30 Ağustos 2011 Salı

Kürtlere Uygulanan Vahşet ve Uluslar arası Hukuk’un Aymazlığı


Kortek katliamının yankıları sürerken Uluslar arası Af Örgütünün olayın araştırılmasını istemesi olumlu bir gelişme.
 
Bilindiği gibi Türk savaş uçaklarının Kandil’i fütursuzca bombalaması sonucu biri altı aylık bebek olmak üzere yedi sivil yaşamını yitirmişti.

Olayın, her yerde gerçekleşen protesto eylemleriyle, Kürtlerin tepkisine yol açtığı söylenebilir. Yalnız asıl önemli olan uluslar arası alanda Türkiye Devleti’nin terör saldırılarını teşhir etmek.


Yıllardır bu halka karşı uygulanan terör eylemleri, her ne kadar Türkiye’yi dünya nezdinde değişik zamanlarda mahkûm etse de, benzer olayların önüne geçilememiştir.


Irak Dışişleri Bakanlığı’nın resmi sitesinde olayı teşhir eden görüntülerin olması ve bu konuda Irak Dışişleri Bakanlığından Türk Devleti’ne verilen nota Türkiye’yi rahatsız etmiş görünüyor. Hatta Türkiye, görüntülerin Irak Dışişleri Bakanlığı’nın resmi sitesinden kaldırılması için rahatsızlığını Irak Hükümetine bildirmiş.


Türkiye istiyor ki, Kürtlere karşı uyguladığı terörizmi bütün dünya meşru görsün ve onaylasın. Öte yandan dünya nezdinde Türk Başbakanı Erdoğan şahsında pohpohlamaya yönelik eylemlerin de iç yüzü dünyaya gösterilmelidir. Türkiye’nin çizmeye çabaladığı güçlü ve barışçı ülkenin aslında Kürtlere karşı nasıl acımasızlaştığını ve Uluslar arası hukuku hiçe saydığı tüm dünyaya gösterilmelidir.


Daha bugün canlı kalkan olarak yola çıkan ve tek amacı bu ülkeye onurlu bir barış getirmek olan bir sivil yurttaş Yıldırım Ayhan Türk askerinin hedefi haline gelip acımasızca katledildi.

Ölümü meşru gören, kendi halkına her türlü terör saldırısını reva gören bir hükümetin Kürtler cephesinde meşrutiyeti kalmamıştır.

Hak arayışlarının sürdüğü komşu ülkelere ültimatom veren Türk Devleti kendi halkına karşı da en acımasız katliamları yaşatmaktadır. Bu durum tam bir ironidir.


Türk Devleti, uluslar arası antlaşmalara imza atmışsa şayet, sivil insanlara yönelik gerçekleştirdiği katliamların da hesabını vermelidir. Kürtler başarılı bir diplomasiyle Türk Devleti’nin katliamlarını bütün dünyaya teşhir etmelidir.

Her şeyin bir bedelli olmalıdır diplomaside. Dünya eğer katliamlara seyirci kalabiliyorsa diğer devletlerde yapılan bütün hukuksuzluklara karşı seyirci kalsın. Kürtlere karşı ikiyüzlü bir tutum sergilemek uluslar arası hukuku da hiçleştirir.

Daha
önce Kürt gerillalarına karşı kullanılan kimyasal silahlar, ne BM ne Avrupa Konseyi’ni ne de Nato’yu Türkiye’ye karşı en ufak bir harekete sürüklememiştir. Yazılı antlaşmalarında yasaklanan kimyasal silahların, bu antlaşmalarda imzası bulunan bir devlet tarafından kendi halkına karşı kullandırılması ciddi bir olaydır. Bu tür silahların kullanıldığı hususunda Kürtler tarafından belgelenmesine rağmen ciddi bir yaptırıma gidilmemiştir. PKK’yi terör listelerine alan AB ve ABD’nin savaş hukukunu en çok yerine getiren örgüt olması da başka bir tartışma konusu.

Uluslar
arası kurumların bütün bu olaylara seyirci kalması ne yazık ki Türk Devleti’ni daha fazla cesaretlendirmektedir. Türk Başbakanı Erdoğan’ın; “Kim ne derse desin...” diye başlayan cümlesinin altında ne yazık ki bu cesaret yatmaktadır.

