
Demokratik Birlik Partisi (PYD) Eş Başkanı Salih Muslim Muhammed, Suriye
muhaliflerinin Kahire toplantısını, “Kürtleri ulus olarak tanımayı
kabul etmedikleri için” terk ettiklerini söyledi. Muslim, Efrin’de
meydana gelen saldırıların arkasında Özgür Suriye Ordusu ile Şam
rejiminin bulunduğunu belirterek, “Batı Kürdistan’ı kan gölüne çevirmek
istiyorlar” dedi.
Demokratik Birlik Partisi (PYD) Eş Başkanı
Salih Muslim Muhammed, Mısır’ın başkenti Kahire’de dün başarısızlıkla
sonuçlanan Suriye muhalifleri toplantısını ile Batı Kürdistan’ın Efrin
kentinde meydana gelen olayları ANF’ye değerlendirdi.
ANF Kürtçe
servisinden Abdullah Bîlen’in sorularını yanıtlayan Salih Muslim, Şam
rejimine karşı uzun zamandır birlik arayışı içinde olan Suriye
muhaliflerinin 2 Temmuz günü Mısır’ın başkenti Kahire’de başlayan
toplantının Arap Birliği’nin daveti üzerine gerçekleştiğini hatırlattı.
SUK, KÜRT SORUNUNUN GÜNDEME ALINMASINA KARŞI ÇIKTI
Toplantıya
giderken hazırlık çalışmalarının yapıldığını, kendilerinin de hazırlık
komitesinde yer aldıklarını belirten Muslim, “Hazırlık komitesi
çalışmalarında Suriye Ulusal Konseyi (SUK) Kürt sorunun gündeme
gelmesini istemedi” dedi. Muslim, “Sonunda herkesin kabul edeceği bir
forma ulaşıldı. Tüm muhaliflerin bunu kabul etmesi gerekiyordu. Ancak
toplantı gündeminde bu görüşülmeye başlandığında bazı kesimler karşı
çıktı, bazıları saldırıda bulundu ve Kürt sorunu böylelikle gündeme
girmedi” dedi.
KÜRTLERİN TANINMASI İLE TOPLUMSAL MUTABAKAT KABUL GÖRÜLMEDİ
Toplantıda
Kürt sorunu tartışılırken, Kürtlerin halk olarak kabul görülmediğini
belirten Muslim, “Yine ‘Toplumsal mutabakat’ vardı. Bu da Kürt sorunu
gibi kabul görülmedi. Bunu bir sonraki kongreye bırakalım dediler. 6 ay
sonra mı, 1 yıl sonra mı yapılacak o da belli değil. Belki de hiç
yapılmayacak” diye konuştu.
ANLAŞMAZLIĞIN ÖZÜ KÜRTLERİN VARLIĞININ KABUL GÖRÜLMEMESİ
Ancak
meselenin özünün Kürtlerin varlığının kabul edilmemesi olduğunu
kaydeden Muslim, “Bundan dolayı biz tüm Kürtler, konferanstan çekildik”
dedi. Çekilmeleri ardından görüşmeler yaşandığını aktaran Muslim, bundan
sonra yaşanan gelişmeleri ise şöyle ifade etti: “Gelip bizimle
tartıştılar, bizde tek paragraftan oluşan bir metin hazırlayarak ‘kabul
ettiklerinize bu paragrafı ekleyin’ dedik. O paragrafta Kürtlerin
anayasada kabul edilmesi, Ulus olarak tanınması ve dil ve kültürel
haklarının verilmesini içeriyordu. Ancak bunu da kabul etmediler. O
paragrafı da değiştirerek kabul etmeleri üzerine biz de konferansı terk
ettik” dedi.
SUK VE DESTEKÇİLERİ KENDİ BAŞLARINA KALDI
PYD
Eş Başkanı Salih Muslim, Kürtler olarak konferanstan çekilmeleri
ardından, PYD’nin de yer aldığı Suriye iç muhalefetinden oluşan Meclis
Koordinasyonunun da konferansı terk ettiğine dikkat çekti. Salih Muslim,
“Diyebiliriz ki konferansta sadece Suriye Ulusal Konseyi (SUK) kaldı.
Onlar ve destekçileri kaldılar. Bundan dolayı da kongrenin başarılı
olduğu söylenemez” dedi.
SUK BAŞKANI SEYDA’NIN AÇIKLAMASI YALANLANDI
Kürtler
ve iç muhaliflerin çekilmesi ile konferansın bitmesi ardından, basın
toplantısı düzenleyen SUK’un Kürt başkanı Abdulbesat Seyda, ''konferans
birleşenlerinin ulusal birlik hükümetini inşa etmede uzlaştıklarını''
söyledi. Muslim Salih, bu açıklamayı yalanlayarak, “SUK başkanının
açıklamaları doğru değildir, konferans başarılı olmadı. Muhalefetin
büyük bir kesimini oluşturan Kürtler, yine sadece Kürtler değil Meclis
Koordinasyonu da geri çekildi. Bundan dolayı da başarılı geçtiği
söylenemez” dedi.
HALK MECLİSİ İLE ENSK ARASINDAKİ İŞBİRLİĞİ
Salih
Muslim, Kürtler arası işbirliğine de değinerek, Batı Kürdistan Halk
Meclisi ile Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENSK) arasındaki anlaşmaya
dikkat çekti. Söz konusu anlaşmanın tam olarak kabul edilmediği, ENSK
bünyesinde yer alan bazı kesimlerin buna karşı çıktığını belirten
Muslim, buna rağmen birlikte hareket ederek diyalog içinde olduklarını
söyledi.
KAÇIRDIKLARI KÜRT GENCİNİN KAFASINI KESTİLER
Salih
Muslim Efrin’de bir Kürt gencinin öldürülmesi ile ardından yaşanan
çatışmalara da değindi. Olayların halk örgütlemesinden Çekdar adındaki
bir arkadaşlarının kaçırılması ile başladığını belirten Muslim,
“Çekdar’ı kaçıranlar bir evde başını keserek katlediyorlar. Onu arayan
arkadaşları da olayı duyuyor ve söz konusu evde çatışma çıkıyor. Evde
sığınak yapıldığı görülüyor. Onlardan 3 kişi çatışmada ölüyor” dedi.
OLAY ÖZGÜR SURİYE ORDUSU BAĞLANTILIDIR
Bu
olayın Kürtlerin işi olmadığını, Özgür Suriye Ordusu’nun birkaç gün
öncesinde yaptığı çağrı ile bağlantılı olduğunu belirten Muslim, “Bu
onların işidir. Onların saldırıları böyledir. Kişileri alıp başlarını
kesiyorlar. Kürtlerin kültüründe böyle bir şey yok. Kürtler
birbirlerinin başına böyle şeyler getirmez. Biz böylesi vahşi olayların
bir daha tekrarlanmamasını umut ediyoruz” dedi. Olayla biri ağır bazı
arkadaşlarının da yaralandığını, yaralıların hastanede tedavi edildiğini
de aktaran Muslim, kente gerginliğin devam ettiğini ifade etti.
‘BATI KÜRDİSTAN’I KAN GÖLÜNE ÇEVİRMEK İSTİYORLAR’
PYD
Eş Başkanı Salih Muslim, kendisi ile partileri hakkında Türk medyasında
yer alan iddialara da cevap vererek, iddiaları yalanladı: “Halkımız
bize, örgütlülüğümüze güvenmeli. Bu tür şeyler Kürt halkının iyiliği ve
çıkarına değildir. Bize karşı çok propaganda yapılıyor, bu özellikle de
Türklerin işi. Çok çirkin işler yapıyorlar. Kürtlerin iyiliğine değil.
Halkımızın bu tür şeylere kulak asmamasını temenni ediyoruz. Halkımız
gözleriyle gördüklerine göre hareket etsin. Çok hassas bir süreçten
geçiyoruz. Kürtlerin düşmanları büyük, kişi meselesi değildir. Batı
Kürdistan’ın tümünü kan gölüne çevirmek istiyorlar. Eğer uyanık, birlik
olursak, hep beraber bunları boşa çıkarırız. Birbirimize yaklaşmalı,
güvenmeliyiz. Halkımızdan beklentimiz budur.”
ANF

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan Kürt sorununun bir
siyasetçinin “elini taşın altına sokmasıyla” çözülecek bir sorun
olmadığını ifade ederek AKP’nin sorunu şiddetle çözme kararlılığında
olduğu bir süreçte Başbakanla görüşmeden beklenti yaratmanın isabetli
bir siyasi duruş olmadığını söyledi.
Karayılan ANF’ye verdiği
röportajda Leyla Zana ile Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki
görüşmeyi değerlendirdi. Kürt halkının temel haklarını temin eden
barışçıl bir çözümün geliştirilmesine karşı olmadıklarını belirten
Karayılan ancak bunun bir siyasetçinin “elini taşın altına koymasıyla”
gerçekleşemeyeceğini söyledi.
AKP’nin Kürt sorununu şiddetle
çözmek kararlılığında olduğunu ifade eden Karayılan, bu kararlaşmaya
rağmen Başbakanla görüşmeden beklenti yaratmanın isabetli bir duruş
olmadığının da altını çizdi.
