vardığında, ilk, hastalıklı halini de göreceğini söyler ve buna çare arar. Yaşam bu çarenin arayışı ve bunun için ödenecek bedeller ortamıdır.

“Aşiq ewe kuherdem bi bela be / mîna Eyyûb bi kurman muptela be / wekê Hesen binoşe tasa jahre / mîna Hiseyn şehîdê Kerbela be (Aşık o ki her daim başında bela olsun / Eyüp gibi etini yiyen kurtçuğa müptela olsun / Hasan gibi zehir kadehini tokuşturup / Hüseyin gibi kerbelanın şehidi olsun)” der.

Mevlana evrenin bütününden koptuğu zamanı dünyadaki çile, sürgün olarak görür. Yine de bütünleşmeye yaklaşmak tek yoldur ve iyi geçirilmiş bir ömürden sonra gelen ebedi yaşamdır, evrenle birliktir. Bunu “Cansızlıktan öldüm bitki oldum. Bitkilikten öldüm hayvanlığa ulaştım. Hayvanlıktan öldüm insan oldum... Öyleyse niye korkayım? Hani eksildim mi ölmekle?” diye açıklar.
Yunus ise “Aşk bakidir... çünkü işe yararsan bu fesid davadır” diyerek yaşam için bir şey yapmanın bakiliğin şartı olduğunu belirtir. 

Hallacı Mansur “Allah ya da gerçek adını verdiğimiz gücün bizi, kendisini ve oluşu anlamakla görevlendirdiğini düşünüyoruz” diyerek yaşamın anlamak için zemin olduğunu belirler. 

Mani de insanın yaratıcı özünü (bilincini) geliştirmesini doğanın kendisine verdiği görev olduğunu “Yaratıcılık insana emanet edilmiş, cehennemi ve karanlığı gerilere itmek önce insanın görevidir” şeklinde belirleyerek yaşamın rotasını belirlemiş olur.
Yaşamın daha da büyük bir sorumlulukla ele alınmasını bildiren Feqiyê Teyran; “Dînê xelqno bi kî maye / Belê qenc û mezraye / ji xêran re xuda daye / xebatkar bin ku evcare (Ey insanlar dünya kime kalmış / evet iyi ve güzel manzaradır /iyilik için yarattı tanrı/ çalışın ki bu kezden ibarettir)” dizeleriyle, ölümün, bizi çalışmaya itmek için bir uyarıcı olduğunu ve bu uyarıcıyı göz önünde tutmak gerektiğini belirler. 

“Yaşam esrarengiz bir rastlantı, ölüm kaçınılmaz bir sondur türü bir yaklaşım ziyadesiyle arabesk kaçar. Ölümün yaşama tuzaklanmış halini çözmek, yaşamı, ölüm korkusundan özgürleştirmek, hakikatin yolunu açar. Yaşamı ölümle kıyaslamak da anlamı için yeterli değildir. Yani ‘yaşam ölümden öncesidir’ demek pek tatminkâr bir açıklama tarzı değildir. Daha doğru olan yaşamın hakikati ancak ölümle mümkün olabilmesidir. Ölümsüz yaşamın olmayacağını biliyoruz. Fakat ölümün anlamını da bilmekten uzağız. En az yaşam kadar ölüm de tanımlanamaz. Belki de yaşamımızın izafi bir sonucudur. Belki de yaşamın bir imkanı, bir gerçekleşme tarzıdır. Ölüm korkusu daha sonra kapsamlı tanımlayabileceğim kapsamlı bir sosyal ilişkidir. Ölüm belki de bu korkudan ibaret gibi bir şeydir... Yaşam yaşanırken anlaşılmaz. Anlamla yaşam arasında bu yönlü bir çelişki vardır. Bir aşık maşukla iken aynı zamanda anlamın bittiği yerdedir. Mutlak anlayabilmek, mutlak yalnızlıkla, yani kuşkusuz olmakla mümkündür. Ya yardan, ya serden olmak fiziki anlamda değil de metafizik anlamda bu gerçeği ifade etmek ister. Mutlak yalnızlığa dayanabilmek mutlak’ı anlama yatkın olmakla mümkündür. Mutlak yalnızlık ancak sadece anlam gücü haline gelindiğinde, maddi güç ilişkisi olmaktan çıkıldığında gerçekleşebilir. Varlık-yokluk ikilemi anlam/madde ikilemine benzer. İki ikilemde de bir soyutlanma olup gerçekle yaşanmaz. Yaşam büyük ihtimalle bu ikilemi sonsuz düzenleme kabiliyetidir. Düzenlenme aralıkları kaos anları olarak ölüm gibi gelse de yaşamın gerçekleşmesi için zorunlu gibi görünmektedir... Yaşamın mutlak tanımı mutlak yalnızlığı, hiçliği, maddesizliği gerektirir ki bu da sadece bir soyutlanma düzeyinde kaldığı için gerek yaşam, gerek onun anlamına erişim ancak ikilemli ve izafi olarak gerçekleşebilir... Demokratik uygarlık bireyi kapitalist modernitenin üç mahşeri atlısına (kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus devletçilik) karşı sürekli fikri-zikri-fiili mücadele birliği içinde yaşamak kadar, demokratik modernitenin üç kurtuluş meleğiyle (Ekonomik, toplum, ekolojik toplum ve demokratik toplum) birlikte sürekli fikri-zikri-fiili yaşam mücadelesi vermedikçe kendini gerçekleştiremez. Hakikat önderi halinde inşa edemez.” (A. Öcalan)
***

Kaynakça:
 
1- Mesnevi: Mevlana Celaleddini Rumi
2- Antolojiya Helbestvanên Kurdi: Mehmet Uzun
3- Ehmedê Xanî: Murad Ciwan
4- Ey avê av ; Feqiyê Teyran
5- Dubeytî; Baba Tahirê Uryan
6- Işık Bahçeleri: Amin Maalouf
7- Seçmeler: Yunus Emre
8-Hallacı Mansur: Wolfung Günter Lech

Genellemecilik,Kaos,Zorunluluk,Raslantı,Kadercilik ve Düz Çizgisellik

Evrensel olan bu yapılanış kuralı toplumlar için de geçerlidir. Eski yapının dağılması, yeni yapılar için zorunludur. Fakat dağılma, karmaşa kendi başına yapılanma yerine konamaz. O bir nevi hamurdur, çorba gibi bir şeydir. Yoğrulup biçimlenmesi gerekir.
 
Toplumsal sistem değerlendirmelerinde içine düşülmemesi gereken bir anlayış da aşırı genellemeciliktir. Örneğin kapitalizmi tanımlarken sanki toplumun her şeyi, ta kendisi olduğu gibi bir sonuç son derece yanlıştır. Hiçbir hakim sistem toplumun tamamını oluşturmaz. Bu, diyalektik ikilemin gerçeğine de aykırıdır. Kendi zıddını geliştirmeden, tek yanlı gelişmeler idealist, olgusal geçerliliği olmayan bir yaklaşımdır. Sanıldığının tersine, hakim sistemlerin dışında geniş bir toplumsal alan bulunur. Burada eski sistemlerin artığı, hakim sistemin zıtları ve gelecek alternatifler iç içe bulunur. Toplum son derece canlı bir işleyiş içinde olup, daha sık yasallıklar geliştirerek değişimini sürekli kılar. Sistemleri şemalaştırmak anlamı kolaylaştırdığından yararlıdır. Ama tüm gerçeklerin yerine konulma riski birçok dogmatik yaklaşıma da neden olabilir. Dolayısıyla şematikleştirmeyi gerçekliğin son derece karmaşık yapısıyla özdeşleştirmemek gerekir.
 
Avrupa devrimlerinin en genel özellikleri olan ‘özgürlük, kardeşlik, eşitlik’ gibi talepler, tahakküme ve sömürgenliğe karşı hiyerarşinin kuruluşundan beri ileri sürülen taleplerle aynı özdedir. Devlet iktidarı nasıl zincirin halkaları gibi gelişim göstermişse, halkların buna karşı hareketleri de kendi özgün gelişim tarihine sahiptir. İki diyalektik olgu ilişki ve çelişkileri ile sürekli etkileşim içerisindedir. Toplumsal diyalektiğin bu ikilemini tarihi gelişim sürecinde özgünlükleri ve genellikleri içerisinde görmeden, soyut genellemelerle başta devrim süreçleri olmak üzere temel toplumsal dönüşümleri kavramak çok zordur.

Toplum sistemlerini değerlendirirken yapmak istediğim bir değişiklik, zorunluluk ve rastlantılılık konusundaki yaklaşımlara ilişkindir. Kökenini tanrısal yasa anlayışında bulan ve Batı düşünce sisteminde sıkı bir nedensellik ve düz çizgide kesintisiz ilerleme anlayışı,  kuantum ve kozmos fiziğindeki gelişmelerle artık geçerliliğini yitirmiştir. Gelişmenin diyalektiğinde ‘kaos aralığı’ her olguda kendini göstermektedir. Niteliksel değişimler bu aralığı gerekli kılmaktadır. Bu da kesintisizliğin, düz çizgideki sürekli ilerlemenin zihinsel bir soyutlama, metafizik bir yaklaşım olduğunu ortaya koyar. Aralıktan düz çizgisel bir ilerleme her zaman mümkün değildir. Birçok etkenin o aralıktaki ilişkileri çok sayıda ve çok yönlü gelişmelere yol açabilir. 