Türk Devleti sivillere karşı yeni terör eylemlerine başvurmadan Kürtler, Türkiye’nin iç yüzünü başarılı bir diplomasiyle teşhir etmelidir. Türkiye’nin barışçı devlet süslemesinin aslında palavradan ibaret olduğunu ve kendi halkına karşı nasıl acımasızlaştığını bütün dünya öğrenmelidir. Aksi takdirde gözü dönmüş bir Erdoğan’ı sivilleri katletme konusunda kimse durduramayacaktır.

 
Mekselina LEHENG
mekselinaleheng@gmail.com

Barzani, PKK’ye Teslimiyeti Dayatıp Tehdit (mi) Ediyor

Süreç oldukça hızlı gelişiyor. Son günlerde yaşanan gelişmelere baktığımızda karşımıza, Kürd siyasal alandaki yöneticilerin süreci pek ciddiye almayıp eksikliğe düşmesi, sonrasında da Emek barış ve özgürlük bloğuna destek veren ‘Aydınların’ sessizliği çıkıyor.

Hatırlanacağı üzere seçimlerde, özgürlük bloğu bileşenlerine destekler kamera kayıtlarına yansımış ve hakları gasp edilmiş işçi savunucularından tutun, sol sosyalist ses sanatçılarına, yönetmen, akademisyen ve yine sol görüşlü olarak bilinen yüzlerce tanıdık şahsiyete kadar duyarlıyım diyen kesimler, demokrasi için oylarını blok adaylarına vereceklerini açıklamışlar ve bir yerde de and içmişlerdi!

Ancak gelinen sürece baktığımız zaman bir yerde and içen bu sözüm ona ‘Aydın’lar, sömürgeci gücün Güney ve Kuzey Kürdistan’ı yeniden işgal girişimleriyle bombardımanlarına karşı oldukça sessizler. Türk devletinin, PKK’yi Tamil kaplanları gibi yok etme planlarına oldukça, duyarsızlar. Bu aydın, yazar ve sanatçılara göre sanki Sayın Öcalan diye bir önder yok ve tutumları da gösteriyor ki, umurlarında bile değil. Sayın Öcalan’ın yaklaşık bir aydır avukatlarıyla görüştürülmemesi ve halk ile bağının kopuk olması (yani sağ mı yoksa değil mi bilmecesinin çözüme kavuşmaması) Kürd siyasetçileri de dahil kimsenin umurunda bile değil! Son olarak Wan BDP meclis üyesi Şehid Yıldırım Ayhan’ın katledilmesinde, ne bir ‘Aydın’ ne de Kürd siyasetçilerinin görevlerini yerine getirmemesi oldukça düşündürücüdür.

PKK’nin, sömürgeciler ve onların kukla devletçikleriyle olan savaşı, tam 27 yıldır sürüyor. Ancak Son günlerde yaşanan olaylar da gösteriyor ki, Kürdler için yarın, dünden çok ama çok farklı olacağa benziyor. Erdoğanlı Türk devleti belki de Kürdistan özgürlük hareketine, Tamil katliamını aşan bir tarz deneyecek!

Önce, Kandil'e savaş uçaklarıyla saldırı, ardından Sayın Karayılan yakalandı haberi, sonrasında 7 sivil Kürd yurttaşının Türk savaş uçaklarının hedefi oluşu sonucu paramparça bedenlerin yol ortasına saçılışı…

Sonra, Kürdistan federe yönetiminin, Kürdistan topraklarına karşı düzenlenen saldırıyla ilgili sözde tepkileri, ardından 7 sivil vatandaşın ölümüyle açıklanan sönük basın bildirisi ve en sonunda da Sayın Mesut Barzani’nin PKK’yi, “ABD ve AB’yi görmesi” gerektiği konusunda telkinlerde bulunması!

Sayın Mesut Barzani’nin bu telkinin gereği nedir sorusuna geçmeden, Neçirvan Barzani’nin İran’daki temaslarının içeriğini sormak gerek. Daha düne kadar TC ve İran’a; PKK’yi göz ardı edemezsiniz diyen Neçirvan Barzani, bugün PKK’ye saldıran her iki güç ile yaptığı görüşme sonrasında sınıra muhafız güçlerini yerleştirmesi de ne oluyor, anlaşılmış değildir. Umarım yanılırım ama yine ileriki günlerde bu görüşmelerin detaylarıyla muhafız güçlerinin pratiklerini, dahası İran ile TC’nin ortak düzenleyeceği saldırılarda Güney Kürdistan yönetiminin desteğini daha da açık bir şekilde göreceğiz. Benim açımdan Neçirvan Barzani’nin kimliği ve geliştirdiği “ilişkiler” (kafamda netleşmese de) bilinmesine rağmen, mecburiyetten dolayı Sayın diyeceğim Neçirvan Barzani’yi bir tarafa bırakıp, Güney Kürdistan yönetiminin “şimdilik” en tepesindeki ismi Sayın Mesut Barzani’nin, PKK’yi, üç maymunları oynayan ”AB’yi görmesi” gerektiğine ilişkin yaptığı açıklamasına geçelim.

