10 Temmuz 2011 Pazar

Diriliş

Kürd halkının, öz siyasal otoritesine sahip, çağdaş hukuka dayalı, toplumsal sözleşmesini oluşturmadankolonyalist tıravmadan kurtulması mümkün görünmüyor. Genel seçimlerde BDP üstün bir başarı gösterdi. Bu son iki yüzyıllık kolonyalist uygulamalarla komaya girmiş Kürt halkının PKK ile birlikte yeniden dirilişinin öyküsüdür. Kürdler yaralı bir ulustur, mücadele devam ediyor. Bu yaraların ancak diriliş ve aydınlanma güçlendikçe iyileşeceğine inancımız tamdır. İnsanın köle kalması en değersiz varoluştur ve celladına hayran olması kabul edilenez.

Bu devletin geleneklerinde diplomatik-uzlaşı yöntemleriyle sorunları giderme kültürü yoktur. Osmanlı İmparatorluğu Balkanlardan Mısıra kadar dayanan hegomanyasını böyle kybetmedi mi? Geçmiş Kürt isyanlarına erken doğumlar yaptırarak ezdi, şayet ezemeseydi kaybederdi. Durum bu sefer farklı; bu bir ani isyan değil, yıllara yayılarak olgunlaşan siyasal ve sosyal bir halk hareketi olduğundan ötürü ezilmesi s osyolojik açıdan mümkün görülmüyor. Bu açıdan devlet ya tam kaybeder ya da uzlaşma yolunu seçmek zorundadır.

Nereden nereye…Yetmişlerde Ankara’dan yola çıkan bir avuç Kürd aydın gençliğin ruyası sürüyor. Bu aynı zamanda paramparça edilmiş bir ulusun yeniden varolmasının hızlı ve kanlı evrim sürecidir. Mücadele sürüyor, sürecek. Değerli dostum Ateşin ve Güneşin Çocukları’nın yazarı Adnan Yücel’in dediği gibi « Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek »sürecek.

Herşeyin bir evrimi var. Aağır bedeller pahasına Kürtler düşe kalka siyaset yapmayı öğrendi. Siyaset, Aristoteles’e göre “Yurttaşların, toplumu ilgilendiren işlerle ilgili olarak yaptığı herşeydir.” Siyaset felsefesi siyasi yaşamı konu alan, özellikle de devletin özü, kaynağı ve değerinin ne olduğunu araştıran felsefe disiplinidir. Rasyonel ve yasal egemenlikte ise iktidar, gücünü, yazılı ilkeler ve hukuktan alır. Fakat yazılı ilkeler toplumun çıkarlarına göre toplumun belirleyeceği ilkeler olarak koşullara ve zamana göre demokratik temelde reforme edilir. Toplumun bilinçli olması demokratik muhtevayı güçlendirir. Toplum bilinçli değilse demokrasinin gelişmesi ve güçlenmesi nasıl mümkün olabilir mi? İşte umut verici olanda budur ; Ulusal Kurtuluş Hareketi Kürt halkını önemli ölçüde diriltti ve aydınlattı. Fakat bu aydınlanma sürecininin anadilde eğitim hakkı elde edilerek devam etmesi toplumsal aydınlanmaya farklı bir ivme katacaktır.

Her yerel ve genel seçimlerde Kürdistan’da yaşanan gelişme, her Kürt bireyinin vicanını ve aklını ahlaki temelde iyi kullanması anlamına geliyor. Dersim mutlaka kolonyalizmin sarmalından kurtulacaktır. Kemalizm Türk ulusculuğun seksen yıl önceki aydınlanması sayılsa bile günümüzde o’nun statukoculuğu ve karanlığıdır. Hele Kürtler açısından başka bir ulusun kötü hammaddesi olarak yokoluştur. Bu açıdan CHP Kemalizmin en karanlık yüzüdür.

Hobbes, iktidarın kaynağını, toplumun birlikte yaşama çabasındaki “ortak i radesinden” aldığını ve devletin varolması durumunda insan yaşamının nasıl bir seyir alacağını sorar. Ve o meşhur sözüyle: “İnsan insanın kurdudur” der. Eğer devlet olmazsa insanlar birbirlerine zarar verirler. Bundan dolayı, insanlar birbirlerine duydukları sevgiden dolayı değil, korktukları için ortak bir irade ya da toplumsal bir sözleşme ile bir otoriteye başvururlar. İşte halk olarak var olmak için her ulus kadar Kürt halkınında kendi kendisini sosyal ve demokratik temelde yönetme hakkına sahip olması bir zorunluluktur. Fakat Hobbes’in dediği gibi « korku »dan değil eşit ve özgür yaşamı esas alan çıkarlar temelinde.

İktidar kaynağını, “insan doğasından” alır; yani toplumu içten ve dıştan gelebilecek tehlikelere karşı koruma düşüncesinden alır. Platon ve Aristoteles tarafından savunulan bu görüşe göre devlet, insanların korunmaları, temel ihtiyaçlarını karşılamaları, kendilerini gerçekleştirmeleri ve ahlâki bakımdan daha iyi olabilmeleri için araçtır der. Kürt halkı da bu araca sahip olmak zorundadır. Bu aracın adı koşullara göre özerklik ya da federasyon olması çok önemli değil, yeterki Hobbes’in dediği gibi toplumsal sözleşmesine sahip olsun.

Aydınlanmış toplum bu sözleşmenin içini toplumsal eşitçilikle doldurup, Kürtlerin dışında Kürdistan’da yaşayan farklı halk ve etnik guruplara, sosyal ve aidiyetsel bakımdan tam özgürlük ve demokratik devleti esas alması elbette çok önemlidir. Tek kutuplu bu dünyada, başını Batı’nın çektiği ve herşeyi silindir gibi ezdiği bu pragmatik çıkarlar sistemine rağmen PKK’nin ulusal kurtuluş misyonunun yanı sıra sosyalist çizgisini koruması Kürt halkı ve Ortadoğu için bir şanstır. Batı varsın PKK’nin sosyalist özüne tahammül etmesin. Sosyal, özgürlükçü ve adil olmayan bir kurtuluş kurtuluş olabilir mi ? DTP-Bloğ’dan Süryani asıllı Erol Dora ve diğer Türk kökenli adayların seçilmesi, hele hele kadın kontenjanın bir asırlık sistem partilerinden daha fazla olması Kürd halkının
Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleşaydınlanması adına sevindiricidir. Kürt Hareketi’nin soruna geniş bir pespektiften bakması ulusal davaya gölge değil ivme kazandırıyor.
 

dere@bluewin.ch

Yunan Trajedisi mi,Yoksa Yunan Devrimi mi?

 
Geçen yıl çiçeği burnunda Yunanlı bir iktisatçı ile kapitalizmin ve Yunanistan krizin sebeplerini ve sonuçlarıüzerine yaptığımız konuşmayı hatırlıyorum. O zamanlar Yunanistan’da bir kriz ihtimalinden söz edilmeye yenibaşlanmıştı. Orta sınıftan gelme ve kapitalizmin büyük bir nimet olduğuna inan Yunanlı iktisatçı o kadar çokkapitalizme ve onun yarattığı kurumlara güveniyordu ki benim (bizim) Yunanistan’ın iflasın eşiğine gidebileceği ve Yunan halkını bekleyen çileli bir yoksulluğun başlayacağı ‘öngürümü’-müzü ‘komunist paranoya’ diye niteleyerek geçiştirmişti.

Bugün Yunanistan başta olmak üzere İspanya, Portekiz , İrlanda ve İtalya gibi AB ülkelerinin karşı karşıya olduğu ekonomik gerçeklik
ortada dönen şeyin pekte ‘komunistlerin kafalarından uydurdukları’ paranoyalar olmadığını artık bir lanete dönüşen kapitalizmin yapısal krizinin son kurbanın Yunanistan olduğunu işaret ediyor.

Yunanistan’ın bu gün karşı karşıya kaldığı ekonomik kriz (yaşanalar bir krizden çok Yunanların çok sevdiği laf olan ‘kaosla’ yada ‘tragedyala’ tanımlanabilir) karşımıza devasa bir tarihsel ve ekonomik tartışma penceresi açacağa benziyor.
2008 yıllında Lahmen Brothers şirketinin iflası ile başlayan global finansal krizle, neo
liberalizmin 1960 larda beri ‘leverage’ (kaldıraç güç) olarak nitelendirdiği borçlanma üzerine oluşan makro ekonomik sistemi ile ‘too big to fall’ (Düşmeyecek kadar çok büyükmek) mantığı ile şişirilen ekonomilerin ve şirketlerin nasıl yerle bir olduğunu gördük. Batı kapitalist devletler, binlerce milyar dolarlarla bu devasa büyük fınansal kurumların yıkılışını geciktirmek için halkın vergilerinden (yada sadece habire yeni paralar basarak) situmile paketleri ile paralar pompalamaya dursun, Yunanistan’da yaşanan pekte Goldman Sachs yada Morgen Stanley gibi uluslararası sermayenin kurumlarını kurtarmaya benzamıyor. Zaten onlara davrandığı gibi de Yunanistan’a cömert davranmıyor uluslararası sermaye.

İkinci vurgulanması gereken nokta ise ülkelerin iflasının şirketlerin iflasına benzemediğidir. Şirketler iflas ettiğinde orada çalışanlar kapılar çekıp çıkarlar ve yeni bir iş aramaya giderler. Bunların ülke ekonomisine etkileri işsiz kaldıkları süre orantılı olarak yükselen işsizlik oranın ülkenin büyüme hızına ve GSMH olan etkisi ile hesaplanır.

felaket dolanıyor. Marx’ın 150 Ancak ülkeler battığında o ülkede yaşayan insanların kapıları çekıp gitme şansları yoktur. Sonuna kadar o yoksullukla yaşamak zorundalar. Başta Yunanistan olmak üzere Avrupa’nin semalarında tamda böyle biryıl önce dediği ‘komunizimin heyaleti’ yada daha doğrusu ‘laneti’ dolaşıyor gibi.

Bir analoji yada ironi bulma çabasıyla değil ama öyle görülüyor ki Batı modernizmi kendini üzerine inşaa ettiği Antik Yunan medeniyetinin başladığı yerde kendi sonunun başlangıcının kıvılcımlarını çakıyor. Ancak batı modernizmi vefa ve sadakat duygusu şurada kalsın (Gerçi İngiltere Başbakanı David Cameron Antık Yunan’a olan vefa borcundan dem vurarak Yunanistan’a yardımdan söz etti ) 150 yıldır Yunan halkını sürükledikleri ‘yalan cennetten’ ağır faturalar ödeterek kurtulmanın yollarını arıyorlar.

Şimdi bütün tarihsel metaforlardan uzak Yunan krizinin temellerine bir göz atalım. Göz atalım ki neo-liberalizmin yaratığı ‘güvenli cennet’ illizyonunun nasıl tarumar olduğunu görelim.
Batı yayın organları ve kapitalist medya, Yunanistan krizinin suçlusunu ilk günden ilan etti bile. Onlara göre suçlu; yolsuzluğa bulaşmış Yunan siyasetçiler ve işadamları ile çalışmayan sabah akşam ‘frape’ yudumlayan yan gelip yatan Yunan halkıydı. Hani daha fazla ekonomiden anlayan kişilerse bu suçlu listesine ‘ağır bir yük olmaya başlayan kamu sektörü ile hantallaşan bürokrasiyi eklemeyi unutmadı.
İlk bakışta yukardaki listeyi doğrulayan bir gerçeklik var. Yunanistan deyim yerindeyse siyaset ve burjuva oligarşisinin 150 yıldır hakim olduğu bir ülke. Üç-beş ailenin hakim olduğu ve bunların etrafından Atinalı elitlerin oluşturduğu bir tür parlementer oligarşi hakim Yunanistan’da . Bu siyaset ve ekonomi oligarşisi tümüyle yolsuzluğa bulaşmış durumda.
İkincisi, 11 milyonluk Yunanistan’da nüfusun 2 milyonu kamu sektöründen ekmek yiyor. Ancak Yunan halkını yan gelip yattığı başlı başına bir yalan olduğunu BM raporları söylüyor. Bu raporlara göre Yunanistan OECD ülkeleri arasında Güney Kore’den sonra en uzun günlük çalışma saatı olan ülkesi.

yükselmenin olduğunu görülüyor. Dolaysıyla bu rakamlardan bile hareketle
Yunanistan 1980 de Avrupa Birliği’ne girmesinden sonra kişi başına düşen GSMH yüzde binlere varan birYunanistan toplumunun son 30 yıldır göreceli ‘iyi bir hayat’ yaşadığını söyleyebiliriz. Ancak krizden önce dünyadaki en büyük 25. ekonomisi olan Yunanistan’ın geldiği durum bu gelişmenin bir balon olduğu gösteriyor.

Ancak batı medyasını belirttiği gibi sadece bunlar değil, Yunan krizinin sebepleri.

