30 Mart 2010 Salı

Hrant Dink'in öldürülmesinin sırrı...

İşin en ilginç tarafı, ‘diaspora’yı Ermenistan’a ait sanmak gibi bir yanılgı söz konusu. Oysa, dünyanın dört bir yanındaki Ermeni diasporasının Ermenistan ile ‘soydaşlık bağı’ dışında hiçbir ilişkisi yok. O ‘diaspora’, Anadolu’nun diasporası, yani bizim diasporamız.

Başbakan önceki hafta Londra’da BBC’ye verdiği demeçte Türkiye’de kaçak işçi konumunda bulunan binlerce Ermenistan vatandaşı Ermeniyi geri göndermekten söz edince içerde-dışarda tartışmalara yol açmış, ağır eleştirilere hedef olmuştu. Yakın çevresi, sözlerinin ‘Türkiye’nin hoşgörüsünü ortaya koymak anlamında olduğunu’ ileri sürerek, insan zekasıyla alay eden açıklamalar getirmişti.Başbakan, daha sonra, İstanbul’da sinema sanatçılarıyla söyleşisinde bu konuya değindi ve BBC’deki demecinden farklı vurgularla konuştu. İyi niyetle ve hayli çaba gösteren bir yaklaşımla, BBC demecini düzelttiği sonucuna varabilirdik.
Ama Angela Merkel’in Ankara ziyareti öncesinde geçen hafta Der Spiegel’e verdiği ve bu kez sözlerini seçerek yaptığı açıklamanın özünde BBC’ye yaptığı açıklamadan pek de farklı olmadığı görülüyor.
Kendisine ‘Türkiye’de kaçak yaşayan Ermenileri sürmek’ ile ilgili beyanları hatırlatıldığında ‘Ben bunu hiçbir zaman iddia etmedim’ diyor. Buraya kadar güzel. Sonrası sorunlu. Ne dediği ya da demek istediğini şöyle açıyor:
“Bugüne kadar sınır dışı etmeyi hiç gündeme getirmedik, ancak diaspora baskı yapmaya devam ederse kendimizi bunu yapmak zorunluluğunda görebiliriz.”
Der Spiegel açıklaması ile BBC açıklaması yan yana konduğunda, buna Türk halk dilinde ‘Ha Ali Hoca, ha Hoca Ali’ denir. Özde farkı yok.
Farkı yok zira ‘ahlaki sorun’ ortadan kalkmamış oluyor. Bu, Türkiye’deki kaçak işçi konumundaki Ermenilerin, bile bile, diasporanın tutumuna karşılık veya Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin seyrine göre ‘rehine’ tutulduğunu ortaya koyuyor. ‘Ahlaki sorun’ burada.
Bir de tabii ‘Türkiye, Ermeniler, tehcir’ sözcüklerinin biraraya tekrar geldiği ve konunun tarihi arka planından beslenen ‘kendi kalene gol atmak’ gibi bir durum söz konusu.
***
Temel sorun, bakış açısı ve diaspora konusunda şaşırtıcı bir yanlış algılama ve kavrayıştan kaynaklanıyor. Bir kere monolitik bir diaspora yok. Kaldı ki, dış dünyada 1915 ile ilgili parlamento kararlarına yansıyan durumu diaspora ile açıklamak ne derece doğru acaba. Vatandaşları arasında Ermeni kökenlilerin bulunmadığı, örneğin Almanya, Polonya, Slovakya, Litvanya, İtalya gibi AB ve NATO üyesi, en azından kâğıt üzerindeki ‘dost ve müttefik’ ülkelerde bu yönde alınan parlamento kararlarını ne şekilde izah edeceğiz?
Türk resmi söyleminde Ermeniler söz konusu olunca ‘diaspora’ adında bir ‘şeytan’ yaratıldı. Türkiye Ermenilerine sözümüz yok; onlar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, dolayısıyla canımız ciğerimiz. Ermenistan Ermenileri ise -ülke nüfusu 2 milyon küsur zaten- Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi gayretleri çerçevesinde kabul edilebilir bir insan topluluğu. Ama ‘diaspora’; işte ‘kötülüğün anası’ ve ‘şeytan’ o.
İşin en ilginç tarafı, ‘diaspora’yı Ermenistan’a ait sanmak gibi bir yanılgı söz konusu. Oysa, dünyanın dört bir yanındaki Ermeni diasporasının Ermenistan ile ‘soydaşlık bağı’ dışında hiçbir ilişkisi yok. O ‘diaspora’, Anadolu’nun diasporası, yani bizim diasporamız.
Bugünlerde yokluğu her zamandan ziyade kuvvetle hissedilen sağduyunun sesi, Anadolu halkları arasındaki vicdan ve insani değerler köprüsü Hrant Dink’in diasporaya ilişkin çok güzel bir tanımı vardır; ‘Diaspora, Ermenilerin Anadolu halidir’ der.
Hal buyken, Türkiye’nin siyasi karar vericisinin dış dünya ile ilişkilerin düzeyini, Ermenistan ile ilişkilerin seyrini ve Türkiye’de ekmek arayan Ermenistan vatandaşı emekçilerin kaderini ‘Diaspora’nın tavrına endekslemek, siyaseten de, vicdanen da anlaşılır bir tutum olamaz.
***
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun kısa bir süre önce ‘Diaspora’ faktörünü Başbakan’dan farklı biçimde ele almaya yönelik sözleri, bu manzarada bir umut oluşturabiliyor. Ancak, onun 1915 söz konusu olduğunda ‘Tehcir’in (malum o tarihte olan-biteni ‘Soykırım’ diye algılayan hatırı sayılır sayıda insan var dünyanın dört bir yanında) karşısına ‘Çanakkale’yi dikerek, ‘adil hafıza’dan söz etmesi ve bunun dünya kamuoyuna benimsetilmeye çalışılması da pek ikna edici ve sonuç alıcı görünmüyor.
Çanakkale, bir dünya savaşındaki bir imparatorluğun başkentini korumak amaçlı ‘kahramanlık destanı’ niteliğinde, büyük kayıplar vererek topraklarını savunduğu bir muharebe. Diğeri ise, aynı imparatorluğun hükümetinin vatandaşı olan sayıları yüzbinlerle ifade edilen bir ulusal topluluğu vatan topraklarından kazımaya varan siyasi kararı.
Nasıl bir ‘adil hafıza’ ile durum eşitlenebilecek ve 1915 tarihi ‘tarihin adaleti’ ile ‘beraat’ edecek?
Siyasi karar vericinin bu tür zaafları açısından bir ‘hafifletici’ sebep de yok değil. Olmayan bir sıfatı kullanarak, ‘Ermeni Cemaati Başkanı’ olarak medyaya tanıtılan Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı, geçen hafta Başbakan’la görüşmesinden sonra, 1915’i ‘aralarına nifak sokulan iki samimi arkadaşın kavgası’ olarak niteleyip kestirip atmadı mı?
Başbakan ve Dışişleri Bakanı, o varken bizlere niçin inansın?
Hrant Dink’in yokluğunun önemi şu sıralar her zamankinden daha fazla hissedilmiyor mu?
Hrant Dink’i öldürmenin 1915’te olan-bitenler kadar ‘sonuç alıcı’ olduğu şimdi anlaşılmıyor mu?
Başbakan, sürekli olarak, ‘Müslümanlıkta bir insanı öldürmek insanlığı öldürmek demektir’ diyor ya...
Doğru söylüyor. Hrant Dink öyle ‘bir insan’dı!


