5 Temmuz 2012 Perşembe

Salih Muslim: “Batı Kürdistan’ı Kan Gölüne Çevirmek İstiyorlar”

Demokratik Birlik Partisi (PYD) Eş Başkanı Salih Muslim Muhammed, Suriye muhaliflerinin Kahire toplantısını, “Kürtleri ulus olarak tanımayı kabul etmedikleri için” terk ettiklerini söyledi. Muslim, Efrin’de meydana gelen saldırıların arkasında Özgür Suriye Ordusu ile Şam rejiminin bulunduğunu belirterek, “Batı Kürdistan’ı kan gölüne çevirmek istiyorlar” dedi.
Demokratik Birlik Partisi (PYD) Eş Başkanı Salih Muslim Muhammed, Mısır’ın başkenti Kahire’de dün başarısızlıkla sonuçlanan Suriye muhalifleri toplantısını ile Batı Kürdistan’ın Efrin kentinde meydana gelen olayları ANF’ye değerlendirdi.

ANF Kürtçe servisinden Abdullah Bîlen’in sorularını yanıtlayan Salih Muslim, Şam rejimine karşı uzun zamandır birlik arayışı içinde olan Suriye muhaliflerinin 2 Temmuz günü Mısır’ın başkenti Kahire’de başlayan toplantının Arap Birliği’nin daveti üzerine gerçekleştiğini hatırlattı.

SUK, KÜRT SORUNUNUN GÜNDEME ALINMASINA KARŞI ÇIKTI

Toplantıya giderken hazırlık çalışmalarının yapıldığını, kendilerinin de hazırlık komitesinde yer aldıklarını
belirten Muslim, “Hazırlık komitesi çalışmalarında Suriye Ulusal Konseyi (SUK) Kürt sorunun gündeme gelmesini istemedi” dedi. Muslim, “Sonunda herkesin kabul edeceği bir forma ulaşıldı. Tüm muhaliflerin bunu kabul etmesi gerekiyordu. Ancak toplantı gündeminde bu görüşülmeye başlandığında bazı kesimler karşı çıktı, bazıları saldırıda bulundu ve Kürt sorunu böylelikle gündeme girmedi” dedi.

KÜRTLERİN TANINMASI İLE TOPLUMSAL MUTABAKAT KABUL GÖRÜLMEDİ

Toplantıda Kürt sorunu tartışılırken, Kürtlerin halk olarak kabul görülmediğini belirten Muslim, “Yine ‘Toplumsal mutabakat’ vardı. Bu da Kürt sorunu gibi kabul görülmedi. Bunu bir sonraki kongreye bırakalım dediler. 6 ay sonra mı, 1 yıl sonra mı yapılacak o da belli değil. Belki de hiç yapılmayacak” diye konuştu.

ANLAŞMAZLIĞIN ÖZÜ KÜRTLERİN VARLIĞININ KABUL GÖRÜLMEMESİ


Ancak meselenin özünün Kürtlerin varlığının kabul edilmemesi olduğunu kaydeden Muslim, “Bundan dolayı biz tüm Kürtler, konferanstan çekildik” dedi. Çekilmeleri ardından görüşmeler yaşandığını aktaran Muslim, bundan sonra yaşanan gelişmeleri ise şöyle ifade etti: “Gelip bizimle tartıştılar, bizde tek paragraftan oluşan bir metin hazırlayarak ‘kabul ettiklerinize bu paragrafı ekleyin’ dedik. O paragrafta Kürtlerin anayasada kabul edilmesi, Ulus olarak tanınması ve dil ve kültürel haklarının verilmesini içeriyordu. Ancak bunu da kabul etmediler. O paragrafı da değiştirerek kabul etmeleri üzerine biz de konferansı terk ettik” dedi.

SUK VE DESTEKÇİLERİ KENDİ BAŞLARINA KALDI

PYD Eş Başkanı Salih Muslim, Kürtler olarak konferanstan çekilmeleri ardından, PYD’nin de yer aldığı Suriye iç muhalefetinden oluşan Meclis Koordinasyonunun da konferansı terk ettiğine dikkat çekti. Salih Muslim, “Diyebiliriz ki konferansta sadece Suriye Ulusal Konseyi (SUK) kaldı. Onlar ve destekçileri kaldılar. Bundan dolayı da kongrenin başarılı olduğu söylenemez” dedi.

SUK BAŞKANI SEYDA’NIN AÇIKLAMASI YALANLANDI

Kürtler ve iç muhaliflerin çekilmesi ile konferansın bitmesi ardından, basın toplantısı düzenleyen SUK’un Kürt başkanı Abdulbesat Seyda, ''konferans birleşenlerinin ulusal birlik hükümetini inşa etmede uzlaştıklarını'' söyledi. Muslim Salih, bu açıklamayı yalanlayarak, “SUK başkanının açıklamaları doğru değildir, konferans başarılı olmadı. Muhalefetin büyük bir kesimini oluşturan Kürtler, yine sadece Kürtler değil Meclis Koordinasyonu da geri çekildi. Bundan dolayı da başarılı geçtiği söylenemez” dedi.

HALK MECLİSİ İLE ENSK ARASINDAKİ İŞBİRLİĞİ

Salih Muslim, Kürtler arası işbirliğine de değinerek, Batı Kürdistan Halk Meclisi ile Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENSK) arasındaki anlaşmaya dikkat çekti. Söz konusu anlaşmanın tam olarak kabul edilmediği, ENSK bünyesinde yer alan bazı kesimlerin buna karşı çıktığını belirten Muslim, buna rağmen birlikte hareket ederek diyalog içinde olduklarını söyledi.

KAÇIRDIKLARI KÜRT GENCİNİN KAFASINI KESTİLER


Salih Muslim Efrin’de bir Kürt gencinin öldürülmesi ile ardından yaşanan çatışmalara da değindi. Olayların halk örgütlemesinden Çekdar adındaki bir arkadaşlarının kaçırılması ile başladığını belirten Muslim, “Çekdar’ı kaçıranlar bir evde başını keserek katlediyorlar. Onu arayan arkadaşları da olayı duyuyor ve söz konusu evde çatışma çıkıyor. Evde sığınak yapıldığı görülüyor. Onlardan 3 kişi çatışmada ölüyor” dedi.

OLAY ÖZGÜR SURİYE ORDUSU BAĞLANTILIDIR


Bu olayın Kürtlerin işi olmadığını, Özgür Suriye Ordusu’nun birkaç gün öncesinde yaptığı çağrı ile bağlantılı olduğunu belirten Muslim, “Bu onların işidir. Onların saldırıları böyledir. Kişileri alıp başlarını kesiyorlar. Kürtlerin kültüründe böyle bir şey yok. Kürtler birbirlerinin başına böyle şeyler getirmez. Biz böylesi vahşi olayların bir daha tekrarlanmamasını umut ediyoruz” dedi. Olayla biri ağır bazı arkadaşlarının da yaralandığını, yaralıların hastanede tedavi edildiğini de aktaran Muslim, kente gerginliğin devam ettiğini ifade etti.

‘BATI KÜRDİSTAN’I KAN GÖLÜNE ÇEVİRMEK İSTİYORLAR’


PYD Eş Başkanı Salih Muslim, kendisi ile partileri hakkında Türk medyasında yer alan iddialara da cevap vererek, iddiaları yalanladı: “Halkımız bize, örgütlülüğümüze güvenmeli. Bu tür şeyler Kürt halkının iyiliği ve çıkarına değildir. Bize karşı çok propaganda yapılıyor, bu özellikle de Türklerin işi. Çok çirkin işler yapıyorlar. Kürtlerin iyiliğine değil. Halkımızın bu tür şeylere kulak asmamasını temenni ediyoruz. Halkımız gözleriyle gördüklerine göre hareket etsin. Çok hassas bir süreçten geçiyoruz. Kürtlerin düşmanları büyük, kişi meselesi değildir. Batı Kürdistan’ın tümünü kan gölüne çevirmek istiyorlar. Eğer uyanık, birlik olursak, hep beraber bunları boşa çıkarırız. Birbirimize yaklaşmalı, güvenmeliyiz. Halkımızdan beklentimiz budur.” 


ANF

Karayılan: Kürt Sorunu Birinin Elini Taşın Altına Sokmasıyla Çözülmez

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan Kürt sorununun bir siyasetçinin “elini taşın altına sokmasıyla” çözülecek bir sorun olmadığını ifade ederek AKP’nin sorunu şiddetle çözme kararlılığında olduğu bir süreçte Başbakanla görüşmeden beklenti yaratmanın isabetli bir siyasi duruş olmadığını söyledi.

Karayılan ANF’ye verdiği röportajda Leyla Zana ile Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki görüşmeyi değerlendirdi. Kürt halkının temel haklarını temin eden barışçıl bir çözümün geliştirilmesine karşı olmadıklarını belirten Karayılan ancak bunun bir siyasetçinin “elini taşın altına koymasıyla” gerçekleşemeyeceğini söyledi.

AKP’nin Kürt sorununu şiddetle çözmek kararlılığında olduğunu ifade eden Karayılan, bu kararlaşmaya rağmen Başbakanla görüşmeden beklenti yaratmanın isabetli bir duruş olmadığının da altını çizdi.