Yunanların ulusal değerleri Krizin diğer bir sorumlusuda bugün Yunanistan’ı bütün diplomatik temmayüllerin ötesinde aşağılayan veile dalga geçen başta Almaya ve Fransa olmak üzere AB ülkeleri olduğunu görmek gerek.
Öncelikle Yunanistan’ın Batı devletlerle macerasına bir göz atalım.

Bu ilişki, Yunanistan bağımsızlığını kazandığı 1832 yılından başlayarak batılı ülkelerin Hollanda dükünü kral olarak atamalarıyla oluşturdukları monarşik bir sistemle devam eden ve daha 1893 yılında ülkeye tarihindeki ilk ekonomik iflası yaşatan ve ülkeyi batılı devletlere tamamıyla bağımlı hale getiren çetrefilli bir tarihsel hikayeye dayanıyor. Birinci dünya savaşında Türk-Yunan savaşını altında bu borçların oluşturduğu siyasal baskı vardı. O savaş Yunan halkına 1922’deki mübadeleye ‘büyük felakete’ mal oldu. Tamamıyla Berlin, Londra ve daha sonra Washington merkezli bu politikalarla Yunan halkı kontrol altında tutulmaya çalışıldı.


İkinci dünya savaşı sonrasından başlayarak başta ABD ve AB Yunan halkına verdikleri bütün destekleri ‘rüşvet’ verme şeklinde olmuştur. İkinci dünya savaşında Alman ve İtalyan faşizmine karşı savaşan Marxist Yunan partizan örgütleri liderliğindeki sosyalist hareket iktidara yakın olduğu bir dönemde ABD’nin Marshal yardımları ve Truman Planları ile ülke tamamıyla Batı ülkelerinin denetimine girdi. Bu yardımlar devrimin eşiğindeki bir halka verilen rüşvetlerdi.

Sonra 1967 ile 1974 yılları arasında CIA ‘Albaylar Cuntasına’ karşı ayağa kalkan Pollyteknik direnişlerine sahne olan Yunan sosyalist hareketini bastırmak için NATO üzerinden Türkiye’ye benzer bir Gladio organizasyonu oluşturuldu.
Cunta sonrası yeniden gelişmeye başlayan Yunanistan Sosyalist mücadelesi Batı dünyası Balkanlardaki son kalelelerini kaybetmeme pahasına soğuk savaşın hüküm sürdüğü günlerde Yunanistan’i AB’ye almıştı.
Bu Yunan halkına Batı tarafından verilen ikinci bir rüşvettir aslında. Bir devrim korkusundan Yunanistan AB’ye alınmış ve sus payı olarak AB’nın yardım paketleri ile ülkeye inanılmaz paralar ve krediler pompalanmıştı.
kısmının Atina’daki siyaset Alman ve Fransız bankaları Yunanistan’ın verilen kredilerin geri ödemeyeceğini ve verilen kredilerin büyük birve ekonomi oligarşisi tarafından paylaşıldığını bile bile vermiş ve bir anlamda süregiden bu yolsuzluğu desteklenmiştir.

AB kısıtlamaları çerçevesinde tarım ve industri alanında gerileyen Yunan ekonomisi sadece arz talep dengesini sağlamak ve orta sınıf oluşturmak adına kamu sectörünü aşırı şişirmiş neredeyse toplumun yüzde 40’ını kamu sektörü ile deniz taşimacılığında geri kalanı ise Turizm ve hizmet sektöründe geçinir hale getirilmiş.

yeniden Şimdi bu gerçeklikten hareketle yaşanan bütün bu politikaların hesabı Yunan halkının cebinden çıkarılmak isteniyor. Ancak 400 milyar dolara ulaşan borcun, ortaya konulan IMF-AB tasaaruf planı ile ödemesi vebir ekonomik gelişim sağlaması mümkün değil.

zamlarla yüzde 50 azalacağı
Yunan oligarşisinin ( Kamu sektöründe çalışanlarının yüzde 20 sinin işini kaybedeceği ve hane başi gelirin kesintiler, vergiler vebir ortamda Yunan halkının Alman ve Fransız bankalarının borçlarını ödemek vekapitalizmin artı-değer yolsuzluğununda ötesinde) direkt yolsuzlukla elde ettiklerini korumak için ‘kemer sıkmaya’ gideceğini beklemek akıl karı değil.

2008 Aralığında bir Yunanlı gencin polislerce öldülmesinden sonra başlayan spontane Yunan isyanı iflasın eşiğinde yoksulukla terbiye edilmeye çalışılan bir halkın kızgınlığı ile birleştiğinde bundan bir devrim çıkar mı sorusu bugün daha da yakıcı bir hal almış durumda.


siyasetten anlamayan
aciz AB ülkelerinin ‘seni Eurodan atarız’ üyeliğini dondururuz’ blöflerine ‘ sıkarsa yapın’ (Çünkü ekonomiden vebir çocuk bile AB’nin böyle bir şey yapma gücünün olmadığını biliyor) demeyecek kadarbir görüntü çizen Yorgaki (Yunanlar Yorgo Papandreou’ya küçük Yorgo anlamına gelen bu sözle hitap ediyor) üç aylığına koltuğunu ve 12 Milyar Euro’yu şimdilik elinde tuttu ama gelecek Eylül’de yine aynı karabasanla uyanacak gibi.

IMF ve AB komiserleri Yunanistan’ın kamu kurumlarını ve devlet gayri menküllerini ‘kelepir’ fiyatına çok uluslu sermayeye satmaya hazırlanırken, gün geçtikçe yoksulluğun bir kangren gibi vücudunu sardığını hisseden başta Yunanistanlı yoksullaların ve orta sınıflarının tepkilerinin ne olacağını bekleyip göreceğiz.


Tarihin bu çatallanan sürecinde, sadece Yunanistan değil ama Avrupa’nin geleceği iğne ipliğine asılı duruyor. Bu sefer ya Yunan halkı fazlasıyla geciktirilmiş devrimlerini yapar yada AB’nin yüzü suyu hürmetine çileli yeni bir
Yunan Tragedisi’nin temellerini atar.

Uygarlık Manifestosu/Yeni Paradigmayı Oluşturmak


  Fikret Hoca kapitalizm ile derdi olanlar için, kapitalist barbarlıktan çıkış manifestosu niteliğindeki, YeniParadigmayı Oluşturmak- Kapitalizmden çıkmanın gerekliliği ve aciliyeti üzerine bir deneme adlı kapsamlı eseri kapitalist barbarlıktan çıkışı önüne koyanlar için bir rehber değerindedir.
İnsanlığın sorununu ortaya koyarken çıkış yolunu da gösteren/öneren eser beş bölümden oluşmaktadır:
-Muasır Medeniyet Seviyesinin Üstüne Çıkma Retoriği: Ufukta bir Çizgi
-İlerleme, Modernleşme, Çağdaşlaşma, Büyüme, Kalkınma, sürdürülebilir Kalkınma: Bu yol Nereye Çıkıyor?
-Vaadedilen ve Gerçekleşen: Muasır Medeniyet Suç İşlemeye Devam Ediyor
-Geçerli Paradigma ve Aktörler: Veya Kim Nerede Duruyor?
-Yeni Paradigmayı Oluşturmak: Alternatif Mümkün

Bu beş bölümde sorunlar tanımlanır ve köklü eleştiriler yapılırken köklü çözümler ortaya konmakta, insanlığa yeni bir perspektif sunulmaktadır.
Fikret hoca eserinde T.C. özelini olduğu kadar, global kapitalizmi sorgulayarak insanlığa bir çıkış yolunu gösterir. Bunun için başta insanlığı kuşatan manipülasyondan kurtulması ve ayağa kalması, kaderini eline almasıgerekir: Söylemler, ezilenleri/sömürülenleri, kaybedenler cephesini, başka türlü ifade etmek istersek, yeryüzünün lânetlilerini aldatmayı amaçlayan yalanlardan, ideolojik manipülasyonlardan başka bir şeydeğil…Eğer olup-bitenlerde insanların, insan toplumlarının bir dahli varsa ki, kesinlikle var, o zaman bu 'başkatürlü yapmanın’, 'başka türlü yaşamanın’, 'insana, topluma, doğaya dair farklı bir bakışın ve yaklaşımın’ mümkünolduğu anlamı¬na da gelecektir. Bu da ancak yurttaş bilincine sahip 'çoğunlu¬ğun’ kendi kaderinin efendisiolduğu durumda mümkündür... Komünal toplumun çözülüşünden itibaren insanlığın en temel taleplerinden biri olan özgürlük yani İnsanların kendi kaderine sahip olması ve çizmesi duygusudur. İnsanlar ancak, kendi hayatlarıüzerinde kendileri iktidar sahibi iseler özgür olabilirler. Özgürlük dürtüsü en derin ihtiyaçlarımızdan ve özgürtoplum vizyonu en eski rüyalarımızdan biridir. Fikret Hoca çoktandır unutulan bu temel duyguya ve rüyaya çağrıyaparak, özgürlük manifestosunu okuyucularıyla paylaşıyor. İnsanın en temel eğilim ve duygularından birineseslenerek kendi kaderini çizmeye ve ütopyasını kurmaya, İnsanlığı içine düştüğü yanılsamalardan kurtularak düşünmeye davet ediyor: Düşünmek hayır demeyi bilmektir.

Fikret Hoca, insanlığın önündeki temel sorunu net olarak özetler. İnsanlığı bekleyen iki şey vardır: Ya geçerli paradigmadan, kapitalizmden vakitlice çıkılacak; ya da insanlığın bir geleceği olmayacak...
Fikret Hoca, İçinde bulunulan durumdan çıkışın anlaşılabilmesi için rejimin temel niteliğinin anlaşılması gerektiğinin yıllarca altını çizdiği gibi bu eserinde de bu konuya geniş bir yer ayrılmıştır.
Cumhuriyet rejimi gerçek niteliğini gizlemeye, eskiyi yepyeni bir şeymiş gibi göstermeye mecburdu. Bu amaçlabaşlıca üç araç devreye sokulacaktı: Birincisi, tarihi 19 Mayıs 1919'dan başlatıp, Ebedî Şefin ve bürokratik egemen elitin ihtiyacına cevap veren, tahrifat, yalan ve yok saymaya dayalı bir resmî tarih versiyonu üretmek; İkincisi, Mustafa Kemal'i putlaştırmak, Kemalizm denileni tabulaştırmak; Üçüncüsü de kitlelerin bilincine nüfuz edip gönüllü kabullenme yaratması asla mümkün olmayan bağnaz bir resmi ideolojiyi topluma dayatmak... Sözkonusu bağnaz resmi ideolojiyi dayatmanın iki yolundan biri okul ve eğitim sistemi diğeri de modern cumhuriyetin “modern” kanunları, mahkemeleri, hapishaneleri, sansür, oto-sansür ve ideolojik linç olacaktı.

Rejim varlığını geri ve gerici hakim sınıf ittifakına borçludur. Bu gerici sınıfların ve sermayenin temelinde bu coğrafyadan donuna varıncaya kadar soyularak, tarihsel topraklarından kazınan Ermeni, Rum ve Süryani zenginliğinin gaspı bulunmaktadır. Her sermayenin temelinde kan ve gözyaşı olduğu gibi egemen sermaye veegemen ittifakın temelini de bunların kanı ve gözyaşları oluşturmaktadır. 1909 Kilikya’daki kitlesel Ermeni katliamının provokatörü ve organizatörü İtidal Gazetesi sahibi İhsan Fikri ’nin oğlu Cavit Oral 1948 yılında Çukurovanın en büyük toprak ağalarından biri olarak tarım bakanlığına getirilmekte oluşu boşuna değildir.

Rejimin dilini, hegemonyasını, araçlarını-kurumlarını, kavramlarını ve aktörlerini mercek altına alarakirdeleyerek, realiteyi ortaya koyar, dünya ölçeğinde geçerli rejim kolektif emperyalizmin anlaşılmasını mümkünkılar: Kapitalizm hiyerarşik bir sistemdir. Bir kutupta zenginlik üretebilme-sinin koşulu, karşı kutupta yoksullukve sefalet üretmektir. Başka türlü ifade edersek, kapitalist üretim tarzı bir sömürü metabolizmasıdır. Mülksüzleştirerek sermaye birikimi yaratan bir sistemdir… Öyleyse kapitalist üretim tarzının mantığı, işleyişi ve tezahürleri üzerinde durmak gerekecek. Bir bütün olarak alındığında, kapitalist dünya sistemi hiyerarşik tirama hiyerarşinin unsurları, bileşenleri olan, hiyerarşinin farklı yerlerindeki her ulusal kapitalist sosyalformasyonun herbiri de bizzat hiyerarşik bir yapı ve işleyişe sahiptir. Dünya ölçeğindeki hiyerarşinin benzeri ulusal düzeylerde de söz konusudur… Bu durumu kabullendirip- dayatmanın yolu gizlemekten geçiyor, gizlemek için de milliyetçilik, vatanseverlik, milli çıkar, ulusal yarar, yabancı düşmanlığı [zenofobi], vb. söylemler devreye sokuluyor. Oysa,’ ulusal’ egemenlerin çıkarı, kolonyalist-emperyalist ülkelerin egemenlerinin çıkarıyla ortaktır. Dünya ölçeğindeki ülkeler arasında asıl geçerli olan bir küresel egemenler koalisyonudur. Ya da asıl çelişki veya karşıtlık, yeryüzünün egemenleriyle yeryüzünün ezilen-sömürülenleri arasındadır.