 Cengiz Çandar/Radikal

Jakoben Kalkismalar


Türkiye devrimci hareketinde ”jakoben reddiye” olarak doğan THKP-C, THKO ve TKP-ML/TİKKO hareketler de yanlış anlaşıldı. Onlar adına çıktılar, ama onlar adına ya ”kemalizm” ya da ” yeşilci” oldular.

YENİLİK, TEORİ ve JAKOBEN KALKIŞMALAR 
 
   
1- YENİLİK VE TEORİ
Daha önce yazdıklarımı tekrarlamak zorundayım. Daha önce Toplumsal Kurtuluş dergisi ve başka yerde yazdıklarımı tekrarlamak zorundayım. Zira beyinlerin silinmek ve ezilmek istendiği tekeller Türkiyesi ve dünyasında bu kaçınılmaz oluyor. Bu bellek silme operasyonlarına karşı, bizler, tekrar ve tekrar ”elifba”dan başlamak zorunda kalıyoruz. Bu anlaşılır bir durumdur. Türkiye’de yaşanan 12 Eylül 1980 faşist darbesi ve dünya sosyalist blokunda yaşanan sosyalist çözülme ve karşı-devrim hareketleri beraberinde büyük bir yozlaşma getirmiştir. Bu şu demek oluyor: İnsan hem Türkiye’de hem de dünyada ”küçülmüştür”.
Dünya bir yana, Türkiye’de 12 Eylül ile başlayan ve ”eylülist kuşak” diye adlandırılan kesim, toplumsal yaşamın karmaşık yönlerini derinlemesine analiz etmedi, edemedi. Toplumsal yaşamın karmaşık yönlerini ”analiz” etmek bir yana, ürettikleri herşeyi ”post modern” olarak nitelendirip, özünde ne kadar ”post ilkel” olduklarını gösterdiler. Her alana el attılar, ama hiç bir alanda dikiş tutturamadılar.
Modern ve yenilik güzeldir. Doğrudur. Ama bazen doğru, “doğru” olmuyor. Çoğu zaman “post-modernlik” ve “post yenilik”, “post ilkellik” oluyor.
”Yeni Sol” adına çıktılar, ama savundukları ”sol” sol olmaktan çıktı.
“Yeni Edebiyat” adına çıktılar, ama yazdıkları şiir, hikaye ve roman, ne yenilik oldu, ne de “edebiyat” oldu!
Yeni ve post-modern?! Neyin yenisi? Neyin post modernizmi?
Yeni Sol?! Solun yenisi ne?
Bunlara yanıt vermeden yeni ve yenilik, ”yenilik” olmuyor.
Keza, Türkiye devrimci hareketinde ”jakoben reddiye” olarak doğan THKP-C, THKO ve TKP-ML/TİKKO hareketler de yanlış anlaşıldı. Onlar adına çıktılar, ama onlar adına ya ”kemalizm” ya da ” yeşilci” oldular. ”Yenilik” adına ikinci kez sınıfta kaldılar. Kaldıkları yerde kaldılar.
Peki yenilik bu mu?
Ama zaman akıyor. Zaman durmaz. Biz durmayız. Toplum durmaz.
Yürüyoruz. Doğru yürüyenlerle birlikte yürüyoruz.
Yürüyüş durmaz. Çünkü toplum durmaz.
Yürüyüş, ancak devrimci bir teoriyle olur. Devrimci teori, dünü, bugünü ve yarını görmek oluyor. Teori, bilimsel teori, budur. Canlıdır. İstenen bir pratik ve gelecek kurmanın feneridir.
Zaten teori sözcük olarak, Grekçe’den geliyor: ” theoriein ”. Görmek demektir.
Teori, görmektir.
Bu tanıma ekleyeceklerim var; katkım olsun. Teori, bir; insanın yaptığı işi anlamasıdır.
İki: teori, insanları, toplumsal yaşamı, toplumsal yaşamın bir çok yönünü anlamak, yorumlamak ve açıklamak oluyor.
Teori, budur.
Teori, körler savaşının reddidir.
Körlerin yapacağı savaş ”kör savaşıdır”.
Körler savaşı, zarardır. Herkese zarar veriyor. Artık bunun anlaşılması gerekiyor.
Doğru teoriyi açıklama yolunda uğraşlarımız ve görevlerimiz vardır.
Görevlerimizin ilki, eşitlik, özgürlük ve ortaklık yoluna hizmet eden teoriler üretmektir. Bu determinizmdir. Yaratmak ve kurmak için, zorunluluktur. Olmazsa olmaz bir gerekirciliktir. Budur.
Sonuçlar var ve şu:
Bir: Bilime dayanmayan teori, teori değildir.
İki: pratisyenlerin yazdıklarını okumak ve pratiklerinden dersler çıkarmak ve bunlardan yararlanmak çok önemlidir. Ama bunlar, bilim anlamında, sosyalist teori alanına girmezler. Girmiyorlar.
Üç: Şehid edebiyatı teori olmaz. Şehid edebiyatı ne sola, ne de sağa faydası olmaz. Yoktur.
Görevimiz, bunların dışında, bilime ve aynı anlama gelmek üzere insanlara hizmet eden teoriler üretmektir...
2- JAKOBEN KALKIŞMA  Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C), Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ve Türkiye Komünist Partisi- Marksist/Leninist (TKP-ML) Türkiye devrimci tarihinde birer Jakoben hareketler olarak yerlerini aldılar. Kuruluşlarından hemen sonra Türkiye’yi sarsan eylemlere giriştiler. Çok kısa bir zaman sürecinde eylemleriyle adlarını duyurdular. Bir yıla sığan eylemleriyle (1970 sonları ve 1972 başı) Türkiye devrimci tarihinde ”ihtilalci” çıkışın örneklerini verdiler.THKP-C ve THKO; Kemalizm, Çin ve Latin Amerika ile süslenmiş pratik ve teorileri ile, iktidarın ancak şiddet yolu ile alınacağına inanıyorlardı ve bu inaçla ölümsüzleştiler. TKP-ML ise, hem ulusal sorun, hem de Kemalizmi eleştirme ve reddetme alanında bu iki hareketten ayrılıyordu.
THKP-C ve THKO hareketleri sonuna kadar Türkiye İşçi Partis (T.İ.P), Doğan Avcıoğlu ve Yön çizgisinde kalmalarına rağmen, ikitidarın ”ilerici bir ordu darbesi ile” alınacağına tepki göstererek, bu anlamda onlardan ”koptular”.
TKHP-C ve önderleri, Türkiye’nin bir ”bir suni” denge durumunda bulunduğunu ve bu ”suni dengenin” ancak ”öncü savaşı” ile bozulacağını dile getiriyorlardı.
