Mum misali erimeyi göze almadıkça devletli uygarlığın karanlık dehlizlerinde hakikat savaşı verilemez. Nasıl mum aydınlatma uğruna eriyorsa; bilge, bilim insanı, hakikat arayışçısı da yaşamın ve ölümün farkında olarak olabilecek tüm varsayımları göze alarak yola çıkmalıdır.
Mahmut Baran / Mahir Tekin / Ferhat Akıncı
Eskilerin Eskimeyen Ama Yenilenen Mirası
Ortadoğu, merkezi uygarlığı en çok da fikir-zikir-eylem birliğini esas alan geleneğe sahiptir. Zaman içinde sistem karşıtlarının çokça kaybettikleri noktalardan biri olan bu birlik Ortadoğu’nun kadim geleneği boyunca korunmuş ve bugün verilen demokratik uygarlık mücadelesine de birçok yönüyle ışık tutmaktadır. Tarihi, salt doğruları içinde ele almak kadar, miras bırakan olay ve kişileri tek tek değerlendirip bunların hakikatini, hakikat savaşını ve gerçekleştirme düzeylerini sahiplenmek, bu mirasın tümünü örtmek isteyen, hakir gören günümüz uygarlığına karşı bir görevdir.
Zira Önder Apo; “Hakikat devrimi, eskilerin eskimeyen ama yenilenen mirasına sahip olmadan başarılamaz” demektedir. “Dinlerin ilk doğduklarındaki elçi ve havarileri gibi yaşamayı bilmedikçe, hakikat peşinde koşmadıkça hakikat savaşı verilemez. Verilse de başarılamaz. Ortadoğu’nun yenilenmiş kadın tanrıça bilgeliklerine, İsalara, Musalara ve Muhammedlere, Saint Paullara, Manilere, Veysel Karanilere, Hallacı Mansurlara, Sührewerdilere, Yunus Emrelere, Brunolara ihtiyacı vardır. Hakikat devrimi, eskilerin eskimeyen ama yenilenen mirasına sahip olmadan başarılamaz. Devrimler ve devrimciler ölmez, miraslarına sahip çıkılarak yaşanabileceğini kanıtlar, Ortadoğu kültürü fikri-zikri -eylemi bütünleştirmenin kültürüdür. Ve bu yönden çok zengindir. Demokratik modernite ve kültürel uygarlık kapitalist modernitenin eleştirisini ekleyerek katkısını sunacak, tarihi rolünü oynayacaktır.” Demektedir.
Mum misali erimeyi göze almadıkça devletli uygarlığın karanlık dehlizlerinde hakikat savaşı verilemez. Nasıl mum aydınlatma uğruna eriyorsa; bilge, bilim insanı, hakikat arayışçısı da yaşamın ve ölümün farkında olarak olabilecek tüm varsayımları göze alarak yola çıkmalıdır. Hakikat su ise, hakikat savaşçısı çölde susayıp suyu arayan kişidir.
Ortadoğu’nun dağ, çöl ve ormanlarında devletli uygarlığa tüm varlığıyla karşı koymuş, direnişin bayrağını elden ele dolaştırmış sayısız derviş, bilge, abdal ve aşık vardır. Her biri kendi cephesinden bir savaş vermiştir. Uygarlığa teslim olmayı baldıran zehri içmeye, çarmıha gerilmeye, derisi yüzülerek öldürülmeye, aslanlara parçalatılmaya tercih eden bu kişilerin savunucusu olduğu yaşam kültürü ‘ahlaki ve politik toplum’un varlığına ve ’nasıl yaşamalı, ne yapmalı, nerden başlamalı?’ sorularına cevaptır.
Kapitalist modernitenin karanlığa terk ettiği bu mirasa sahip çıkmak ve onu yeniden diriltmek devrimci kişiliklerin sahiplenmesi gereken tutumdur. Kapitalist modernitenin çarpıtmada ustalaştığı bir gerçektir. Bu ustalığı 5000 yıllık devletçi-iktidar sahiplerinin edindiği birikimlerden almaktadır.
Hakikati gizlemek, çarpıtmak için global kültür endeksli müziği öne çıkarıyor, her gün moderniteyi öven sayısız kitap servis ediliyor, dev bütçelerle belgeseller-filmler hazırlanıyor. Tüm bu yalan ve çarpıtma içinde öz benliğini koruyabilmek bir mücadele vermekten geçer ‘Nasıl bir mücadele?’ sorusu hayati anlamda önem kazanıyor.
Ortadoğu’nun tarihsel kişilikleri fikir-zikir-eylem bütünlüğüyle nasıl bir mücadele verilmesi gerektiğini yaşam tarzıyla bize anlatıyorlar. ‘Işık Bahçeleri’nin ‘Enel hak’ın ‘Fenafillah’ın ve ‘Nirvana’nın ortaklaştığı nokta hakikatin gerçekleşme düzeyidir.
Dediğimiz gibi sayısız evliya, aziz, bilge, derviş tarafından yaşatılan bu geleneğin belli başlı isimlerini zaman tarih, evren, yaşam, ahlak, arınma, toplum, hakikat, fikir-zikir-yaşam birliği ve egemen doğmaya karşı yanları ele almak hem bu geleneği hem de genel fikirlerini anlamamızda yardımcı olacaktır.