Kalkınmanın bir yanılsama olduğunu örnekleriyle göz önüne sererek, Kapitalizmden kurtulmadan bağımsızlığının kazanılmasının ve kolonyalizmden kurtuluşun mümkün olmadığının altını çizer: Bu duruma dokunulmadan kazanılan bir 'bağımsızlık', yönetimin yerli unsurlara devredilmesi, sömürgeciliğin tasfiye edilmesi değil, sadece görüntüsünün değişmesi anlamına gelebilirdi… Dolayısıyla sömürgeciliğin tasfiyesi, sosyal yapıda bir devrimolmadan mümkün değildir. Elbette ideolojik, zihinsel-entellektüel bir devrim ve kopuş da gereklidir... Yarı-sömürge statüsündeki ülkelere gelince, orada da mülkiyet ilişkilerine dokunulmadığı sürece ve sömürgeci-emperyalist ülkelerle önceden kurulmuş eşitsiz ekonomik-ticaret-yatırım ilişkileri eskide olduğu gibi kaldıkça, yarı-sömürgecilik statüsünün değişmesi mümkün değildi.
Anti-emparyalist söyleme itirazını dile getirerek bu söylemin sakatlığını ortaya koyar: Sadece siyasal plandaki birdeğişiklik, kolonyalist yöneticinin yerini yerli unsurların alması, geçerli ilişkiler bütününü dönüştürmek, taşıyerinden oynatmak için yeterli olabilir miydi?. Hosea Jaffe: "Anti-emperyalist literatür genel olarak Batısömürgeciliğini [colonialisme occidental] mahkûm ediyor ama Batı sömürgeleştirmesini [colonisation occidentale] değil derken, bu ayrıma gönderme yapıyor. Oysa, sömürgeciliğin gerçekten tasfiye edilmesi öncelikle paradigma değişikliğini gerektiriyordu.

Geçerli Paradigmanın aktörlerini ve bunların en önemli aparatlarından Demokrasi yanılsamasına vurgu yaparak temsili demokrasiyi ve AB’den demokrasi beklentisini deşifre eder: “Yegane amacı ve varlık nedeni, kârı, dolayısıyla sermayeyi büyütmek olan kapitalist-emperyalist bir birliğin demokratiklik iddiasının hiçbir kıymet-iharbiyesi olamaz, nitekim yoktur. Fanatik piyasacılıkla malûl ve liberal virüs tarafından zehirlenmiş bir oluşumun emekçi halk çoğunluğuna teklif edebileceği bir tek şey olabilir: daha fazla sömürü…”Robespierre'in de dediği gibi 'zaman zaman birkaç temsilci seçmek' şeylerin gidişatını etkilemenin garantisi değildir.' Kaldı ki, temsilidemokrasi gerçek demokrasinin önünü kesmek amacıyla ve bilinçli olarak peydahlanmış bir yönetim aracıdır. Temsili demokrasinin karşısına çoktandır unutturulan doğrudan demokrasiyi koyar. Doğrudan demokrasi aynızamanda kitlelere bir dinamizm getirecek, varlık nedeni kitlelerin önünde set olan bürokratik hegemonyayı kaldıracak bir ilaç, Kitlelerin kaderini eline almada bir araç olarak önümüzde durmaktadır. Politikanın sosyalleşmesine vurgu yapar: O halde demokrasi nedir veya ne olması gerekir? Bir kere demokrasi, politikanın olması ve nasıl yapılması gerektiği sorusundan bağımsız değildir. Eğer toplumun yapısı, kurumları, örgütlenme tarzı ve işleyişi sorgulanabiliyorsa, sorgulanmaya açıksa, insanlar yaşadıkları topluma dair her temel sorunu tartışabiliyor, tartışmalara müdâhil olabiliyorsa, politik ve sosyal kurumların yapısı ve işleyişi de dahil olmak üzere, yasalar ve yönetmelikler değiştirilebiliyorsa, toplumu oluşturan yurttaşlar toplumsal/politik sürecegerekli olduğu her zaman ve her durumda müdahale edebiliyorsa, [itiraz, eleştiri, tartışma, öneri, karar sürecine katılma] başka türlü ifade edersek, toplum kendi hakkında düşünebilir ve gereğini yapabilir durumdaysa, orada politikanın, politika yapmanın bir anlamı, bir değeri, velhasıl bir kıymet-i harbiyesi var demektir. Demokrasiden söz edebilmenin ikinci koşulu da, politika yapmanın herkesin işi, olmasını varsayar... Ya da demokrasi, politika herkesin şeyi olduğu, herkes tarafından içselleştirildiği, sahiplenildiği durumda mümkündür. Eleştirilerinde siyasi partiler de muaf değildir.

Bunak kapitalizmin kuvvet şurubu kültüralizmi eleştirerek, kimlik siyasetinin dışlanmayı ‘ötekileştirmeyi’ortadankaldırmaktan ziyade dışlanmışlığı kendisi için bir çıkar aracına dönüştürme işlevinin altını çizer. “Eğer özgürlüktensöz ediliyorsa eşitlikten de söz edilmesi gerekir ve Rosa Luxemburg'ıın veciz bir şekilde ifade ittiği gibi: "özgürlük başkasının özgürlüğüdür". Dolayısıyla, özel ezilme/dışlanma alanları ne olursa olsun, şimdilerde insanların mâruz kaldıkları ayrımcılığın temelinde, tartışmasız bir şekilde kapitalizm ve onun devleti var. Elbettebu durum sadece etnik ve kültürel temelli kimlik siyaseti yapanlar veya yaptığını sananlar için geçerli değildir. Feminizm, çevrecilik [ekolojik hareket] gibi hareketlerin de kapitalizmi sorun etmedikleri sürece, kazanımları sınırlı olmaktan kurtulamaz.”

Neo~liberal ' Sınıf ve etnisite bağdaşmazlığı diye bir şeyin söz konusu olmadığını belirterek, kültüralizm konusunda değerliçalışmalar yapan Sibel Özbudun’un tesbitlerini paylaşır: "Son yıllarda sol içinde sahte bir ikilem biçimlendi: 'Yasınıf ya etnisite'. 'Sınıf seçeneği üzerindeki aşırı vurgu, kültürel/etnik çoğulluğu yadsıyan bir ulusalcılığateslimiyetin yolunu döşerken, çubuğun 'etnik kimlik' yönünde bükülmesi ise, ulusal baskıların hafifletilmesi adınaçözüm(süzlük) 'e sempatiyle bakılmasına yol açmakta. Kanımca her ikisi de, 'başka bir dünyamümkün diyebilen 'eşitlikçi özgürlük/özgürlükçü eşitlik' ütopyasından yan çizmenin, neo-liberaller ilemilliyetçiler arasında süregiden kayıkçı dövüşüne teslim olmanın kolaycı yollarını oluşturuyor. "

İslam, Alevicilik, “STK”ların işlevi değerlendirilir. Eleştirinin odağında reel sol da vardır: Solun krizi sistemiktir, yapısal niteliktedir ve uygarlık krizinden bağımsız değildir.
Sistemin çözüm olarak sundukları sorunun asıl kaynağıdırlar. Asıl amacı kar etmek, karı büyütmek olan birsistemden sorunların çözümünü beklemek bir şeyi olmadığı yerde aramaktır.
Bu sorunların aşılması için çözüm insanlığın birikiminde mevcuttur. Yeter ki geçerli ideolojik manipülasyonlarıortadan kaldıracak irade ortaya konulabilsin. Bu potansiyelin ortaya çıkarılmasını önemle vurgular: Küreselkapitalizm artık sadece insanî yabancılaşmalar, toplumsal kötülükler, doğa tahribatı yaratmakla kalmıyor, doğrudan insanlığın varlığını tehdit ediyor. Bu durum, 'üretici güç' denilenin tam bir yıkıcı güce dönüştüğünün resmidir...
Mevcut durumu aşmak, varolanın ötesine geçmek gibi bir iddiası olanların, öncelikle yapmaları gereken şey, geçmişin özgürleştirici/emansipatris düşüncesiyle bağ kurup, onu canlandırmak olmalıdır. Zira söz konusu miras, mevcut durumun aşılmasında baş vurulması gereken önemli bir hazinedir.
soyunun Eleştirinin ötesine geçmek veya eleştiriyi gerçekleştirmeyi, alternatifleri formüle ederek çıkış yolu aramanın gerekliliğinin altını çizip sunduğu on iki öneri üzerinde düşünmeye çağırırken , İnsanlığın yaratıcı gücüne hayal dünyasına, ütopyasına seslenir: Hayal etmek düşünmektir… Bir toplumun yaratıcı potansiyelinim büyüklüğü hayal edebilen üyelerin sayısının çokluğu ile doğru orantılı olduğunu, işbirliği ve dayanışmayı öne çıkararak, insanvar olup gelişmesinin anahtarının, rekabet değil işbirliği ve dayanışma olduğunu bir kez daha hatırlatır.
öyle Ulaştığımız kritik kavşakta, yeni bir rotaya girmek en azından iki şey için vazgeçilmezdir: 1 .Yaşamı güvence altına almak; 2. Daha iyi yaşanabilir bir toplum kurmak... Yaşanabilir bir toplum için ikinci önemli vazgeçilmez koşul demokrasidir. Demokrasi, şimdilerde dünyanın her yerinde oynanan sefil oyundan farklı bir şeydir veolması gerekir… olabildiğince 'doğrudan demokrasi' yöntem ve araçları devreye sokulmalıdır… Dayanışmanın inkârı olan rekabeti mahkûm eden bir anlayış gerekir ve insanlar nerede olursa olsun, olanaklar dahilinde hemcinslerinin kaderine duyarlı olmalı, onlarla empati kurmayı başarabilmelidirler.

Radikal önerilerini sıralar ki her biri kapitalist barbarlıktan çıkışta altın anahtar değerindedir.
- İktidarın oligarşinin elinden alınması anını beklemeden ve bugünden başlayarak, burjuva toplumu dahilinde yeni kurumsal yapılar, yeni yaşam alanları oluşturmak.
- Kapitalizmin ortadan kaldırdığı üretim/tüketim bağını ihya etmek,
- Bürokratik olmayan, katılımı esas alan demokratik bir planlamayı hayata geçirmek.
- Temel ihtiyaçları karşılamaya öncelik veren bir politika izlemek. Toplumun tüm üyelerinin temel ihtiyaçlarını güvence altına almak
-Zararlı ve/veya gereksiz üretime ve tüketime son vermek.
- Nüfusun ülke sathına yayılması sorunu da yeni paradigma iddiasında olanların üzerinde önemle düşünmeleri gereken bir şeydir.
- Farklı bir zenginlik, refah ve mutluluk anlayışına dayanan, yoksullukla değil, zenginlikle mücadele eden [zira doğrusu odur], ekolojik sınırı ve duyarlılığı esas alan bir üretim ve tüketim modeline geçişin koşulları ivedilikle yaratılmalıdır.
- Kamusal mallar ve hizmetlerin meta kategorisi dışına çıkarılması ve parasız sağlanması mümkün ve gerekli-dir.
-Doğal yaşama daha az zarar veren yenilenebilir enerjilere geçişi vakitlice sağlamak… Enerji yutucu modelden çıkmak… Otomobil çılgınlığına son vermek
- Yeni bir perspektife sahip, piramidal [hiyerarşik] olmayan yatay ve demokratik işleyişi içselleştirmiş yeni
örgütler oluşturmak.


Sait Çetinoğlu

Çatı Partisi İçin Temas Grubu Oluşturuldu


BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, Çatı Partisi çalışmalarını hızlandırmak amacıyla muhalif gruplarla görüşmeler yapan bir "temas grubu" oluşturduklarını açıkladı. Kürkçü, "Çatı Partisi konusunda ayakları yere basan son derece hayati olan bir yürüyüşe şekil vereceğiz" dedi.

İstanbul Kadıköy'de Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu bileşenleri ve destekçileri, seçim sonrası yaşanan güncel siyasi gelişmeleri tartışmak amacıyla BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü'nün katılımıyla Kazım Koyuncu Kültür Merkezi'nde toplantı düzenledi. Toplantıda ilk sözü alan blok bileşenlerinden BDP Kadıköy İlçe Başkanı Atilla Özdoğan, seçim öncesi başlattıkları çalışmaların seçim sonrasında da devam ettiğini belirterek, "Bizim bir görevimiz var. O da Kürt sorununun çözümünün onurlu barışa evirilmesinde gereken iradeyi göstermek. Sorunun çözümü şart ve elzemdir. Bizim bunu görmemiz ve buna göre davranış göstermemiz, mücadele etmemiz gereklidir" dedi. Özdoğan'ın ardından söz alan yine blok destekçilerinden Dicle Öztürk, blokla ilgili süren çalışmalar hakkında bilgi aktardı.