Karayılan’la röportajımızın ikinci bölümünü yayınlıyoruz:

Geçen hafta Amed Milletvekili Leyla Zana’nın bir gazeteye vermiş olduğu röportajda belirttiklerinin ardından geçtiğimiz Cumartesi günü Erdoğan ile Zana arasında bir görüşme yapıldı. Görüşme öncesinde Kürt sorunu çözülmüş ve Kürt siyaseti parçalanmış gibi davranan Türk basınının bu görüşme ardından aynı tavrı göstermediğini görüyoruz. Öncelikle Leyla Zana’nın çıkışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biri ortaya çıkıp “ben sorunu çözeceğim” derse, biz buna karşı olmayız. Eğer gerçekten Kürt halkının temel haklarını temin eden barışçıl bir çözüm gelişirse kimse buna karşı olmaz. Çünkü biz halk ve Hareket olarak çözüm istiyoruz. Ama biz biliyoruz ki bu sorun bir siyasetçinin öyle elini taşın altına koymasıyla çözülecek bir sorun değildir. Yine salt bazı görüşmelerle çözümün gelişmesi mümkün değildir. Çünkü bu sorun, çok temel ve köklü bir sorundur. Yumuşamaya, çözüme doğru giden bir sürece hizmet ederse iyi, fakat bu ara böyle bir şey pek uygun görülmüyor.

Çünkü egemen iktidar gücü olan AKP kararını vermiş, bu sorunu şiddetle çözmek istiyor. Kürt özgürlük dinamiklerini güçten düşürüp, tasfiyeye uğratarak, sonuca gitmek istiyor. Böylece Kürt halkını teslim alıp, Türk milletinin bir parçası haline getirmek istiyor. AKP’nin bu kararına rağmen Başbakanla görüşmeden beklenti yaratmak pek isabetli siyasi bir duruş değildir. Açık ki Başbakan ve AKP Kürt halkını bir halk veya bir millet olarak görüp çözme noktasında değil. Onların çözüm dediği şey Kürtlerin onlara dahil olmasıdır. Bu stratejileri temelinde, ‘terörle sonuna kadar savaşacağız, siyasilerle de görüşeceğiz’ diyorlar.

Çünkü o askeri stratejisinin sonuç alması için yani PKK’yi darbelemek ve güçsüzleştirmek için sadece askeri değil, tabanı daraltma, marjinalleştirme, olanaklarını ortadan kaldırma, ulusal ve uluslararası düzeyde kapsamlı bir karşıt faaliyet yürüterek, farklı yol ve yöntemleri de kullanmayı öngörmektedir. Bu tür yöntemlerle Kürt toplumunu zayıflatma, inancını kırma, sindirme suretiyle PKK’yi güçsüz kılıp, kendi çözümünü gerçekleştirmeyi esas alıyor. AKP devletinin net gözüken bu politikası yüzünden kimsenin umuda kapılmaması gerekiyor. Bu konuda çaba gösterenlerin, görüşmek isteyenlerin amaçları farklı olabilir ama Erdoğan her şeyi kendi hizmetine sokma amacıyla yapmaktadır.

Dikkat edelim, Leyla Zana ile görüşmesinden birkaç saat sonra Kayseri’de yaptığı konuşması tamamen bu belirttiğim amacına denk düşen bir konuşmadır. Zaten esas gerçek cevabı da o konuşmada verdi. Ne dedi? Bizi terörist olarak gösterip, “hem teröre hem de ona arka çıkanlara, onu maşa olarak kullananlara ve onlara göz yumanlara asla geri adım atmadan mücadele edeceğiz” dedi. Yine hareketimizi Türk ve Kürt halkının düşmanı olarak ilan etti. Ve “PKK’ye karşı durmalısınız” diyerek, Kürtleri birbirine karşı durmaya çağırdı. Böylece en sert konuşmayı yapmış oldu.

Erdoğan’ın bu konuşması ne anlama geliyor?

Bu bir cevaptır aslında ve anlayan için bu cevap yeterlidir. Bu, aynı zamanda savaş ilanının bir tekrarıdır. Diyelim ki Leyla Zana ile yapılan görüşmeden sonra daha yapıcı olsaydı, örneğin “bu sorunu diyalog ile çözmek istiyoruz, kimseyi düşman görmek istemiyoruz” gibisinden bir yaklaşım olsaydı; insan “bu görüşmenin demek ki bir etkisi var” diyebilirdi. Ama hemen birkaç saat sonra en sert bir üslupla hareketimize ve halkımıza hakaret eden saldırılar geliştirdi ve yürüttüğü savaşı bir kez daha ilan etti. Bu açıdan herkes yeniden düşünmelidir.

Diğer bir konu ise AKP her şeyi psikolojik savaşın aracı haline getirmiş. Sürekli toplumda bir beklenti yaratmaya çalışıyor. Güya ben sorunları çözüyorum, Kürt, Alevi ve Roman açılımı benzeri söylemlerle herkese adeta bir şeyler vereceğini göstermek istiyor. Ama hiçbir şey de yapmıyor, hiçbir şey de vermiyor. Esas olarak kendi milliyetçi ve tekçi çizgisini uyguluyor ve bu konuda çok kararlı davranıyor. Yani zengin taktikler kullanıyor; herkese umutlar dağıtıyor, fakat esasta kendi çizgisini uyguluyor. Türkiye’de aslında birçok çeşitli kesimleri böyle yanılttı. Liberal kesimlere ne kadar gülücükler saçtı, değişik kesimlere ne kadar vaatlerde bulundu. Peki, bunların hiçbirisini yaptı mı? Hayır. Kendi çizgisini uyguluyor ve kendi iktidarlaşmasını pekiştiriyor. Böylece tekçi ve diktatöryal bir sistem yaratmış oluyor. Gerçek amacı budur.

Elbette ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükümeti Kürt sorununu çözebilir. Elbette ki bu devletin ve hükümetin başındaki Erdoğan Kürt sorununu isterse çözebilir; ancak çözmesi için önce bir karar vermesi gerekiyor.

Ne gibi kararlar?

Başta askeri yöntemden vazgeçmesi gerekiyor, Kürt halkını bir halk olarak görmesi ve doğal haklarını teslim etmesi gerekiyor. O tekçi ve otoriter zihniyetten vazgeçmesi gerekiyor. Demokratik çoğulcu bir anlayışta karar kılması gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt politikasında 1925’ten bu yana esas aldığı şey Şark Islahat Planı’dır. Daha sonraki İsmet İnönü Raporu, Abidin Özmen Raporu, Tunceli Kanunu, Mecburi İskan Kanunu ve benzeri bütün raporlar ve yasaların hepsi aslında Şark Islahat Planı’nın birer versiyonu olarak geliştirilmiştir. Şimdi AKP’nin yapmak istediği ise Şark Islahat Planı’nı güncelleştirilmesidir. O tarihten bu yana 87 yıl geçmiştir. Şark Islahat Planı’nın amacı Kürt halkını Türkleştirmek ve onu Türk milletinin bir parçası haline getirmektir. Dikkat edin; önce, “bunlar Türk’tür, Kürt kökenli Türklerdir” diyorlardı. Şimdi ise bunu tersine çevirmişler ve “Kürt kökenli vatandaşlar” diyorlar. Yani “Kürt kökenli Türk milleti” diyorlar. Kürtleri de Türk milleti kapsamında ele alarak, sorunu çözmek istiyorlar. Bu sorunun önündeki en ciddi engeldir ve sıradan bir olay değildir. Bu bazı görüşmelerle aşılabilecek bir engel de değildir. Bu konuda devletin yani AKP’nin oturup düşünmesi lazım. Kürt sorunu sadece Cumhuriyet döneminde ortaya çıkmış bir sorun değil, cumhuriyetten önce başlayan bir sorun. Bu sorunun 206 yıllık bir tarihi var. Kürt halkı özgürlük mücadelesini geliştiriyor ve Kürt halkı bu temelde Türkiye ile bir arada yaşamak istiyor ama haklarının verilmesi ve eşit-özgür temelde yaşamak istiyor.

Şimdi bu konuda devletin karar vermesi gerekiyor. “Yeni bir karara ihtiyaç var” derken bizim kastettiğimiz budur. Çözüm ancak bu temelde Kürt halkına dilsel, kültürel ve statü haklarının verilmesiyle mümkün olabilir. Bugün Kürt halkı özgürlük mücadelesinde on binlerce şehit vermiştir. Şeyh Sait isyanından bu yana yüz binlerce Kürdistanlı katledilmiştir. Verilmiş bir emek ve çaba vardır. Bugün on bin kişi zindanda, on bin kişi de dağda mücadele yürütüyor. Bir o kadarı da değişik zeminlerde siyasal-diplomatik faaliyet yürütüyor. Bu halkın Önderliği zindanda ve işkence altındadır. Bu sorun çok kapsamlı bir sorun. Bu sorunun diyalog yöntemiyle çözümü mümkündür ama bunun için öncelikle çözüm zihniyetine ihtiyaç vardır. Kürtleri kendine mal ederek ve “benim Kürdüm” diyerek, yine Şark Islahat Planı’nı farklı bir biçimde uygulamakla çözülmez. Başbakan’ın “tek millet” derken kastettiği şey işte budur.