THKO hareketi ise, siyasi olmaktan çok askeri bir örgütlenme olarak doğdu. Örgütlenme biçimi ”fokoculuktur.”Bir kaç bildiri ve Deniz Gezmiş’le yapılan söyleşi dışında yazılı belgeleri yoktur. En son , Hüseyin İnan tarafından kaleme alınan, ”Türkiye Devrimin Yolu” başlıklı hızlı ve düzensiz yazılmış bir çalışma vardır. Bunu da eklemekte yarar var.
Dikkat edilirse, THKP-C ve THKO’nun yazı ve bildirilerinde ”sosyalizm”, ”komünizm” sözleri bulunmaz. Zaten yazılarında işçi sınıfından ziyade, ”halk” vardır. Kurdukları partiler de, ”halkla” başlar.
TKP-ML hareketi ayrıdır. Adını açıkça ”komünist” bir parti olduğunu ilan ederek, başkan Mao’nun, ”bir kıvılcım, tüm bozkırı tutuşturmaya yeter” şiarıyla köylü ağırlıklı bir hareket olarak doğdu. Bu hareketin en önemli yanı hem ”ulusal sorunu” savunması, hem de ”Kemalizmi” açık bir şekilde mahküm etmesidir. İbrahim Kaypakkaya, bir ara Türkiye İşçi Partisinde çalışmasına rağmen, hem T.İ.P, hem de Yön yörüngesinden kendini kurtarmasını bilmiştir. Ama İbrahim Kaypakkaya’da, Türkiye’de feodalizmi abartarak, işçi sınıfının rolünü yadsımış; temel güç olarak köylülüğü görmüştür.
Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve arkadaşları Türkiye İşçi Partisi ve Yön çizgisinden geldiler. Yön, Doğan Avcıoğlu’nun Yön dergisi oluyor. Özetle şudur:
Türkiye’de komprodor burjuvazi olduğu için, işçi sınıfı cılız ve önemsizdir. Bundan dolayı da ”devrim” yapacak güce sahip değildir. Çözüm, ”zinde güçler” yani ”ordudur”. Mahir Çayan, ”ilerici ordu darbesine” sıcak bakmayarak, ”suni denge” formülü üzerine kurulu bir ”öncü savaşını” savundu.
Her üç hareket, THKP-C, THKO ve TKP-ML, mücadele biçimi olarak, ”Vietnem Halk Kurtuluş Ordusu” ile ”Çin Halk Kurtuluş Ordusu” modellerini seçtiler. Her üç hareket, bunlardan hem stratejik, hem, de taktik olarak yararlandılar. Zaten bu hareketlerdeki ”kurtuluş” ya da ”ordu” sözcüklerinin bulunmasının kaynağı budur.Bu, bir.
İki: THKP-C ve THKO hareketleri, bazı ince farklılıklara rağmen, yazılarında ve mahkeme savunmalarında, Doğan Avcıoğlu’nun ”Türkiye’nin Düzeni” kitabında ileri sürdüğü görüşleri bir bütün olarak tekrarlamışlardır.
Üç: THKO’da, sosyalizmi savunduklarına dair bir bildiri ve belge yoktur. Anti-emperyalist olmanın dışında hiç bir özelliği yoktur. Ama her iki hareket (THKP-C ve THKO) yine Doğan Avcıoğlu’nun etkisiyle, ”kemalizmi” son derece yanlış ve büyük bir abartma ile savunmuşlardır. Mahir Çayan:
”Kemalizmin özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizmi, bir burjuva ideolojisi veya bütün küçük burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrelerinin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır. (…) Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm devrimci milliyetlerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal tutumdur.” (Mahir Çayan, Toplu Yazılar. Devrimci Yol. Ankara 1978. Sayfa:282)
Deniz Gezmiş, Doğan Avcıoğlu’nun çıkarmış olduğu Devrim Gazetesinde şunları söylüyor:
”Devrimci gençlik eylemi, Mustafa Kemal ve zinde güçler saflarını biribirlerine kenetlenmiştir. Mustafa Kemal adı geniş öğrenci kitlelerinde daha fazla ağızdan ağıza dolaşır olmuş, forumlarda ”Bursa Nutku” ve ”Gençliğe Hitabe” tekrarlanmış ve bunlar olmuştur. (…) Bugün Türkiye’de Kemalist devrimin bekçiliğini yüklenen güçler arasında başta ordu, 27 Mayıs’ı yapan güçlerin önemli bir yeri vardır…”(Devrim Gazetesi, Sayı:10. Sayfa:2-7. 23 Aralık 1969) Evet, durum budur. Ne yazık ki, Türkiye solu bir bütün olarak (TKP-ML hariç) doğumunda kemalizme bulaşıktır!
Tekrarlamak zorundayım: THKP-C ve THKO hareketlerin ideolojik gıdaları, T.İ.P ve Yön çizgisi ile Çin ve Latin Amerika teori ve pratikleridir:
- ”Kamil Dede: Hapishaneye Joao Quartum’un bir yazısı gelmişti: Brezilya devrimi ve Regis Debray. Kesintisiz devrim satır satır bu yazı gibiydi. Politikleşmiş Askeri Savaş Statejisi de bu yazıdan alınmıştır.”
-”Necmi Demir: İlk başlarda görüşler tam Che Guevara – Lin Biao karışımıydı. Eylemler döneminde Latin Amerika etkisi ağır basıyordu. Kaçıştan sonraki Kesintisiz Devrim II ve III’de Rusya’ya yaklaşım eğilimi görülüyor… Aslında çeşitli görüşleri alıp birleştiriyordu. Yani eklektikti…”
- ”İlkay Demir: Kesintisiz devrim II ve III’de revisyonist yazar Varga’dan satır satır kopya vardı…” (Proleter Devrimci Aydınlık. Sayı:12. 26 Aralık 1979) Bitiriyorum, ama sonuçlar var:
1- Jakoben reddiyeci olan bu hareketlerin Kemalizmle süslenmiş eklektik yazıları teori olmuyor. Bilimsel ya da sosyalist anlamında teori olmuyor.
2- ”Suni denge” üzerine inşa edilen ve yarı-Kemalizm ve yarı-Çin ve Latin Amerika savlarını teori olarak kabül etmek mümkün değil; bilim dışıdır…
THKP-C, THKO ve TKP-ML’nin söylediklerini tekrarlayarak, bunlara sahip çıkılmaz.
Şehid edebiyatıyla, bu hareketlere sahip çıkılmaz ve bir arpa boyu yol da alınmaz.
En önemlisi, devrimci demokrat olan bu hareketlerin pratiklerinden yararlanmak ve dersler çıkarmaktır.

CERN'de 'Büyük Carpışma'

Evrenin nasıl oluştuğunu anlamak için bugün CERN'de büyük bir çarpışma gerçekleştirildi. Bilim adamları dünyada kara delikler açılmasından endişe ediyordu ancak korkulan olmadı.  "Big Bang" adı verilen çarpışma Türkiye saatiyle 10.00'başladı.


CERN'de korkulan olmadı
Bilim adamları bugün İsviçre'nin Cenevre kentinde 13.7 milyar yıl önce meydana gelen çarpışma sonrasında evrenin nasıl oluştuğunu anlamak için CERN'de büyük bir çarpışma gerçekleştirdi. "Big Bang" adı verilen çarpışma Türkiye saatiyle 10.00'başladı.

Bilim adamları patlama sonrasında Dünya'ya zarar verecek "kara delikler" açılmasından endişe ediyordu ancak korkulan olmadı. Başarıyla gerçekleştirilen çarpışma sonrası rekor seviyede enerji ortaya çıktı.

Dünyanın en büyük atom altı parçacık çarpıştırıcısı olan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı şu ana kadar bu alanda yapılmış en yüksek enerjili deney oldu.

Proton huzmelerinin çarpıştırıldığı deneyde, “Büyük Patlama” ile ortaya çıkan evrendeki madde yapısının daha iyi anlaşılması amaçlanıyordu. Parçacıkların çarpıştırılması sonucundaki parçalanmayla ortaya çıkan alt parçacıkların neler olduğu belirlenmeye çalışıldı. Teorik düzeyde açıklaması yapılmış olan parçacıkların veya önerme düzeyindeki mikro güçlerin varlığı tespit edildi.

ÇARPIŞMA 27 KM'LİK TÜNELDE YAPILDI

Proton huzmeleri, Cenevre'de, İsviçre-Fransa sınırında bulunan, 27 kilometrelik oval tünelde her iki yöne doğru harekete geçirilerek hızlandırıldı ve çarpıştırıldı. Bu proton parçacıkları, karşı yönlerden birbirlerine doğru 3.5 Tera elektron volt (3.5 trilyon elektron volt- TeV) enerjiyle çarpıştırıldı. Protonlar birbirlerine çarptıklarında, ışık hızına yakın bir hıza ulaşmış oldu. Bu enerji, bugüne kadar Avrupa ve ABD'deki çarpıştırıcılarda kaydedilen en yüksek enerji düzeyi olacaktı.

Çarpışmanın şiddetinin artırılmasıyla, çarpışma sonucundaki parçalanmalarla ortaya çıkan, daha önce gözlemlenememiş yeni alt parçacıkların gözlemlenmesi bekleniyor. Bu da, evrenin ortaya çıktığı “Büyük Patlama- Big Bang” anının bir küçük modelinin yapılması anlamına geliyor.