Kaos aralığı olgular dünyasında yeni biçim, tür, yapılanma benzeri değişimler için gerekli olan karmaşayı ifade eder. Bir olgudaki çelişik yönler artık birbirleriyle ilişkiyi, mevcut yapılanmayı sürdüremez duruma düşmüşlerdir. Biçim özü koruyamamaktadır. Yetersiz, dar, tahripkâr olmaktadır. Bu durumda dökülmeler olur, hercümerç -kaos- doğar. Öz kendini biçimden kurtarmıştır. Ama henüz yeni biçime varamamıştır. Parçalanan eski biçim ancak yeni biçimler için kullanım malzemesi durumundadır. Bu aralıkta aslında evrensel bir ilke çalışır gibidir. Bilindiği üzere en görkemli dönemlerin ardılı krizli çözülmeler dönemidir. Doğanın bu genel yasası toplumsal süreçler için de fazlasıyla geçerlidir. Evrenin yapı parçaları yakaladıkları kaosta hızlı değişimlerle yeni biçimlenme düzenlenmesine geçer. Eğer yeni biçim düzenlenmesi parçacıkları tutabilecek uygunluktaysa kalıcı bir yapıya bürünür. Kalıcı yapının da etrafında yeni bir sistem doğar. Basit maddi olgular dünyasında bir örnekle açıklayalım. H2O molekülü bir biçimdir. Bu biçime ‘su’ denir. Sudaki iki elementten biri olan hidrojen molekülü (H2) ile bir oksijen atomu birleştiğinde su biçimi oluşur. İki elementteki atom altı parçacıklar düzeniyle su molekülü arasındaki etki-tepki ilişkisi sürekli son derece akışkan olan sıvı durumunu sağlar. Parçalanma durumu ise kaos başlangıcıdır. Tüm H ve O atomları serbest kaldığında, araya örneğin karbon ve sülfür gibi elementler girdiğinde, kısa bir tepkimeden sonra çok sayıda yeni bileşim ortaya çıkar. Bu yeni yapılanma demektir. Su yerine birçok zehirli gaz ve sıvı yapılanır. ( CO, CO2, Asit-baz.) 

Evrensel olan bu yapılanış kuralı toplumlar için de geçerlidir. Eski yapının dağılması, yeni yapılar için zorunludur. Fakat dağılma, karmaşa kendi başına yapılanma yerine konamaz. O bir nevi hamurdur, çorba gibi bir şeydir. Yoğrulup biçimlenmesi gerekir.

İnsan toplumunda bu aralıklara kriz bölgesi denilmektedir. Krizden nasıl bir toplumsal gelişmenin çıkacağını ondan etkilenen güçlerin mücadele düzeyleri belirleyecektir. Çok sayıda sistem çıkabilir. Daha ileriye olduğu gibi geriye doğru da çıkabilir. Kaldı ki, ileri-geri kavramı izafidir. Sürekli ilerleme evrensel kurama da uymamaktadır. Bu ilke doğru olsaydı, metafizik bir ideacılık geçerli olurdu. Mutlak doğrulardan bahsetmek evrensel oluşum ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Doğa, mutlaklar ile gelişmez. Mutlaklık değişmezlik, aynılık demektir. Böyle şeylerin olmadığını varoluş tarzımız kanıtlamaktadır. Doğadaki yasallığın kaos aralıklarına dayalı, insana doğru gelişiminde gayet esnek bir halde olduğu fizik, kimya ve biyoloji bilimlerindeki yasa (kanun) özelliklerinden çıkarılabilmektedir. İnsan toplumunda ise yasallık son derece esnek bir karaktere sahiptir. Bunun anlamı, yasa aralıkları sık ve çok sayıda yeni yasaların gelişim kaydedebileceğidir. Bununla bağlantılı olarak özgürlük düzeyinin gelişkin olması, insan toplumundaki muazzam çeşitliliği açığa çıkarmaktadır. Esneklik özgürlüğü, özgürlük ise çeşitliliği doğurmaktadır. İnsan bu anlamda kendi yasallığını en çok ve en sık yapan doğa harikası bir varlıktır. Dolayısıyla insan toplumu da aynı zenginlikte bir sıklık ve çoklukla kendi sistem yasalarını oluşturabilmektedir.

Sistemin gelişimi sürecinin ne çok eksikli ne de abartılı olmasına dikkat etmek objektif değerlendirmeler için önemlidir. Ne bir kadercilikle gelişim modeli doğrudur, ne de kaçınılmaz sonuçlar gibi kehanetle gelecek kestirilebilir. Toplumsal yasallıkların aralığı kısadır. Anlam geliştirme ve bağlantılı olarak yapılandırmalar da sıkça mümkündür. Yine de kaderciliğe ve kehanete başvurmadan sistemleri öz dinamikleri içinde yakalamak, anlamı somutluk üzerinde edinmek bilimsel bilginin avantajıdır. Fakat felsefe mitolojiyle de anlam zenginliğine katkıda bulunabilir. Toplum gibi doğal evrimin tümünü bağrında taşıyan bir olguyu basit fizik yasaları gibi tanımlayamayacağımız açıktır. 

Toplumsal dönüşüm dinamikleri farklı çalışmaktadır; sadece alt ve üst yapılara dayanılarak açıklanamaz. Dönüşümler çok karmaşık etkenler altında gerçekleşmektedir. Özellikle çağdaş aydınların büyük kısmını etkileyen diyalektik materyalizmin dogmatik yorumu, ‘reel sosyalizm’in çözülüşünde kanıtlandığı gibi gerçekçi çıkmamış, umut bağlayanlarda büyük hayal kırıklıklarına yol açmıştır. Kendimiz de bu olgunun yakın bir parçası olduğumuzdan, birçok belirsizlikten kaçınılamayacağımız kuantum fiziğinde de kanıtlanmış bir gerçektir.

Tarihsel toplum sistemlerini zorunlu yasaların sonucundan ziyade, dönemlerin ideolojik, politik ve ahlaki duruşların mücadele tarzıyla bağıntılandırmak daha çözümleyici bir yaklaşımdır. İnsan bireyi ve toplumu olgularında yasallık hem çok esnek, hem de hızlı dönüşüm sergileyebilme özelliklerine sahiptir. Fizik, kimya ve biyoloji olgularında gözlemlenen katı yasallık ancak fizik, kimya ve biyolojinin sınırlarında geçerlidir. Gerisini insanın beyin yapısı ve toplum olgusu belirler. Bu nedenlerle insanı ve toplumu kaderci anlayışlara bağlamamak, özgürleşme şansı ve olanakları açısından büyük önem taşımaktadır. Gerek peşin önyargılar, gerekse kaderci sonulcu yargılar özgür yaratım dinamiklerine ket vurmaktadır. Sosyal bilim söz konusu olduğunda, söylenenlerin büyük kısmının hakim toplumsal sistemlerin bin yıllardan beri süzülüp gelmiş ve her dönemde farklı kılıflara bürünmüş olduğunu, günümüzde de bilimcilik maskesi altında taraf rolünü oynadığını her zaman ve her yerde göz önüne getirmek gerekir.

Bu temel varsayımlarla şu hususu kanıtlamak istiyorum: Doğal toplumdan zorunlu olarak hiyerarşik ve devletçi toplumun gelişmesi diye bir kanun yoktur. Belki bu yönlü bir eğilim olabilir. Eğilimin zorunlu, kesintisiz ve sonuna kadar olması tamamen yanlış bir varsayımdır. Sınıflı toplumun ilerlemeler için zorunlu olduğu biçimindeki Marksist tespit (ezilen ve sömürülenler adına) yapılan en büyük yanlışlıklardan biridir. Bu, sosyalizmi peşinen sınıf hakimiyetine terk etmektedir. Bu yanlış, Marksizm’in yaklaşık 150 yıllık tarihinde bir kapitalizm yedeği haline getirilmiş olmasının en temel nedenidir. Devleti, sınıfları ve zoru toplumsal gelişmenin, ilerlemenin kaçınılmaz evreleri olarak görmek, organik, doğal toplumun günümüze kadar muazzam direnmesini küçümsemek, hatta yok saymaktadır. Tarihi kendiliğinden tahakküm güçlerine hediye etmektedir. Sınıfların varlığını kader olarak görmek, belki de farkında olmadan hakim sınıfların ideologluğuna alet olmaktır. Bu yönüyle ezilen ve sömürülenler adına en tehlikeli bir rolü oynamaktır. Tarih bu tür ideolojik ve politik akımların adeta istilası altında bırakılmıştır.

Ataerkil ilişkinin güç kazanmasına bir zorunluluk gözüyle bakılamaz. Ayrıca sanki bir kanun gereğiymiş gibi saf bir çıkış değildir. Sınıflaşma ve devletleşmeye giden yolda temel bir aşamayı teşkil etmesi üzerinde önemle durmayı gerektiriyor. Kadın-ana etrafındaki ilişkinin bir güç, otorite ilişkisinden ziyade organik dayanışma tarzında olması, doğal toplumun özüne uygundur. Bir sapmayı teşkil etmez. Devlet otoritesine kapalıdır. Organik oluşumdan ötürü zor ve yalana dayanma ihtiyacı duymaz. Bu nokta Şamanizm’in neden ağırlıklı olarak bir erkek dini olduğunu da açıklar. Şamanizm’e yakından bakıldığında, yanıltma ve güç gösterisi ağır basan bir meslek olduğu hemen anlaşılır. Doğal toplumun saflığı üzerine yayılacak kurnazca otorite için güç ve mitoloji özenle hazırlanır. Şaman artık rahipleşme, din adamı olma yolundadır. Yaşlı atayla ilişkiler ittifaka yönelir. Tam hâkimiyet için güçlü avcının adamlarına ihtiyaçları vardır. Gücüne ve av yeteneklerine en çok güvenen grup ilk askeri çekirdeğe dönüşme eğilimindedir. Bu üçlünün elinde giderek değer ve yetenekler birikmektedir. Kadın-ananın etrafı kurnazlıkla yavaş yavaş boşaltılır. Evcil düzen gittikçe kontrol altına alınır. Önce kadın erkeklerin etkileyici gücü, söz geçireni iken, yavaş yavaş yeni otoritenin hükmüne girer.