Sayın Mesut Barzani’nin yaptığı açıklamaları maddeler halinde sıralayacak olursak, sarf ettiği sözlerin arasına sıkışan ABD’ye teslimiyetinin ve PKK karşıtlığının kelimeler arasındaki dansını rahatlıkla görebileceğiz.

Sayın Mesut Barzani diyor ki;

''PKK bizi dinlemiyor''
''PKK’nin bu siyasetini sürdürmesi kabul edilemez''


''Qandil dağı PKK’ nin değil, Federal Irak’ındır. Oraya Irak merkezi güçleri gitmelidir.''

''Savaş dili kalmadı. Benim kanaatim Kürdler savaşını parlamentoda vermeli. Bu, 100 kez daha etkili ve iyidir. Gidip 10 askeri öldürmekten iyidir. Bu ölüm siyasetinin karşısındayız.
PKK'nin Türk askerlerini öldürmesi benim kanaatime göre büyük bir hatadır.''

''Bu Kürd davasına hizmet etmiyor.''

''Gidin savaşınızı parlamentoda yapın. Kürdler 6 asker ya da 8 askeri öldüreceğine gitsinler parlamentoda düşüncelerini söylesinler. Orada siyaset yapsınlar.
İsteklerini dile getirsinler.''

''Gitsinler ABD'yi, Avrupa'yı görsünler. Avrupa Birliği'ne gidip sıkıntılarını anlatsınlar.
Gidip asker öldürmesinler…''

Öyle görünüyor ki Sayın Barzani, Saddam ile olan savaşını unutmuş ve direniş hafızasını yitirmişe benziyor. Sayın Barzani’nin ruh haline girip açıklamalarını yorumlamaya kalksam, oldukça sert bir üslup kullanmaya kalkacağım ve belki de haddimi aşarak onu hain diye nitelendirebileceğim. Ondan dolayı onun açıklamalarında gizli olan teslimiyetçi ruh haliyle değil de, Peşmergelerin direnişçi ruh haliyle yine yanıtlanması gereken soruların yanıtlarını aramaya çalışacağım.

Birincisi, KDP Saddam ile savaştığında ne kadar PKK’nin veya diğer güçlerin sözlerini dinledi. Bu demek PKK söz dinlemesin demek değildir elbet. Ancak ne KDP, ne YNK nede bir başka güç PKK’nin babası veya ‘Erkeği’ rolüne bürünmemeli ve hiçbir sömürgeci güce pazarlamaya çalışmamalıdır. PKK ne düşürülmüş kadındır, nede saf bir çocuktur.

İkincisi, Sayın Barzani PKK’nin yürüttüğü “barışçıl” siyasetin sürdürülmesinin kabul edilir bir yanı olmadığını nasıl söyleyebilir anlamış değilim. Hangi örgüt bu güne kadar karşılıksız ateşkes ilan etmiş ve yüzlerce gerillasını şehit vermiştir, sormak gerek.

Üçüncüsü, Qandil dağı PKK’nin değil, Federal Irak’ındır derken, Güney Kürdistan’da Fedaral Irak’a dahil olduğundan direk “bizim midir” denilmek isteniyor, yoksa orası Federal Irak’ı yöneten ABD’nindir’imi anlatılmak isteniyor. Bırakın Kürdleri, bütün dünya da bilir ki Qandil Kürdlerindir. Hem sizin, hem PKK’nin hem YNK’nin, hem de diğer Kürd güçlerinindir, yani Qandil ve Kürdistan’ın diğer dağları da tüm Kürdlerindir. Sadece KDP ve YNK’nin değildir!

Ayrıca Türk ve İran topçularıyla uçaklarının bombardımanı yetmezmiş gibi, birde Federal Irak güçlerinin de mi Qandil’e girmesi isteniyor?