Kısaca değerlendireceğimiz Mani, Hallacı Mansur, Mevlana, Yunus Emre, Feqiyê Teyran, Ehmedê Xanî, Baba Tahir Uryan gibi Anadolu, Mezopotamya, Ortadoğu mistisizminin egemen uygarlık karşıtlarının fikirleri bizi bugünkü uyarlaması konusunda güçlü ve umutlu kılacaktır.
Bilgelerin Kısaca Yaşamları
Yunus Emre
Ortadoğu’daki hakikat savaşının büyük temsilcilerinden Yunus Emre, 1240 ile 1320 yılları arasında yaşayan Anadolu mistisizminin kurucularından Hacı Bektaşi Veli ile tanınmış. Ondan ilim-irfan öğrenmiş. Dergahında nefsini terbiye ederek kırk yıl hizmet ettiği dergahtan hakikate erince ayrılmış ve Anadolu’yu baştan başa gezmiştir. Bildiği, erdiği hakikati paylaşmıştır. Dünya malını, evi, yerleşik hayatı reddetmiştir. Sistemin sunduğu tüm olanaklara sırt çevirip, erdiği hakikati deyişler söyleyerek halka taşırmaya çalışmıştır.
Mani
12-13 yaşına kadar babasının mensup olduğu tarikatın içinde yaşamış, mistisizmi küçük yaşlarda kabullenmiştir. Erken yaşta inzivaya çekilmiştir. Burada ‘ikizim’ dediği hayali bir sesle sohbetlerde bulunur. Budizm, Hıristiyanlık ve Museviliğin de kısmen eklendiği bir Zerdüştlük reformunu ‘Işık Dini’ adıyla yaymaya başlar. Tüm hayatını bu inancı yayarak geçirir. Ve dönemin egemenlerini temsilen bir rahip tarafından öldürülür.
Mevlana
Mevlana (1207-1273) Belh’de doğar ve daha sonra Horosan’a göç eder. Babası alim olan Mevlana’nın hayatı ilim arayışıyla geçer. Meşhur sofi Şems-i Tebrizi ile dostluk kurar. Bu sırada resmi anlayış dışında birlikte ilim-hakikat üzerine düşünürler. Neredeyse her konuya dair fikir beyan etmiştir.
Hallac-ı Mansur
Küçük yaşta medrese eğitimi alan Mansur, arayışını hep sürdürür; durmadan yeni tarikatlarda, dergahlarda hakikatin izini arar. En sonunda da hakikatin kendi içinde olduğunu fark edip ‘Enel Hak (ben yaratıcı gerçeğim)’ der. Bu felsefesini dönemin Bağdat’ında yaymaya çalışınca, iktidar sahipleri tarafından önce dışlanır sonra da dinden çıkmakla suçlanıp derisi yüzülerek öldürülür.
Baba Tahir Uryan
11. yüzyılda yaşadığı bilinen Baba Tahir, Kürtçe’nin Lori lehçesiyle yazılı eser bırakmıştır. Kürtçeyi bir edebiyat dili olarak ilk yazılı hale getiren en eski kaynak Baba Tahir’dir. Şiirlerinden anlaşılacağı üzere ömrünü bulduğu hakikati yaşayıp, bunu yaymakla geçirmiştir. Eserlerinin dönemin egemenleri tarafından yakıldığı ileri sürülmektedir.
Ehmedê Xanî
1591’de doğan Xanî de hem erken ilimle tanışmış hem de gezmeye başlamıştır. Dönemin pratik olaylarına ve politikaya da çok duyarlı olan Ehmedê Xanî, felsefe ve hakikati yaşamının merkezine almış, bu doğrultuda ilim öğrenmiştir. Halkının sorunlarına da hakikat ve hakikatin politik yorumuyla çözüm getirmeye çalışmıştır.
“Zaman oluşturucudur...”
“Zaman oluşturucudur... Oluşumun hızına zaman diyoruz... Oluşum olmasa zaman da ‘yok’ boyutundadır. Sır niteliği insan bilincine böyle yansımaktadır. Kısmen keşfini insan toplumunda yapabilmeyi şahsen büyük şans olarak değerlendiriyorum. Toplumsal tarihin insanı oluşturmadaki rolü son derece önemlidir. Eğer zamanın sırrı çözülecekse, bunu ancak bu kısacık oluşum sürelerinde keşfedebiliriz. İnsan toplumunun bireyini oluşturma gücü sanıldığından daha az anlam kazanılmış bulunmaktadır. Üzerinde çok çalışarak anlam derinliği yakalanılabilir. Başka hiçbir fenomende zamanın gücünü keşfedemeyiz.” (Abdullah ÖCALAN)
Özellikle son iki yüz yıllık kapitalizm başta olmak üzere uygarlığın insanı ve toplumu parçalaması, her daim “sağlıklı” hale getirmesi herkesin malumudur. Bunu çözüp değiştirmeye dönük ideolojik, bilimsel, inançsal birçok hareket-düşünce gelişmiş ancak hiçbiri bu hastalıklı hali aşmaya muktedir olamamıştır. Analiz etme konusunda çok sorun yaşanmış; kısmen analiz edilenler ise yaşama geçirilememiş, gerçekleştirememiştir. Ve bu girişimlerin başarısızlığı hastalığı da derinleştirmiştir. Bu açmazı açmaya dönük Öcalan, özgürlük sosyolojisi ile temellerini döşediği Hakikat Rejimi ve Demokratik Uygarlık Çözümü, Ortadoğu Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü’ adlı eseri ile ete kemiğe bürüyüp pratikleşmesi için somut perspektişer de sunmuştur. Tarih, toplum ve gerçekleşme olgularını anlamak ufuk açıcı olacaktır.