Hiyerarşi ve sınıfsallık gelişim gösterebilmiştir. Ama bu gelişim bir zorunluluk değil, hiyerarşiyi, ona dayalı devletleşmeyi büyük zorbalık ve aldatmalarla yürüten güçlerle sağlanmıştır. Bunlar karşısında esas doğal toplum güçleri bitmez tükenmez bir direnme göstermiş ve sürekli sınırlandırılmış, en dar alan ve aralıklara sıkıştırmışlardır. Bazı alan ve aralıklara hiç sokulmamışlardır. Tüm toplumu sınıf ve devlet hiyerarşilerinden ibaret görmek, hakim sistemin en temel politikası ve propagandası ile sağlanmıştır. Kader denilen oyun bu pratiğin metafizik unvanı oluyor. Bu oyuna bulaşmamış din, mezhep, felsefi ve bilimsel ekol neredeyse kalmamış gibidir. Bu da kökeni binlerce yıl önceye giden rahip ideolojisinin ve tanrı-krallar devletinin muazzam fiziki ve zihni baskı, politika ve propagandalarının sonucudur. İsteyen bu oyuna mitoloji, isteyen felsefe, o da olmazsa bilimsel ekol demiştir. Varılan nokta devletleşmiş ideolojiler ve bilimlerin dört dörtlük güncel durumudur. Marksizm’in bu yöndeki payı üzerinde ne kadar durulsa yeridir. 

Konu üzerinde yoğunca durmamızın nedeni daha sonraki tüm sınıflaşmaların sonucu olarak gelişen korkunç tanrı-kişilikler ve her türlü sınır, sömürü ve can almalarına gerçek bir açıklık kazandırmaktır. İnsanlığın lanetine -siyasal iktidar, devlet- kutsal paradigmasıyla bakılırsa, insanlık zihniyetinin en kirli karşıdevrimi gerçekleşmiş olacaktır. Gelişen de bu olmuştur. Buna ilerlemenin zorunlu etkeni denilmesi -Marksizm de dahil- karşıdevrimlerin en tehlikelisidir. Tarihin bu açıdan kesinlikle eleştiri süzgecinden geçirilip doğrultulması sağlanmadıkça, yapılacak her devrim kısa sürede karşı devrime dönüşmekten kurtulamayacaktır.

Rönesans’ı tarihin en önemli zihniyet devrimlerinden biri olarak değerlendirmeyle birlikte, daha da önemli olan sorun, hangi toplumsal sistemle bağlantılı olduğudur. Klasik tarih anlayışları Rönesans’ı kapitalist toplum sisteminin zihniyet hazırlığı olarak değerlendirirler. Marksist tarih anlayışı da sistemin doğuşunu adeta ilahi emir saymaktadır. Bu görüşlerin tümü bizzat kapitalizme bağımlı yaşamın bir sonucudur.

Yaklaşık üç yüzyıllık birikime (M.S 1.400-1.700) sahip olan Rönesans dönemi Batı uygarlığının esas itibariyle düşünme tarzını ortaya çıkarmıştır. Doğa ve toplumdan koparılmış insan zihnini yeniden, daha derinlikli bir felsefe ve bilimsel yola bağlayarak yeni uygarlık için gereken yolu ardına kadar açmıştır. Bu gelişmeyle bağlantılı olarak ele alınması gereken bir yöntem sorunu var. Özellikle Marksist tarih anlayışının aşırı materyalist yorumunda yapılan bu büyük yanlış, toplumsal formların düz çizgisel anlatımıdır. Sanki kapitalizmin gelişmesi, bir sistem olarak kurulması zorunlulukmuş gibi bir anlayış, belki de hiçbir kapitalist ideologun kapitalizme yapamadığı hizmeti hem de antikapitalizm adına yapmış olmasıdır. Çelişkili gelebilir, ama geriye baktığımızda daha iyi anlamaktayız ki, kapitalizmin hiçbir ideologu Marksist kökenli kaba materyalistler kadar sisteme hizmet etmemiştir. 

Bu kısa değerlendirme bile 19. yüzyıla kadar kapitalist toplum sisteminden bahsedilemeyeceğini göstermektedir. O halde Rönesans’ı kapitalizmin bir ön aşaması, zihniyet süreci olarak algılamak vahim bir yanlılıktır. Doğrusu, ucu her tür gelişmeye açık bir kaos aralığıdır. Feodal toplum sisteminin dağıldığı, çözüldüğü, fakat yeni toplumun doğmadığı, doğuş sancılarının yaşandığı bir ara dönemdir. Bu ara dönemden feodalizm yeniden güç kazanarak çıkacağı gibi, kapitalist bireyci bir sistem de doğabilir; yine güçlü altyapı koşullarına sahip demokratik, eşit-özgür bir topluma doğru gelişme de yaşanabilirdi. Tamamen sistem savaşçılarının bilinç ve politik yeteneklerine bağlı olarak pek çok sistemin doğması teorik olarak mümkündür. Nitekim Fransız Devriminin sonlarına kadar kapitalist toplumla daha eşit ve özgürlükçü toplum yandaşları başa baş bir mücadele içindedirler. 1640’daki İngiliz Devrimi ezici bir demokratik özellik taşımaktadır. Eşitliğe ve özgürlüğe ilişkin çeşitli ve oldukça güçlü kişisel ve kolektif anlayışlara rastlamak mümkündür. Burjuva devriminden ziyade halkçı bir devrimdir. 16. yüzyıldaki İspanya şehir komünarları demokrat karakterlidir. Amerikan Devriminin niteliği de açıkça özgürlükçü ve demokratiktir. 1789 Fransız Devriminde komünistler dahil birçok renk vardır. Özcesi Rönesans sürecindeki toplumsal kaostan çıkışta özgür-eşit ve demokratik toplum eğilimi en az kapitalist-bireyci eğilim kadar şanslıdır. Kapitalizm ancak sanayi devrimiyle birlikte toplumsal savaşta üstünlük sağlayacaktır. 19. yüzyıl, sanayi devrimiyle birlikte kapitalizmin her alanda hakimiyetini yükselteceği bir dönemdir. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlangıcında, sistemin dünya çapında ilk defa yayılmasını kabaca tamamladığını görmekteyiz. Daha eşit-özgür ve demokratik toplum mücadelesi, 1848-1871 devrimlerinin yenilgisiyle hakim toplumsal sistem olma şansını kaybederler.

Tarihte zihniyet devrimleriyle toplumsal sistemler arasında düz çizgisel kesinlikli bağlar kurmak, üzerinde önemle durmayı gerektiren bir düşünce ve inanç tarzıdır. Kutsal Kitaptaki ‘Levhi-Mahfuz’ anlayışının bilimsel düşünceye yansıtılmış biçimidir. Halk tabirince ‘yazılan başa gelir’ dogmatik inancı, bu tarzın ne kadar yaygınlaştırıldığını göstermektedir. Yapmaya çalıştığımız çözümlemelerde özenle vurguladığımız husus, bu anlayışın hiyerarşik devletçi iradenin yönetim anlayışıyla olan bağlantısıdır. ‘Emir’ düzenini ilahi yasa olarak topluma özümsetmeyi esas alan bir yaklaşımdır. Kanun ve yönetmelik taslağı olarak düşünülmelidir. Binlerce yıllık gelenek bundan, ‘altın çağdan’ başlayıp ‘mahşer’ ve ‘cennet –cehennem’le biten çizgisel bir gelişim modelinin ortaya çıkmasına yol açtı. Kadercilik düşüncesi de bu anlayışın gereğidir. İslam dünyasında Mutezilecilerle Levhi-Mahfuzcular arasında alevlenen bir tartışmadır. Özgür tartışma gereğini, çok seçenekli özgür irade tercihini anlamsız kılan bu anlayışın temeli daha eskidir. Doğaüstü tanrıların tüm olayları yarattığına ve yönettiğine inanılan mitolojik çağlara kadar gider; felsefi idealizmle devam eder. Avrupa uygarlığında Rönesans’la başlayıp günümüze kadar süren biçimi ise düzgüsel ilerlemeci bir anlayıştır. Aydınlanma sürecinin ‘ilerlemeye’ güçlü imanıyla, Marksizm’in ‘komünizme zorunlu gidiş’ inancının kökeni de aslında bu dogmatik düşünce tarzına dayanır.