Dördüncüsü, Sayın Mesut Barzani, herhalde sömürgeci güçlere karşılık PKK’nin savaşmamasını ve boynunu celladın kılıcının altına yatırmasını istiyor. Savaş dili kalmadı ve Kürdler savaşını parlamentoda vermeli derken, herhalde Barzani, Kürdlerin siyaset yaptıklarından dolayı partilerinin kapatıldığını ve siyasetçilerinin 90’lı yıllarda öldürüldüğünü, 2000’li yıllarda cezaevlerinde çürütüldüklerini göz ardı ediyor, unutuyor veya (ABD’nin) işine gelmiyor!

Beşincisi, Sayın Barzani, PKK’nin asker öldürmekten ve gerilla şehadetlerinden zevk aldığını düşünecek veya düşündürmeye çalışacak kadar ipin ucunu kaçırmış ve kendi geçmişindeki savaşımını unutmuşa benziyor.

Sayın Mesut Barzani’ye tamda burada bir soru sormak gerekirse;
Siz Saddam’ın askerleriyle savaşırken, Kürd davasına hizmet etmiyor muydunuz ki, şimdi PKK için Kürd davasına hizmet etmiyor, diyorsunuz?

Her şeyi bir tarafa bırakalım da, Sayın Barzani’nin PKK’ye ABD ve AB’yi işaret etmesi de neyin nesi oluyor, anlamış değilim. Yine, Kürdler 6 veya 8 asker öldüreceğine gitsin parlamentoda düşüncelerini dile getirsinler ve gitsin ABD ile Avrupa’yı görsünler, Avrupa Birliğine sıkıntılarını anlatsınlar, gidip asker öldürmesinler, diyerek sizce ne demek istemiş olabilir?

Ben bundan ne anladığımı söyleyeyim. Normal şartlarda mahkemelerde hakim, kişinin sarf ettiği sözü, halktan normal birinin algılama karşılığına göre karar belirler, diye biliyorum. Barzani’nin sözlerine göre PKK’nin ABD ve AB’yi görmesi ne anlama geliyor? Görme derken Sayın Öcalan veya PKK yetkililerinin oralara seyahat etmesi ve tatil amaçlı oraları görmesinden mi bahsediliyor veya ABD ve bütün Avrupa ülkelerinde birkaç yıl kalıp oraları tanımasından mı, bilmiyorum!

Ancak bana öyle geliyor ki Sayın Barzani PKK’ye;  Git ABD’ye yalvar, git AB’ye yakar, git onlara teslim ol ve bütün mücadeleni üç beş kuruşa sat diyor. Git tamamıyla kendini de halkını da sat, gel otur demek istiyor.

Eli öpülesi Annesi için 3 günlük yas ilan etmesini anlayabiliriz, ancak bir başkan nasıl olurda kendi halkı için yas ilan etmez, anlayan birileri varsa lütfen bana anlatsın.

29.08.2011

mehmetserhatpolatsoy.blogspot.com

Zalimlerin Korkusu

TC'nin Kürtlere karşı son saldırılarını İslami kanadın iktidar gücüyle gerçekleştirmesi , ellerindeki kozların en sonuncusudur. Kürde karşı kullanılan "Müslüman kardeşliği"nin sahte yüzü bu saldırıyla iyiden iyiye açığa çıkmıştır. TC, İslami kesimden şeriat geliyor korkusu unutulmuşa benziyor. TC nin şimdiki kurtarıcı can simidi İslami kesimdir artık.
TC, özellikle son otuz yılda, en ağır silah
gücüyle Kürtlerin direngen damarına acımasızca saldırdı. Öldürdüğü her Kürt insanının ve genç gerillasının cesedini görmekten büyük bir haz aldı. Bir hafta önce sayısız savaş uçağıyla başlattıkları saldırılar ise insansızlıklarının en son perdesidir. Öldüren ve ölenin insan olduğunu bilmiyorlarmış gibi, Türkün yoksul çocuklarını ölümlere sürmekten de haz alıyorlar. Türk Egemenler için İnsan, ölmesi gereken bir unsurdur.