Doğa, gerçeklikler alanı olarak ele alınabilir. Ama ne gerçeklik ne de hakikat insanı ve toplumsallığı dışında hiçbir yerde anlam ifade etmez. Tarih bu tek tek hakikatlerden oluşan bir toplum ve bu toplumun etkisinde tek tek hakikatlerin insanda gerçekleşmesidir. Bilinçli bir varlık tarafından ‘anlaşılmak’ hakikatin ve doğanın temel itisidir. Zira Hegel buna ‘tinin yabancılaştığı doğadan insan tarihi ve kültürü, toplumu alanında özgür ve bilinçli olarak kendini gerçekleştirmesidir’ derken, Marks da sınıf savaşlarının zaferi doğanın, hatta bir bütün maddenin ‘maddi ilişkilerinin belirlendiği bir bilinç durumu’yla sınıfsız toplumda gerçekleşmesidir; biçiminde bir yorumlamada bulunmuştur. Toplum ve zamanın (tarihi) ve gerçekleşme alanı (toplumsallığı) olmayan hiçbir gerçek, anlama dönüşmez ve bir değer oluşturmaz. “Toplumsal gerçeklikte zamanın inşa gücü ve yeteneği temel bir ilke değerindedir. Toplumsal yaşamın zamanla sınırlanmış halini anlamak sosyolojinin baş etmek zorunda olduğu temel sorundur.” (A.Ö)
Toplumsal zamanı anlamak
İlk adımda zamanı tartışmak -ki adım atmak, yürümek bile hareketin zaman eğrisindeki konumu, oluşum hızını konuşmaktır -tüm fen bilimleri için olduğu kadar, sosyal bilimler içinde bir zorunluluktur. Fen bilimlerinin zaman üzerinde sayısız araştırma ile yapmak istediği insan zihninde zamana dair bir moment oluşturmak ve bu momenti değerlendirecek bilinci oluşturmaktır. Yapılan çalışmaların (evreni zamanlama, yaşını tespit, uzay çalışmaları, son olarak da CERN’deki hadron çarpıştırma deneyleri) bu konuda başarılı olamadıkları açıktır. Metodolojik olarak insan zihnine, zihne yabancı bir yöntemle moment yerleştirmeye çalışmak sorunludur. Zihnin kendini en iyi açımladığı alandan yeni toplumdan ve toplum biliminden hareket etmek sorunu çözmeye çok yakınlaştıracaktır. Marks ve Engels “Biz bir bilim tanırız: tarih” diyorlar; bunu toplum bilim ışığında araştırılan tarih ve tarihselliği içinde kavranan ‘toplum bilim tüm bilimlerin ana kraliçesidir’ şeklinde ele almak, zamanı ve gerçekleşmeyi bunun üzerinden gerçekleştirmek aydınlatıcı olacaktır. Çünkü “Evrensel tarih bir bütündür”; zamanın önemi sezilmiş olmakla birlikte bilincin oluşturduğunu söylemek imkânsızdır. Zamanı fizik çalışmaları boyutuyla değil, toplumsal boyutuyla tartışmak için son olarak şunu söyleyebiliriz; insan sonsuzu ya da evrenin yaşı olarak kabul edilen 13,8 milyar yılı zihninde tasarlayamaz ve bu tasarım üzerinde bir bilinç inşa edemez (kuramsal fizik kuantum çalışmalarında da kavramsal boyutta anlaşılmama yüzünden günümüzde bir tıkanma yaşanıyor.) Ancak bu 13,8 yılın bir özetini sunan toplumsal-tarihsel gerçekleşme zamanı gibi uzun ve insan gibi kısa bir boyutu birleştirir, anlaşılır kılar. Yani fizik zaman da ancak toplum ve tarih anlaşılarak, anlaşılır kılınabilir.
Toplumu doğasız ve tarihsiz ele almak
Tarihi değerlendirirken uzak kalınması gereken iki yanlıştan ilki, tarihi mutlak belirleyen olarak ele alan determinist yaklaşım; diğeri de tarihi tamamen başıboş gören, eğilimleri görmeyen-güncele ve insanın, -bir dönem insanın- mutlak belirleyiciliğinde gören, talihsizleşen yaklaşımdır. Tarihi mutlak belirleyici olarak görmek dönemi ve toplumun iradesini yadsımak olur ki, bu insanın toplumun gerçekleştirme-gücünü görmemekten ileri gelir ve bu gücü inkar etmeye varır. Yani dünyanın en ‘ileri’ varlığı olan insanı herhangi bir varlık gibi ele almak; bilincini, toplumsallığını, ahlaki, kültürel mirasını, düzeyini görmemek demektir. İnsanı tarihi yeni bir doğayı toplumsallığı oluşturma gerçeğinden bağımsız düşünmek olur. Böyle bir düşünce bilimselliğin ve olgu değerlendirmesinin sınırını çoktan aşmış fatalizmin (kadercilik) dibini boylamıştır. Toplumsallığı insanın gerçekleşme ve gerçekleştirme yeteneğini reddeden tarihçiliğin insana ve topluma söz söyleme hakkı yoktur. Yine egemen kılanın diğer anlayış; tarihi, doğayı ve bunların toplum-insan üzerindeki etkisini reddeden tarihçiliği ve toplumu, tarihsiz, doğasız tanımlamaya çalışan yaklaşımdır. Bu yaklaşımda tarihin eğilimleri ve doğanın olanakları, göz ardı edilerek insanın bunlar üzerindeki sonsuz tasarrufu sonsuz kılınmaya çalışılır. Dünyayı düz ve evrenin merkezi gören skolastik bilimsel-sosyolojik kavramlarla güncellenmesi ve örtünmesidir ki kopmaz bağlarla bağlı olduğumuz doğa ve tarihi yok ederek insanı evrensel olmaktan alıkoyan, soysuzlaştıran bir yaklaşımdır. Tarihin evrensel ve doğal zamanın insan toplumundaki tezahürü olduğunu görmemek; doğayı insansız, toplumu doğasız ve tarihsiz ele almak en nihayetinde insanı evrensiz, doğasız, toplumsuz, hastalıklı kılmaya vardırır.
Belirttiğimiz gibi insan ancak tarihsel toplumsal bir düzlemde anlamlı bir yer edinecektir. Bu düzlemde insan yaşamının yapı taşı anlamak’tır. Tarihte zamanı ve toplumda gerçekleştirme zemini bulan insan bu zaman ve zeminde yaşamını anlamlı kılar.
“Özgürleşen toplum hakikat zeminindedir”
Doğaya, tarihe ve topluma doğru yaklaşmamak, bilinçte bunun temsilini oluşturmaktan doğan eksiklik, uygarlık insanın tüm hastalıklarında payı olan bir eksiktir.Bu eksik, maddi varlığını oluşturan boyutlardan biri olan (zaman) ve manevi boyutunu oluşturan (tarihsel-toplumsal) mirasın farkında olmaktır. Gerçekleştirdiği tüm politik-ahlaki-kültürel etkinliklerin arka planını görmemek sürekli yarım ve anlamsız kalmasına sebep olmaktadır.Temel yapı taşı anlamak olan insanın bu yarım kalmışlık gerçeği egemenlerin empoze ettiği “evrensel (resmi) tarih ve tikel (köle) toplumu” algısından bağımsız ele alınamaz. “Negatif toplumun gözümüze serptiği ‘ölü toprağını’ taşımak zorunda değiliz. Pozitif toplumculuk, diğer bir deyişle sürekli özgürleşen toplum yegane hakikat zeminindedir. Evrensel tarihin en yalın tanımı hakikat zemini olarak, toplumsal gelişimdir.” (A.Ö)
Tarihin (Tarih: Toplumun ilk gelişiminden itibaren geçtiği tüm süreçlerin, anların toplamı) belli bir eğilimi olduğu, toplumun (tarih boyunca insanın an içindeki durumlarının toplamı) belli bir eğilimi olduğunu insanın (insan: bir an içindeki toplumun maddi manevi durumu, bireydeki tekabülü) belli bir eğilimin olduğunu ve bu üç eğilimin toplamından oluşan hakikaten söz edebiliriz. Başka bir deyişle hakikat, bu üç eğilimin birbirini denetlediği, anlama özgürlüğü, demokrasi ve ahlaka dayalı bilinç demektir. Gerçekleşme, insanın, toplum ve tarih tarafından nasıl oluşturulduğunu ve yine bilinçli, özgür iradesinin toplumu ve tarih tarafından nasıl oluşturulduğunu açıklar. İnsanın, evrenin başlangıcından itibaren zamanla ve ilk araç kullanan, toplumsallaşan atasıyla olan ilişkisini böylesi bir kavramla ifade etmek yerinde olacaktır.
İnsanın bilinçli, iradi eylemleri bu tarih ve toplumla ilişkisini de sağlar. Yani hakikatli, anlamlı bir yaşam için tarihin ve toplumun doğru analizi kadar önemlidir gerçekleşmeyi anlamak. Tarihe, topluma ve yaşama bu kavramlar ışığında bakmak bugün her anlamda bir hastalıklı durumu, bir tıkanmayı, bir düşüşü yaşayan insanlık için bir çıkış yolu oluşturabilecektir. Bir inşayı gerçekleştirebilecektir. Bin yıllardır süren uygarlık sisteminin bilinç çarpıtması ve bulanıklığı hakikatin doğru çözümlenmesiyle aşılabilecek, anlamlı bir yaşam, hakikat savaşıyla inşa edilecektir. Bu inşayı gerçekleştirebilecek olanlar hakikat savaşçılarıdır. “Hakikat savaşçısı örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikattir.”
HAKİKAT AŞKTIR AŞK ÖZGÜR YAŞAMDIR
Hakikate dair
Hakikat toplumla devletçi-iktidar güçleri arasında yaşanan çatışmanın nedenidir. Devletçi-iktidar güçleri hakikati çarpıtarak üzerini perdelerle örterken; toplum da hakikati ortaya çıkarmak için her zaman seferber olmuştur. Doğal komünal toplumun bağrından çıkmış tarihsel kişilikler canları pahasına da olsa hakikat savaşını vermişlerdir. Çünkü hakikat, toplumun varlığında anlama dönüşür. Oysa kapitalist modernitede hakikat reklamdır, kârdır, ranttır, sömürüdür, bireyciliktir, toplum kırımdır. Reklam kâr getiriyorsa hakikattir, birey salt kendini yaşatabiliyorsa hakikattir. Toplum değerleri unutturulabiliniyorsa hakikattir. Kapitalist modernitenin devamcısı olduğu devletli uygarlığın tüm bu girişimlerine rağmen hakikat savaşçıları sayesinde bugün hâlâ özgür yaşam anlamında hakikatten söz edilmektedir.
Hallac-ı Mansur hakikati şu sözlerle vurgulamaktadır: “Gerçeğin tanrısallığı benim insanlığımda öyle açık bir şekilde zuhur ediyor ki, insanlığın buna sevinmesi lazım... Enel Hak (ben yaratıcı gerçeğim).” Hallac-ı Mansur bu düşüncelerle hakikatin insanda aranması gerektiğini, insan (toplum) dışında bir yerde hakikatin aranmasının beyhude olduğunu dile getiriyor.
Baba Tahir de hakikatsiz kişiyi şu sözlerle değerlendiriyor: “Dilê bê eşq bimre çêtire kesê bê derd bimre çêtire canê ne sabit li ser riya eşqe”
Yine aynı konuda Yunus Emre şunları söyler; “İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer.”
Mevlana da hakikatin dışında kalmış kişiyi, hiçbir doğru ile ilişki kuramayan, “bir peygamber ile bir ahmağı ayıramayan perdelenmiş gönül” olarak ele alır.
Ehmedê Xanî de insanı üstün kılan bilincin ancak hakikatin aşkına varmakla bir meyve verebileceğini, aşka varamayanınsa kendini bilemeyeceğini belirtir. Ona göre gafletin ilacı aşktır. Bugün biliyoruz ki insan evrende madde-enerji, canlı-cansız, fizik-metafizik gibi ikilemler açısından bilinen en yetkin varlıktır. Bu varlığını hakikatle anlamlı kılması gerekiyor. Yoksa bu varlık sadece biraz daha gelişmiş bir doğal varlıktan öteye gidemez. İnsan-toplumu zamanından ayırıp cüceleştiren, sonlu kılan hakim uygarlık ideolojisine karşı Ortadoğu geleneği zamanı şöyle ele almıştır: Zamanın farkındalığını ortaya çıkaran düşüncedir. Düşüncenin geliştiği, biçim kazandığı yer toplumdur. Düşünce ve toplum diyalektik bir bütünlük içinde karşılıklı bir anlam arayışındadır. Birinin gerçekleşmesi aynı zamanda diğerini de doğurur. Buna paralel olarak da zaman farkındalığı gelişir.
Ortadoğu bilgeliklerinde zaman farkındalığının ulaştığı düzeyi görmek için düşüncelerine bir göz atmak yeterlidir. Bu zaman farkındalığını da kapsayan hakikate eriştikten sonrasını Yunus Emre “Dost aşka ulaşıla da dünya ahret bir oldu /ezel ebed sorar ise dün ile bugün bana” diye açıklarken, zaman ve toplumla ‘bir’ olmasını da “Evvel benim, ahir benim, canlara can olan benim” şeklinde belirler.
Mevlana da çok çarpıcı bir biçimde kendisinin tarihselliğini “Ben görünüşte Adem’den doğmuşsam da anlam bakımından dedesinin dedesiyim. Meleklerin ona secde edişi benden dolayıdır. O yedinci göğe benim ardımca çıktı” diye açıklamıştır.
Mani de “Önünde ha sonsuzluk ha bir saniye olmuş ne fark eder? Zaman karanlığın tuzağıdır. Bu tuzağa düşme, sadece görevini düşün! Her gün!” sözüyle zamanı uzunluk-kısalık bakımından değil oluş ve gerçekleşme ilişkisiyle ele almanın zorunluluğunu açıklıyor. Doğanın zamanı, insanın zamanı ve insanın bu zamanda güzelliğe evrene katılımına dair Baba Tahir “Çiya şadin çol şadin/şadin ewên ku van laleyan çandin/gelek hebun, gelek hene, gelek tên/ me çila, çol û newal tim yekin (daşlar şaddır dağlar şaddır çöller şaddır/şaddır bu laleleri eken şad/çok (kişi)geldiler, varlar, gelecekler/ dağlar, çöller, vadilerse hep var)” demektedir.
Yine Feqiyê Teyran’ın kişiler düzeyinden çok, kalıcı olanın hepsinden oluşan miras olduğunu ve bu kişi olarak geçmeye ne zaman, ne bilgeliğin, ne gücün engel olamayacağı belki de mirasa katılımımızın bu yönden çok güçlü olması gerektiğini bildiren dizeleri vardır.
Evrene dair Ortadoğu ‘evrende birlik’ fikrini tarihi boyunca hep yaşatmıştır. Dinlerinde, felsefelerinde hep bu anlayışın izleri görülür. Evreni, sezgiler yoluyla bir bütünlük olarak addeden ve bütünlüğü korumayı yaşamın amacı sayan, bu bütünlüğe totem ve tanrı adlarını veren Ortadoğu kültürü mistisizminde de bunu açığa vurur. Evrenin diyalektik içinde olduğunu ‘oluş’u çoğu kez vurgulayan fikirler bir inanç ve felsefede ‘gizli’ ya da açık bir mutabakat gibi hep korumuştur. Mevlana “Bütün parçalar durağanlık ve devingenlik içinde hep ‘Biz O’na döneceğiz’ derler. Evrendeki gizli zerrelerin zikir ve tespihleri...”sözleri ile evreni tanımlarken; kendini de “O hak beni kendi evine tercih etmiştir. Kabe onun iyilik evi olsa da benim yaratılışım da O’nun sır evidir” diyerek tanımlar.
Yunus Emre “Benim o aşk bahrisi (deniz kuşu) denizler hayran bana / derya benim katremdir (damla), zerreler umman bana” dizeleriyle evrendeki birliği, sonsuzluğu insanınkiyle birleştirir.
Ehmedê Xanî, uzun yaradılış serüvenini belirleyen gücü külli ve insanınkini cüzi irade temelinde kurar.
Mani, evrenin ışık ve karanlığın birlikteliğinden oluştuğunu söyler ve insanın katılımıyla ışığın hakim unsur olacağını, ışığın dilinden şöyle anlatır: “Işık zerrecikleri (günümüzde atom, atom altı parçacıklara benzetilir)bin bir şekil alarak karanlıklara karıştı ve yaratıklar, yıldızlar, sular, doğa ve insan böyle meydana geldi.” Mani daha o zamanlarda evreni bugünkü tanıma yakın bir düşünceyle tanımlamıştır.
Yine Hallacı Mansur da “Bizim dünyamız bereketin ve kısırlığın, varlığın ve yokluğun, yaşamın ve ölümün sürekli bir değişiminden ibaret” der. İnsanı bu nitelikleri en çok taşıyan varlık olarak evrene benzetir.
Ehmedê Xanî “Açıktır ki her şeyi ikili (zıt) yarattı. Bu açık, biri gizli (Mevcud-î kirin li hev mueyyen /Ezdaî-kirin bizid mubeyyen).”
İncelediğimiz kaynakların en eskisi Baba Tahir, “Min ne dizanî şertên ebdiyê çi ne /fam bu ku parçek ji cihane bûn (Ben kulluğun şartlarını bilmezdim / anlaşıldı ki cihandan bir parça olmakmış)” sözleriyle arayışının zirvesinde cihandaki birliği bulduğunu söyler.
Topluma dair
Ortadoğu’da toplum hiçbir zaman gözden düşmemiş, yaşamın üzerindeki belirleyiciliğini yitirmemiştir. Avrupa merkezli geliştirilen düşüncelerde toplum ayaklar altına alınmış, bireyi toplumdan soyutlayan, hastalıklı bir hal açığa çıkarmıştır. Kapitalist modernist çağ ve onun ideolojisi liberalizm tarafından başlatılan ve bugün zirvesini yaşayan bu süreç Ortadoğu’da hiç egemen olamamıştır. Sebebi Ortadoğu’nun kadim tarihinin ve düşüncelerinin hep bir toplumsallık barındırması kadar bu mirasın bire bir öncülüğünü yapan ve birey toplum dengesini sorunlarını şahıslarında aşan bilgelerin bıraktığı bu emsallerdir de.
Mistik inanç savunucularının toplumsallıkları kimi zaman eleştiri konusu yapılsa da Ortadoğu mistiklerinin münzevi yaşamlarına rağmen her zaman toplumla ilişkileri olmuştur. Medreselerde ders vermiş, cemaatlerde sohbetler kurmuş, şiir ve menkıbeleriyle toplumu aydınlatmaya çalışmış ve düşürüldüğü kadar toplumu eleştirmekten de kaçınmamışlardır. Zikrettiğimiz isimlerden Mani peygamber misyonundan dolayı tam bir kurtuluşçu iken; Ehmedê Xanî ve Feqiyê Teyran ise tam birer toplum bilimci gibi yaklaşmaktadırlar. Manizm’de geçen “Sen ki ışık ve karanlık ile birliktesin, edinebileceğim en iyi müttefik sensin. Evet insanoğlu, sen ışığın karanlığa kurduğu tuzaksın. Yaratıcılığa hükmetmek ve korumak görevini sana veriyorum” sözleri insanın doğal ve toplumsal tutumunun ne olması gerektiğini dile getirir. Ehmedê Xanî’nin büyük destanı Mem û Zîn mistik bir felsefeyi olduğu kadar, toplum çözümlemesi de içerir ki, destanın bütün figürleri birer toplumsal değeri ya da kesimi ifade ediyor. Diğer bir Kürt bilgesi olan Feqiyê Teyran, bağımsız bir halk olmayan Kürtlere Mir (bey)’lerin baskısına karşı toplumu duyarlı kılmaya çalışır ve kendini böyle bir misyonla tanımlar. “Ez dengbêjim hatim vira / hatim vira / heta hebin dengê mîra / Ezê binivîsîm ser kaxida / ne biçim dêra, ne mizgefta (Ben hozanım geldim buraya/mirlerin sesi olduğu sürece /yazacağım kağıtlara / ne kiliseye giderim necamiye)”
Yunus Emre dönemin duyarsızlığına karşı kendisinin hakikatten vazgeçmeyeceğini; “Ko gülen gülsün hak bizim olsun / gafil ne bilir Hak’ı seven var” diye ilan etmektedir. Mevlana ve Baba Tahir de toplumun duyarsızlığına karşı kızmaktalar kimi yerlerde. Ama hakikati izah etmek yine de öncelikleridir.
Dogmaya karşı iktidarcı uygarlık sistemine karşı verilen savaşlarda güçlü bir kale olarak inşa edilen dinler-inançlar, sistemi zorladıklarında sistem tarafından kabul edilmiş görünüp içi boşaltılarak boş dogmalar haline getirilirler. İktidar odakları her büyük dini ve ideolojiyi böyle dogmalaştırıp, özünü boşaltarak alt eder. (Kapitalist modernist sistemde de bunu liberalizm üzerinden sürdürür.) Bunu gören hakikat sahipleri ilk bu dogmaları hedef alırlar. İnancı özüyle buluşturmaya çalışırlar. Mani, yozlaştırılan Zerdüştiliği bir reformla düzeltmeye çalışırken, Zerdeşti bir rahip tarafından öldürülür. “Hakikat din oligarşisinin fetvalarında değil, evrende; evreni içinizde arayın” diyen Hallacı Mansur İslam elemanlarının şeriatının kararıyla derisi yüzülerek öldürülür, Mevlana “Başlardaki o mahmurluk (gaşet)ne beş vakitle geçer ne de beş yüz bin vakitle...” Yunus Emre benzer bir şekilde “Bir kez gönül yıktın ise / bu kıldığın namaz değil /yetmiş iki cihan dahi / elin yüzün yumaz değil” der. Feqiyê Teyran beylerin sömürüsünün sadece politik değil, inanç üzerine de olduğunu anlamış ki, “Beylerin zulmü sürdükçe itaatim buna karşı durmaktır” deyip, ne kiliseye ne de camiye gitmeyeceğini ilan eder.
Ahlaki arınma üzerine
Yaşamın ve hakikatin toplumda gerçekleştiğini gören bilgeler, toplum temellerinin ahlaklı olduğunu görmüşlerdir. Bunca devlet, iktidar, dogma, bilinç tartışması içinde kirlenmiş olan bilincin temizlenmesi ve ahlakla-toplumla bütünleşebilmesi için uzun arınma süreçlerini olmasa olmaz görmüşlerdir. Ortadoğu bilgeleri bu arınma süreçlerini egemenlik arzularından, hırslarından kurtulmak için değerlendirir ve ancak başarılı olduktan sonra derviş, sofi olurlar. Türlü çilelerden sonra halka döner ve inziva sürecini sona erdirirler. Uygarlığın kirlerinden arınmadan topluma dönmezler. Çünkü toplum ahlakını büyük değer kabul ederler. Mevlana “İnsanın özü çektiği acıyla (ahlaka-erdeme ulaşma) güçlenip palazlanır” derken sistem yaşamının rahatlıklarını reddetmenin güçlüklerinin göze alınması gerektiğini belirler. Zira bu güçlenme bir nevi uygarlıksız yaşamı öğrenme, geliştirme, bunun ahlakını kendinde yaratma mücadelesidir. Yani, dışarıda verilecek savaşın ilk karşılaşması kişilikte ve ahlak ışığında yapılır.
Yaşam üzerine
Yeryüzünün herhangi bir yerinde söylenen herhangi bir söz, yapılan herhangi bir eylem, yaşamla bağlantılı iken; tüm düşünceleri ve eylemleri yaşamla ilişki içinde düşünmemek, bir inanç oluşturan ya da anlamaya dönük bir ideoloji oluşturan için beyhude bir çaba olacaktır. Yaşam varlık ve bilincin özdeşleştiği, gerçekleştirmenin olduğu zaman-uzay toplamıdır. Nihayetinde her şeyi yaşamla ilişkili görmek tanrı inşa etmeye dönük olarak değil, tersine bir hamle olarak görmek gerekir. Tüm dinler bu konuda bir şeyler söyler (Örneğin İsa “Yaşam benim” der). Bu da onların ileri olan yanlarına açılan bir kapıdır. Ortadoğu bilgeliğini en çok da bu kapıdan zorlamak gerekir. Çünkü kapitalist modernist sistem hiçbir çağda yapılmayan baskıyı yaşamın kendisine yönlendirmekte, kirletmekte, düşüşe uğratmaktadır. Buna karşı tüm düşünsel-eylemsel mirası güncelleyip bugünün çözümlenmesi ve eylemiyle birleştirmek yaşamı özgür kılmaya bizi en çok yaklaştıracak şeydir. Hakikati yaşamla bağdaştırmak çağın ve tarihin en temel ihtiyacıdır.
Ehmedê Xanî, yaşamı insanın cüzi iradesine katılma fırsatı olarak görür. Yaşamın zenginliğini düalistik karakterlerinde bulan Xanî, gerçekleşmeyi de insanın bilinçli topluma katılımı olarak görür.
Yaşamı aşk ile düşünen Baba Tahir, insanın bu dünyanın bilincine vardığında, ilk, hastalıklı halini de göreceğini söyler ve buna çare arar. Yaşam bu çarenin arayışı ve bunun için ödenecek bedeller ortamıdır.
“Aşiq ewe kuherdem bi bela be / mîna Eyyûb bi kurman muptela be / wekê Hesen binoşe tasa jahre / mîna Hiseyn şehîdê Kerbela be (Aşık o ki her daim başında bela olsun / Eyüp gibi etini yiyen kurtçuğa müptela olsun / Hasan gibi zehir kadehini tokuşturup / Hüseyin gibi kerbelanın şehidi olsun)” der.
Mevlana evrenin bütününden koptuğu zamanı dünyadaki çile, sürgün olarak görür. Yine de bütünleşmeye yaklaşmak tek yoldur ve iyi geçirilmiş bir ömürden sonra gelen ebedi yaşamdır, evrenle birliktir. Bunu “Cansızlıktan öldüm bitki oldum. Bitkilikten öldüm hayvanlığa ulaştım. Hayvanlıktan öldüm insan oldum... Öyleyse niye korkayım? Hani eksildim mi ölmekle?” diye açıklar.
Yunus ise “Aşk bakidir... çünkü işe yararsan bu fesid davadır” diyerek yaşam için bir şey yapmanın bakiliğin şartı olduğunu belirtir.
Hallacı Mansur “Allah ya da gerçek adını verdiğimiz gücün bizi, kendisini ve oluşu anlamakla görevlendirdiğini düşünüyoruz” diyerek yaşamın anlamak için zemin olduğunu belirler.
Mani de insanın yaratıcı özünü (bilincini) geliştirmesini doğanın kendisine verdiği görev olduğunu “Yaratıcılık insana emanet edilmiş, cehennemi ve karanlığı gerilere itmek önce insanın görevidir” şeklinde belirleyerek yaşamın rotasını belirlemiş olur.
Yaşamın daha da büyük bir sorumlulukla ele alınmasını bildiren Feqiyê Teyran; “Dînê xelqno bi kî maye / Belê qenc û mezraye / ji xêran re xuda daye / xebatkar bin ku evcare (Ey insanlar dünya kime kalmış / evet iyi ve güzel manzaradır /iyilik için yarattı tanrı/ çalışın ki bu kezden ibarettir)” dizeleriyle, ölümün, bizi çalışmaya itmek için bir uyarıcı olduğunu ve bu uyarıcıyı göz önünde tutmak gerektiğini belirler.
“Yaşam esrarengiz bir rastlantı, ölüm kaçınılmaz bir sondur türü bir yaklaşım ziyadesiyle arabesk kaçar. Ölümün yaşama tuzaklanmış halini çözmek, yaşamı, ölüm korkusundan özgürleştirmek, hakikatin yolunu açar. Yaşamı ölümle kıyaslamak da anlamı için yeterli değildir. Yani ‘yaşam ölümden öncesidir’ demek pek tatminkâr bir açıklama tarzı değildir. Daha doğru olan yaşamın hakikati ancak ölümle mümkün olabilmesidir. Ölümsüz yaşamın olmayacağını biliyoruz. Fakat ölümün anlamını da bilmekten uzağız. En az yaşam kadar ölüm de tanımlanamaz. Belki de yaşamımızın izafi bir sonucudur. Belki de yaşamın bir imkanı, bir gerçekleşme tarzıdır. Ölüm korkusu daha sonra kapsamlı tanımlayabileceğim kapsamlı bir sosyal ilişkidir. Ölüm belki de bu korkudan ibaret gibi bir şeydir... Yaşam yaşanırken anlaşılmaz. Anlamla yaşam arasında bu yönlü bir çelişki vardır. Bir aşık maşukla iken aynı zamanda anlamın bittiği yerdedir. Mutlak anlayabilmek, mutlak yalnızlıkla, yani kuşkusuz olmakla mümkündür. Ya yardan, ya serden olmak fiziki anlamda değil de metafizik anlamda bu gerçeği ifade etmek ister. Mutlak yalnızlığa dayanabilmek mutlak’ı anlama yatkın olmakla mümkündür. Mutlak yalnızlık ancak sadece anlam gücü haline gelindiğinde, maddi güç ilişkisi olmaktan çıkıldığında gerçekleşebilir. Varlık-yokluk ikilemi anlam/madde ikilemine benzer. İki ikilemde de bir soyutlanma olup gerçekle yaşanmaz. Yaşam büyük ihtimalle bu ikilemi sonsuz düzenleme kabiliyetidir. Düzenlenme aralıkları kaos anları olarak ölüm gibi gelse de yaşamın gerçekleşmesi için zorunlu gibi görünmektedir... Yaşamın mutlak tanımı mutlak yalnızlığı, hiçliği, maddesizliği gerektirir ki bu da sadece bir soyutlanma düzeyinde kaldığı için gerek yaşam, gerek onun anlamına erişim ancak ikilemli ve izafi olarak gerçekleşebilir... Demokratik uygarlık bireyi kapitalist modernitenin üç mahşeri atlısına (kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus devletçilik) karşı sürekli fikri-zikri-fiili mücadele birliği içinde yaşamak kadar, demokratik modernitenin üç kurtuluş meleğiyle (Ekonomik, toplum, ekolojik toplum ve demokratik toplum) birlikte sürekli fikri-zikri-fiili yaşam mücadelesi vermedikçe kendini gerçekleştiremez. Hakikat önderi halinde inşa edemez.” (A. Öcalan)
***
Kaynakça:
1- Mesnevi: Mevlana Celaleddini Rumi
2- Antolojiya Helbestvanên Kurdi: Mehmet Uzun
3- Ehmedê Xanî: Murad Ciwan
4- Ey avê av ; Feqiyê Teyran
5- Dubeytî; Baba Tahirê Uryan
6- Işık Bahçeleri: Amin Maalouf
7- Seçmeler: Yunus Emre
8-Hallacı Mansur: Wolfung Günter Lech