Atom altı, yani kuantum fiziğinin kanıtladığı olgular bu düşünce tarzının gücünü kırmıştır. Doğasal ve toplumsal gelişmenin düz, kesintisiz bir çizgi halinde değil, kaos aralığında, atom altı dünyasında özgürlük seçeneği olan çoklu tercihlere açık bir gelişmenin yaşandığı en büyük düşünce devrimlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Aslında atom altı fiziğine gerek olmadan da, sezgisel ve kurgusal yoldan da bu düşünce tarzına ulaşabiliriz. Tüm olay ve olgular dünyasında özgür tercihe yer bırakan bir gelişme gücü olmazsa, ortaya çıkan sonuç sınırsız evren-doğa çeşitliliğini izah edemeyiz. Çeşitlilik özgürlük gerektirir. Düz-çizgisel yaklaşım aynılık, dolayısıyla seçimsizliği zorlar. 

Bu bilimsel felsefi düşünce tarzına, 15. yüzyıldan itibaren daha da hızlanan ve kapitalizmin zaferiyle sonuçlanan sürece daha yaratıcı yaklaşımı mümkün kılmak için başvuruyoruz. Özcesi kapitalizmin zaferi bir kader olmayabilirdi. Kapitalizmin başarısının nedenlerini daha doğruya yakın değerlendirmek gerekir. Bizleri etkileyen Marksizm’in, kapitalizmi ve ondan önceki sınıflı toplum biçimlerini ‘tarihin zorunlu ilerleme hattı’ olarak ilan etmesi, farkında olmayarak, inançları ve umutlarının hilafına, karşısında çok savaştığı kapitalizme en büyük katkısı olmuştur. Bu savunmada dile getirdiğim düşüncelerin özünde, “Toplum sistemlerinde, Marksizm de dahil, temel düşünce biçimlerinin söylediği gibi bir zorunluluk ilkesi yoktur” biçiminde bir kanım yatmaktadır. Üst toplum biçimlerine ilişkin olsun, devlete ilişkin olsun dile getirilen ‘zorunlu gelişme’ iddiaları binlerce yıldır sürüp gelen resmi propagandaların izini taşımaktadır. Eskinin kader anlayışı günümüzün ‘zorunlu toplum yasaları’ adı altında bilimsel bir kılıf altında sürdürülmektedir. 

O halde kapitalizme karşı bir zıtlık belirdiğinde, onun çizgisel olarak kapitalizmi yok edip, tasarımlanan topluma yani sosyalizme ulaşacağı ancak soyut bir varsayım olabilir. Gerçeğin kendisi hem çok farklıdır, hem de oluşumları daha farklı cereyan eder. Geçiş çağlarında genellikle geçmişle gelecekteki temel kurumlar bir arada yaşarlar. Başat sistem zıddını eritebilir, sömürgeleştirebilir, eş ortak kılabilir, çok az güç kaybıyla uzun erimli bir dönüşümle evrim gösterebilir. Sert bir kırılmayla da yeni bir sistemin malzemesi olabilir.

Reel sosyalizmin kaba materyalist-determinist felsefesinin asıl tehlikesi, toplum yasalarını fiziksel yasalarla özdeşleştirmesidir; kendiliğinden bir ilerleme anlayışına veya çağdaş kaderciliğine kendini koy vermesidir. Kaldı ki, gerek makro fiziğin gerekse mikro fiziğin buluştuğu yeni gerçeklik, kesintisizlik ve düz çizgide determinist gelişme yasalarının olmadığına ilişkindir. Tüm olgular arasında bir “kaos aralığı” vardır. bu Aralık olmadan hiçbir niteliksel gelişmenin sağlanamayacağı anlaşılmıştır.

Marksizm’e yöneltilecek diğer bir eleştiri konjonktürle ilgilidir. Marks dönemindeki, kapitalizmin olgunluk aşamasıdır. Marks’ın ve Engels’in bundan çıkardığı sonuç kapitalizmin kaçınılmazlığıdır. Kapitalizm adeta sosyalizmin önünü açan bir buldozer rolündedir. Daha da genelleştirirsek, sınıflı toplum uygarlığını kaçınılmaz bir ilerleme olarak görmekte ve idealize ettikleri sistemlerinin kurulması için bu aşamaların gereğine iman etmiş bulunmaktadırlar. 

Das Kapital için sorulabilecek en önemli husus, kapitalizmi yıktı mı yoksa daha da güçlendirdi mi sorusudur. Soru benzer sistem manifestoları için de geçerlidir. Konuya daha açıklık getirmek için diyalektik düşüncenin temeli olan tez, antitez ve sentez sürecini anlaşılır kılmak gerekir. Evrensel sistemde düalistik özellik, bir’in iki’ye bölünümüdür. Enerji-madde ilişkisinde birlik (1) kanıtlanmış gibidir. E=mc2 formülü oldukça yol göstericidir. Enerji maddeyi hareketlendiren, değiştiren unsur olarak beliriyor. Daha serbest kalmış öz olarak tanımlanabilir. Işığın hız durumundaki madde parçacığı olarak ‘foton’, özünde maddeden kopmuş enerjidir. Maddenin tümünün fotonlaşması ışık haline gelmek demektir. Radyoaktiflik bu süreci ifade eder. Ama yine de madde-enerji ikilemi bir gerçekliktir. Özdeki aynılık ikilem haline gelmeyi önlemiyor. Asıl sır gibi kalan (1)in neden veya nasıl ikileme itildiğidir. ‘İkileme’ eğiliminin kendisi nedir veya nasıl oluşuyor? Atom içinde olan bitenin tüm çeşitliliğe, hareketliliğe biçim verdiği güçlü bir olasılıktır. Son araştırmalardan, düşünülmesi bile zor çok küçük, hızlı ve çok kısa süreli parçacık oluşum ve dönüşümünün atomlaşma sürecini belirlediği, atomların molekülleri, moleküllerin bileşimleri, böylelikle farklı element ve bileşimleri ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Bunda farklı manyetik ortamların da rol oynadıkları tahmin edilebilir.

Doğadaki bu sürecin topluma uyarlanması kaçınılmazdır. Toplum yasallığı çok farklı olmakla birlikte, aynı sisteme tabi olması beklenebilir. Toplumsal sistem dönüşümlerinin de (1) den, ‘klan’dan türediğini ana hatlarıyla bilmekteyiz. Klandan hiyerarşik toplumun, ondan da devletli toplumun kapitalizme kadar bazı biçimlerinin boy verdiğini iyi bilmekteyiz. 

Diyalektikteki zıtlık kavramını, ikilemlerden birinin diğerini yok etmesi biçiminde değil, onunla yüklenerek daha üst düzeyde farklı bir oluşuma dönüştüğü biçiminde yorumlarsak, olguları anlayabilme imkânımız daha çok artar. Fakat bu konuda daha da önemli olan düz, çizgisel bir dönüşümün olmadığı gerçeğidir. Zıtların dönüşümü AxB=AB biçiminde değildir. Klasik mantığın bu formülü çok sınırlı bir aralıkta geçerli olabilir. Olgular dünyasında dönüşüm daha çok zikzaklı, helezonvari, saçaklı, bazen hızlı bazen yavaş, öncesiz-sonsuz olmaktan çok, anlık-sonsuzluk gibi özellikler taşıyabilir. Çizgisellikten küreselliğe kadar kaos aralıklarıyla değişen özellikler ihtiva ettiği varsayılabilir.

Demokratik Özerklik

Demokratik özerklik, demokratik ulusla ruh ve beden gibidir. Demokratik ulus ruhsa, demokratik özerklik bedendir. Yani demokratik özerklik bedense demokratik ulus ruhtur, birbirlerini bu şekilde tamamlarlar, birbirlerinden ayrılmazlar.

Tarihte her zaman büyük ağırlığı olan kent, yer ve bölge çaplı özerk yönetimler, ulus-devletçiliğin kurban ettiği diğer çok önemli kültürel gelenekler arasındadır. Uygulanan tüm toplumsal ve devletsel yönetimlerde kentin, yerelin ve bölgelerin kendine has yönetimleri, özerklikleri hep olagelmiştir. Zaten başka türlü özellikle büyük çaplı devlet ve imparatorlukları yönetmek mümkün olamaz. Katı merkeziyetçilik esas olarak modernitenin tekelci karakteri olarak bir ulus-devlet hastalığıdır. Azami kâr kanununun bir gereği olarak dayatılmıştır. Ur gibi büyüyen orta sınıf burjuva bürokratlarının iktidar olmaları için düzenlenmiştir. Bir değil, bin kral düzenleri tesis etmek için, ancak faşizmle yürüyen bir model olarak geliştirilmiştir. 

Klasik modernitenin çözülüşü hızlandıkça ve postmodernite türü çoğu liberal nitelikli de olsa bazıları da radikal kopuş anlamına gelen kültürel hareketler geliştikçe, bunda en büyük payı kentin, yerelin ve bölgelerin özerklik hareketleri omuzlamıştır. Aslında tüm çağlar boyu güçlü yaşadıkları siyasi, ekonomik, sosyal boyutlar da taşıyan kültürlerine dönüş, yeniden canlandırma söz konusudur. Çok önemli tarihsel-toplum anlamı olan ve olması gereken hareketlerin başında gelmektedirler. Kentin, yerelin, bölgenin kurtuluşu olmadan, ulus-devlet hastalığından kurtuluş mümkün değildir. Bunu en iyi anlayan ve uygulamaya geçiren oluşum AB üyeleridir. Gerek modernite adı altında yaşadıkları dört yüz yıllık barbarlıklar, gerek Birinci ve İkinci Dünya Savaşları Avrupa kültürüne yeterli dersi vermiştir. İlk uygulamaya koydukları adımların kent, yerel ve bölgesel özerklik yasaları olması tesadüf değildir. Ulus-devletçiliğin soykırım başta olmak üzere tüm kültürel varlıklar için ne menem bir soykırım olduğunu kavramalarıyla ilgilidir. 