Karayılan’la röportajımızın ikinci bölümünü yayınlıyoruz:
Geçen
hafta Amed Milletvekili Leyla Zana’nın bir gazeteye vermiş olduğu
röportajda belirttiklerinin ardından geçtiğimiz Cumartesi günü Erdoğan
ile Zana arasında bir görüşme yapıldı. Görüşme öncesinde Kürt sorunu
çözülmüş ve Kürt siyaseti parçalanmış gibi davranan Türk basınının bu
görüşme ardından aynı tavrı göstermediğini görüyoruz. Öncelikle Leyla
Zana’nın çıkışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biri ortaya
çıkıp “ben sorunu çözeceğim” derse, biz buna karşı olmayız. Eğer
gerçekten Kürt halkının temel haklarını temin eden barışçıl bir çözüm
gelişirse kimse buna karşı olmaz. Çünkü biz halk ve Hareket olarak çözüm
istiyoruz. Ama biz biliyoruz ki bu sorun bir siyasetçinin öyle elini
taşın altına koymasıyla çözülecek bir sorun değildir. Yine salt bazı
görüşmelerle çözümün gelişmesi mümkün değildir. Çünkü bu sorun, çok
temel ve köklü bir sorundur. Yumuşamaya, çözüme doğru giden bir sürece
hizmet ederse iyi, fakat bu ara böyle bir şey pek uygun görülmüyor.
Çünkü
egemen iktidar gücü olan AKP kararını vermiş, bu sorunu şiddetle çözmek
istiyor. Kürt özgürlük dinamiklerini güçten düşürüp, tasfiyeye
uğratarak, sonuca gitmek istiyor. Böylece Kürt halkını teslim alıp, Türk
milletinin bir parçası haline getirmek istiyor. AKP’nin bu kararına
rağmen Başbakanla görüşmeden beklenti yaratmak pek isabetli siyasi bir
duruş değildir. Açık ki Başbakan ve AKP Kürt halkını bir halk veya bir
millet olarak görüp çözme noktasında değil. Onların çözüm dediği şey
Kürtlerin onlara dahil olmasıdır. Bu stratejileri temelinde, ‘terörle
sonuna kadar savaşacağız, siyasilerle de görüşeceğiz’ diyorlar.
Çünkü
o askeri stratejisinin sonuç alması için yani PKK’yi darbelemek ve
güçsüzleştirmek için sadece askeri değil, tabanı daraltma,
marjinalleştirme, olanaklarını ortadan kaldırma, ulusal ve uluslararası
düzeyde kapsamlı bir karşıt faaliyet yürüterek, farklı yol ve yöntemleri
de kullanmayı öngörmektedir. Bu tür yöntemlerle Kürt toplumunu
zayıflatma, inancını kırma, sindirme suretiyle PKK’yi güçsüz kılıp,
kendi çözümünü gerçekleştirmeyi esas alıyor. AKP devletinin net gözüken
bu politikası yüzünden kimsenin umuda kapılmaması gerekiyor. Bu konuda
çaba gösterenlerin, görüşmek isteyenlerin amaçları farklı olabilir ama
Erdoğan her şeyi kendi hizmetine sokma amacıyla yapmaktadır.
Dikkat
edelim, Leyla Zana ile görüşmesinden birkaç saat sonra Kayseri’de
yaptığı konuşması tamamen bu belirttiğim amacına denk düşen bir
konuşmadır. Zaten esas gerçek cevabı da o konuşmada verdi. Ne dedi? Bizi
terörist olarak gösterip, “hem teröre hem de ona arka çıkanlara, onu
maşa olarak kullananlara ve onlara göz yumanlara asla geri adım atmadan
mücadele edeceğiz” dedi. Yine hareketimizi Türk ve Kürt halkının düşmanı
olarak ilan etti. Ve “PKK’ye karşı durmalısınız” diyerek, Kürtleri
birbirine karşı durmaya çağırdı. Böylece en sert konuşmayı yapmış oldu.
Erdoğan’ın bu konuşması ne anlama geliyor?
Bu
bir cevaptır aslında ve anlayan için bu cevap yeterlidir. Bu, aynı
zamanda savaş ilanının bir tekrarıdır. Diyelim ki Leyla Zana ile yapılan
görüşmeden sonra daha yapıcı olsaydı, örneğin “bu sorunu diyalog ile
çözmek istiyoruz, kimseyi düşman görmek istemiyoruz” gibisinden bir
yaklaşım olsaydı; insan “bu görüşmenin demek ki bir etkisi var”
diyebilirdi. Ama hemen birkaç saat sonra en sert bir üslupla
hareketimize ve halkımıza hakaret eden saldırılar geliştirdi ve
yürüttüğü savaşı bir kez daha ilan etti. Bu açıdan herkes yeniden
düşünmelidir.
Diğer bir konu ise AKP her şeyi psikolojik savaşın
aracı haline getirmiş. Sürekli toplumda bir beklenti yaratmaya
çalışıyor. Güya ben sorunları çözüyorum, Kürt, Alevi ve Roman açılımı
benzeri söylemlerle herkese adeta bir şeyler vereceğini göstermek
istiyor. Ama hiçbir şey de yapmıyor, hiçbir şey de vermiyor. Esas olarak
kendi milliyetçi ve tekçi çizgisini uyguluyor ve bu konuda çok kararlı
davranıyor. Yani zengin taktikler kullanıyor; herkese umutlar dağıtıyor,
fakat esasta kendi çizgisini uyguluyor. Türkiye’de aslında birçok
çeşitli kesimleri böyle yanılttı. Liberal kesimlere ne kadar gülücükler
saçtı, değişik kesimlere ne kadar vaatlerde bulundu. Peki, bunların
hiçbirisini yaptı mı? Hayır. Kendi çizgisini uyguluyor ve kendi
iktidarlaşmasını pekiştiriyor. Böylece tekçi ve diktatöryal bir sistem
yaratmış oluyor. Gerçek amacı budur.
Elbette ki Türkiye
Cumhuriyeti Devleti ve Hükümeti Kürt sorununu çözebilir. Elbette ki bu
devletin ve hükümetin başındaki Erdoğan Kürt sorununu isterse çözebilir;
ancak çözmesi için önce bir karar vermesi gerekiyor.
Ne gibi kararlar?
Başta
askeri yöntemden vazgeçmesi gerekiyor, Kürt halkını bir halk olarak
görmesi ve doğal haklarını teslim etmesi gerekiyor. O tekçi ve otoriter
zihniyetten vazgeçmesi gerekiyor. Demokratik çoğulcu bir anlayışta karar
kılması gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt politikasında 1925’ten
bu yana esas aldığı şey Şark Islahat Planı’dır. Daha sonraki İsmet İnönü
Raporu, Abidin Özmen Raporu, Tunceli Kanunu, Mecburi İskan Kanunu ve
benzeri bütün raporlar ve yasaların hepsi aslında Şark Islahat Planı’nın
birer versiyonu olarak geliştirilmiştir. Şimdi AKP’nin yapmak istediği
ise Şark Islahat Planı’nı güncelleştirilmesidir. O tarihten bu yana 87
yıl geçmiştir. Şark Islahat Planı’nın amacı Kürt halkını Türkleştirmek
ve onu Türk milletinin bir parçası haline getirmektir. Dikkat edin;
önce, “bunlar Türk’tür, Kürt kökenli Türklerdir” diyorlardı. Şimdi ise
bunu tersine çevirmişler ve “Kürt kökenli vatandaşlar” diyorlar. Yani
“Kürt kökenli Türk milleti” diyorlar. Kürtleri de Türk milleti
kapsamında ele alarak, sorunu çözmek istiyorlar. Bu sorunun önündeki en
ciddi engeldir ve sıradan bir olay değildir. Bu bazı görüşmelerle
aşılabilecek bir engel de değildir. Bu konuda devletin yani AKP’nin
oturup düşünmesi lazım. Kürt sorunu sadece Cumhuriyet döneminde ortaya
çıkmış bir sorun değil, cumhuriyetten önce başlayan bir sorun. Bu
sorunun 206 yıllık bir tarihi var. Kürt halkı özgürlük mücadelesini
geliştiriyor ve Kürt halkı bu temelde Türkiye ile bir arada yaşamak
istiyor ama haklarının verilmesi ve eşit-özgür temelde yaşamak istiyor.
Şimdi
bu konuda devletin karar vermesi gerekiyor. “Yeni bir karara ihtiyaç
var” derken bizim kastettiğimiz budur. Çözüm ancak bu temelde Kürt
halkına dilsel, kültürel ve statü haklarının verilmesiyle mümkün
olabilir. Bugün Kürt halkı özgürlük mücadelesinde on binlerce şehit
vermiştir. Şeyh Sait isyanından bu yana yüz binlerce Kürdistanlı
katledilmiştir. Verilmiş bir emek ve çaba vardır. Bugün on bin kişi
zindanda, on bin kişi de dağda mücadele yürütüyor. Bir o kadarı da
değişik zeminlerde siyasal-diplomatik faaliyet yürütüyor. Bu halkın
Önderliği zindanda ve işkence altındadır. Bu sorun çok kapsamlı bir
sorun. Bu sorunun diyalog yöntemiyle çözümü mümkündür ama bunun için
öncelikle çözüm zihniyetine ihtiyaç vardır. Kürtleri kendine mal ederek
ve “benim Kürdüm” diyerek, yine Şark Islahat Planı’nı farklı bir biçimde
uygulamakla çözülmez. Başbakan’ın “tek millet” derken kastettiği şey
işte budur.
