KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Türk devletinin Batı
Kürdistan’daki Kürt zeminini ortadan kaldırılmak istediğine dikkat
çekerek Serêkaniyê’deki YPG öncülüğündeki direnişin bu planı bozduğunu
belirtti. Karayılan, “Planları Serêkaniyê’den sonra Dirbesiye, Cizir
bölgesini ele geçirmekti. YPG’nin direnişi önemli bir işlev gördü. En
azından bu planı durdurdu. Türk devletinin silahlı gruplar eliyle
yürütmek istediği bu projenin önüne geçti” dedi.
KCK Yürütme
Konseyi Başkanı Murat Karayılan, dün akşam Sterk tv’de yayınlanan özel
programda Batı Kürdistan’da yaşanan gelişmeleri de değerlendirdi.
Suriye’de geçmişte en çok zulüm gören, rejimin baskılarına maruz kalanın
Kürt halkı olduğunu söyledi.
Toplumun diğer kesimlerinin de
belli düzeyde zulüm gördüğünü hatırlatan Karayılan, “Ama şurası kesin
ki, en ağır zulmü gören Kürt halkıdır. Gelişen süreçle birlikte Kürt
halkı da bu mücadele içerisinde kendisini belli ölçüde bilinçlendirmiş,
örgütlendirmiş bir halktır. Ve Kürt Halkı, mücadelesini silahla değil,
siyasal yöntemlerle yürütüyor” dedi.
Suriye muhalefetinin siyasi
gösteriler ile siyasi sürece başlattığını da söyleyen Karayılan şunları
belirtti: “Sonra bu silahlı muhalefete dönüştü. Silahlı muhalefete
dönüşünce, iki taraf birbiriyle çatışırken, Kürtler dedi biz silahlı
mücadele yürütmüyoruz, siyasi muhalefet yürütüyoruz. Biz muhalefetin bir
parçasıyız, demokratik Suriye için mücadele ediyoruz. Demokratik Suriye
içerisinde Özerk Kürdistan bölgesini savunuyoruz. Biz Suriye’nin bir
parçasıyız, ama silahlı mücadeleye dâhil olmayacağız dediler. Bu biçimde
Kürtler kendi mücadelelerini siyasal yöntemlerle yürütmeyi kendi
çıkarlarına daha uygun gördüler. Ama bu arada silahlı mücadele giderek
kapılarına doğru dayandı. Onlar da kendi içlerinde kendilerini
hazırlamışlar demek ki. Savunma güçlerini kurmuşlar, yani tecrübeden
geliyorlar. Belirli düzeyde örgütlülük düzeyleri söz konusudur. Silahlı
muhalefet Halep kazalarında iktidarı ele geçirince Kürtler de kendi
bölgesinde ele geçirdi.”
‘AKP KÜRTLERİN STATÜ KAZANMASINA KARŞI’
Türkiye’nin
amacının Kürtlerin Batı Kürdistan’da statü kazanmasını engellemek
olduğunu söyleyen Karayılan, bunun için de başta siyasi muhalefet
üzerinde baskı uyguladığını belirtti. Serêkaniyê’ye saldıran gruplardan
Guraba El Şam’ın Selefiler grubu olduğunu söyleyerek Türkiye’nin bu
grubun her türlü ihtiyacını temin ettiğini kaydeden Karayılan, ikinci
grubun ise El Nasra Cephesi olduğunu belirtti. Bu ikinci grubun da El
Kaide çizgisinde bir grup olduğunu söyleyen Karayılan, “Bu iki grup
Serêkaniyê’ye girdi. Kürtler karışmadı, kendi mahallesinde oturdu. Onlar
rejim güçleriyle çatıştılar, rejim güçleri orayı terk etti. Sonra
Kürtlere yöneldiler. Kürtler diyalog geliştirdi. Hatta Serêkaniyê Şehir
Meclisi Başkanı çatışma ortamına, müdahale ediyor, gidiyor, onu da
vuruyorlar” diye konuştu.
Kürt düşmanlığının açığa çıktığını
söyleyen Karayılan, benzer durumların Halep ve Afrin’de de görüldüğünü
söyledi. Karayılan’ın Serêkaniyê saldırısına ilişkin yorumu ise şöyle:
“Bu sefer de Serêkaniyê’de tamamen Türkiye’ye dayalı, yani bu güçlerin,
hepsi araçlarıyla, silahlarıyla, geliyor çatışıyor, akşam gidiyor,
Türkiye tarafında dinleniyor. Sınır diye bir şey yok. Karargahını
Ceylanpınar’da kurmuş.”
Buradaki ilişkinin temelinin Kürt
düşmanlığı üzerine kurulduğunu söyleyen KCK Yürütme Konseyi Başkanı
Murat Karayılan, “Kaldı ki kendileri diyorlar, biz Türkiye ile her şeyi
aynı düşünmüyoruz. Ama Türkiye bize destek veriyor, Türkiye de sizi
istemiyor, onun için biz de sizi istemiyoruz. Planladıkları
Serêkaniyê’den sonra Dirbesiye daha sonra Kürdistan’ın Cizir bölgesini
ele geçirmek” dedi. Karayılan, böylece Kürt zemininin ortadan
kaldırılmasının hedeflendiğini ifade etti.
AKP hükümetinin bu
silahlı güçlere sadece yardım, destek vermediğini, bizzat
silahlandırdığını, eğitini ve yönlendirdiğini sözlerine ekleyen
Karayılan, bunu da “çok ileri düzeyde bir ilişki durumu söz konusu”
cümlesiyle değerlendirdi. Karayılan, yaşanan bütün gelişmelerin Türkiye
toplumundan gizlendiğini vurguladı.
‘YPG GÜÇLERİNİN DİRENİŞİ ÖNEMLİ BİR İŞLEV GÖRDÜ’
Karayılan,
Türkiye destekli bu güçlerin Serêkaniyê’deki başarısızlığında Batı
Kürdistan’daki Kürt halkının oluşturduğu savunma güçleri sayesinde
olduğunu kaydetti. Karayılan, şöyle konuştu: “YPG’nin direnişi
gerçekten önemli bir işlev görmüştür. En azından bu planı durdurmuştur.
Türk devletinin bu silahlı gruplar eliyle yürütmek istediği bu projenin
önüne geçmiştir. Bu açıdan ben Serêkaniyê’de Batı Kürdistan halkımızın
sergilemiş olduğu o kahramanlığa büyük bir saygı duyuyorum ve onları
kutluyorum.”