Bugün Avrupa Birliği’nde en gözde çalışmaların kent, yerel ve bölgesel kültürler kapsamında gerçekleştirilmesi, tüm küresel sorunların çözümünde en önemli unsurların başında gelmektedir. Fazla radikal olmasa da önemli, gerekli bir kültür hareketidir. Zaten dünyanın tüm kıtalarında merkezi yönetim homojenliği tam dayatılıp geliştirilemediğinden, birçok kentin, yerelin ve bölgenin özerkliği canlılığını korumaktaydı. Rusya Federasyonu’ndan Çin ve Hindistan’a, tüm Amerika kıtasından (ABD federaldir, Kanada’da özerklik yaygındır, Latin Amerika zaten bölgesel özerklik konumundadır) Afrika’ya (Afrika’da geleneksel aşiret ve bölge yönetimi olmadan devletler oluşup yönetemez) kadar özerk konumlar ve özerklik çalışmaları en aktif ve aktüel konulardır. Ulus-devletçiğin katı merkeziyetçi hastalığı, sayıları sınırlı bazı Ortadoğu devletlerinde ve diğer diktatörlüklerde uygulanmaktadır. 

Klasik modernitenin en önemli boyutu olan katı merkeziyetçi ulus-devlet yapılarının üstten küresel sermaye, alttan kültürel hareketler tarafından sıkıştırılmasıyla yaşadığı çözülmeler en çok kent, yerel ve bölgesel özerklik yönetimleriyle ikame edilmeye çalışılmaktadır. Günümüzün gittikçe güçlenen bu eğilimi, demokratik-ulus hareketiyle de iç içe gelişmek durumundadır. Demokratik ulus, yönetim biçimi olarak konfederalizme çok yakındır. Konfederalizm bir nevi demokratik ulusların siyasal yönetim biçimidir. Güçlü kent ancak yerel ve bölgesel özerk yönetimlerle varoluş kazanabilir. Yönetim biçimi itibariyle her iki hareket de özdeş ve çakışma durumundadır. Demokratik uluslaşma ve uluslar kent, yerel ve bölgesel özerklikler olmadan yönetim gücü kazanamaz. Ya kaosa düşüp dağılır ya da ulus-devletçiliğin yeni bir modeliyle aşılır. Her iki duruma düşmemek için, demokratik ulus hareketi mutlaka kent, yerel ve bölgesel demokratik özerklikleri geliştirmek zorundadır. Buna karşılık kent, yerel ve bölgesel özerk yönetimler hepten yutulmamak, ekonomik, sosyal ve siyasal güçlerini tam kullanabilmek için demokratik ulusal hareketle demokratik ulus olarak bütünleşmek ihtiyacındadır. Ulus-devletçiliğin her iki hareket için sürekli kapıda tuttuğu ve dayattığı aşırı merkeziyetçi güç tekellerini ancak aralarındaki sağlam ittifakla aşabilirler. Aksi halde her iki hareket ve hatta olgu olarak, geçmişte çokça yaşadıkları gibi yeniden homojenleştirme tehdidi altında tasfiye olmaktan ve erimekten kurtulamazlar. Tarihsel koşullar nasıl 19. yüzyılda daha çok ulus-devletçilikten yana idiyse, günümüz koşulları da -yani 21. yüzyıl gerçeklikleri de- demokratik uluslardan ve her düzeyde güç kazanmış kent, yerel ve bölgesel özerk yönetimlerden yanadır. 

Ortaçağda benzeri kent özerklik politikaları daha da yaygın uygulanabilmiştir. Büyük imparatorluklara karşı direnen kentlerin yıldız âlemi ile karşı karşıyayız sanki. İslami imparatorluklardan (Emevi, Abbasi, Selçuklu, Timur, Babûr, Osmanlı) Cengiz İmparatorluğuna, Hıristiyan İmparatorluklarından (Bizans, İspanya, Avusturya, Çarlık Rusyası, Britanya) Çin İmparatorluklarına karşı yüzlerce kent (Büyük Okyanus’tan Atlas Okyanusu’na, hatta Amerika Kıtasına, Büyük Sahra Çölünden Sibirya’ya kadar) özerklik politikası adına gerektiğinde tarihten silininceye kadar direnebilmiştir. Kartaca’nın tarla haline getirilişine benzeyen örnek, Cengiz Han’a karşı direnen Otrar kentidir. O da tarla haline getirilmiştir. Avrupa kentlerinin hem imparatorluk güçlerine, hem de ulus-devletçiliğin merkeziyetçiliğine karşı yüzyıllarca süren direnişçiliğine yüzlerce örnek sunulabilir. Özellikle İtalya ve Almanya kentlerinin 19. yüzyıl ortalarına kadar özerk yapılarını korumak için büyük direniş sergiledikleri çok iyi bilinmektedir. Bunlardan Venedik, Amsterdam ünlü örneklerdir.

19. yüzyılda ulus-devletin her tarafta zafer kazanması, tarihte binlerce yıl süren kent özerkliklerine büyük darbe olmuştur. Ancak postmodernite ile kent özerklikleri yeniden yaygınlaşmaktadır. Kent politikacılığı öne çıkmaktadır. 

Tarihte uygarlık güçlerine karşı sadece kent politikacılığı değil, belki de daha fazla kabile, aşiret, dini cemaat, felsefi ekol vb. belli başlı toplumsal grupların özerk politik güç halinde kalabilmek uğruna sergiledikleri sayısız direniş vardır. İbrani kabilesinin üç bin beş yüz yıllık (M.Ö. 1600 – günümüze kadar) özerklik öyküsü belki de en ünlü örnektir. Yahudilerin tarihte ve daha çok da günümüzde çok zengin ve yaratıcı olmalarında İbrani kabilesinin özerklik politikası belirleyici rol oynamıştır. İslam dininin imparatorluk ve iktidar aracına dönüştürülmesine karşılık, çok büyük direniş mezhepleri ortaya çıkmıştır. Alevilik ve Haricilik mezhepleri kabile ve aşiretlerin özerk yaşama politikalarını yansıtır. Sünni hükümranlık, sultanlık geleneğine karşı her kavim bünyesinde görülen yaygın muhalif mezhep çıkışları, özünde aşiret ve kabile halklarının direnişçi ve özgürlükçü politikalarının sonucudur. Bir nevi Sünni İslam sömürgeciliğine karşı halkların ilk özgürlük ve bağımsızlık hareketleridir. Hıristiyanlık ve Musevilik’te de benzer çok sayıda direniş mezhebi vardır. Ortaçağ boydan boya bu tür yerel, kentsel, kabilesel ve dini cemaatlerin özgürlük ve özerklik politikası uğruna mücadeleleriyle dolu geçmiştir. İlk Hıristiyan cemaatlerinin üç yüz yıllık yarı-gizli direnişçi manastır yaşamı, çağdaş uygarlığın hazırlanmasında başrolü oynamıştır. Antikçağ Yunan felsefi ekollerinin özerk politikaları bilimin temel hazırlayıcı rolünü oynamıştır. Günümüze kadar ulaşan halklar, uluslar bu gerçeği en çok dağ başlarında ve çöl ortalarında yüzlerce, binlerce yıl direnen kabile ve aşiret atalarına borçludur. 

Modern çağın ulusal kurtuluş hareketleri bu geleneklerin devamıdır. Bağımsız devlet olarak saptırılmış da olsa, hepsinin peşinde koştuğu amaç politik bağımsızlıktır. Liberalizmin politik bağımsızlığı sahte ulus-devlet bağımsızlığına dönüştürmesi politikayı gerçek işlevinden alıkoysa da, yine de çok önemli bir politik direniş geleneğinin sürdürülmesi anlamına gelir. 

Tarihte yerel ve bölgesel özerklik politikaları hep olagelmiş, ahlaki ve politik toplumun varlığını sürdürmesinde önemli rol oynamışlardır. Dağlar, çöller ve ormanlık alanlar başta olmak üzere, yeryüzünün çok geniş bir coğrafyasında kabile, aşiret, köy ve kent toplumu halinde yaşayan halklar ve uluslar, uygarlık güçlerine karşı sürekli özerklik ve bağımsızlık politikaları ile direniş sergilemişlerdir. Tarihte bu nedenle ağırlıklı olarak demokratik konfederal gelenek ağır basar diyoruz. Uygarlık tarihi boyunca hâkim eğilim boyun eğme değil, direniştir diyoruz. Öyle olmasaydı, dünya Firavun Mısır’ı gibi olurdu. Direnişin, politikanın olmadığı tek bir insan yerelinin, bölgesinin kalmadığını bilmeden tarihi doğru yorumlayamayız. Latin Amerika, Afrika, Asya halkları halen bütün renkleri ve kültürleriyle direniyorlarsa, bu demektir ki tarihleri de böyledir. Çünkü tarih ‘şimdidir’. 