CERN Genel Müdürü Rolf-Dieter Heuer, yaptığı açıklamada, "Yeni Fiziğin kapılarını, insanlık tarihindeki yeni bir keşifler dönemini açıyoruz" dedi.

BİNLERCE BİLİM ADAMI ANALİZ YAPACAK

Parçacıklar birbirlerine çarptığında her bir çarpışmanın yarattığı mini patlamalar, dünyanın dört bir yanındaki binlerce bilimci tarafından zaman içerisinde incelenerek analiz edilecek. Bu analizlerle, 13.7 milyar yıl önce olduğu tahmin edilen Büyük Patlama'nın meydana geldiği anın hemen sonrasındaki koşullar anlaşılmaya çalışılacak. Yıldızların ve gezegenlerin kökeni, kara enerjinin ne olduğu, evrenin yüzde 25'ini oluşturduğu sanılan kara maddenin yapısı gibi sırlara erişilmeye çalışılacak. İskoç bilimci Peter Higgs'in 30 yılı aşkın bir süre önce ortaya attığı, maddeye kütlesini verdiği varsayılan Higgs bozonunun varlığı belirlenmeye çalışılacak. Paralel evrenlerin olup olmadığı, Büyük Patlama'dan önce ne olduğu gibi konularda düşünce üretilmesinin yolu açılabilecek.

Yıllar içerisinde çarpıştırma enerjisi 7 TeV'e kadar çıkarılacak. Her iki yönden parçacıkların çarpışmasından ötürü 14 TeV gücünde olacak bu çarpışmaya 2013'de ulaşılması planlanıyor. Bu güçte bir çarpışma da yepyeni başka keşiflerin kapısını açacak.
Bilim adamları bugün İsviçre'nin Cenevre kentinde 13.7 milyar yıl önce meydana gelen çarpışma sonrasında evrenin nasıl oluştuğunu anlamak için CERN'de büyük bir çarpışma gerçekleştirdi. "Big Bang" adı verilen çarpışma Türkiye saatiyle 10.00'başladı.

Bilim adamları patlama sonrasında Dünya'ya zarar verecek "kara delikler" açılmasından endişe ediyordu ancak korkulan olmadı. Başarıyla gerçekleştirilen çarpışma sonrası rekor seviyede enerji ortaya çıktı.

Dünyanın en büyük atom altı parçacık çarpıştırıcısı olan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı şu ana kadar bu alanda yapılmış en yüksek enerjili deney oldu.

Proton huzmelerinin çarpıştırıldığı deneyde, “Büyük Patlama” ile ortaya çıkan evrendeki madde yapısının daha iyi anlaşılması amaçlanıyordu. Parçacıkların çarpıştırılması sonucundaki parçalanmayla ortaya çıkan alt parçacıkların neler olduğu belirlenmeye çalışıldı. Teorik düzeyde açıklaması yapılmış olan parçacıkların veya önerme düzeyindeki mikro güçlerin varlığı tespit edildi.