Görülen şu ki, TC, Kürt özgürlük Mücadelesinin yenilmezliği karşısında panik içindedir.Vurdukça gelişen ve büyüyen Kürt özgürlük Mücadelesi,TC yi psikolojik açmaza sokmuştur. Suriye ayağıyla kapıya dayanan ateş TC'yi ciddi olarak telaşlandırmıştır. Suriye TC
nin iç meselesiymiş! İç meselesi dediği şey, Suriye deki Kürt varlığının özgürleşecek olmasıdır.

Suriye'ye defalarca giden TC Dişişleri Bakanı Davutoğlu, Esad'a kesinlikle şöyle demiştir. Sakın Kürt Nufusuna dokunma, Kürt nüfusuna yönelme, yönelirsen arı kovanına çomak sokmuş olursun. Bu ara
Kürde reform adı altında özgürlükte tanıma! Kamuoyuna bu yanı çok yansımamış olsa da, arka bahçede konuşulan en önemli konu budur. Bu ilişkiyi de, Başbakan Kürtleri Suriye yönetiminden koruyor gibi sunmaya çalışmaktadırlar.

TC'nin söyleminden anlaşıldığı gibi, deniyor ki, amacımız, silahlı gücümüzü gösterip, caydırıcı olmayı sağlamaktır. TC, Kürt Özgürlük Mücadelesi karşısındaki çaresizliğini gizleyememektedir. Topyekün bir Kürt ayaklanması sırasında daha fazla Kürdü öldürmenin çözüm olmadığını bilmektedirler. Bu nedenledir ki, Kürdü parça parça hedef haline getirip vurmayı daha sonuç alıcı bulmaktadırlar.

Kürt, yüzyıllık acı ve son otuz yıllık direngen duruşu ile, Kurtuluş mücadelesinin en uzun soluklu tarihini yazdı. Ödenen bunca bedelden sonra Kürdün kendi kaderini eline almaktan başka seçeneği olamaz. Kürt mücadele sürecinde epeyce deneyim ve tecrübe de kazandı. Acıların ve yoksulluğun en ağır bedellerini ödedi ve hala ödemeye devam etmektedir. Ödenen bunca bedel Kürtte yılgınlık ve umutsuzluk yaratmamalıdır.


Kürt artık kendi tarihini yazıyor. Kürdün
bu yükselişi durdurulamaz. Sömürgeci zalimler ise bir gün Kürde hesap vermekten korkmakta ve hesap vaktini geciktirmek için saldırmaktalar...

devranasmen@hotmail.com

Bombalı Entegrasyon

Eski İçişleri Bakanı, şimdiki Başbakan Yardımcısı, “açılım politikası”nın yürütücüsü Beşir Atalay, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kandil dahil bir çok Kürdistan alanını bombalamasının yeni bir entegrasyon stretejisi olduğunu söylemiş. Bir çok entegrasyon projesine tanık olmuş veya okumuştuk da, “bombalı entegrasyon”la ilk kez tanışıyoruz.
 
Entegrasyon, kendi kültürel özelliklerini koruyarak bütünle uyum içinde yaşamak anlamına geliyor. Bir toplumu entegre etmek için öncelikle saygılı olup, o toplumu kendi kültürel değerleriyle yaşatmak gerekiyor. Kişi veya toplum yaşasın ki, uyum sağlasın.
 
Bomba ise öldürmek için atılır. Bombanın her türlüsünü kafasına gönderdiğin kişi veya toplumdan nasıl bir entegrasyon bekleyebilirsin ki!
 
Bunlar herhalde ölümle entegrasyonu karşıtırıyor. Korkutarak entegre etme niyetleri olsa, misket ve kazan bombaları yerine ses bombası atalardı. Halbuki attıkları bombalar canlının her türlüsünü yok eden türden. Buna herhalde “ölümüne entegrasyondemek lazım.
 
Bunlar sadece insanlık değerlerini değil, kavramların içeriğini de kirlettiler.
 
Türk sistemi çok kişiliksiz insan yaratmış. Sistem kişiliksizse, yaratılan kişilik elbette kişiliksiz olur. “bebekten katil yetiştiren sistem” demişti Hrant Dinkin’in eşi, Rakel Dink. Entegrasyon denince dinci ve muhafazakar Türk Beşir Atalay’ın aklına bombalamaktan ve öldürmekten başka bir şey gelmiyor.
 
Seks kasetiyle internete düşen MHP Genel Başkan Yardımcısına, oynaştığı kadın soruyor:
 
“Recai, sağ seçmen nedir?”
 