Uygarlık güçleriyle demokratik güçler arasında çoğu kez gerçekleştiği gibi, kapitalist modernite güçleriyle demokratik modernite güçleri de birbirlerinin varoluş ve kimliklerini kabul etme ve demokratik özerk yönetimlerini tanıma temelinde barış içinde bir arada yaşayabilir. Bu kapsam ve koşullar altında ulus-devletin sınırları içinde ve dışında demokratik konfederal siyasi oluşumlarıyla ulus-devlet oluşumları bir arada barış içinde yaşayabilir. Demokratik konfederalizm ulus-devlet sistematiğinden kaynaklanan olumsuzlukları aşma potansiyeline sahip olduğu gibi, toplumu politikleştirmenin de en uygun aracı konumundadır. Basittir ve uygulanabilir. Her topluluk, etnisite, kültür, dini cemaat, entelektüel hareket, ekonomik birim vb. birer politik birim olarak kendilerini özerkçe yapılandırıp ifade edebilirler. Federe veya özerklik, kendilik denilen kavramı bu çerçeve ve kapsamda değerlendirmek gerekir. 

Bu durum gözetildiğinde demokratik konfederalizme ilişkin şunları söyleyebiliriz:
Demokratik konfederalizm farklı ve çok katmanlı siyasi oluşumlara açıktır. Yatay ve dikey farklı siyasi oluşumlar mevcut toplumun karmaşık yapısı nedeniyle zorunludur. Merkezi, yerel ve bölgesel siyasi oluşumları denge içinde bir arada tutar. Her biri somut koşullara cevap verdiğinden, çoğulcu siyasi yapı, toplumsal problemlerin en doğru çözüm yollarını bulmaya daha yakındır. Kültürel, etnik, ulusal kimliklerin kendilerini siyasi oluşumlarla ifade etmeleri en doğal haklarıdır. Daha doğrusu, ahlaki ve politik toplumun gereğidir. İster ulus-devlet, ister cumhuriyet, ister burjuva demokrasileri biçimlerinde olsun, devlet gelenekleriyle ilkesel uzlaşmalara açıktır. İlkeli barış temelinde bir arada yaşayabilir. 

Demokratik konfederalizm ahlaki ve politik topluma dayanır. Kapitalist, sosyalist, feodal, endüstriyalist, tüketimci, toplum mühendislerine dayalı benzer şablonist proje toplum çabalarını kapitalist tekellerin kapsamında görür. Bu tip toplum özünde yoktur, propagandası vardır. Toplumlar esas olarak politik ve ahlakidir. Ekonomik, siyasi, ideolojik ve askeri tekeller toplumun bu temel doğasını kemirerek artı-değer, hatta toplumsal haraç peşinde koşan aygıtlardır. Kendi başlarına bir değerleri yoktur. Devrim bile yeni toplum yaratamaz. Devrimler ancak toplumun aşındırılan, kadük bırakılan ahlaki ve politik dokusunu asıl işlevine kavuşturmak için başvurulan operasyonlar olarak olumlu rol oynayabilirler. Gerisini ahlaki ve politik toplumun özgür iradesi belirler. 

Demokratik konfederalizm demokratik siyasete dayanır. Ulus-devletin katı merkezli, düz çizgili, bürokratik yönetim ve idare anlayışına karşılık, tüm toplumsal gruplar ve kültürel kimliklerin kendilerini ifade eden siyasi oluşumlarla toplumun özyönetimini gerçekleştirirler. Çeşitli düzeylerde atamayla değil, seçimle başa gelen yöneticilerle işler görülür. Asıl olan meclisli, tartışmalı karar yeteneğidir. Başına buyruk yönetim geçersizdir. Genel merkezî koordinasyon kurulundan (meclis, komisyon, kongre) yerel kurullara kadar her grup ve kültürün bünyesine uygun, çok yapılı, farklılıklar içinde birlik arayan kurullar demetiyle toplumsal işlerin demokratik yönetimi ve denetimi gerçekleştirilir. 

Demokratik konfederalizm öz savunmaya dayanır. Askeri tekel olarak değil, toplumun iç ve dış güvenlik ihtiyaçlarına göre demokratik organların sıkı kontrolü altında öz savunma birlikleri temel güçtür. Görevleri, ahlaki ve politik toplumun özgür ve farklılıklar temelinde eşitlikçi karar yapısı olarak, demokratik siyaset iradesini geçerli kılmaktır. İçten ve dıştan bu iradeyi boşa çıkaran, engelleyen, yok eden güçlerin müdahalesini etkisiz kılmaktır. Birliklerin komuta yapısı hem demokratik siyaset organlarının, hem de birlik üyelerinin çifte denetiminde olup, gerek görülürse karşılıklı öneri ve onaylamalarla rahatlıkla değiştirilebilir.

Demokratik konfederal örgütlenmede genelde hegemonyacılığa, özelde ideolojik hegemonyacılığa yer yoktur. Hegemonik ilke klasik uygarlıklarda geçerlidir. Demokratik uygarlıklarda ve modernitede hegemonik güçlere ve ideolojilere hoşgörüyle bakılmaz. Farklı ifade ve demokratik yönetim sınırlarını aşınca, özyönetim ve ifade özgürlüğüyle etkisiz kılınırlar. Toplum işlerinin kolektif yönetiminde karşılıklı anlayış, farklı önerilere saygı ve demokratik karar esaslarına bağlılık şarttır. Bu konuda genel klasik uygarlık ve kapitalist modernite yönetim anlayışıyla ulus-devletin anlayışı çakışmasına rağmen, demokratik uygarlık ve modernitenin yönetim anlayışlarıyla aralarında büyük farklar ve aykırılıklar vardır. 

Aynı zamanda ideolojik hegemonya söz konusu olamaz. Çoğulculuk, farklı görüş ve ideolojiler arasında da geçerlidir. Yönetimin kendini ideolojik kamuflajla güçlendirmesine ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla milliyetçi, dinci, pozitivist bilimci, cinsiyetçi ideolojilere ihtiyaç duymadığı gibi, hegemonya kurmaya da karşıdır. Toplumun ahlaki ve politik yapısını aşındırmadıkça, hegemonya peşinde koşmadıkça, her görüş, düşünce ve inanç serbestçe ifade edilme hakkına sahiptir. 

Demokratik konfederal örgütlenme süper hegemonik güç denetimindeki ulus-devletlerin BM’li birlik anlayışına karşılık, ulusal toplumların Dünya Demokratik Konfederal Birliği’nden yanadır. Gerek sayısal gerek niteliksel olarak, çok daha geniş toplulukları demokratik siyaset kriterlerince Dünya Demokratik Konfederasyonu’nda birleştirmek, daha güvenlikli, barışçıl, ekolojik, adil ve üretimsel bir dünya için şarttır. 

Demokratik konfederalizm sanıldığı gibi günümüze özgü herhangi bir yönetim biçimi değildir. Tarihte olanca ağırlığıyla yer bulan bir sistemdir. Tarih bu anlamda merkezi devletsel değil, konfederaldir. Devlet formu çok resmileştiği için tanınmıştır. Fakat toplumsal yaşam konfederalizme daha yakındır. Devlet hep merkeziyetçiliğe koşarken, dayandığı iktidar tekellerinin çıkarlarını esas almaktadır. Aksi halde bu çıkarları koruyamaz. Ancak çok sıkı bir merkeziyetçilik güvence sağlayabilir. Konfederalizm de tersi geçerlidir. Esas aldığı tekel olmayıp toplum olduğu için, mümkün olduğunca merkeziyetçilikten kaçınmak durumundadır. Toplumlar homojen (tek kütle) olmayıp çok sayıda topluluktan, kurum ve farklılıktan oluştuğu için, hepsinin ortak bir ahenk içinde bütünlüğünü sağlamak, korumak zorunluluğunu duyar. Dolayısıyla bu çokluklar için aşırı merkeziyetçi bir yönetim sık sık patlamalara yol açar. Tarihte bunun sayısız örnekleri vardır. Demokratik konfederalizm ise her topluluk, kurum ve farklılığın kendini yansıtmasına uygunluğundan ötürü daha çok yaşanır. Çok tanınmış bir sistem olmaması, resmi bir varlığın hegemonik yapısı ve ideolojisinden ötürüdür. Resmi tanımı olmasa da, toplumlar tarihte esas olarak konfederalisttir. Tüm aşiret, kabile, kavim yönetimleri hep gevşek ilişkiler niteliğindeki konfederalizme izin verir. Aksi halde iç özerklikleri zedelenir. Bu ise varlıklarını dağıtır. Hatta imparatorluklar bile iç yapılarında sayısız farklı yönetime yaslanırlar. Her türlü kabile, aşiret, kavim yönetimleri, dinsel otoriteler, krallık, hatta cumhuriyet ve demokrasiler bir imparatorluk bünyesinde birleşebilirler. Bu anlamda en merkezi sanılan imparatorlukların bile bir nevi konfederalizm olduğunu kavramak önemlidir. Merkezi eğilim toplumun değil, tekelin gereksinim duyduğu bir idari modeldir. 

Kapitalist ve demokratik modernite farklılıkları, karşıtlıkları sadece bir idea değil, somutta yaşanan kocaman iki dünyadır. Tarih boyunca bu iki dünya diyalektik karşıtlıklar halinde bazen birbirleriyle amansızca savaşan, ama aralarında barışları da eksik olmayan bir yolculukla günümüzde de benzer biçimde ilişki ve çelişkileriyle bazen çatışmakta, bazen barışmaktadırlar. Sonucu şüphesiz entelektüel, politik ve etik olarak mevcut sistemik yapısal bunalımdan doğru, iyi ve güzel çıkış yapanlar belirleyecektir.