Halkımız adına Önder Apo'nun hazırlamış olduğu çözüm
projesi var. Bizim projemiz Demokratik Ulus Projesi’dir. Yani Türkler
ve Kürtler birlik olmalı, bir ulus olmalı ama demokratik bir ulus
olmalı. Tekçi değil, çoğulcu bir sistem olmalı. Merkeziyetçi-otoriter
değil, demokratik-ademi merkeziyetçi bir sistem olmalı. Bu biçimde bir
arada yaşama imkanı var. İşte o protokoller bunu izah ediyor.
Protokollerin izahı budur. Protokoller demokratik ulus ekseninde Kürt
sorununu çözme ve Türkiye’yi demokratikleştirme projesidir.
Protokollerin ana özeti budur. Biz “tamam, bölünmeyelim, tek bir ulus
olalım ama demokratik bir ulus olalım” diyoruz. Herkes kendi kültürünü,
kendi dilini özgürce kullanabilsin; herkesin öz yönetim hakkı olsun.
Türkiye ancak bu biçimde kendini yenileyerek, demokratik bir ülke
olabilir. Bunun dışında yenilenme ve demokratikleşme mümkün olamaz,
diyoruz.
Kürt halkı bugün gelinen koşullarda AKP’nin dayattığı
Türkleştirmeyi kabul edemez. Yumuşatılmış bir üslupla yeniden
Türkleştirmeyi dayatma ve Türk milletinin bir öğesi haline getirme, bir
asimilasyondur. Asimilasyonu zaten bunun için yürütüyorlar. Evet,
televizyon açmışlar, seçmeli dil yasallaştı ama bunlar uzun vadeye
yaydırılmış asimilasyonun birer parçalarıdır. Dolayısıyla bütün bunların
görülmesi gerekmektedir. Ben bu konuya ilişkin bunları söyleyebilirim.
Zana’nın bu çıkışını yandaş medya Kürt siyasetinde bölünmeye gidecek bir çıkış olarak yorumladı…
Evet,
AKP çevresi ve yandaş basın-yayın organları Zana’nın bu çıkışını bir
kopma, kendi taraflarına geçme gibi algılatmaya çalıştılar. Beklentileri
de öyleydi. Nitekim görüşmeden sonra yapılan basın açıklamasıyla
birlikte tavır almaya başladılar. İşte “hangi Zana, Zana korkmuş, Zana
fare doğurdu” vb. yakıştırmalarla aslında neyi beklediklerini de ortaya
koymuş oldular. Çünkü onların anladığı tek şey var, teslim olmak! Şimdi
Kürt siyasetine dayattığı şey budur. Bunun karşısında bugüne kadar Kürt
siyasetinin, gerek zindandaki Kürt siyasetçilerden gerekse de dışarıdaki
Kürt siyasetçilerden hiç kimsenin teslim olmaması, herkesin direnişçi
ve birlikçi bir tutum alması çok anlamlı ve çok önemlidir. Onlar “acaba
burada bu birliği delebilir miyiz, acaba burada sonuç alabilir miyiz”
hesaplarına dayalı bir politika yürütmeyi geliştirdikleri için
beklentilerinin de karşılanmadığını görünce bu kez de tavır almaya
çalışıyorlar.
AKP’nin siyasi temsilcileri ve psikolojik savaş
organları, daha açıkçası basın-yayın çevresi daha başlangıçta Leyla’nın
çıkışını sahiplenerek, Kürt siyasetini tahrik etmeye çalıştılar. Deyim
yerindeyse Zana’yı da pohpohlayıp, yanlışa sevk etmek istediler. Onlar
Kürt siyasetinin çok sert tepki göstereceğini, yine PKK hareketi olarak
bizim artık üstünü çizeceğimizi bekliyorlardı. Bunun da ciddi bir
çatlaklığa ve bazı sorunlara yol açacağını hesaplıyorlardı. Ama Kürt
siyaseti çok olgun bir biçimde hem eleştirilerini söyledi hem de neyin
nasıl ele alınması gerektiğini ifade etti. Bu da Kürt siyasetinin
olgunlaşma düzeyini gösteriyor. Yine bizim konuya ilişkin görüşlerimizi
çarpıtmak istediler ama gerçek ortadadır. Artık onların Kürt
siyasetinden beklediklerini alamayacakları anlaşılmıştır. Bunu
anladıkları için Leyla’yı eleştirmeye çalışıyorlar. Eğer Leyla’ya ve
Leyla’nın bağlı olduğu değerlere saygıları olsaydı elbette ki böyle
yapmazlardı. Ama bunların o tür değerlerden anladıkları yoktur. Kürt
halkına ve Kürt siyasetine ilişkin algıladıkları tek şey teslim
almaktır. Artık bunu da hiçbir zaman görmeyecekleri açık ortadadır.
Yanlışlıklara rağmen gerek Leyla Zana’nın ve gerekse de Kürt siyasetinin
sergilediği tutum bunu ortaya koymuştur. Bu konuda Kürt siyasetinin
yakaladığı düzeyin ve olgunlaşma performansının aslında onlara da cevap
verecek düzeyde olduğu bir kez daha görülmüştür. Ancak durum ne olursa
olsun, Kürt siyasetinin başarısı, ferdi çıkışlarla değil, konsensüse
dayalı, birlikçi ruhu güçlendiren mücadele biçimleriyle sonuç
alabilecektir.
Kürt sorununun çözümü, Türkiye Cumhuriyeti
Devleti ve Hükümeti tarafından yeni bir kararın alınmasıyla mümkündür.
Elbette çözümün yeri Türkiye Büyük Millet Meclisi olabilir. Bu sorunun
çözümü, TBMM’nin bu konuda karar almasıyla mümkündür. Dolayısıyla bu
çerçevedeki girişimlere bir anlam vermek mümkündür. Ama AKP’nin her şeyi
psikolojik savaşın hizmetine sokmaya çalıştığı ve özgürlük saflarında
gedik açmaya çalıştığını da hiç kimsenin göz ardı etmemesi gerekir.
Herkesin sergileyeceği bütün çabaları, bütün bu durumları dikkate alıp
yapması gerektiği açık ortadadır. Bu açıdan herkesin dikkatli davranıp,
AKP’nin Kürt halkı üzerinde yürüttüğü sindirme ve teslim alma
stratejisine umut verilmemesi önemlidir. Yani en iyi niyetle yapılmış
olsa bile, onların böyle kullanacağını bilerek buna meydan vermeden
hareket etmek gerekiyor.
Hafta sonu Meclis’ten jet hızıyla
geçen bir kanunla KCK davalarına da bakan Özel Yetkili Mahkemeler
kaldırıldı. Siz bu mahkemelerin kaldırılmasını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Bu, Özel Yetkili Mahkemelerin
kaldırılması falan değildir; AKP-Gülen Cemaati arasındaki iktidar
kavgası çerçevesinde yapılmış bir düzenlemedir. Zaten bu mahkemeler
kaldırılmamıştır, farklı bir biçimde devam ettirilmesi kararı
alınmıştır. Bunun adına başta “Terör Mahkemeleri” dediler. Sonra
baktılar ki çok yerine oturmayacak, “Bölge Mahkemeleri” dediler. Bölge
Mahkemeleri, özünde “eskinin İstiklal Mahkemeleri”dir. Herhangi bir
değişiklik söz konusu değildir. Hatta Kürt halkı için daha da çekilemez
bir düzeye getirmek istedikleri anlaşılmaktadır. AKP’deki bu ısrarlı
tutum da Kürt halkına karşı savaşın sürdürülmesinde ve sindirme
hareketinin geliştirilmesinde ne kadar kararlı olduklarını
göstermektedir. Bu açıdan bu mahkemeler konusunu doğru anlamak
gerekiyor. Kendine göre sistem içi güç dengelerini düzenleme
çerçevesinde yapılmış bir düzenlemedir. Öyle bakmak lazımdır.
Son
bir konu olarak biliyorsunuz, 23 Haziran tarihinde Suriye karasularında
Türk ordusuna ait bir F-4 keşif-savaş uçağı düşürüldü. Bu olay ardından
Suriye-Türkiye sınırında hareketlilik arttı. Türkiye sınıra çok sayıda
füze, vb. ağır silah yerleştirdi. Siz bu ortamı nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye’nin Suriye’ye askeri olarak bir savaş açması olası mı?
Aslında
Türk devleti uçağının düşürülmesini gerekçe yaparak, Suriye’ye dönük
kapsamlı bir müdahaleyi tasarladı. Bunun için NATO’yu toplantıya
çağırdı, değişik çabalar sergiledi. Fakat bu konuda Batılı güçler
Türkiye’nin istemine olumlu cevap vermediler. Türkiye tek başına kaldı,
diyebiliriz. NATO’dan istediği kararı çıkartamadı, yalnız kaldı. Şimdi
tehdit amaçlı sınıra güç yığıyor. Bize göre bu yığınak, savaş değil,
tehdit ve blöf amaçlıdır. Savaşan bir güç yol kenarına, tepelerin
üzerine, herkesin görebileceği şekilde silahları konumlandırmaz.
Türkiye’nin yaptığı daha çok sınırda gerginlik yaratıp, baskılama ve
Suriye içindeki savaşı tırmandırmadır. Yoksa öyle hemen bir savaşı
geliştirme, bir uçağın düşürülmesini vesile yapıp savaş yürütme, tek
başına müdahale etme gibi bir niyetinin olacağını sanmıyorum.
Peki, olası bir müdahalede Kürt halkının tutumu nasıl olur?
Şimdi
Suriye-Türkiye sınırındaki hatlarda daha çok muhalif güçler egemendir.