Halkımız adına Önder Apo'nun hazırlamış olduğu çözüm projesi var. Bizim projemiz Demokratik Ulus Projesi’dir. Yani Türkler ve Kürtler birlik olmalı, bir ulus olmalı ama demokratik bir ulus olmalı. Tekçi değil, çoğulcu bir sistem olmalı. Merkeziyetçi-otoriter değil, demokratik-ademi merkeziyetçi bir sistem olmalı. Bu biçimde bir arada yaşama imkanı var. İşte o protokoller bunu izah ediyor. Protokollerin izahı budur. Protokoller demokratik ulus ekseninde Kürt sorununu çözme ve Türkiye’yi demokratikleştirme projesidir. Protokollerin ana özeti budur. Biz “tamam, bölünmeyelim, tek bir ulus olalım ama demokratik bir ulus olalım” diyoruz. Herkes kendi kültürünü, kendi dilini özgürce kullanabilsin; herkesin öz yönetim hakkı olsun. Türkiye ancak bu biçimde kendini yenileyerek, demokratik bir ülke olabilir. Bunun dışında yenilenme ve demokratikleşme mümkün olamaz, diyoruz.

Kürt halkı bugün gelinen koşullarda AKP’nin dayattığı Türkleştirmeyi kabul edemez. Yumuşatılmış bir üslupla yeniden Türkleştirmeyi dayatma ve Türk milletinin bir öğesi haline getirme, bir asimilasyondur. Asimilasyonu zaten bunun için yürütüyorlar. Evet, televizyon açmışlar, seçmeli dil yasallaştı ama bunlar uzun vadeye yaydırılmış asimilasyonun birer parçalarıdır. Dolayısıyla bütün bunların görülmesi gerekmektedir. Ben bu konuya ilişkin bunları söyleyebilirim.

Zana’nın bu çıkışını yandaş medya Kürt siyasetinde bölünmeye gidecek bir çıkış olarak yorumladı…

Evet, AKP çevresi ve yandaş basın-yayın organları Zana’nın bu çıkışını bir kopma, kendi taraflarına geçme gibi algılatmaya çalıştılar. Beklentileri de öyleydi. Nitekim görüşmeden sonra yapılan basın açıklamasıyla birlikte tavır almaya başladılar. İşte “hangi Zana, Zana korkmuş, Zana fare doğurdu” vb. yakıştırmalarla aslında neyi beklediklerini de ortaya koymuş oldular. Çünkü onların anladığı tek şey var, teslim olmak! Şimdi Kürt siyasetine dayattığı şey budur. Bunun karşısında bugüne kadar Kürt siyasetinin, gerek zindandaki Kürt siyasetçilerden gerekse de dışarıdaki Kürt siyasetçilerden hiç kimsenin teslim olmaması, herkesin direnişçi ve birlikçi bir tutum alması çok anlamlı ve çok önemlidir. Onlar “acaba burada bu birliği delebilir miyiz, acaba burada sonuç alabilir miyiz” hesaplarına dayalı bir politika yürütmeyi geliştirdikleri için beklentilerinin de karşılanmadığını görünce bu kez de tavır almaya çalışıyorlar.

AKP’nin siyasi temsilcileri ve psikolojik savaş organları, daha açıkçası basın-yayın çevresi daha başlangıçta Leyla’nın çıkışını sahiplenerek, Kürt siyasetini tahrik etmeye çalıştılar. Deyim yerindeyse Zana’yı da pohpohlayıp, yanlışa sevk etmek istediler. Onlar Kürt siyasetinin çok sert tepki göstereceğini, yine PKK hareketi olarak bizim artık üstünü çizeceğimizi bekliyorlardı. Bunun da ciddi bir çatlaklığa ve bazı sorunlara yol açacağını hesaplıyorlardı. Ama Kürt siyaseti çok olgun bir biçimde hem eleştirilerini söyledi hem de neyin nasıl ele alınması gerektiğini ifade etti. Bu da Kürt siyasetinin olgunlaşma düzeyini gösteriyor. Yine bizim konuya ilişkin görüşlerimizi çarpıtmak istediler ama gerçek ortadadır. Artık onların Kürt siyasetinden beklediklerini alamayacakları anlaşılmıştır. Bunu anladıkları için Leyla’yı eleştirmeye çalışıyorlar. Eğer Leyla’ya ve Leyla’nın bağlı olduğu değerlere saygıları olsaydı elbette ki böyle yapmazlardı. Ama bunların o tür değerlerden anladıkları yoktur. Kürt halkına ve Kürt siyasetine ilişkin algıladıkları tek şey teslim almaktır. Artık bunu da hiçbir zaman görmeyecekleri açık ortadadır. Yanlışlıklara rağmen gerek Leyla Zana’nın ve gerekse de Kürt siyasetinin sergilediği tutum bunu ortaya koymuştur. Bu konuda Kürt siyasetinin yakaladığı düzeyin ve olgunlaşma performansının aslında onlara da cevap verecek düzeyde olduğu bir kez daha görülmüştür. Ancak durum ne olursa olsun, Kürt siyasetinin başarısı, ferdi çıkışlarla değil, konsensüse dayalı, birlikçi ruhu güçlendiren mücadele biçimleriyle sonuç alabilecektir.

Kürt sorununun çözümü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükümeti tarafından yeni bir kararın alınmasıyla mümkündür. Elbette çözümün yeri Türkiye Büyük Millet Meclisi olabilir. Bu sorunun çözümü, TBMM’nin bu konuda karar almasıyla mümkündür. Dolayısıyla bu çerçevedeki girişimlere bir anlam vermek mümkündür. Ama AKP’nin her şeyi psikolojik savaşın hizmetine sokmaya çalıştığı ve özgürlük saflarında gedik açmaya çalıştığını da hiç kimsenin göz ardı etmemesi gerekir. Herkesin sergileyeceği bütün çabaları, bütün bu durumları dikkate alıp yapması gerektiği açık ortadadır. Bu açıdan herkesin dikkatli davranıp, AKP’nin Kürt halkı üzerinde yürüttüğü sindirme ve teslim alma stratejisine umut verilmemesi önemlidir. Yani en iyi niyetle yapılmış olsa bile, onların böyle kullanacağını bilerek buna meydan vermeden hareket etmek gerekiyor.

Hafta sonu Meclis’ten jet hızıyla geçen bir kanunla KCK davalarına da bakan Özel Yetkili Mahkemeler kaldırıldı. Siz bu mahkemelerin kaldırılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu, Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılması falan değildir; AKP-Gülen Cemaati arasındaki iktidar kavgası çerçevesinde yapılmış bir düzenlemedir. Zaten bu mahkemeler kaldırılmamıştır, farklı bir biçimde devam ettirilmesi kararı alınmıştır. Bunun adına başta “Terör Mahkemeleri” dediler. Sonra baktılar ki çok yerine oturmayacak, “Bölge Mahkemeleri” dediler. Bölge Mahkemeleri, özünde “eskinin İstiklal Mahkemeleri”dir. Herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Hatta Kürt halkı için daha da çekilemez bir düzeye getirmek istedikleri anlaşılmaktadır. AKP’deki bu ısrarlı tutum da Kürt halkına karşı savaşın sürdürülmesinde ve sindirme hareketinin geliştirilmesinde ne kadar kararlı olduklarını göstermektedir. Bu açıdan bu mahkemeler konusunu doğru anlamak gerekiyor. Kendine göre sistem içi güç dengelerini düzenleme çerçevesinde yapılmış bir düzenlemedir. Öyle bakmak lazımdır.

Son bir konu olarak biliyorsunuz, 23 Haziran tarihinde Suriye karasularında Türk ordusuna ait bir F-4 keşif-savaş uçağı düşürüldü. Bu olay ardından Suriye-Türkiye sınırında hareketlilik arttı. Türkiye sınıra çok sayıda füze, vb. ağır silah yerleştirdi. Siz bu ortamı nasıl yorumluyorsunuz? Türkiye’nin Suriye’ye askeri olarak bir savaş açması olası mı?

Aslında Türk devleti uçağının düşürülmesini gerekçe yaparak, Suriye’ye dönük kapsamlı bir müdahaleyi tasarladı. Bunun için NATO’yu toplantıya çağırdı, değişik çabalar sergiledi. Fakat bu konuda Batılı güçler Türkiye’nin istemine olumlu cevap vermediler. Türkiye tek başına kaldı, diyebiliriz. NATO’dan istediği kararı çıkartamadı, yalnız kaldı. Şimdi tehdit amaçlı sınıra güç yığıyor. Bize göre bu yığınak, savaş değil, tehdit ve blöf amaçlıdır. Savaşan bir güç yol kenarına, tepelerin üzerine, herkesin görebileceği şekilde silahları konumlandırmaz. Türkiye’nin yaptığı daha çok sınırda gerginlik yaratıp, baskılama ve Suriye içindeki savaşı tırmandırmadır. Yoksa öyle hemen bir savaşı geliştirme, bir uçağın düşürülmesini vesile yapıp savaş yürütme, tek başına müdahale etme gibi bir niyetinin olacağını sanmıyorum.

Peki, olası bir müdahalede Kürt halkının tutumu nasıl olur?

