30 Ağustos 2010 Pazartesi

Egemenlikli Erkek=Devlet


Kadının biyolojik farkları insanın insanlaşma evresinde en temel ve yaşamsal adımı olan toplumsallık, topluluk kurmanın esasıdır.
Kadının biyolojik farkları insanın insanlaşma evresinde en temel ve yaşamsal adımı olan toplumsallık, topluluk kurmanın esasıdır. Doğuran, besleyen, koruyan duyguları ve vasıfları kadın merkezli yaşam gerçeğini beraberinde getirmiştir. Toplumsal tarihin % 98’ni oluşturan kadın öncülüklü bu yaşam tarzından günümüze kadar gelen, arkeolojik kazılarda 15 bin yıl öncesinin yerleşim yerlerinde en çok rastlanan kadın heykelcikleri bunun en somut göstergesidir. Kadın bedeninde üreme organlarının fazla öne çıkartan bu heykelcikler, kadın bedeni üzerinden sürdürülen yaşamın topluluk tarafından farkında lığının bilincini, saygısı ve değerini kanıtlar. Dolayısıyla kadın bedeni kutsanmayı hak eden ve layık olandır. Kadın bedeninden akan yaşama karşı sadece minnettar olunur. Bir ölçüsü karşılığı olmayan en özgür emek bu açıdan kadının bedeninden başlatarak yaratığı yaşamın emeğidir. Çünkü o olmasa insan adına hiçbir şey olmaz.

Dolayısıyla egemen erkeğin kadın bedenine yönelimi, köleleştirme halkasının ilkini ifade eder.     Bu açıdan bakıldığında anlaşılır bir gerçekliktir. Ana kadın Tanrıça Tiamat’ın bedeni erkek tanrılar tarafından parçalandıktan sonra, artık kadın Tanrıçalık statüsünden düşürülmüş olur. Ondan sonra da kadın bedeni pandoranın kutusu gibi akla gelebilecek her kötülükle anılır, erkek tarafından yüklenilir. Gaspa, talana, hükmetme üzerinden kendini var eden iktidar zihniyetinin mimarı ve sürdürücüsü erkekliktir. Sırlarla dolu olduğu kadar çekici, estetik, güzel, yaratıcı, kadın bedeninden korktuğu kadar kıskanan, kıskançlığını kontrole almadığı için de öfkeye ve kine dönüşen bir erkek gerçeğidir. Erkek, kadın bedenini horlama, çirkin gösterme, ahlaksızlığın tetikleyicisi yani her an erkeği yoldan çıkarmanın nedeni göstererek özgür yaşamın dolayısıyla emeğin temelini dinamitleyip onun tozu dumanı içinde de gerçek yüzünü saklar. Kadın bedeninden başlayıp yaşam karşıtlığı biriktirme üzerinden şekillenen erkekliğin en üst düzeydeki örgütlülüğünün ifadesi devlet gerçeğidir. Özgürlüğü, hakkı, ulusu, vatanı vs. korumanın güvencesi yalanı, gerçekte daha çok erkeklik hakkı demektir. İktidar doğası gereği aşağılar, parçalar, sınırlar ve nihayetinde yok etmeyi hedefler. Kendi çıkarının sınırları dışına taşan bir damla özgürlük istemini yok etmek için her türlü yöntemi kullanmaktan geri kalmaz. Ama en etkili sindirme yöntemi olan tecavüz erkekçe intikam duygularını tatmin eden kusursuz bir silahtır. Hangi özgür iradelere bu yöntemle boyun eğdirmemiş ki!  Tecavüz kültürünün kahramanı egemen erkeklik bu açıdan çok engin ve uzun bir pratik tecrübe mirasına sahiptir. Kadın bedenini sınırsız aşağılamak tecavüz nesnesi olarak bakılmasını ve uygulanmasını haklı çıkarmaz mı zaten. Böyle sınırsız aşağıladıktan sonra tecavüz nesnesi olarak bakılmasını ve uygulanmasını haklı çıkarır. Tüm bu vahşet gerçeğin kaynağı deşilirse, erkeğin hayvani cinsel güdüleri ortaya çıkar. Yani insanlık dışı güdülerine tatmin imkânı bulmak için kadın bedeni şahsında emekçi halkların, ezilenlerin özgürlük umutlarını, direnişlerini kırmaya, sindirmeye çalışıyor. Hâkim olma duygusu kadının bedeni, ruhu, bilinciyle başlar ve biter. İlk halkası da son halkası da kadın bedeni olmasa iktidarcı zihniyetin uygulama halkaları tamamlanmaz. Birkaç yüz yıl önce Grek’lerde kız çocukları on yaşına geldikten sonra evleninceye kadar babalarına görünmemeleri gerektiği yönünde bir gelenekleri varmış. Bu babaları da olsa yani en yakını olan erkekten bile korunma gereğini ortaya koyuyor. Sahip olduğu gerçeğe karşı benimsediği yöntemle bir tedbir alma biçimidir. Egemenlikli erkek gerçeği ömür uzattıkça daha çok çirkinlik biriktiriyor. Bu birikintinin içinden de her gün daha vahşi yeni yüzleriyle karşı karşıya kalıyoruz.

Kürt halkının özgürlük mücadelesi, başından beri özgür kadın öncülüğünü ideolojik yaklaşımın özü olarak esas almıştır. Özgürlüğe yol alan tüm mücadelelerin tıkanma ve sonuçta kırılma noktaları sömürünün ilk halkası olarak kadını ezilen bir cins, sınıf ve ulus olarak ele almamaları eleştirisi üzerinden kadın sorununa eğilmiştir. Kadın köleliği çözümlendikçe Kürt kadınında yeni bir gelişim düzeyi ortaya çıkmıştır. Bir süre önce Kürdistan coğrafyasının her yerinden ve hemen,  hemen tüm siyasi örgütlenmelerden, değişik statü ve mesleklerden bir araya gelerek kadını ve Kürt sorununu tartışan, çözüm arayan ve bu anlamda ciddi kararlara ulaşan Amed kadın konferansı Kürt özgürlük mücadelesi içinde kadının geldiği düzeye bir örnektir. Ancak diğer yandan varlıklarını Kürt halkı ve kadını şahsında ezilenler üzerine kuran egemenlikli sistemin karşıt saldırıları da binbir yöntemle devam etmektedir. Kürt halkının en hassas yönü olarak bilinen kadının bedenine yönelim tüm iktidar güçlerinin elerinde sürekli hazır bulundurdukları silahları olan tecavüz, Kürt kadınana karşıda yoğun olarak kullanılmıştır. Cansız gerilla kadınlarının bedenleri dâhil bu barbarlıktan kurtulamamıştır. Kürt analarına ve kız çocuklarına karşı işkence odalarında sayısız tecavüz uygulamaları yaşanmıştır. Kürt halkının ve kadınının bu tür uygulamalar karşısında mücadeleden vazgeçerek teslim bayrağı çektiği tarih otuz yıl öncesine aittir. Kürt kadını ve halkı biçimi ne olursa olsun her saldırı karşısında özgürlük düzeyini katlayarak sürdürmek, özgürlük hareketinin bir özelliği haline getirmiştir. Söz konusu, Siirt’te bir süreden beri gündemde olan tecavüz vahşeti tüm kadınlık kimliğine, Kürt halkı şahsında ezilen halklara karşı, devletin bir saldırı politikasıdır. Kürt halkını açlıkla terbiye ederek kontrole alma, özelliklede ahlaki yönden düşürmek stratejik yöntemlerindendir. Bu saldırıya karşı Kürt halkı gereken cevabı elbette vermesini biliyor. Yine kadınlık onuru ve kimliği adına söz söyleme gücü ve cesareti olan tüm kadınlar bir biçimde seslerini yükseltmeliler.
Çaresizliğin, korkunun, namertliğin silahı olan tecavüz kültürü kadınların örgütlü özgürlük yürüyüşü karşısında yenilmeye mahkûmdur  

Nergiz Faraşin

Agri:Ilk Modern ve Internasyonal Kurt Direnisi

(1926-1930)

XWEBUN



Dalgın,yürürken Ağrı da Murad havzasında

ayağıma takılır tarihin tahta bacağı,

kar çiçekleriyle örtülü bu dağ yamacında

içimi burkar yere düşürülmüş bir halk sancağı.

(HÜSEYİN FERHAD-KILIÇ İPEKTE SINANIR)



Kürdistan her ne kadar açık tarihten bu güne sömürgeleştirilerek parçalanmışsa da; Kürt Ulusal Direnişlerinin büyük bir kesimi bütün parçalar da yankılanmış, karşılıklı destekler; sömürgecilerin ve emperyalislerin çeşitli engellemelerine rağmen alınıp verilmiştir. Kürtlerin düçüncesinde Kürdistan bir bütündür, parçalanmamıştır. Yapay sınırları kullanırken bu düşünce ile hareket etmektedirler.

Ağrı Direnişinin modern ve kahraman komutanı İran'da şüpheli bir kaza ile hayata veda etmiştir. Bu vesile ile Kürdistanın kurtuluşu ve birliği için ömrünü vermiş: Dr. ABDURRAHMAN KASSEMLU yu anmak isteriz.Tarihi de ülkesi gibi parçalanmış
bu halkın, her zaman yeniden ve yeniden hatırlaması gerekmektedır. Kürt örgütlenmesine ve uluslararası alanda kürt davası için oldukça etkili çalışmalar yapmış,Kürt tarihine çok önemli katkılar sunmuş,büyük katkıları ile halkının unutlumaz evlatları arasına girmiştir.



Dr Abdurrahman KASSEMLU 22 Aralık 1930 ,İran,Urmiye de doğdu.Fransa ve Çekoslovakya da eğitim gördü.1952 Prag da Politika ve Soyal Bilimler Fakültesini bitirdikten sonra İran a döndü.Sosyalist bir altyapı ile yetişti.İran Kürdistan ında beş askeri vesiyasi örgütsel faaliyetler sürdürdükten sonra,yeniden Prag a dönmek zorunda kaldı.İktisat Doktora'sı yaptı.1960-70 arası Prag Üniversitesinde profesör olarak görev yaptı.1971-73 Bağdat'ta Irak Planlama Bakanlığın'da yöneticilik yaptı.1976-78 Paris
Sorbon Üniversitesin'de Kürdoloji profesörü olarak eğitmenlik yaptı.

1972 de İran Kürdistanı Demokrat Partisi nin 3.Konferansında genel sekreter oldu.1978 de İran Kürdistanın'da örgütlenme faaliyetleri için geri döndü.

13 Temmuz 1989 Viyana da;içinde Ahmedinejat'ında bulunduğu suikast çetesi tarafından 3 yoldaşı ile beraber katledildi.İran hükümeti görüşme için çağırmıştı.Toplantı sırasında katledildiler.


AĞRI direnişini XOYBUN örgütledi ve yönetti.1925 Şeyh Sait direnişinden sonra bazı Kürt Aydın ve savaşcılar İran , Irak ve Suriye ye sığındılar.Bölgede 'Kürt Milli Ligasını' kurmuşlardı.Dönem itibarı ile ,Kuzey Kürdistan'da direnişler bireysel ve kısmı örgütsel olarak sürmekteydi.Fakat genel program ve eksikliğinden,direnişler yerel kalıyor,askeri olarak başarısız oluyordu.

Kürt Ligası aydınları bu durumu gözönünde bulundururak bir birlik ve program arayışına girdiler.Be çabalar sonucunda 1927'de Xoybun'un temelleri atıldı.Kürt Milli Genel Kurultayı amaç olarak Kuzey Kürdistan'nın bağımsızlığını hedefliyordu.

5 Ekim 1927'de Kürdistan Teali Cemiyeti,Teşkilat-ı İçtimaiye,Kürt Millet Fırkası,Kürt İstiklal Komitesi örgütleri birleşerek Xoybun Cemiyetini oluşturdular.İlk ve sonuncu olarak bu kadar Kürt örgütü birleşerk yeni bir örgüt kuruyorlardı.Ağrı direnişinin Kürt tarihindeki ilklerinden birisiydi ,bu birlik.Xoybun bir 'İdari Komite' tarafından yönetiliyordu. bu da bir ilktir. Lübnan'da toplanan örgüt ilk kongresini ;Ağrı'da yaptı.1928'de Fransız'lar tarafından dağıtılana kadar,örgütün merkezi,tarihi Kürt kentlerinden biri olan Halep'teydi.

Kürt direnişlerine, 'emperyalist destek' ,iddialarının, tersine Xoybun'da emperyalist güçler tarafından dağıtıldı.Xoybun'un bütün önceki ve sonra ki Kürt örgütlenmelerinden farklı olarak modern; 'Aydınlar Komite'since kurulup yönetilmesidir.Kurucu aydınlardan Memduh Selim Bey,Lübnan'dan Ağrı'ya giderek savaşa katılmıştır.Tarihsel Kürt aydınlarından Emin Ali BEDİRXAN'ın oğullarından
Celadet BEDİRXAN komitenin başkanıydı.Ağrı direnişi,önceki direnişlerden çıkarılan derslerle yeni bir strateji planı ile hareket etmiştir.Buna göre askeri bir alan seçilmesi,bütün Kürt kesimlerinin kazanılması ve başta komşu ülkeler olmak üzere uluslarasıdestek oluşturulması idi.Özellikle Ermeni halkının desteğinin kazanılması hedeflenmiş ve bunda oldukça başarılı olunmuştur.

Taşnak Partisi'nin desteği alınmış;Vahan Papazyan 1.Kongreye katılmıştır.Papazyan ile bir Ermeni gerilla grubu savaşa bizzatkatılmış,sonuna kadar da direnişin içerisinde kalmıştır.

TKP'nin aksine Hikmet Kıvılcımlı Ağrı Direnişi için modern kürt ulusal direnişi olarak selamlamışsa da,bu ancak 1970'lerdeyayınlanabilmiştir.Xoybun'un, yaygın Avrupa çalışmaları vardır ve başarılı olmakla birlikte, buda bir ilktir.Sovyet Hükümeti direnişin karşısında olmuş TKP'nin yanlış ve eksik raporlarının etkisinde kalmışsa da;Ermenistan 'da yaşayan Kürtler ve Ermenilerin yoğun desteğini almıştır.Suriye kürtlerinin desteği her anlamda alınmış,Barzanlı Şeyh Ahmed ,İngilizlerin ;Türk ordusunun şikayeti üzerineher türlü engellemelere rağmen; iki ayrı zamanda her defasında 200 den fazla olmak üzere ;savaşcıyı Ağrı kürtlerine destek için harakete geçiriyor ve savaşcılar Türk silahlı güçleri ile çatışmalara girmiştir.Yine Suriye'de kürtleri aynı desteği veriyor.Kuzey Kürdistan'ın bir çok bölgesinde,başta; Colemerk(Hakkari) ,Siirt,Lice,Amed olmak üzere destek direnişleri ve savaşcı katılımları
oluyordu.

1926 yılında Celali Aşiretinden Broye Heski Telo ;Ağrı Direnişini başlatmıştır.1927'de ise İhsan Nuri Paşa ,Ağrı'ya gelerek komutayı devralmıştır.

İhsan Nuri Paşa 1893 Bitlis doğumludur.Osmanlı Ordusunda, Arnavutluk'tan,Yemen'e kadar birçk bölgede komuta görevlerindebulunmuş,hatta Yemen'de 33 ay savaşmıştır.1919'da 9.Ordu Komutanlığı emriyle,Kızıl Ordu yetkilileri ile görüşmek üzere Bakü'ye gönderilmiştir.Binbaşı İhsan Nuri Paşa 1925'de Beytüşşebab'ta isyan başlatıyor,daha sonra emrindeki ikiyüzden fazla Kürt askeri ile Ağrı'ya çekiliyor 1927'de Xoybun kongresine katılıyor.Direnişin öncülerinden BROYE HESKİ TELO başkanlığında Kürt Yönetimi oluşturuluyor.Üç renkli bayrak çekiliyor,ulusal marş yazılıp okunuyor ve Ağrı Cumhuriyeti kuruluyor.Direnişin gelişmesi ile Türk ordusuna büyük kayıplar verdiriliyor.Türk güçleri büyük Zilan direnişinden sonra buradan Diyadin'e çekilmek zorunda kalmıştır.

1928'de Türk devleti görüşme talebinde bulunuyor ve görüşmeler yapılıyor.Fakat öneriler direnişi bitirmek için önderlerine bazı haklara indirgenince;başta İhsan Nuri Paşa olmak üzere,direnişciler,kendilerinin Kürt halkının temsilcileri olduğunu,ancak kabul edilebilecek ulusal haklar çerçevesinde anlaşmaya varabileceklerini bildirerek geri çekilirler.Türk tarafı bu başarısızlıklardan sonra,İran ile anlaşarak Ağrının bir kısmını İrana bırakarak,İran toprakları üzerinde operasyon izni almıştır.Bu durum Türk silahlı kuvvetlerinin Ağrı'yı kuşatmasınaolanak tanımış ve Direnişcilerin yenilmesinde oldukca etkili olmuştur.

Eylül 1930'da direniş bastırılmıştır.Ağrı tarafında direnişin bastırılmasına rağmen;İran Kürtleri bölgede direnişi sürdürmüşlerdir.

Direnişin yenilgisinden sonra İran'a sığınan İhsan Nuri Paşa,uzun yıllar yokluk içinde İran'ın baskısı altında yaşamını sürdürür.

2.Dünya savaşında,Türk sömürgeciliğinin,olası bir direnişe önderlik edebileceği korkusu ile;talebi üzerine,İran hükümeti tarafından tutuklanır.

Bir dönem hapiste kalır.18 Mart 1976'da Tahran',evinin yakınlarında şüpheli bir kaza sonucu hayata veda eder.

İlk kez bütün bölgede ki kürt halkının birliğini sağlayan ve desteğini alan;ulusal uyanışın en önemli köşe taşı durumda ki Ağrı Direnişi Modern bir Kürt direnişidir.Bugün bile dersler çıkarılarak ileriye taşınabilecek bir harakettir.Başta Ermeni halkı olmaküzere diğer halkların desteği sağlanmış,ilk kez yine bu direnişte enternasyonal destekler elde edilmiştir.Fransa;İran ve Sovyetlerin yoğun desteğini alan Türk devleti,oldukca rahat davranmış,öyleki; 'bölünmez' ,dediği bölgenin bir kısmını İran'a devrederek,operasyon izni almışdirenişcileri en çok bu çevirme zorda bırakmıştır.Böylece bölge devletleri ve yerli sömürgecilerin yoğun işbirliği ve ortak haraketi ile direniş başarısızlığa uğratılmştır.



(NOT:YAZI; İHSAN NURİ PAŞA'NIN VE Dr ABDURRAHMAN KASSEMLU'NUN YAYINLANMIŞ ANILARINDAN

YARARLANILARAK HAZIRLANMIŞTIR)

Referandum: Diktatörlük için Kaldıraç


AKP iktidarı, darbe plan ve teşebbüslerinden, kontr-gerilla artıklarından gölgesi kendisinden büyük bir Ergenekon heyulası yarattı. Medyasıyla, partisiyle neredeyse her taşın altında Ergenekon izi arar oldular. Her yeri, herkesi dinlediler. Toplum hem komplo ve entrikanın hem de güvencesizlik ve korkunun egemen olduğu siyah bir gökyüzü ile kuşatıldı. Bu kuşatma içinde zihni de bükülmeye başladı. Yaratılan egemen zihniyet adeta bir mıknatısın demir tozlarını çekmesi gibi farklı olanı kendine çekip eklemliyor. Sınıf ve devlet kavrayışı körelmiş bir kısım sosyalist de bu çekim alanında. Halka karşı işlenen suçlardan hemen hemen hiçbiri yargı önüne getirilmediği halde davanın darbeci ve kontracılardan devleti arındırmak için açıldığına ve buradan bir demokratikleşme çıkacağına inanıyorlar. Oysa, davanın, TSK’yi, yargıyı teslim almak ve böylece iktidarı tekelleştirmek amacına hizmet ettiği, savcıların YAŞ kararlarına müdahale etmesiyle de bir kez daha kanıtlanmış oldu. Yani, başından beri iktidar mücadelesinin temel bir aracı olarak işlev görüyor.

DEVLETİN İSLAMİ SURETTE YENİDEN-BİÇİMLENİŞİ
 
Gerçekte, bu çatışma dolayımıyla devlet yeniden biçimlendirilmektedir. Ancak bu yeniden biçimlenme (Anadolu sermayesi denilen) post-modern burjuvazinin İslami ideoloji vasıtasıyla sağladığı toplumsal hegemonya ile devletin fethine yöneliktir. Yani bu, burjuvazinin dünya görüşü aynı olan herhangi bir fraksiyonunun, zaten burjuva olan bir devleti ele geçirmesi demek değildir. Daha somut olarak, devletin yeniden biçimlenişi burjuva surette değil, İslami surette olacaktır, olmaktadır. Önemli olan nokta, taban örgütlenmesi cemaatlere dayanan post-modern–burjuvazinin ideolojik ve kültürel bakımdan pre-modern ve post-modern ögeleri temsil ediyor olmasıdır. Cemaat örgütlenmesinin İslami ilke ve kurallara dayandığı, dolayısıyla, bireyselliğin ancak sermaye hareketleri alanında geçerli olduğu görünür bir olgudur. Post-modernizmin eklektik bir karakteri olduğu bilinir. Bu burjuvazinin ideolojik vizyonu söz konusu olduğunda, siyasal İslam, doğrudan görünür olmamakla birlikte içkin olarak farklı ögeler arasında eklemleme ilkesi olarak iş görür. Tarihsel bakımdan önemli bir öge ise yeni-Osmanlıcılıktır.  Bu öge, dış politikada, özellikle Batı’da “eksen kayması” endişesine yol açacak ölçüde öne çıkarken siyasal İslamın yerlileştirilerek özümsetilmesinde de avantaj sağlamaktadır. O nedenle, bazı liberal yazarların yaptığı gibi, İslami cemaatleri sivil toplumla, siyasal İslamı muhafazakârlıkla özdeşleştirmek büyük bir aymazlıktır.
Burjuva (Batı) uygarlığı tarihin genel bir fonksiyonu olma özelliğini yitirmekte, kapitalizm gelişme potansiyellerini tüketmektedir. Bu ideolojik açıdan şu anlama geliyor: Burjuvazi, genel bir eğilim olarak, Aydınlanma felsefesinin araçsal aklına dayandırdığı rasyonellerinden de kopuş eğilimindedir. Bu eğilim, emperyalist dönemle birlikte burjuvazinin genel olarak içine girmiş olduğu siyasal gericiliği aşan bir olgudur.  Dünyanın iki kutupluluğu bu eğilimi belirli bir dengede tutuyordu. Ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ‘Pandoranın Kutusu’ açıldı. Siyasal gericiliğe sosyo-kültürel alanlarda genel bir gericileşme eşlik etmeye başladı. Çöküşün ardından ivme kazanan kapitalizmin yeni küreselleşme dalgası ve onun ideolojik aracı post-modernizmle birlikte daha görünür olan bu eğilim, çoğu 3. Dünya ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de siyasal İslamın gelişmesi ve iktidar olmasında elverişli bir ortam yarattı. Sağlı-sollu post-modern liberaller ortamın yaratılmasının etkin destekçileri oldular, bugün de işbirlikçiliklerini belirginleştirerek sürdürmektedirler.

12 EYLÜL FAŞİZMİNDEN ILIMLI İSLAM PROJESİNE
 
12 Eylül faşizminin solun tasfiyesine yönelik İslamcı cemaatlerle zımni ittifakı, din derslerini zorunlu kılması, Türk-İslam sentezini resmî ideoloji haline getirmesi, Özal iktidarının bunu daha ileri boyutlara taşıması, İslami hareketin hem devlet içinde kadrolaşmasını, hem de toplumsal bir güç haline gelmesini sağladı. 1994 yerel seçimlerini kazandıktan sonra “kanlı mı kansız mı” sorusunu gündeme getirdiler. Bu çatışmacı tarz, 28 Şubat müdahalesi ile iktidardan uzaklaşmalarına yol açtı. Bu, onları AKP ve Gülen cemaati ile birlikte ve emperyalizmle işbirliği içinde kaleyi içten fethetme stratejisine yöneltti. Yine 12 Eylül’ün ürünü olan seçim barajı sayesinde tek başına iktidar oldular. 27 Nisan e-muhtırası ise, onlara mağduriyet üzerinden hem daha geniş bir toplumsal destek sağladı hem de yeniden bir çatışmacı tarza dönüş fırsatı verdi. Tabii ABD ve AB’nin desteği ile. Görüldüğü gibi darbe ve muhtıraların beslemesi olan bu hareket, parlamenter çoğunluğa dayanarak, devletin yapısını, İslami esasları referans alarak yeniden-üretmektedir. Bu yeniden-üretim, yeni stratejinin gereği olarak, biçim ve içerik arasında çelişki yaratarak, yani içeriği değiştirerek sürdürülmektedir. Bu süreç işledikçe iktidarın otoriter eğilimleri de tek-parti diktatörlüğü modeline uygun bir tarzda artıyor. Anayasa referandumuyla da yeni bir stratejik aşamaya geçilecektir.
Devletin yeniden biçimlendirilmesi ve yeni anayasa paketi bir sivilleşme ve demokratikleşme olarak lanse edilirken, iktidar, evet lehine her türlü baskı ve hileye başvurmakta, KESK ve YARSAV gibi emekçi ve mesleki örgütleri, hatta sermayenin öbür tarafı, TÜSİAD’ı tehdit edelebilmektedir. Kaldı ki, söyleminden başka demokratikleşmenin emaresi bile yok. YÖK ve yüzde 10 seçim barajı yerinde duruyor. Yüksek yargı organlarının tamamı ele geçirilmek isteniyor. Özelleştirmelere karşı yargıya başvurma hakkı toplumun elinden alınıyor.
O halde bu ikiyüzlülük niye? Tarihteki benzerleri gibi, İslamcı sermaye sınıfı da, eski iktidar bloğunu değiştirme ve bunun için gerekli hegemonyayı tesis etme süresince demokrasi söylemlerine ihtiyaç duymaktadır. Egemenliğini garantiledikten sonra bu söylemlere de, onları ödünç aldığı liberallere de ihtiyacı kalmayacaktır. Dolayısıyla, ABD’nin, radikal İslami, “ılımlı İslam” projesini (BOP) yayarak önleme stratejisi, model ülke seçilen Türkiye’de laik sistemi tasfiye etmek suretiyle hedefe ulaşıyor. Dolmabahçe’deki sırrın mezara gidecek oluşu ve ordunun hizaya gelişi de bu proje bağlamında anlam kazanıyor.

LAİKLİK/SEKÜLARİZM VE SOSYALİZM MÜCADELESİ
 
Eğer tarihsel materyalizm açısından bakacaksak, Kemalist devrim, meşruiyetini Tanrı’dan alan saltanat ve hilafete karşı aklı ve bilimi referans alan bir burjuva devrimidir. Ne kadarsa o kadar. Kürt halkına yönelik inkârcı, zorla asimilasyoncu politikalarını mahkûm ederken, onun bu yönünü de görmezden gelmek doğru bir tutum değildir. Bu devrimin –tarihsel ileri olan– reformlarını savunmak başka bir şeydir, kurduğu sınıf egemenliği sistemine destek olmak başka. Laikliği özgürlükçü bir içerikle savunarak ikisi arasındaki çizgi net bir şekilde çizilebilir. Laiklik ve daha da önemlisi toplumsal alandaki sekülerleşme (dünyevileşme), burjuvazinin devrimci döneminin, ama sadece burjuvazinin değil, proletaryanın da feodallere ve kiliseye karşı mücadelelerinin ürünleridir. Ve bu ikili, düşünce özgürlüğünün temelidir. Sekülarizmin yok edildiği bir ortamda gerçeklik kavramı da yok olur.
Bu nedenle, laikliğin Kemalist uygulamasının eleştirisi, onu bütünüyle ortadan kaldırmaya yönelmiş, doğası gereği aklın ve bilimin reddiyesi olan siyasal İslama karşı hayırhah bir tutum almayı asla haklı çıkarmaz. Aksine bu varlık koşulumuzun ortadan kaldırılması demektir. Sekülerleşme yalnızca gerçekliği kavrama ortamımızı sağlamakla kalmaz, kadının özgürleşmesinin de bir önkoşuludur. Gericiliğin, kadını burjuva erkek-egemenliğinden de daha geriye götürdüğü apaçık ortadadır. Bu nedenledir ki, sosyalizm mücadelesi aynı zamanda gericiliğe karşı mücadeledir. Dolayısıyla, laiklik en çok sosyalistlere, kadınlara ve emekçilere lazımdır.

REFERANDUM: DİKTATÖRLÜK İÇİN KALDIRAÇ
 
Şimdi bu çerçevede referandum ne anlama geliyor?
Bu referandumun temel amacı, siyasal islamın hegemonyasını konsolide etmek ve bir ölçüde genişletmek, pratikte MHP ve SP gibi Türk-İslamcı ve İslamcı partilerin kitle tabanını kazanmaktır. Erdoğan’nın propaganda stratejisi bunu gösteriyor. Böylece 2011 seçimleri de garanti edilecek. Özellikle MHP’ye yükleniyor. Onu CHP’nin kuyruğunda göstermesinin nedeni bu. İslami ideoloji ekseninde bir ayrıştırmadır bu. Amacın bu olduğunu 12 Eylül’e methiyeler düzmüş Fethullah Gülen’in mezardakilere bile evet oyu kullanmak için davetiye çıkarması da gösteriyor.
Bu referandumda oylanacak olan ne? Yargının yürütmeye tâbi olmasının yolunu açmak. Böylece burjuva siyasal düzenin temel ilkelerinden biri olan kuvvetler ayrılığı ilkesini işlemez hale getirmek. Kamu çalışanlarına grev özgürlüğü mü var? Tam tersine, toplugörüşme yerine, toplusözleşme terimini koyarak aslında uluslararası yasalara dayanarak kullanılabilecek bir hakkı anayasal düzeyde engellemiş oluyor. Yoksa Anayasanın 15. Maddesini değiştirip 12 Eylül darbecilerine yargılama yolunu mu açıyor? Peki ama zaman aşımına karşı güvence koyulması önerisini reddeden de AKP değil mi? “Yetmez ama Evet” denilen bu mudur? Buna Hayır dediğimizde mi “solu sol yapan değerleri inkâr etmiş” olacağız? 15. maddenin, hem darbe karşıtlığı sahtekârlığını yutturabilmek, hem de solun hiç değilse bir kısmını yanına çekip, bir kısmını da pasif bir tutuma itmek için bir joker olduğunun farkında olmamak TUDEH körlüğü müdür acaba?
Boykota gelince... Bu koşullara uygun düşen bir “taktik” olmadığını boykotçu arkadaşlar da bilirler. Yine de, E. Yıldızoğlu’nun, Lenin’in taktik anlayışını özlü bir şekilde hatırlatan yazısı faydalı olmuştur. (bkz.www.sol.org.tr 19.8.2010) Bu anlayıştan baktığımızda, ortada boykot taktiği ile devrimci bir sıçramaya yönlendirilebilecek yükselen bir kitle hareketi yok. Bu nedenle, boykotun politik bir faydası olmayacak. Kürt hareketini özgüllüğü açısından ayrı tutarak söylüyorum. Onların boykotunun bir pazarlık taktiği içerdiği anlaşılıyor; şimdiden etkili olduğu da söylenebilir. Mesele “sermayenin iki cephesinden birinde yer almamak, onların kayıkçı kavgasına katılmamak”ise, Kürt özgürlük hareketinin boykotunu desteklemek daha kayda değer bir tutum olabilirdi. Ama karşı karşıya olduğumuz şey, sermayenin eski ve yeni bileşenleri arasındaki çatışmadan ibaret değildir yalnızca. Mesele, sivilleşme-demokratikleşme aldatmacasıyla, bu çatışmayı İslami bir rejimle/faşist bir düzenle aşma meselesidir.
“Bir burjuva devletinde, yürütmenin gücü ne kadar sınırlandırılmış, ne kadar geniş bir denetim ağıyla sarılmış olursa, emekçilerin rejimin içindeki haklar alanının o denli genişleyebileceği neredeyse bir fizik yasası hükmünde.”(E. Kürkçü) O halde, kabul gördüğü takdirde bir diktatörlüğe yol açacak referanduma hayır demek bu hükmün gereği değil midir?
Referandum diktatörlük için bir kaldıraçtır. Bunun için Hayır!
MEHMET ÖZGEN/Birgün

Onlar; Roman:İnsan!

Yeni_Özgür_Politika Fransa’da istatistiklere göre 250 bini aşkın Roman yaşıyor. Romanya’nın Avrupa Birliği’ne dahil olmasından sonra gelenler hariç Fransa’da yaşayan Romanlar; her hangi bir kimliğe ve belgeye sahip değil. Adressiz, kimliksiz, eğitim hakkından yoksun, iş olanaklarına sahip değiller.
Hayatımızın aslında içinde olan ama dışında tutmayı yeğlediğimiz insanlar; Romanlar...Çöpleri karıştırıp içinden satıldığında para edenleri ayıklayan, motorlu taşıtlar için ayrılan yollarda at arabalarıyla trafiği tıkayan, yüzleri hep mahsun, gözleri hep düşünceli, genelde eğlendirerek, kalaycılık, bakırcılık yaparak, çiçek satarak veya çöp toplayarak geçimlerini sağlayan Romanların, birçok ülkede nasıl oluyorda ortak yaşam koşullarında ve geleneklerini yüzyıllardır bozmadan yaşadıkları hep merak edilmiştir. Romanlar kadar dünya üzerinde darmadağın olmuş ama onlar kadar da temel özelliklerini kaybetmemiş bir halk bulamazsınız. Avrupa’nın ücra köşesindeki bir Roman ile Amerika’nın, doğunun, uzak köşelerindeki Roman kamplarında yaşayanlar arasında çok az fark vardır. Bunca güçlü genetik ve kültürel özellikler hayran bıraktıracak nitelikte.

Fransa’da istatistiklere göre 250 bini aşkın Roman yaşıyor. Romanya’nın Avrupa Birliğine dahil olmasından sonra gelenler hariç Fransa’da yaşayan Romanlar; her hangi bir kimliğe ve belgeye sahip değil. Adressiz, kimliksiz, eğitim hakkından yoksun, iş olanaklarına sahip olmayan 250 bin Roman... Şimdi Fransa Hükümeti Sarkozy’nin isteği üzerine Romanlara ilişkin bir dizi yasal düzenleme getiriyor. Şimdi polis her yerde Roman avında. Garlarda bulduğu Romanlara anında kelepçe takılıyor. Fransız Cumhurbaşkanı’nın bizzat ağzından dillendirilen “onlar hırsız, çevreye zarar veriyorlar, insan kaçırıyorlar, her türlü belanın başını onlar çekiyor....” Çoğunluğu dilenerek sokaklarda dolaşan Romanların yaşadığı yerler ise Paris’i çevreleyen banliyölerin girişlerindeki boş araziler. Boş araziler üzerine kurulmuş karavan ve çadırlarda yaşayan Romanların kamp yerleri son haftalarda boşaltılmaya çalışılıyor.

Montreuil belediyesi sahip çıktı
Montreuil, Paris’i çevreleyen bir banliyö. Yani küçük bir şehir. Ağırlıkta göçmenlerin oturduğu bu bölgenin belediyesi Yeşiller Partisi’nden kadın olan bir belediye başkanı tarafından yönetiliyor. Dominique Voynet belediye başkanı ve ekibinin çoğu kadınlardan oluşuyor. Bölgede yaşayan tüm halk inisiyatifleriyle ve sivil toplum örgütleriyle bir kontak içerisinde bulunan belediye başkanı bu yönüyle ön plana çıkıyor. Özellikle geçtiğimiz soğuk kış nedeniyle Voynet, hükümetin ve devletin kurumlarının hedefi haline geldi. Geçtiğimiz yıl Fransa’da neredeyse sokakta birçok insanın donarak can verdiği ağır kış karşısında bölgesinde bulunan ve karavanlarda donmakla yüzyüze olan Romanlara okulları ve spor salonlarını açtığı için hükümetin hedefine giren belediye başkanı tüm baskılara karşı direnmeye devam ediyor. Aynı dönem Roman çocuklarının okul kayıtları ve çalışma izni olanlar için iş imkanı yaratmaya çalışan Voynet’e karşı halkın tepkisi bizzat hükümet tarafından örgütlenmişti. Montreuil Belediyesi’nden konut talep eden 6 bin kişi, konut beklerken Romanlarla belediyenin ilgilenmesi bu hedef göstermenin aracı oldu. Belediye, Yeşiller Partisi Avrupa Birliği parlamenterleri aracılığıyla ekolojik-sosyal ev projesini bizzat Avrupa Birliği Parlementosu’na sunmuştu. Bu projenin amacı bölgede belediyeye ait olan bir arazi üzerinde konut sorunu yaşayan göçmen ailelerin ve 800 civarında Roman aileye konut sağlamaktı. Ama bu konuda somut bir yanıt hala belediye tarafından alınamamış.

Larissa... 10 yaşındaki yetişkin!
Bölgede son bir haftadır belediyenin tüm çabasına karşı polisin operasyonları sürüyor. Yapılan operasyonlarda bir karavana sahip olan Romanlar, bölgeden ayrılmış durumda. Bir kısmı sokaklara dağılmış, hala belediyenin kontrolünde olan 150 aile ise belediyenin 4 Eylül’e kadar yerleştirdiği okulların spor salonlarında kalıyor. 4 Eylül tarihinden sonra okullar açılacak. Zorunlu olarak bu salonlar boşaltılacak. Bu nedenle belediye kalıcı bir çözüm üretmek için bölgede bulunan tüm sivil toplum örgütleri ve partilerin de katıldığı toplam 80 kurumla birlikte, hem hükümetin Romanlara uyguladığı bu politikanın yanlışlığına dikkat çekmek hem de acil olarak 150 ailenin barınma sorununu çözme amacıyla bir platform oluşturmuş durumda. Belediye yetkilileri ve bölgedeki Romanlarla görüşmek için Monteuil’e bir ziyaret düzenledik. Belediye binasının hemen arka sokaklarından birinde bulunan okul ilk ziyaret yerimiz. Kapıda Larissa isimli 10 yaşında kız çocuğu bizi karşılıyor. İçlerinde en iyi Fransızca bilen kişi o. Sadece dil bilmek değil mesele... Larissa ilk beş dakika kim olduğumuzu sorguluyor. Polis olup olmadığımızı anlamaya çalışıyor. Aynı anda okul salonunun bulunduğu sokakta Larissa’nın büyük abileri etrafı gözlemliyor. Bir nevi gözcülük yapıyorlar. Yaşanan tüm baskınlardan çıkarttıkları derslerle hareket ediyorlar. Larissa’ya gazeteci olduğumuzu söyler söylemez ilk işi fotoğraf çekmenin yasak olduğunu, gazetecilerin polisi bilgilendirdiğini söylüyor. İçeri girmemizin yasak ve ancak kendileri isterse bir aile ile görüştürebileceklerini belirtiyor. Önce oradan ayrılmamızı isteyen Larissa bir süre yaptığımız sohbetin ardından içeri giriyor ve ailesini dışarı çağırıyor. Kapı aralığından onlarca kadın, erkek ve çocuğun yerlere serilen şilteler üzerinde bekleyişlerine tanık oluyoruz. Daniel ve Miga üç yıldır Fransa’da Montreuil bölgesinde yaşıyorlar. Üç çocukları var: Dayana, Marta ve Larissa. Anlaşılan İçerde bulunan ailelerin reisi Daniel. Günlerdir operasyonlar sonucu yaşadıkları yerlerden çıkarıldıklarını söylüyorlar. Larissa tercümanlık yapıyor. Paralarının olmadığını, belediye dışında kimsenin kendilerine yardım etmediğini belirten Daniel, bulundukları yeri 3 Eylül günü boşaltacaklarını ve ondan sonrasını bilmediğini belirtiyor. Kendi güvenlikleri nedeniyle daha fazla görüşemeyeceklerini, gelen gazetecilerin polise bilgi vermesi nedeniyle gazetecilerle görüşme yapmadıklarını söyleyen Daniel bizimle vedalaşıyor. Kamp ziyaretimizin ardından Montreuil Belediyesi’nin Romanlarla ilgilenen birimiyle görüşmeye gidiyoruz. Günlerdir kamp baskınlarına engel olmaya çalışan belediye başkan yardımcılarından Fabienne Vansteenkiste Montreuil bölgesinde yaşanan baskın ve süreci bize aktarıyor:

Sosyal sorumluluk gereği!
Fabienne Vansteenkiste şunları ifade ediyor: „Biz bir şehrin yöneticileriyiz. Devletin işi ile bizim işimiz ayrı şeyler. Bölgemize gelip yerleşen insanların barınma ve sosyal ihtiyaçları elbet bizi ilgilendirir. Öncelikle insan hakları kapsamında bu sorunu değerlendiriyoruz. Bu nedenle yıllardır Montreuil toprakları üzerinde yaşayan Roman vatandaşlara ilişkin yapılan baskınlara bir tampon olmaya çalıştık. Oluşturmaya çalıştığımız tampona ve barikata rağmen polis büyük oranda başarılı oldu. Birçok Roman bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. Geriye kalanları belli yerlere yerleştirdik. İlk kamp alanının boşaltılmasının ardından bir kısım aileyi özel evleri kiralayarak yerleştirdik. Sonra ev sahiplerinin polisle kontağa geçmesiyle buralar boşaltıldı. Evler özel olduğu için bizim müdahalemizin dışında kaldı“

Ancak Vansteenkiste, evsiz kalan Romanları, kilise, cami ve diğer sivil toplum örgütlerininde desteği ile belli yerlere yerleştirildiklerini belirtiyor. „Bugün ziyaret ettiğiniz Hoche sokağındaki okulda 35 aile mevcut. Bunun gibi iki ayrı yerde daha aileler var. Bizim pozisyonumuzdaki bir kurumun yapması gereken onların barınma konusundaki sorununu çözmek, iş ve meslek sahibi olmaları için eğitmek ve entegrasyonlarını sağlamak gibi sorumlulukları var. Ki öncelikli sorunumuz barınma olmasına karşın çok yakında okullar açılacak. Bu ailelerin çoğunun çocuğu var. Bunların eğitime ihtiyacı var. Evet burada oturumları yok. Ama bu bizim sorunumuz değil. Bu insanlar bizim topraklarımız üzerindeler. Bu çocukların eğitime ihtiyacı var. Ailelerin ise barınma koşullarına. İki yıldır neredeyse bu sorunla ilgileniyoruz“ şeklinde konuşan Fabienne Vansteenkiste bu nedenle hükümetin hedefi durumuna geldiklerini söylüyor.

Özellikle manipülasyonların Belediye Başkanı üzerinden yapıldığını söyleyen Vansteenkiste şunları ifade ediyor: „Bölge halkı üzerimize kışkırtılıyor. Bölgede 6 bin kişinin konut sorunu varken neden Romanlarla ilgilendiğimiz konusu sürekli ön plana çıkartılıyor. Evet biz bugün bu insanlık dramıyla ilgilenmek durumundayız. Çünkü bu insanlar sokakta ve Montreuil’de yaşıyorlar. Ama 6 bin konut bekleyen ailenin kötü de olsa içinde kaldığı bir evi ya da bir mekanı var. Ayrıca bu sadece bizim sorunumuz değil. Hem Romanlara hem de 6 bin kişiye konut yaratacak bütçe sorunu bizzat hükümetin de problemi“

Ellerinde yeteri bütçe olmadığına dikkat çeken Vansteenkiste, bundan dolayı kalıcı bir çözüm sunamadıklarına vurgu yapıyor. Sorunu bölgedeki diğer kurumların da gündemine taşıdıklarını söyleyen Vansteenkiste, 80 kurumla ortak bir toplantı yaptıklarını dile getirdi. Vansteenkiste devamla „Pazartesi bir toplantımız mevcut. Aynı zamanda ortak bir deklarasyon yayınlamak için komisyon oluşturduk bugün biraraya geliyorlar. Ama acil sorunumuz 4 Eylül günü Romanları nereye yerleştireceğimiz. Hep birlikte bir çözüm arayışındayız. Halk bize tepki duyabilir. Örneğin aile sorunu yaşayan bir Cezayirli kadın çocuklarıyla arabasında belediyenin önünde bir gece sabahladı. Talebi ‘Bana ev verin, Romanlarla ilgileneceğinize vatandaşınızla ilgilenin’ Elbet böyle tepkiler oldu ve olacak. Ama biz bu insan hakları sorunu karşısında sessiz ve duyarsız kalamazdık. Roman ailelerle görüşmelerimiz başladı. Çocuklarını okullara yazdırmak için çaba harcıyoruz. İkna etmek biraz güç. Çünkü onlar bize bizim kızlarımız 14’ünde evleniyorlar. 16 yaşına kadar okul mu olur diyor. Ama biz ısrarla ikna etmeye çalışıyoruz. Aynı zamanda meslek edindirmemiz gerekiyor. Çünkü Avrupa Birliği sözleşmeleri gereği 2014 yılına kadar sadece belli alanlarda Fransa’da çalışma iznine sahipler. Bu nedenle meslek edinmeleri şart „ dedi.

Karşılaştıkları sorunların diğer belediyelerin de sorunu olduğunu belirten Vansteenkiste, ortak bir çözüm üretmemin kaçınılmaz olduğunu dile getiriyor.

Vansteenkiste son olarak şunları söyledi „Birlikte bu soruna bir çözüm üretmek zorundayız. Hükümet kararlar alabilir, onları insanlık dışı koşullarda buradan sürebilir. Ama bizim görevimiz ve sosyal sorumluluğumuz onlardan farklı. Bu konuda elimizden gelen tüm çabayı göstereceğiz. Bizim için önemli olan 4 Eylül’de yersiz kalan insanların nasıl barındırılacağı sorunu“

Horlandılar, kovuldular!
Fransızların Jitan (gitan) olarak adlandırdığı Romanlar, tarih boyunca yeryüzünde en sevilmeyen halk oldu. Her yerde horlandılar ve kovuldular. Küçük Asya’da da sevilmeyen konuklar olarak görüldüklerinden çoğunluğu, Balkanlar’a geçti ve büyük kısmı bugün Yunanistan, Yugoslavya ve Macaristan’a yerleşti. Onlar ise kendilerini „Swinti“ ve „Roman“ olarak adlandırıyor. Bu halkın çoğunluğu da asosyal bir topluluğu ve „göçebe serseriyi“ çağrıştırdığından Çingene tanımını reddediyor. Gerçi Çingene adının Farsça’daki müzisyen, dansör karşılığı olan „cinganeh“ sözcüğünden geldiği sanılıyorsa da onlar, kendilerine karşılığı ‘insan’ demek olan Roman adını veriyorlar. Almanya’da yaşayan Romanlar, kendilerine Pakistan’ın bir eyaleti ve eski yurtları olan Sindh’den türetilmş „Sinti“ adını uygun görüyolar. Sinti ve Romanların tarihi üzerine uzun süre bilgisizlik hüküm sürdü. Yanlış biçimde anayurtlarının Mısır olduğu kabul edildi. Bugün ise Aşağı Hint Yarımadası’nın kuzeybatısındaki Pencap bölgesine, onların anayurdu olarak bakılıyor.

500 bini katledildi!
Almanya’da Romanlara yapılan muamele, Avrupa’nın diğer bölgelerinden farklı değildi. 1899 yılında imparatorluk, ilk kez tüm Romanları kayıt altına almak için „Çingene İstihbarat Servisi“ni kurdu. Weimar Cumhuriyeti’nde de tutulmaya devam edilen bu kayıtlardan „Çingene Sorununun Nihai Çözümü“ için SS-Reich yöneticisi Heinrich Himmler de yararlandı. Naziler, herşeyden önce onların yaşam tarzlarından hoşlanmadılar. Zira Nazilerin insanları tamamen denetleme isteğinden ısrarla kaçıyorlardı. Bundan başka, Tübingenli sinir hastalıkları doktoru Robert Ritter gibi saf ırk uzmanları, „melez Çingeneleri“ (bunlar sözü edilen kimselerin yüzde 90’ını oluşturmakta) kriminolojik ve asosyallik için olağanüstü bir malzeme olarak gördüler. Nazi yönetiminin ilk günlerinde Robert Ritter ve diğerleri, Romanların kısırlaştırılmasını „sorunun“ çözümü olarak gördüler. 18 Eylül 1942 tarihinde yapılan Wannsee konferansında bir araya gelen SS liderleri „asosyal unsurlar olan Yahudi, Roman, Rus ve Ukraynalıları, çalıştırarak imha etmek maksadı ise SS-Reich liderlerine teslim etme“ kararı aldılar. Böylece Alman Ordusu’nun girmiş olduğu bölgelerde, tüm Romanlar için toplama kamplarındaki planlı imha çalışmaları başlamış oldu. Katledilenlerin tam sayısı bilinmiyor. Çünkü Güney ve Güneydoğu Avrupa’da pekçok Roman, daha kamplarına giderken yolda yerel faşistlerin yapmış olduğu katliamlarda yaşamlarını yitirdiler. Ciddi kabul edilen tarihçilere göre, Nazi iktidarı sırasında katledilen Romanların sayısı 500 bin kadar.

AB ve İnsan hakları manzarası!
AB üyeliğine aday 11 ülkede ve bizzat AB üyesi ülkelerde yaşayan Romanlara karşı yaşanan ırkçı eğilimler bugüne kadar hep görmezden gelindi. Doğu Avrupa’daki Romanların zulme uğramasını; Fransa’da yaşayan Romanların vatandaş bile sayılmamasını kimse umursamıyor. Resmi rakamlara göre Avrupa’da 8 milyon Roman yaşıyor, ancak gerçek rakamın çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor, çünkü Romanların çoğu vatansız sayıldığı için nüfus kütüklerine yazılmıyor. Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Romanya ve Polonya’da Romanlar sırf kendi kültürlerini yaşamak istedikleri için toplumdan dışlanıyor. Diğer Doğu Avrupa ülkelerinde de „demokrasiye“ geçtik dedikleri süreçte Romanlar verilen hakların dışında tutuldu. Daha da kötüsü mahkemeler de dahil olmak üzere hiçbir devlet makamı Romanları korumaya yanaşmıyor. Bulgaristan, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Fransa, Polonya ve Almanya’nın doğusunda Romanlara yönelik ırkçı saldırılar tamamen cezasız bırakılıyor.
SELMA AKKAYA