Kürd Burjuvazisinin Medyaya Verdiği Resim

Neşe Düzel’in Mehmet Kaya ile yaptığı röportaj her yönden incelenmeyi hakediyor. Hem röportaj yapanın jargonu, hem röportajın sunuluş biçimi hem de röportaj verenin dili ve ifadeleri röportajı Kürd aydınları ve siyasileri açısından anlamlı kılıyor.
Mehmet Kaya sunuşta işadamı olarak tanıtılıyor. Ticaret ve Sanayi Odası başkanlığına ek olarak Diyarbakırspor’da almış olduğu görevden bahisle de ‘bölgenin’ önde gelen bir Kürdüyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz.
Röportajı okuduktan sonra akılda kalanla hareket edecek olursak, Kaya’nın kendisini toplumun üst tabakasından görüp avamla arasına net mesafe koyduğunu anlıyoruz. Neşe Düzel’in bunu eleştirmeden parlatarak öne çıkarmasını ise son zamanlarda Taraf’ta gördüğümüz Kürdlere dair tavırla anlayabiliriz. Taraf açıkça Yeni Osmanlıcılık oynamaktadır; Osmanlı ülkede yönetimini işbirlikçileri vasıtasıyla kurmuş ve sürdürmüştü.
Konumuz Taraf değil, Mehmet Kaya ve ifade ettikleri olsun.
Mehmet Kaya bir Kürd siyasetçisi değil ama siyasi fikirleri olan biri. Toplumuna mesafeli olsa da toplumundaki dalgalara duyarlı ve onlardan hem geçmişte etkilenmiş hem bugün etkileniyor. Geçmişte basit bir eczacı iken, şimdi, kendi ifadesiyle bir işadamı; daha da büyümek istiyor…
İşadamlığına geldiğimizde kavram olarak yerleşen burjuva kelimesi üzerinde durmakta fayda var. Mehmet Kaya’nın röportajda bazı özlemleri dile getirmesinden hareketle, Kürd burjuva kesiminin artık oluştuğunu, kendine akacak yatak aradığını, bunu PKK’de ve onun vaad ettiği gelecekte bulamadığını anlıyoruz. Türklerle kimlik bahis olduğunda arasına net mesafe koyabilen bu Kürd bujuvasının algısındaki PKK’yle kendisini aynı cephede görememesinden hareketle AKP’ye mecburiyetten yakınlaştığı sonucunu çıkarabiliriz:
“Üç kesim Kürd var. Bir, orta sınıf ve üst orta sınıf Kürdler. Yani burjuva Kürdler… İki, orta sınıf ve orta sınıfın biraz altı Kürdler. Üç, DTP çizgisindeki Kürdler.
“DTP çizgisinde olmayan Kürdler de kimlik hassasiyetine sahipler. Kürd kimliğiyle yaşamak istiyorlar. Gelir seviyesi Türkiye ortalamasına yakın tüccar, sanayici, büyük esnaf, yönetici, serbest meslek sahibi insanlar bunlar…
Ve bunları AKP’lilermiş.
Kendi kategorize ettiği üç Kürd grubunun ortak noktasını da anlatıyor Kaya:
“Hepsinde Kürd kimliği hassasiyeti var. Hepsi de anadilde eğitim dahil, Kürdçe’nin kullanımının önündeki tüm engellerin kaldırılmasını istiyor. Temel sorun dildir. “
Ve Kaya’nın Ankara’nın bölgede yapabileceklerine dair en önemli talebine gelelim:
“Irak’ın 36 milyar dolarlık ithalatı var. Bunun 20 milyar dolarını Diyarbakır sağlayabilir. Bu, bölgenin kurtuluşu demektir. Habur sınır kapısında bizim ihracatçılar 20 gün beklemek zorunda kaldığından yeni sınır kapıları açılmalı”
Röportajın özünü sanırsam bu alıntılarla buraya almış olduk. Mehmet Kaya’yı Kürd burjuvazisinin dile gelen seslerinden biri olarak anlamamak için sebep yok. Ankara’nın Kürdistan’daki yönetimini nasıl sürdürdüğünün ipuçlarından biri olarak anlamamak için de sebep yok. Ehmedé Xanî’nin yakındığı tipten bir Kürd önde geleni olarak anlamamak için de bir sebep yok. Hepsini birarada ifade ediyor Mehmet Kaya.
Röportajdan çıkarabileceğimiz analize gelince:
-         Kimlik mücadelesi Kürdlerin ortak sorunlarından biri olarak yerini almıştır (dil kimliği oluşturan harcın en önemli bileşenidir –Amin Maalouf). Bundan hareketle tüm Kürdlerin biraraya geleceği ortak ifade zeminleri aranabilir.
-         PKK sözcülerinin de sık sık ifade ettikleri üzere Türk Devleti’nin Kürdistan’daki son ayağı olarak AKP kalmıştır. Bu da kırıldığı takdirde Türk devleti Kürdistan’da zeminsiz kalacaktır. Burada soru olarak PKK’nin bu boşluğu doldurup dolduramayacağını, buna yetenekli veya istekli olup olmadığını sorabiliriz.
-         Kürd burjuvazisi bugün kendini Türk sınıfsal katmanlarıyla ölçüyor olsa bile realitede Kürdistan’ın jeoekonomisinin Anadolu’yla değil Kürdistan’la bütün oluşturduğunu hissetmekte, talepleriyle bunu dile getirmektedir. TC deneyimi Kuzey Kürdistan’a ekonomik bir fayda getirmemiş, 85 - 90 yıllık bu zoraki ulus-devlet deneyinden sonra Kürd burjuvazisi Kürdistan’ı bölen sınırların (daha fazla sınır kapısıyla) açılmasını dile getirmek zorunda kalmıştır; kendi geleceği açısından başka çıkış yolu görememektedir, Ankara veya İstanbul’dan Kürdistan’ı bölen sınırların kalkmasından başka bir beklentisi yoktur.
Toparlayacak olursak, Kürd burjuvazisi ;
1.      Kendini tanımlama arayışındadır. Halkını küçümsediğinden veya bunu ulu orta ifade edebildiğinden hareketle bir öncü rolünü ondan beklemek bugün için ahmaklıktır.
2.       Türklerle aynı olmadığını bilse bile bazı reformlarla Ankara yönetimi altında Türk sınıfdaşlarıyla ‘eşit’ olabileceği iyimserliğini / ahmaklığını taşımaktadır. 
3.      Vatan, Kürdistan kelimesine henüz uzaktır ama Güney’den gelecek bir ‘Güney Burjuvazisi Dalgası’ yeni algılara sebep olabilir; bir yerlerde bir potansiyel var gibi görünüyor…
PKK ile ilgili değerlendirildiğinde;
-         bu kesimle, kendi içindeki burjuvalara rağmen arasını kuramamıştır veya kurmamıştır. Politika olarak düşünüldüğünde, kuramamıştır daha doğru bir ifadedir.
-         Kuzey Kürdistan’da PKK dışında Kurdî veya Kurdistanî bir örgütlenme yoktur; AKP Kürd siyasetinin dolduramadığı bir boşluğu doldurmaktadır.
Bu röportajdan hareketle özet olarak şunu diyebiliriz: Kürdler, her kesimiyle milli aidiyete ulaşmışlardır, sıra vatan algısının yaratılmasındadır.
Yazıyı kapatmadan önce müsaadenizle bir başka yorum çıkarmayı deneyeceğim: Analiz ettiğimiz türden bir röportajı bir Kürd gazetesi / yayın organı yapabilir miydi?
Bunun denemelerini Kürdistan Post’ta görüyoruz ama bir Kürd insanının bireysel ve yoğun emeğiyle yayınlanan bir organ olduğundan bunları henüz kurumsal bir çaba olarak değerlendiremeyiz. Cevabı hayır olarak verirsek Kürd medyasının tüm Kürdlere hitap eden veya ulaşan bir medya olmaktan uzak olduğu sonucunu çıkarabiliriz (ülke dışında yayınlanıyor olmak handicap, finans problemleriı orta yerdedir). Kürdlerin ‘önemli’ bir kesimi kendi seslerini Kürd medyasında Kürdlere duyurabilmekten uzaktırlar. Birbirimizi okuyan ‘biz’, geri kalanların sesini ancak Türk medyasından duyabiliyoruz ama onlar bizim sesimizi duyabiliyorlar mı veya ne kadar duyabiliyorlar, bilmiyoruz.
Aynısı, kullandığımız dilden (Türkçe) ve alfabeden dolayı Kürdistan’ın diğer parçaları için de geçerli bir eleştiridir.
Kürd editörlerinin ve onları finanse etme imkanlarına sahip Kürd insanlarının burada doldurabilecekleri; öncelikle prestijlerini, sonar tiraj ve kârlarını arttırabilecekleri bir boşluk gördüklerini umuyoruz.
Mehmed Husedin

 mhusedin@yahoo.com

Kürt-Ermeni çok fazla


TARİHÇİ Deringil: Doğu’da Kürt-Ermeni karışımı çok fazla. Bunun nedeni de Ermeni katliamları. İttihatçılar Ermeni nüfusun tamamını yok etme amacındaydı. Hamid’in öyle bir niyeti yoktu, Ermenileri sadece belli bir nüfusa kadar azaltmayı istiyordu. Tarihçi Selim Deringil’le yaptığımız konuşmanın ikinci bölümünü, dün kaldığımız yerden sürdürüyoruz.