Şimdi Suriye-Türkiye sınırındaki hatlarda daha çok muhalif güçler egemendir. Kürtlerin yaşadığı yerlerde Kürt halkının etkinliği var ama Arapların yaşadığı sınır hatlarında ağırlıklı olarak muhalif Arap güçleri belirli bir alanda denetimi sağlamış durumdadırlar. Bu durum karşısında Türkiye eğer tekrar tampon, vb. gerekçelerle müdahale etmeye kalkışırsa bu oradaki Kürt halkına müdahale etme anlamına gelecektir. Suriye’den ziyade oradaki Kürt yapılarına dönük bir müdahale olmuş olacaktır. O açıdan da Kürt halkının, gerek Suriye’deki Kürtler gerekse de Kuzey ve diğer parçalardaki tüm Kürt halkının buna karşı tepki göstereceği, buna karşı mücadele geliştireceği ve oradaki Kürt halkına sahip çıkacağı açıktır. Bu nedenle Türkiye’nin Suriye’ye dönük olabilecek bir müdahalesinin beraberinde getireceği böyle ciddi durumlar da söz konusudur. Esas itibarıyla baskılamak istiyor. Böylelikle kendi çıkarları doğrultusunda sonuca gitmek ve orada Kürt halkının irade olmasını önlemek, yeni kurulacak Suriye’de Kürtlerin yer almasının önüne geçmek istiyor.

Geçtiğimiz hafta Türk Dışişleri Bakanlığı’nın gizli ibareli bir genelgesi de ortaya çıktı. Belgeye göre Türkiye’nin Suriye ve Batı Kürdistan planlarında Güney Kürdistan hükümetine de rol biçiliyor. Siz bu belgeyi ve içeriğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, şimdi bir belge ortaya çıkmış. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın Hewlêr’deki konsolosluğa yazdığı bir talimnamedir. Bu çok önemli bir şeydir. Türkiye’nin gerçek niyetini açığa vuran bir belgedir. Ben bu belgeyle ilgili şuanda fazla bir şey söylemek istemiyorum. Bu konuda özellikle Güney Kürdistan hükümetinin açıklama yapmasını bekliyorum. Yani gerçekten varsa böyle bir şey buna karşı, Federe Kürt Hükümeti’nin iktidarının tutumu nedir? Çünkü orada ciddi iddialar var. Çok ciddi iddia ve hesapların olduğu yazılıyor. Bu açıdan öyle hemen üzerinden geçilecek bir belge değildir. Kamuoyunun ve bizlerin bu konuda beklentisi olduğunu söylemek istiyorum.
Ama Batı Kürdistan'daki tüm halkımızın, tüm dürüst yurtsever siyasi partilerin, demokratik kurumların süreci çok iyi anlamaları lazım. Türk devleti kesinlikle orada Kürt halkını boşa çıkartmak, birbirine düşürmek ve Araplarla çatıştırarak, Kürtleri bertaraf etmek istemektedir. Bu kesindir yani. Bu açıdan buna verilecek tek yanıt, bir an önce dürüst ve yurtsever olan tüm Kürt kesimlerinin birliğini korumasıdır. Çünkü işbirlikçi olan bir takım kesimlerin olduğu da anlaşılmıştır. Ruhunu satmış bu işbirlikçi kesim marjinal bir yapıyı oluşturmaktadır. Kürt halkına değil, sömürgeciliğe hizmet etmeyi esas alıyorlar. Özellikle Kürt halkıyla muhalefetini karşı karşıya getirecek ve tasfiyeyi yaşatmayı hedefleyen çok tehlikeli çabalar içerisindedirler. Bu işbirlikçi kesimlerin daha fazla tahribat yapmadan önüne geçilmesi için mutlaka ulusal-demokratik birliğin geliştirilmesi gerekmektedir. Derin bir yurtseverliğe sahip olan Batı Kürdistan’daki halkımızın yüksek bilinci ve politik duruşunun bu tür tehlikeleri anlayabilecek düzeyde olduğuna inanıyorum.

Son dönemde Türk devletinin gerek Güney Kürdistan üzerinden gerekse de Türk basın-yayın organları üzerinden sürekli PKK’nin ve PYD’nin Suriye’deki rejimle birlikte hareket ettiği yönünde propagandaları var. Bunu bu kadar gündemleştirmeleri bu gizli belgede yer bulan planların uygulanması kapsamında mıdır?

Gayet tabii ki, bunlar çok bilinçli bir biçimde yürütülen dezenformasyon çabalarının bir sonucudur. Kesinlikle bir çarpıtmadır. Özellikle Güney Kürdistan kaynaklı bazı basın-yayın çevrelerinin ve site sahiplerinin bu tür yalan haberleri yaymaları dikkat çekicidir. Tüm yurtsever kesimlerin bu tür yalan haber üreten ve Türk devletinin Kürtleri güçsüzleştirme projesine hizmet eden kesimleri çok dikkatle izlemeleri gerekmektedir. Kürdistan'daki bazı işbirlikçi kesimler de böyle bir senaryodan pek hoşlanıyorlar. PKK ile Suriye rejiminin ortaklığını korumaktan bayağı hoşlandıkları anlaşılıyor. Ben herkese şunu söyleyeyim; daha bir yıl öncesine kadar Suriye rejimi ile AKP devletinin ne düzeyde ortaklık kurdukları ve yıllarca hareketimize karşı ortak operasyon yaptıkları, yüzlerce arkadaşımızı Suriye’nin yakalayıp Türkiye’ye verdiği ve bunların hala Türkiye cezaevinde yattıklarını da bilmeyen var mıdır? Sömürgeci devletlerin hareketimize karşı ortak saldırıları karşısında büyük bir iradeyle direniş göstermiş ve başta Şehit Şilan olmak üzere bu direnişte yüzlerce şehit vermiş bir hareketin bu tür yalan propagandalar karşısında geri adım atması mümkün değildir.

Biz kendi öz gücümüze dayanan bağımsız bir hareketiz. Hiç kimseye dayandığımız yoktur. Elbette çeşitli güçlerin arasındaki çelişkilerden yararlanırız ama Türkiye’nin düne kadar bize karşı ortak mücadele ettiği Suriye’yle şimdi arası bozulmuş diye kalkıp da “bu kez PKK ile ilişkilendi” gibi bir suçlamayı hem Suriye’ye hem de bize yapması, gerçeklerin tersyüz edilmesidir. Türkiye’nin, Suriye ve İran ile birlikte bize karşı saldırıda olduğu dönemlerde de biz direnmeyi bildik. Şimdi de daha güçlü direneceğimizi herkesin bilmesi gerekmektedir. Türk sömürgeciliğinin tüm işbirlikçileriyle birlikte hareketimize karşı saldırdığı dönemde de PKK en yetkin direnişi geliştirdi. Herkes biliyor ki bizim dayandığımız farklı güçler yoktur. Bizim dayandığımız güç halkımızdır.

Başbakan zaten son dönemde onu bayağı bir dillendiriyor. Güya bizi maşa gibi gösteriyor. Kendisi Batı güçlerinin taşeronu olmuş, arkasını Batılı güçlere dayamış, bölge halklarına karşı geliştirilen konseptlerin içinde rol üstleniyor, kalkıp bize taşeron diyor. Kendi taşeronluğunun üstünü örtmek için başkasını taşeronlukla suçluyor. Gerçek öyle değildir. Gerçek, AKP’nin taşeronluğu yaptığı, Kürt halkının da haklı davası, en insani istemi olan anadil hakkı için dişiyle, tırnağıyla direnmekte olduğu gerçeğidir. İşte gerçek budur. Diğer hususların hepsi birer çarpıtmadır. Önemli olan burada tüm halkımızın AKP’nin yoğun bir biçimde geliştirdiği psikolojik harp propagandalarına aldanmadan, tarihin bu en önemli döneminde en güçlü birliğini koruması, bütün parçalarda sömürgeciliğin oyunlarına karşı ulusal-demokratik tutumu geliştirmesi ve özgürlük mücadelesini yükselterek, direnişiyle kazanma gücünü ortaya koymasıdır.


ANF

Kemalizmin Kendini Yenileyebilecek Potansiyeli Yoktu


Son yıllarda Kemalizm ve Kürtler üzerine geliştirdiği tezleriyle öne çıkan ve bu konuda dünyanın önemli üniversitelerinde konferanslar veren Anglia Ruskin Üniversitesinden Kürt kökenli araştırmacı yazar Dr. Welat Zeydanlıoğlu ile Türkiye’de Kürtler Kemalizm ve AKP süreci konusunda çarpıcı değerlendirmelerde bulundu.

Zeydanlıoğlu’na Kürtler ve Kemalizm konusunda kafamızın bir yerlerinde duran soruları yönelttik. Örneğin “Kürtler olmasaydı Kemalizm Türkler için nasıl bir ideolojik zemin sunardı” şeklindeki bir sorumuza Zeydanlıoğlu şu çarpıcı cevabı veriyor: “Nazizm’in Yahudilerle ilgili uygulamalarını bir tarafa bırakırsak Almanlar açısından demokrasinin gelişmesine uygun bir ideolojik zemin sunuyor muydu’ gibi bir soruyu kendimize sormuş oluyoruz. Doğası gereği bir aşağılık kompleksiyle yoğrulmuş ve otoriter-militarist-şovenist bir ruhla hareket ettiği için Kemalizm’in Türklere de demokratik bir ortam sunması mümkün değildi.”