Benim Çözüm Projem Demokratik Özerkliği Esas Almaktadır

Kapitalist modernitenin sermayecilik, endüstricilik ve ulus-devletçilik temelinde varoluş kazanmasına karşılık, demokratik modernitenin demokratik komünalite, eko-endüstriyel ve demokratik ulus olarak varoluş kazanabileceğini de kapsamlıca çözümlemeye ve çözmeye çalıştım. Demokratik komünaliteyi homojen bir toplum eşitçiliği olarak değil, tek bir kişiden milyonlarca kişiye kadar nicelik kazanıp, ahlaki ve politik toplum niteliğini taşıyan her tür topluluk (kadından erkek topluluğuna, spor ve sanattan endüstriye, entelektüellerden çobanlara, kabileden şirketlere, aileden uluslara, köyden kentlere, yerelden küreselliğe, klandan küresel topluma kadar her tür toplum) olarak tanımlamaya çalıştım. Eko-endüstriyel toplum gerçeğini, köy-tarım toplumuyla kent endüstrisi toplumunun birbirini beslediği ve ekolojiye kesin uyarlanmış eko-endüstriyel topluluklar olarak tanımladım. Demokratik ulusu ise, temel politik biçim olan demokratik konfederalist uygulamalarla etnisiteden dine, kentsel, yerel, bölgesel ve ulusal topluluklara kadar her tür kültürel varoluşların demokratik özerk siyasi oluşumlar halinde oluşturacakları yeni bir ulus türü, daha doğrusu ulus-devletçi canavarlara karşı çok kimlikli, çok kültürlü ve çok siyasi oluşumlu ulus olarak tanımlayıp çözümlemeye ve çözmeye çalıştım. 

Bu tarihi gerçeklik doğrultusunda demokratik özerklik için şunları söyleyebilirim;
Benim çözüm projem demokratik özerkliği esas almaktadır. Benim demokratik özerklik projem bir yandan kendi içinde sınırlarla çatışmayan bir çözüm, öte yandan da esasında evrensel hegemonyayı  reddeden ama çatışmayan, kendi ilkelerini korumak şartıyla, bu “imparatorluk” da denen küresel hegemonyanın içinde erimeden varlığını sürdürebilen bir çözümdür. Bu çözüm demokratik konfederalizmin ilkelerini de ihtiva eder. Siyasal, sosyal-kültürel, ekonomik, diplomatik, güvenlik ve hukuk demiştim. Demokratik özerklik belirttiğim bu altı ilkeyi ihtiva eder. Bu meselenin demokratik özerklik temelinde çözümü bütün Ortadoğu’yu aydınlatacaktır. İtalya ve İspanya için de bir model olacaktır. Benim devlet ve iktidar konusundaki görüşlerim Gramsci’nin görüşleriyle paraleldir. Marks, ulus-devleti kabul etti. Fakat ben kabul etmiyorum. Avrupa’nın şu an yaşadığı krizin temel sebebi de, yine bu ulus-devlet yapılanması ve anlayışıdır. Bizim öngörümüz ve amacımız bu çözümü barışçıl yollardan en az hasarla sağlamaktır.  

Demokratik özerkliği şöyle izah edebiliriz; Demokratik ulus bir ruh ise demokratik özerklik ise bedendir. Demokratik özerklik demokratik ulus inşasının ete kemiğe bürünmüş halidir.Onun somutlaşmış, bedenleşmiş halidir. Demokratik özerkliğin birkaç unsuru veya boyutu vardır:

1-Siyasi Boyut: Bu boyutta bir meclis olur. Ya da halkın bir kongresi olur. Bu kongre demokratik toplum kongresidir. Bu kongrenin bir de küçük bir yürütme kurulu olur.

2-Hukuki Boyut: Demokratik özerklik projesinin hukuki statüsünü ifade eder. Biz buna statü diyelim. Katalanlar da bunu 'status' olarak ifade ediyorlar. Bu çok önemli. Hukuki olarak Kürtlerin statüsü ne olacak? Siz hukuku biliyorsunuz. Anayasa ve yasalara yansıtılır. Yasalar demokratik özerkliğin çerçevesinin içeriğini belirler. 

3-Ekonomik Boyut: İnşa edilen demokratik ulusun bir de ekonomik politikası olur. Nasıl bir ekonomi olmalıdır, bu belirlenir. Barajlar, yeraltı-yerüstü kaynakların bir politikası olur. Vergiler alınacak ise nasıl ve ne kadar alınır? Ekonomik boyutla bunlar belirlenir. Ekonomik sistem olarak kapitalizmi kabul edemeyiz. Belki kapitalizmi tam olarak ortadan kaldıramayız ama önemli oranda kapitalist ekonomik sistemi değiştirebilir, onu aşındırabilir, kendi ekonomik sistemimizi kurabiliriz. Bu sistemde halkın ekonomisi olur. Bir kısmını da özel ekonomi oluşturur. Yani özel şirketler olur. Bütün bunlar tartışılmalıdır.

4-Kültürel Boyut: Kültürel boyut daha çok dil, anadilde eğitimi, tarih ve sanatı kapsar. Kürtçe'nin Türkçe ile ilişkisi nasıl olmalıdır, anadilde eğitim nasıl yapılabilir, demokratik ulusun dil politikası nasıl olacak, bunlar tartışılmalıdır. Bir eğitim politikası oluşturulmalıdır. Kürtler kültürel soykırımı da tam olarak nasıl aşabilir? Kültürel soykırım bu konuda yapılacak tartışmalarla aşılmalıdır.

5-Öz savunma Boyutu: Biz buna güvenlik boyutu da diyebiliriz. Burada soykırımı ele alıyoruz. Kürtler soykırımdan nasıl kurtulabilir? Bu durumu somutlaştırmalıdırlar.
Burada soykırım tüm soykırım çeşitlerini kapsar. Sadece fiziki değil, kültürel ve her çeşit soykırımdan bahsediyorum. Kürtlerin bir öz savunma durumuna kavuşması sağlanır.Toplum burada kendi öz savunmasını kurar. Bununla sadece elde silah bir durumu kastetmiyorum. Öz savunma KCK, PKK tarzı silahlı yapıyı değil halkın kendi güvenliğini sağlamasıdır. Demokratik toplumun her alanda örgütlenmesini, kurumsallaşmasını, kendi güvenlik sistemine kavuşmasını ifade ediyorum. Bunu daha fazla halk tartışır, farklı sonuçlara ulaşabilirler. Mesela çocuklarını askere gönderecekler mi? Askeriyede yer alacaklar mı, bunlar tartışılır. Mesela korucular nasıl lağvedilecek, koruculuk meselesi nasıl halledilecek? Bunlar tartışılmalıdır. Bu güvenlik boyutu, halkın öz savunması ekmek-su-hava kadar önemlidir. Bu olmadan yaşanmaz.
Demokratik özerkliğin güvenlik boyutu bazı aydınlar tarafından farklı devlet arayışı olarak yorumlanıyor. Bunun da farkındayım. Bu konu yanlış anlaşılıyor. Şunu söylemek istiyorum. Mevcut askeri yapı içinde Kürtler yer alacak mı, almayacak mı? Polis-emniyet yapısı içinde Kürtler yer alacak mı, almayacak mı? Bu kurumların Kürtlere bakışı ne olacak? Kürtler kendisini nasıl koruyacak, güvenliğini nasıl garantiye alacak? Bunlar çok önemli konulardır. Bu konular üzerinde ileride çok geniş duracağım. Bu güvenlik boyutunu BDP de, PKK de tek başına yapamaz, bunu ben yürüteceğim, bu konulara ileride ayrıntılı olarak değineceğim.

6-Diplomasi Boyutu: Bu da Kürtlerin diğer halklarla, toplumlarla olan ilişkilerini ele alır. Komşu-çevre ülkeler ve diğer parçadaki Kürtlerle ilişkiler olur. Diğer toplumlar ile nasıl bir ilişki istiyoruz, onlarla nasıl yaşamalıyız? Diplomasi boyutu bunu karşılar. 

Daha fazla uzatılabilir, ancak bu altı boyut yeterlidir. Bir çerçevedir, ana hatları bunlardır. Bu boyutların her birine ilişkin birden fazla komisyon olur ve bunlar üzerinde çalışmalar olur.

Demokratik özerklik ve demokratik anayasa ayrı şeylerdir. Demokratik anayasa çalışmalarını tüm Türkiye genelinde yapacak ve Türkiye genelindeki sivil toplum örgütleriyle görüşecek BDP'dir. BDP'nin görevidir. BDP'nin demokratik anayasaya ilişkin yoğun bir çalışması olmalı. Demokratik anayasaya ilişkin bir projeleri olsun. KCK, PKK demokratik özerklik sistemi içinde kendi yerini belirleyecektir. Bu onların bileceği bir iştir. Kürtler, DTK, BDP bunlar nasıl bir yaşam isteyeceklerini tartışacaklar, buna karar verecekler. Bunu gece gündüz tartışacaklar. 

Demokratik özerklik kurumları kapsamlıdır. Kültürel, ekonomik, siyasi, hukuki, güvenlik ve diplomasi. Her konuda derin tartışmalar yapılabilir. Akademilerde bu tartışmanın zemini oluşturulabilir. Halk analiz ve çözümlerini Kent Meclislerinde karara bağlayabilir. Örnek olsun diye söylüyorum, mesela Diyarbakır'da yoğun örgütlenmelerle birlikte bazı birlikler oluşturulabilir. Demokratik Esnaflar Birliği, Demokratik Sanatçılar Birliği, Demokratik Sporcular Birliği... gibi. Bunun gibi pekçok demokratik birlik oluşturulabilir. Bu birlikler temsilini Kent Meclislerinde bulur. Demokratik özerklik, demokratik ulusla ruh ve beden gibidir. Demokratik ulus ruhsa, demokratik özerklik bedendir. Yani demokratik özerklik bedense demokratik ulus ruhtur, birbirlerini bu şekilde tamamlarlar, birbirlerinden ayrılmazlar. Ruh-beden ilişkisi de bu şekildedir. Beden olmazsa ruh, ruh olmazsa beden olmaz. Demokratik ulus olmazsa demokratik özerklik olmaz, demokratik özerklik olmazsa demokratik ulus olmaz. 