Toplantıya katılanların görüşlerini aktarmasının ardından sözü alan BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, bloğun sadece bir seçim ittifakı olmadığına dikkat çekerek, bloğun önemli bileşeni olan BDP'nin birçok konuyu içine sindirmiş bir parti olduğunu söyledi. "Çatı Partisi konusunda ayakları yere basan son derece hayati olan bir yürüyüşe şekil vereceğiz" diyen Kürkçü, Türk ve Kürt sosyalistlerin ilk defa böyle büyük bir ittifak içinde olduğunu söyledi.

Kürkçü, Çatı Partisi çalışmaları için bir "temas grubu" oluşturduklarını açıkladı. Bu grubun sosyalist ve muhaliflerle bir araya gelerek, ittifak içine davet edeceği bilgisini aktaran Kürkçü, "Sosyalistler ve Kürt özgürlük hareketi emek ekseninde bir araya geldi. Bu bizler için, hayatın yeniden şekillenmesinde büyük bir fırsat. Yeni anayasa çalışmaları var. Bu anayasa yapımında bizim için büyük bir fırsat" dedi.

Kürt Özgürlük Hareketi'nin devrim tarihinde önemli yeri olduğuna ve ciddi bir disiplin içinde çalıştıklarına işaret eden Kürkçü, devrimi düşleyen herkesin özgürlük mücadelesi veren Kürtlerden öğreneceği çok şey olduğunu söyledi. "Yeni bir devrimci dönem başlıyor. Her demokratik gücün kendisini yeniden var edeceği devrimci bir süreç" diyen Kürkçü, konuşmasını "Yaşasın hakların kardeşliği. Yaşasın devrim ve sosyalizm. An azadi an azadi" sloganlarıyla bitirdi. Kürkçü'nün konuşması dakikalarca alkışlandı.


İsyan Dedesine Sıkılan Kurşun İle Başladı


Hayata gözlerini yumduğunda 40 kişilik gerilla grubunun 27 yaşındaki genç bir komutanıydı. 1929 yılında dedesinin kurşuna dizilmesiyle başlayan öyküsü Mardin’den metropollere, oradan da Dersim’e uzanmıştı. 1995 yılında 22 arkadaşıyla çatışmada öldürülen gerilla Fırat’ın da Aliboğazı mevkiinde gömüldüğü tahmin ediliyor.

Mardin Savur’un Deriş (Soyluköy) köyünde 1968 yılında doğan Abdülkadir Aydın (Fırat), ailenin en küçük çocuğuydu. Deriş, Kürdistan’da devletin zulmünü neredeyse yüz yıl boyunca en fazla hisseden direnişçi bir köydü. 1929 yılında Aydın’ın dedesi Mehmet Şerif Aydın ve 12 arkadaşı Şikefta Por mevkiinde devlet tarafından kurşuna dizilmişti.

Deriş köyü, 1970’lerin sonunda Kürt özgürlük hareketinin başlamasıyla da dikkat çekti. Çocukluk yıllarında dedelerinin devlet tarafından öldürüldüğünü öğrenen Aydın kardeşler, Kürt özgürlük mücadelesine daha da sıkı bağlandılar. Zaten dede Mehmet Şerif’in infazını yeterli bulmayan devletin gözünde de aile hala suçluydu.

Abdülkadir Aydın’ın ağabeysi Kemal Aydın, 12 Eylül’ün arifesinde 1979 yılında Diyarbakır’da gözaltına alındı, 9 ağır işkencelerden geçirildi. Ailenin hikayesini ANF’ye anlatan Kemal Aydın eve döndüğünde kardeşi Abdülkadir’in ensesindeki sigara yanığını fark ettiğinde o küçük yaşına rağmen gözyaşlarını tutamadığını ve ağladığını söylüyor.

ÖNCE SÜRGÜN, SONRA DAĞLAR…

1989’da devletin baskısı artınca Kemal Aydın İskenderun’a göç etmek zorunda kaldı, yanına da küçük kardeşi Abdülkadir’i de alarak. Kardeşinin bir genç olarak Kürdistan ve metropol arasındaki çelişkilerle karşılaştığında artık mücadele verme kararı verdiğini hatırlatan Kemal Aydın o yılları şöyle anlattı:

“Bir gün bana ‘Bu şehirler insana daha da zehirli geliyor, ben topraklarımızı, tepelerimizi, dağlarımızı, hatta köpeklerin havlamasını bile özlüyorum’ dedi. Ben İskenderun’da deşifre olduğum için Sakarya’ya göç etmek zorunda kaldım. O ise askere gitmek zorunda kaldı. Askerliğini bitirdikten sonra Sakarya’ya yanıma geldi.

Ankara’da askerlik yaparken ırkçı hakaret ve saldırılara çok uğramıştı, bu da onu iyice bilemişti. YCK’lı gençler ile ilişkiye geçerek aktif mücadeleye atıldı. Yoğun gözaltılar nedeniyle bir grup gençle birlikte deşifre olup aranmaya başladığı için, kararını vererek 1992’de gerilla saflarına katıldı.”

KOÇGİRİ’YE GİDEN İLK GRUPTAYDI

Genç yaşında takım komutanı olan Abdülkadir Aydın, Koçgiri’ye giden ilk gerilla grubunda yer aldı. 1994 sonbaharında Dersim’e geçerken bir çatışmada birkaç arkadaşı hayatını kaybetmiş, o ise yaralı olarak Dersim’e ulaşmıştı. Tedavisini yapan ve iyileşen Fırat’ın komutasındaki grup, 25 Nisan 1995’te tekrar Koçgiri’ye dönmeye çalışırken, Aliboğazı mevkiinde asker ve korucular tarafından pusuya düşürüldü.

Çıkan çatışmada 40 gerilladan 22’si hayatını kaybetti. Onlardan biri de Fırat’tı. Kardeşinin yaşamını yitirdiği haberini cezaevinde aldığını söyleyen Kemal Aydın; “Ancak benim dışımda, diğer 2 kardeşim de cezaevinde oldukları için cenazenin peşine düşemedik. Daha sonra bu çatışmanın yaşandığı mevkide, söz konusu boğazın içinde birinde 9, diğerinde 2 gerillanın gömülü olduğu iki mezar bulunduğunu öğrendim” dedi.

Şu anda YAKA-DER’de yöneticilik yapan Aydın, Kürdistan’daki toplu mezarların açılması girişimlerinin ardından harekete geçti. Çemişgezek ilçesi yakınındaki Aliboğazı mevkiinde iki toplu mezarın da açılması için İHD Dersim şubesine başvuracağını söyleyen Aydın, “Tek istediğimiz ziyaret edeceğimiz kardeşimin bir mezarı olsun” diye konuştu.

AKP'den Ranta Özel Bakanlık


Seçim öncesinde, Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı olarak kurulacağı açıklanan bakanlığın yeni hükümet kuruluşunda iki ayrı bakanlık olarak yapılandırılması dikkat çekti. Ülkenin Ankara'dan tek elden yönetilmesinin yarattığı sakıncalar tartışılırken AKP yerel yönetimlerin yetkilerini budamaya devam ediyor.

Bölünme sonucu oluşturulan iki bakanlıktan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın imar yetkilerinin gereksizce genişletilmesinin ardından bakanlık görevine de Toplu Konut İdaresi (TOKİ) Başkanı döneminde adı arazi rantı yaratma ile gündeme gelen Erdoğan Bayraktar’ın getirilmesi hesapların büyük olduğu şeklinde yorumlandı.

İktidar partisi, seçim öncesinde Meclis gündemine getirdiği bir dizi yasa tasarısı ve AKP’li milletvekillerinin yasa önerileriyle imar talanında elini rahatlatacak düzenlemelere hazırlandığının işaretini veriyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yeni kurduğu kabinede değişiklik yaparak, Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı’nı Çevre ve Şehircilik ile Orman ve Su İşleri bakanlıkları olmak üzere ikiye ayırdı.

Yapılan son dakika değişikliği ile imar işlerinden sorumlu olacak, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yetkileri önceki bakanlığa göre ciddi oranda genişletildi. Bakanlığın yetki alanına mevcutların yanı sıra, “mülkiyeti kamuya ait olan arsa ve araziler üzerinde yapılacak yapılar” da eklendi.

Buna göre yeni bakanlık, yetkisindeki alanlarda plan değişikliklerini resen belirleyebilecek, yerel yönetimlere görüş sormayacak ve yerel yönetimlerin ruhsatlandırmasa bile yaptığı değişiklikleri iki ay içinde doğrudan yürürlüğe sokabilecek.

Toplu Konut İdaresi başkanlığı döneminde AKP'ye yakın müteahhitlere haksız iş verdiği resmi belgelere de geçen Erdoğan Bayraktar'ın bu bakanlığa getirilmesi de dikkat çekti. Bayraktar, TOKİ başkanlığı döneminde yaptığı açıklamada müteahhitlerin zor durumda olduğunu belirterek, “Buraya TOKİ’ye güvenip de giriyorlar. Bırakın müteahhit para kazansın” konuşmasıyla hatırlanıyor.

Güney Kürdistan Ekonomisi ve Kaynakların Laneti

 
1990’ yılların başlarında Güney Kürdistan yönetimi esas hedeflerinin gelişmiş pazar ekonomisine geçiş olduğunu duyurmuştu. Gerçekleştirecekleri reformların esas hedeflerinin yüksek üretim faaliyetine ve yüksek katma değere sahip çağdaş teknolojiye dayanan üretim tesisleri kurma olduğunu belirtmişlerdi. Bu bakımdan Kürdistan ekonomisindeki gelişmeyi belirtilen ekonomik modele ne kadar uygun olduğuna bağlı olarak değerlendirmek gerekir.

Kürdistan’da işsizlik oranı hep büyük olmuştur. Bunun birçok nedeni var; özellikle ekonominin tarıma dayalı olması, kapitalizmin zayıf gelişmesi ve endüstrinin olmayışı vb. Kürt örgüt araştırmacıları geleneksel olarak ekonomik problemlerden Kürdistan’ı egemenlik altında tutan merkezi hükümetleri sorumlu göstermekteler. Fakat bu yaklaşım artık Güney Kürdistan’daki durumu ele alırken geçerli değil. 1992'den itibaren Güney Kürdistan’da Kürt hükümeti var ve 2003’te Baas rejiminin yıkılmasından sonra Kürdistan “ Irak’ın en güvenli ve istikrarlı bölgesi” durumunda.

YÜKSEK İŞSİZLİK


Kürdistan’daki işsizlik oranının kesin verilerini bilmek mümkün değil. Güney Kürdistan’da emek piyasası ve işsizlik üzerine hiçbir istatistik çalışması yürütülmemiştir. Ayrıca diğer sosyal ekonomik ve siyasi yaşam alanlarında da istatistikle ilgili durumun aynı olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum objektif bir engelden dolayı değil Kürt yönetiminin istatistiğe ilgisinin olmamasına bağlıdır. Kürt yönetimi ekonomik programını güçlü bir istatistik hizmete ihtiyacı olan bilimsel temele dayandırmamaktadır. Hükümetin ekonomik programının temel maddesi yabancı şirketlerin Kürdistan’da vergisiz çalışmasına dayandırmaktadır. Fakat yabancı şirketlere 10 yıllığına “vergi ve gümrük imtiyazı”, toprak edinme ve gelirlerini serbestçe yurtdışına çıkarabilme imkânı veren yatırım kanunu Irak yatırım kanunundan farklı olmayıp biraz daha liberaldir. Bu nedenle de Kürt yönetimi “güvenlik ve istikrarın Kürdistan’ın temel avantajı olarak göstermektedir.

Bununla birlikte bölge yönetimi, Kürdistan ekonomisine önemli katkıda bulunabilecek yabancı yatırımcıları çekmek için gerekli olan koşulları oluşturamamıştır.

Bölge yönetiminin faaliyetinin en problemli faaliyetlerinden biri emek piyasası durumudur. Kürdistan’daki kalifiye iş gücü düzeyi oldukça düşüktür. Bölgede çeşitli üniversite mezunlarının sayısı oldukça fazladır, fakat onların kalifiyesi emek piyasasının taleplerine cevap vermiyor. Aynı zamanda ortak meslek eğitim okullarına büyük ihtiyaç vardır.

Emek piyasasının problemleri siyasidir. Kürdistan yönetimi bir hedef olarak karşısına arabulucu operasyonlara dayalı offşor ekonomisi oluşturma hedefini koymuştur ve model olarak Birleşik Arap Emirlikleri, İsviçre ve Singapur’u örnek almaktadırlar. Fakat Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) örneği emsalsizdir. Ve kuşkusuz bölgedeki her iki ülkedeki birisinin bu tip ekonomi oluşturabilmesi mümkün olamaz ve Kürdistan birçok nedenden dolayı böyle bir ekonomi kuramaz. İlginç olanı Türk iş dünyası, Güney Kürdistan’ın yeni bir Dubai olmasını isterken aslında kendine de Britanya rolünü biçmektedir (yani etki alanı olarak belirlemek istiyor). Bununla birlikte Türkler emperyalist yaklaşımlarda değil ortak ekonomik olanaklardan söz edildiğini öne sürüyorlar.