Aynı zamanda Kürdistan üzerine akademik çalışmalar yürüten dünyadaki 500'den fazla araştırmacı ve akademisyenin buluştuğu ortak bir platform olan Kürt Araştırmalar Ağı’nın (Kurdish Studies Network) koordinatörü de olan Zeydanlıoğlu bize Kemalizm ve Kürdistan’da din olgusu, AKP’nin Türkiye’nin ideolojik yapısında yarattığı değişikliklerin niteliği ve Kürt sorununa yaklaşımı konularını değerlendirdi.

KEMALİZMİ KÜRT SORUNUNDAN BAĞIMSIZ DEĞERLENDİRMEK ZOR

Kemalizm’i değerlendirirken Kürtlerle ilgili uygulamalarını bir tarafa verirsek Türkler açısından demokrasinin gelişmesine uygun bir ideolojik zemin sunuyor muydu?

Bunu iddia etmek gerçekten zor ve aynı zamanda Kemalizm’i Kürt sorunundan bütünüyle ayırmak güç, çünkü Kemalizm’in hem kuruluşundan gelen çarpıklıklar hem de kuruluş sonrası politikalarını göz önünde bulundurursak pratiği ve uygulamaları kendini tanımlamasında büyük rol oynamıştır. Kemalizm’in Kürt ve Kürdistan politikalarını bir yana bırakmaya yeltensek bile önümüzde Ermeni jenosidini uygulamış bir milliyetçi devlet geleneği var. Onu da bir yana bırakırsak ve kendimizi sadece Cumhuriyetin kuruluş sonrasıyla sınırlarsak bu sefer Musevi, Hıristiyan, Süryani, Yezidi ve diğer dinsel grupların maruz kaldığı politikalar ortada. Onu da bir yana bıraksak devletin absürt Alevi veya Sünni İslam politikası var. Başka bir “ötekiler” olarak solcuların gördüğü muamele ortada.

“Nazizm’in Yahudilerle ilgili uygulamalarını bir tarafa bırakırsak Almanlar açısından demokrasinin gelişmesine uygun bir ideolojik zemin sunuyor muydu” gibi bir soruyu kendimize sormuş oluyoruz. Doğası gereği bir aşağılık kompleksiyle yoğrulmuş ve otoriter-militarist-şovenist bir ruhla hareket ettiği için Kemalizm’in Türklere de demokratik bir ortam sunması mümkün değildi. Baas ideolojisinin Araplara ne kadar hayrı olmuşsa o kadar. Bu sistem, ona benzeyen başka otoriter ve anti-demokratik sistemler gibi, çarpık iç politik ve ekonomik güç dengelerini doğalmış gibi gösterme pahasına sürekli kendi ötekisini üretmeye ihtiyaç duyan; hatta buna mahkûm olan bir sistemdir. Büyük bir hamle ile kendini yenileyebilecek bir potansiyeli yok, çünkü en küçük bir kritiğe tahammüllü yok. Farklı düşünebilen, yenilik getirebilecek insanları çok çeşitli biçimlerde cezalandırıyor, hapishanelerde işkencelerden geçiriyor. Vicdanlı aydın insanları, yenilik getireni, farklılık göstereni susturup, sindirip itibarsızlaştırmaya çalışan, bunu başaramadığında ortadan kaldıran, seksen senedir insanların en temel değerlerini ve haklarını çiğneyen ve bunda ısrar eden bir sistem tabiki evrim geçir(e)miyor. Kral çıplak diyen kralın hışmına uğruyor. Ama kıral çırıl çıplak olduğu için de sistem bir türlü rahat etmiyor. “Öteki” hep görüntüyü ve imajı bozuyor. Her söylediğin havada kalıyor. Kapıdan atsan bacadan giriyor. Türkiye’deki ve Ortadoğu’daki kralın çıplaklık gerçeği Kürt sorunudur, Kürdistan’ın işgalidir.

OTORİTER VE DARBECİ

Onun için aynı zamanda Kemalizmi “Kemalizm” yapan da bir anlamda Kürt sorunudur başka her şeyi bir yana bıraksak bile... Kemalizm zaten Kürtlerin ve Kürdistan’ın inkârı ve işgali üzerine kurulmuş bir sistem olduğu için demokrasinin gelişmesine uygun bir ideolojik zemin sunması da bu gerçekliğe aykırı olurdu. Bu sistemik-handikap zaten bunu imkansız kılıyordu. Zaten 19. yüzyılın başlarındaki Türk milliyetçiliğinin içinde oluştuğu ortamın otoriter atmosferini, “Batı” ve Batı modernitesiyle ve dolayısıyla “kendi” toplumuyla kurduğu çarpık ilişki vardı. Sonrasında Soğuk Savaşın oluşturduğu boğucu atmosferi, kendi insanına darbe yaparak toplumsal mühendisliğe soyunmuş ve toplunu sindirmeyi rutinleştirmiş bir ordunun emriyle yönetilen bir sistemin getirdiği kısıtlamaları da göz önünde bulundurursak böyle bir demokrasi potansiyeli imkânsız görünüyor. Demokrasinin olmazsa olmazı ifade özgürlüğüdür. Bu da Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca var olmamıştır.

“Vatandaşlarının” (diyelim) yüzde yirmisinin etnik kimliğini, en temel ve sorgulanmaz haklarını inkâr eden bir ana damar politika üzerine kurulmuş, koskoca İslam dinini milliyetçi ve ırkçı bir paradigmanın aleti etmiş, “kendinden” olmayan herhangi bir insanı veya görüşü düşman ilan etmiş, militarist bir talan ve sömürü ekonomisi üzerine kurulmuş ve senelerdir bir sürü uluslararası güç tarafından değişik nedenlerden dolayı ve değişik dönemlerde desteklenmiş böyle bir sistemin kimseye demokrasi vaat edebileceğini sanmıyorum.

DEVLET İÇİN KÜRTLERİN “KÜRTLÜĞÜ”, “ MÜSLÜMANLIĞINDAN” DAHA TEHLİKELİDİR

Kürtlerin etnisite ve dininin (yani Kürt ve Müslüman olmaları) Kemalizm tarafından büyük tehdit olarak algılandığını vurguluyorsunuz. Ama sonraki dönemlerde devletin Kürt bölgelerindeki dini akımları ve tarikatların desteklendiği ve teşvik ettiğini görüyoruz. Bu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kemalizm veya Türk milliyetçiliğinin herhangi bir rengi açısından, Kürtlerin “Kürtlüğü” veya “Kürdistaniliği”, ilk etapta Kürtlerin “Müslümanlığından” daha tehlikelidir. Onun için devletin değişik dönemlerde Kürdistan’da dini akımları desteklemesi yâda bunlara “dokunmaması” devlet açısından “mantıklıdır”. Kürtlük bilincini ortadan kaldırmak için bunları destekler ama zamanı geldiğinde de ortadan kaldırır, ezer, yâda beklemeye alır veya kendisine eklemler. Kendi yörüngesinde olmayan herhangi bir hareketi veya ideolojiyi sindirir, kontrol altına alıp yönlendirir. Birde Kürtlerin dini pratiklerine ve var olan dini strüktürlere, mesela medreselere, yeni kurulan milli ve üniter sistemde yer yoktu ve bunlar “eski”yi hatırlatan modern olmayanı temsil edendi.

Zaten devlet Kürdistan’da “dini” kullanırken her zaman “kendi” dinini yani Türk milliyetçiliğine ve militarizmine endekslenmiş bir “Müslümanlık” anlayışını desteklemiştir. Tabi bu Türkiye’deki Müslümanlığı inanılmaz derecede kirletmiş, İslami vicdandan ve değerlerden uzak, milliyetçiliği Müslümanlık sanan bariz çelişkilere sırıtarak cevap veren, Filistin’e ağlayıp Kürdistan’a bomba yağdıran, Dünya Türkçe Olimpiyatları düzenleyip “Somalililere öğrettik bu Kürtlere hala niye Türkçeyi ve medeniyeti öğretemedik” diye yakınan bir “Müslümanlık” anlayışı ortaya çıkmıştır. Onun için devlet Kürdistan’da sadece ve sadece Kürtlük ve Kürdistanlık bilincini köreltecek ve unutturacak bir din anlayışını destekler. Bugünde olan bundan ibarettir.

AKP’NİN KÜRT POLİTİKASI MANİPÜLATİFTİR

Kürt etnik kimliğinin Türklerin isteğinin dışında politikleşmesi Türkiye’nin ideolojik yapısını nasıl etkiledi?