Selim Deringil: 'Tehcir’de 800 bin Ermeni öldü'
Neşe Düzel/Taraf
-2-
Hamidiye Alayları bugünkü koruculuk sistemine mi benziyordu?
Hamidiye Alayları koruculuktan daha beter. Koruculuk, Kürt nüfusu yok etmek için kurulmadı. Hamid ise bu alaylara “İstediğiniz kadar Ermeni kesin, mallarını yağmalayın, helaldir. Yeter ki bunu benim söylediğim zaman yapın” dedi. Hamidiye Alayları bu topraklarda 1915’teki tehcirden önce çok büyük bir Ermeni katliamı yaptı.
Anadolu’da İttihatçılardan önce de mi Ermeni katliamı yapıldı?
Evet. Yalnız Hamid’in İttihatçılardan farkı şu oldu. İttihatçılar, Ermeni nüfusun tamamını yok etme amacındaydılar. Abdülhamit’in öyle yok etme gibi bir amacı yoktu. O, Ermeni nüfusu belli bir orana indirmek istedi. Ermenilerin sayılarını ve ekonomik etkinliklerini azaltmak ve böylece Anadolu’da, Ermenilerin yerine bir Müslüman taşra burjuvazisi yaratmak istedi.
Abdülhamit döneminde Ermeni katliamı nerelerde yapıldı?
Anadolu’da kent yaşamının olduğu her yerde Ermeniler vardı. Ordu’da, Tokat’ta, Trabzon’da, Amasya’da, Urfa’da, Sivas’ta her yerde... Katliam, Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde yapıldı. Bugün resmî tarih, o bölgelerde Ermeni isyanlarının çıktığını söylüyor ama bunların hepsine Ermeni isyanı demek çok zor.
İsyan değil mi bunlar?
Değil. Resmî tarihin ayaklanma dediği pek çok olay ayaklanma falan değil. 15-20 tane adam var. Onların gaza getirdikleri köylülerle ayaklanma oluyor. Devletin silahlı kuvvetlerine örgütlü ve başarılı bir mukavemet bir tek Zeytun’da oluyor. Çünkü Ermenilerin, isyan çıkarabilecek kadar yoğunlukta ve silahlı olduğu yerler sınırlı. Mesela Zeytun’da, Van’da ve Sivas etrafında isyanlar oluyor ama Ermeni katliamı bunların dışında bir sürü yerde yapılıyor. Mesela Urfa’da doğru dürüst bir Hınçak, Daşnak örgütlenmesi yok ama Urfa’da çok ciddi bir Ermeni katliamı var. Mesela ilk ve en yoğun yaşanan katliamlardan biri 1895’te Diyarbakır’dadır
Diyarbakır’da Ermeni katliamı mı yapıyorlar?
Tabii kıtır kıtır kesiyorlar. Hamidiye Alayları ve ahali yapıyor bunu. Bu öldürmelerde mal mülk, kız kaçırma hikâyeleri de çok var. Mesela Diyarbakır’da Ermeni esnafın dükkânı var. O dükkân, el değiştiriyor. Bunu yapan ahali. Cumhuriyet döneminde 6- 7 Eylül olaylarında da ahali vardı zaten. İnsanların arkasını sıvazlayıp yürü aslanım dediğin zaman bu işlerin içine yağma da giriyor, ırza geçme de... Üstelik ırza geçme bu bölgede çok yaşanıyor.
Niye?
Kürtler sürekli Ermeni kadınlarını kaçırıp evleniyorlar. Bunun birkaç sebebi var. Köylerde yaşayan Ermeniler Kürtler göre çok daha az silahlı olduklarından savunmasızlar. Kürtler ise aşiret hayatı sürüyorlar. Birbirleriyle savaşarak, birbirlerini soyarak yaşıyorlar. Sonra işte Hamidiye Alayları kuruluyor ve bunlara silah ve üniforma veriliyor. Hatta ilk zamanlarda başlarında bir Osmanlı subayı bulunuyor. Osmanlı bu subaylardan bazılarını, “Kazak usulü talim” görsünler diye St. Petersburg’a bile gönderiyor.
Abdülhamit dönemindeki Ermeni katliamının rakamı nedir?
1894-1897 arasında Patrikhane’nin verdiği rakama göre 300 bin Ermeni katlediliyor. Patrikhane’nin rakamı abartılı olabilir. Ama şu bir gerçek ki Abdülhamit döneminde çok önemli oranda Ermeni katlediliyor. Hatta İngiliz kaynaklarına göre, zorla dini değiştirilenler bile 20 bini buluyor. Bu katliamdan sonra Hınçak örgütü iflas ediyor. Büyük ölçüde Rusya’ya kaçıyorlar. Hınçak bağımsız sosyalist Ermenistan hedefliyor. Daşnak ise son zamanlara kadar İttihat Terakki’yle işbirliği yapıyor. Bunlar, Abdülhamit dönemi boyunca birbirlerini besliyorlar, saklıyorlar. Bu yüzden Hınçaklar, Daşnakları, “Siz, Türklerle işbirliği yaptınız ve onun için bizi kıtır kıtır kestiler” diye suçlarlar. Daha mülayim olan Daşnaklar Anadolu’da daha kuvvetliler. Onların Kilise’yle ilişkileri daha ılımlı. Ben şuna karşı çıkıyorum. 1895 katliamı, 1915’te yaşananların bir kostümlü provası olarak görülüyor. Ben bunu asla kabul etmiyorum.
İkisinde de katliam yapılmadı mı?