FİNANS MERKEZİ OLMA İDDİASI

Birkaç yıl önce Kürdistan yönetimi 10-20 yıldan sonra Kürdistan’ın verimli hilalin önemli finans merkezi durumuna geleceğini iddia etmişti: “Çoğrafi olarak her taraftan kapalı olduğumuzu bilincindeyiz fakat bu İsviçre olma hayalimizin önünde engel değildir.”

Kürdistan hükümetine göre İsviçre BAE veya Singapur olabilmek için sadece liberal vergi gümrük ve yatırım kanunu çıkarmak yeterlidir ve ülkeyi bölgenin ekonomik kapısı yapmak mümkündür.

Kürdistan yönetimi için en önemli hedefin Irak bütçesinden daha fazla para çekebilmek ve kendi petrolünü satabilme imkânıdır. Bu nedenle de son yılda Erbil ve Bağdat arasındaki temel çelişkiler bu iki konu üzerinde yoğunlaşmakta. Bağdat merkezi hükümeti Irak genel petrol ihracatından elde edilen gelirlerden Kürdistan’ın payına düşen yüzde on yedilik oranı düşürmeye çalışmakta ve para transferini geciktirmektedir. Direkt petrol ihraç edebilme olanağı da bölge yönetimi ile Irak hükümeti arasındaki temel problemlerden birini oluşturmaktadır.

Kürdistan yönetimi bütün çabasını para transferi ve petrol ihracatına yönlendirdiği için bölgenin ekonomisini geliştirme yönünde hiçbir çaba sarf etmemektedir. Transfer, bölgenin ihtiyaçlarına ve belli projelere göre değil genelde satış sonuçlarına göre belirleniyor. Kürt hükümetinin hedefi federal bütçeden daha fazla para çekebilmek ve bu parayı ekonomiyi geliştirmeye değil, çeşitli sosyal ihtiyaçlara harcamaktır (kendi popülist siyasetleri çerçevesinde).

Fakat şimdiye kadar yabancılar Kürdistan’da ihaleler alarak Kürt işçilerini değil yabancı işçileri çalıştırmayı tercih ediyorlar. Ayrıca Kürdistan’dan sermaye çıkarıp ve karşılığında düşük kaliteli mal ihraç ediyorlar.

Kürt yönetiminin Kürdistan’da İsviçre modeli oluşturma projesi ve Güney Kürdistan halkının kendi ekonomik temellerini oluşturma yönünde çaba göstermeyişi bilinçle ilgilidir. Bağımsızlık için (bugün istikrarlı bir yarı bağımsızlıktan söz etmek mümkündür) verilen onlarca yıllık mücadele Kürdistan zenginliklerinin nerdeyse bölge nüfusunu bir anda zengin edeceği sloganıyla yürütülmüştür. Kürdistan bölge nüfusunun Kerkük problemiyle oyalanmasını da bir yönüyle bu anlayışa bağlamak gerekiyor. Kuşkusuz, kastımız bölge yönetimin Kerkük ve diğer etnik bölgeleri Kürdistan sınırlarına bağlamasından vazgeçmesi değildir. Ama Kerkük Kürdistan’ın geleceği için belirleyici etken olmaması gerekiyor. Petrol anlaşmalarıyla ilgili durumu da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.

Kürt hükümeti öyle bir algı oluşturmuş ki sanki Kerkük petrolü ve Kürdistan bölge sınırları içindeki diğer petrol kaynakları olmadan - ki Irak petrol bakanlığı bunların bağımsız kullanılışına karşıdır- Kürdistan’ın hiçbir ekonomik geleceği yoktur. Kürdistan arazisindeki petrol gelirlerinin sadece % 17 si Kürdistan’a aktarılacak, oysa geriye kalan % 83’ü Irak’ın diğer illerine yönlendirilecek. Halkın dikkatini Bağdat ile yürütülen petrol gelirlerine dayalı tartışmalara kilitleme, Kürdistan hükümetine diğer önemli ekonomik sorunları çözmeme, popüler olmayan diğer reformları gerçekleştirmeme ve rekabete dayalı ihracat üretimi olmasa bile en azından bazı sektörlerde ihracatı telafi edebilecek projeleri geliştirmemek için zemin oluşturuyor.

Bununla birlikte Kürdistan hükümeti en önemli hedeflerinden biri olarak günde bir milyon varil petrol ihraç etmeyi önüne hedef olarak koymuştur. Oysa anlaşmalar dünya petrol şirketleri arasında pek fazla etkili olmayan şirketlerle yapılmıştır. Ayrıca Kürdistan hükümeti petrol alanında anlaşma yapan şirketlere Irak anlaşmalarının minimum iki katı kadar gelir payı vermektedir. Bazı gözlemciler burada yolsuzluk olgusunun etkili olduğunu vurguluyorlar. Kürt hükümetinin hammadde ye dayalı ekonomiye yatırım yapması Kürdistan ekonomisinin büyük ihtiyaç duyduğu değişimler önünde büyük engeller çıkaracaktır. Bilinmektedir ki, zengin kaynaklara sahip ülkelerde otoriterizme kayma ihtimali çok güçlüdür. Çünkü ihracatından elde edilen büyük gelirler ülkede yürütülen kötü ekonomik siyaseti gizlememektedir. Sırasıyla buda ekonomik büyümesine yansımaktadır.

Kaynak zenginliği (“kaynak laneti” ) ekonominin büyümesini engellemekle kalmayıp korporatif yönetimi de kötü etkilemektedir.

YANLIŞ MODEL SEÇİMİ

Kürdistan BAE (bazen Singapur) olmayı hayal etmektedir, nedense daha derin modernizasyon uygulayan Vietnam ve gelişmekte olan bazı ekonomileri model olarak esas almamaktadır. Kaldı ki Kürt hükümeti Doğu Asya emek etiğini de kabul etmemektedir. Kürt hükümeti yerli halkın var gücüyle ve kendini tümden vererek emek harcayacağı koşulları oluşturamayacağı bilincindedir.

Bilindiği üzere BAE iş gücünün % 90’nı başta Güney ve Güney Doğu Asya’dan olan göçmen işçilerdir. Bu ülkede yaşayanların yüzde seksen beşi onun vatandaşları değildir. Yerel halk gelen nüfusun sadece % 11’ni teşkil etmektedir.

BAE rotası büyük Kürdistan hayalinin de gömülmesi anlamına gelmektedir. Çünkü bu model ekonomiler daha az nüfuslu küçük bölgelere dayanmaktadır. Bu durum güney Kürdistan’ın bölgecilik egoizmini güçlendirmeye ve Kürdistan’ın diğer parçalarındaki büyük Kürdistan’ın stratejik çekiciliğini düşürecektir.

Güney Kürdistan’da Türkiye benzeri bir girişimcilik hiç mi hiç yoktur. Burada Güney Asya halklarına özgü emek etiği ve üretim kültürü de bulunmamaktadır. Bizzat bu olgular ülkede yeni işyerleri oluşturuyor ve ülkeye kendi ekonomik kimliğini belirlemeyi ve globalleşme sürecine katılmaya imkân sağlıyor.

Iraktaki Kürt liderler (1990’lı yıllardan bu yana ise Kürdistan’ın yöneticiliğini yapanlar) sürekli Irak hükümetinin Kürtlere sivil yaşama geçme, ekonomiyle uğraşma üretim ve sanayi kurma imkânı vermediğini söylüyorlardı. Oysa üzerinden yaklaşık 20 yıl geçmesine rağmen Kürdistan ekonomi yöneticileri Kürtlerin çalışma isteminin ve emek kültürünün olmadığını itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Kürdistan parlamentosunu ekonomi ve finans komisyonu başkanı doktor Diler Xaki Şaveş’ in belirttiği gibi Kürdistan’da reel ekonomik sektörünün olmayışının nedeni “Kürdistan da, yabancı yatırımcı çekebilecek üretim kültürünün olmayışına bağlıdır.” Gerçi bir kaide olarak Kürt yönetimi bütün bunların sorumlusu olarak Saddam Hüseyin’i göstermekter. Kürt yöneticilerine göre Baas rejimi Kürdistan’da sürekli “üretici ve tarımcı toplum yerine tüketici ve parazit bir toplum oluşturma siyaseti yürütmüştür.”

Neçirvan Barzani 2008 yılının mayasının sorununda Erbil’de Kürdistan Mühendisler konferansında yaptığı açılış konuşmasında, “Kürtlerin aktif üretici bir troplumdan pasif tüketici bir toplum durumuna geldiğini” ifade etmiştir. Neçirvan Barzaniye göre bağımlılık Kültürü, tembellik ve düşük yâda sıfır üreticilik Kürt toplumuna yabancı bir kültür olmuştur. Geçmiş rejim bu planı gerçekleştirmekle halkımızı tasfiye etmeyi amaçlamıştır.” Barzani yine Mayıs 2008’de Amerika’nın sesi radyosuna verdiği demecinde Kürdistan’da yaygınlaşan tembellik kültüründen söz etmiş ve yine suçu Baas rejimine yüklemiştir. Barzani’ye göre bu kültür belki gelişmiş toplumlarda kabul edilebilir ama Kürdistan için oldukça negatif bir faktördür.

Kürdistan yönetiminin kast ettiği Baas rejimi döneminde serbest ekonominin yasak olması binlerce Kürt köyünün yıkılması ve ücretsiz yardım dağıtmasıdır. Oysa 1992’den sonra Saddam Hüseyin’in iktidarı Kürdistan’da son bulmuştur. Kabul etmek gerekir ki Kürt yönetiminin vurguladığı gibi geçmişte halkın büyük bir kısmı tarım üreticiliği ile uğraşmaktaydı. Fakat yine de girişimcilik geleneğinin güney toplumuna has bir özellik olmadığı da bir gerçektir. “Özgür Kürdistan” kurulmadan evvel nüfusun büyük çoğunluğu iki sektörle uğraşıyordu: Tarım ve ulusal kurtuluş mücadelesi. Girişimcilik ise Güney Kürdistan’da hemen hemen yoktu. Burada da Kürdistan’ın diğer parçalarında olduğu gibi girişimcilikle ağırlıkta etnik azınlıklar uğraşmaktaydılar.

Bilindiği üzere ekonominin büyümesinde inivasyon da anahtar rolü girişimcilik ve girişimci dinamizmi oynamaktadır. Güney Kürdistan’da girişimcilik geleneğinin olmayışı girişimciliğinin gelişimine kötü etki yapmaktadır.

Böylece Güney Kürdistan yönetiminin diğer faktörleri hesaba katmadan bölgenin ekonomi iklimini oluşturmasına yönelik girişimciliği geliştirme çabasının pek olumlu bir sonuç vermeyeceği açıktır. Kürdistan’daki ekonomik iklimi ele almadan açıktır ki ilk iki grup faktör tümüyle Kürdistan da bulunmaktadır.

ATAERKİL DAĞITIM

Kürdistan yönetimi gerçekte Ortadoğu gelişme modelini uyguluyor. Bu model geniş çaplı hammadde ihracatı, hemen hemen tüm malların ithalatı ve ataerkil dağıtımı, düşük kaliteli devlet ve kurum yönetimi ve iş gücü ithalatına dayanmaktadır. Kürdistan’da bazı uzmanlar bu modeli “cüce şeyhlikler” modeli olarak adlandırmaktadırlar. Hükümetin yayınladığı Prospektin yatırım ile ilgili “ Geleceğe Bakış” bölümü de bu görüşü doğrulamaktadır. Bu bölümde Eski Başbakan Neçirvan Barzani 2007 yılında parlamentoda kabul ettiği petrol ve gaz yasasından söz etmektedir. Yasanın kabul edilmesinin hemen ardından açıklama yapan N. Barzani Petrol Ve Gaz Yasasının Kürdistan ekonomisinin gelişiminin temeli olacağını iddia etmişti. Buradan da anlaşılıyor ki, Kürt yönetimi için bölgenin geleceği sadece doğal kaynaklara bağlıdır. Kürt yöneticileri söz konusu yasanın hazırlanması ve kabul edilmesini Irak siyasi sürecinde ve Kürdistan ekonomik gelişmesinde bir dönüm noktası olacağını vurguluyorlardı.

Güney Kürdistan için karakteristik olan yüksek ücret oranı, düşük üretim ve rekabet gücüdür. Formalite olarak Kürdistan’daki ücret oranı gelişmiş ekonomiler ile kıyaslandığında o kadar da yüksek değildir. Fakat emek üreticiliği ve eğitim düzeyi açısından oldukça yüksek bir orandır. Kürdistan’daki emek ücretinin yüksek olması nedeniyle son yıllarda düşük kalifiye yabancı işgücü getirilmesi yaygınlaşmıştır. Özellikle, Kürt ekonomi uzmanlarına göre, yerli halkın çalışmak istemediği alanlarda bu durum daha fazla geçerlidir. Çünkü yerli halk çalışmadığı için sosyal yardım almaktadır.