Devlet söyleminde yarılmalara neden oldu, inkâr söyleminde geri adım atmaya zorlandı, devlet bunun yerine bocalayarak yeni söylemsel stratejiler üretmek ve PKK ile masaya oturmak zorunda kaldı. Beton gibi sunulan milli kimlikte tamir edilemez çatlaklar oluştu. Klasik Kemalist inkâr söyleminin iflasına neden oldu. Burada ilginç olan şöyle bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum. Son 30 senelik mücadele ve mobilizasyon inkâra dayalı değerler dizisinin iflasında en büyük rolü oynadı. Ama bir ayrıntıyı öne çıkaracaksak buda AKP’nin “reformcu” söyleminin sanki çok devrimci bir şeymiş gibi ortaya çıkmasını kolaylaştırdı. “Artık inkâr yok” deyince çok yeni birşey söylüyormuş gibi bir atmosfer oluştu. AKP için böyle ilginç bir imkân oluştu ve “yenilik” söyleminin başarısında önemli rol oynadı. Hâlbuki gerçek “Artık inkâr edemiyorum” du ama bunu da uzun süre ambalajlamayı becerdiler. Burada koskoca Kürt haraketinin etkisini tabiî ki böyle bir ayrıntıya indirgemiyorum ama böyle bir ayrıntı var diye düşünüyorum. Kürt etnik kimliğinin devlet kontrolünün dışında gelişmesi devleti klasik inkâr söyleminden geriye adım attırdı. Şimdi devlet artık “inkâr” etmiyor ama aynı sindirme ve imha politikalarını devam ettiriyor. Ama bunu “inkâr” dan ziyade daha manipülatif sembolik ve stratejik hamlelerle sürdürüyor.

''MÜSLÜMAN KARDEŞLİĞİ'' POSTUNA BÜRÜNMÜŞ BİR TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ

AKP’nin devletin Kemalist ideolojisini değiştirdiğine ilişkin genel kanıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?


AKP gerek duyduğu yerde ideolojik ve strüktürel uyarlamalar yaptı ve kendi ihtiyaçları gerektirdikçe yapacaktır. Mesela Irak Kürtlerini hor gören ve aşağılayan kaba söylemlerden uzak duruyor ve burada Kemalist ideolojiyi en azından bu katmanda değiştirdiler diyebiliriz. Ama burada klasik Türk devletinin Kürt politikasını değiştirdiler diye bir sonuca varamıyoruz. Güney Kürtleriyle iyi ilişkiler üzerinden Kuzeydeki Kürtleri kontrol etmeye ve “silah bırakmaları” için etkilemeye çalışıyorlar. Aynı zamanda Güney Kürdistan’da da hem ekonomik hem ideolojik hegemonya kurmaya çalışıyorlar. Bilindiği gibi sistem el değiştiriyor ama sistem değişmiyor. AKP sistemin kurumlarını ve ideolojisini kendine ve ihtiyaçlarına göre kodluyor ve programlıyor. Örneğin YÖKe, Diyanete, RTÜK’e, orduya veya yargıya dokunmuyor. Ama klasik Kemalizmin bazı takıntılarını aşabiliyor, Kürtlerden, Kürt halkından, Diyarbakır zindanından, Ehmedê Xaniden, Şivan Perwerden, dini kardeşlikten bahsedebiliyor, bundan gocunmuyor kendi amaçları ve stratejileri için kullanmaya çalışıyor. Bunu “klasik inkâr”dan “manipülatif tanımaya” geçiş olarak tanımlayabiliriz. . İmha ve uzun etaplı asimilasyon politikalarını da aynı zaman diliminde sürdürebiliyor. Kürt sorununu “terör” paradigmasından çıkarmıyor. Kürtleri meclisten atmaya çalışıyor. Zerdüştlük olgusunu Kürtlere karşı bir ötekileştirme aracı olarak kullanabiliyor. Gerekirse zaten varolan söylemsel cephanelikten “Ermeni dölu” gibi “silahları” da rahatlıkla çıkarıp Kürtlere karşı kullanabiliyor. Ama böl-yönet politikasına benzer “tanı-eklemle-erit” politikası ile Kürt hareketini ezmeye-eritmeye çalışıyor. “Tanıyarak” Kürtlerin sisteme tehlikeli gelen taraflarını yontarak, kırparak AKP’deki Kürt milletvekillerini “tanıdığı” gibi tanıyor. Özellikle de sisteme kafa tutan Kürtleri, Müslüman kardeşlik postuna bürünmüş bir Türk milliyetçiliği ile uyumlu ve uslu bir hale getirmeye çalışıyor. Bu noktada klasik Kemalist Kürt politikasıyla ayrışıyor diyebiliriz, ama burada Kürtler açısından yeni bir şey yok, daha da tehlikeli ve manipulatif bir politika var. Son tahlilde Kürtleri Türkleştirilmesi ve “Müslümanlaştırılması” (“Diyanetleştirilmesi”) ve böylece de “uygarlaştırılması”, zorla kontrol altında tutulması ve sindirilmesi gereken bir obje olarak görmeye devam ettiği için “Beyaz Türkler”in yükünü omuzladıklarını rahatça söyleyebiliriz.

KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ İÇİN TÜRK HALKINI İKNA ETMEK ZOR DEĞİL

Türkiye iktidarı yâ da devleti Kürt sorununu çözmek için Türk halkını ikna etmekte güçlük çektiğini iddia ediyor. Bu doğrumu? Türk halkını ikna etmek güç mü?

Şimdi şöyle ikili bir resim var. Bir yandan histerik bir milliyetçi durum var. Türk milliyetçiliği aşırı bir şekilde topluma enjekte edilmiş ve işlemiş, her gün her yerde yeniden üretiliyor ve her tarafa asılan bayraklar her gün gittikçe büyüyor. Artık sadece devletin veya elitin ideolojisidir diyemiyoruz. Bunun inkâr edilmeyecek günlük faşizan ve holigan bir kitleselliği de var. Bildiğimiz gibi çok ta çabuk provoke edilebiliniyor, özellikle de medya tarafından. Bir iki söylentiyle hemen bir iki bin kişi bir araya geliyor veya getirtiliyor, bunlar hemen histerik bir kıvama gelip Kürtleri linç etmeye kalkışabiliyor. Asker cenazelerinde, gösterilerde bu refleks hemen histerik linç ve pogromlara dönüşebiliyor. Bunun tarihte de bir sürü örneği var. Zaten devlet söylemiyle, milli eğitimle, medyayla, askerlikle, milli bayramlarla, camisiyle vb. ile belli bir milliyetçilik hep pompalanıyor, ayakta tutuluyor. Gerektiğinde direkt Kürtlerin üstüne de sürülebiliyor. Bu potansiyel Türkiye’nin bütün tarihinde olduğu gibi bugünde yerli yerinde durduruluyor ve bekletiliyor.

Ama aynı zamanda biliyoruz ki gerçekten Kürt sorununu çözecek bir irade ve niyet olsa aynı şekilde meclis, medya, okullar, spor kulüpleri ve zemini, dini kadrolarıyla yani bütün kurumların seferber edilerek barış ve değişim için uygun bir atmosfer yaratılıp ikna geliştirilebilinirse Türk halkı barışa karşı çıkmayacaktır. Türkiye’de medyanın rolü her zamanki gibi çok öne çıkıyor, çünkü medya toplum mühendisliğinin hep en önemli ayaklarından birini oluşturmuştur. Onun için resmi duruşa ve tavra bağlı bir durumdan ve süreçten bahsedebiliriz. Eğer uzun etapta sorunu çözecek samimi ve “vicdanlı” bir niyet ve istek olursa; devlet tarafından ve sağlıklı şartlarda eğitici, insancıl ve mantıklı bir ortam ve amaçları belli bir süreç hazırlanırsa marjinal kesimler hariç Türklerin genelinin “çözüme” karşı çıkacağını sanmıyorum.

SADECE “İYİ ŞEYLER” OLACAKMIŞ GİBİ BİR HAVA ESTİRİLİYOR

Ama Türk devletinin doğasından kaynaklanan handikabı eğer beklenmedik sistemik değişiklikler ve gelişmeler olmazsa sağlıklı bir politikanın ve adil bir çözümün ortaya çıkmasını uzun süre engelleyecektir. Bu ne anlama geliyor? Bugünde olduğu gibi adil, vicdanlı, samimi ve kardeşçe bir çözüm yerine alışageldiğimiz çözümsüzlük, sindirme, inkâr ve imha üzerine kurulmuş “Kürt sorunu yoktur terör sorunu vardır” paradigmasının değişik manipulatif ve sinsi versiyonlarının uygulanması sürüyor. Bu köhnemiş zihniyet üç seçimi üst üste kazanmış ve bu sorunu çözmesi için milyonlarca oy almış olmasına rağmen Kürt kelimesini ağzına almadan “çözüm açılımları” yapıp pratikte eski zihniyeti kendi çıkarlarına adapte edip devam ettirmesidir. Bu mantık hem Kürtleri siyaset yapmaya çağırır, hem de siyaset yaptıkları için içeri tıkar. Sanki bilmiyormuş gibi Kürtler ne istiyor diye durmadan sorar veya bir şeyler yapacakmış, bir şeyler yapılıyormuş ve “iyi şeyler” olacakmış gibi bir hava estirerek zaman kazanır, zaman aşımına uğratır. Bir yandan askeri operasyonlar düzenler, diğer yandan Kürtlere silah bırakma çağrıları yapar. Her fırsatta Kürtleri bölmeye çalışır. Kürtsüz Kürt sorununu “tartışır”. “Diyarbakır Cezaevini müze yapacağım”dan Diyarbakır’a Türkiye’nin en büyük camisini yapmayı planlama noktasına gelir. Bir sürü iyi niyetli insanın kafasını karıştırır, kendi yörüngesine oturtur, kullanır, harcar. “Yeni” stratejiler uygulayarak “geriye döner.” Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu zihniyetin “çözümü”, doğası gereği Türkleri de bu manipüle git-gellerinde sürükler, beyinlerini yıkar, kafalarını karıştırır, mazluma karşı zalimin yanında yer aldırır ve gerektiğinde Kürtlerin en temel haklarını bile elde etmemesi için sokaklara döker.