Kürtlerin yaşadığı yerlerde Kürt halkının etkinliği var ama Arapların
yaşadığı sınır hatlarında ağırlıklı olarak muhalif Arap güçleri belirli
bir alanda denetimi sağlamış durumdadırlar. Bu durum karşısında Türkiye
eğer tekrar tampon, vb. gerekçelerle müdahale etmeye kalkışırsa bu
oradaki Kürt halkına müdahale etme anlamına gelecektir. Suriye’den
ziyade oradaki Kürt yapılarına dönük bir müdahale olmuş olacaktır. O
açıdan da Kürt halkının, gerek Suriye’deki Kürtler gerekse de Kuzey ve
diğer parçalardaki tüm Kürt halkının buna karşı tepki göstereceği, buna
karşı mücadele geliştireceği ve oradaki Kürt halkına sahip çıkacağı
açıktır. Bu nedenle Türkiye’nin Suriye’ye dönük olabilecek bir
müdahalesinin beraberinde getireceği böyle ciddi durumlar da söz
konusudur. Esas itibarıyla baskılamak istiyor. Böylelikle kendi
çıkarları doğrultusunda sonuca gitmek ve orada Kürt halkının irade
olmasını önlemek, yeni kurulacak Suriye’de Kürtlerin yer almasının önüne
geçmek istiyor.
Geçtiğimiz hafta Türk Dışişleri
Bakanlığı’nın gizli ibareli bir genelgesi de ortaya çıktı. Belgeye göre
Türkiye’nin Suriye ve Batı Kürdistan planlarında Güney Kürdistan
hükümetine de rol biçiliyor. Siz bu belgeyi ve içeriğini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Evet, şimdi bir belge ortaya çıkmış.
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın Hewlêr’deki konsolosluğa
yazdığı bir talimnamedir. Bu çok önemli bir şeydir. Türkiye’nin gerçek
niyetini açığa vuran bir belgedir. Ben bu belgeyle ilgili şuanda fazla
bir şey söylemek istemiyorum. Bu konuda özellikle Güney Kürdistan
hükümetinin açıklama yapmasını bekliyorum. Yani gerçekten varsa böyle
bir şey buna karşı, Federe Kürt Hükümeti’nin iktidarının tutumu nedir?
Çünkü orada ciddi iddialar var. Çok ciddi iddia ve hesapların olduğu
yazılıyor. Bu açıdan öyle hemen üzerinden geçilecek bir belge değildir.
Kamuoyunun ve bizlerin bu konuda beklentisi olduğunu söylemek istiyorum.
Ama
Batı Kürdistan'daki tüm halkımızın, tüm dürüst yurtsever siyasi
partilerin, demokratik kurumların süreci çok iyi anlamaları lazım. Türk
devleti kesinlikle orada Kürt halkını boşa çıkartmak, birbirine düşürmek
ve Araplarla çatıştırarak, Kürtleri bertaraf etmek istemektedir. Bu
kesindir yani. Bu açıdan buna verilecek tek yanıt, bir an önce dürüst ve
yurtsever olan tüm Kürt kesimlerinin birliğini korumasıdır. Çünkü
işbirlikçi olan bir takım kesimlerin olduğu da anlaşılmıştır. Ruhunu
satmış bu işbirlikçi kesim marjinal bir yapıyı oluşturmaktadır. Kürt
halkına değil, sömürgeciliğe hizmet etmeyi esas alıyorlar. Özellikle
Kürt halkıyla muhalefetini karşı karşıya getirecek ve tasfiyeyi
yaşatmayı hedefleyen çok tehlikeli çabalar içerisindedirler. Bu
işbirlikçi kesimlerin daha fazla tahribat yapmadan önüne geçilmesi için
mutlaka ulusal-demokratik birliğin geliştirilmesi gerekmektedir. Derin
bir yurtseverliğe sahip olan Batı Kürdistan’daki halkımızın yüksek
bilinci ve politik duruşunun bu tür tehlikeleri anlayabilecek düzeyde
olduğuna inanıyorum.
Son dönemde Türk devletinin gerek Güney
Kürdistan üzerinden gerekse de Türk basın-yayın organları üzerinden
sürekli PKK’nin ve PYD’nin Suriye’deki rejimle birlikte hareket ettiği
yönünde propagandaları var. Bunu bu kadar gündemleştirmeleri bu gizli
belgede yer bulan planların uygulanması kapsamında mıdır?
Gayet
tabii ki, bunlar çok bilinçli bir biçimde yürütülen dezenformasyon
çabalarının bir sonucudur. Kesinlikle bir çarpıtmadır. Özellikle Güney
Kürdistan kaynaklı bazı basın-yayın çevrelerinin ve site sahiplerinin bu
tür yalan haberleri yaymaları dikkat çekicidir. Tüm yurtsever
kesimlerin bu tür yalan haber üreten ve Türk devletinin Kürtleri
güçsüzleştirme projesine hizmet eden kesimleri çok dikkatle izlemeleri
gerekmektedir. Kürdistan'daki bazı işbirlikçi kesimler de böyle bir
senaryodan pek hoşlanıyorlar. PKK ile Suriye rejiminin ortaklığını
korumaktan bayağı hoşlandıkları anlaşılıyor. Ben herkese şunu
söyleyeyim; daha bir yıl öncesine kadar Suriye rejimi ile AKP devletinin
ne düzeyde ortaklık kurdukları ve yıllarca hareketimize karşı ortak
operasyon yaptıkları, yüzlerce arkadaşımızı Suriye’nin yakalayıp
Türkiye’ye verdiği ve bunların hala Türkiye cezaevinde yattıklarını da
bilmeyen var mıdır? Sömürgeci devletlerin hareketimize karşı ortak
saldırıları karşısında büyük bir iradeyle direniş göstermiş ve başta
Şehit Şilan olmak üzere bu direnişte yüzlerce şehit vermiş bir hareketin
bu tür yalan propagandalar karşısında geri adım atması mümkün değildir.
Biz kendi öz gücümüze dayanan bağımsız bir hareketiz. Hiç
kimseye dayandığımız yoktur. Elbette çeşitli güçlerin arasındaki
çelişkilerden yararlanırız ama Türkiye’nin düne kadar bize karşı ortak
mücadele ettiği Suriye’yle şimdi arası bozulmuş diye kalkıp da “bu kez
PKK ile ilişkilendi” gibi bir suçlamayı hem Suriye’ye hem de bize
yapması, gerçeklerin tersyüz edilmesidir. Türkiye’nin, Suriye ve İran
ile birlikte bize karşı saldırıda olduğu dönemlerde de biz direnmeyi
bildik. Şimdi de daha güçlü direneceğimizi herkesin bilmesi
gerekmektedir. Türk sömürgeciliğinin tüm işbirlikçileriyle birlikte
hareketimize karşı saldırdığı dönemde de PKK en yetkin direnişi
geliştirdi. Herkes biliyor ki bizim dayandığımız farklı güçler yoktur.
Bizim dayandığımız güç halkımızdır.
Başbakan zaten son dönemde
onu bayağı bir dillendiriyor. Güya bizi maşa gibi gösteriyor. Kendisi
Batı güçlerinin taşeronu olmuş, arkasını Batılı güçlere dayamış, bölge
halklarına karşı geliştirilen konseptlerin içinde rol üstleniyor, kalkıp
bize taşeron diyor. Kendi taşeronluğunun üstünü örtmek için başkasını
taşeronlukla suçluyor. Gerçek öyle değildir. Gerçek, AKP’nin taşeronluğu
yaptığı, Kürt halkının da haklı davası, en insani istemi olan anadil
hakkı için dişiyle, tırnağıyla direnmekte olduğu gerçeğidir. İşte gerçek
budur. Diğer hususların hepsi birer çarpıtmadır. Önemli olan burada tüm
halkımızın AKP’nin yoğun bir biçimde geliştirdiği psikolojik harp
propagandalarına aldanmadan, tarihin bu en önemli döneminde en güçlü
birliğini koruması, bütün parçalarda sömürgeciliğin oyunlarına karşı
ulusal-demokratik tutumu geliştirmesi ve özgürlük mücadelesini
yükselterek, direnişiyle kazanma gücünü ortaya koymasıdır.
ANF

Son yıllarda Kemalizm ve Kürtler üzerine geliştirdiği tezleriyle öne
çıkan ve bu konuda dünyanın önemli üniversitelerinde konferanslar veren
Anglia Ruskin Üniversitesinden Kürt kökenli araştırmacı yazar Dr. Welat
Zeydanlıoğlu ile Türkiye’de Kürtler Kemalizm ve AKP süreci konusunda
çarpıcı değerlendirmelerde bulundu.
Zeydanlıoğlu’na Kürtler ve
Kemalizm konusunda kafamızın bir yerlerinde duran soruları yönelttik.
Örneğin “Kürtler olmasaydı Kemalizm Türkler için nasıl bir ideolojik
zemin sunardı” şeklindeki bir sorumuza Zeydanlıoğlu şu çarpıcı cevabı
veriyor: “Nazizm’in Yahudilerle ilgili uygulamalarını bir tarafa
bırakırsak Almanlar açısından demokrasinin gelişmesine uygun bir
ideolojik zemin sunuyor muydu’ gibi bir soruyu kendimize sormuş
oluyoruz. Doğası gereği bir aşağılık kompleksiyle yoğrulmuş ve
otoriter-militarist-şovenist bir ruhla hareket ettiği için Kemalizm’in
Türklere de demokratik bir ortam sunması mümkün değildi.”