Bu iki faktör (düşük emek üreticiliği ve yüksek emek ücreti) sadece Kürdistan’a yabancı yatırım gelmesinin önünde engel teşkil etmekle kalmayıp aynı zamanda sermaye akışına da yol açmaktadır. Yeraltı kaynaklarının çıkarılması dışında yatırım sadece karşılığını hızla alabileceği sektörlere örneğin ticaret otelcilik lokantacılık, inşaat ve bu sektörlerin hizmet alanlarına yapılmaktadır. Bununla birlikte tarım ve diğer önemli ekonomik alanlarına yatırım yapılmamaktadır.

Özellikle inşaat toptan ve perakende ticaret ve taşımacılık iletişim sektörlerinde katma değer hızla büyümektedir. Kürdistan’daki tesislerden ilk başta Baas rejiminin yıkılışından üç dört sene önce kurulan Telekom şirketi Tasluç’daki çimento fabrikası (1984 yılında Baas hükümeti tarafından yapılmıştır), Serçinare çimento fabrikası (şu anda kapalıdır), Süleymaniye’deki Halabja Group’a ait ve Zaxo’daki BG Group’a ait tuğla fabrikaları saymak mümkündür.

GÜNEY KÜRDİSTAN’IN BAKAN SAYISI ÇİN’İN BAKAN SAYISINDAN FAZLA

Son birkaç yıl içerisinde Kürdistan’da iş gücünün değeri hızla artış göstermiştir. Bu yönetiminin yürüttüğü ataerkil ve popülist siyasetin sonucunda ortaya çıkmıştır. 2003 yılından sonra bütçe çalışanlarının sayısı hızla artmıştır. Nedeni ise yönetiminin yabancı finansal yardıma ve Irak bütçesinden aldığı % 17’lik paya dayanarak devlet çalışanı sayısını artırma imkânı elde etmesidir. Hükümetin bu siyaseti sosyal bir patlamanın önüne geçmeyi hedeflemektedir. Bölge yönetiminin verilerine göre, toplam nüfusu dört milyon olan Güney Kürdistan’ı memur ve bütçe çalışanı sayısı 1,1 milyon kişidir. Dolayısıyla çalışan kesimin çoğunluğu bütçe çalışanı ve devlet memurudur. Tüm iş gücünün % 56’sı bütçe çalışanı olup gelişmiş ülkelerdekinin üç misline denk gelmektedir (kıyaslama açısından İngiltere de bu veri % 20’dir).

Yeri gelmişken, devlet aygıtının sınırsız şişirilmesi geleneği Sovyet araştırmacılarınca yeni özgürlüğüne kavuşmuş Afrika ülkelerinde görülmüştür. Sovyet ekonomisti V.P.Kolesov 1978 yılında yayınladığı bir makalesinde şöyle yazıyordu; “Birçok ülkede devlet memurluğu nerdeyse en önemli sektör haline gelmiştir ve yüz binlerce insan bu sektörde çalışmaktadır. Çok sayıda Afrika ülkesinde çalışan kesimin yarısı bu sektörde çalışmaktadır.” Görüldüğü gibi bu alanda Kürdistan, Afrika ülkelerini geride bırakmıştır. Bütçe sektöründe çalışanlarını yaklaşık % 20-30’ u reel olarak çalışmaktadır. Devlet organlarının verimli çalışması için 50 bin memur çalışması bile yeterlidir. Geri kalan memurlar ise kalifiyesi dikkate alınmadan sadece siyasi parti ve klanlara yakınlığı nedeniyle işe alınmıştır. Ağırlıkta devlet memurları üç dört saat işbaşı yapmakta bunu da sadece zaman geçirmek amacıyla yapıyor.

2006 yılında birleşik bölgesel yönetimi kurulduğunda bakanlık sayısı, devlet bakanları da dâhil 40’ın üzerindeydi. Kürdistan’daki bakanlık sayısı Çin’dekinden daha fazlaydı. 2006 yılında birleşik hükümet kurulmadan önce sermayesi olmayan Kürdistan’da iki sanayi bakanı bulunurken sanayi malları ithal edilmekteydi. Elektrik enerjisinin sınırlı dağıtıldığı Kürdistan’da iki enerji bakanı bulunmaktaydı. Ve yine iki tarım bakanı olan Kürdistan’da temel gıda maddeleri olan süt et soğan ve yeşillik başta olmak üzere tarım maddeleri ithal edilmekteydi.

PEŞMERGELİK BİR RANT KAPISINA DÖNÜŞÜYOR

Polis kolluk kuvvetleri organları da bayağı şişirilmiş kurumlardı. Polis sayısı birkaç katına çıkarılmış eğitim düzeyi en az ilkokul mezunu olması gereken bir polisin aylık ücreti diğer bütçe sektöründe çalışanların maaşından daha yüksekti. Köylü ağır tarım işiyle uğraşmaktansa polis olmayı tercih etmekteydi. İşçiler bile düşük ücrete ağır işte çalışmaktansa kolluk kuvvetlerine girmeyi yeğlemekteydi. Bu nedenle de zaten az olan işyerlerinde Araplar ve yabancılar çalışıyordu.

4 milyon nüfuslu olan Kürdistan’da peşmerge sayısı 200 bindir. Güçlü bir orduya sahip olma gerekliliğine rağmen Kürdistan’daki asker sayısı oldukça şişirilmiş durumdadır. Peşmerge güçlerinin aylık ihtiyacı yüz milyon dolar veya yıllık 1,2 milyar dolardır ki bu çok büyük bir rakamdır.

Gayrı safi milli hâsılasının şartlı olarak 20 milyar dolar olduğu (-ki kanımızca abartılmış bir rakamdır) göz önünde bulundurulduğunda askeri harcamaları Gayrı Safi Milli Hâsılasının % 6’nı teşkil etmektedir. Peşmerge sayısının fazlalığı iki parti ordusunun: KDP ve YNK’ye ait iki ordunun bulunmasıyla da ilgilidir. Ekonomisinin zorlanmaması için 20 binlik bir profesyonel ordu ve iyi düzenlenmiş bir yedek sistemi daha verimli olacaktır.

İŞÇİ SINIFI OLUŞMADI

Ayrıca polis ve diğer güvenlik kurumlarında yüz bin kişi daha çalışmaktadır. Tüm bunlar bütçe dışı sektörde çalışan iş gücünün düşük taleple karşı karşıya kalmasına yol açmıştır. Irak Kürtleri her zaman Baas rejimini Kerkük’de etnik temizlik yapmakla, bu bölgede Kürt mühendis ve işçileri işe almamakla suçluyorlardı. Bu arada kaydetmek gerekir ki işçi sınıfı bir türlü oluşmamış durumdadır. Oysa bilindiği üzere Kürdistan’daki petrol tesislerinde ağırlıkta Çinliler ve Türk vatandaşları (Türkiyeli Kürtler) çalışmaktalar. Söz konusu işçiler dünyanın her tarafında tesisler inşa ederken Avrupa modeli bir sosyal teminat hayal etmekteler. Kürdistan’daki gençler ise ya memur, polis, asker, koruma görevlisi olmak yada hiç çalışmamayı düşünüyorlar.

Böylece halk yada devlet sektöründe çalışmakta ya da yüksek ücretli yönetici işi talep ederek işsiz durumdalar. Bölge bütçesinin büyük kısmı orantısız şişirilmiş devlet sektörüne harcanmakla hükümetinin çeşitli projeleri uygulama imkânı sınırlamaktadır. ( özellikle kurumsal ve altyapı sahalarında). Bütçenin % 54- % 75 bölümü memur maaşlarına harcanmaktadır. Oysa Kürt hükümetine göre bu rakamın % 30’un üstünde olmaması gerekiyor.

Kürdistan’da devlet memuru sayısının ve işgücüne olan ihtiyacın yüksek olmasına rağmen işsizlik oranı çok yüksektir. Celal Talabani’in eşi Hero İbrahim Ahmet, işçilik oranın tüm sınırlarını aştığını ve bunun gençler arasında ciddi rahatsızlığa yol açtığını bu nedenle de gençlerin farklı radikal akımların etki alanına girdiğini vurgulamaktadır.

Günümüzde Kürdistan’da iş gücüne büyük bir talep vardır. Hemen hemen tüm sektörlerde özellikle de inşaat petrol ve sosyal alanlarda mühendis teknisyen ve kalifiye işçi yetersizliği yaşanmaktadır.

İŞGÜCÜ PAZARINDAKİ KURUMSAL DENGESİZLİKLERE BAĞLI

Kürdistan yönetimi istihdam sorunun çözmek için nerdeyse hiçbir programa sahip değildir. Oysa çağdaş Kürdistan’ın en önemli sorunlarından birisinin işsizlik olduğu apaçıktır. İşsizlik sorunun çözmenin önündeki en büyük engelleri şöyle sıralayabiliriz. İşsizlik iş gücü pazarındaki kurumsal dengesizliklere bağlıdır. Kürdistanlılar emek piyasasının ihtiyacı olan ve reel emek gerektiren işyerlerini doldurmak istememektedir. Devlet memurunun hiçbir iş yapmadan maaş aldığının bilincinde olan işsiz (ki hükümet yetkilileri de bu durumu doğrulamaktadır) çalışmak istememekte onun yerine memur olarak çalışmayı istemektedir. Bu nedenle de hükümet çeşitli tedbirlerle işsizlik sorunu çözemez. Bu sorun yalnız emek piyasasını köklü bir değişime uğratmayı hedefleyen karmaşık tedbirlerin uygulanmasıyla ve devlet sektörünün değiştirilmesiyle mümkündür. Ayrıca kaydetmek gerekir ki Kürdistan’da var olan sözüm ona özel sektör bile devlet sektörünün bir devamıdır. Belli başlı sayılabilecek özel sektörün ağırlıkta ülkedeki siyasi elitin elinde biriktiği bir gerçektir. Bu kesim ya bütçe paralarını hortumlama yada siyasi liderlerin desteğini arkasına alarak belli malların ticaretiyle uğraşmaktadır.

GÖÇMEN İŞÇİLER

Yerli işgücünü potansiyelinin Kürdistan’da iş gücü talebini karşılamaktan yoksun oluşu bölgeye iş gücü akınına ve yerli işçilerin sıkıştırılarak piyasadan çıkarılmasına neden olmaktadır.

Yerli işgücünün rekabetten yeteneğinin düşüklüğü ve yine neredeyse işçi bulunmaması emek kaynaklarının ithali sürecini hızlandırmaktadır. Her ne kadar yabancı işgücü ithali 90’ lı yıllarda başlasa da bu süreç son yıllarda daha hızlanmıştır.

İlk yabancı işçiler Türk şirketlerinin işçileridir. Burada iş yapan Türk firmalarının çalışanları çoğunlukla Türkiye Kürtleridir. Bu işçiler Türkiye’de kazandıklarının iki katını kazanmakta ve Türkiye ekonomisinin gelişimini büyük katkı sunmaktalar. Türkiye Kürtlerinin dışında Irak Kürdistan’ında Kürt olmayan hatta aşırı milliyetçi Türkler de bulunmaktadır. Kürdistan’da çalışan Türkiyeli işçi sayısı 20 ila 50 bin arasında telaffuz edilmektedir. Bunlar ağırlıklı olarak dünyanın her tarafında Türk müteahhit şirketlerinde çalışan yüksek kalifiye işçilerdir. Bunun dışında az sayıda kalifiye kadrolar (mühendis ve işçi) uluslar arası inşaat şirketleri tarafından Sırbistan’dan da getirilmektedir.

21 yy. başlarında Güney, Güney Doğu ve Doğu Asya ülkelerinden hatta Kuzey Doğu Afrika ülkelerinden de aktif bir şekilde Kürdistan’a işçi akını başlamıştır. Bunlar ağırlıklı olarak kalifiyesiz işçiler yada tümden marjinal katmanlardır. Bu sınıf işçiler genelde Pakistan Çin, Filipinler, Bangladeş, Nepal, Endonezya, Somali ve Etiyopya’dan gelmektedirler. Örneğin Türkiye’ye varabilmek için binlerce dolar para ödeyen Bangladeş vatandaşlarının çoğu Güney Kürdistan’da takılı kalmaktadır. Bazıları ise direk buraya gelmektedir. Bu tür işçiler en düşük kalifiye en düşük ücretli işlerde çalışıyorlar.

Asya ve Afrika ülkelerinden gelen göçmenler Kürtlerin yapmak istemedikleri en kalifiyesiz ve düşük ücretli işleri yapmaktadırlar. Örneğin Süleymaniye şehir temizlik hizmetinin sorumlusu kentin 1500 temizlik işçisine ihtiyacı olduğunu açıklıyor. Oysa kurumun kendi bünyesinde 350 işçisi var. Diğer taraftan aynı yetkili aslında yabancı işçi almak istemediğini fakat başka çıkış yolunun olmadığını, Kürtlerin bu işleri yapmak istemediklerini ekliyor.