HER MODERNLEŞMENİN BİR KARANLIK TARAFI VARDIR

Kürt elitleri ve Kürtlerin bir kesimi, (örneğin CHP tabanındaki ve hatta BDP eliti içinden bazıları) ismini koysun ya da koymasın (çağdaşlaşma anlamında) modernleşme için Kemalizmi yâda Türk modelini benimsemek gerektiğini düşünüyor. Bunlar var olan sosyal ve ekonomik gerilikleri ancak onlara benzeyerek aşılabileceğine ilişkin kanıyı hala taşıyor. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu yanlış bir modernleşme anlayışı. Bir kere modernleşmeyi başka modelleri örnek almaktan ve bunu pratikte kendi toplumuna uygulamaktan ibaret olduğunu sanan zihniyetten uzaklaşmak gerekiyor. Bu modernleşme anlayışı kendisi ile birlikte elitist ve yukardan aşağıya zorlamayla uygulanan bir modernleşmeyi de getiriyor. Onun için “Türk modeli”, “Fransız modeli” veya “Alman modeli” gibi tekçi ve kalıpçı modernleşme anlayışından kurtulmak lazım. Bu aynı zamanda çok zor çünkü bu zihniyet asırlardır egemen ve hepimizin içine sinmiş. Bu tip klasik teleolojik modernleşme anlayışı “yeni”yi getirdiğini sanıp “eski”yi ve “modern olmayanı” ortadan kaldırmaya çalışır ve bu dinamiğin doğası gereği bir çatışma içine girer. Herkesi ve her şeyi kendine ve kafasındaki “ideal imaja” benzetmeye çalışır. Tekçidir. Evet, bir devlet kurar, “devrimler” yapar, ulusunu yaratıp “kurtarır”, resmi tarihini yazar, ulusal dilini ve alfabesini oluşturur ve homojenleştirir, milli eğitim sistemini kurar, milli pazarını oluşturur, ulusal medya kanallarını kurar. Ama nasıl ve ne pahasına? Hangi metodlarla? Kimleri sömürerek? Neyi “unutarak” ve neleri “hatırlayarak” yapar bunları? Hangi jenositlerle, hangi katliamlarla, hangi sürgünlerle, kimin hakkını yiyerek, kimlerin ödediği bedeller üzerinden uygulanır bu modernleşme projeleri? Her modernleşmenin bir karanlık tarafı vardır. Avrupa modernleşmesinin hem büyük başarıları hemde derin bir karanlık tarafı vardır. Foucault’nun altını çizdiği gibi “söylenen”in birde “söylen(e)meyen” bir tarafı vardır. Söylen(e)meyen söyleneni rahat bırakmaz, imajını ve rahatını bozar. Söylen(e)meyenin ağır bastığı yerde söylenen hep havada kalır, kendini tamamlayamaz. Ortadoğu’ya ikinci sınıf kolonyal hegemonya rüyalarıyla “Türkiye modeli” öneren söylem tam da bu yüzden hep havada kalmaya mahkûmdur, çünkü burada Kürt sorunu gibi yüzümüze sırıtan devasa bir “söylen(e)meyen” vardır.

KOPYACI BİR MİLLİ BİLİNCİN ÖRNEK ALINACAK YANI YOKTUR

Onun için elitisit ve yukardan aşağı bir biçimde uygulanması kabullenen bir modernleşme anlayışını sorgulamak lazım. Toplumun benimsemediği ve o toplumun sosyo-politik gerçekliklerinden uzak bir modernleşme zaten Kemalist modernleşme gibi yüzeysel ve içi boş kalır. Otoriter, kopyacı ve silah zoruyla modernleşme anlayışının örnek alınacak bir tarafı yok. Türk modernleşmesi tekçilik, kopyacılık ve Batıyla kompleksli bir ilişki üzerinden gelişti. Sağlıklı ve kapsayıcı bir milli kimlik oluşturamadı. Hem “Batı”dan nefret eden, hem de “Batı”ya hayran olan, kendisine ve komşularına “Batılı” bir gözle bakan, kendi insanını ve toplumunu 19. yüzyıldan kalma bir Batılı sömürgeci gibi algılayan, tüketen ama üretmeyen, kopyacı bir milli bilincin örnek alınacak bir tarafı yok. Burada herkesle ama özellikle de kendi sosyo-politik gerçekliğiyle kuruluşundan beri savaş halinde olan, kimseyle bir türlü barışamayan, hatalarından öğrenemeyen ve yanlışta ısrar eden bir devlet mantığı ve modernleşmeden söz ediyoruz. Hep bir toplumsal mühendislik projesi olarak algılanmış ve böyle uygulanmış. Hala kuruluşundan gelen çarpıklıklarla bocalayan, büyüklük-küçüklük kompleksleri arasında gidip-gelen, krizlerden kurtulamayan ve bir türlü “modernleşemeyen” bir modernleşme projesi.

YENİ JENERASYONUN NASIL ETKİ YAPACAĞINI KESTİRMEK ZOR

Türk aydınları son yıllarda Kürtleri milliyetçilikle suçluyor. Siz Kürtlerin ulusal kimliklerini inşa ettiği bu süreçte milliyetçiliğin (şovenizmin) tuzaklarına düştüğünü düşünüyor musunuz?

Tabiki Kürt halkı, özellikle de Kürt entelektüelleri, Kürt ulusunun inşa ve senkronize edildiği bu önemli dönemde söylemlerine, kullandıkları söylemsel araçlara ve retoriğe çok daha özen göstermelidir. Dışlayıcı olmayan, Kürdistan’ın dilsel, dinsel, kültürel bütün zenginliğini kapsayan ve hazım eden, olgun, kendisiyle, komşularıyla ve dünyayla barışık demokratik ve yurtsever bir “Kurdayeti” tahayyül edebilmeliyiz ve bunun merkezine demokratik bir ruh ve zihniyet oturtabilmeliyiz. Türk, Arap, Fars milliyetçiliklerinin düştüğü tuzaklara Kürt milliyetçiliğinin de düşmesi gerekmiyor ve bu yolda büyük çabalar sarf etmek zorundayız. Ama tabiki Kürt milliyetçiliği de bölgedeki milliyetçiliklerden ve var olan ulus-devlet politikalarından izole yaşamıyor. Onların söylemlerine ve politikalarına tavır alıyor, karşılık veriyor ve bu süreç içinde kendiside belli bir şekilde yoğruluyor. Senelerin ezilmişliğinin üstüne ırkçı söylemler, Roboski olayı, Van depremine tepkiler gibi gelişmeler zaten var olan yaraları daha da derinleştiriyor. Savaş ortamında büyümüş yeni bir jenerasyon geliyor ve bunun ilerde nasıl bir etki yapacağını kestirmek zor. Eğer Kürtlerin bugüne kadar maruz kaldığı haksızlıkları, zulmü, sürgünleri, işkenceleri, katliamları ve jenositleri göz önünde bulundurursak (bugünkü haliyle) “resmi” Kürt milliyetçiliği çok yumuşak, insani ve kardeşçi bir dil kullanıyor diyebiliriz. Bugün mesela Türk ve Arap siyasetçilerden veya medyalarından duyduğumuz Kürtleri hedef alan şovenist ve ırkçı söylemleri Kürt siyasetçilerden ve Kürt medyasından duymuyoruz. Kürt etnisitesine, diline ve kültürüne önem veren Kürt politikacıları düşünürsek hepsi hala Türklerle kardeşlikten bahsediyor ve sorunu hala haklar, yerel yönetim ve demokrasi ekseninde tartışıyor. Güney Kürdistan’ı örnek alırsak kimseden daha fazla “milliyetçilik” yaptıklarını söyleyemeyiz. Hiç unutmayalım ki bugün Güney Kürdistan’da her seviyede Türkçe eğitimin önünde hiçbir engel yoktur ve olmamıştır. Orada eğitimini Türkçe veren onlarca okul ve üniversite var. Kürt diline aynı tavrı Suriye’den, Türkiye’den veya İran’dan gördüğümüzü söyleyebilir miyiz? Onun için Kürtlerin temel olarak etnisite üzerinden hedef aldındığı ve fiziken ortadan kaldırılmak istendiği, Türk, Arap ve Fars gibi üç büyük militarist ve şovenist milliyetçiliğinin tahakküm sürdüğü ve Kürtler hariç herkesin devletini edin(ebil)diği bir yüzyılı bırakıp bu baskıcı düzenin sistematik bir şekilde devam ettiği yeni bir yüzyıla girdiğimiz bu dönemde Kürtleri “milliyetçilik yapmakla” suçlamak bana absürd geliyor.

AVRUPA GENELİNDE “ETNO-POLİTİK” BAZLI SORUNLAR ÇÖZÜLDÜ

Avrupalı entelektüeller Kürt sorununu nasıl algılıyor?