Aynı
zamanda Kürdistan üzerine akademik çalışmalar yürüten dünyadaki 500'den
fazla araştırmacı ve akademisyenin buluştuğu ortak bir platform olan
Kürt Araştırmalar Ağı’nın (Kurdish Studies Network) koordinatörü de olan
Zeydanlıoğlu bize Kemalizm ve Kürdistan’da din olgusu, AKP’nin
Türkiye’nin ideolojik yapısında yarattığı değişikliklerin niteliği ve
Kürt sorununa yaklaşımı konularını değerlendirdi.
KEMALİZMİ KÜRT SORUNUNDAN BAĞIMSIZ DEĞERLENDİRMEK ZOR
Kemalizm’i
değerlendirirken Kürtlerle ilgili uygulamalarını bir tarafa verirsek
Türkler açısından demokrasinin gelişmesine uygun bir ideolojik zemin
sunuyor muydu?
Bunu iddia etmek gerçekten zor ve aynı
zamanda Kemalizm’i Kürt sorunundan bütünüyle ayırmak güç, çünkü
Kemalizm’in hem kuruluşundan gelen çarpıklıklar hem de kuruluş sonrası
politikalarını göz önünde bulundurursak pratiği ve uygulamaları kendini
tanımlamasında büyük rol oynamıştır. Kemalizm’in Kürt ve Kürdistan
politikalarını bir yana bırakmaya yeltensek bile önümüzde Ermeni
jenosidini uygulamış bir milliyetçi devlet geleneği var. Onu da bir yana
bırakırsak ve kendimizi sadece Cumhuriyetin kuruluş sonrasıyla
sınırlarsak bu sefer Musevi, Hıristiyan, Süryani, Yezidi ve diğer dinsel
grupların maruz kaldığı politikalar ortada. Onu da bir yana bıraksak
devletin absürt Alevi veya Sünni İslam politikası var. Başka bir
“ötekiler” olarak solcuların gördüğü muamele ortada.
“Nazizm’in
Yahudilerle ilgili uygulamalarını bir tarafa bırakırsak Almanlar
açısından demokrasinin gelişmesine uygun bir ideolojik zemin sunuyor
muydu” gibi bir soruyu kendimize sormuş oluyoruz. Doğası gereği bir
aşağılık kompleksiyle yoğrulmuş ve otoriter-militarist-şovenist bir
ruhla hareket ettiği için Kemalizm’in Türklere de demokratik bir ortam
sunması mümkün değildi. Baas ideolojisinin Araplara ne kadar hayrı
olmuşsa o kadar. Bu sistem, ona benzeyen başka otoriter ve
anti-demokratik sistemler gibi, çarpık iç politik ve ekonomik güç
dengelerini doğalmış gibi gösterme pahasına sürekli kendi ötekisini
üretmeye ihtiyaç duyan; hatta buna mahkûm olan bir sistemdir. Büyük bir
hamle ile kendini yenileyebilecek bir potansiyeli yok, çünkü en küçük
bir kritiğe tahammüllü yok. Farklı düşünebilen, yenilik getirebilecek
insanları çok çeşitli biçimlerde cezalandırıyor, hapishanelerde
işkencelerden geçiriyor. Vicdanlı aydın insanları, yenilik getireni,
farklılık göstereni susturup, sindirip itibarsızlaştırmaya çalışan, bunu
başaramadığında ortadan kaldıran, seksen senedir insanların en temel
değerlerini ve haklarını çiğneyen ve bunda ısrar eden bir sistem tabiki
evrim geçir(e)miyor. Kral çıplak diyen kralın hışmına uğruyor. Ama
kıral çırıl çıplak olduğu için de sistem bir türlü rahat etmiyor. “Öteki”
hep görüntüyü ve imajı bozuyor. Her söylediğin havada kalıyor. Kapıdan
atsan bacadan giriyor. Türkiye’deki ve Ortadoğu’daki kralın çıplaklık
gerçeği Kürt sorunudur, Kürdistan’ın işgalidir.
OTORİTER VE DARBECİ
Onun
için aynı zamanda Kemalizmi “Kemalizm” yapan da bir anlamda Kürt
sorunudur başka her şeyi bir yana bıraksak bile... Kemalizm zaten
Kürtlerin ve Kürdistan’ın inkârı ve işgali üzerine kurulmuş bir sistem
olduğu için demokrasinin gelişmesine uygun bir ideolojik zemin sunması
da bu gerçekliğe aykırı olurdu. Bu sistemik-handikap zaten bunu imkansız
kılıyordu. Zaten 19. yüzyılın başlarındaki Türk milliyetçiliğinin
içinde oluştuğu ortamın otoriter atmosferini, “Batı” ve Batı
modernitesiyle ve dolayısıyla “kendi” toplumuyla kurduğu çarpık ilişki
vardı. Sonrasında Soğuk Savaşın oluşturduğu boğucu atmosferi, kendi
insanına darbe yaparak toplumsal mühendisliğe soyunmuş ve toplunu
sindirmeyi rutinleştirmiş bir ordunun emriyle yönetilen bir sistemin
getirdiği kısıtlamaları da göz önünde bulundurursak böyle bir demokrasi
potansiyeli imkânsız görünüyor. Demokrasinin olmazsa olmazı ifade
özgürlüğüdür. Bu da Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca var olmamıştır.
“Vatandaşlarının”
(diyelim) yüzde yirmisinin etnik kimliğini, en temel ve sorgulanmaz
haklarını inkâr eden bir ana damar politika üzerine kurulmuş, koskoca
İslam dinini milliyetçi ve ırkçı bir paradigmanın aleti etmiş,
“kendinden” olmayan herhangi bir insanı veya görüşü düşman ilan etmiş,
militarist bir talan ve sömürü ekonomisi üzerine kurulmuş ve senelerdir
bir sürü uluslararası güç tarafından değişik nedenlerden dolayı ve
değişik dönemlerde desteklenmiş böyle bir sistemin kimseye demokrasi
vaat edebileceğini sanmıyorum.
DEVLET İÇİN KÜRTLERİN “KÜRTLÜĞÜ”, “ MÜSLÜMANLIĞINDAN” DAHA TEHLİKELİDİR
Kürtlerin
etnisite ve dininin (yani Kürt ve Müslüman olmaları) Kemalizm
tarafından büyük tehdit olarak algılandığını vurguluyorsunuz. Ama
sonraki dönemlerde devletin Kürt bölgelerindeki dini akımları ve
tarikatların desteklendiği ve teşvik ettiğini görüyoruz. Bu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Kemalizm veya Türk milliyetçiliğinin
herhangi bir rengi açısından, Kürtlerin “Kürtlüğü” veya
“Kürdistaniliği”, ilk etapta Kürtlerin “Müslümanlığından” daha
tehlikelidir. Onun için devletin değişik dönemlerde Kürdistan’da dini
akımları desteklemesi yâda bunlara “dokunmaması” devlet açısından
“mantıklıdır”. Kürtlük bilincini ortadan kaldırmak için bunları
destekler ama zamanı geldiğinde de ortadan kaldırır, ezer, yâda
beklemeye alır veya kendisine eklemler. Kendi yörüngesinde olmayan
herhangi bir hareketi veya ideolojiyi sindirir, kontrol altına alıp
yönlendirir. Birde Kürtlerin dini pratiklerine ve var olan dini
strüktürlere, mesela medreselere, yeni kurulan milli ve üniter sistemde
yer yoktu ve bunlar “eski”yi hatırlatan modern olmayanı temsil edendi.
Zaten
devlet Kürdistan’da “dini” kullanırken her zaman “kendi” dinini yani
Türk milliyetçiliğine ve militarizmine endekslenmiş bir “Müslümanlık”
anlayışını desteklemiştir. Tabi bu Türkiye’deki Müslümanlığı inanılmaz
derecede kirletmiş, İslami vicdandan ve değerlerden uzak, milliyetçiliği
Müslümanlık sanan bariz çelişkilere sırıtarak cevap veren, Filistin’e
ağlayıp Kürdistan’a bomba yağdıran, Dünya Türkçe Olimpiyatları
düzenleyip “Somalililere öğrettik bu Kürtlere hala niye Türkçeyi ve
medeniyeti öğretemedik” diye yakınan bir “Müslümanlık” anlayışı ortaya
çıkmıştır. Onun için devlet Kürdistan’da sadece ve sadece Kürtlük ve
Kürdistanlık bilincini köreltecek ve unutturacak bir din anlayışını
destekler. Bugünde olan bundan ibarettir.
AKP’NİN KÜRT POLİTİKASI MANİPÜLATİFTİR
Kürt etnik kimliğinin Türklerin isteğinin dışında politikleşmesi Türkiye’nin ideolojik yapısını nasıl etkiledi?
Devlet
söyleminde yarılmalara neden oldu, inkâr söyleminde geri adım atmaya
zorlandı, devlet bunun yerine bocalayarak yeni söylemsel stratejiler
üretmek ve PKK ile masaya oturmak zorunda kaldı. Beton gibi sunulan
milli kimlikte tamir edilemez çatlaklar oluştu. Klasik Kemalist inkâr
söyleminin iflasına neden oldu. Burada ilginç olan şöyle bir ayrıntı
olduğunu düşünüyorum. Son 30 senelik mücadele ve mobilizasyon inkâra
dayalı değerler dizisinin iflasında en büyük rolü oynadı. Ama bir
ayrıntıyı öne çıkaracaksak buda AKP’nin “reformcu” söyleminin sanki çok
devrimci bir şeymiş gibi ortaya çıkmasını kolaylaştırdı. “Artık inkâr
yok” deyince çok yeni birşey söylüyormuş gibi bir atmosfer oluştu. AKP
için böyle ilginç bir imkân oluştu ve “yenilik” söyleminin başarısında
önemli rol oynadı. Hâlbuki gerçek “Artık inkâr edemiyorum” du ama bunu
da uzun süre ambalajlamayı becerdiler. Burada koskoca Kürt haraketinin
etkisini tabiî ki böyle bir ayrıntıya indirgemiyorum ama böyle bir
ayrıntı var diye düşünüyorum. Kürt etnik kimliğinin devlet kontrolünün
dışında gelişmesi devleti klasik inkâr söyleminden geriye adım attırdı.
Şimdi devlet artık “inkâr” etmiyor ama aynı sindirme ve imha
politikalarını devam ettiriyor. Ama bunu “inkâr” dan ziyade daha
manipülatif sembolik ve stratejik hamlelerle sürdürüyor.
''MÜSLÜMAN KARDEŞLİĞİ'' POSTUNA BÜRÜNMÜŞ BİR TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
AKP’nin devletin Kemalist ideolojisini değiştirdiğine ilişkin genel kanıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKP
gerek duyduğu yerde ideolojik ve strüktürel uyarlamalar yaptı ve kendi
ihtiyaçları gerektirdikçe yapacaktır. Mesela Irak Kürtlerini hor gören
ve aşağılayan kaba söylemlerden uzak duruyor ve burada Kemalist
ideolojiyi en azından bu katmanda değiştirdiler diyebiliriz. Ama burada
klasik Türk devletinin Kürt politikasını değiştirdiler diye bir sonuca
varamıyoruz. Güney Kürtleriyle iyi ilişkiler üzerinden Kuzeydeki
Kürtleri kontrol etmeye ve “silah bırakmaları” için etkilemeye
çalışıyorlar. Aynı zamanda Güney Kürdistan’da da hem ekonomik hem
ideolojik hegemonya kurmaya çalışıyorlar. Bilindiği gibi sistem el
değiştiriyor ama sistem değişmiyor. AKP sistemin kurumlarını ve
ideolojisini kendine ve ihtiyaçlarına göre kodluyor ve programlıyor.
Örneğin YÖKe, Diyanete, RTÜK’e, orduya veya yargıya dokunmuyor. Ama
klasik Kemalizmin bazı takıntılarını aşabiliyor, Kürtlerden, Kürt
halkından, Diyarbakır zindanından, Ehmedê Xaniden, Şivan Perwerden, dini
kardeşlikten bahsedebiliyor, bundan gocunmuyor kendi amaçları ve
stratejileri için kullanmaya çalışıyor. Bunu “klasik inkâr”dan
“manipülatif tanımaya” geçiş olarak tanımlayabiliriz. . İmha ve uzun
etaplı asimilasyon politikalarını da aynı zaman diliminde
sürdürebiliyor. Kürt sorununu “terör” paradigmasından çıkarmıyor.
Kürtleri meclisten atmaya çalışıyor. Zerdüştlük olgusunu Kürtlere karşı
bir ötekileştirme aracı olarak kullanabiliyor. Gerekirse zaten varolan
söylemsel cephanelikten “Ermeni dölu” gibi “silahları” da rahatlıkla
çıkarıp Kürtlere karşı kullanabiliyor. Ama böl-yönet politikasına benzer
“tanı-eklemle-erit” politikası ile Kürt hareketini ezmeye-eritmeye
çalışıyor. “Tanıyarak” Kürtlerin sisteme tehlikeli gelen taraflarını
yontarak, kırparak AKP’deki Kürt milletvekillerini “tanıdığı” gibi
tanıyor. Özellikle de sisteme kafa tutan Kürtleri, Müslüman kardeşlik
postuna bürünmüş bir Türk milliyetçiliği ile uyumlu ve uslu bir hale
getirmeye çalışıyor. Bu noktada klasik Kemalist Kürt politikasıyla
ayrışıyor diyebiliriz, ama burada Kürtler açısından yeni bir şey yok,
daha da tehlikeli ve manipulatif bir politika var. Son tahlilde Kürtleri
Türkleştirilmesi ve “Müslümanlaştırılması” (“Diyanetleştirilmesi”) ve
böylece de “uygarlaştırılması”, zorla kontrol altında tutulması ve
sindirilmesi gereken bir obje olarak görmeye devam ettiği için “Beyaz
Türkler”in yükünü omuzladıklarını rahatça söyleyebiliriz.
KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ İÇİN TÜRK HALKINI İKNA ETMEK ZOR DEĞİL
Türkiye
iktidarı yâ da devleti Kürt sorununu çözmek için Türk halkını ikna
etmekte güçlük çektiğini iddia ediyor. Bu doğrumu? Türk halkını ikna
etmek güç mü?
Şimdi şöyle ikili bir resim var. Bir yandan
histerik bir milliyetçi durum var. Türk milliyetçiliği aşırı bir şekilde
topluma enjekte edilmiş ve işlemiş, her gün her yerde yeniden
üretiliyor ve her tarafa asılan bayraklar her gün gittikçe büyüyor.
Artık sadece devletin veya elitin ideolojisidir diyemiyoruz. Bunun inkâr
edilmeyecek günlük faşizan ve holigan bir kitleselliği de var.
Bildiğimiz gibi çok ta çabuk provoke edilebiliniyor, özellikle de medya
tarafından. Bir iki söylentiyle hemen bir iki bin kişi bir araya geliyor
veya getirtiliyor, bunlar hemen histerik bir kıvama gelip Kürtleri linç
etmeye kalkışabiliyor. Asker cenazelerinde, gösterilerde bu refleks
hemen histerik linç ve pogromlara dönüşebiliyor. Bunun tarihte de bir
sürü örneği var. Zaten devlet söylemiyle, milli eğitimle, medyayla,
askerlikle, milli bayramlarla, camisiyle vb. ile belli bir milliyetçilik
hep pompalanıyor, ayakta tutuluyor. Gerektiğinde direkt Kürtlerin
üstüne de sürülebiliyor. Bu potansiyel Türkiye’nin bütün tarihinde
olduğu gibi bugünde yerli yerinde durduruluyor ve bekletiliyor.
Ama
aynı zamanda biliyoruz ki gerçekten Kürt sorununu çözecek bir irade ve
niyet olsa aynı şekilde meclis, medya, okullar, spor kulüpleri ve
zemini, dini kadrolarıyla yani bütün kurumların seferber edilerek barış
ve değişim için uygun bir atmosfer yaratılıp ikna geliştirilebilinirse
Türk halkı barışa karşı çıkmayacaktır. Türkiye’de medyanın rolü her
zamanki gibi çok öne çıkıyor, çünkü medya toplum mühendisliğinin hep en
önemli ayaklarından birini oluşturmuştur. Onun için resmi duruşa ve
tavra bağlı bir durumdan ve süreçten bahsedebiliriz. Eğer uzun etapta
sorunu çözecek samimi ve “vicdanlı” bir niyet ve istek olursa; devlet
tarafından ve sağlıklı şartlarda eğitici, insancıl ve mantıklı bir ortam
ve amaçları belli bir süreç hazırlanırsa marjinal kesimler hariç
Türklerin genelinin “çözüme” karşı çıkacağını sanmıyorum.
SADECE “İYİ ŞEYLER” OLACAKMIŞ GİBİ BİR HAVA ESTİRİLİYOR
Ama
Türk devletinin doğasından kaynaklanan handikabı eğer beklenmedik
sistemik değişiklikler ve gelişmeler olmazsa sağlıklı bir politikanın ve
adil bir çözümün ortaya çıkmasını uzun süre engelleyecektir. Bu ne
anlama geliyor? Bugünde olduğu gibi adil, vicdanlı, samimi ve kardeşçe
bir çözüm yerine alışageldiğimiz çözümsüzlük, sindirme, inkâr ve imha
üzerine kurulmuş “Kürt sorunu yoktur terör sorunu vardır” paradigmasının
değişik manipulatif ve sinsi versiyonlarının uygulanması sürüyor. Bu
köhnemiş zihniyet üç seçimi üst üste kazanmış ve bu sorunu çözmesi için
milyonlarca oy almış olmasına rağmen Kürt kelimesini ağzına almadan
“çözüm açılımları” yapıp pratikte eski zihniyeti kendi çıkarlarına
adapte edip devam ettirmesidir. Bu mantık hem Kürtleri siyaset yapmaya
çağırır, hem de siyaset yaptıkları için içeri tıkar. Sanki bilmiyormuş
gibi Kürtler ne istiyor diye durmadan sorar veya bir şeyler yapacakmış,
bir şeyler yapılıyormuş ve “iyi şeyler” olacakmış gibi bir hava
estirerek zaman kazanır, zaman aşımına uğratır. Bir yandan askeri
operasyonlar düzenler, diğer yandan Kürtlere silah bırakma çağrıları
yapar. Her fırsatta Kürtleri bölmeye çalışır. Kürtsüz Kürt sorununu
“tartışır”. “Diyarbakır Cezaevini müze yapacağım”dan Diyarbakır’a
Türkiye’nin en büyük camisini yapmayı planlama noktasına gelir. Bir sürü
iyi niyetli insanın kafasını karıştırır, kendi yörüngesine oturtur,
kullanır, harcar. “Yeni” stratejiler uygulayarak “geriye döner.” Bu
örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu zihniyetin “çözümü”, doğası gereği
Türkleri de bu manipüle git-gellerinde sürükler, beyinlerini yıkar,
kafalarını karıştırır, mazluma karşı zalimin yanında yer aldırır ve
gerektiğinde Kürtlerin en temel haklarını bile elde etmemesi için
sokaklara döker.
HER MODERNLEŞMENİN BİR KARANLIK TARAFI VARDIR
Kürt
elitleri ve Kürtlerin bir kesimi, (örneğin CHP tabanındaki ve hatta BDP
eliti içinden bazıları) ismini koysun ya da koymasın (çağdaşlaşma
anlamında) modernleşme için Kemalizmi yâda Türk modelini benimsemek
gerektiğini düşünüyor. Bunlar var olan sosyal ve ekonomik gerilikleri
ancak onlara benzeyerek aşılabileceğine ilişkin kanıyı hala taşıyor. Siz
bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu yanlış bir modernleşme
anlayışı. Bir kere modernleşmeyi başka modelleri örnek almaktan ve bunu
pratikte kendi toplumuna uygulamaktan ibaret olduğunu sanan zihniyetten
uzaklaşmak gerekiyor. Bu modernleşme anlayışı kendisi ile birlikte
elitist ve yukardan aşağıya zorlamayla uygulanan bir modernleşmeyi de
getiriyor. Onun için “Türk modeli”, “Fransız modeli” veya “Alman modeli”
gibi tekçi ve kalıpçı modernleşme anlayışından kurtulmak lazım. Bu aynı
zamanda çok zor çünkü bu zihniyet asırlardır egemen ve hepimizin içine
sinmiş. Bu tip klasik teleolojik modernleşme anlayışı “yeni”yi
getirdiğini sanıp “eski”yi ve “modern olmayanı” ortadan kaldırmaya
çalışır ve bu dinamiğin doğası gereği bir çatışma içine girer. Herkesi
ve her şeyi kendine ve kafasındaki “ideal imaja” benzetmeye çalışır.
Tekçidir. Evet, bir devlet kurar, “devrimler” yapar, ulusunu yaratıp
“kurtarır”, resmi tarihini yazar, ulusal dilini ve alfabesini oluşturur
ve homojenleştirir, milli eğitim sistemini kurar, milli pazarını
oluşturur, ulusal medya kanallarını kurar. Ama nasıl ve ne pahasına?
Hangi metodlarla? Kimleri sömürerek? Neyi “unutarak” ve neleri
“hatırlayarak” yapar bunları? Hangi jenositlerle, hangi katliamlarla,
hangi sürgünlerle, kimin hakkını yiyerek, kimlerin ödediği bedeller
üzerinden uygulanır bu modernleşme projeleri? Her modernleşmenin bir
karanlık tarafı vardır. Avrupa modernleşmesinin hem büyük başarıları
hemde derin bir karanlık tarafı vardır. Foucault’nun altını çizdiği gibi
“söylenen”in birde “söylen(e)meyen” bir tarafı vardır. Söylen(e)meyen
söyleneni rahat bırakmaz, imajını ve rahatını bozar. Söylen(e)meyenin
ağır bastığı yerde söylenen hep havada kalır, kendini tamamlayamaz.
Ortadoğu’ya ikinci sınıf kolonyal hegemonya rüyalarıyla “Türkiye modeli”
öneren söylem tam da bu yüzden hep havada kalmaya mahkûmdur, çünkü
burada Kürt sorunu gibi yüzümüze sırıtan devasa bir “söylen(e)meyen”
vardır.
KOPYACI BİR MİLLİ BİLİNCİN ÖRNEK ALINACAK YANI YOKTUR
Onun
için elitisit ve yukardan aşağı bir biçimde uygulanması kabullenen bir
modernleşme anlayışını sorgulamak lazım. Toplumun benimsemediği ve o
toplumun sosyo-politik gerçekliklerinden uzak bir modernleşme zaten
Kemalist modernleşme gibi yüzeysel ve içi boş kalır. Otoriter, kopyacı
ve silah zoruyla modernleşme anlayışının örnek alınacak bir tarafı yok.
Türk modernleşmesi tekçilik, kopyacılık ve Batıyla kompleksli bir ilişki
üzerinden gelişti. Sağlıklı ve kapsayıcı bir milli kimlik oluşturamadı.
Hem “Batı”dan nefret eden, hem de “Batı”ya hayran olan, kendisine ve
komşularına “Batılı” bir gözle bakan, kendi insanını ve toplumunu 19.
yüzyıldan kalma bir Batılı sömürgeci gibi algılayan, tüketen ama
üretmeyen, kopyacı bir milli bilincin örnek alınacak bir tarafı yok.
Burada herkesle ama özellikle de kendi sosyo-politik gerçekliğiyle
kuruluşundan beri savaş halinde olan, kimseyle bir türlü barışamayan,
hatalarından öğrenemeyen ve yanlışta ısrar eden bir devlet mantığı ve
modernleşmeden söz ediyoruz. Hep bir toplumsal mühendislik projesi
olarak algılanmış ve böyle uygulanmış. Hala kuruluşundan gelen
çarpıklıklarla bocalayan, büyüklük-küçüklük kompleksleri arasında
gidip-gelen, krizlerden kurtulamayan ve bir türlü “modernleşemeyen” bir
modernleşme projesi.
YENİ JENERASYONUN NASIL ETKİ YAPACAĞINI KESTİRMEK ZOR
Türk
aydınları son yıllarda Kürtleri milliyetçilikle suçluyor. Siz Kürtlerin
ulusal kimliklerini inşa ettiği bu süreçte milliyetçiliğin (şovenizmin)
tuzaklarına düştüğünü düşünüyor musunuz?
Tabiki Kürt halkı,
özellikle de Kürt entelektüelleri, Kürt ulusunun inşa ve senkronize
edildiği bu önemli dönemde söylemlerine, kullandıkları söylemsel
araçlara ve retoriğe çok daha özen göstermelidir. Dışlayıcı olmayan,
Kürdistan’ın dilsel, dinsel, kültürel bütün zenginliğini kapsayan ve
hazım eden, olgun, kendisiyle, komşularıyla ve dünyayla barışık
demokratik ve yurtsever bir “Kurdayeti” tahayyül edebilmeliyiz ve bunun
merkezine demokratik bir ruh ve zihniyet oturtabilmeliyiz. Türk, Arap,
Fars milliyetçiliklerinin düştüğü tuzaklara Kürt milliyetçiliğinin de
düşmesi gerekmiyor ve bu yolda büyük çabalar sarf etmek zorundayız. Ama
tabiki Kürt milliyetçiliği de bölgedeki milliyetçiliklerden ve var olan
ulus-devlet politikalarından izole yaşamıyor. Onların söylemlerine ve
politikalarına tavır alıyor, karşılık veriyor ve bu süreç içinde
kendiside belli bir şekilde yoğruluyor. Senelerin ezilmişliğinin üstüne
ırkçı söylemler, Roboski olayı, Van depremine tepkiler gibi gelişmeler
zaten var olan yaraları daha da derinleştiriyor. Savaş ortamında büyümüş
yeni bir jenerasyon geliyor ve bunun ilerde nasıl bir etki yapacağını
kestirmek zor. Eğer Kürtlerin bugüne kadar maruz kaldığı haksızlıkları,
zulmü, sürgünleri, işkenceleri, katliamları ve jenositleri göz önünde
bulundurursak (bugünkü haliyle) “resmi” Kürt milliyetçiliği çok yumuşak,
insani ve kardeşçi bir dil kullanıyor diyebiliriz. Bugün mesela Türk ve
Arap siyasetçilerden veya medyalarından duyduğumuz Kürtleri hedef alan
şovenist ve ırkçı söylemleri Kürt siyasetçilerden ve Kürt medyasından
duymuyoruz. Kürt etnisitesine, diline ve kültürüne önem veren Kürt
politikacıları düşünürsek hepsi hala Türklerle kardeşlikten bahsediyor
ve sorunu hala haklar, yerel yönetim ve demokrasi ekseninde tartışıyor.
Güney Kürdistan’ı örnek alırsak kimseden daha fazla “milliyetçilik”
yaptıklarını söyleyemeyiz. Hiç unutmayalım ki bugün Güney Kürdistan’da
her seviyede Türkçe eğitimin önünde hiçbir engel yoktur ve olmamıştır.
Orada eğitimini Türkçe veren onlarca okul ve üniversite var. Kürt diline
aynı tavrı Suriye’den, Türkiye’den veya İran’dan gördüğümüzü
söyleyebilir miyiz? Onun için Kürtlerin temel olarak etnisite üzerinden
hedef aldındığı ve fiziken ortadan kaldırılmak istendiği, Türk, Arap ve
Fars gibi üç büyük militarist ve şovenist milliyetçiliğinin tahakküm
sürdüğü ve Kürtler hariç herkesin devletini edin(ebil)diği bir yüzyılı
bırakıp bu baskıcı düzenin sistematik bir şekilde devam ettiği yeni bir
yüzyıla girdiğimiz bu dönemde Kürtleri “milliyetçilik yapmakla” suçlamak
bana absürd geliyor.
AVRUPA GENELİNDE “ETNO-POLİTİK” BAZLI SORUNLAR ÇÖZÜLDÜ
Avrupalı entelektüeller Kürt sorununu nasıl algılıyor?
Tabi
“Avrupalı entelektüeller” diye homojen bir grup yok, ama son otuz sene
içinde hem dünya hem de entelektüel çevreler Kürtlerin varlığını öğrendi
ve Kürt sorununu değişik seviyelerde kavradı. Kürtler ve Kürt sorunu
üzerine değerli akademik ve diğer çalışmalar bu anlamda önemli bir rol
oynadı. Avrupa’daki Kürt aydınlarda bu anlamda ciddi mücadele verdi.
Genellemeler yaparsak ve Türkiye ve Kuzey Kürdistan’dan bahsedersek
aydın çevreler Türkiye’nin Kürtleri ezdiğini, haklarını tanımadığını ve
genel anlamda ciddi insan hakları ihlalleri olduğunun farkındalar. Artık
Kürt sorunu yoktur dersen üstüne gülerler. Örneğin akademik bir forumda
Türkiye üzerine bir sunuş yapıyorsan şu veya bu şekilde Kürtlerle
ilgili bir soru gelecektir, eskisi gibi resmi tezler rahatça ifade
edilemiyor.
Genel bir sempati var Kürtlere karşı diyebiliriz ama
mesela Filistin sorununda olduğu gibi bir engajman ve bilgi birikimi
yok. Çoğu aydın Türkiye’nin Kürt politikasına ve Kürtlerin en temel
haklarının hala neden inkâr edildiğine anlam veremiyor tabi. Mesela bir
örnek vereceksem, Kemalizm, Batılılaşma ve Kürt sorunu üzerine olan
doktora tezimi ona karşı savunduğum tanınan ve Türkiye’yi de yakından
bilen Amerikalı bir Osmanlı uzmanı bana Türkiye’nin Kürt sorununu
çözmekte niye bu kadar zorlandığına hiç anlam veremediğini aktarmıştı.
Bu tabi anlaşılır çünkü Avrupa genelinde bakarsak “etno-politik” bazlı
sorunlar, özelliklede Batı Avrupa’da ciddi anlamda çözüldüler. Kuzey
İrlanda, Katalonya, Bask, Korsika Galler, İskoçya sorunları artık şu
veya bu şekilde çözüldüler. Doğu Avrupa’da da bazı sorunlar devam etse
de ciddi gelişmeler kaydedildi ve mesela Kosovo bağımsızlığını elde
etti. Federal, otonomi ve başka formüller etrafında sorunlar silahlı
yâda silahsız muhataplarıyla direk yâda indirekt oturularak aşıldı ve
çözümler bulundu. Çünkü çözüm niyeti ve isteği vardı. Avrupa gündeminden
bu tip sorunları çıkardı, başka şeylerle boğuşuyor şimdi.
Welat
Zeydanlıoğlu kimdir:
Tatvan doğumlu. Eski Kürt politikacı avukat Veysi
Zeydanlıoğlu’nun oğlu. Zeydanlıoğlu ailesiyle 12 Eylül darbesinden sonra
yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. İsveç’te büyüdü, ilk ve ortaöğrenimi
burada yaptı. Lisans, mastır ve doktorasını İngiltere’deki Anglia Ruskin
Üniversitesinde tamamladı. Kemalizm ve Kürt sorunu, Kürtlerin medyada
temsili, devlet şiddeti ve söylemi konularında değişik uluslararası ve
yerel yayınlarda yayınlanmış çalışmaları var. Bunların arasında işkence
üzerine akademik çalışmaları ile tanınan Amerikalı bir profesör ile
birlikte “Haklar, Vatandaşlık ve İşkence: Kötülük, Hukuk ve Devlet” adlı
bir derleme kitabı da bulunuyor. Bu çalışmada “Diyarbakır Askeri
Cezaevinde İşkence ve Türkleştirme” adlı bir makalesi de yer alıyor.
Doktora çalışmasından alınan “Beyaz Türk'ün Yükü: Oryantalizm, Kemalizm
ve Türkiye'de Kürt Sorunu” adlı çalışması değişik çevrelerde yankı
uyandırdı. Yakında Türk devletinin Kürtçe dili üzerindeki uygulamalarını
analiz eden makalesi uluslararası bir dil sosyolojisi dergisinin Kürt
dili üzerine olan özel sayısında yayınlanacak. Bunun dışında (Cengiz
Güneş’le) Kürt sorunu üzerine İngilizce bir kitap çalışması sürdürüyor
Aynı zamanda 2009’da kurduğu Kürtler ve Kürdistan üzerine akademik
çalışmalar yürüten dünyadaki 500'den fazla araştırmacı ve akademisyenin
buluştuğu ortak bir platform olan Kürt Araştırmaları Ağı’ı ‘Kurdish
Studies Network’ ün (www.kurdishstudiesnetwork.wordpress.com)
yöneticisi.
ANF
KAHİRE -
Mısır’ın başkenti Kahire’de düzenlenen Suriyeli muhalifler
konferansının Kürtlerin halk olarak tanınmasını içeren bir önergeyi
reddetmesi üzerine Kürt delegeler konferansı terk etti.
Suriye
Baas rejimine karşı muhaliflerin birleşmesinin hedeflendiği Mısır’ın
Kahire kentinde düzenlenen konferansta kriz çıktı. Kürtleri temsilen
PYD’nin de içerisinde yer aldığı Batı Kürdistan Halk Meclisi ile Suriye
Kürt Ulusal Konseyi (ENSK) heyetlerinin de katıldığı konferansta,
Kürtler, Kürtlerin halk olarak tanınması ile haklarının garanti altına
alınmasını içeren ortak bir önerge sundu.
Ancak önerge, Türkiye,
Suudi Arabistan ve Katar destekli Suriye Ulusal Konseyi’nin başını
çektiği kesimlerin karşı çıkması üzerine konferans tarafından
reddedildi.
KÜRT DELEGELERİN TÜMÜ KONFERANSI TERKETTİ
Önergenin
reddedilmesi konferansta büyük tartışmaların yaşanmasına neden oldu.
Kürt delegeler olayı “skandal” olarak tanımlayıp, red kararının geri
alınmasını istedi. Ancak bu da olmayınca delegeler arasında kavga çıktı.
Konferansın yapıldığı otelin güvenlik görevlilerinin araya girmesi ile
yatışan kavga artından tüm Kürt delegeler, önergenin reddedilmesini
protesto ederek konferansı terk etti.
Suriye Kürt Ulusal Konseyi
(ENSK) delegesi Abul Aziz Osman olayla ilgili yaptığı açıklamada,
“Kürtler, konferansı Kürt halkının tanınmasının yer aldığı bir önergenin
reddedilmesi üzerine terk etti” dedi.
SUK’UN KÜRT BAŞKANI SONUÇTAN MEMNUN!
Yaşanan
bu gelişmelere rağmen Suriye Ulusal Konseyi (SUK) Başkanı Abdülbasit
Seyda, düzenlediği basın toplantısında konferans birleşenlerinin ulusal
birlik hükümeti kurulması konusunda anlaştıklarını ileri sürdü. Seyda,
"Katılımcılar ulusal birlik hükümeti kurulması üzerinde anlaştılar ve
kongrenin sonuç bildirgesinde de Esad sonrası geçiş döneminin
mekanizmalarının neler olduğu belirlendi" dedi. Bununla birlikte Seyda,
Suriye Ulusal Konseyi olarak Özgür Suriye Ordusu'nun açık bir şekilde
desteklenmediği hiçbir belgenin altına imza atmayacaklarını, ortak bir
metin almak için çalışmaları sürdürmek istediklerini ifade etti.
PYD LİDERİ MUSLİM SUK’UN OLUMSUZ TUTUMUNDA DİKKAT ÇEKMİŞTİ
Konferans
katılımcılarından Demokratik Birlik Partisi (PYD) Eş Başkanı Salih
Muslim Muhammed, dün Ronahi Televizyonuna yaptığı açıklamada,
konferansta muhalifler arasında birlik ve yakınlaşmayı hedeflediklerini
söylemişti. Konferansta Kürt delegelerinin ortak hareket ettiğini “Bir
birimizden haberdarız” sözleriyle aktaran Muslim, Cenevre’de
uluslararası güçlerden oluşan Eylem Grubu’nun aldığı Suriye’de geniş
katılımlı ‘Geçiş Hükümeti’nin kurulması kararını desteklediklerini
söylemişti. Muslim ayrıca, Suriye Ulusal Konseyi (SUK) için, “Suriye
Ulusal Konseyi bu önerileri değerlendirmiyor. Sürekli tek başlarına
kalmak istiyorlar” diyerek SUK’un muhalefet kanadında oynadığı olumsuz
role dikkat çekmişti.
ÖNERİ SUK’UN ‘MİLLİ MİSAK BELGESİ’ YÜZÜNDEN Mİ REDDEDİLDİ?
SUK
Türkiye’nin istemi doğrultusunda geçtiğimiz aylarda İstanbul’da
düzenlediği bir toplantıda kabul ettiği ‘Milli Misak Belgesi’ ile
Kürtlere ayrı statü tanınması taleplerini reddetmişti. 1 Nisan günkü
toplantının açılışında konuşan Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan
‘Mili Misak Belgesi’ne övgüler yağdırması gözlemciler tarafından
“Türkiye SUK’u teslim aldı” şeklinde yorumlanmıştı.
SUK’un ‘Milli Misak Belgesi’ni kabul etmesi üzerine Kürt delegeler toplantıyı terk ederek SUK yapısından istifa etmişlerdi.
ANF