Çok sayıda göçmen işçi alınması Kürdistan’da sosyal gerginliğin belirtilerini de ortaya çıkarıyor. Kürt nüfusuna göre düşük ücretle her şeyi yapmaya hazır göçmenler Kürdistan’da işsizlik sorunun daha da derinleştirdiği kanaatindeler. Gençler Kürdistan’da yerel halk için iş bulunmazken Bangladeşli göçmenler buraya çalışmaya geliyor. Bu nedenle de yabancı işçi almanın sınırlandırılmasını talep etmekteler. Kürdistan ekonomisinde düşük kalifiyeli düşük ücretli işçi çalıştırmanın yaygınlığı hükümet yetkilileri ekonomik uzmanlarınca da itiraf edilmektedir. Yabancı işçiler büyük miktarda parayı Kürdistan sınırları dışına çıkarmaktalar.

ETİYOPYALILAR KÜRTLERDEN İYİ ÇALIŞIYOR

Yabancı işçi ithali Kürdistan nüfusunun istihdam sorunun olmadığı ve yükselmekte olan ekonominin yeni iş gücüne ihtiyacı olması koşullarında veya durumunda olumlu bir faktör olarak değerlendirilebilirdi. Fakat bu durumda bile tercihin Bangladeşli kalifiyesiz işçilere değil diğer parçalardaki Kürtlere verilmesi ve böylece ortak etnik kimlik oluşturma sürecini hızlandırmaya hizmet etmesi gerekiyor.

Yukarda da vurgulandığı gibi güney Kürdistan halkı doğal kaynak gelirlerinden pay alması ve yönetim kadrosunda çalışması gerektiğini inancındalar. Bu nedenle de bölgede iş yapan şirketler daha az iddialı ve disiplinli yabancı işçi getirmeyi tercih ediyorlar.

Şunu da belirtelim ki Kürdistan’da ev işlerini yapan yabancı işçilere özellikle de kadınlara olan talep her geçen gün artmaktadır. Son yıllarda zengin Kürt aileler Afrikalı hizmetçi (ağırlıkta da kadınları) işe almaktalar.

Tüm bu nedenlerden dolayı Kürdistan’da iş gücü ithalatının daha da artacağı açıktır. Kürdistan hükümeti yatırım yasasının bir maddesinde (ki aynı madde ırak federal yasasında da vardır) yatırımcılara işçi getirmek ve gelirlerini yurtdışına çıkarma izni verilmektedir.

Yerli iş gücünün rekabet yeteneğinin düşüklüğünden dolayı yatırımcılar düşük ücretli ve yüksek üretim yeteneğine sahip yabancı işgücü ithalatını tercih ediyorlar.

Yabancı iş adamlarına göre Bangladeşli kalifiyesiz işçileri Kürtlerden daha kalitelidir. Örneğin Naza Mall şirketinin sahibi Haci Haşim aylık 150 dolar ücret alan 15 Etiyopyalının 150 Kürt’ten daha iyi çalıştığını söylüyor.

Güney Kürdistan’ın inşaat sektöründe yabancı kalifiye iş gücüne bağımlılığı bölgede eğitim düzeyinin düşüklüğüyle de izah ediliyor. Her ne kadar bölge de birkaç devlet üniversitesi faaliyet gösterse de ve hükümetin Halepçe, Zaho ve Germiyan gibi bölgeler de üniversite açma planı olsa da Kürdistan’da eğitimin düzeyi düşük kalmaya devam etmektedir.

Kürdistan’da Türk şirketlerinin özel durumuna gelince, bu birçok üst düzey yetkilinin itiraf ettiği gibi siyasi nedenlere, daha doğrusu Kürdistan hükümetinin Türkiye ile iyi ilişkiler içinde olma arzusuna bağlıdır. Burada Türk iş adamlarının ihale alabilmek için Güney Kürdistanlı memurlara hevesle “bahşiş” vermesi de önemli rol oynuyor.

Kürdistanlı işçiler kendileri için Doğu Asya ülkelerinde uygulanan iş haftasını değil Avrupa modelini almaktalar. Oysa işçilerin üreticiliği hiçbir yönüyle Avrupa işçi ile kıyaslanamayacak düzeydedir. Vardığımız sonuçlara göre Kürdistanlı işçinin üreticiliği bir batılı veya Amerikalı işçinin üreticiliğinden en az 15-25 defa düşüktür.

Güney Kürdistanlı yönetim, daha elverişli coğrafi koşullara ve altyapıya( finansal kredi) sahip örneğin Türkiye gibi ülkeler neden Birleşik Arap Emirlikleri (İsviçre Singapur) modellerini kendilerine örnek almıyor tersine ekonomilerini bizzat kendi vatandaşlarını emeğine dayanarak geliştiriyorlar.

MEZEPOTAMYA TAHIL AMBARI KURUTULUYOR

Yerel halkın tarımsal alanda çalışma isteksizliği problemlere yol açıyor. Kürdistan bölgesel hükümeti ise Baas Rejimi tarafından yıkılan 4000 köyü yeniden restore ettiklerini iddia ediyorlar. Ama o köylülerin çoğu büyük şehirlere taşınmış bürokrat, polis yâda mal ve hizmetlerde perakendeci olmuş durumdalar. Oysa Mezopotamya bir tahıl ambarıdır- Erbil ovası geleneksel olarak Güney Kürdistan ve Irak için bir tahıl ambarı olmuştur. Eğer bu petrol ve hidrokarbon rezervleri göz önünde bulundurulursa (Doğu ve Ortadoğu’dan söz etmeye bile gerek yok) dünya için eşsiz bir jeoe-ekonomik bölgedir. Bu bereketli topraklar Sebzeden ete kadar tarım ürünleri ithalat bölgesine dönüşüyor. Burası yabancı tarım ürünleri ve gıda maddeleri için pazara dönüştü. Kürdistan bölgesinde ürünlerin ana ihracatçılar Türkiye, İran, Suriye (Kürt özgürlük mücadelesinin ana karşıtları), bazı diğer Arap ülkeleridir. Örneğin, konserve ve meyve suları tarım için elverişli koşullara sahip olmayan Kuveyt ve Suudi Arabistan gibi ülkelerden ithal edilmektedir. Yine bu bölgeye gıda Irak’ın diğer bölgelerinden de geliyor. Ama Irak Kürdistan’ın gıda güvenliği çok düşük düzeydedir. Tekniğin son derece sınırlı olduğu Baas rejimine karşı isyan ve mücadele edilen süreçlerde yerli halkın kendi topraklarında kendi yaşamını sürdürmek için yaptığı tarım üretimi bile bugünkü üretiminin çok üstündeydi.

Ucuz ithalat ve kontrolsüz gümrük sistemi Kürdistan’daki tarım sektörünü felç etti. Genellikle ya hasat toplanmıyor yâda dışarıdan gelen ürünlerle rekabet edemediği için çürüyor.

Kürdistan uzun süre boyunca duty-free (gümrükten muaf) bölge olarak kalmıştı. Kürdistan’da tarımda da sanayide olduğu gibi düşük verimlilik karakteristiktir. Buna ek olarak tarım sektörünün zayıf mekanizması var. Örneğin aynı ölçülerdeki bir arazi parçasında 6 ton patates elde edilirken Türkiye’de aynı ölçekteki arazide 60 tonluk bir verimlilik sağlanabiliyor. Kürdistan’da tarım işçilerinin kullandığı teknoloji çok geri bir teknolojidir. Bölgenin doğa ve coğrafik nitelikleri göz önüne alındığında tarım gelişirse başta yüksek istihdam olmak üzere yoksulluğu azaltır ve ihracatın üretim koşulları bile oluşturulabilir. Bununla birlikte bölge hükümetinin tarımsal kalkınma uygun üretim koşulları yaratma çabası yetersizdir. Tarımsal kalkınma için hiçbir reel girişimde bulunmuyor ve çevredeki ülkelerle rekabet edemiyor. Güney Kürdistan ekonomisine baktığımızda teşvikler için yılda 1 milyar destek fonu ayırıyor. Bunların rasyonel harcanması gerekiyor.

Yetkililer açıklamalarında tarım sektörünün önemini vurgulamalarına rağmen gerçekte önceliği hep farklı yöne yani petrol ve ticaretine veriyorlar. Tarım kırsal bölgedeki halk için cazip olmaktan çıkıyor burada çalışmak yerine farklı sektörlere yöneliyor. Tarım sektörü çok ciddi bir transformasyon (dönüşüm), alt yapı (ulaşım lojistik ), yine köylerin rehabilitasyon (okullar, hizmet ve sosyal yardımlar) gibi önemli yatırımlar geliştirmesi, gıda ve ihracat sanayinin kurulması gerekiyor. Özellikle önemli tarım ürünleri pazarı ve ticareti için rekabet altyapısı oluşturmak önemlidir. Bu günkü durum yerli üreticinin malları piyasadakinden birkaç kat düşük fiyatlarla satmaya zorluyor. Fiyatlarda böyle bir dengesizlik varken buna ek olarak toplu satın almalar, ulaşım maliyetleri de ekleniyor. Bu çiftçiler için tarım sektörü yerine kamu ve ticaret sektörünü daha cazip hale geliyor. Kürdistan’daki bu sorun yönetimin ürün politikası, korumacı politikalar ve fiyat kontrolüyle aşılabilir. Ama yine bu tedbirler durumu zorlaştıra da bilir. Kürdistan yönetimi alt yapı ve bölgesel ekonomi için kurumsal destek ile ilgilenmek zorundadır. Bu durumu dikkate alarak Kürdistan’daki büyük ölçekli ithalat durumu yüksek maliyeti sadece belli kesimlerin çıkarınadır. Örneğin ana alıcılar için yüksek karlar sağlıyor yani ticari burjuvazi kesiminin çıkarınadır. Çünkü bir tek onlar bu durumda fayda görüyor. Şu anki durumda hükümet tarım sektörüne yardımda bulunmakta sadece kendi gıda politikasını gerçekleştirmek ve ayrıca korumacı politikalar uygulamaya çalışıyor. Ama yabancı ürünlerin ihracatçıları bunlardan sıyırıyorlar. Örneğin mallarını güney Kürdistan gümrüklerinden değil ırak gümrüklerinden geçirip Kürdistan’a getiriyorlar. Bölge hükümeti ırakla sınır koyamıyorlar sadece belli kontroller geliştiriyorlar. Yine de Irak’ın geneline böyle total bir kontrol getirmesi mümkün değil. Koruyucu önlemler yapancı ürünlerin (ulaşım vb.) maliyet artışlarına bu da fiyat artışlarına sebep oluyor ama Kürdistan’a girmesine engel olamıyorlar. Ayrıca Irak’ın diğer bir bölgesi transit taşımacılık kirası alıyor. Bunlar da Kürt tüketicileri tarafından ödeniyor. Böylece korumacı önlemler ancak Kürdistan kurulursa uygulanabilir.

Bölgesel yönetim Ocak 2009’da beş yıllık tarımsal kalkınma planı oluşturdu. Eski Başbakan Neçirvan Barzeni tarım sektörünü geliştirmek için 10,5 milyar dolar tahsis edileceğin söyledi. Bunun üçte ikisi su sistemleri bir kısmı ise üreciler için ticaret altyapısının oluşturulması için harcanacak. 2009’ da açıklanan plan ithal gıda payını düşürmedi tam tersine y% 95’ e ulaştı. Ama ekonomistler yönetimin bu planı açıklamasından sonra yani 2009-2010 yılında tarıma yönelik ciddi bir destek sunulmadığını belirtiyorlar.

İHTİYAÇ İÇİN EYLEM

Güney Kürdistan için örnek İsviçre, BAE veya Singapur değil Kuzey Kürdistan’ın batı (Gazi Antep, Maraş ve Malatya) kesimleri ile İç Anadolu Kayseri, Denizli, Konya ve diğer bazı illerde) örnek alınmalıdır. Bu bölgelerde ki kalkınma buradaki halk için yeni bir emek etiketi – Müslüman kalvinizmi ve Müslüman Protestanlığı gibi çok güçlü bir emek ve taleplere kısıtlama yaratılıyor. Çünkü buralarda katma değerlerin yüksek olan şirketler odaklı bir çalışma yapılıyor.

Kürdistan hükümeti iş gücü piyasası için reformlarının ekonomik açıdan ne kadar önemli olduğunu görüyor. Sebepsiz şekilde genişleyen devlet aygıtının Kürdistan ekonomisi için ne kadar ciddi bir problem olduğunu biliyor ve bunun kısıtlanması için açıklamalarda bulunuyor. Ama bunu önlemede sosyal patlamalardan çekiniyorlar. İnsanları çalışmaya zorlamak mümkün değil çünkü onlar parti yöneticilerinin ne kadar zengin olduğunu görüyorlar. Kürdistan’ın milyarder ve milyonerleri Türkiye ve Doğu Asya’da olduğu gibi piyasayı ele geçirdikleri için zenginleşmediler tam tersine hükümete yakın oldukları için zenginleştiler. Tesadüf değil Türkiye Kürtleri (Türkiye iş adamları) Chukotka’dan (Rusya’nın kuzey doğusu) başlayıp Güney Afrika’ya kadar dünyanın her yerinde iş yapıyorlar. Güney Kürdistanlı iş adamları kendi bölgeleri dışında bir yerde çalışmıyorlar. Hatta güney Kürdistan’ın içinde iş yapanların çoğu yabancı iş adamlarıdır. Bu yüzden güney Kürdistan halkı gelen gelirlerden kendi payını istiyor. Çünkü halk şunu görüyor ki yetkililerinin maaşları batılı ülkelerdeki ücretlerden daha fazladır.