Recai, cevap veriyor:
 
“Köşesi olmayan, yuvarlak, istediğin yöne yuvarlanan demektir.”

 
Türkiye’yi yaklaşık yüzyıldır köşesi olmayan bu yuvarlaklar yönetiyor. Vuruyor, kırıyor, öldürüyor, başka bir parti kimliği ile tekrar karşınıza çıkıyor.
 
Demokrat Partili, CHP’li, Adalet Partili, ANAP’lı, DYP’li, MHP’li, AKP’li farketmiyor... Onlar orduyu, ordu onları tetikçi olarak kullanıyor. Bir bakmışsınız birbirleriyle araları bozuluyor. Araları bozulup kavga ettiklerinde marabaları bir telaş alıyor, hızla yeni saflar oluşuyor...  Bu partilerin Kürt taraftarlarını anlatmaya gerek yok.
 
İktidarı, ordusu, bürokrasisi, muhalifi, gazetecisi ve aydını ile çürümüş bir toplum.
 
Başbakan Yardımcısı: “Bobalamalar çok etkili oluyor, bu bir entegre projesidir,” diyor. Tanınmış Kürt ve Türk aydınları AKP’ye övgüler düzüyor.
 
İnsan, şerefli bir varlıktır. Vicdan, adalet ve utanç duyguları sadece insana aittir. Eğer çok arsız biri değilse, yalan söyleyen kişinin yüzü kızarır. Az çok adalet duygusu taşayan biri karşısındakine vicdansız davrandığında bunu telafi etmenin yollarını arar. Tecavüzden ve insan öldürmekten kaçınır.
 
Türk devletini yönetenler vicdansız, adaletsiz ve üstelik ahlaksızdırlar.
 
İnsanlığa hizmet eden hiç bir buluşun sahibi olmadıkları gibi, dünyaya ait iyi niyetli kavramların da içine ettiler.
 
“Bombalı entegrasyon!”
 
“Bombalı entegrasyon” sonucu, BDP Van İl Meclisi üyesi Yıldırım Ayhan katledildi... Kürdistan halkının ve ailesinin başı sağ olsun...
 
bildiricihasan @hotmail.com

Nuray Mert: PKK'ye "Terörist" Dememek Suç!

‘Aydınlar, demokratlar sadece iktidarı eleştirmesinler, PKK’yı, Kürt siyasi hareketini de eleştirsinler’ deniliyor, ama zaten onları sonuna kadar eleştirmekte özgürüz. ‘Silahlı mücadeleyi övmek’ değil, ‘terörist’ dışında tanımlamanın bile yasak olduğu bir hareketi, eleştirmenin özgürlüğü nasıl bir özgürlüktür diye sormak gerekmez mi?

Aslında bayramın birinci günü ağır konuları tartışmaya pek uygun gözükmeyebilir. Ama, ne yazık ki, gerek ülkemizde gerek Suriye’den Libya’ya tüm bölgede, bayram gönül rahatlığı ile yaşanacak olmaktan çıkmış vaziyette.

Bu
başlığı Nabi Yağcı’nın cumartesi günkü yazısından (Taraf) ödünç aldım, çünkü Kürt meselesinin geldiği noktada, birçokları savaş ve baskı siyasetlerini türlü yollar ile haklılaştırmaya veya en azından mazur görüp kabullenmeye akıl yatırırken, çok önemli bir uyarı yapıyor. "Demokrasiyi barışa değil, barışı demokrasiye endekslemeliyiz" gerçeğinin altını çiziyor. Barış gelene kadar demokrasiyi rafa kaldırma hevesine karşı, ‘demokrasi işlemezse barış gelmez’ diyor.

İktidar
politikalarının şahinleşmesi karşısında, ‘tam çözüme yaklaşmışken PKK barışı sabote etti, iktidarın da savaşmaktan başka çaresi kalmadı’ görüşü ortalığı sarmış vaziyette. Oysa, birincisi ‘çözüme yaklaşılmış değildi’ ikincisi güçlü bir ülke ve iktidarının barış ve demokrasi politikaları yeterince kararlı ve geniş ufuklu ise, karşısında direnen gücün ‘sabote etme’ çabalarını aşması gerekirdi. PKK kendiliğinden silahlı mücadeleyi bırakmaya karar vermiş olsa, zaten ortada sorun kalmaz, mesele yıkıp dökmeden bu süreci gerçekleştirmek. ‘Örgüt savaş istiyor, biz de gereğini yapıyoruz, ses etmeyin bizimle birlikte davranın’ diyen iktidara, ‘savaşmakla, bastırmakla, yıldırmakla olmaz, denendi, daha büyük yaralar açtı’ diyoruz.

Bulutların
karardığı her dönem gibi, şimdilerde ‘barış’tan ve ‘demokrasi’den söz etmek ‘içi boş, muğlak laflar’ diye yaftalanmaya başladı. En azından ben kendi adıma, barış ve demokrasi adına söylediklerimin gayet açık ve içi dolu olduğunu düşünüyorum. Barışın demokratik yollar ile sağlanacağı bir süreç üzerine düşünmek, ‘Kürt siyasi hareketi ne talep ediyorsa aynen kabul edilsin, bitsin’ demek değil. Tartışmanın bu yola dökülmesi tam bir çarpıtma. Demokratik çözüm için atılması gereken acil adımlar var; bunların başında konunun her boyutu ile tartışılmasının önündeki engellerin, ifade özgürlüğü çerçevesinde kaldırılması geliyor. ‘Silahlı mücadeleyi övmek’ demokratik özgürlük sayılmaz ama, bu ülkede ‘ne diyor bu insanlar, neyin peşindeler?’ diye sormak, anlamaya, tartışmaya çalışmak bile hâlâ suç sayılıyor.
 
‘Aydınlar
, demokratlar sadece iktidarı eleştirmesinler, PKK’yı, Kürt siyasi hareketini de eleştirsinler’ deniliyor, ama zaten onları sonuna kadar eleştirmekte özgürüz. ‘Silahlı mücadeleyi övmek’ değil, ‘terörist’ dışında tanımlamanın bile yasak olduğu bir hareketi, eleştirmenin özgürlüğü nasıl bir özgürlüktür diye sormak gerekmez mi? Bu hareketi doğru dürüst konuşup tartışmadan, milyonlarca insanın verdiği desteği, duyduğu sempatiyi nasıl anlayacağız, bu insanlar ile nasıl barış yapacağız? Dağdaki çocuklardan ovadaki anneleri koparmak mümkün ? ‘Tesis yapacağız, dağa kayak yapmak için çıkacaklar’ diyen anlayış ile bu işler çözülür ?

‘Demokrasi
ile barışı tesis etmek’ hiç de içi boş bir laf değil, tam tersine içi fazlasıyla dolu, belki de öyle olduğu için rahatsız edici bulunuyor. Zira, o dolu kutuyu açarsak hep birlikte çok zorlanacağız, ama hiç olmazsa umut vaat edebilecek bir yola gireceğiz. Yoksa bir şiddet sarmalı ve demokrasinin sonuna kadar geri çekildiği bir yere savrulacağız.

Şiddet
demişken, sol aydınların ‘şiddet’e karşı tutum almak adına, Türkiye’de demokrasinin gelişmesinin önündeki en büyük engelin, (PKK’ya kadar uzanan) ‘sol kaynaklı şiddet’ anlayışı olduğu görüşünün giderek daha fazla gündeme geldiğini görüyoruz

Yetmişli yıllardan başlayarak, sol hareketler içinde, ‘şiddetten medet ummak’ anlayışının gelişmesinin sorunlarından söz etmek anlaşılır bir şey, ancak, neyin şiddeti beslediği vurgusunu hakkıyla yapmak koşulu ile. Asla şiddeti benimsemeyen emek, sol ve Kürt hareketlerinin nasıl acımasızca yok edildiğini biliyoruz

Demokrasinin seyrinin önündeki asıl engellerin neler olduğu konusu, bundan sonra gidilecek yol açısından da çok önemli. Yoksa, şiddete sarılanları suçlamak dünyanın en kolay, en anlaşılır tutumu, ‘şiddetten medet uman bir avuç insan tüm demokrasi yollarını tıkadı’ dersiniz olur biter. Ama bu anlayışla ne şiddet biter, ne de demokrasiyi rafa kaldırmak için şiddeti bahane edenlerin mazeretleri.

‘Düşünce konforu’na sığınmak, tüm konforlar gibidir, bizi hayattan, onun sorunlarından yalıtır, bu anlamda rahat ettirir, ama bizi içinde kendimizi iyi hissettiğimiz küçük dünyamıza hapsetmek dışında bir işe yaramaz.

Nuray Mert/Milliyet