6 Mayıs 2011 Cuma

Toplumun Zihniyet Sorunları

Tanrıların en güçlü imgeleri, gölgeleri (Zillullah) bile bu kadar kazanç sağlayamadılar. Demek ki, sermayenin sürekli ve kümülâtif birikimi boş bir kavram değilmiş. Zihni çarpıtmalar basit operasyonlar değilmiş. 

Abdullah Öcalan
 
Şüphesiz bir toplumu sömürüye açık hale getirmenin ilk koşullarından biri onu ahlak ve politikadan yoksun kılmaktır. Bu iki dokunun düşünsel temeli olan toplumsal zihniyetin çöküşü sağlanmadan, bu yoksunluk gerçekleştirilemez. Tarih boyunca egemenler, sömürgen tekeller bu nedenle amaçları için ilk iş olarak ‘zihniyet hegemonyasını’ inşa etmişlerdir. Sümer toplumunu verimliliğe, dolayısıyla sömürüye açmak için, Sümer rahiplerinin ilk iş olarak tapınak (Ziggurat) inşa etmeleri bu gerçeği çok açık bir biçimde kanıtlamaktadır. Tarihin bilinen ve etkisi halen süren toplumsal zihni çarpıtma ve fethetmenin orijinal kaynağı olması açısından da Sümer tapınağı büyük önem taşımaktadır.
Toplumsal doğanın en esnek zihni yapılanmalardan oluştuğunu önemle belirtmeye çalıştım. Toplumun en zekâlı doğa olduğu iyi anlaşılmadıkça, anlamlı bir sosyoloji geliştirilemez. Dolayısıyla toplumu sömürü kaynağı olarak gözüne kestiren zorbalar, egemenler, kurnazlar, ilk işleri olarak toplumun zekâsını ve düşünme olanaklarını zayıflatmayı, ilk tekeli zihniyet tekeli yani tapınak olarak geliştirmeyi temel görev edinmişlerdir. Tapınak orijinali itibariyle iki işlev birden görür. Birincisi, zihni egemenlik aracı, hegemonik araç olarak son derece önemlidir. İkincisi, toplumu öz zihni değerlerinden koparmak için çok elverişlidir.
Toplumun öz zihniyeti kavram olarak iyi anlaşılmayı gerektirir. İnsanlık daha eline ilk taş ve sopayı aldığında bu işi düşünerek yapmıştır. Burada içgüdü değil, analitik düşüncenin ilk tohumları söz konusudur. Deneyim biriktikçe toplumun gelişmesi, özünde bu düşünce yoğunlaşmasıdır. Bir toplum ne kadar deneyim, dolayısıyla düşünce yoğunlaştırırsa, o denli yetenek ve güç kazanır. Kendini daha iyi besler, korur ve üretir. Bu süreç toplumsal gelişmenin ne olduğunu ve neden çok önem taşıdığını açıklamaktadır. Toplum kendini sürekli düşündürdükçe, ortak akıl veya vicdan da dediğimiz ahlaki geleneğini, yani kolektif düşüncesini oluşturur. Ahlak bu nedenle çok önemlidir. Çünkü o toplumun en büyük hazinesi, deneyim birikimi, ayakta kalma gerekçesi, yaşamını sürdürmesinin ve geliştirmesinin temel organıdır. Toplum bunu yitirirse dağılacağını, yaşam deneyiminden ötürü çok iyi bilmektedir. Bu yüzden adeta içgüdü keskinliğiyle ahlakı önemsemektedir. Eski klan-kabile toplumlarında ahlak kurallarına uymayanların cezası ölümdü ya da toplumun dışına atılıp ölüme terk edilmekti. Halen çok saptırılsa da, ‘namus cinayet’inin kökeninde bu kurallar yatmaktadır. 