Bizim ortaya koyduğumuz demokratik özerklik projesi etnisiteye ve coğrafi sınırlara dayanmıyor. Bizim demokratik özerklik anlayışımızda tek etnisite anlayışı, tek coğrafya anlayışı yok. Bu konulara “Özgürlük Sosyolojisi” adlı savunmamda oldukça ayrıntılı olarak değinmiştim. Bizim anlayışımız Kürtlük anlayışı değildir. Bizde tek başına Kürtlük anlayışı yoktur. Bu anlayışla hareket etmiyoruz. Bizim ortaya koyduğumuz demokratik özerklik modeli tek başına Kürtlüğe, Türklüğe, Araplığa dayanmıyor. Demokrasiye dayanıyor. Örneğin Hatay'da, Adana'da da bir demokratik özerklik kurulabilir. Orada Araplar kendilerini ağırlıklı ifade ederler. Bizim demokratik özerklik anlayışımız tek bir inanca da dayanmıyor. Halklara dayanıyor, hatta tek başına halklar diye ifade etmem de eksik kalır. Değişik toplumsal tabakalara, toplumsal sınıflara, toplumsal kesimlere dayanır.  Bahsettiğimiz demokratik özerklik sadece Kürdistan'a ilişkin değil, Ege, Karadeniz, Orta Anadolu'ya da ilişkindir. Burada önemli olan kapitalist moderniteyle ortaya çıkan ulus-devlet anlayışının sorgulanması ve aşılmasıdır. Tartışmalar bunun üzerinden gelişmelidir. Biz kapitalist moderniteyle ortaya çıkan dört yüz yıllık ulus-devlet deneyimini sorguluyoruz. Ulus-devlet modelinin halklara, toplumsal sınıflara, toplumsal tabakalara, toplumsal kesimlere dar geldiğini, yetmediğini görmek zorundayız. Nitekim Avrupa bile bu konuları tartışmaya ve aşmaya başladı. Ulus-devlet merkezli kapitalist anlayış aşılmak zorundadır. Sosyolog Weber'in benim de katıldığım “Demir Kafes Teorisi” var. Bu teoriye göre ulus-devlet, toplumu boynundan demir kafese alıyor ve kendine tutsak ediyor. Toplum bu demir kafesin içinde esir ediliyor. Ulus-devletin toplum üzerindeki tahribatı bu teoriyle izah edilebilir. Ulus-devletin kurduğu bu kafes topluma dar geliyor.  Bizim de yapmaya çalıştığımız ulus-devletin bu tahribatlarını gidermektir. 

Türkiye'de de mevcut ulus-devlet anlayışı sorunları çözmekten ziyade sorunun kaynağını teşkil etmektedir. Bu sistem Ortadoğu ve Türkiye toplum gerçekliğine aykırıdır, aşılmak zorundadır. Türkiye mevcut haliyle hiçbir kesime cevap olamamaktadır, tatmin edememektedir. Türkiye'de varolan bu ulus-devlet anlayışı her taraftan yontulmaya başlanmıştır. Böyle bir süreç başladı Türkiye'de. Her kesim bir köşeden bu ulus-devleti yontmaya çalışıyor. Burada biz Kürtlere düşen görev belki de bu konularda öncülük etmektir. Biz demokratik özerklik projesini kendimizle sınırlandırmıyoruz. Salt Kürtlük etnisitesine dayandırmıyoruz. Kürtler bugün bunun öncülüğünü yapabilir ancak bu demokratik özerklik anlayışı bütün Türkiye'yi kapsayan bir projedir. Burada görülmesi gereken ulus-devlet anlayışıyla Türkiye'nin yönetilemeyeceğidir. Demokratik özerklik, ulus-devlet karşısında en doğru, uygulanabilir bir seçenektir. Sadece Kürtler için değil her yerde, Türkiye'de, Ortadoğu'da uygulanabilir bir seçenektir. Burada demokratik özerklik yönetiminde önemli olan toplumun yönetim iradesidir. Toplum devletin belli yetkilerini ele geçirip kendi yönetim anlayışını geliştirir. Devletin elinde kalan yetkiler sınırlı bazı yetkiler olacaktır. Toplum, merkezi devleti sınırlayarak kendi yetkileriyle kendini yönetecektir.  Önemli olan devletin sınırlandırılmasıdır. Ben buna merkezin yetkilerini topluma devretmek diyorum. Burada sadece halk da demiyorum, toplum diyorum. 

Bahsettiğim gibi Kürtler sadece Türkiye'de bunun öncülüğünü yapmıyorlar. Bu proje Türkiye ile de sınırlı değildir. Irak için de Ortadoğu için de geçerlidir. Burada da uygulanır, gelişir. Bu gelişmeler birbirlerini besler, birbirlerinden haberdar bir şekilde gelişir. Ulus-devleti hemen ortadan kaldıracağız demiyorum. Fakat ulus-devleti olduğu gibi de kabul edemeyiz. Ulus-devlet belki hemen aşılamaz. Bunun farkındayız. Ancak ulus-devletle yetinmeyeceğiz. Ulus-devleti idare etmeye de niyetimiz yok. 

Türkiye'de de yaratılmaya çalışılan tek ulus inşaasıdır. Cumhuriyet tarihinde yaratılmak istenen ulus kimliği Türklük kimliğidir. Hatta ben buna daha önce “Türk olmayan Türkçü ideoloji” demiştim. Böyle tanımlamıştım. Burada yanlış anlaşılmasın, daha önce de söylemiştim, Yahudi düşmanlığı, anti-semitislik yapmıyorum. Ancak tarihsel bir gerçeklik olarak “Türk olmayan Türkçü ideoloji”de Yahudilerin rol aldığını söylemek zorundayım. Ben daha önceleri buna “Anadolu Siyonizmi” de demiştim. Yahudiler bu Türkçü ideolojiyi geliştirerek Türkiye'de ulus-devleti inşa ettiler. Türkiye'deki ulus-devletin temelinde bu ideoloji vardır. 

Bu faşist-Türkçü anlayış biliyorsunuz. İttihat Terakki'de de ifadesini bulur. Bir ulus inşa etme adına bütün farklı dil ve kültürler, kimlikler ve inançlar tek tipleştirilmeye çalışılmıştır. Bu İttihat Terakki faşizmi Hitler faşizmine bile fikir babalığı yapmış, Hitler faşizmini cesaretlendirmiştir. Biz demokratik özerklik derken bu tarihsel haksızlığa vurgu yapıyoruz. “Cumhuriyetin kuruluşunda varsınız ama içinde yoksunuz” haksızlığıdır bu. İlan edilecek demokratik özerklik Türkiye'nin cumhuriyet tarihine de bir eleştiri sunmalıdır. Hatta kendilerine benim adıma şu da iletilebilir: Demokratik özerkliğin ilanı 1919-1922'nin güncellenmesi olmalıdır. Biliyorsunuz, o yıllarda Mustafa Kemal, Erzurum'daki kongreye delegeliği düşen Bitlis delegesinin yerine Bitlis delegesi olarak yani Kürt delegesi olarak Erzurum Kongresi'ne katılıyor. İşte biz, bu tarihin güncellenmesini istiyoruz. Niye güncellenmesi gerektiğini söylüyorum. Bu yıllar arasında demokratik özerkliğin tarihsel kökleri var. Bir de 1925'teki kırılmanın-provokasyonun-komplonun, ilişkilerdeki bozulmanın iyi anlaşılması gerekir.

Demokratik özerklikle birlikte Kürtler ulus olma hakkını, tarihsel haklarını, diğer kimlikler de kendi demokratik haklarını, azınlık haklarını elde ederler. Kürtler sosyal, siyasal, kültürel konumları gereği demokratik özerkliğe en yatkın toplumsal kesimdir. Kürtler bu özelliğiyle demokratik özerkliğin ve Türkiye demokrasisinin öncülüğünü yapabilirler. Kürtlerin demokratik özerkliği, kademe kademe Türkiye'nin her tarafına yayılır. Sadece Kürtlere ait bir proje değil. Aslında Başbuğ'un korktuğu, tehlike olarak gördüğü husus budur. 

Çözümün gelişmemesi durumunda Kürdistan'da ikili iktidar durumu ortaya çıkar. Bir taraftan KCK iktidarı diğer taraftan devlet iktidarı olur. Bu şekliyle yürür. İşte Kosova, Kuzey Kıbrıs gibi bağımsızlığını ilan eder. Devletle ilişkilerini de tümden keser ve bir beklenti içine girmez. Demokratik özerklikte devlet karşıtlığı yoktur. Kürtler güvenlikten spora kadar tüm alanlarda devlete ihtiyaç duymadan kendi toplumsal örgütlüğünü geliştirmelidir. Sosyal, ekonomik, kültürel örgütlenmelerini gerçekleştirmelidir. Kürtler kendi iç güvenliklerini sağlamalılar. Bunun için devletin bunları kabul etmesini beklememeliler.
***