‘TÜRKİYE KÜRT-ARAP ÇATIŞMASINI HEDEFLİYOR’
Kürtlerin
kurduğu birliğin öneminin de altını çizen Karayılan, Türk devletinin
birliği parçalamayı hedeflediğini de söyledi. Birlik kurulur kurulmaz,
Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Hewler’e gelerek, “Bu birlik
yanlıştır” biçiminde bir yorumda bulunduğunu ifade eden Karayılan,
Davutoğlu’nun o yorumuna ilişkin ise şunları belirtti:
“Nasıl
oluyor, bir toplum, bir sürü siyasi gücü bir araya geliyor, birlik
kuruyor. Yanlışmış, seni niye ilgilendiriyor ki?” Kürtler arasında
kurulan birliğin önemine dikkat çeken Karayılan, “Bir birlik kurmuş,
Türkiye’nin işi gücü bu birliği parçalamaktır. Diyor ki bu PYD’yi
dışlayın ben size değil, otonomi, federasyon hakkını bile tanımak için
çaba sergiliyorum. Peki, onlar PYD’yi nasıl dışlayacak. PYD en büyük
kitlesel güç, diyor ki çatışın birbirinizle ben size orada federasyon
veririm, bunu dışişleri bakanı bizzat söylemiştir. Siz orada PYD’yi
dıştalayın, hedefleyin, zayıflatın, biz size federal sistemi veririz
demişlerdir. Sanki kendisi Suriye’nin hakimi. Bu açık söylenmiş bir
sözdür. Yani nedir, işte siz eğer PYD’yi dışlarsınız bunu yaparız.“
AKP’nin
Kürtler arası çatışma yaratmayı hedeflediğini de belirten Karayılan, bu
olmayınca da Kürtlerle Arapları çatıştırmaya çalıştığını söyledi.
Karayılan bölgedeki Arap güçlerine ise şu çağrıyı yaptı: “Türk
devletinin böyle histerik bir biçimde Kürt düşmanlığının yörüngesine
girmeyin. Kürt halkı orada en mazlum halktır, rejimden en çok zarar
gören halktır. Rejime karşıyasınız, Kürt halkı ile ittifak yapmanız
gerekir. Gidip Türk devleti ile ittifak temelinde oradaki Kürt halkına
saldırmanız nasıl izah edilecek… Siz Allaha inanıyorsanız, Allah böyle
mi emreder. Allah demez mi mazlumlardan yana olun, zorbalardan yana
değil.”
‘ÖCALAN’IN FELSEFESİNİN ETKİSİNİ KİMSE YADSIYAMAZ’
Batı
Kürdistan’da yurtseverlik bilinci, toplumun örgütlü olduğunu söyleyen
Karayılan, “Artık Kürtlerde bir güçlenme var, Kürtlerde fedailik
gelişmiş. Önder Apo’nun oradaki etkisini, felsefesinin etkisini kimse
yadsıyamaz. Bu var diye orda PKK var anlamına gelmiyor. Ama şunun
görülmesi önemli, Önder Apo’nun Kürdistan’da geliştirdiği çizgi, tüm
Kürt gençliği ile Kürt insanında kendine güveni ve fedailiği
geliştirmiştir. Batı Kürdistan gençliği direnir. Ben ona inanıyorum.
Kendi başına ordulara karşı direnecek potansiyele sahiptir” dedi.
ANF
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, silahsızlanmanın
gündemlerinde olmadığını belirterek, “Gündemimizde olan şey, silahı
bırakma değil yoğun bir biçimde silahlanma sorunudur. Biz şu anda daha
yetkin biçimde silahlanma çabası içerisindeyiz. Ortadoğu bölgesi
kaynıyor” dedi. Karayılan, “AKP kendisi Suriye’deki muhalifleri
silahlandırarak grup grup içeri gönderiyor. Biz niye silah bırakalım?”
diye ekledi.
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan dün
akşam Sterk TV’de yayınlanan özel programa konuştu. PKK’nin 34. Yılının
büyük bir mücadele yılı olarak geçtiğinin altını çizen Karayılan, 35.
yılın çözüm yılı, Kürt sorununun çözümünde sonuç alma yılı olacağını
belirtti.
PKK’NİN 34. YILI GERİLLANIN HAMLE YILI OLDU
Karayılan’ın
değerlendirmeleri şöyle: “2011 yılının ortalarına kadar çözüm
demokratik yöntemlerle çözüm ihtimali vardı. Daha o zaman Oslo süreci
gündemdeydi. Protokoller verilmişti. Seçimlerin sonucu bekleniyordu.
Seçimler sonrası Başbakan’ın cevap vermesi bekleniyordu. Temmuz ayının
sonunda Başbakan olmuş bir olayı gerekçe göstererek süreci askıya aldı.
Ardından hareketimize karşı topyekün bir savaş gündemleştirildi. Başta
Önderliğimize karşı tecrit, siyasi soykırımın derinleştirilmesi
yaygınlaştırıldı. Avukatlar gazetecilere kadar boyutlandırıldı. 2011
yılı kışı itibariyle operasyonlarla hareketimiz hedeflendi. Bunun
karşısında biz direniş mücadelesini daha da boyutlandırma gereğini
gördük. Gerillanın hamlesel çıkışı gerçekleşti. Alan hakimiyeti
temelinde daha yoğunluklu bir savaş durumu pratikleşmek durumunda kaldı.
Hemen belirteyim, 2012 başlarında da ve yıl boyunca da Türk devletinin
saldırıları sürekli gündemde oldu. Ancak gerillanın hamleleriyle buna
karşı gereken cevaplar verildi. Dolayısıyla gerillada bir büyüme, bir
sıçrama gelişti. Ve birçok yerde önemli sonuçlar elde etti. Bu anlamda
yıl bir gerilla hamle yılı oldu. Aynı biçimde bütün faşizan baskılara
saldırılara rağmen halkımızın direnişi serhildan biçimindeki duruşu da
özellikle son aylar itibariyle çok daha yükselerek gereken düzeyi
yakaladı.
AÇLIK GREVİ DİRENİŞİ GERİLLA HAMLESİNİ TAMAMLADI
İşte
mesela 17 Kasım’da cezaevindeki açlık grevlerini desteklemek amacıyla
yapılan toplumsal açlık grevi direnişi her şeyi ortaya koymaktadır. Kürt
halkının sürekli kendini yenilediği, militan ürettiği, hiçbir zaman
öncüsüz kalmayacağı, açıkça ortaya çıktı. Zaten 2012 yılında partimizin
34. Yılında gerçekleşen diğer bir olay da gelişen savaş sürecinin
tırmanış göstermesi, serhildan hareketinin gelişim kaydetmesi
cezaevlerini de mücadele sürecine katmayı beraberinde getirdi.
Cezaevinde başta 600-700 kadronun geliştirdiği daha sonra yayılarak on
bini aşan açlık grevi direnişi tümüyle süreci tamamladı. Hem gerillada
hem kitlede hem zindanlarda hem de Kürdistan’ın diğer parçalarında
özellikle Batı Kürdistan’daki devrimsel çıkış, yine diğer parçalardaki
diyelim kazanımları daha da ilerletme ulusal bilincin gelişmesi, uluslar
arası alanda yürütülen Öcalan’a Özgürlük İmza kampanyası ve bunun gibi
gelişmeler gösterdi ki 34. Yıl aslında bir zirve yılıdır. En fazla güçlü
olduğu en fazla kitleleri mücadeleye yönlendirdiği en çok kamuoyunu
etki altına aldığı yıldır. 35. yıl artık giderek sonuç alma yılı
olacaktır. Mevcut uluslar arası bölgesel koşullar Mücadelemizin
dayandığı süreç artık bunu dayatıyor. 35. yılda bir çözüm süreci
olabilir diye düşünüyoruz. Çözüm süreci olabilmesi için halkımızın
toplumsal kalkışı direnişi daha da kapsamlılaşacak, eğer sömürgeciliğin
konumunda herhangi bir değişiklik olmazsa gerilla çok daha ileri düzeyde
bir hamleyle sürece cevap verecektir. Çünkü Ortadoğu kaynıyor.
Ortadoğu’da gelişen süreç birçok şeyi alt üst edecek bir süreçtir. Kürt
halkı da kendi doğal hakları için verdiği mücadeleyi yükseltecektir.
Bunun iç ve dış etmenleri mevcuttur. Bu anlamda mücadelemizde 35. Yıl
büyük yükselişin olduğu bir yıl olacak. Ya çözüm olacak, ya da toplumsal
direnişin yükseldiği özgürlük mücadelesinin yükseliş kazanarak artık
bir irade güç haline geldiği bir yıl olacaktır.”
AÇLIK GREVLERİNDE MESAJ YERİNİ BULDU
KCK
Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan cezaevlerinde 68 gün devam eden
ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla sona eren açlık
grevlerinin ortaya çıkardığı sonuçları da değerlendirdi.
“Cezaevi
direnişinin gündeme girmesinin temel amacı, sürece müdahale etmekti.
Yani bu tamamen zindandaki arkadaşların kendi inisiyatifleriyle gelişti.
Süreç tıkanmış, çatışmaya dönüşmüş ve çatışma yaygınlaşmaktaydı. Bu
arkadaşlar talepleriyle süreci farklı bir yöne evriltme gayretiyle,
barışı getirmek, demokratik çözüm sürecine yol vermek için kendi
bedenlerini ortaya koydular. Büyük bir fedakarlıkla, büyük bir insani
duruşla bunu gerçekleştirdiler. Ama AKP Hükümeti bunu görmedi. Özellikle
AKP Lideri, Başbakan bunu hiç görmek istemedi. Amaç neydi, Önderliğin
özgürlüğü ve üzerindeki tecritin kaldırılması, anadil eğitim hakkı ve
savunma hakkı. Şimdi bunlar gerçekleşirse çözüm süreci gelişmez mi barış
gündeme girmez mi, girer. Burada strateji nedir çözüm sürecini
dayatmadır. Önemli bir düzey kazandı, yüksek kararlılık ve fedakârlık
sergilendi. Her ne kadar Başbakan bir sürü yakıştırma yaptı tahrik edici
bir üslup kullandıysa da, onlar da herkes de anladı ki bu iş ciddi bir
iştir bunu yapanlar kararlıdır. Mesaj yerini buldu. Eylem amacına
ulaştı. Doğru, belki bugün şunu diyemeyiz demokratik süreci
gündemleştirdi, geliştirdi diyemeyiz. Ama öyle bir sürecin gelişmesi
için zemin yarattı. Bir yerde Önder Apo’nun üzerindeki tecrit özgürlük
sorunu anadil hakkını uluslar arası gündeme oturttu. Dolayısıyla
demokratik çözümün gündemleşmesi için zemin oluşturdu. Bu ne kadar
değerlendirilir değerlendirilmez ayrı bir konu.”
TUTSAKLAR ÖLÜM ORUCU YAPACAKTI BİZ ÖNÜNE GEÇTİK
Karayılan,
Türk devletinin propagandasının aksine açlık grevi sürecinde daha büyük
bir krizin önüne geçmek için çaba harcadıklarını ifade etti.
Tutsakların açlık grevini ölüm orucuna dönüştürme kararlarının olduğunu
belirten Karayılan şu açıklamalarda bulundu:
“Cezaevindeki
arkadaşlar bunu ölüm orucu biçiminde tasarlamışlardı. Kendilerinin
görüşü ölüm orucu biçiminde geliştirmeydi. Ölüm orucu biliyorsunuz
şartlarını ortaya koyar, gerçekleşmezse sonuna kadar gider. Ama açlık
grevi ucu açıktır. Tartışmaya açıktır. Sanırım 50. günündeydi. Tekrar
bir öneri getirildi. Önceden 40 arkadaşın belirlendiği, bu arkadaşların
kademeli bir biçimde açlık grevlerini ölüm orucuna dönüştüreceklerini,
bu işin sonuca doğru götürülmek üzere kararlı olduklarını yansıtan
yazılı bilgilendirmeleri bize ulaştı. Biz düşündük. Eğer süreç bu
biçimde boyutlanırsa ki kademeli ölüm oruçları gündemleşecek. Ve aylar
sürecek peş peşe şahadetlerin yaşanması gündeme gelecek. Karşı taraf,
Erdoğan her gün tahrik ediyor biz de ‘siz bilirsiniz’ desek süreç
giderek daha da büyük bir kriz ve çatışmaya dönüşecekti. Her gün
cezaevinde şahadetlerin yaşandığı yerde gerilla eli kolu bağlı kalamaz,
Kürt gençliği eli kolu bağlı kalamaz. Zaten toplum ayağa kalkmış.
Çatışma daha da büyüyecek hatta toplumsal bir çatışmaya dönüşecekti. Bu
nedenden dolayı biz yönetim olarak yumuşatmaya çalıştık. Ölüm orucuna
geçilmemesi açlık grevi biçiminde sürdürülmesi konusunda ısrar ettik.
Yani bir nevi biz yumuşattık. Sonra da Önderliğimiz yaptığımız çağrı ile
sonlandırdı. Türk devleti ise, PKK’nin militanlık gerçeğini, PKK’de
oluşan sorumluluk duygusunu herkesin kendi inisiyatifi ve iradesiyle
mücadelenin en ağır yükünü omuzlama isteğini görmediği için Kandil’den
talimat gelmiş dediler.
Belki son dönemde Türk devleti içinde
belli kesimler de işin ciddiyetini gördü, onların da çabaları oldu. Ama
esas olarak Önderliğimiz bu süreci en iyi gözlemleyen izleyen ve bu
sürecin bir yerde temel direği haline gelen bir kurumsal kişilik olarak
sürecin önüne geçme inisiyatifini kullandı. Açlık grevinin bırakılması
yönünde yaptığı çağrı çok önemlidir. Birçok şeyi kurtarmıştır. Bunun
değerinin iyi görülmesi burada önem taşımaktadır. Şunu da herkes iyi
bilmeli; PKK kadrosu dediğini yapan insandır. Sözünü çiğnetmeyen
kimsedir. Eğer dünya âlem karşısında söz verilmişse asla o sözü
çiğnetmez. Ve hepsi sonuna kadar giderdi. Önderlik de kendi kadrosunun
yüksek kararlılığını bildiği için sona erdirin dedi. Sonuç nedir,
Türkiye’yi daha fazla geren çatışmayı daha fazla tırmandıran bir sürecin
önüne Önder Apo geçmiş oldu, Hareketimiz bunun zeminini sağladı. Artık
top karşı tarafa geçti, onlar ne yapar yakın süreçte göreceğiz.”
‘NİÇİN SİLAH ALDIK NİÇİN BIRAKACAĞIZ?’
KCK
Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın
“silah bırakırlarsa başka ülkelere gidebilirler” şeklindeki sözlerini
değerlendirdi ve “yeni bir ateşkes gündemde mi” sorusunu da yanıtladı.
“Mevcut
durumda gündemimizde olan şey, silahı bırakma değil yoğun bir biçimde
silahlanma sorunudur. Biz şu anda daha yetkin biçimde silahlanma çabası
içerisindeyiz. Ortadoğu bölgesi kaynıyor. AKP kendisi Suriye’deki
muhalifleri silahlandırarak grup grup içeri gönderiyor. Biz niye silah
bırakalım? Niçin silahı aldık ve şimdi niçin bırakacakmışız? Bir amaç
için aldık. Şimdi de herhangi bir zorluğumuz yok. Bu silahlı mücadeleyi
yürütmek için koşullar her zamankinden daha fazla elverişlidir. Neden
bırakacakmışız? Öyle yağma yok. Kimse çocuk değil. Batı Kürdistan’daki
Kürtler eğer erkenden durumu fark edip silahlanmamış olsalardı, kendi
savunma örgütünü kurmamış olsalardı şimdi o silahlı grupların kölesi
olurlardı. Ama erkenden fark edip silahlandıkları için bir irade
durumundadırlar. Kürt halkı her yerde tarihin bu döneminde irade olmada
ısrar edecektir. Herhangi biçimde gerileme, teslim olma, pasif durma
asla olmayacaktır. Bunu herkes bilmeli. O açıdan silahları bıraksınlar,
yurtdışına yaşayabilirler bunlar çok bayat şeyler. Gelişen süreci doğru
okuyan siyasetçiler daha doğru konuşabilir. Biz öyle siyasetçilerin
ortaya çıkmasını bekliyoruz” diye konuştu.
Türk devletinin
diyalog süreci ile bu sorunu çözelim demesi halinde buna da hazır
olduklarını beyan eden Karayılan, Kürt sorununun çözümünde muhatap
olarak Kürt Halk Önderi Öcalan’ı gördüklerini yineledi. Karayılan şöyle
konuştu:
"Kendisinin güvenlik, sağlık ve serbest hareket etme
olanaklarını geliştirin. Diyalogla çözmek üzere köklü biçimde çözmek
tümden silahları devre dışı etmek üzere diyalog sürecine böylece imkan
verin deriz. Türkiye’yle bir arada yaşama Türkiye sınırları içerisinde
demokratik eşit özgür bir biçimde bir yaşamı geliştirme stratejisinden
vazgeçmiş değiliz. Ama eğer bu değil de işte öteden beri Türk devletinin
Kürt halkına onun özgürlük mücadelesine ‘terördür terör şiddetle yok
edilecek’ diyerek üzerimize gelmeye devam edeceklerse de bizim zaten
tutturduğumuz bir mücadele stilimiz var. Herkes yolunda yürür. Ama bizim
tercihimiz elbette ki cezaevindeki yoldaşların da ortaya koyduğu gibi
yeni demokratik bir çözüm sürecinin gündemleşmesidir. Eğer Türk tarafı
buna kani olmuşsa, eskisi gibi öyle oyalama kandırma taktikleriyle
gelinecekse kimse hiç buna teşebbüs etmesin. Bizim bu tür şeylere
karnımız tok. Ama yok gerçekten bu süreci siyasal diyalog yöntemlerle
çözmeye karar kılmışlarsa bu konuda zihinsel bir oluşum süreci
gelişmişse biz buna varız. Şimdi bu zindan direnişleri ardından gelişen
bir yumuşama ortamı vardır. Ama bize yansıyan açık resmi bir şey söz
konusu değildir. Biz ortamdan bahsediyoruz. Zemininin oluşmuş olmasından
bahsediyoruz. Kimse farklı durumlar mı var gibi bir arayışa girmemeli.
Bizim açımızdan öyle bir şey yok. Somut şeyler olursa ortaya konulur.
Fakat bir zemin var. Bazı yumuşatıcı sinyaller var. Bunlar ne kadar
gerçeğe dönüşür bilemeyiz. Biz mücadelemizi yürütmek zorundayız. Her
şeyden önce Önderliğimiz üzerinde tamı tamına 486 gündür kanunsuz bir
tecrit uygulaması vardır. Bu kadar şey ortadayken birileri bizden adım
bekliyorsa yanılıyor. Bu büyük bir haksızlık olur. Hele hele
Önderliğimiz çatışmaya doğru tırmanışın önüne geçtikten sonra tekrar
bizden adım beklemek yanlıştır. Bu konuda top tamamen karşı taraftadır.”
ANF
Suriye'de yaşanan gelişmelere ilişkin ANF'nin sorularını yanıtlayan
araştırmacı tarihçi Foti Benlisoy, AKP'nin bölgede Kürt-Arap geriliminin
zeminini hazırladığına dikkat çekti.
Araştırmacı tarihçi Foti
Benlisoy, Türkiye'nin Suriye'ye ilişkin tüm planlarının arkasında Kürt
sorununun olduğunun altını çizdi, Güney Kürdistan tarzı travmatik
deneyimi Batı Kürdistan'da yaşamak istemediğini belirtti. Benlisoy,
"Dolayısıyla Türk hükümetinin Güney Kürdistan'a yönelik müdahalesine de
Batı Kürdistan'a yönelik müdahalesine de karşı çıkmadan onun Suriye
meselesine yönelik angajmanına karşı çıkmanın anlamı yok" dedi.
AKP'nin
Kürt-Arap geriliminin zeminini hazırladığına dikkat çeken Benlisoy,
Suriye'deki siyasal ve askeri çatışmanın giderek mezhebi bir karakter
kazanmasının yanında bir etnik karakter kazanmasının, ayaklanmanın kendi
kendini bacağından vurması anlamına geleceğini söyledi, "Çünkü Esad
rejiminin dağıtılıp daha demokratik bir rejim yaratılabilmesinin tek
koşulu Suriye'de Kürtlerin demokratik siyasal özlemlerini tatmin
edebilen siyasal bir form tarif edilmesi" dedi.
Araştırmacı yazar Foti Benlisoy, Suriye ve Batı Kürdistan'da yaşanan gelişmelere ilişkin olarak ANF'nin sorularını yanıtladı.
Libya'da 8 ayda iktidar düştü. Suriye için de ilk beklenti buydu. Ancak böyle olmadı. Suriye'de hesaplar tutmadı mı?
Suriye meselesine fazlasıyla Libya merkezli bakılıyor. Baştan beri Libya kıyası hakim oldu.
Bu bakış doğru değil mi?
Pek
doğru değil. Libya'da başka dinamikler söz konusuydu. Örneğin,
emperyalist merkezler tarafından Libya petrolünün çok önemli olması
nedeniyle, bugün Suriye'de yaşanan uzun süreli istikrarsızlık orada göze
alınamazdı. Bir başka özellik Arap devrimci süreci içinde Libya,
emperyalist aktörlerin süreci kontrol edemediği bir dönemden çıkışın da
işaretiydi. Emperyalist aktörlerin, Libya'daki ayaklanmayı çalması, yani
oradaki halk hareketini kendi kontrolüne alması sadece Libya'ya değil,
bütün Arap devrimci sürecine ilişkin bir müdahaleydi.
Suriye’de
ise baştan itibaren emperyalist aktörlerin uluslararası askeri müdahale
seçeneğini masaya koymadı, böylesi bir yönelim söz konusu olmadı.
YEMEN FORMÜLÜ ARANACAK
Neden?
Esad
rejiminin Libya’nın tersine ABD ile ilişkileri iyi değildi. Libya'da
Kaddafi rejimi, 2000 yıllardan itibaren ABD, İngiltere ve Fransa ile
herhangi bir sorun yaşamayan bir rejimdi. Esad rejimi böyle değil; ancak
buna rağmen askeri müdahale seçeneğinin açıkça gündeme gelmediğini
görüyoruz. Bu Suriye'nin bölgedeki özgün konumuyla ilgili. Suriye'ye
yönelik askeri bir müdahalenin yaratacağı bölgesel deprem emperyalist
aktörler açısından ürkütücü. Özellikle ABD Suriye’ye açıktan bir askeri
müdahalenin askeri, siyasi ve ekonomik maliyetini kaldırabilecek durumda
değil. Ortada Libya’daki gibi petrol akışının devamlılığını garantiye
almak gibi bir aciliyet de yok. İkincisi, Suriye'de Esad sonrasına dair
garantiler yok. Suriye kapalı bir kutu.
Mesala Mısır'da Mübarek
devrilmeden önce aşağı yukarı hangi politik aktörlerin güçlü olduğunu,
Mübarek devrilirse eğer, hangi politik aktörlerin öne çıkabileceğini
öngörmek belki mümkündü. Suriye'de ise böyle bir açıklık yok. Suriye'de
şimdi devasa bir hareketlilik görüyoruz, yeni toplumsal ve siyasal
akımlar ortaya çıkıyor. Yani emperyalist aktörler açısından ciddi bir
belirsizlik söz konusu.
İsrail'in Suriye rejimiyle sürekli bir
ihtilafı olmasına rağmen, Suriye onun için kestirilebilir, hatta
'güvenilir' bir rakipti. Şimdi oluşmakta olan siyasal, sosyal, askeri
istikrarsızlık İsrail açısından dahi kaygı verici. Dolayısıyla bir açık
müdahale seçeneği yok ortada. Bence emperyalist aktörlerin temel
stratejik yönelimi, hem Beşar Esad rejiminin yorulması, yıpranması hem
de onun karşısında oluşmuş muhalefetin yorulması yıpranması. Bunun
sonucunda emperyalist aktörler bir tür aracı konumunda ortaya çıkarak,
Yemen'de olduğu gibi diktatörün çekildiği ama diktatörlük kurumlarının
mümkün mertebe ayakta kaldığı bir uzlaşı formülü uygulamaktı.
Emperyalist aktörler bu plana yakın mı?
Bir
bakıma evet. Suriye’de tarafların yıprandığı, güçsüzleştiği bir hal
var. Ancak emperyalistler açısından mevcut durum kontrolden çıkabilecek
bir hal de alabilir. Hillary Clinton'un son açıklamasındaki, "Suriye
Ulusal Konseyi, içerdeki muhalefeti ne kadar kapsıyor?" sorusu, onların
tasavvurlarının, alanda cereyan eden mücadeleler açısından geçerli
olmadığını ortaya koyuyor. Doha'da oluşturulan çatı örgütünün ne kadar
kapsayıcı olacağı tartışmalı. Bizde Suriye'deki çeşitli muhalif
grupların emperyalizmin bir piyonu olduğu düşüncesi hakim. Ancak
Clinton'un açıklaması bir dizi müdahalelerine rağmen ABD’nin dahi o
çatışma içerisinde tasarımlarını tam olarak hayata geçiremediğini
gösteriyor. Bunda Esad rejiminin beklenenden daha sert ve kararlı
çıkmasının etkisi de var.
TÜRKİYE GÜNEY KÜRDİSTAN TRAVMASINI TEKRARLAMAK İSTEMİYOR
Suriye ile ilgili tartışmalarda Batı Kürdistan çok özgün bir yerde
duruyor. Bir özerklik ilanı da söz konusu oldu. Türkiye bu gelişimin
önüne geçmeye çalışıyor. Batı Kürdistan'ın gelişimi engellenmesine uygun
bir siyasi konjonktür var mı?
Güney Kürdistan tarzı bir
travmatik deneyimin Batı Kürdistan'da yaşanması kaygısı, Türkiye'nin
baştan itibaren Suriye'deki gelişmelere bu kadar aktif bir şekilde
katılmasını beraberinde getirdi. Bu yüzden de Türkiye, Suriye Ulusal
Konseyi'nin oluşturulmasında Kürt demokratik taleplerinin mümkün mertebe
yansıtılmamasına çalıştı. Suriye Ulusal Konseyi (SUK) içinde Müslüman
Kardeşler etkiliydi. Türk hükümetinin, Suriye Müslüman Kardeşleri ile
ayrıcalıklı bir ilişkisi var. Türkiye'nin Suriye'de arkasında durduğu
temel politik aktör, Müslüman Kardeşler. Bu nedenle Kürt muhalefetini
SUK’a entegre etmek Türkiye açısından önemliydi. Fakat, Kürt
muhalefetinin, Türkiye'nin denetim altında tuttuğu yapıya monte
edilemediğini gördük. Suriye'deki Kürt muhalefeti derken, sadece PYD'den
bahsetmiyorum, Kürt Ulusal Konseyi'ndeki tüm Kürt siyasal partilerinden
bahsediyorum.
Türkiye'nin alternatifleri var elbette. Özellikle
PYD'nin, Batı Kürdistan'da etkin olmaya başlaması, Türkiye'nin farklı
stratejileri devreye sokmasını beraberinde getiriyor. Örneğin, Esad'ın
PYD ve PKK ile gizli bir anlaşma yaptığı söylemi, sadece iç tüketime
dönük bir söylem değil. Aynı zamanda Suriye'deki çatışmada da
Türkiye'nin öne sürdüğü bir argüman. Türkiye, Suriye'deki değişik
muhalif siyasal akımlarla görüşürken, onları kendi denetimi altına
almaya çalışırken, aynı zamanda onlarla PYD ve Kürt muhalefeti
arasındaki açıyı daha da büyütmeye çalışıyor. Bunu yaparken, bu söylemi
onlar üzerinde de yeniden üretmeye çalışıyor. Bunda, yani Arap
muhalefetinde PYD’ye dair şüphe oluşturmakta etkili olduğunu görüyoruz.
Üzerinde
daha önce çok durmadığımız bir başka faktör de şu: Türkiye'nin Özgür
Suriye Ordusu (ÖSO) üzerinden Kürt bölgesindeki gelişmeleri tayin etmeye
girişmesi. Türkiye'de ÖSO'nun emir-komuta zinciri içinde merkezi bir
yapısının olduğu yönünde bir hayal var. Oysa ÖSO farklı siyasal
yönelimleri olan yerel askeri birimlerden oluşan heterojen bir yapı.
SELEFİ/İSLAMİ DALGA YÜKSELİYOR
Bunun anlamı ne? Ne önemi var?
Değişik
siyasal aktörlerin bu yerel ve parçalı silahlı birimleri kendi
yedeklerine alma ihtimalini daha da kuvvetlendiriyor. Türkiye'nin
kendine yakın bulduğu, lojistik destek sağladığı ya da finanse ettiği
silahlı birimler aracılığıyla –bunlardan kimisi ÖSO etiketini
kullanıyor, kimisi kullanmıyor- bir takım provokasyonlara giriştiği
ortada. Haseki vilayetindeki bir dizi çatışmayı buna bağlamak gerekiyor.
Türkiye bölgede bir Kürt-Arap geriliminin zeminini oluşturmaya
çalışıyor adeta. Bu çok tehlikeli bir şey. Suriye'deki ayaklanmanın
karşı karşıya olduğu en büyük sorun, dış aktörlerin, ayaklanmayı, kendi
jeostratejik çıkarları doğrultusunda esir alması ve kullanmaya
çalışması. Bu nasıl sonuçlar yaratıyor? Örneğin Katar ve Suudi
Arabistan, kendilerine yakın silahlı grupları desteklerken, Suriye'deki
halk hareketi içindeki İslami güçlerin gücünü artırıyor. Bu da Suriye'de
son dönemde güçlendiği görülen Selefi/İslami dalgayı yaratıyor.
Suriye'de İslamcılığın güçlenmesi ne anlama geliyor?
Bu,
ayaklanmanın başında neredeyse hiç olmayan mezhebi bir söylemin, halk
hareketi içinde yaygınlaşması demek. Ayaklanmanın başında, hiçbir zaman
mezhep ayrımlarının halk hareketi içinde ifade edilmediğini görüyoruz.
Edildiği durumda bile çok sınırlıydı. Beşar Esad rejimi daha çok bu
ayrımlara sarıldı. Yakın dönemde ise Katar ve Suudi Arabistan'ın
finansal, siyasal, diplomatik manevralarıyla birlikte Suriye'deki
muhalif hareket içindeki siyasal çatışmayı, mezhepsel terimlerle okuyan -
örneğin şöyle: Nusayri-Safevi diktasına karşı Sünni ezilen halk adına
cihat yapıyoruz- bir söylem yaygınlaştırılıyor.
Türkiye bu durumda nasıl bir pozisyon alıyor?
Türkiye
de buna simetrik bir şey yapıyor. Müslüman Kardeşler ile özel ilişkisi
dolayısıyla daha “ılımlı” İslami söylemi zaten yaygınlaştırıyor. Ama
aynı zamanda bir Kürt-Arap geriliminin de zeminini yaratıyor.
KÜRTLER BAASÇI REJİMİN EN BÜYÜK KURBANLARI
Böyle bir gerilimin tarihsel gerilimi var. Güncel olarak, Kürt-Arap gerilimi planı tutar mı?
Dediğin
gibi tarihsel olarak zemin var. 1960'larda yapılan nüfus sayımı ile
yaklaşık 100-120 bin Kürt'ün vatandaşlık hakkından mahrum bırakılması,
kamusal hayatta yer alamaması, dillerini kullanamaması, Araplaştırma
politikaları sonucunda sürgüne maruz kalmaları, gayrimenkul alıp
satamamaları... Bunlara karşı kendisini Arap milliyetçisi olarak
tanımlayan bir rejim var.
Bunun yanında, muhalefet dediğimiz
siyasal akımların önemli bir oranda kalkış noktası da bir tür Arap
milliyetçiliği. Kürtlerin bireysel kimliklerini tanımaya dönük bir
söylem varsa da, Kürt ulusal özlemlerinin, kendi kendini yönetme
arzusunun, kolektif düzeyde kültürel hakların tanınmasının söz konusu
olmadığını görüyoruz muhalefette de. Dolayısıyla da PYD'nin ya da Kürt
Konseyi'ni oluşturan Kürt siyasal partilerinin muhalefetle de arasındaki
soğukluğun temel kaynağı, muhalefetin de bu Arap milliyetçiliği
geleneğini şu ya da bu biçimde benimsemiş olması. Bu yüzden de Kürt
muhalif yapılarının, Suriye muhalefetine entegrasyonu söz konusu
olamadı.
Ama şunu abartmamak gerekiyor. Türkiye'de özellikle
AKP'nin öne sürdüğü gibi Kürtler eşit mesafe de almıyor. Kürtler Baasçı
Esad rejiminin en büyük kurbanlarından biri. Onlar zaten sistematik
olarak uzun yıllar boyunca Esad rejiminin muhalifi olarak kaldılar. 2004
Qamışlo Katliamı hatırlardadır. Dolayısıyla Esad rejiminin
dağılmasından en çok sevinç duyacak topluluk Kürtlerdir. Kürtlerin
tereddüdü, yeni oluşacak Suriye'de kendi ulusal taleplerinin karşılanıp
karşılanmayacağı meselesi.
Bu sorunun şu an için yanıtı yok değil mi?
Yok.
SUK'un bir önceki başkanı Kürt'tü. Demin bahsettiğim soğukluğu bertaraf
etmeye dönük kimi girişimler oldu ama ara kapanmış değil. Hatta
Serêkaniyê'deki çatışmalarda gördüğümüz değişik silahlı gruplar arasında
PYD'nin Esad rejimi ile işbirliği yaptığı algısı da pekişmiş gözüküyor.
Bu Türkiye kanalının yaygınlaştırdığı bir algı aynı zamanda. Bu mesafe
daha da mı açılır, yoksa kapanır mı, onu göreceğiz. Burada Türkiye'nin
tavrı çok kritik. Siyasal ve askeri çatışmanın giderek mezhebi bir
karakter kazanmasının yanında bir etnik karakter kazanması, Kürtlere
karşı değilse bile Kürtleri dışlar hale gelmesi, aslında ayaklanmanın
kendi kendisini bacağından vurması olacaktır. Çünkü Esad rejiminin
dağıtılıp daha demokratik bir rejim yaratılabilmesinin tek koşulu
Suriye'de Kürtlerin demokratik siyasal özlemlerini tatmin edebilen
siyasal bir form tarif edilmesi. Bu yapılamadığı takdirde, Beşar Esad
rejimi yerine başka bir rejim gelecektir, o rejim de Kürtler açısından
pek farklı olmayacaktır.
DİĞER HALKLARLA BERABER KALICI BARIŞ KOŞULLARI OLUŞTURULMALI
Esad rejimi devam ettiği ya da değiştiği durumda -bugünkü muhalefet
yapısına bakıldığında- ilk hesaplaşacakları yerin Batı Kürdistan
olduğunu düşünüyorum.
Olabilir. Bugün Irak'ta yaşadığımız
sürece bakalım. Maliki rejimi ile Irak bir toparlanma yaşadı. Adeta bu
derlenmenin doğal bir yan ürünü olarak Irak hükümeti ile Güney Kürdistan
yönetimi arasında ciddi bir gerilim yaşanmakta. Dolayısıyla Kürtlerin
kendi demokratik sosyal ve siyasal taleplerini bölgede
gerçekleştirmesinin yolu oradaki diğer halklarla kalıcı barışın
koşullarını oluşturabilmek.
Kürt tarafının niyeti böyle mi? Diğer halkları sürece kattıklarını düşünüyor musunuz?
Kürt
tarafı da çok çeşitli. Arap kamuoyunda, Kürtlerin Irak’ta ABD işgalinin
bir aktörü olarak değerlendirildiğini unutmamak gerekiyor. Maliki de bu
algı üzerine giderek, Kürt düşmanlığına oynayarak, Şii ve Sünni
toplulukları Arap milliyetçiliği aracılığıyla birleştirmeyi öngörüyor.
Dolayısıyla bu gerilimin arkasında böyle bir tarihsellik de var.
Unutmayalım
bölgenin tarihinde benzer durumların çok örneği vardır. Siyasal rejimin
şu ya da bu nedenle çözüldüğü ya da zayıfladığı koşullarda Kürtlerin
kendi kendilerini yönettiği yapılar kısa süre için oluşmuştur. Ama söz
konusu devletler kendini toparladığı andan itibaren bunların, dediğin
gibi, ilk vurduğu da Kürtler olmuştur. Dolayısıyla ulusal özlemlerin
karşılık bulduğu kalıcı bir barışı inşa edebilmek konjonktürel
başarıların ötesinde bir şey gerektiriyor. Suriye'deki Kürtlerin siyasal
kazanımlarının kalıcı olabilmesi Suriye'nin daha demokratik, özgür
olabilmesiyle mümkün. Böyle bir Suriye için farklı unsurları kapsayan
demokratik bir çerçevenin tarif edilebilmesi gerek.
Suriye'den Türkiye'ye gelelim. Suriye'ye yönelik emperyalist
müdahalelere karşı çeşitli eylemler yapıldı. Bu eylemlerde Batı
Kürdistan'a yönelik Türk devletinin müdahaleleri söz konusu olmadı.
Neden böyle?
Umarım bir tercih değildir. Tercih değilse şu
demektir: AKP iktidarına karşı çeşitli tepkiler söz konusu. Bu
tepkilerle kolaycı bir ittifak aranıyor olabilir. Kürt meselesini
görmeden Suriye politikalarına itiraz ederek CHP tipi itirazla çok rahat
bir araya gelinebilir. Herhangi bir pürüz olmaz. Muharrem İnce'nin
Meclis'te yaptığı konuşma vardı, Güney Kürdistan'a yapılan müdahaleyi
meşrulaştıran tezkere için "ne güzeldi" diyordu. Yeni tezkereye ise
karşı çıkıyordu. Bu söyleme teslim oluruz savaş karşıtı hareket olarak.
Oysa bizim sürekli iki tezkerinin söz konusu olduğunu vurgulamamız
gerek.
Türkiye'nin Suriye'ye ilişkin müdahale, mahipülasyon ya da
angajmanının arkasında hep Kürt meselesi var. Dolayısıyla Türk
hükümetinin Güney Kürdistan'a yönelik müdahalesine de Batı Kürdistan'a
yönelik müdahalesine de karşı çıkmadan onun Suriye meselesine yönelik
angajmanına karşı çıkmanın anlamı yok.
Belli ki Türkiye'de çok
geniş bir kesimde, Suriye'ye yönelik askeri maceraya karşı tepki var.
Büyük ihtimalle, AKP'ye oy vermiş birçok insanın da paylaştığı bir kaygı
bu. Dolayısıyla, Suriye ile doğal olarak birbirine bağlı Kürt
meselesini birbirine iliştirmek, muhalefeti buradan örmek, bize ek bir
enerji de sağlayacaktır. Kürt meselesinde de barışı talep edebilmek için
oradan bir kanal açacaktır. Kürt meselesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin
yürüttüğü savaşa karşı tepkileri çoğaltmak için Suriye’deki savaş
politikasının, aslında buradaki savaş politikasının bir uzantısı ve
devamı olduğunu savunmak bizim açımızdan faydalı olacaktır. Yani sonuçta
bugüne kadar çoğu kez yapılanın tam tersini yapmak gerekir. Bunu
yaparsak, yani Suriye konusuyla Kürt meselesini ne kadar
ilişkilendirirsek, Kürt halkının taleplerini karşılayan bir barışı
savunmak açısından daha olumlu bir konumda olacağımızı düşünüyorum.
AKP'NİN SURİYE POLİTİKASI ABD DAYATMASINDAN İBARET DEĞİL
Güncel politikaya bakarak soruma yanıt verdin... Sol, sosyalist
hareketin genetik kodlarındaki Kemalizm'le hesaplaşmanın etkisi nedir bu
tutumda?
Daha derinde bulunan nedenler var tabi... Suriye
eylemlerinde temel slogan, "Katil ABD, Ortadoğu'dan defol". Sanki
AKP’nin Suriye politikası ABD’nin bir dayatmasından ibaret. Esas
itibariyle kendi hükümetini, kendi hükümetinin dış politika tercihini
çok da odağına almayan bir söylem. Aslında Suriye meselesinde solun
politik hedefi Türkiye sermayesi, onun kolektif aklı olarak Türkiye
devleti değil. ABD ve ABD'nin piyonları ya da ajanları olarak gördüğü
yerel elemanlar, taşeronlar sadece. Türkiye sosyalist hareketin
emperyalizmi nasıl algıladığı, kapitalizmin gelişimini nasıl anladığıyla
alakalı bir durum bu. Tabi ki, bahsettiğin milli girdi, milliyetçi
girdiyle de alakalı. Sosyalizm derken azımsanmayacak bir bölümümüzün
antikapitalist boyutu olmayan, bağımsızlık çerçevesine sıkıştırılmış bir
“sosyalizmi” kastetmemizle de alakalı. Sosyalist hareket içinde bu
kadar bağımsızlık, bu kadar yurtseverlik vurgusu, antikapitalizmden
arındırılmış antiemperyalist vurgu oldukça Kürt meselesi ile barışması
çok zor olacaktır. Önemli bir bölümü yurtseverlik diliyle konuşan
Türkiye sosyalist hareketi neoliberalizmin ve savaşın ikili basıncı
altında ezilmiş Kürt halkına ne kadar değebilir ki.
MESELE SADECE İDEOLOJİK VE KÜLTÜREL SÖYLEM DEĞİL
Son olarak, "yeni osmanlıcılık" konusunu konuşmak istiyorum. Türkiye dış politikasında "yeni osmanlıcılık" tutar mı?
Mesele
keşke bir ideolojik ya da kültürel söylem olarak Osmanlı emperyal
nostaljisiyle sınırlı olsa. “Osmanlıcılık” söyleminin ardındaki daha
temel dinamiklere bakalım: ABD'nin bölgedeki gücü, 2000'li yılların
başındaki gücü değil. Bu yüzden ABD bir takım, alt emperyal aktörler
aracılığıyla hareket ediyor, onların politik hamlelerini daha fazla
gözetmek zorunda kalıyor. Mesela bu yüzden daha fazla Katar ismini
duyuyoruz. Irak'ı işgal ederken, Katar ismini bu kadar çok duymuyorduk.
ABD politikaları paralelinde hareket eden bölgesel aktörlerin, hareket
sahasının arttığı bir dönem bu. Türkiye de bir altemperyal aktör olarak
bu sahadan istifade etmek istiyor. Davutoğlu'nun diliyle söylersek, "bir
oyun kurucu aktör" ya da bölge gücü olarak devreye girmek istiyor.
Dolayısıyla bölge gücü olarak temayüz etmek arzusundaki Suudi Arabistan,
Katar ve Türkiye gibi aktörler arasında işbirliği olduğu kadar rekabet
de söz konusu oluyor. Türkiye'nin aktifleşen dış politika tercihleri
arkasında böyle bir dinamik de var.
Bir başka husus, Türk
sermayesinin, eski Osmanlı coğrafyasını oluşturduğu söylenen
topraklarda, hatta daha ötesinde Orta Asya'da etkin bir aktör olmasının
adımları Özal döneminde atıldı. Güney Kürdistan meselesini Türk
sermayesinden bağımsız tartışmamız mümkün değil. Türkiye sermayesi Güney
Kürdistan'ın yeniden inşaası sürecinde etkin bir rol aldı. Barzani'nin
AKP kongresinde konuşma yapması Erdoğan'a kişisel sempatisinden
kaynaklanan bir şey değil. Türkiye ile Güney Kürdistan arasında oluşan
çok ciddi iktisadi bağlar söz konusu. AKP hükümeti Barzani yönetimini
mutlak anlamda kontrol edemez ancak üzerinde basınç oluşturacak ciddi
bir iktisadi nüfuza sahip. Türk sermayesi daha geniş bölgede, Suriye'de
örneğin çok etkin bir aktör haline gelmişti. Mısır ve Libya'da buna
dahil.
Yani AKP'nin dış politikasının zeminini oluşturan daha
yapısal dinamiklerden bahsederken, ABD'nin son 10 yıl içinde bölgedeki
gücünün gerilemesi ve Türk sermayesinin daha aktif hale gelmesine bakmak
gerekiyor.
Bu Türk dış politikasını bölgede daha etkin bir rol
almaya doğru itiyor. Osmanlı meselesi bunun sosu. AKP, İslamcı bir
kökenden geldiği, milliyetçi-muhafazakar olduğu için böylesi bir dış
politika uygulamıyor. İdeolojik tercihler dolayısıyla ortaya çıkmış bir
dış politika yönelimi değil bu. Elbette etkisi vardır ideolojik
tercihlerin. Ancak, az önce de bahsettiğim gibi daha yapısal, temel
dinamikler söz konusu.
ANF