 
Ahlak kolektif düşünce geleneğini temsil ederken, politikanın işlevi biraz daha farklıdır. Daha çok güncel kolektif işler üzerinde tartışmak ve kararlaşmak düşünce gücünü gerektirir. Güncel yaratıcı düşünce politika için şarttır. Yine de kaynak olarak, düşünce birikimi olarak ahlaka dayanmadan ne politik düşüncenin üretilebileceğini, ne de politikanın kendisinin yapılabileceğini toplum çok iyi bilmektedir. Politika günlük kolektif (toplumun ortak çıkarı) işler için kaçınılmaz bir eylem alanıdır. İşler konusunda farklı, hatta aykırı düşünceler olsa bile, tartışma ve karar almaları için şarttır. Politikasız toplum ya başkalarının kurallarını sürü misali takip eden, ya da başı koparılan tavuk misali zıplayan hayvandan farksızdır. Toplumun öz düşünce gücü bir üstyapı kurumu değildir; toplumun beynidir. Organları ahlak ve politikadır. 

 
Toplumun diğer organı, kutsal mekân olarak elbette tapınaktır. Ama bu tapınak hegemon güç (hiyerarşi ve devlet) tapınağı değil, kendi öz kutsal mekânıydı. Toplumun öz kutsal mekân arayışı, arkeolojik buluşlarda başköşeyi işgal etmektedir. Günümüze kadar ayakta kalan belki de tek önemli yapıdır. Bu gerçeklik tesadüfî sayılamaz. Toplumun ilk kutsal mekânı tüm geçmişinin, atalarının, kimliğinin, ortaklığının temsil edildiği yerdir. Toplu anma, ibadet yeridir. Kendini hatırlama, yâd etme mekânıdır; geleceğe taşımanın işaretidir; bir arada olmanın önemli gerekçesidir. Toplum, ne kadar dikkat çekici, görkemli, güzel yaşanmaya değer yerde inşa edilirse, tapınağın o denli temsil kabiliyeti ve yaşamsal değeri olacağının bilincindeydi. Dolayısıyla görkemlilik en çok tapınaklarda sergilenirdi. Sümer örneğinin de yansıttığı gibi, tapınak aynı zamanda üretim araçlarının, emekçilerin depo ve barınak yeriydi. Yani imece usulü çalışmanın yeriydi. Yalnız ibadet değil, toplu tartışma ve karar yeriydi. Politik merkezdi. Zanaatkâr yuvasıydı. İcat yeriydi. Mimar ve bilginlerin hünerlerini denedikleri merkezdi. İlk akademi örneğiydi. İlkçağın tüm kehanet merkezlerinin tapınaklarda olması tesadüfî değildir. Bütün bu etkenler ve daha yüzlercesi tapınağın önemini ortaya koymaktadır. Bu duruma da rahatlıkla toplumun ideolojik, zihniyet merkezi demek gerçekçi olacaktır. 

 
Urfa’daki dikilitaşların ördüğü harabe on iki bin yıl öncesine aittir. Daha tarım devrimi yapılmamıştır. Ama o taş oymacılığı ve dikiminin anlamı çok gelişkin insanların ve dolayısıyla toplumun varlığını gerektirdiği açıktır. Kimlerdi onlar, nasıl konuşuyorlardı, nasıl beslenip çoğalıyorlardı? Düşünce ve adetleri nasıldı? Geçimlerini nasıl temin ediyorlardı? Bu soruları yanıtlayacak hiçbir iz yoktur. Yalnız dikilitaş anıtı, büyük ihtimalle tapınak kalıntıları geriye iz olarak kalmıştır. Bugün bile sıradan köylüler o taşları oyup, anlamlı biçimde o yere çıkararak dikme gücünde olmadıklarına göre, demek ki o insanlar ve toplumları bugünkü köylüler ve köy toplumlarından geri değillerdi. Buna benzer hususları sadece tahmin edebiliyoruz. Saptırılmış olsa da, Urfa’nın kutsallığı belki bu tarih ötesi gelenekten bir ırmak misali süzülüp geliyor. Bu anlamda toplumsal tapınağın varlığını ve önemini tartışmıyorum. Hegemonik tapınağın varlığını ve işlevinin önemini tartışıyorum. 