KALİTE KONTROL SİSTEMİ YOK

Kürdistan’da petrol ihracatını saymazsak ihracat yok gibidir. Kürdistan hükümeti sadece hidrokarbon rezervlerinin ihracatını planlıyor. Kürdistan’ da ihracata dayalı sanayinin kurulması çabası yok gibidir. Buna bağlı iç pazarın talebinin karşılama için bir üretim üzerinde duruluyor. Kürdistan Ticaret Bakanı Rauf Muhammet’in vurguladığı gibi Güney Kürdistan’ın tamamıyla bir Consyumeris (tüketim kültürü) bir bölgedir.

Genellikle Irak Kürdistan’ına Türkiye İran, Çin, Hindistan, Brezilya ve diğer ülkelerden ithal edilen mallar düşük kalitededir. Çünkü kalite kontrol sistemi yok. Büyük ölçekte ucuz mal ithalatı 2003’de gerçekleştirildi. Mallar hiçbir engelle karşılaşmadan Kürdistan pazarına (ithal tarifesi ve tarife dışı gümrükler geçmeden) yerel üreticilerle rekabet görmeden piyasaya girdi. Kürt çiftçileri ithalatçılarla rekabete giremedikleri için üretimde düşme yaşandı.

Bu yüzden Güney Kürdistan’da gıda mallarının hepsi yabancı markalardır İçilecek su bile. Var olan kaliteli malların ise kullanım süreleri geçmiş.

GÜNEY KÜRDİSTAN'DA TÜRKİYE'NİN KOLONİSİ

Belirttiğimiz gibi güney Kürdistan’ın ithalatının büyük kısmı % 70 -80 Türkiye’den geliyor. Hevler’de En büyük alışveriş merkezi olan Majidi Mal’da Türk şirketleri % 60’lık bir alanı kaplamakta malların % 70’ne sahipler.

Son yıllarda Irak Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı daha doğrusu Türk mal ve hizmetleri için en büyük Pazar haline geldi. Türkiye Irak ticaret hacmi 2009’da 8 milyar dolar, 2010’da ise 10 milyar dolara çıkmıştır. Güney Kürdistan’ın genelinde ana faaliyetlerinin % 75-90’nı Türk şirketleri gerçekleştiriyor. Bu konuda İlknur Çevik “Türk şirketleri Kürdistan’da her yerdeler ve her şeyi yapıyorlar” diyordu. Bu bölgedeki inşaat şirketleri (Makyol Erbilin havaalanını, Tepe Grup Erbil ve Süleymaniye üniversite inşaatlarını yaparken Jenki San, Yedigün, Çevikle, Nursoy önemli çalışmalar yürütüyor) yine Mobilya’da İstikbal şirketi (orta Anadolu’nun lokomotif şirketidir)tarafından yapılırken, halının % 80’nini Merinos, beyaz eşyada Arçelik ve Vestel gibi Türk şirketleri önemli bir paya sahip. Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası (DTSO) Başkanı Galip Ensarioğlun’a göre Irak’ta 1200 Türk şirketi var ve bunların % 90 Güney Kürdistan’da faaliyet gösteriyor. Buna bağlı olarak yeni Türk inşaat şirketleri de güney Kürdistan pazarlarına giriyor.

Ayrıca güney Kürdistan’da çalışan en büyük şirketlerden biri de OYAK’dır (Ordu Yardımlaşma Kurumu Emekli Sandığı). Bu kurum Türk ordusunun en büyük fonlarından biridir. Bu şekilde Türk ordusu da güney Kürdistan’daki çalışmalardan finansa ediliyor.

Yine güney Kürdistan da MHP ye yakın şirketlerde var. KDP yöneticilerinden Fadıl Mirani şöyle bir açıklamada bulundu “Kürdistan’da Türk şirketlerinin yürüttüğü faaliyetler MHP ye bağlı olan şirketlerdir. Biz onlarla çok iyi ilişkideyiz. (Aksiyon 02.03.2009) yine AKP, CHP ve diğer politik partilerine bağlı ama Kürdistan’da çalışan uzmanlar ve iş adamları var.

KYB’nin Ankara temsilcisi Bahroz Galali Kürdistan hükümetini eleştirmiş ve şunları belirtmişti “600’e yakın Türk ve Iran şirketleri birçok proje almalarına rağmen Türkiye’deki Kürt yurtseverleri 10 proje bile alamadılar.” Onun düşündüğüne göre Kürdistan hükümeti Türkiye Kürtlerine bazı sözleşmeleri vermede (ekonomik olmayan) gerekçeler sunuyor. Galavi’ye göre Kürdistan hükümetinin bu gibi politikaları yanlıştır, çünkü Türkiye Kürtlerinin öneminin farkında değil. sbeiy.com sitesinin verdiği bilgilere göre Nauşirvan Mustafa’ın ortağı olduğu Bilgi grup verilerine göre 2007’ de Güney Kürdistan’ın bütçesinin % 40’ı Türk şirketlerin sözleşmeleri ve Türk mallarının alımı için harcanmıştır. Ama şimdiki durumda Türk ticareti Çin şirketleri ile rekabet halindeler.

SONUÇ

Birleşik Arap Emirlikleri, İsviçre ve Singapur (onların farklılıklarına rağmen) finans yapısı Kürdistan ekonomisi için bir model olarak alınıyor. Bu oraların cazibesinden değil derin bir analiz yaparak buna göre bir strateji kurarak gelecek için ve halkı için bir model oluşturmaya gidiyor. Kürt hükümeti bölgenin öyle kısa sürede İsviçre veya Singapur olamaz. (bu farklı bir araştırma konusudur) ama bu yıllar İsveç ve Singapur propagandasını kullanarak çok derin ekonomik reformlar yapmamak (çok popüler olmayan) ve zor çalışma koşulları da yaratmaktadır. "Batı ekonomi modeli" ni savunan Kürdistan hükümeti bağımlı bir ekonomik politika üzerinde oluşturuyor.

Petrol bulma projeleri sadece “parazit refahı” arttıracaktır. Bu Petrol üretiminden gelen gelir paternalist bir modele yol açar ki bu da infaltilnosti bir vatandaşlığa yol açar. Kürdistan’ın cılız ekonomisi daha güçlü ekonomik sınıfların kurulmasına demokrasi ve sivil toplumun temeli olabileceği istikrarlı bir ekonomiye izin vermiyor. Kürdistan ekonomisinde şu an yeni bir burjuva ticareti hâkim bunlar ham maddeleri ithal ediyor yabancı malları ihraç ediyor. Petrol fiyatlarının artışı gelirin yükselişi ve çok popülist politikanın yürütülmesi bir birine bağımlılığa ve üretimin olmaması daha büyük bir ithalat akımına yol açacak.

Profesyonel mesleki eğitiminin kalifiye iş gücünün eksikliğine yüksek ücret düşük iş ahlakı ve disiplini hem yabancı sektörlerin gelişimi hem de yerel girişimcilerinde doğmasına engeldir. Kürdistan’a yapılan yatırımlar ekonomik kalkınması için bir enstrüman olmadılar. Yani GSYİH büyümemesine yine ithalat ihracatın dengeli gelişmesi ve özel sektörün gelişimini engelledi.

Bazı bölge yönetimlerinin eline geçen fonlar değerlendirilemedi. Eski başbakan Neçirvan Barzani bir zamanlar “Kürtlerde fonlar var kendine güven yok, Nereye yatırım yapılacağını bilmiyoruz ” diyerek doğru bir tespit yapmıştı. Hükümetin elindeki bazı şeyler bile günlük ihtiyaçlara, yabancı şirketlerin bazı tesislerine ve ithalata harcandı. Bu gün Kürdistan velfera (bağımlı, akvaryum yaşamı ç.n. ) ekonomi haline gelmiştir. Hemen hemen bütün halkı bazı gelirlere yani bütçeden gelen gelirlere bağılılar ama Kürdistan da merkez bütçesinden yapılan transferler tamamıyla petrol ihracatından elde edilen gelirlerdir.

PEŞMERGELERİM BİNALARI YIKABİLİYORDUK AMA KURAMIYORUZ

Bölge bütçesinin başka kaynağı yok. Bu bütçe harcamaların da bir moratoryum gerekiyor. Bütçe harcamalarında ki popülist sosyal siyaseti bırakıp bütçeyi alt yapı çalışmalarına yönlendirmek önemlidir ve bu hükümetin görevidir. Irak Kürdistan’ı 20. yüz yıl. boyunca kendi ulusal hakları için Irak yönetimine karşı verdiği kurtuluş mücadelesiyle tanınıyordu. 20. Yy. sonlarında ve 21 yy. başlarında Kürdistan uğruna mücadele verdiği haklarının önemli bir kısmını elde etmiştir. Kürtlerin önünde tek bir engel vardır bu da bölgeseldir. Yani Kürdistan sınırlarına bazı bölgelerin dâhil edilmesidir. Bu bölgeler Baas rejimi tarafından Araplaştırma ve dekürdizasyona uğradılar(Kerkük, Musul ve çevre bölgeler). Kürdistan bölgesi önemli oranda kendini yönetme düzeyine ulaştı. Dünyada böyle bağımsız kendi başına yürüten bir bölgeyi göremeyiz. Ama dünya standartlarına geçiş sürecinde ciddi sorunlar yaşanıyor. Örneğin Kürt peşmergeleri sömürgeciliğe karşı güçlü bir mücadele verdiler bunlar kahramanlık ve fedakârlıklarıyla biliniyordu. Binlerce, yüz binlerce Kürt bu otonomiyi elde etmek ve Kürdistan’ın statüsünü korumak için için canlarını verdiler. Kürtler ellerine silah alıp savaşmaya mecbur bırakıldılar çünkü barışçıl bir yaşamı kurmak için bir fırsat verilmiyordu. Bu yüzden muazzam bir çalışmaya gittiler. Bu mücadele sırasında Kürdistan Baas rejimi için bir poligondu ama yine kırsal bölgelerde yaşayan insanlar ihtiyaçlarını üretmek zorunda kalıyorlardı. Şöyle düşünüyorlardı “eğer Kürtler kendi haklarını elde ederlerse peşmergeler çok rahat şekilde silahların bırakıp barışçıl yola girerler ve muazzam bir çalışma sürecine girerler” ama bu geçiş süreci yaşanmadı. Mesut Barzani bir zamanlar şöyle diyordu “ben ve peşmergelerim çok iyi savaşırdık iki binayı yıkmak çok kolaydı ama şimdi bir tanesini kuramıyoruz.” Göründüğü gibi Irak Kürtleri bir binayı kuramıyorlar. Bu bilgi ve beceri eksikliği değil kendi ekonomik kaynağını bile kuramıyor. Çünkü onlar şöyle düşünüyor Kürdistan’da yabancılar ve Irak Arapları çalışsın Kürdistanlılar ise bölge güvenliğini sağlamak ve petrolden elde edilen gelirleri harcasınlar. Bu düşüncenin en büyük sebebi de hükümetin yarattığı popülist politikadan kaynaklanıyor.

DAĞITIM EKONOMİSİ

Bütün bunların sonucunda Kürdistan’da bir tür “dağıtım ekonomisi” oluşmuştur. Bunun piyasa ekonomisinden başlıca farkı şöyledir: “Dağıtım ekonomisi” de temel müessese devretme-dağıtım mekanizması olur. Piyasa ekonomisinde ise alım-satımdır; “dağıtım ekonomisi” de mülkiyetin temel müessesesi kamusal-hizmet mülkiyetiyken, piyasa ekonomisinde — özel mülkiyettir; Dağıtım ekonomisinde temel uyarıcı müessese vuku bulurken, piyasa ekonomisinde — gelirdir; “dağıtım ekonomisinde telafi müessesi — piyasa ticareti ve özel girişimcilik ise, piyasa ekonomisinde — devlet düzenleme ve sosyal teminat müessesidir. Toplum şikâyet yoluyla ki bu gizli, bazen de tepkisel dışa vurmalarla da (basın aracılığıyla ve yahut çeşitli eylemlerle) olabilir, kendi ihtiyaçlarıyla ilgili Kürdistan yönetimini bilgilendiriyor ve bu ihtiyaçlar populist siyaset çerçevesinde şu ve ya bu oranda karşılanıyor.

* Rusya bilimler Akademisi Doğu Bilimleri Enstitüsü Araştırmacısı Dr.Nodar Maseki'nin ANF için kaleme aldığı makaleyi Kamiz Şeddadi ve Kürdistan Lezgiyeva Rusça'dan Türkçe'ye çevirdi.