Tabi “Avrupalı entelektüeller” diye homojen bir grup yok, ama son otuz sene içinde hem dünya hem de entelektüel çevreler Kürtlerin varlığını öğrendi ve Kürt sorununu değişik seviyelerde kavradı. Kürtler ve Kürt sorunu üzerine değerli akademik ve diğer çalışmalar bu anlamda önemli bir rol oynadı. Avrupa’daki Kürt aydınlarda bu anlamda ciddi mücadele verdi. Genellemeler yaparsak ve Türkiye ve Kuzey Kürdistan’dan bahsedersek aydın çevreler Türkiye’nin Kürtleri ezdiğini, haklarını tanımadığını ve genel anlamda ciddi insan hakları ihlalleri olduğunun farkındalar. Artık Kürt sorunu yoktur dersen üstüne gülerler. Örneğin akademik bir forumda Türkiye üzerine bir sunuş yapıyorsan şu veya bu şekilde Kürtlerle ilgili bir soru gelecektir, eskisi gibi resmi tezler rahatça ifade edilemiyor.

Genel bir sempati var Kürtlere karşı diyebiliriz ama mesela Filistin sorununda olduğu gibi bir engajman ve bilgi birikimi yok. Çoğu aydın Türkiye’nin Kürt politikasına ve Kürtlerin en temel haklarının hala neden inkâr edildiğine anlam veremiyor tabi. Mesela bir örnek vereceksem, Kemalizm, Batılılaşma ve Kürt sorunu üzerine olan doktora tezimi ona karşı savunduğum tanınan ve Türkiye’yi de yakından bilen Amerikalı bir Osmanlı uzmanı bana Türkiye’nin Kürt sorununu çözmekte niye bu kadar zorlandığına hiç anlam veremediğini aktarmıştı. Bu tabi anlaşılır çünkü Avrupa genelinde bakarsak “etno-politik” bazlı sorunlar, özelliklede Batı Avrupa’da ciddi anlamda çözüldüler. Kuzey İrlanda, Katalonya, Bask, Korsika Galler, İskoçya sorunları artık şu veya bu şekilde çözüldüler. Doğu Avrupa’da da bazı sorunlar devam etse de ciddi gelişmeler kaydedildi ve mesela Kosovo bağımsızlığını elde etti. Federal, otonomi ve başka formüller etrafında sorunlar silahlı yâda silahsız muhataplarıyla direk yâda indirekt oturularak aşıldı ve çözümler bulundu. Çünkü çözüm niyeti ve isteği vardı. Avrupa gündeminden bu tip sorunları çıkardı, başka şeylerle boğuşuyor şimdi.

Welat Zeydanlıoğlu kimdir:


 Tatvan doğumlu. Eski Kürt politikacı avukat Veysi Zeydanlıoğlu’nun oğlu. Zeydanlıoğlu ailesiyle 12 Eylül darbesinden sonra yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. İsveç’te büyüdü, ilk ve ortaöğrenimi burada yaptı. Lisans, mastır ve doktorasını İngiltere’deki Anglia Ruskin Üniversitesinde tamamladı. Kemalizm ve Kürt sorunu, Kürtlerin medyada temsili, devlet şiddeti ve söylemi konularında değişik uluslararası ve yerel yayınlarda yayınlanmış çalışmaları var. Bunların arasında işkence üzerine akademik çalışmaları ile tanınan Amerikalı bir profesör ile birlikte “Haklar, Vatandaşlık ve İşkence: Kötülük, Hukuk ve Devlet” adlı bir derleme kitabı da bulunuyor. Bu çalışmada “Diyarbakır Askeri Cezaevinde İşkence ve Türkleştirme” adlı bir makalesi de yer alıyor. Doktora çalışmasından alınan “Beyaz Türk'ün Yükü: Oryantalizm, Kemalizm ve Türkiye'de Kürt Sorunu” adlı çalışması değişik çevrelerde yankı uyandırdı. Yakında Türk devletinin Kürtçe dili üzerindeki uygulamalarını analiz eden makalesi uluslararası bir dil sosyolojisi dergisinin Kürt dili üzerine olan özel sayısında yayınlanacak. Bunun dışında (Cengiz Güneş’le) Kürt sorunu üzerine İngilizce bir kitap çalışması sürdürüyor Aynı zamanda 2009’da kurduğu Kürtler ve Kürdistan üzerine akademik çalışmalar yürüten dünyadaki 500'den fazla araştırmacı ve akademisyenin buluştuğu ortak bir platform olan Kürt Araştırmaları Ağı’ı ‘Kurdish Studies Network’ ün (www.kurdishstudiesnetwork.wordpress.com) yöneticisi. 

ANF

Kürtler Kahire Toplantısını Terk Etti

KAHİRE - Mısır’ın başkenti Kahire’de düzenlenen Suriyeli muhalifler konferansının Kürtlerin halk olarak tanınmasını içeren bir önergeyi reddetmesi üzerine Kürt delegeler konferansı terk etti.
Suriye Baas rejimine karşı muhaliflerin birleşmesinin hedeflendiği Mısır’ın Kahire kentinde düzenlenen konferansta kriz çıktı. Kürtleri temsilen PYD’nin de içerisinde yer aldığı Batı Kürdistan Halk Meclisi ile Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENSK) heyetlerinin de katıldığı konferansta, Kürtler, Kürtlerin halk olarak tanınması ile haklarının garanti altına alınmasını içeren ortak bir önerge sundu.

Ancak önerge, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar destekli Suriye Ulusal Konseyi’nin başını çektiği kesimlerin karşı çıkması üzerine konferans tarafından reddedildi.

KÜRT DELEGELERİN TÜMÜ KONFERANSI TERKETTİ


Önergenin reddedilmesi konferansta büyük tartışmaların yaşanmasına neden oldu. Kürt delegeler olayı “skandal” olarak tanımlayıp, red kararının geri alınmasını istedi. Ancak bu da olmayınca delegeler arasında kavga çıktı. Konferansın yapıldığı otelin güvenlik görevlilerinin araya girmesi ile yatışan kavga artından tüm Kürt delegeler, önergenin reddedilmesini protesto ederek konferansı terk etti.

Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENSK) delegesi Abul Aziz Osman olayla ilgili yaptığı açıklamada, “Kürtler, konferansı Kürt halkının tanınmasının yer aldığı bir önergenin reddedilmesi üzerine terk etti” dedi.

SUK’UN KÜRT BAŞKANI SONUÇTAN MEMNUN!


Yaşanan bu gelişmelere rağmen Suriye Ulusal Konseyi (SUK) Başkanı Abdülbasit Seyda, düzenlediği basın toplantısında konferans birleşenlerinin ulusal birlik hükümeti kurulması konusunda anlaştıklarını ileri sürdü. Seyda, "Katılımcılar ulusal birlik hükümeti kurulması üzerinde anlaştılar ve kongrenin sonuç bildirgesinde de Esad sonrası geçiş döneminin mekanizmalarının neler olduğu belirlendi" dedi. Bununla birlikte Seyda, Suriye Ulusal Konseyi olarak Özgür Suriye Ordusu'nun açık bir şekilde desteklenmediği hiçbir belgenin altına imza atmayacaklarını, ortak bir metin almak için çalışmaları sürdürmek istediklerini ifade etti.

PYD LİDERİ MUSLİM SUK’UN OLUMSUZ TUTUMUNDA DİKKAT ÇEKMİŞTİ

Konferans katılımcılarından Demokratik Birlik Partisi (PYD) Eş Başkanı Salih Muslim Muhammed, dün Ronahi Televizyonuna yaptığı açıklamada, konferansta muhalifler arasında birlik ve yakınlaşmayı hedeflediklerini söylemişti. Konferansta Kürt delegelerinin ortak hareket ettiğini “Bir birimizden haberdarız” sözleriyle aktaran Muslim, Cenevre’de uluslararası güçlerden oluşan Eylem Grubu’nun aldığı Suriye’de geniş katılımlı ‘Geçiş Hükümeti’nin kurulması kararını desteklediklerini söylemişti. Muslim ayrıca, Suriye Ulusal Konseyi (SUK) için, “Suriye Ulusal Konseyi bu önerileri değerlendirmiyor. Sürekli tek başlarına kalmak istiyorlar” diyerek SUK’un muhalefet kanadında oynadığı olumsuz role dikkat çekmişti.

ÖNERİ SUK’UN ‘MİLLİ MİSAK BELGESİ’ YÜZÜNDEN Mİ REDDEDİLDİ?

SUK Türkiye’nin istemi doğrultusunda geçtiğimiz aylarda İstanbul’da düzenlediği bir toplantıda kabul ettiği ‘Milli Misak Belgesi’ ile Kürtlere ayrı statü tanınması taleplerini reddetmişti. 1 Nisan günkü toplantının açılışında konuşan Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ‘Mili Misak Belgesi’ne övgüler yağdırması gözlemciler tarafından “Türkiye SUK’u teslim aldı” şeklinde yorumlanmıştı.

SUK’un ‘Milli Misak Belgesi’ni kabul etmesi üzerine Kürt delegeler toplantıyı terk ederek SUK yapısından istifa etmişlerdi. 


ANF