 
Mısır rahipleri de en az Sümer örneği kadar hegemonik tapınak oluşumunda rol oynadılar. Hint Brahmanları onlardan daha aşağı kalmadılar. Uzakdoğu tümüyle daha aşağı kalır durumda değildi. Güney Amerika tapınakları da hegemonikti. Gençler boşuna kurban seçilmiyordu. Tüm uygarlık çağlarının egemen tapınakları hegemonikti. Orijinalin kopyası gibiydiler. Toplumun egemenler yararına kullanıma hazır hale getirilmesi bu merkezlerin baş işleviydi. Tekelin askeri kolu dehşetengiz kelle koparıp kale ve sur duvarlarında kullanırken, ruhani kolu zihniyet fethiyle aynı işi tamamlardı. Her iki faaliyet toplulukların köleleştirilmesinde at başı rol oynadı. Biri korku, diğeri ikna üretti. Binlerce yıllık uygarlık toplumunun bu tarzdaki sürekliliğini kim inkâr edebilir?

 
Avrupa hegemonik uygarlığı bu konuda büyük biçim değişikliğini sağladı. Özünü ise olduğu gibi korudu. Toplum üzerindeki devasa ulus-devlet aygıtlarının bununla yetinmeyip en ince ayrıntılarına kadar toplumun iç gözeneklerini kendine bağımlı hale getirdiği günlük gözlemlerdendir. Zihniyet oluşum merkezleri olarak üniversite, akademi, daha aşağıda lise, ortaokul, ilk ve anaokulun verdiği, kilise, havra ve caminin tamamladığı, kışlanın kesinleştirdiği şey, toplumun kalıntısı kalan zihni, ahlakı ve politik dokularının fethi, işgali, asimilasyonu ve sömürgeleştirilmesi değil de nedir? Demek ki toplumun ‘kitleleştirilmesi’ sürüleştirilmesidir derken, bazı değerli yorumcular boş konuşmuyorlar. Aynı zamanda faşizmin toplumuna bu zihin sömürgeleştirilmesiyle gidildiği taze anılarımızdandır. Yakın tarihin kan banyosu da bu zihin fethinin sonucudur. 

 
Tekrarlamanın sakıncası yoktur: Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, sporculuk, sanatçılık ikonlarını sallarsan toplumu –pardon, sürüyü-, kitleyi dilediğin her hedefe taşıyabilirsin. Zihnin fethi hiçbir zorun başaramayacağı kadar toplumu bugünkü küresel finans-sermayesine açık hale getiren gelişmenin temelidir. Bir kez daha Sümer rahiplerine ve tapınak icatlarına selam durmak gerekir! Ne yaman fatihlermişsiniz de, aradan beş bin yıl geçtiği halde, bugünkü son temsilcileriniz ve tapınaklarındakiler ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmadan tarihin en büyük sermaye birikimini gerçekleştirebiliyorlar! Tanrıların en güçlü imgeleri, gölgeleri (Zillullah) bile bu kadar kazanç sağlayamadılar. Demek ki, sermayenin sürekli ve kümülâtif birikimi boş bir kavram değilmiş. Zihni çarpıtmalar basit operasyonlar değilmiş. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve İtalyan Antonio Gramsci de hegemonik fethi benzer tanımlamalara kavuştururken, ulus-devletin en çok yüceleştirildiği dönemin hapishanelerindeydiler. Bildikleri yaşadıklarındandı. Ben de son tahlilde küresel sermaye ‘mahkûmuyum’. Onu doğru tanımamak, kendi zihnim şahsında (kimliğimde) toplumun öz zihnine ihanet olurdu.

Hiç yorum yok: