- Ana Sayfa
- Öcalan Anlatıyor: Uluslararası Komplo Gerçeği
- SAİD-İ KURDÎ(Nursi) VE KÜRT SORUNU
- Batı Kürdistan(Rojava) Devrimi
- Soykırımdan Özerkliğe Batı Kürdistan
- AKP ve Faşizm Üzerine
- Anti Emperyalist-Kapitalist Mücadele ve KÜRT BAHARI
- Karadeniz: Toprak, Su, Hava ve Emek
- Bir İşkence Yöntemi Olarak Tecrit
- Politik Sinema
- Belgeseller
- E-Kitaplar
- İnternet Sansürünü Del !
Site İçi Arama
16 Şubat 2010 Salı
Izlemeden gecmeyin...
Öyle bir film ki:
İlk kez 2007 yılı Haziran ayında Google Video'da yayınlandı. Yayınlanır yayınlanmaz günde 70 bin,ayda yaklaşık 2 Milyon izleyenle internet tarihinin en çok izlenen ve toplamda dünyanın en çok indirilen filmi oldu.15 Mart 2008'de dünya genelinde gösterim günü ilan edildi ve 1800 noktada özel gösterimler düzenlendi. Aynı gün Türkiye'de Boğaziçi Üniversitesi'nde ve Atlas Pasajı Nefes Cafe'de gösterildi.IMDB'de 8.7 puan aldı. Oylamaya katılan 3,877 kişiden 2,450'i filme 10 tam puan verdi.Filmin içeriği dünya genelinde çok büyük tartışmalar yarattı. Hatta Zeitgeist'e karşı Hıristiyan çevreler iki alternatif film bile yayınladı.Bütün bu tartışmalara rağmen büyük yayın kuruluşları filmin adını ağızlarına dahi almadı. Bütün sansasyonel etkisini bağımsız internet siteleriyle sağladı.Korkularımızla yüzleşmemek adına.. "komplo teorisi" kelimesine dört elle sarılır olduk. Özellikle dönemimizde öyle insanlık dışı olaylarla karşılaşıyoruz ki bunların kökenini araştırmak, hatta düşünmek bile bizleri korkutuyor. Mesela "İnsan Hakları". Batı medeniyeti merkezli olduğuna inandığımız bu kavramın tam da Batı Dünyası tarafından ayaklar altına alınması hayata karşı güvensizliğimizi zirvelere taşıyor. Toplu mezarlar, petrol için öldürülen bebekler, işkencenin ABD tarafından standartlarının belirlenmeye çalışılması bizlerin insani kriterlerini de bulanıklaştırıyor.Bütün bu saydıklarımız değerlerimizi kazandığımız geçmişimize götürüyor. Bize söylenenler, öğretilenler yalan olmalı ki bu insani kriterleri yaratanlar kendileri her türlü değeri alaşağı ediyor. ZeitGeist filmini seyredenler bu sorgulamayı daha yıkıcı yaşayacak. Ya uyanacak, ya olanlara şaşırmaya devam edecek.Film din, para, ve korku üçgeni içerisinde kıstırılan toplumların nasıl yönlendirildiğini ve büyük planın tekno-totaliter bir Dünya Devleti kurmak olduğunu ileri sürüyor.Zietgeist'de artık koplo teorisi sınıfından çıkmış ve herkesce doğru kabul edilen 11 Eylül Saldırılarının bizzat Amerika tarafından düzenlendiğini, kredi sistemini,savaş ekonomisini,merkez bankası ve Federal Reserve tarafından nasıl köle bir toplum yaratıldığını anlatıyor........
Asagidaki Linkten Belgeselin ilk serisini Zeitgeist:The Movie;
http://video.google.com/videoplay?docid=1389294751322371765&hl=tr#
Ve buradan da Ikinci seriyi Zeitgeist:Addendum izleyebilirsiniz;
http://video.google.com/videoplay?docid=1047602322497752210&ei=6Qd7S6XJLZKM2ALUu6HLBw&q=Zeitgeist%3A+Addendum+Turkce&hl=tr#
Yeni bir dunyayi yaratacak olan Ozgur ve Derin bir insanlik bilinci-aydinlanmasidir.Bu basarilmadan;egemenler tarafindan onbinlerce yillik insanlik tarihi boyunca ustalikla yaratilmis ve hayatimizi her detayina kadar cevreleyen buyuk yalana,manipulasyona guclu bir darbe vurmadan,hayatlarimiz onlarin istedigi bicimde devam edecek.Buna artik izin vermeyelim...
Disfruta de un resumen diario de tu Hotmail en tu móvil Movistar. ¡Accede ya!
Bilderberg Gurubuna Dair...
Dünyayı yöneten güçlerin en altında masonlar bulunuyor, masonlar, masonluk biliniyor; onun üstündeki grupları hiyerarşik sırasıyla yazalım :
Bilderberg Group (B.B.) : Kurulusu 1954, sadece ABD, Avrupa ve Türkiye vatandaslari içinden seçilmisler üye olabilir.
Trilateral Commission ( T.C) : Kurulusu 1971, sadece ABD, Avrupa ve Japonya vatandaslari içinden seçilmisler üye olabilir.
Commission of Foreign Relation (C.F.R) : Kurulusu 1921, sadece ABD vatandaslari üye olabilir.
Bilderberg’in kurucu eski bir Nazi olan Hollanda Prensi Bernhard. Bilderberg ismi, Mayis 1954 tarihinde ilk toplantinin yapildigi bu kisiye ait olan Arnhem yakinlarindaki otelin isminden geliyor. Bu Nazi eskisi Lockheed Rüsvet Skandali’nda* bas aktörlerden birisi olarak gruptan ayrildigi 1976 tarihine kadar da her toplantida var zaten. Toplantilarda, siyasetçi ve önemli kapitalistler, kapitalist kurulus baskanlari, finans dünyasinin önemli isimleri, diplomatlar ilk göze çarpanlar. Toplantilarda, emperyalizmin siyaset ve ekonomi sorunlari, dünyadaki siyaset ve ekonomik durum, gelişmeler irdeleniyor ve bunlara emperyalizmin çikarlari doğrultusunda kararlar alınıyor.
Commission of Foreign Relation (C.F.R) : Kurulusu 1921, sadece ABD vatandaslari üye olabilir.
Bilderberg’in kurucu eski bir Nazi olan Hollanda Prensi Bernhard. Bilderberg ismi, Mayis 1954 tarihinde ilk toplantinin yapildigi bu kisiye ait olan Arnhem yakinlarindaki otelin isminden geliyor. Bu Nazi eskisi Lockheed Rüsvet Skandali’nda* bas aktörlerden birisi olarak gruptan ayrildigi 1976 tarihine kadar da her toplantida var zaten. Toplantilarda, siyasetçi ve önemli kapitalistler, kapitalist kurulus baskanlari, finans dünyasinin önemli isimleri, diplomatlar ilk göze çarpanlar. Toplantilarda, emperyalizmin siyaset ve ekonomi sorunlari, dünyadaki siyaset ve ekonomik durum, gelişmeler irdeleniyor ve bunlara emperyalizmin çikarlari doğrultusunda kararlar alınıyor.
Toplantılara bir de gelecek için "umut" veren isimler çagiriliyor, bunlar emperyalizmin görücülüğünde kendilerini tanitiyorlar. Bilderberg’e bu açıdan katılanların kısmeti açılıyor ve birden yükseliyorlar. Örneğin, Tony Blair 1993’te Yunanistan’daki toplantiya katiliyor, ardindan 1994’te parti lideri, 1997’de de basbakan oluyor. Bill Clinton, 1991-Almanya toplantisinin ardindan 1992’de baskan oluyor. Böyle örnek çok : Romano Prodi, Jack Santer, George Robertson vs.
Normalde bir gündem var, ama son gelişmelere göre gündem değişebiliyor. Bir otel tamamen kapatılıyor, özel hizmetliler var, silahlı koruyucular kimseyi otele sokmuyorlar. Gizlilik en büyük ilke, kim ne konuştu, bunu yazmak, açıklamak yasak. Her melanetin altından çıkan Rockefeller burada da çok önemli bir isim. Uluslar üstü şirketler zaten başından beri isin içinde elbette. NATO ile doğrudan bağlantılı.
Galatasaray’ın eski Başkanı Selahattin Beyazıt bu grubun Türkiye ayağı. Toplantıların çoğunda var. Beyazıt’ı hatırlamayan olabilir, ünlü bir Kürt ağasıdır. Üst düzey mason.
Bu toplantı bir kere de (benim bildiğim) Çeşme Altınyunus ‘da 1975’te yapılmış. Talat Turhan bunu yazmıştı. Yine yanlış hatırlamıyorsam o toplantıda Ecevit var. Demirel de ya orada ya da başka yerde mutlaka var ve o da bir Bilderberg üyesi. Mesut Yılmaz da öyle.
Internet’te 2000’den 1991’e kadar toplantılara Türkiye’den katılanları buldum liste söyle :
2000 :
TR, Çolakoğlu, Nuri; Chairman and CEO, NTV
Aydinlikçi Nuri Çolakoglu. Dogus Holding memuru ve TÜSIAD üyesi muhterem bir zattir.
TR, Kayhan, Muharrem; Vice-Chairman of the Board, Söktas, Former President, Tusiad
1999
TR - Erçel, Gazi - Governor, Central Bank of Turkey.
(Geçenlerde istifa eden Gazi Erçel, daha önce Çesme Altinyunus’un da sahibi Yasar Holding’in hortumladigi kendi bankasi Yasarbank’in da Genel Müdürlüğü’nü yapmisti)
TR - Ergin, Sedat - Ankara Bureau Chief, Hürriyet.
( Cumhuriyet ve Hürriyet’in Washington eski temsilcisi. Hüsamettin Özkan’a kefil oluyorum demisti.)
TR - Kıraç, Suna - Vice Chairman of the Board, Koc Holding A.S.( Vehbi Koç’un kizi)
TR - Yücaoğlu, Erkut - Chairman, TÜSİAD.
1998
TR - Bayar, Uğur - Chairman, Privitization Administration
TR - Cem, İsmail - Minister of Foreign Affairs
TR - Gezgin Eriş, Meral - President IKV (Economic Development Foundation) (Iktisadi Kalkinma Vakfi Baskani)
TR - Kıraç, Suna - Vice Chairman of the Board, Koc Holding A.S.
1997
TR - Gezgin Eriş, Meral - President IKV (Economic Development Foundation) (Iktisadi Kalkinma Vakfi Baskani)
TR - Kıraç, Suna - Vice Chairman of the Board, Koc Holding A.S.
1997
TR. Beyazit, Selahattin. Director of Companies.
TR. Bilgin, Dinç. Chairman of the Board, Sabah Yayincilik A.S (Mason)
TR. Erçel, Gazi. Governor, Central Bank of Turkey.
TR. Ergüder, Üstün. Rector, Bosporus University. (mason)
1996
Beyazit, Selahattin. Director of Companies
Erçel, Gazi. Governor, Central Bank of Turkey.
Gönensay, Emre (Turkey) Minister for Foreign Affairs
1995
Beyazit, Selahattin. Director of Companies
Hikmet Çetin Dep Pr Min Turkey
1994
Beyazit, Selahattin. Director of Companies
TR) Ali Hikmet Alp, ambassador, permanent representative of Turkey to the CSCE.
(TR) Rahmi M. Koç, chairman of the board of directors, Koc Holding A.S.
1993
Beyazit, Selahattin. Director of Companies
TR, Talat S Halman; Proffessor of Near Eastern Languages and Literature, New York University
(12 Mart’in Kültür Bakani, Büyük Masonlardan, Ismail Cem’in yeni yagcisi)
1992 listesi yok.
1991
Turkey
Selattin Beyazit
Vahit Halefoğlu (Minister of Foriegn Affairs) (Ünlü Mason)
Tugay Özçeri (Minister of Foregn Affairs)
Bilderberg Grubu Nedir?
Son zamanlarda, dünyadaki derin güçlerin organizasyonları hakkındaki kanaatlerin yumuşatılması yönünde bir atağın olduğunu görüyoruz. Bu oluşumlar masumane fikir alışverişlerinin yapıldığı uluslararası organizasyonlar olarak gösteriliyor. Ancak gelişmeleri yakından takip edenlerin zihinlerindeki sorulara cevap verilebilmesi için aydınlığa kavuşturulması gereken konularda herhangi bir bilginin verilmemesi, bu konuların hep kaypak ifadelerle geçiştirilmesi dikkatlerden kaçmıyor. Biz bugün Bilderberg hakkında, özel olmayan bilgileri yani bütün araştırmacıların bildiği ya da konuyla ilgili yazılarında zikrettiği bilgileri aktararak okuyucularımızı aydınlatmak ve bu organizasyonun nasıl bir kimlik taşıdığı hakkında kendilerini bilgilendirmek istiyoruz.
Bilderberg, uluslararası siyonizmle yakın bağlantılı hatta onun bir teşkilatı olduğu bilinen organizasyonlardan olan Dış İlişkiler Komitesi (CFR)'nin Avrupa ayağını oluşturmak amacıyla 1954'te, Hollanda'da Oosterbeek şehrinde Bilderberg Oteli'nde kurulmuştur. Kuruluşun gerçekleştirildiği otelin sahibi de Hollanda kralıydı. Örgüt de ilk toplantının gerçekleştirildiği otelin adını alarak Bilderberg Group (Bilderberg Grubu) diye adlandırılmıştır. CFR üyelerinin birçokları aynı zamanda Bilderberg üyesidir.
Bilderberg Grubu'nun kurucuları arasında Hollanda prensi Bernhard ve Polonyalı sosyolog Dr. Joseph Hieronim Retinger de vardır. Retinger, Bilderberg'in fikir babası olarak bilinir. Aynı zamanda CFR üyesidir. Bilderberg'in kuruluşunda, ABD istihbarat örgütlerinin, özellikle CIA'nin rolü olduğu bilinmektedir. Prens Bernhard ise eski bir Nazi SS üyesidir. Burada bir çelişki karşımıza çıkıyor. Ancak bu çelişkinin izahı sözü epey uzatmamızı gerektirir. Biz bu yazımızda yine Bilderberg ile ilgili genel bilgiler vermeye devam edelim.
Bilderberg, dünyanın yönetimi ve küreselleşme konusunda her yıl farklı ülkelerde toplantılar yapar. Toplantılar son derece gizli şartlarda ve özel ortamlarda yapılır. Toplantıları genellikle her yılın Mayıs ayına denk gelmektedir. Katılanlar yaklaşık üç günlük toplantı süresince dış dünya ile bağlantılarını koparmak zorunda kalıyorlar. Örgütün üyesi olanların dışında hiçbir gazeteci veya yazar toplantıya alınmaz. Üye olanlar da dışarıya bir şey sızdırmazlar. Dolayısıyla medyanın toplantıların içeriği hakkında herhangi bir bilgi edinmesi mümkün değildir.
Örgütün "Spotlight" isimli bir dergisi yayınlanmaktadır.
Bilderberg toplantılarının ana amacı dünya siyaseti üzerinde önceden programlamalar yapmak ve projeler geliştirmektir. Konuşulacak ve tartışılacak konular önceden tespit edilir. Ama bu tespiti örgüt hiyerarşisinin üst kademesinde yer alanlar yapar. Katılanlar ise sadece görüş beyan ederler.
Bilderberg Grubu'nun kendi iç hiyerarşisi açısından daimi üyelik, üyelik ve herhangi bir toplantıya katılma arasında fark olduğunu hatırlatalım. Bununla birlikte toplantılara katılmak da grupla bir bağ kurmayı ve siyasi sahnede grubun kararlarına ters düşecek tutumdan kaçınmayı beraberinde getirir.
Bilderberg'in Türkiye sorumlusunun ABD'deki siyonist lobinin başını çekenlerden ve bu ülkenin eski Dışişleri bakanı yahudi kökenli Henry Kessenger olduğu bazı kaynaklarda zikredilmektedir.
Biz burada Bilderberg hakkında oldukça genel bilgileri, kendimizden bir şey katmadan, kaynaklarda geçtiği şekliyle aktardık. Ancak bu grubun fikri temelini oluşturan Illuminati şebekesi, yine bu şebekenin alt yapısını şekillendiren, son zamanlarda da birtakım tartışmalarla gündeme gelen Tapınak Şövalyeleri, halen çalışmalarına devam eden ve Bilderberg ile doğrudan bağlantılı CFR, Yuvarlak Masa, Trilateral Komisyon ve bütün bunların arka planında duran isimler hakkında ayrıntılı bilgilere sahip olunmasının meseleyi biraz daha geniş boyutlu anlamaya vesile olacağını düşünüyoruz. Biz daha önce bu oluşumlarla ve bağlantılı konularla ilgili ayrıntılı bilgiler içeren "Gizli Dünya Devleti ve Siyonizm" adlı bir dosya hazırlamıştık. Bu dosya halen Web sitemizde (www.vahdet.com.tr) mevcuttur. Bu dosyayı yayınlamak da serbesttir. İsteyenler Web sitelerinde veya sesli ya da basılı medya araçlarında değerlendirebilirler.
Bilderberg, uluslararası siyonizmle yakın bağlantılı hatta onun bir teşkilatı olduğu bilinen organizasyonlardan olan Dış İlişkiler Komitesi (CFR)'nin Avrupa ayağını oluşturmak amacıyla 1954'te, Hollanda'da Oosterbeek şehrinde Bilderberg Oteli'nde kurulmuştur. Kuruluşun gerçekleştirildiği otelin sahibi de Hollanda kralıydı. Örgüt de ilk toplantının gerçekleştirildiği otelin adını alarak Bilderberg Group (Bilderberg Grubu) diye adlandırılmıştır. CFR üyelerinin birçokları aynı zamanda Bilderberg üyesidir.
Bilderberg Grubu'nun kurucuları arasında Hollanda prensi Bernhard ve Polonyalı sosyolog Dr. Joseph Hieronim Retinger de vardır. Retinger, Bilderberg'in fikir babası olarak bilinir. Aynı zamanda CFR üyesidir. Bilderberg'in kuruluşunda, ABD istihbarat örgütlerinin, özellikle CIA'nin rolü olduğu bilinmektedir. Prens Bernhard ise eski bir Nazi SS üyesidir. Burada bir çelişki karşımıza çıkıyor. Ancak bu çelişkinin izahı sözü epey uzatmamızı gerektirir. Biz bu yazımızda yine Bilderberg ile ilgili genel bilgiler vermeye devam edelim.
Bilderberg, dünyanın yönetimi ve küreselleşme konusunda her yıl farklı ülkelerde toplantılar yapar. Toplantılar son derece gizli şartlarda ve özel ortamlarda yapılır. Toplantıları genellikle her yılın Mayıs ayına denk gelmektedir. Katılanlar yaklaşık üç günlük toplantı süresince dış dünya ile bağlantılarını koparmak zorunda kalıyorlar. Örgütün üyesi olanların dışında hiçbir gazeteci veya yazar toplantıya alınmaz. Üye olanlar da dışarıya bir şey sızdırmazlar. Dolayısıyla medyanın toplantıların içeriği hakkında herhangi bir bilgi edinmesi mümkün değildir.
Örgütün "Spotlight" isimli bir dergisi yayınlanmaktadır.
Bilderberg toplantılarının ana amacı dünya siyaseti üzerinde önceden programlamalar yapmak ve projeler geliştirmektir. Konuşulacak ve tartışılacak konular önceden tespit edilir. Ama bu tespiti örgüt hiyerarşisinin üst kademesinde yer alanlar yapar. Katılanlar ise sadece görüş beyan ederler.
Bilderberg Grubu'nun kendi iç hiyerarşisi açısından daimi üyelik, üyelik ve herhangi bir toplantıya katılma arasında fark olduğunu hatırlatalım. Bununla birlikte toplantılara katılmak da grupla bir bağ kurmayı ve siyasi sahnede grubun kararlarına ters düşecek tutumdan kaçınmayı beraberinde getirir.
Bilderberg'in Türkiye sorumlusunun ABD'deki siyonist lobinin başını çekenlerden ve bu ülkenin eski Dışişleri bakanı yahudi kökenli Henry Kessenger olduğu bazı kaynaklarda zikredilmektedir.
Biz burada Bilderberg hakkında oldukça genel bilgileri, kendimizden bir şey katmadan, kaynaklarda geçtiği şekliyle aktardık. Ancak bu grubun fikri temelini oluşturan Illuminati şebekesi, yine bu şebekenin alt yapısını şekillendiren, son zamanlarda da birtakım tartışmalarla gündeme gelen Tapınak Şövalyeleri, halen çalışmalarına devam eden ve Bilderberg ile doğrudan bağlantılı CFR, Yuvarlak Masa, Trilateral Komisyon ve bütün bunların arka planında duran isimler hakkında ayrıntılı bilgilere sahip olunmasının meseleyi biraz daha geniş boyutlu anlamaya vesile olacağını düşünüyoruz. Biz daha önce bu oluşumlarla ve bağlantılı konularla ilgili ayrıntılı bilgiler içeren "Gizli Dünya Devleti ve Siyonizm" adlı bir dosya hazırlamıştık. Bu dosya halen Web sitemizde (www.vahdet.com.tr) mevcuttur. Bu dosyayı yayınlamak da serbesttir. İsteyenler Web sitelerinde veya sesli ya da basılı medya araçlarında değerlendirebilirler.
Devletin Sirlari
Karanlık cinayetlerde yitirdiğimiz aydınlarımız için adalet istemek üzere geçen hafta Meclis’e geldi aileleri... Onlardan biri, Uğur Mumcu’nun kızı Özge Mumcu, Meclis’ten edindikleri izlenimi şöyle özetledi:
“Görüştüğümüz hemen herkes, -Meclis Başkanı dahil- ‘Bizden yüce, hepimizi aşan bir güç var’ iması yaptı.”
Yani?
“Meclis’in üzerinde bir irade var. O irade cinayetlerin aydınlanmasını engelliyor.”
Mumcu ailesi, bu “duvar”ı iyi hatırlıyor:
Cinayeti soruşturan Ülkü Coşkun suikasttan 25 gün sonra Güldal Mumcu’ya ne demişti:
“Bu işi devlet yapmıştır. İktidar isterse çözer.”
* * *
Şimdi Güldal Mumcu Meclis Başkan Vekili...
İktidarın da gocunacak bir şeyi yoksa neden bu utanç verici “Bizi aşan bir irade var” kabullenişi?
Biz devleti, “Yasama, yürütme, yargı”dan mürekkep bir mekanizma diye bilirdik. Şimdi anlaşılıyor ki, onlardan ayrı, onların üstünde, hatta onlara rağmen bir ayrı “devlet” var.
Aileler, tam da bu bam teline bastılar.
“İrade Meclis’teyse kursun bir Araştırma Komisyonu, açsın bu dosyaları yeniden” dediler.
* * *
Araştırma Komisyonu’nun nasıl kurulacağı TBMM İç Tüzüğü’nde yazılı... Onun 105. maddesinde şöyle bir cümle var:
“Devlet sırları, Meclis Araştırması kapsamı dışında kalır.”
Yani? Meclis, “devlet”in sırlarını öğrenemez.
Devletin sırları, (gizli oturumda bile) milletin temsilcileriyle paylaşılmayacaksa, o salonda asılı duran “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazısının sökülmesi gerekmez mi?
* * *
Elbette devletin sırları olur, olmalıdır. Ama bizim devlet bu hakkı kötüye kullandığını defalarca ispatladı. Kuşkular ondan...
Birkaç örnek verelim:
Mumcu suikastında aile, savcı Ülkü Coşkun’un soruşturmayı savsakladığını öne sürmüş, Adalet Bakanlığı müfettişleri de aynı kanaate varıp disiplin cezası istemişlerdi. Coşkun asker olduğu için Askeri İdare Mahkemesi’ne başvuruldu. Mahkeme “Bu ceza uygulanamaz” kararı verdi.
“Neden” diye sordular.
Cevap:
“Devlet sırrıdır, açıklayamayız.”
Bir başka örnek:
Susurluk skandalı patlayınca dönemin Başbakanı, Teftiş Kurulu’na bir rapor hazırlattı. Bu raporun bazı sayfaları “devlet sırrı” olduğu gerekçesiyle açıklanmadı. Ancak o sayfalar, Ergenekon iddianamesinin eklerinde yer aldı.
“Sır” dedikleri neymiş meğer:
Devlet, bazı işadamları ile baş edemeyince öldürtmüş.
Bazı gazeteleri susturamayınca bombalatmış.
Öldürülen aydınların katillerine, katil olduklarını bile bile resmi pasaport verip yurtdışı operasyonlarında kullanmış.
* * *
Devletin sır küpü, bu türden pisliklerle dolu...
Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi geçen hafta önemli bir karar verdi:
Genelkurmay Başkanlığı, Kozmik Oda’da yapılan incelemede el konulan 22 belgeden 7’sine “devlet sırrı” kapsamında olduğu gerekçesiyle el konmamasını istemişti.
Mahkeme dedi ki:
“Konusu suç teşkil eden belgeler, devlet sırrı olamaz.”
Yargı, “Suç varsa ben sır tanımam” diyor.
Aynısını Meclis de söyleyebilmelidir.
1970 model “İç Tüzük”ün ve ilgili yasalardaki “sırlar hukuku”nun değiştirilmesi ile ailelerin talep ettiği Araştırma Komisyonu’nun kurulması bir arada gerçekleşirse Meclis hem iktidarına hem itibarına kavuşabilir.
Görev, Meclis Başkanı’ndadır.
CAN DÜNDAR
Demokrasi ve Kisa Tarihi
Avrupa dünyadaki bütün olumlu gelişmeleri kendisi yaratmış, Doğu’nun yarattığı olumlu şeyler yokmuş da bu nedenle geri kalmış gibi bir anlayışı, birçok aracı kullanarak insanların beynine yedirmektedir. Doğu denildiğinde sadece gerilik ve despotizmi akla getirilmek istenmektedir. Buna siyasal literatürde oryantalizm denilmektedir. Batı zihniyetine göre demokrasi, özgürlük, hümanizm, her şey kendilerindedir!
Çağımızda en fazla tartışılan kavram demokrasidir. Fakat demokrasinin tanımı herkese göre farklılıklar arz ediyor. Uygulama biçimleri de buna göre oluyor. Demokrasi söylemi hem farklı hem de zamanla değişen ve gelişen bir olgu olduğu için tartışma gündeminden düşmüyor. 21. yüzyılda artık demokrasiyi reddeden güç kalmamıştır. Faşist zihniyeti terk etmeyen gruplar ve radikal olduğunu söyleyen bazı İslamcı grupların Batı kaynaklı olduğunu düşünerek demokrasiyi reddetmesi bir istisna olarak görülmelidir. Demokrasi olgusu en azından söylemde böyle istisnalar dışında herkesin savunduğu ve arzuladığı bir yaşam biçimidir.
En fazla da toplumdan ve haksızlığa uğrayan güçlerden yana olan ve zulme karşı mücadele edenler açısından demokrasi tarihini bilmek, böylece tanımını doğru yapmak ve içini doğru doldurarak ne olduğunu kavramak önemlidir. Çünkü bu konuda Kürdistan Özgürlük Hareketi içinde de zaman zaman çok farklı yaklaşımlar, eğilimler ve tutumlar görülüyor. Bu zaten demokrasinin bir gereği ve sonucudur. Farklı siyasi akımların farklı düşüncelerinin olması doğal bir durumdur; ancak her siyasi hareketin kendi içinde bir düşünce bütünlüğünün bulunması gerekir. Alternatif bir hareket olarak bazı farklılıklar olsa da, esas olarak bu konuda bir doğrultumuzun olması gerekmektedir. Bu nedenle yaptığımız tartışmalar ve eğitimlerle ortak bir demokratik anlayışı ortaya çıkarmak istiyoruz.
Batı her olumlu olguyu kendine mal etme çabasında
Demokrasi tanımını içeriğiyle, tarihi süreciyle, bugünkü geldiği düzeyle, uygulanış biçimiyle kavramaya çalışıyoruz. Bu açıdan demokrasi tarihi, tanımı ve içeriği önemli bir değerlendirme konusudur. Daha Antikçağ Atinası’nda demokrasinin ne olduğu konusunda tartışmalar olmuştur. Batı Avrupa’da da bunun tartışması çokça yapılmıştır ve yapılmaya devam etmektedir.
Dünyada şimdiye kadar demokrasi yaklaşımı ve değerlendirmeleri Batı merkezliydi; Batı merkezli bir anlayış vardı. Sanki demokrasi Batıda başlamış ve orada yaşanmış gibi bir zihniyet tüm insanlığa kabul ettirilmişti. Bu güzel ve değerli yaşam ve yönetim anlayışı Batıda yaratılmış denilerek, Batının tüm dünya ve insanlık üzerinde bir ideolojik ve moral üstünlük kurma çalışması içinde olduğu görülmüştü. Bu, insanlık tarihini bir bütün olarak çarpıtan Avrupa’nın, aynı biçimde demokrasi tarihini de çarpıtması ve olumlu her olguyu ve gelişmeyi kendine mal etme anlayışının dışavurumudur.
Avrupa dünyadaki bütün olumlu gelişmeleri kendisi yaratmış, Doğunun yarattığı olumlu şeyler yokmuş da bu nedenle geri kalmış gibi bir anlayışı, birçok aracı kullanarak insanların beynine yedirmektedir. Doğu denildiğinde sadece gerilik ve despotizmi akla getiren bir düşünsel saldırının yapıldığı bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Buna siyasal literatürde oryantalizm denilmektedir. Batı zihniyetine göre demokrasi, özgürlük, hümanizm, her şey kendilerindedir. Böyle bir zihniyeti Ortadoğu insanına da şöyle ya da böyle benimsetmişlerdir. Bu nedenle biz de böyle bir aşağılık kompleksiyle kendi değerlerimizden kaçmış ve kopmuşuz. Nerede iyi bir şey varsa onu da Batının anladığı gibi anlama gayreti göstermiş, onun taklitçisi olarak uygulamak ve pratikleştirmek gibi bir cahillik içine girmişiz. Bunu Ortadoğu toplumları için, Doğu toplumları için belirtebiliriz. Bu, kendinden kaçan, kendi gerçeğinden utanan bir durum yaratmıştır.
Doğuyu küçümseyen Batı, Kürtlüğü küçümseyen Türklük
1960-70’lerde Türkiye’de Kürtlük gerilik, Türk olmak ise ilericilik, çağdaşlık diye Kürt ve Türk toplumuna benimsetilmiştir. Biliniyor, Türkiye’de Kürtler askerliğe gittiklerinde geriliklerini kendilerine göstermek için “Mağara numaran kaç?” diye sorarlarmış. Bunun sonucunda 1960-70’lere gelindiğinde, Kürtler gönüllü Türkleşme yoluna girmiştir. Artık Kürtler asimilasyona gönüllü bir biçimde yatkın hale gelmiştir. Kim geri olmak ister? Kim mağara adamı olmak ister? Tabii ki herkes çağdaş, ileri olmak ister. Dolayısıyla böyle bir duygusal, ruhsal ve psikolojik ortamda Türkleşmeye koşma yaşanmıştır. Türkleşmek çağdaşlık, ilericilik olarak gösterilip Kürtlük de aşağılandığı için, Kütler de o durumdan kurtulmak amacıyla asimilasyona, Türkleşmeye, Türk kültür ve sosyal yaşamına meyletmiştir.
Türkiye’de Kürtlere yaşatılan bu durumu Avrupa da Doğuya yaşatmıştır. Dünyadaki birçok halk kendi değerlerini küçümseyip Batıya öykünmeye başlamıştır. Çünkü Batılılık, demokrasi, ilericilik, çağdaşlık ve özgürlük; Doğulu olmak da gerilik ve gericilik demektir. Bunun bilinçleri çarpıtmak olduğu açıktır. Eğer halklarımız açısından en uygun ve en doğru yaşamı ve demokrasiyi ortaya çıkaramamışsak nedeni budur. Doğru bir özgürlük anlayışına sahip olamamışsak, bunun nedeni de kendi gerçeğimizden kaçmış olmamızdır. Kendi gerçeğimizin bilincine varsaydık, kendi gerçeğimizde bulunan demokratik komünal değerleri görüp, Batının da olumlu değerlerini reddetmeden, ama kendi özgünlüğümüze Batının olumlu değerlerini de katarak iyi bir demokrasi anlayışı, iyi bir özgürlük anlayışı, iyi bir yaşam projesi ortaya koyabilirdik. Ama ayağımız yere basmayınca, kendi temellerimize dayanan bir özgürlük ve demokrasi çalışması yapmayınca, dışarıdan alınanlar temelsiz oluyor; dolayısıyla demokratik ve özgür toplumu geliştirme mümkün olmuyor. Getirilmeye çalışılan taklit olduğu için bünye kabul etmiyor. Günümüzde tartışmalarla bu yanlışlık düzeltilmeye çalışılıyor.
Doğu’nun demokratik değerleri
Daha önceleri demokrasi esas olarak da Atina’dan ya da Magna Charta’dan başlatılıyordu. Oradaki hukuk devletinden, anayasaların ve demokrasinin oluşum tarihinden başlatarak bugünlere getiriyorduk. Tabii ki sosyalist anlayışımızın süzgecinden geçirerek anlatmaya çalışıyorduk. Ancak kaynak olarak, literatür olarak Batı bakış açısı aşılmadığından, bütünlüklü ve doğru bir demokrasi zihniyeti veremiyorduk. Böylelikle anlattığımız demokrasi Batının anladığı içerik ve biçimde olduğu gibi bizim de olmuyordu; birilerinden alınmış bir elbise gibi oluyordu. Batının bize kabul ettirmek istediğini biz de doğruymuş gibi düşünüyor ve anlatıyorduk.
Belki ilkel komünal toplumda kendi koşullarına göre bir demokrasi olduğunu belirtsek de, bunu çok önemli bir temel olarak görmüyorduk. Böylece binlerce yıldır bütün insanlığın yaşadığı ve bugüne kadar getirdiği demokratik değerler ve demokrasi için verdiği mücadeleler gözden kaçırılıyordu. Demokrasi deyince, bütün Ortadoğu’nun birçok olumlu değerlerini görmezden gelerek, üniversitede ne gördüysek, kitaplarda ne okuduysak onları bazı yönleriyle eleştirerek anlatmaya çalıştık.
Artık Doğunun değerlerini, komünal demokratik değerlerini inkâr eden zihniyeti ve demokrasi anlayışını reddediyoruz. Kendi gerçekliğimizi esas alarak, ama Batının bazı olumlu değerlerini de inkâr etmeden bir demokrasi tanımı, bir demokrasi tarihi, bir demokrasi duruşu ortaya çıkarmaya çalışıyoruz.
‘Özgürlüğün vahası’
Demokrasi toplumların ve bireylerin kendini en iyi ifade ettiği ve geliştirdiği bir yaşam biçimidir. Toplumlar ve insanlar tarih boyu sürekli daha iyi ve daha güzel bir yaşam arayışı içinde olmuşlardır. Neolitik toplumda yaşadıkları doğal demokratik yaşamı ve doğal özgürlük ortamını öykülerinde, kültürlerinde, söylemlerinde ve yaşamın kendisinde güzel değerler olarak yaşatıp bugüne kadar getirmişlerdir. Nitekim insanların bütün özlemleri ve umutları güzel bir yaşama dairdir. Bu güzel yaşamın da en iyisi demokrasidir. Çünkü demokrasi hem toplum için en iyi yaşam, hem de her türlü özgürlüğü geliştiren bir ortam ve gelişme çerçevesidir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, demokrasi için ‘özgürlüğün vahası’ değerlendirmesini yapmış, “Özgürlükler en iyi demokrasi vahasında gelişir” demiştir.
İnsanlık hep demokratik özgürlükçü bir yaşamı özlemiştir. Aslında bütün destanların da, şiirlerin de, öykülerin de, müziklerin de özü esasında demokratik ve özgürlükçü bir yaşamdır. Bin yıl önceki şiirler de, destanlar da öyledir.
‘Demos’+‘kratia’= Halk yönetimi
Demokrasi kelimesi ilk kez Atina’da kullanılıyor. Yunancada ‘demos’ halk, ‘kratia’ yönetim demektir. Demokrasi kavramı, halkın yönetimi anlamına geliyor. Atina’dan önce böyle bir kavram kullanılmıyor. Bunun özlemleri ve içeriği çeşitli biçimlerde dile getiriliyor. Kavramlaştırma Atinalılara aittir. Demokrasi ihtiyacı nereden doğuyor? Neden böyle bir özlem kavramsallaştırılıyor? Tarih gösteriyor ki, iktidarcı, devletçi, baskıcı sistemin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte halkların baskı ve zulmü sınırlama isteği de doğmuştur. Demokratik yaşam, toplumların ve insanların bireylerin kararına mahkûm olmadığı, bunların ağzından çıkan sözlere göre yaşamadığı, üstte duran kişi ya da kişilerin insafında yaşanmadığı, yaşamın bütün alanlarıyla ilgili kararların ortak alındığı, herkesin alınan karar için benim diyebildiği, uygulamalara benim uygulamalarım diyebildiği dönem tabii ki ilk demokrasinin uygulanış biçimi oluyor. Buna demokrasi denmiyor, ama uygulama demokrasiyi ve demokratik yaşamı ifade ediyor. Neolitik (ilkel komünal) toplumda bunlar vardır. Neolitik toplumda işlerin ortak ve demokratik bir özle yürütülmesi söz konusudur. Toplum ve doğal yaşam için kararlar alınıyor ve bunlar pratikleştiriliyor.
Primat dediğimiz insanımsı varlık toplum yaşamına adım atınca insan oluyor. Bireylerin doğayla ilişkisi, herhangi bir canlıyla ilişkisi tekil olmaktan çıkıyor ve toplumsal bir ilişki halini alıyor. İnsanlar toplumsallaşma aşamasında ideolojik olarak bir totem etrafında toplanmaktadır. Toplumsallık kendini güç yaptığından, toplumu temsil eden totem de kutsal olmaktadır. Toplumsallık burada aynı zamanda kutsallıktır.
Neolitik toplumda klanın, kabilenin yaşamı düzenlenirken bazı ortak kararlara gidilecektir. Neolitik toplumda bu ortak yaşam ilkeleri ve kararları toplumsal yaşamın tecrübelerinin bir araya gelerek oluşması ya da kararlar haline gelmesiyle ortaya çıkmaktadır. Alınan kararlar bilince ve tecrübeye dayanan ve toplumun çıkarlarını temsil eden kararlar olmaya devam etmektedir. Şaman ve bilgeler sadece toplumsal pratiğin hafızaları olarak değer görmektedirler. Bu nedenle yaşamın ortak düzenlendiği ve toplumun da bütün kararlara kendisinin sayarak uyduğu bir yaşam biçimi söz konusudur. Yani hala “Bir despot karar vermiş biz de uymak zorundayız” gibi bir toplumsal zihniyet söz konusu değildir. Toplum yaşamı bireyin hiçbir toplumsal çalışmaya yabancılaşmadığı biçimde yürütülmektedir. Dolayısıyla toplumsal yaşam ancak kararların ortak olduğu ve herkesin o kararlara benim diyebildiği -kararlara ya katıldığı ya da o anda katılmasa bile kararları kendi kararları bildiği- belirli bir demokratik yaşam biçiminde sürmektedir. Buna ilkel demokrasi de –ilkel toplum demiyoruz- denilmektedir. Burada ilkel kavramını geri anlamında değil de, ilk ve eski anlamında kullanıyoruz.
Komünal olan demokratiktir
İnsanın varoluş biçimi toplumsaldır. Toplumun da kendini devam ettirme ve varolma biçimi komünal demokratik yaşam oluyor. Etnisitenin, aşiretin, kabilenin kendini var etme biçimi ancak demokratik olabilir. Bir toplum komünal demokratik olmadığında o toplum dağılır. Demokratik karakterin olmadığı yerde toplumcu yaşam biçimi olmaz. Demek ki insanın varolma biçimi toplumsal, toplumsal yaşam biçimleri olan etnisitenin, kabilenin, aşiretin varolma biçimi de demokratik değerlerle mümkün olabiliyor. Komünal olanın demokratik, demokratik olanın komünal olmak zorunda olduğunu bu toplumsal formlarda çok açık bir biçimde görmekteyiz. Komünal demokratik değerlerin olduğu, ilkel demokrasinin bulunduğu, insanların kendi kararlarını kendileri verdiği ya da onlar adına -bir kabile demokrasisi, aşiret demokrasisi- ileri gelenlerin, yaşlıların, tecrübeli kişilerin ya da ana-kadın etrafında oluşan ilkel meclislerin karar verdiği demokrasi düzeni bulunmaktadır. Ekonomik ve sosyal faaliyetlerin artmasıyla birlikte rahip, bilge ve askeri şefler toplumsal yaşamın içine daha etkin girerler. Ancak bunlar ilk önceleri kendi tecrübelerini toplum ve birey için bir baskı aracı olarak kullanmıyorlardı. Konumları bir ayrıcalık, bir avantaj ifade etmiyordu. Çünkü onların tecrübeleri ve birikimleri de toplumsal yaşam içinde bir anlam taşıyordu. Birikim ve yeteneklerini bireyselleştirecek bir kültür yoktu. Toplumsal değerler ve kültür buna izin vermiyordu. Tek avantajları bu çalışmaların onlar için büyük bir moral kaynağı olmasıydı. O bakımdan ilk bilgelerin, şeflerin ya da rahiplerin olduğu dönemlerde bu tecrübe ve bilinç insanların üzerinde ve antidemokratik nitelik taşımıyordu.
Demokratik değer ve iktidar çelişkisi
Neolitik toplumun yukarı aşamalarında ataerkilliğin belli bir düzeyde yaşandığı dönemdeki hiyerarşi de sonrasındaki gibi antidemokratik ve baskıcı değildir. Demokratik komünal yaşam hala önemli oranda uygulanıyor. Ama şamanın, bilgenin ve şefin bu avantajlarını kullanarak yavaş yavaş toplumun hepsinin kullandığı bazı yetkileri kendi ukdelerine aldığı bir süreç başlıyor. Bunlar hemen çok fazla yetkili olmuyorlar, ama giderek topluma ait sorumlulukları kendi zimmetlerine geçiriyorlar. Bu da komünal demokratik toplumun adım adım geriletilmesi, hiyerarşik-devletçi toplumun ortaya çıkması anlamına geliyor. İlk hiyerarşinin oluşumundan başlayarak, devletçi toplumunun komünal demokratik değerleri gerileterek hâkim olması çok uzun bir süreci alır. Nasıl ki şimdi ‘az devlet, çok demokrasi’, ‘çok devlet, az demokrasi’ diyorsak, ilk önce çok komünal değer ama az hiyerarşi vardır. Giderek bin yıl süren bir mücadele sonucunda yavaş yavaş komünal demokratik değerler geriletiliyor; yetki, iktidar ve devletçi değerler toplumun tüm yaşamına hâkim olmaya çalışıyor. Demokratik değerleri gerilettikçe iktidar kendi alanını genişletiyor.
Kadının geriletilmesi süreci
Bu süreç aynı zamanda kadının geriletilmesi, erkek egemenlikli zihniyetin ve sistemin ortaya çıkması sürecidir. Toplumda genel bir iktidar ve devlet kültüründen önce erkeğin kadın üzerinde etkisini arttırdığı süreç yaşanır. Bu süreç aynı zamanda erkeğe hâkimiyeti ve iktidarı öğreten süreçtir. Bu nedenle bugün çokça sözünü ettiğimiz toplumsal cinsiyetçilikten arınıp cinsiyet özgürlükçü olmanın demokrasiyle bağı fazlasıyla tartışılmaktadır. Toplumsal cinsiyetçiliği ve bunu yaratan süreci anlamamız, aynı zamanda demokrasiyle kadın özgürlüğü ve kadın özgürlük mücadelesiyle demokrasi arasındaki bağı anlamamızdır. Komünal demokratik değerlerin gerilemesiyle birlikte aynı zamanda toplumdaki kadın etkisi, kadının toplumdaki moral gücü, ana-kadın etrafındaki evcil düzen eksenli yaşam gerileyerek ataerkil düzen gelişmiş ve sonunda da ana tanrıçanın tarih sahnesinden çekilerek eril tanrıların giderek hâkim olduğu bir yaşama doğru yol alınmıştır. Bu ikisi iç içe yürüyor. Kadının konumunun ve erkek egemenlikli ataerkil zihniyetin hâkim olması süreciyle komünal demokratik değerlerin geriletilmesi, devletçi toplumun hâkim olması süreci iç içedir.
Köleci değerler kendisini etkin kılsa da, köleciliğin ilk dönemlerinde bile komünal demokratik değerler kendini çok etkili bir biçimde hissettiriyor. Kaldı ki komünal demokratik değerlerin etkin olduğu kırsal yaşamın yanında kurulan sitelerin ağırlıklı bir konumu yoktur. Şehirlerin birleşmesiyle birlikte devletler kendisini büyütüyor ve imparatorluk haline gelerek kendilerini daha geniş bir coğrafyada yaygınlaştırıyorlar. Ancak bu durumda bile komünal demokratik değerler toplumun yaygın yaşam biçimi olarak etkin ve yaygın biçimde varlığını sürdürmektedir. İmparatorluklar kendisini coğrafyanın her köşesine hâkim kılıp sınıflaştırmayı derinleştirecek durumda değildir.
Toplum ve komünal demokratik değerler
Toplum varsa, komünal demokratik değerler de vardır. Çünkü insanın varolma biçimi toplumsal yaşam olduğu gibi, toplumun varolma biçimi de komünal demokratik yaşamdır. Toplum kendini ayakta tutmak ve dağılmamak için demokratik değerleri yaşatmak zorundadır. Toplumda tümden bireycilik olsa o toplum zaten dağılır, toplum yaşamı diye bir şey ortada kalmaz. Demek ki komünal değerler kendini toplumsal yaşam içinde sürdürüyor. Yine toplumun kendi içindeki ilişki düzeni bir devlet gibi, bir devletin bir devlete savaşı gibi, üst toplumun alt toplumu ezmesi gibi bir ilişki düzeni olmadığı için, kendi arasındaki ilişkileri doğal anlamda demokratik özellik taşır. Toplumlar ve etnisite dışa karşı kendini koruma mücadelesi veriyor. Bu bile onları komünal demokratik kılmayı gerektiriyor. Eğer devletçi bir sistem karakterinde olunmayacaksa, dışa karşı bir mücadele verildiğinde özgürlükçü olunur. Dışa karşı mücadeleyi örgütlemek için hem kendi içinde bir komünal birlik, hem de bu birliği demokratik temelde var etmek gerekir. Dışa karşı mücadele etme gücünü bulmak için etnisitenin ister istemez kendi içinde belli demokratik ilişkileri yaşatması gerekiyor. Öte yandan toplum tümden dağıtılmadan demokratik değerler de yok edilemez. Toplumsal yaşam varlığını sürdürüyorsa, bu aynı zamanda demokratik değerlerin de yok edilemediğinin kanıtıdır. Dolayısıyla bu da köleci devlet sistem var olduğunda bile toplum içindeki komünal demokratik değerlerin sınıflı toplumla yan yana yürüyen bir olgu olduğunu gösterir. Bu konuda Kürt Halk Önderi Öcalan, ”Etnisite, ilkel demokrasidir. İçte komünal değerlere bağlılık, dışarıda tahakkümcü devlete direniş halk gruplarını demokratik, özgür ve eşit ilişkiler içinde bulunmaya zorlar. İlişkilerin bu karakteri olmadan direnişin anlamı kalmaz” belirlemesinde bulunur.
Çağımızda en fazla tartışılan kavram demokrasidir. Fakat demokrasinin tanımı herkese göre farklılıklar arz ediyor. Uygulama biçimleri de buna göre oluyor. Demokrasi söylemi hem farklı hem de zamanla değişen ve gelişen bir olgu olduğu için tartışma gündeminden düşmüyor. 21. yüzyılda artık demokrasiyi reddeden güç kalmamıştır. Faşist zihniyeti terk etmeyen gruplar ve radikal olduğunu söyleyen bazı İslamcı grupların Batı kaynaklı olduğunu düşünerek demokrasiyi reddetmesi bir istisna olarak görülmelidir. Demokrasi olgusu en azından söylemde böyle istisnalar dışında herkesin savunduğu ve arzuladığı bir yaşam biçimidir.
En fazla da toplumdan ve haksızlığa uğrayan güçlerden yana olan ve zulme karşı mücadele edenler açısından demokrasi tarihini bilmek, böylece tanımını doğru yapmak ve içini doğru doldurarak ne olduğunu kavramak önemlidir. Çünkü bu konuda Kürdistan Özgürlük Hareketi içinde de zaman zaman çok farklı yaklaşımlar, eğilimler ve tutumlar görülüyor. Bu zaten demokrasinin bir gereği ve sonucudur. Farklı siyasi akımların farklı düşüncelerinin olması doğal bir durumdur; ancak her siyasi hareketin kendi içinde bir düşünce bütünlüğünün bulunması gerekir. Alternatif bir hareket olarak bazı farklılıklar olsa da, esas olarak bu konuda bir doğrultumuzun olması gerekmektedir. Bu nedenle yaptığımız tartışmalar ve eğitimlerle ortak bir demokratik anlayışı ortaya çıkarmak istiyoruz.
Batı her olumlu olguyu kendine mal etme çabasında
Demokrasi tanımını içeriğiyle, tarihi süreciyle, bugünkü geldiği düzeyle, uygulanış biçimiyle kavramaya çalışıyoruz. Bu açıdan demokrasi tarihi, tanımı ve içeriği önemli bir değerlendirme konusudur. Daha Antikçağ Atinası’nda demokrasinin ne olduğu konusunda tartışmalar olmuştur. Batı Avrupa’da da bunun tartışması çokça yapılmıştır ve yapılmaya devam etmektedir.
Dünyada şimdiye kadar demokrasi yaklaşımı ve değerlendirmeleri Batı merkezliydi; Batı merkezli bir anlayış vardı. Sanki demokrasi Batıda başlamış ve orada yaşanmış gibi bir zihniyet tüm insanlığa kabul ettirilmişti. Bu güzel ve değerli yaşam ve yönetim anlayışı Batıda yaratılmış denilerek, Batının tüm dünya ve insanlık üzerinde bir ideolojik ve moral üstünlük kurma çalışması içinde olduğu görülmüştü. Bu, insanlık tarihini bir bütün olarak çarpıtan Avrupa’nın, aynı biçimde demokrasi tarihini de çarpıtması ve olumlu her olguyu ve gelişmeyi kendine mal etme anlayışının dışavurumudur.
Avrupa dünyadaki bütün olumlu gelişmeleri kendisi yaratmış, Doğunun yarattığı olumlu şeyler yokmuş da bu nedenle geri kalmış gibi bir anlayışı, birçok aracı kullanarak insanların beynine yedirmektedir. Doğu denildiğinde sadece gerilik ve despotizmi akla getiren bir düşünsel saldırının yapıldığı bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Buna siyasal literatürde oryantalizm denilmektedir. Batı zihniyetine göre demokrasi, özgürlük, hümanizm, her şey kendilerindedir. Böyle bir zihniyeti Ortadoğu insanına da şöyle ya da böyle benimsetmişlerdir. Bu nedenle biz de böyle bir aşağılık kompleksiyle kendi değerlerimizden kaçmış ve kopmuşuz. Nerede iyi bir şey varsa onu da Batının anladığı gibi anlama gayreti göstermiş, onun taklitçisi olarak uygulamak ve pratikleştirmek gibi bir cahillik içine girmişiz. Bunu Ortadoğu toplumları için, Doğu toplumları için belirtebiliriz. Bu, kendinden kaçan, kendi gerçeğinden utanan bir durum yaratmıştır.
Doğuyu küçümseyen Batı, Kürtlüğü küçümseyen Türklük
1960-70’lerde Türkiye’de Kürtlük gerilik, Türk olmak ise ilericilik, çağdaşlık diye Kürt ve Türk toplumuna benimsetilmiştir. Biliniyor, Türkiye’de Kürtler askerliğe gittiklerinde geriliklerini kendilerine göstermek için “Mağara numaran kaç?” diye sorarlarmış. Bunun sonucunda 1960-70’lere gelindiğinde, Kürtler gönüllü Türkleşme yoluna girmiştir. Artık Kürtler asimilasyona gönüllü bir biçimde yatkın hale gelmiştir. Kim geri olmak ister? Kim mağara adamı olmak ister? Tabii ki herkes çağdaş, ileri olmak ister. Dolayısıyla böyle bir duygusal, ruhsal ve psikolojik ortamda Türkleşmeye koşma yaşanmıştır. Türkleşmek çağdaşlık, ilericilik olarak gösterilip Kürtlük de aşağılandığı için, Kütler de o durumdan kurtulmak amacıyla asimilasyona, Türkleşmeye, Türk kültür ve sosyal yaşamına meyletmiştir.
Türkiye’de Kürtlere yaşatılan bu durumu Avrupa da Doğuya yaşatmıştır. Dünyadaki birçok halk kendi değerlerini küçümseyip Batıya öykünmeye başlamıştır. Çünkü Batılılık, demokrasi, ilericilik, çağdaşlık ve özgürlük; Doğulu olmak da gerilik ve gericilik demektir. Bunun bilinçleri çarpıtmak olduğu açıktır. Eğer halklarımız açısından en uygun ve en doğru yaşamı ve demokrasiyi ortaya çıkaramamışsak nedeni budur. Doğru bir özgürlük anlayışına sahip olamamışsak, bunun nedeni de kendi gerçeğimizden kaçmış olmamızdır. Kendi gerçeğimizin bilincine varsaydık, kendi gerçeğimizde bulunan demokratik komünal değerleri görüp, Batının da olumlu değerlerini reddetmeden, ama kendi özgünlüğümüze Batının olumlu değerlerini de katarak iyi bir demokrasi anlayışı, iyi bir özgürlük anlayışı, iyi bir yaşam projesi ortaya koyabilirdik. Ama ayağımız yere basmayınca, kendi temellerimize dayanan bir özgürlük ve demokrasi çalışması yapmayınca, dışarıdan alınanlar temelsiz oluyor; dolayısıyla demokratik ve özgür toplumu geliştirme mümkün olmuyor. Getirilmeye çalışılan taklit olduğu için bünye kabul etmiyor. Günümüzde tartışmalarla bu yanlışlık düzeltilmeye çalışılıyor.
Doğu’nun demokratik değerleri
Daha önceleri demokrasi esas olarak da Atina’dan ya da Magna Charta’dan başlatılıyordu. Oradaki hukuk devletinden, anayasaların ve demokrasinin oluşum tarihinden başlatarak bugünlere getiriyorduk. Tabii ki sosyalist anlayışımızın süzgecinden geçirerek anlatmaya çalışıyorduk. Ancak kaynak olarak, literatür olarak Batı bakış açısı aşılmadığından, bütünlüklü ve doğru bir demokrasi zihniyeti veremiyorduk. Böylelikle anlattığımız demokrasi Batının anladığı içerik ve biçimde olduğu gibi bizim de olmuyordu; birilerinden alınmış bir elbise gibi oluyordu. Batının bize kabul ettirmek istediğini biz de doğruymuş gibi düşünüyor ve anlatıyorduk.
Belki ilkel komünal toplumda kendi koşullarına göre bir demokrasi olduğunu belirtsek de, bunu çok önemli bir temel olarak görmüyorduk. Böylece binlerce yıldır bütün insanlığın yaşadığı ve bugüne kadar getirdiği demokratik değerler ve demokrasi için verdiği mücadeleler gözden kaçırılıyordu. Demokrasi deyince, bütün Ortadoğu’nun birçok olumlu değerlerini görmezden gelerek, üniversitede ne gördüysek, kitaplarda ne okuduysak onları bazı yönleriyle eleştirerek anlatmaya çalıştık.
Artık Doğunun değerlerini, komünal demokratik değerlerini inkâr eden zihniyeti ve demokrasi anlayışını reddediyoruz. Kendi gerçekliğimizi esas alarak, ama Batının bazı olumlu değerlerini de inkâr etmeden bir demokrasi tanımı, bir demokrasi tarihi, bir demokrasi duruşu ortaya çıkarmaya çalışıyoruz.
‘Özgürlüğün vahası’
Demokrasi toplumların ve bireylerin kendini en iyi ifade ettiği ve geliştirdiği bir yaşam biçimidir. Toplumlar ve insanlar tarih boyu sürekli daha iyi ve daha güzel bir yaşam arayışı içinde olmuşlardır. Neolitik toplumda yaşadıkları doğal demokratik yaşamı ve doğal özgürlük ortamını öykülerinde, kültürlerinde, söylemlerinde ve yaşamın kendisinde güzel değerler olarak yaşatıp bugüne kadar getirmişlerdir. Nitekim insanların bütün özlemleri ve umutları güzel bir yaşama dairdir. Bu güzel yaşamın da en iyisi demokrasidir. Çünkü demokrasi hem toplum için en iyi yaşam, hem de her türlü özgürlüğü geliştiren bir ortam ve gelişme çerçevesidir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, demokrasi için ‘özgürlüğün vahası’ değerlendirmesini yapmış, “Özgürlükler en iyi demokrasi vahasında gelişir” demiştir.
İnsanlık hep demokratik özgürlükçü bir yaşamı özlemiştir. Aslında bütün destanların da, şiirlerin de, öykülerin de, müziklerin de özü esasında demokratik ve özgürlükçü bir yaşamdır. Bin yıl önceki şiirler de, destanlar da öyledir.
‘Demos’+‘kratia’= Halk yönetimi
Demokrasi kelimesi ilk kez Atina’da kullanılıyor. Yunancada ‘demos’ halk, ‘kratia’ yönetim demektir. Demokrasi kavramı, halkın yönetimi anlamına geliyor. Atina’dan önce böyle bir kavram kullanılmıyor. Bunun özlemleri ve içeriği çeşitli biçimlerde dile getiriliyor. Kavramlaştırma Atinalılara aittir. Demokrasi ihtiyacı nereden doğuyor? Neden böyle bir özlem kavramsallaştırılıyor? Tarih gösteriyor ki, iktidarcı, devletçi, baskıcı sistemin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte halkların baskı ve zulmü sınırlama isteği de doğmuştur. Demokratik yaşam, toplumların ve insanların bireylerin kararına mahkûm olmadığı, bunların ağzından çıkan sözlere göre yaşamadığı, üstte duran kişi ya da kişilerin insafında yaşanmadığı, yaşamın bütün alanlarıyla ilgili kararların ortak alındığı, herkesin alınan karar için benim diyebildiği, uygulamalara benim uygulamalarım diyebildiği dönem tabii ki ilk demokrasinin uygulanış biçimi oluyor. Buna demokrasi denmiyor, ama uygulama demokrasiyi ve demokratik yaşamı ifade ediyor. Neolitik (ilkel komünal) toplumda bunlar vardır. Neolitik toplumda işlerin ortak ve demokratik bir özle yürütülmesi söz konusudur. Toplum ve doğal yaşam için kararlar alınıyor ve bunlar pratikleştiriliyor.
Primat dediğimiz insanımsı varlık toplum yaşamına adım atınca insan oluyor. Bireylerin doğayla ilişkisi, herhangi bir canlıyla ilişkisi tekil olmaktan çıkıyor ve toplumsal bir ilişki halini alıyor. İnsanlar toplumsallaşma aşamasında ideolojik olarak bir totem etrafında toplanmaktadır. Toplumsallık kendini güç yaptığından, toplumu temsil eden totem de kutsal olmaktadır. Toplumsallık burada aynı zamanda kutsallıktır.
Neolitik toplumda klanın, kabilenin yaşamı düzenlenirken bazı ortak kararlara gidilecektir. Neolitik toplumda bu ortak yaşam ilkeleri ve kararları toplumsal yaşamın tecrübelerinin bir araya gelerek oluşması ya da kararlar haline gelmesiyle ortaya çıkmaktadır. Alınan kararlar bilince ve tecrübeye dayanan ve toplumun çıkarlarını temsil eden kararlar olmaya devam etmektedir. Şaman ve bilgeler sadece toplumsal pratiğin hafızaları olarak değer görmektedirler. Bu nedenle yaşamın ortak düzenlendiği ve toplumun da bütün kararlara kendisinin sayarak uyduğu bir yaşam biçimi söz konusudur. Yani hala “Bir despot karar vermiş biz de uymak zorundayız” gibi bir toplumsal zihniyet söz konusu değildir. Toplum yaşamı bireyin hiçbir toplumsal çalışmaya yabancılaşmadığı biçimde yürütülmektedir. Dolayısıyla toplumsal yaşam ancak kararların ortak olduğu ve herkesin o kararlara benim diyebildiği -kararlara ya katıldığı ya da o anda katılmasa bile kararları kendi kararları bildiği- belirli bir demokratik yaşam biçiminde sürmektedir. Buna ilkel demokrasi de –ilkel toplum demiyoruz- denilmektedir. Burada ilkel kavramını geri anlamında değil de, ilk ve eski anlamında kullanıyoruz.
Komünal olan demokratiktir
İnsanın varoluş biçimi toplumsaldır. Toplumun da kendini devam ettirme ve varolma biçimi komünal demokratik yaşam oluyor. Etnisitenin, aşiretin, kabilenin kendini var etme biçimi ancak demokratik olabilir. Bir toplum komünal demokratik olmadığında o toplum dağılır. Demokratik karakterin olmadığı yerde toplumcu yaşam biçimi olmaz. Demek ki insanın varolma biçimi toplumsal, toplumsal yaşam biçimleri olan etnisitenin, kabilenin, aşiretin varolma biçimi de demokratik değerlerle mümkün olabiliyor. Komünal olanın demokratik, demokratik olanın komünal olmak zorunda olduğunu bu toplumsal formlarda çok açık bir biçimde görmekteyiz. Komünal demokratik değerlerin olduğu, ilkel demokrasinin bulunduğu, insanların kendi kararlarını kendileri verdiği ya da onlar adına -bir kabile demokrasisi, aşiret demokrasisi- ileri gelenlerin, yaşlıların, tecrübeli kişilerin ya da ana-kadın etrafında oluşan ilkel meclislerin karar verdiği demokrasi düzeni bulunmaktadır. Ekonomik ve sosyal faaliyetlerin artmasıyla birlikte rahip, bilge ve askeri şefler toplumsal yaşamın içine daha etkin girerler. Ancak bunlar ilk önceleri kendi tecrübelerini toplum ve birey için bir baskı aracı olarak kullanmıyorlardı. Konumları bir ayrıcalık, bir avantaj ifade etmiyordu. Çünkü onların tecrübeleri ve birikimleri de toplumsal yaşam içinde bir anlam taşıyordu. Birikim ve yeteneklerini bireyselleştirecek bir kültür yoktu. Toplumsal değerler ve kültür buna izin vermiyordu. Tek avantajları bu çalışmaların onlar için büyük bir moral kaynağı olmasıydı. O bakımdan ilk bilgelerin, şeflerin ya da rahiplerin olduğu dönemlerde bu tecrübe ve bilinç insanların üzerinde ve antidemokratik nitelik taşımıyordu.
Demokratik değer ve iktidar çelişkisi
Neolitik toplumun yukarı aşamalarında ataerkilliğin belli bir düzeyde yaşandığı dönemdeki hiyerarşi de sonrasındaki gibi antidemokratik ve baskıcı değildir. Demokratik komünal yaşam hala önemli oranda uygulanıyor. Ama şamanın, bilgenin ve şefin bu avantajlarını kullanarak yavaş yavaş toplumun hepsinin kullandığı bazı yetkileri kendi ukdelerine aldığı bir süreç başlıyor. Bunlar hemen çok fazla yetkili olmuyorlar, ama giderek topluma ait sorumlulukları kendi zimmetlerine geçiriyorlar. Bu da komünal demokratik toplumun adım adım geriletilmesi, hiyerarşik-devletçi toplumun ortaya çıkması anlamına geliyor. İlk hiyerarşinin oluşumundan başlayarak, devletçi toplumunun komünal demokratik değerleri gerileterek hâkim olması çok uzun bir süreci alır. Nasıl ki şimdi ‘az devlet, çok demokrasi’, ‘çok devlet, az demokrasi’ diyorsak, ilk önce çok komünal değer ama az hiyerarşi vardır. Giderek bin yıl süren bir mücadele sonucunda yavaş yavaş komünal demokratik değerler geriletiliyor; yetki, iktidar ve devletçi değerler toplumun tüm yaşamına hâkim olmaya çalışıyor. Demokratik değerleri gerilettikçe iktidar kendi alanını genişletiyor.
Kadının geriletilmesi süreci
Bu süreç aynı zamanda kadının geriletilmesi, erkek egemenlikli zihniyetin ve sistemin ortaya çıkması sürecidir. Toplumda genel bir iktidar ve devlet kültüründen önce erkeğin kadın üzerinde etkisini arttırdığı süreç yaşanır. Bu süreç aynı zamanda erkeğe hâkimiyeti ve iktidarı öğreten süreçtir. Bu nedenle bugün çokça sözünü ettiğimiz toplumsal cinsiyetçilikten arınıp cinsiyet özgürlükçü olmanın demokrasiyle bağı fazlasıyla tartışılmaktadır. Toplumsal cinsiyetçiliği ve bunu yaratan süreci anlamamız, aynı zamanda demokrasiyle kadın özgürlüğü ve kadın özgürlük mücadelesiyle demokrasi arasındaki bağı anlamamızdır. Komünal demokratik değerlerin gerilemesiyle birlikte aynı zamanda toplumdaki kadın etkisi, kadının toplumdaki moral gücü, ana-kadın etrafındaki evcil düzen eksenli yaşam gerileyerek ataerkil düzen gelişmiş ve sonunda da ana tanrıçanın tarih sahnesinden çekilerek eril tanrıların giderek hâkim olduğu bir yaşama doğru yol alınmıştır. Bu ikisi iç içe yürüyor. Kadının konumunun ve erkek egemenlikli ataerkil zihniyetin hâkim olması süreciyle komünal demokratik değerlerin geriletilmesi, devletçi toplumun hâkim olması süreci iç içedir.
Köleci değerler kendisini etkin kılsa da, köleciliğin ilk dönemlerinde bile komünal demokratik değerler kendini çok etkili bir biçimde hissettiriyor. Kaldı ki komünal demokratik değerlerin etkin olduğu kırsal yaşamın yanında kurulan sitelerin ağırlıklı bir konumu yoktur. Şehirlerin birleşmesiyle birlikte devletler kendisini büyütüyor ve imparatorluk haline gelerek kendilerini daha geniş bir coğrafyada yaygınlaştırıyorlar. Ancak bu durumda bile komünal demokratik değerler toplumun yaygın yaşam biçimi olarak etkin ve yaygın biçimde varlığını sürdürmektedir. İmparatorluklar kendisini coğrafyanın her köşesine hâkim kılıp sınıflaştırmayı derinleştirecek durumda değildir.
Toplum ve komünal demokratik değerler
Toplum varsa, komünal demokratik değerler de vardır. Çünkü insanın varolma biçimi toplumsal yaşam olduğu gibi, toplumun varolma biçimi de komünal demokratik yaşamdır. Toplum kendini ayakta tutmak ve dağılmamak için demokratik değerleri yaşatmak zorundadır. Toplumda tümden bireycilik olsa o toplum zaten dağılır, toplum yaşamı diye bir şey ortada kalmaz. Demek ki komünal değerler kendini toplumsal yaşam içinde sürdürüyor. Yine toplumun kendi içindeki ilişki düzeni bir devlet gibi, bir devletin bir devlete savaşı gibi, üst toplumun alt toplumu ezmesi gibi bir ilişki düzeni olmadığı için, kendi arasındaki ilişkileri doğal anlamda demokratik özellik taşır. Toplumlar ve etnisite dışa karşı kendini koruma mücadelesi veriyor. Bu bile onları komünal demokratik kılmayı gerektiriyor. Eğer devletçi bir sistem karakterinde olunmayacaksa, dışa karşı bir mücadele verildiğinde özgürlükçü olunur. Dışa karşı mücadeleyi örgütlemek için hem kendi içinde bir komünal birlik, hem de bu birliği demokratik temelde var etmek gerekir. Dışa karşı mücadele etme gücünü bulmak için etnisitenin ister istemez kendi içinde belli demokratik ilişkileri yaşatması gerekiyor. Öte yandan toplum tümden dağıtılmadan demokratik değerler de yok edilemez. Toplumsal yaşam varlığını sürdürüyorsa, bu aynı zamanda demokratik değerlerin de yok edilemediğinin kanıtıdır. Dolayısıyla bu da köleci devlet sistem var olduğunda bile toplum içindeki komünal demokratik değerlerin sınıflı toplumla yan yana yürüyen bir olgu olduğunu gösterir. Bu konuda Kürt Halk Önderi Öcalan, ”Etnisite, ilkel demokrasidir. İçte komünal değerlere bağlılık, dışarıda tahakkümcü devlete direniş halk gruplarını demokratik, özgür ve eşit ilişkiler içinde bulunmaya zorlar. İlişkilerin bu karakteri olmadan direnişin anlamı kalmaz” belirlemesinde bulunur.
Maxmur Kampı
Kürt siyaseti ve Kürt halkı için Maxmur vicdani bir sorundur. Devletin ve hükümetin soruna sağlıklı bir çözüm üretmesi için asayiş konsepti temelinde çözüm bulma anlayışından kurtulması gereklidir. Kampa yönelik barışçıl ve insani bir temelde kamp halkına karşı özrü de barındıran bir yaklaşımla çözüm üretebilir. Bu konuyla meşgul devlet görevlileri fotoğrafa bir de bu açıdan bakmalıdırlar.
Maxmur kampı son dönemlerde Türkiye’nin gündeminde ve üzerinde tartışılan bir konu- tartışmanın boyutu ve içeriği ise ağırlıklı olarak iktidar tarafından belirlenmeye çalışılıyor. Son olarak Başbakan Recep Tayip Erdoğan, ABD gezisi sırasında verdiği demeçte, “ Maxmur kampını tasfiye edeceğiz” diyordu. Devlet ve hükümet merkezli verilen demeçler, yapılan açıklamalar, yürütülen diplomasi çalışmalarının temelinde kampın ve kamptaki halkın durumunu sırf güvenlik konsepti içinde ele alma, soruna asayiş mantığı içinde yaklaşım hükümeti yönlendiren ana dürtüdür. Peki, hükümet tarafından sergilenen bu yaklaşım ne kadar isabetlidir? Somut gerçeklerle ne kadar alakalıdır? Hükümetin bu yaklaşımı kamp sorununu ve aynı zamanda Kürt sorununun çözümüne katkı sunma, devletin güvenlik sıkıntılarını gidermede sağlıklı bir yol olup olmadığını kamuoyu önünde tartışmanın gerekli olduğu kanısındayım.
Maxmur’un tarihi arka cephesi
Her şeyden önce şunu belirtmekte fayda var. Kampta yaşayan 10 bin civarında insan uzaydan ufolar tarafından Türkiye’nin güvenliğini tehdit etmek için oraya indirilmiş olmadığı gibi, Kandil’de bir fabrika tarafından üretilip gönderilen ilginç varlıklar da değillerdir. Maxmur’un tarihi arka geçmişini satır başı düzeyinde de olsa dile getirmekte fayda var. Ağırlıklı olarak 1993-94-95 yılları içinde devlet, Kürt coğrafyasında köyleri boşaltma, Botan ve Zagros alanını insansızlaştırma konseptini uyguladı. Bu konseptin bir gereği olarak 4 bin civarında yerleşim yerini boşalttı. 3 milyon üzerinde insanı, yaşadığı topraklardan sürdü. Bu yıllar, faili meçhul cinayetler, köy yakmalar, koruculaştırma politikası, işkence uygulamaları ile kirli savaşın zirve yaptığı yıllardı. Bu uygulamalar karşısında, 10 bin civarında insan Irak Kürdistan’ına geçmek zorunda kaldı. Hatta o dönemde köyleri boşaltma biriminde yer alan güvenlik ekipleri şunu açıkça belirtiyorlardı: “Buraları terk edin, Kuzey Irak’a gidin; sizin memleketiniz orasıdır.”
Sistematik baskı politikası
Irak Kürdistanı’na giden vatandaşlar 94 baharında Bihêrê’de bir araya gelerek, toplu bir arada kalma ve bir arada yaşama düzenine geçiyorlar. Türkiye’nin buna tepkisi uçaklarla kampı sürekli taciz etmesi, savaş uçaklarının kamp üzerinde sürekli uçması ve yine sınırda kampa yönelik atlan top atışları sonucu, kamp halkı yer değiştirmek zorunda kalıyor. Şêranîş’e geçiyorlar. Bir dönem sonra aynı uygulamalar Şêranîş’te de süreklilik kazanınca bu seferde Bêrsivê’de kamp kuruyorlar. Saldırılara Bêrsivê kampında da maruz kalınca daha içlere Geliyê Qiyametê’ye geçmek zorunda kalıyorlar. Oradan da Etruş’a…
Türkiye Etruş üzerinde de de sistematik bir baskı uyguladı. Özellikle 95 yılında sınır ötesine yönelik yaptığı Çelik operasyonu ile, operasyon süresince ve sonrası süreçte, mültecilere karşı çok ağır ve zulme varan bir baskı politikası uygulandı. Türkiye bazı aşiretleri ve peşmerge güçlerini de yanına alarak, istihbarat ve güvenlik güçlerinin yönlendirmesiyle kampa fiili saldırılar gerçekleştirildi. O dönemdeki kamp yönetiminin kamuoyuna yaptığı açıklamalarda, bu saldırılar sonucu 28 kamp insanı hayatını kaybediyor, kamp halkının 17 bin hayvanına zorla el konuluyor ve bir daha da verilmiyor. Kampa yönelik saldırı, kuşatma ve baskı politikası sırf bununla da sınırlı kalmıyor.
Türkiye, Birleşmiş Milletler ve yerel hükümet üzerinde uyguladığı baskı sonucu, kampa 3 aylık ekonomik ambargoya maruz kalıyor. Bu ambargo sonucu insanlar yaşamak için, palamutlardan ekmek yaparak ayakta kalmaya çalıştılar. Bu ekmeği yiyen küçük çocuklar ve bebekler tuvaletini yapamaz duruma giriyorlardı, çok sayıda çocuk kabız oluyor, anne ve babalar büyük bir çaresizlik içinde çocukları için bir avuç un bulmamanın acısı içinde kıvranıyorlardı. Çevre köylerden gizli biçimde elde edilen 1 kilo unun fiyatı 70 Dolara çıkmıştı, buna rağmen un bulmak pek mümkün olmuyordu. Etruş, Birleşmiş Milletler denetiminde bir kamp olmasına rağmen BM bayrağı kampta asılı olmasına rağmen, BM tümden saf dışı edilmişti. Kampta bulunan 10 bin insana yaşam cehennem edilmişti, baskılar kamp halkı üzerinde yıkıcı sonuçlara yol açtı.
1997 yılı
97 yılında kamp halkı yeni bir saldırı konsepti ile karşı karşıya kaldı. Mülteciler üzerinde yeniden bir ambargo uygulandı. Şehre gidip gelen mülteciler, sürekli bir biçimde hakaretlere maruz kaldı, taciz edildiler, sorgulandılar ve işkencelere uğradılar. En sonunda da BM kamptan kendini geri çekti. BM’nin mülteciliğe bakan sorumlu bürosunun tavrına ilişkin bir anekdot aktarmak istiyorum. Kamp halkından temsilciler BM’nin mültecilerden sorumlu bürosuna (bu büro Duhok’ta bulunuyor) kamp sorunlarını aktarmayı ve sorunların çözümüne yönelik yardım ve desteklerini almak için görüşmeye gidiyorlar. Sorunları aktarırken, bürodaki BM temsilcileri sıkıntılardan dolayı üzüldüklerini ifade ediyorlar, bunları çözme yönünde destek sunacaklarına söz veriyorlar. BM görevlileri Kampa giden temsilci heyetin İngilizce bilmeyeceği kanısıyla hemen orada bir üst büroya (Bağdat’a) durumu İngilizce aktarıyorlar. Aktarma yaparken, raporu veren temsilci şunları söylüyor: “Etruş kampında bir heyetin geldiğini, zor durumda olduklarını belirtiyorlar. Durumlarından anlaşılıyorlar ki uyguladığımız stratejinin sonuç vermeye başladığı görülüyor. Daha sıkı bir biçimde uygulamalara devam edeceğiz.” Bu bilgilendirme karşısında kendini tutamayan kamp temsilcisi buna tepki gösterince, BM görevlilerinin cevabı; “Hani siz İngilizce bilmiyordunuz” diyerek kampta giden heyete çıkışıyorlar.
Görüşmenin sonuçları
1997 Ocak ayında, kamp halkı kendi içinde oluşturduğu 40 kişilik heyetle BM temsilcileri ve KDP yönetimiyle sorunları tartışıp çözüme varma amacıyla görüşmelere başladılar. 3 gün süren görüşmeler sonunda maalesef kamp heyeti sorunların çözümü için gerekli ilgi ve alakayı bu kesimlerden bulamadı. 3 günlük tartışma sonunda Mesut Barzani kısa boyu ile başındaki şaşıkıyla sinirli ruh hali, edilgen ses tonu ile yarı Kurmancî yarı Soranî konuşma aksanıyla sağında BM’nin Ortadoğu temsilcisi soluna da Duhok valisini alarak konuşmaya başladı. Ağzından şu cümleler dökülmeye başladı: “Size diyeceğim şudur: 3 gün içinde ya kampı terk edeceksiniz ya da Türk uçaklarının sizi bombalamasına razı olacaksınız ve hiçbir sorumluluk da bana ait olmayacaktır.” Bu tavrı ile kamp halkı ile olan ilişki köprüsünü (BM ve KDP) ortadan kaldırmış oluyordu. Bu konuşmalar sırasında yaşlı bir kadının Mesut Barzani’ye söylediği, “Siz bir Kürt lidersiniz. Sürgünü, acıyı, katliamı biliyorsunuz. Sizler de yaşadınız. Şimdi de biz böyle bir durumda yaşıyoruz. Sizin yaklaşımınız, size yakışıyor mu?” sözleri tavırlarında bir değişikliğe yol açmadı, kamp halkı için sıkıntılı bir dönemin başlayacağı açığa çıkmıştı.
Ninowa süreci
8 bin insan 1997 Şubat ayında çok ağır şartlar altında Etruş’u terk ederek, tampon bir bölge olan, (700 m eninde 2 km uzunluğunda bir alana) , Ninowa’ya yerleşmek zorunda kaldılar. Yaz sıcaklığının 45 dereceye vardığı, hiçbir ağacın ve gölgenin olmadığı içme suyunun taşımayla sağlandığı, elektriğin olmadığı bir alandı 8 bin insan, yaşlısıyla çocuğuyla, hastası ile bir yılı bu alanda çadırlarda geçirdi. Her yönde büyük bir zulüme maruz kaldılar.
Maxmur’a gidiş
Kampa yönelik çok ağır, vicdansız, hiçbir etik değer ve insani kaygı taşımayan bir baskı uygulandı. BM, Türkiye ve Yerel Yönetim işbirliği, sivil, kadın, çoluk çocuk binlerce insan hayatı üzerinde görülmemiş bir baskıya yol açtı. Bu baskılardan tatmin olmayan bu güçlerin, 98 yılı kışında kampa yönelik bir operasyonla kampı ele geçirip, zorla dağıtmayı hedeflediği ortaya çıkmıştı. Katliama maruz kalmamak için kamp halkı, 98 yılının Şubat ayında Ninowa’yı ter ederek, Irak’a sığındı ve Maxmur Kampı’na yerleşti. Bugünkü Maxmur gerçeğinin altında acılı ve ızdıraplı bir yolculuk var. Kampta yaşayanlar Ninowa’dan Maxmur’a geçerken çok büyük zorluklar çektiler. Tüm ev eşyalarını, kilimlerini, halılarını, yorganlarını, baba yadigarı, dede yadigarı eşyalarını bir daha da almamak üzere terk ettiler. Bazıları battaniyeleri keçilere ve koyunlara sardılar. Bazılar da şer ittifakın eline eşyaların geçmemesi için eşyalarını yaktılar. Kalan eşyalar ise, bölgedeki aşiretlerin, peşmergelerin ve onları yönlendiren güçlerin elinde kaldı
Maxmur halkı şimdiye kadar 8 kez mekan değiştirdi. 8 kez okul kurdular, ağaç diktiler, ev yaptılar; ama 8 kez de tüm yaptıkları saldırgan güçler tarafında yakıldı, yıkıldı ele geçirildi, ateşe verildi. Bugün Maxmur’a ve Maxmur’dakilerin durumuna çözüm getirilmek isteniyorsa, bu o zaman yaşananların göz önünde tutulmasıyla mümkün olacaktır
Hükümetin yaklaşımı nasıl olmalı?
Hükümet eğer, kamp sorununu barışçıl, insani ve vatandaşlık hukuku içinde çözmek istiyorsa ve böyle bir niyeti varsa, o zaman açık ve şeffaf bir biçimde bu niyetini kamuoyuna deklare etmeli; çözüm için hangi güvenceleri ortaya koyacağını belirtmelidir. Bu temelde cevap bulması gereken sorular var. Soruları, kamuoyu nezdinde sormak ve hükümetin bu sorulara nasıl cevap olacağını kamuoyu ile açık bir şekilde paylaşılmasına ihtiyaç vardır.
1. Köylerini, arazilerini kaybeden (Ağırlıklı bir kesim mevcut durumda korucuların elinde, korucu elinde olmayan köylerin de yakıldığı, yıkıldığı içinde yaşanılmaz durumda oldukları) mültecilerin, elinden çıkmış olan malını, mülkünü ne zaman ve nasıl, hangi koşullarda tanzim edecektir? Bu soruyu yıllardır BM yetkilileri de Türk devlet yetkililerine soruyorlar ve bir türlü tatmin edici bir cevap alamıyorlar.
2. Kampta yaşayan 11 bin insanın Türkiye’ye getirilme planı var. Bu 11 bin insan Türkiye’de nasıl yaşayacak? Neyle geçinecek? Devletin bu konuda ortaya koyacağı mali garanti nedir? Ayrıca nasıl, nerede barınacaklar? Tüm bu soruları hem mülteciler hem de BM, Türk devlet yetkililerine sormalarına rağmen tatmin edici ve güven verici bir cevap şimdiye kadar alamadılar.
3. 4 bin civarında ilk, orta ve lise örgenimi yapan öğrencinin Türkiye’ye getirildiğinde öğrenim durumları ne olacak? Kürtçe öğrenim görme hakkı verilecek mi?
4. Şimdiye kadar Türkiye, BM’yi hep dışlamaya çalıştı. Irak ve ABD güçleri ile operasyonel düzeyde halletmeye çalışıyorlar. Bu doğru ve yerinde bir yaklaşım değildir. Kamp sorununun çözümünde BM’nin denetimini ve sorunun çözümü için aracı olmasını kabul edecek mi?
5. Kendi vatandaşı olan bu insanlara, ABD ve Irak silahlı güçlerinin silahlarını bu insanların ensesine dayatmayı teşvik ederek oradan çıkarmayı hedefleyen bir politika yöneldiği görülüyor. Böyle bir yaklaşım ahlaki ve vicdani sorumluluktan uzak olan bir yaklaşımdır. Hem Kürt halkı üzerinde hem de Maxmur halkı üzerinde yaratacağı etkinin çok yıkıcı olacağını ve muazzam bir tepkiye yol açacağını görülmelidir.
Maxmur halkının PKK ile ilişki meselesi
Kamp, Kandil’e 300 km uzakta. Kamptan Kandil’e ulaşmak en az 30 kontrol noktasından geçmeyi gerektirir. Burada PKK’ye lojistik destek gidiyor söylemi bir çarpıtmadan ibarettir. Kampta yaşayan halkın büyük çoğunluğunun yakın akrabaları, kardeşleri, ablaları, oğulları, kızları, PKK saflarında oldukları bir gerçektir. Hemen her ailede bir veya iki kişi PKK’de bulunmuş; ya şehit olmuş ya da mevcut durumda PKK saflarında yaşamını sürdürmeye devam ediyor. Kamp yönetiminin verdiği bilgilere dayanarak, PKK bir aileden iki kişiden fazla savaşçı almama prensip kararını kamp halkı için uyguladığını yine PKK’nin İran, Irak, Suriye, Avrupa ve Türkiye Kürtleri ile ilişkisi, etkileme ve iletişim düzeyi dikkate alındığında kamptaki gençleri saflarına katması PKK için zaruri ve zorunlu bir ihtiyaç değildir. PKK’nin genel durumu, olanakları ve imkanları dikkate alındığında, kamp ortadan kaldırılsa da PKK’yi geriletme açısından ciddi hiçbir etkisi olmayacaktır. Ayrıca kamptaki halk, Irak’ın veya Türkiye’nin hangi alanına alınırsa alınsın, hangi uygulama ve ilişki biçimine tabi tutulursa tutulsun PKK’de etkileme durumu devam edecek ve bir biçimi ile yeniden ilişkilenecekler. Kürt siyaseti ve Kürt halkı için Maxmur vicdani bir sorundur. Her Kürt bireyi nin, Maxmur Kampı lafı geçince yüreğinde bir şeyler kıpırdıyor. Devletin ve hükümetin soruna sağlıklı bir çözüm üretmesi için asayiş konsepti temelinde çözüm bulma anlayışından kurtulması gereklidir. Kampa yönelik barışçıl ve insani bir temelde kamp halkına karşı özrü de barındıran bir yaklaşımla çözüm üretebilir. İçişleri bakanı ve bu konu ile meşgul devlet görevlileri fotoğrafa bir de bu açıdan bakmalıdırlar.
BM’nin tavrına ilişkin
Geçmişte kamp halkına yönelik olan saldırılar ve uygulanan baskılar karşısında BM iltica dairesi bu duruma tepkisiz kalarak baskılara ortak oldu. Bunun BM misyonu ile uygun bir davranış olmadığı ortada. BM’nin geçmişte yaşanan bu olumsuzluklardan kendisini arındırarak, barışçıl çözüm için ciddi bir aracı olma rolünü yerine getirmesi, kampın ve Kürt halkının temel bir beklentisidir. Kamp meclisi de BM’ye çözüme aracı olması için çağrı yapmıştır. Hewlêr’deki BM iltica bürosuna dilekçe vermişler, BM sorumluluklarını misyona uygun bir biçimde yerine getirmelidir.
Türk basını ve aydınları
Türk basını, Türkiye kamuoyunun ve aydınları şimdiye kadar kampa yönelik tarafsız, sağ duyulu ortak vicdanı ve hissiyatı seslendirmediler. Ağırlıklı olarak devlet merkezli üretilmiş tavır ve enformasyonun arkasında durdular. Günümüzde de bunu sürdürmelerinin etik bir yönü olamaz ve Kürt halkı nezdinde güvenleri daha fazla yara alacaktır.
*SEYDİ FIRAT
Maxmur kampı son dönemlerde Türkiye’nin gündeminde ve üzerinde tartışılan bir konu- tartışmanın boyutu ve içeriği ise ağırlıklı olarak iktidar tarafından belirlenmeye çalışılıyor. Son olarak Başbakan Recep Tayip Erdoğan, ABD gezisi sırasında verdiği demeçte, “ Maxmur kampını tasfiye edeceğiz” diyordu. Devlet ve hükümet merkezli verilen demeçler, yapılan açıklamalar, yürütülen diplomasi çalışmalarının temelinde kampın ve kamptaki halkın durumunu sırf güvenlik konsepti içinde ele alma, soruna asayiş mantığı içinde yaklaşım hükümeti yönlendiren ana dürtüdür. Peki, hükümet tarafından sergilenen bu yaklaşım ne kadar isabetlidir? Somut gerçeklerle ne kadar alakalıdır? Hükümetin bu yaklaşımı kamp sorununu ve aynı zamanda Kürt sorununun çözümüne katkı sunma, devletin güvenlik sıkıntılarını gidermede sağlıklı bir yol olup olmadığını kamuoyu önünde tartışmanın gerekli olduğu kanısındayım.
Maxmur’un tarihi arka cephesi
Her şeyden önce şunu belirtmekte fayda var. Kampta yaşayan 10 bin civarında insan uzaydan ufolar tarafından Türkiye’nin güvenliğini tehdit etmek için oraya indirilmiş olmadığı gibi, Kandil’de bir fabrika tarafından üretilip gönderilen ilginç varlıklar da değillerdir. Maxmur’un tarihi arka geçmişini satır başı düzeyinde de olsa dile getirmekte fayda var. Ağırlıklı olarak 1993-94-95 yılları içinde devlet, Kürt coğrafyasında köyleri boşaltma, Botan ve Zagros alanını insansızlaştırma konseptini uyguladı. Bu konseptin bir gereği olarak 4 bin civarında yerleşim yerini boşalttı. 3 milyon üzerinde insanı, yaşadığı topraklardan sürdü. Bu yıllar, faili meçhul cinayetler, köy yakmalar, koruculaştırma politikası, işkence uygulamaları ile kirli savaşın zirve yaptığı yıllardı. Bu uygulamalar karşısında, 10 bin civarında insan Irak Kürdistan’ına geçmek zorunda kaldı. Hatta o dönemde köyleri boşaltma biriminde yer alan güvenlik ekipleri şunu açıkça belirtiyorlardı: “Buraları terk edin, Kuzey Irak’a gidin; sizin memleketiniz orasıdır.”
Sistematik baskı politikası
Irak Kürdistanı’na giden vatandaşlar 94 baharında Bihêrê’de bir araya gelerek, toplu bir arada kalma ve bir arada yaşama düzenine geçiyorlar. Türkiye’nin buna tepkisi uçaklarla kampı sürekli taciz etmesi, savaş uçaklarının kamp üzerinde sürekli uçması ve yine sınırda kampa yönelik atlan top atışları sonucu, kamp halkı yer değiştirmek zorunda kalıyor. Şêranîş’e geçiyorlar. Bir dönem sonra aynı uygulamalar Şêranîş’te de süreklilik kazanınca bu seferde Bêrsivê’de kamp kuruyorlar. Saldırılara Bêrsivê kampında da maruz kalınca daha içlere Geliyê Qiyametê’ye geçmek zorunda kalıyorlar. Oradan da Etruş’a…
Türkiye Etruş üzerinde de de sistematik bir baskı uyguladı. Özellikle 95 yılında sınır ötesine yönelik yaptığı Çelik operasyonu ile, operasyon süresince ve sonrası süreçte, mültecilere karşı çok ağır ve zulme varan bir baskı politikası uygulandı. Türkiye bazı aşiretleri ve peşmerge güçlerini de yanına alarak, istihbarat ve güvenlik güçlerinin yönlendirmesiyle kampa fiili saldırılar gerçekleştirildi. O dönemdeki kamp yönetiminin kamuoyuna yaptığı açıklamalarda, bu saldırılar sonucu 28 kamp insanı hayatını kaybediyor, kamp halkının 17 bin hayvanına zorla el konuluyor ve bir daha da verilmiyor. Kampa yönelik saldırı, kuşatma ve baskı politikası sırf bununla da sınırlı kalmıyor.
Türkiye, Birleşmiş Milletler ve yerel hükümet üzerinde uyguladığı baskı sonucu, kampa 3 aylık ekonomik ambargoya maruz kalıyor. Bu ambargo sonucu insanlar yaşamak için, palamutlardan ekmek yaparak ayakta kalmaya çalıştılar. Bu ekmeği yiyen küçük çocuklar ve bebekler tuvaletini yapamaz duruma giriyorlardı, çok sayıda çocuk kabız oluyor, anne ve babalar büyük bir çaresizlik içinde çocukları için bir avuç un bulmamanın acısı içinde kıvranıyorlardı. Çevre köylerden gizli biçimde elde edilen 1 kilo unun fiyatı 70 Dolara çıkmıştı, buna rağmen un bulmak pek mümkün olmuyordu. Etruş, Birleşmiş Milletler denetiminde bir kamp olmasına rağmen BM bayrağı kampta asılı olmasına rağmen, BM tümden saf dışı edilmişti. Kampta bulunan 10 bin insana yaşam cehennem edilmişti, baskılar kamp halkı üzerinde yıkıcı sonuçlara yol açtı.
1997 yılı
97 yılında kamp halkı yeni bir saldırı konsepti ile karşı karşıya kaldı. Mülteciler üzerinde yeniden bir ambargo uygulandı. Şehre gidip gelen mülteciler, sürekli bir biçimde hakaretlere maruz kaldı, taciz edildiler, sorgulandılar ve işkencelere uğradılar. En sonunda da BM kamptan kendini geri çekti. BM’nin mülteciliğe bakan sorumlu bürosunun tavrına ilişkin bir anekdot aktarmak istiyorum. Kamp halkından temsilciler BM’nin mültecilerden sorumlu bürosuna (bu büro Duhok’ta bulunuyor) kamp sorunlarını aktarmayı ve sorunların çözümüne yönelik yardım ve desteklerini almak için görüşmeye gidiyorlar. Sorunları aktarırken, bürodaki BM temsilcileri sıkıntılardan dolayı üzüldüklerini ifade ediyorlar, bunları çözme yönünde destek sunacaklarına söz veriyorlar. BM görevlileri Kampa giden temsilci heyetin İngilizce bilmeyeceği kanısıyla hemen orada bir üst büroya (Bağdat’a) durumu İngilizce aktarıyorlar. Aktarma yaparken, raporu veren temsilci şunları söylüyor: “Etruş kampında bir heyetin geldiğini, zor durumda olduklarını belirtiyorlar. Durumlarından anlaşılıyorlar ki uyguladığımız stratejinin sonuç vermeye başladığı görülüyor. Daha sıkı bir biçimde uygulamalara devam edeceğiz.” Bu bilgilendirme karşısında kendini tutamayan kamp temsilcisi buna tepki gösterince, BM görevlilerinin cevabı; “Hani siz İngilizce bilmiyordunuz” diyerek kampta giden heyete çıkışıyorlar.
Görüşmenin sonuçları
1997 Ocak ayında, kamp halkı kendi içinde oluşturduğu 40 kişilik heyetle BM temsilcileri ve KDP yönetimiyle sorunları tartışıp çözüme varma amacıyla görüşmelere başladılar. 3 gün süren görüşmeler sonunda maalesef kamp heyeti sorunların çözümü için gerekli ilgi ve alakayı bu kesimlerden bulamadı. 3 günlük tartışma sonunda Mesut Barzani kısa boyu ile başındaki şaşıkıyla sinirli ruh hali, edilgen ses tonu ile yarı Kurmancî yarı Soranî konuşma aksanıyla sağında BM’nin Ortadoğu temsilcisi soluna da Duhok valisini alarak konuşmaya başladı. Ağzından şu cümleler dökülmeye başladı: “Size diyeceğim şudur: 3 gün içinde ya kampı terk edeceksiniz ya da Türk uçaklarının sizi bombalamasına razı olacaksınız ve hiçbir sorumluluk da bana ait olmayacaktır.” Bu tavrı ile kamp halkı ile olan ilişki köprüsünü (BM ve KDP) ortadan kaldırmış oluyordu. Bu konuşmalar sırasında yaşlı bir kadının Mesut Barzani’ye söylediği, “Siz bir Kürt lidersiniz. Sürgünü, acıyı, katliamı biliyorsunuz. Sizler de yaşadınız. Şimdi de biz böyle bir durumda yaşıyoruz. Sizin yaklaşımınız, size yakışıyor mu?” sözleri tavırlarında bir değişikliğe yol açmadı, kamp halkı için sıkıntılı bir dönemin başlayacağı açığa çıkmıştı.
Ninowa süreci
8 bin insan 1997 Şubat ayında çok ağır şartlar altında Etruş’u terk ederek, tampon bir bölge olan, (700 m eninde 2 km uzunluğunda bir alana) , Ninowa’ya yerleşmek zorunda kaldılar. Yaz sıcaklığının 45 dereceye vardığı, hiçbir ağacın ve gölgenin olmadığı içme suyunun taşımayla sağlandığı, elektriğin olmadığı bir alandı 8 bin insan, yaşlısıyla çocuğuyla, hastası ile bir yılı bu alanda çadırlarda geçirdi. Her yönde büyük bir zulüme maruz kaldılar.
Maxmur’a gidiş
Kampa yönelik çok ağır, vicdansız, hiçbir etik değer ve insani kaygı taşımayan bir baskı uygulandı. BM, Türkiye ve Yerel Yönetim işbirliği, sivil, kadın, çoluk çocuk binlerce insan hayatı üzerinde görülmemiş bir baskıya yol açtı. Bu baskılardan tatmin olmayan bu güçlerin, 98 yılı kışında kampa yönelik bir operasyonla kampı ele geçirip, zorla dağıtmayı hedeflediği ortaya çıkmıştı. Katliama maruz kalmamak için kamp halkı, 98 yılının Şubat ayında Ninowa’yı ter ederek, Irak’a sığındı ve Maxmur Kampı’na yerleşti. Bugünkü Maxmur gerçeğinin altında acılı ve ızdıraplı bir yolculuk var. Kampta yaşayanlar Ninowa’dan Maxmur’a geçerken çok büyük zorluklar çektiler. Tüm ev eşyalarını, kilimlerini, halılarını, yorganlarını, baba yadigarı, dede yadigarı eşyalarını bir daha da almamak üzere terk ettiler. Bazıları battaniyeleri keçilere ve koyunlara sardılar. Bazılar da şer ittifakın eline eşyaların geçmemesi için eşyalarını yaktılar. Kalan eşyalar ise, bölgedeki aşiretlerin, peşmergelerin ve onları yönlendiren güçlerin elinde kaldı
Maxmur halkı şimdiye kadar 8 kez mekan değiştirdi. 8 kez okul kurdular, ağaç diktiler, ev yaptılar; ama 8 kez de tüm yaptıkları saldırgan güçler tarafında yakıldı, yıkıldı ele geçirildi, ateşe verildi. Bugün Maxmur’a ve Maxmur’dakilerin durumuna çözüm getirilmek isteniyorsa, bu o zaman yaşananların göz önünde tutulmasıyla mümkün olacaktır
Hükümetin yaklaşımı nasıl olmalı?
Hükümet eğer, kamp sorununu barışçıl, insani ve vatandaşlık hukuku içinde çözmek istiyorsa ve böyle bir niyeti varsa, o zaman açık ve şeffaf bir biçimde bu niyetini kamuoyuna deklare etmeli; çözüm için hangi güvenceleri ortaya koyacağını belirtmelidir. Bu temelde cevap bulması gereken sorular var. Soruları, kamuoyu nezdinde sormak ve hükümetin bu sorulara nasıl cevap olacağını kamuoyu ile açık bir şekilde paylaşılmasına ihtiyaç vardır.
1. Köylerini, arazilerini kaybeden (Ağırlıklı bir kesim mevcut durumda korucuların elinde, korucu elinde olmayan köylerin de yakıldığı, yıkıldığı içinde yaşanılmaz durumda oldukları) mültecilerin, elinden çıkmış olan malını, mülkünü ne zaman ve nasıl, hangi koşullarda tanzim edecektir? Bu soruyu yıllardır BM yetkilileri de Türk devlet yetkililerine soruyorlar ve bir türlü tatmin edici bir cevap alamıyorlar.
2. Kampta yaşayan 11 bin insanın Türkiye’ye getirilme planı var. Bu 11 bin insan Türkiye’de nasıl yaşayacak? Neyle geçinecek? Devletin bu konuda ortaya koyacağı mali garanti nedir? Ayrıca nasıl, nerede barınacaklar? Tüm bu soruları hem mülteciler hem de BM, Türk devlet yetkililerine sormalarına rağmen tatmin edici ve güven verici bir cevap şimdiye kadar alamadılar.
3. 4 bin civarında ilk, orta ve lise örgenimi yapan öğrencinin Türkiye’ye getirildiğinde öğrenim durumları ne olacak? Kürtçe öğrenim görme hakkı verilecek mi?
4. Şimdiye kadar Türkiye, BM’yi hep dışlamaya çalıştı. Irak ve ABD güçleri ile operasyonel düzeyde halletmeye çalışıyorlar. Bu doğru ve yerinde bir yaklaşım değildir. Kamp sorununun çözümünde BM’nin denetimini ve sorunun çözümü için aracı olmasını kabul edecek mi?
5. Kendi vatandaşı olan bu insanlara, ABD ve Irak silahlı güçlerinin silahlarını bu insanların ensesine dayatmayı teşvik ederek oradan çıkarmayı hedefleyen bir politika yöneldiği görülüyor. Böyle bir yaklaşım ahlaki ve vicdani sorumluluktan uzak olan bir yaklaşımdır. Hem Kürt halkı üzerinde hem de Maxmur halkı üzerinde yaratacağı etkinin çok yıkıcı olacağını ve muazzam bir tepkiye yol açacağını görülmelidir.
Maxmur halkının PKK ile ilişki meselesi
Kamp, Kandil’e 300 km uzakta. Kamptan Kandil’e ulaşmak en az 30 kontrol noktasından geçmeyi gerektirir. Burada PKK’ye lojistik destek gidiyor söylemi bir çarpıtmadan ibarettir. Kampta yaşayan halkın büyük çoğunluğunun yakın akrabaları, kardeşleri, ablaları, oğulları, kızları, PKK saflarında oldukları bir gerçektir. Hemen her ailede bir veya iki kişi PKK’de bulunmuş; ya şehit olmuş ya da mevcut durumda PKK saflarında yaşamını sürdürmeye devam ediyor. Kamp yönetiminin verdiği bilgilere dayanarak, PKK bir aileden iki kişiden fazla savaşçı almama prensip kararını kamp halkı için uyguladığını yine PKK’nin İran, Irak, Suriye, Avrupa ve Türkiye Kürtleri ile ilişkisi, etkileme ve iletişim düzeyi dikkate alındığında kamptaki gençleri saflarına katması PKK için zaruri ve zorunlu bir ihtiyaç değildir. PKK’nin genel durumu, olanakları ve imkanları dikkate alındığında, kamp ortadan kaldırılsa da PKK’yi geriletme açısından ciddi hiçbir etkisi olmayacaktır. Ayrıca kamptaki halk, Irak’ın veya Türkiye’nin hangi alanına alınırsa alınsın, hangi uygulama ve ilişki biçimine tabi tutulursa tutulsun PKK’de etkileme durumu devam edecek ve bir biçimi ile yeniden ilişkilenecekler. Kürt siyaseti ve Kürt halkı için Maxmur vicdani bir sorundur. Her Kürt bireyi nin, Maxmur Kampı lafı geçince yüreğinde bir şeyler kıpırdıyor. Devletin ve hükümetin soruna sağlıklı bir çözüm üretmesi için asayiş konsepti temelinde çözüm bulma anlayışından kurtulması gereklidir. Kampa yönelik barışçıl ve insani bir temelde kamp halkına karşı özrü de barındıran bir yaklaşımla çözüm üretebilir. İçişleri bakanı ve bu konu ile meşgul devlet görevlileri fotoğrafa bir de bu açıdan bakmalıdırlar.
BM’nin tavrına ilişkin
Geçmişte kamp halkına yönelik olan saldırılar ve uygulanan baskılar karşısında BM iltica dairesi bu duruma tepkisiz kalarak baskılara ortak oldu. Bunun BM misyonu ile uygun bir davranış olmadığı ortada. BM’nin geçmişte yaşanan bu olumsuzluklardan kendisini arındırarak, barışçıl çözüm için ciddi bir aracı olma rolünü yerine getirmesi, kampın ve Kürt halkının temel bir beklentisidir. Kamp meclisi de BM’ye çözüme aracı olması için çağrı yapmıştır. Hewlêr’deki BM iltica bürosuna dilekçe vermişler, BM sorumluluklarını misyona uygun bir biçimde yerine getirmelidir.
Türk basını ve aydınları
Türk basını, Türkiye kamuoyunun ve aydınları şimdiye kadar kampa yönelik tarafsız, sağ duyulu ortak vicdanı ve hissiyatı seslendirmediler. Ağırlıklı olarak devlet merkezli üretilmiş tavır ve enformasyonun arkasında durdular. Günümüzde de bunu sürdürmelerinin etik bir yönü olamaz ve Kürt halkı nezdinde güvenleri daha fazla yara alacaktır.
*SEYDİ FIRAT
Bediüzzaman Said'ê Kurdî
Said-i Kürdi” diye tanınır; ancak Kürtlerden çok Türklere hizmet eder. Fakat karşılığı sürgün, hapis ve işkence olmuştur. Öz olarak Said-i Nursi sadece asi bir dindardı...
Said-i Nursi, Bitlis’in Hizan ilçesi İsparit nahiyesine bağlı Nurs köyünde 1873 yılında doğmuştur. Ancak doğum tarihiyle ilgili farklı tarihler söz konusudur. Said-i Nursi, bölgenin ünlü alimlerinin yanında medreselerde din eğitimini görerek 1894’te daha genç yaşta, zeka ve kabiliyetiyle ehli ilim kesiminin dikkatini çekmiş ve Bediüzzaman (çağın güzelliği) lakabıyla anılmaya başlanmıştır.
Hayatına yön veren rüya
Hayatına yön veren ve ömrünün sonuna kadar bağlı kaldığı bir rüyasından sözedilir. Bu rüyasını çeşitli zamanlarda hep söylemiştir. Rüyasında peygamberi (Hz. Muhammed) gördüğünü ve ondan ilim talep ettiği belirtilir. Peygamber de “Ümmetimde soru sormamak şartıyla sana ilmi Kuran verilecektir” diyor. Bu rüyaya bağlı kalarak yaşamı boyunca hiç kimseye sıradan bir soru dahi sormadığı söyleniyor. Birçok alimlerle girdiği münazaralarda hep üstün gelir. Bunun en büyük nedeni de dini kitaplarla birlikte bilim kitaplarını da okumadır. Ezber gücü çok güçlü hatta 90 cilt kitap ezberlediği söyleniyor.
‘Mekteplerde din, medreselerde fen okutulmalı’
Kendi deyimiyle diğer kitapların okumasını, “Bu kitaplar Kuran’ın hakikatlerine ulaştıran basamaklar oldu” biçiminde yorumlamıştır. En büyük hayali Doğu Üniversitesi’nin açtırmasıdır. Dahası bölgede okulların açılmasının geciktiğini belirtiyor. İstanbul’a gidip padişahla görüşmek istiyor. “Neden padişahla görüşmek istiyorsun” sorusu üzerine şöyle bir cevap veriyor: “Padişah’la görüşüp mekteplerde din dersleri, medreselerde ise müspet fen dersleri okutulmasını teklif edeceğim” diyor. Bu şekilde “Mektepler dinsiz olmaktan; medreseliler ise taassuptan kurtulacaktır” diyerek, Sultan Abdülhamit’e bir dilekçe ile talepte bulunur.
Mehmet Akif ve İttihatçılarla ilişkisi
Sonradan Abdülhamit ile görüşmesi esnasında yaptığı konuşma nedeniyle belli bir süre tımarhaneye atılır. Ve ardından ilk askeri mahkemede yargılanır. Yapılan kimlik tespitinde mahkeme başkanının “Sen hangi Kürt aşiretine mensupsun?” sorusuna verdiği cevap: “Sen hangi Tatar aşiretine mensupsun? Ben Osmanlıyım… Benim Kürtlüğüm doğduğum ve büyüdüğün yerin halkına verilen isimdir” olur. Birçok konuda Said-i Nursi ile Mehmet Akif Ersoy aynı düşüncede ve ittifak halindedir; bu benzerlik özellikle medeniyet anlayışında kendisini göstermektedir. Said-i Nursi’nin dindarlığı ile birlikte siyasal görüşü de kendini gösterir. Bir süreliğine Selanik’te ittihatçılarla tanışmış, onlarla dostluk kurduğu bir gerçektir. “İttihat ve Terakki ittifak etmiştin neden ayrıldın?” sorusuna şu cevabı vermiştir: “Ben ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, Enver bey gibi adamlarla şimdi de müttefikiz.”
‘Ademi merkezi’liğe karşıtlığı
O dönemin şartlarında Prens Sabahattin, “ademi-merkeziyet” fikrini ortaya attığında (ki belki imparatorluğun ömrünü uzatacak fikirdi), İttihat Terakki mensupları tarafında çok ağır saldırılara maruz kalır. Bu saldıranların başında gelenlerden biri de Said-i Nursi’dir. Prens Sabahattin’e uzun bir mektup göndererek bu fikrine karşı özetle şöyle diyor: “Muhtelif ırk, din ve milletler önce muhtariyet, daha sonra istiklal isteyeceklerdir.”
31 Mart olayı ve tutukluluk
Osmanlı ve cumhuriyet tarihinde “irticai hareketinin ilki olarak tanımlanan 31 Mart (1909) olayında bu olayı tertipleyenlerin İttihat-Terakkiciler olduğuna dair söylentiler mevcut. Said-i Nursi’nin çeşitli yatıştırıcı girişimleri olsa da, o dönemde “Volkan” gazetesinde çıkan yazıları nedeniyle 31 Mart olayının tahrikçisi olarak bir rol oynadığı iddiasıyla tevkif edilerek cezaevine konulur. Said-i Nursi, bundan sonra artık kendini tamamen dine verir.
Osmanlı kumandanı Said-i Nursi
Said-i Nursi beraat ettikten sonra İstanbul’u terk ederek Van’a gitti. Ardından birçok yeri gezdikten sonra 1911’de Şam’a gitti; orada da birçok münazaralara, seminerlere katıldı. Şam’dan Beyrut’a geçerek tekrar İstanbul’a geldi ve “Medreseetuz-zehra”adını verdiği idealindeki şark üniversitesini kurmak için tekrar çalışmalara başladı. Bu esnada dünya bir çalkantı içerisindedir. Osmanlı “hasta adam” olarak tanımlamaktadır. Doğu’dan 1912’deki Balkan savaşlarına katılmak için gelen milis kuvvetlerinin başına Said-i Nursi komutan olarak atanır. Dahası kendisine “Teşkilat-ı Mahsusa”da önemli görevler verilmiştir. Bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatı’nın öncüsü olan “Teşkilat-ı Mahsusa” tarafından cihat fetvası adı altında bildiriler dağıtılır. Söz konusu “Cihat fetvası”nı bizzat Said-i Nursi’nin Kuzey Afrika’ya kadar gidip dağıttığı söylenmektedir. Said-i Nursi, Van’a gelerek bir milis alayı teşkil ederek eğitmeye başlar. Said-i Nursi artık bir hocadan çok bir Osmanlı kumandanıdır. 1915 tarihinden itibaren milis alayının başı olarak fiilen çatışmaya girer. Zaten milis teşkilatının kurulma fikrini Enver paşa, Said-i Nursi’ye teklif etmişti.
Enver paşayla dostluk, Sibirya’ya sürgünlük
Daha öncede Enver paşa ile dostluğu vardı. Enver paşayla birlikte Kafkas cephesinde Sarıkamış faciasını birlikte yaşarlar. İki sefer yaralanan Said-i Nursi en son Ruslara esir düşerek Sibirya’ya götürülür. Üç talebesiyle birlikte artık Rusların elindedir.
1917 Ekim devriminin gerçekleşmesiyle birlikte Said-i Nursi, Rusya’dan tekrar İstanbul’a gelir. Pasaport vazifesini gören resmi belgeden Said-i Nursi şöyle tanınıyor:
İsmi: Said Mirza Efendi
Rütbesi: Fahri kaymakam
Kıtası: Gönüllü Kürt Süvari Alayı.
Tabiiyeti: Osmanlı
İstanbul’a dönüşü ardından, şimdi İslam Akademisi diyebileceğimiz “Dar-ül Hikmet”te kaymakam olarak görevlendirilir.
‘Kürdistan’ı teşkil etmek değil, Osmanlıyı ihya edelim’
I. Dünya Savaşı ardından birçok yer gibi İstanbul da İngilizlerin işgali altındadır. Osmanlı İmparatorluğu dağılmaktadır. İmparatorluktan ayrılarak kendi devletini kuranlar arasında Ermeniler de bulunmaktadır. Her ulusun kendi devletini kurma girişimleri Kürt aydınlarını da etkiler. Mevlanazade Rıfat Bey, imparatorluğun dağılmasının kaçınılmazlığını görünce yakın çevresiyle bir Kürdistan kurma tartışmasına girişiyor ve Said-i Nursi’ye bir mektup yazıp fikrini soruyor. Bu mektuba cevaben Said-i Nursi şunu diyor: “Rıfat bey, Kürdistan’ı teşkil etmek değil; Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya edelim. Bunu kabil edersen canımı bile feda ederek çalışırım.”
Osmanlıdan umudunu keser, mecliste törenle karşılanır
Yine “Kürt Teali Cemiyeti’nin Başkanı Abdulkadir’den gelen Kürdistan’ı kurma teklifini, Türk Milletinin Müslümanlığını gerekçe yaparak reddeder. 1920’lerde “Kuvva-i Milliye” karşıtı fetvaya da Said-i Nursi karşı çıkmıştır. Bu yaklaşım onun Osmanlı’dan umudunu kestiğine işaret eder. Nitekim bunu duyan Mustafa Kemal onu Ankara’ya çağırır. Ankara’ya 1922’de gelen Said-i Nursi’ye mecliste karşılama töreni yapılır. Birçok temenni içeren on maddelik bir beyanname yazarak meclise sunar. Nursi’nin temennileri ağırlıkta İslam ve adaletle ilgilidir.
Şeyh Sait isyanına karşı çıkar ama devlete yaranamaz
Said Nursi, tekrar Van’a giderek 1923’te Van’ın Çaravaiz köyünde ve Erek dağındaki bir manastırın harabesinde ibadet etmeye başlar. Yanında birkaç talebesi de vardır. 1925’te Şeyh Sait’in isyanı başlar. Daha önce Kürdistan’ı kurma fikrine karşı çıkan, bu sefer de Şeyh Sait’in isyanına karşı da “Böyle Şeriat istemek olmaz” deyip ilgisiz kalır. Buna rağmen bulunduğu yerden bir askeri birliğin denetiminde alınıp İstanbul’a sürgün edilir. Üzerinde bölgenin kıyafetiyle İstanbul’dan Burdur’a oradan Isparta’nın Barla nahiyesine nakledilir. Uzun süre Barla’da gözetim altında tutulur. Birçok eserini bu sürgün hayatında yazar.
‘Dindar cumhuriyetçi’
1935’te Said-i Nursi ve talebelerine yönelik tutuklamalar başlar. 120 Talebesiyle birlikte Eskişehir Hapishanesine gönderilir. Bir beyanatında kendisine yönelik baskıların “Dinsizlik ile dindarlık mücadelesi” olarak belirtir. Kendisini dindar bir cumhuriyetçi olarak mahkemede savunduğu kayıtlara geçmiştir. Onbir ay hapis yattıktan sonra jandarma refakatinde Kastamonu’ya gönderilir. Artık davaların çoğu yazdığı kitaplarla ilgilidir. 1943’te Ankara’ya getirilir ve tevkif edilir. Ankara mahkemesinde yaptığı savunmada şöyle diyor: “Ben her şeyden evvel Müslüman’ım ve Kürdistan’daki hizmetim Türklere olmuş ve hayatımın çoğu Türklerin içinde geçmiştir.”
‘Rejime aykırı fikirler’den dolayı yine tutuklu
Ankara’dan Denizli’ye gönderilen Said-i Nursi orada hapishaneye konulur. 126 Nur talebesinin tutuklanmasının gerekçesi Sait Nursi’nin yazdığı “Nur Risalesi”dir. 15 Haziran 1944’te Denizli Ağır Ceza Mahkemesi Said-i Nursi Hakkında beraat kararı verir. Beraat etmesine rağmen bir otelde gözetim altında tutulur. Ağustos sonlarında tekrar Afyon Emirdağ’a gönderilir. Yine gözetim altında tutularak 1948-23 Ocak tarihinde bir baskınla Said-i Nursi, on beş kadar Nur talebesiyle birlikte polis nezaretinde Afyon’a getirilir. “Siyasi bir cemiyet kurma, rejime aykırı fikirler neşretmek, siyasi bir gaye takip etmek”le suçlanarak tutuklanıp Afyon cezaevine konulur ve 20 ay ceza verilir. Said-i Nursi tahliye olduktan sonra da Afyon’da bir eve yerleştirilip gözetimde tutulur. Esasında kendisi her ne kadar bir Türk’ten daha Türk görüyorsa da, sürekli gözetim, sürgün ve hapishanelerde olmanın en büyük nedeninden biri onun bir Kürt olmasındandır.
‘Kürtlerden çok Türklere hizmet etmişimdir’
Kendisi bunu fark ettiğini ve bütün mahkemelerde karşına çıktığını görüyor bu nedenle bütün resmi kayıtlarda kendi ağzıyla bunu hep tekrarlamıştır: “Kürtlerden çok Türklere hizmet etmişimdir.” Hatta bir yerde şunu diyor: “İsmim Said-i Nursi iken hep benden Said Kürdi olarak söz ediyorlar ve bu beni rahatsız ediyor” İki ay sonra polis nezaretin de Emirdağ’a gönderiliyor.
Celal Bayar’a kutlama mesajı, Kore savaşına destek
Demokrat Parti’nin 1950 yılında iktidara gelmesiyle deyim yerindeyse demokrasi devri başlıyor. Dönemin Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar’a kutlama mesajı gönderir. Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesini destekler ve bir talebesini de oraya gönderir. Kısa süreliğine Eskişehir’e gelerek bir otelde kalır. Oradan Isparta’ya gider. Bir davası nedeniyle İstanbul’a çağrılır. 27 yıl sonra tekrar İstanbul’a gelir. Mahkeme son celsede beraat kararını verir. Üç ay İstanbul’da kaldıktan sonra Emirdağ’a oradan Eskişehir bir müddet sonra Isparta’ya gider; ömrünün son yılların talebeleriyle oradan geçirmek ister. Türkiye ile Irak arasında 1955 yılında işbirliği antlaşması imzalandı.
CENTO ismi verilen bu pakta daha sonra İngiltere, Pakistan ve İran da üye olarak katıldı. ABD ise gözlemci sıfatıyla yer aldı. Sait Nursi bu paktı desteklediğini ve bu konuda duyduğu memnuniyeti Celal Bayar’a yazdığı bir mektupla bildirir. Afyon Mahkemesi 1955’te “Risale-i Nur”u iade eder. Diyanet incelenmesi sonunda mahkeme bu kararı vermiştir. 1957’de yapılan seçimlerde DP’yi desteklediği duyulur. Bediüzzaman’ın eserleri artık matbaalarda basılabilir hale gelmiş; üzerinde baskının kısmen de olsa hafiflemesiyle artık seyahat etmeye ve vaazlar vermeye başlar.
Sadece asi bir dindardı...
Ani bir kararla özel arabasıyla Urfa’ya gideceğini belirtir. Ancak bunun gizli tutulmasını söyler. Sağlık durumu ciddi boyutta, yaşı ilerlemişti. Urfa’ya varıldığında durumu kötüleşir. Said-i Nursi’nin Urfa’ya geldiğini öğrenen Emniyet Amiri bizzat kendisi gidip, bulunduğu otelde talebelerine derhal şehri terk etmesini söyler. Emrin Ankara’dan geldiğini söyler. Daha tartışmalar sürerken; Bediüzzaman vefat eder. Urfa’da defin edilir. Daha sonra mezarı açılıp naşı bilinmeyen bir yere nakledilir. Sonuç olarak “Said Kürdi” diye tanınır; ancak Kürtlerden çok Türklere hizmet eder. Fakat karşılığı sürgün, hapis ve işkence olmuştur. Öz olarak Said-i Nursi sadece asi bir dindardı...
NEVZAT ÇAPKIN / Siirt E-Tipi Cezaevi
Said-i Nursi, Bitlis’in Hizan ilçesi İsparit nahiyesine bağlı Nurs köyünde 1873 yılında doğmuştur. Ancak doğum tarihiyle ilgili farklı tarihler söz konusudur. Said-i Nursi, bölgenin ünlü alimlerinin yanında medreselerde din eğitimini görerek 1894’te daha genç yaşta, zeka ve kabiliyetiyle ehli ilim kesiminin dikkatini çekmiş ve Bediüzzaman (çağın güzelliği) lakabıyla anılmaya başlanmıştır.
Hayatına yön veren rüya
Hayatına yön veren ve ömrünün sonuna kadar bağlı kaldığı bir rüyasından sözedilir. Bu rüyasını çeşitli zamanlarda hep söylemiştir. Rüyasında peygamberi (Hz. Muhammed) gördüğünü ve ondan ilim talep ettiği belirtilir. Peygamber de “Ümmetimde soru sormamak şartıyla sana ilmi Kuran verilecektir” diyor. Bu rüyaya bağlı kalarak yaşamı boyunca hiç kimseye sıradan bir soru dahi sormadığı söyleniyor. Birçok alimlerle girdiği münazaralarda hep üstün gelir. Bunun en büyük nedeni de dini kitaplarla birlikte bilim kitaplarını da okumadır. Ezber gücü çok güçlü hatta 90 cilt kitap ezberlediği söyleniyor.
‘Mekteplerde din, medreselerde fen okutulmalı’
Kendi deyimiyle diğer kitapların okumasını, “Bu kitaplar Kuran’ın hakikatlerine ulaştıran basamaklar oldu” biçiminde yorumlamıştır. En büyük hayali Doğu Üniversitesi’nin açtırmasıdır. Dahası bölgede okulların açılmasının geciktiğini belirtiyor. İstanbul’a gidip padişahla görüşmek istiyor. “Neden padişahla görüşmek istiyorsun” sorusu üzerine şöyle bir cevap veriyor: “Padişah’la görüşüp mekteplerde din dersleri, medreselerde ise müspet fen dersleri okutulmasını teklif edeceğim” diyor. Bu şekilde “Mektepler dinsiz olmaktan; medreseliler ise taassuptan kurtulacaktır” diyerek, Sultan Abdülhamit’e bir dilekçe ile talepte bulunur.
Mehmet Akif ve İttihatçılarla ilişkisi
Sonradan Abdülhamit ile görüşmesi esnasında yaptığı konuşma nedeniyle belli bir süre tımarhaneye atılır. Ve ardından ilk askeri mahkemede yargılanır. Yapılan kimlik tespitinde mahkeme başkanının “Sen hangi Kürt aşiretine mensupsun?” sorusuna verdiği cevap: “Sen hangi Tatar aşiretine mensupsun? Ben Osmanlıyım… Benim Kürtlüğüm doğduğum ve büyüdüğün yerin halkına verilen isimdir” olur. Birçok konuda Said-i Nursi ile Mehmet Akif Ersoy aynı düşüncede ve ittifak halindedir; bu benzerlik özellikle medeniyet anlayışında kendisini göstermektedir. Said-i Nursi’nin dindarlığı ile birlikte siyasal görüşü de kendini gösterir. Bir süreliğine Selanik’te ittihatçılarla tanışmış, onlarla dostluk kurduğu bir gerçektir. “İttihat ve Terakki ittifak etmiştin neden ayrıldın?” sorusuna şu cevabı vermiştir: “Ben ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, Enver bey gibi adamlarla şimdi de müttefikiz.”
‘Ademi merkezi’liğe karşıtlığı
O dönemin şartlarında Prens Sabahattin, “ademi-merkeziyet” fikrini ortaya attığında (ki belki imparatorluğun ömrünü uzatacak fikirdi), İttihat Terakki mensupları tarafında çok ağır saldırılara maruz kalır. Bu saldıranların başında gelenlerden biri de Said-i Nursi’dir. Prens Sabahattin’e uzun bir mektup göndererek bu fikrine karşı özetle şöyle diyor: “Muhtelif ırk, din ve milletler önce muhtariyet, daha sonra istiklal isteyeceklerdir.”
31 Mart olayı ve tutukluluk
Osmanlı ve cumhuriyet tarihinde “irticai hareketinin ilki olarak tanımlanan 31 Mart (1909) olayında bu olayı tertipleyenlerin İttihat-Terakkiciler olduğuna dair söylentiler mevcut. Said-i Nursi’nin çeşitli yatıştırıcı girişimleri olsa da, o dönemde “Volkan” gazetesinde çıkan yazıları nedeniyle 31 Mart olayının tahrikçisi olarak bir rol oynadığı iddiasıyla tevkif edilerek cezaevine konulur. Said-i Nursi, bundan sonra artık kendini tamamen dine verir.
Osmanlı kumandanı Said-i Nursi
Said-i Nursi beraat ettikten sonra İstanbul’u terk ederek Van’a gitti. Ardından birçok yeri gezdikten sonra 1911’de Şam’a gitti; orada da birçok münazaralara, seminerlere katıldı. Şam’dan Beyrut’a geçerek tekrar İstanbul’a geldi ve “Medreseetuz-zehra”adını verdiği idealindeki şark üniversitesini kurmak için tekrar çalışmalara başladı. Bu esnada dünya bir çalkantı içerisindedir. Osmanlı “hasta adam” olarak tanımlamaktadır. Doğu’dan 1912’deki Balkan savaşlarına katılmak için gelen milis kuvvetlerinin başına Said-i Nursi komutan olarak atanır. Dahası kendisine “Teşkilat-ı Mahsusa”da önemli görevler verilmiştir. Bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatı’nın öncüsü olan “Teşkilat-ı Mahsusa” tarafından cihat fetvası adı altında bildiriler dağıtılır. Söz konusu “Cihat fetvası”nı bizzat Said-i Nursi’nin Kuzey Afrika’ya kadar gidip dağıttığı söylenmektedir. Said-i Nursi, Van’a gelerek bir milis alayı teşkil ederek eğitmeye başlar. Said-i Nursi artık bir hocadan çok bir Osmanlı kumandanıdır. 1915 tarihinden itibaren milis alayının başı olarak fiilen çatışmaya girer. Zaten milis teşkilatının kurulma fikrini Enver paşa, Said-i Nursi’ye teklif etmişti.
Enver paşayla dostluk, Sibirya’ya sürgünlük
Daha öncede Enver paşa ile dostluğu vardı. Enver paşayla birlikte Kafkas cephesinde Sarıkamış faciasını birlikte yaşarlar. İki sefer yaralanan Said-i Nursi en son Ruslara esir düşerek Sibirya’ya götürülür. Üç talebesiyle birlikte artık Rusların elindedir.
1917 Ekim devriminin gerçekleşmesiyle birlikte Said-i Nursi, Rusya’dan tekrar İstanbul’a gelir. Pasaport vazifesini gören resmi belgeden Said-i Nursi şöyle tanınıyor:
İsmi: Said Mirza Efendi
Rütbesi: Fahri kaymakam
Kıtası: Gönüllü Kürt Süvari Alayı.
Tabiiyeti: Osmanlı
İstanbul’a dönüşü ardından, şimdi İslam Akademisi diyebileceğimiz “Dar-ül Hikmet”te kaymakam olarak görevlendirilir.
‘Kürdistan’ı teşkil etmek değil, Osmanlıyı ihya edelim’
I. Dünya Savaşı ardından birçok yer gibi İstanbul da İngilizlerin işgali altındadır. Osmanlı İmparatorluğu dağılmaktadır. İmparatorluktan ayrılarak kendi devletini kuranlar arasında Ermeniler de bulunmaktadır. Her ulusun kendi devletini kurma girişimleri Kürt aydınlarını da etkiler. Mevlanazade Rıfat Bey, imparatorluğun dağılmasının kaçınılmazlığını görünce yakın çevresiyle bir Kürdistan kurma tartışmasına girişiyor ve Said-i Nursi’ye bir mektup yazıp fikrini soruyor. Bu mektuba cevaben Said-i Nursi şunu diyor: “Rıfat bey, Kürdistan’ı teşkil etmek değil; Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya edelim. Bunu kabil edersen canımı bile feda ederek çalışırım.”
Osmanlıdan umudunu keser, mecliste törenle karşılanır
Yine “Kürt Teali Cemiyeti’nin Başkanı Abdulkadir’den gelen Kürdistan’ı kurma teklifini, Türk Milletinin Müslümanlığını gerekçe yaparak reddeder. 1920’lerde “Kuvva-i Milliye” karşıtı fetvaya da Said-i Nursi karşı çıkmıştır. Bu yaklaşım onun Osmanlı’dan umudunu kestiğine işaret eder. Nitekim bunu duyan Mustafa Kemal onu Ankara’ya çağırır. Ankara’ya 1922’de gelen Said-i Nursi’ye mecliste karşılama töreni yapılır. Birçok temenni içeren on maddelik bir beyanname yazarak meclise sunar. Nursi’nin temennileri ağırlıkta İslam ve adaletle ilgilidir.
Şeyh Sait isyanına karşı çıkar ama devlete yaranamaz
Said Nursi, tekrar Van’a giderek 1923’te Van’ın Çaravaiz köyünde ve Erek dağındaki bir manastırın harabesinde ibadet etmeye başlar. Yanında birkaç talebesi de vardır. 1925’te Şeyh Sait’in isyanı başlar. Daha önce Kürdistan’ı kurma fikrine karşı çıkan, bu sefer de Şeyh Sait’in isyanına karşı da “Böyle Şeriat istemek olmaz” deyip ilgisiz kalır. Buna rağmen bulunduğu yerden bir askeri birliğin denetiminde alınıp İstanbul’a sürgün edilir. Üzerinde bölgenin kıyafetiyle İstanbul’dan Burdur’a oradan Isparta’nın Barla nahiyesine nakledilir. Uzun süre Barla’da gözetim altında tutulur. Birçok eserini bu sürgün hayatında yazar.
‘Dindar cumhuriyetçi’
1935’te Said-i Nursi ve talebelerine yönelik tutuklamalar başlar. 120 Talebesiyle birlikte Eskişehir Hapishanesine gönderilir. Bir beyanatında kendisine yönelik baskıların “Dinsizlik ile dindarlık mücadelesi” olarak belirtir. Kendisini dindar bir cumhuriyetçi olarak mahkemede savunduğu kayıtlara geçmiştir. Onbir ay hapis yattıktan sonra jandarma refakatinde Kastamonu’ya gönderilir. Artık davaların çoğu yazdığı kitaplarla ilgilidir. 1943’te Ankara’ya getirilir ve tevkif edilir. Ankara mahkemesinde yaptığı savunmada şöyle diyor: “Ben her şeyden evvel Müslüman’ım ve Kürdistan’daki hizmetim Türklere olmuş ve hayatımın çoğu Türklerin içinde geçmiştir.”
‘Rejime aykırı fikirler’den dolayı yine tutuklu
Ankara’dan Denizli’ye gönderilen Said-i Nursi orada hapishaneye konulur. 126 Nur talebesinin tutuklanmasının gerekçesi Sait Nursi’nin yazdığı “Nur Risalesi”dir. 15 Haziran 1944’te Denizli Ağır Ceza Mahkemesi Said-i Nursi Hakkında beraat kararı verir. Beraat etmesine rağmen bir otelde gözetim altında tutulur. Ağustos sonlarında tekrar Afyon Emirdağ’a gönderilir. Yine gözetim altında tutularak 1948-23 Ocak tarihinde bir baskınla Said-i Nursi, on beş kadar Nur talebesiyle birlikte polis nezaretinde Afyon’a getirilir. “Siyasi bir cemiyet kurma, rejime aykırı fikirler neşretmek, siyasi bir gaye takip etmek”le suçlanarak tutuklanıp Afyon cezaevine konulur ve 20 ay ceza verilir. Said-i Nursi tahliye olduktan sonra da Afyon’da bir eve yerleştirilip gözetimde tutulur. Esasında kendisi her ne kadar bir Türk’ten daha Türk görüyorsa da, sürekli gözetim, sürgün ve hapishanelerde olmanın en büyük nedeninden biri onun bir Kürt olmasındandır.
‘Kürtlerden çok Türklere hizmet etmişimdir’
Kendisi bunu fark ettiğini ve bütün mahkemelerde karşına çıktığını görüyor bu nedenle bütün resmi kayıtlarda kendi ağzıyla bunu hep tekrarlamıştır: “Kürtlerden çok Türklere hizmet etmişimdir.” Hatta bir yerde şunu diyor: “İsmim Said-i Nursi iken hep benden Said Kürdi olarak söz ediyorlar ve bu beni rahatsız ediyor” İki ay sonra polis nezaretin de Emirdağ’a gönderiliyor.
Celal Bayar’a kutlama mesajı, Kore savaşına destek
Demokrat Parti’nin 1950 yılında iktidara gelmesiyle deyim yerindeyse demokrasi devri başlıyor. Dönemin Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar’a kutlama mesajı gönderir. Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesini destekler ve bir talebesini de oraya gönderir. Kısa süreliğine Eskişehir’e gelerek bir otelde kalır. Oradan Isparta’ya gider. Bir davası nedeniyle İstanbul’a çağrılır. 27 yıl sonra tekrar İstanbul’a gelir. Mahkeme son celsede beraat kararını verir. Üç ay İstanbul’da kaldıktan sonra Emirdağ’a oradan Eskişehir bir müddet sonra Isparta’ya gider; ömrünün son yılların talebeleriyle oradan geçirmek ister. Türkiye ile Irak arasında 1955 yılında işbirliği antlaşması imzalandı.
CENTO ismi verilen bu pakta daha sonra İngiltere, Pakistan ve İran da üye olarak katıldı. ABD ise gözlemci sıfatıyla yer aldı. Sait Nursi bu paktı desteklediğini ve bu konuda duyduğu memnuniyeti Celal Bayar’a yazdığı bir mektupla bildirir. Afyon Mahkemesi 1955’te “Risale-i Nur”u iade eder. Diyanet incelenmesi sonunda mahkeme bu kararı vermiştir. 1957’de yapılan seçimlerde DP’yi desteklediği duyulur. Bediüzzaman’ın eserleri artık matbaalarda basılabilir hale gelmiş; üzerinde baskının kısmen de olsa hafiflemesiyle artık seyahat etmeye ve vaazlar vermeye başlar.
Sadece asi bir dindardı...
Ani bir kararla özel arabasıyla Urfa’ya gideceğini belirtir. Ancak bunun gizli tutulmasını söyler. Sağlık durumu ciddi boyutta, yaşı ilerlemişti. Urfa’ya varıldığında durumu kötüleşir. Said-i Nursi’nin Urfa’ya geldiğini öğrenen Emniyet Amiri bizzat kendisi gidip, bulunduğu otelde talebelerine derhal şehri terk etmesini söyler. Emrin Ankara’dan geldiğini söyler. Daha tartışmalar sürerken; Bediüzzaman vefat eder. Urfa’da defin edilir. Daha sonra mezarı açılıp naşı bilinmeyen bir yere nakledilir. Sonuç olarak “Said Kürdi” diye tanınır; ancak Kürtlerden çok Türklere hizmet eder. Fakat karşılığı sürgün, hapis ve işkence olmuştur. Öz olarak Said-i Nursi sadece asi bir dindardı...
NEVZAT ÇAPKIN / Siirt E-Tipi Cezaevi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)