Abdülhamit döneminde katliam yapıldı. Ama bu, İttihatçılarınki gibi önceden tasarlanmış, planlı programlı bir şey değildi. 1915’te ise Ermenileri tamamen yok etme çabası var. Abdülhamit döneminde bölgelere “provokatör” olarak bir takım “din adamları” ve din adamı kisvesi altında dolaşan mollalar gönderiliyor. Zaten katliamların birçoğu da cuma günü yapılıyor. Cuma namazında insanları galeyana getiriyorlar. Bizim devletin kitaplarında da “Ermeniler, Müslümanlar camide namazdayken hücum ettiler” denir. Diyarbakır gibi bir yerde, Ermeniler zaten azınlıkta. Ermeni nüfusun, Müslümanlar cuma günü namazdayken hücum etmesi mümkün mü?
Katliamdan kurtulmak için Müslüman olan Ermeniler var mı peki?
Tabii var. Mesela Urfa’da katliamlar sırasında bazı evlerin damına beyaz bayrak çekilip, insanlar, “Müslüman olmak istiyoruz” diye bağırıyor. Onlar öldürülmüyor. Ama Müslüman olmak isteyip öldürülenler de var tabii.
Devletin resmî politikası nedir o sırada?
Müslümanlaşmak hemen öyle kolayca olmuyor. Bu ihtidayı devletin kabul etmesi lazım. Devlet, kitlesel ihtidaları yani topluca Müslümanlaşma isteklerini kabul ediyor. “Bunlar, Kürtlerden korktukları için şimdi Müslüman oluyorlar. Yarın yabancı devletlerin temsilciliklerine gidip bizi şikâyet ederler” diye korkuyor. Müslüman olmak Hıristiyanlık gibi onaya dayanan bir süreç değildir ki. Kelime-i Şahadet getirirsiniz ve
Müslüman olursunuz. Kişiyle Allah arasına nasıl girilebiliyor?
Tanzimat döneminden itibaren bu böyle. Devlet, Müslüman olmayla ilgili büyük bir bürokrasi yaratıyor. Kadı huzurunda şahitle Müslüman olunuyor. Hatta Tanzimat sonrası mahalli meclisler kuruluyor, Müslümanlığa geçişin oralarda kabul edilmesi gerekiyor. Yoksa devlet ihtidayı kabul etmiyor. Kitlesel din değiştirmenin kabul edilmemesi, asla Müslümanlığa uygun bir şey değil. İhtidasını arz eden birini reddetmek büyük günah. Kısacası, Ermeni nüfus budanmak isteniyor.
Ermeni kadınlarla evlenen Müslüman çok mu?
Oldukça yaygın bu. Irza geçildikten sonra kız istese de ailesine geri dönemiyor. Çocuklar oluyor... Bir de Kürtler, başlık parası vermemek için de Ermeni kızlarını tercih ediyorlar. Aslında Ermenilerle Kürtler çok karışmış iki halk. Zaten Kürdefon olan Ermeniler var. Yani ilk dili Kürtçe olan Ermeniler var. Mesela Hrant Dink’in hanımı Rakel Dink. Birçok Ermeni aşiret yerleşik değil o sırada. Bunlar göçerler. Kürtçe konuşuyorlar ama Hıristiyanlar. Kürtler ve Ermeniler birbirlerine o kadar karışmışlar ki... Biz...
Evet...
Biz, şimdiki ulus-devlet koşullanmasıyla, insanların illa tek bir şey olmasını bekliyoruz. İnsanlar birden fazla bir şey olamıyorlar ulusdevlet koşullandırmasında. Oysa bu topraklarda insanlar birden fazla şeyler. İnsanların pekala birden fazla kimliği olabiliyor. Doğu’da Kürt, Ermeni karışımı çok fazla. Yani Kürt-Ermeni çok fazla.
Anadolu’nun Müslümanlaştırılmasını konuştuk. Anadolu’da Türkleştirme hareketleri ne zaman yoğunlaştı peki?
Buna, Anadolu’yu “gayrımüslimsizleştirme” diyelim... İnsanları Türk yapmak Cumhuriyet’le oldu. İnsanlar önce isimlerini değiştirdiler sonra daha fazla direnemeyip Müslüman oldular. O ayrı bir araştırma konusu. Anadolu’yu gayrımüslimsizleştirmeye gelince... Bu, Abdülhamit döneminde yoğunlaştı ve İttihatçılar döneminde zirveye ulaştı. Bu arada unutmayalım ki, Anadolu bu dönemde Rumeli’den yoğun Müslüman göç aldı. Bunlar bir yerlere yerleştirilecek.
Anadolu çok kalabalık değil ki. Birilerini yerleştirmek için birilerini göndermek gerekmiyor değil mi?
Hayır gerekmiyor. “Abdülhamit ve İttihatçılar dönemindeki Ermeni katliamlarında, göçmenlerin payı çok büyük. Bunlar, yerinden yurdundan sürülmüş olduklarından, Rumeli’den kalan kuyruk acısıyla, Hıristiyanlara karşı intikam hissiyle hareket ettiler” denir. Doğrusu öyle mi bilemiyorum. Bu konuların bir sürüsünde o kadar havadan konuşuluyor ki. Çünkü doğru dürüst araştırma yok. Bilmiyoruz.
Bu kadar yakın bir tarihi ve bu kadar büyük bir olayı tarihçiler araştırmayıp ne yapıyorlar?
Tarihçiler ne mi yapıyor? Tarihçiler ha babam, devletin resmî tezlerini ispat etmeye uğraşıyorlar. Ermeni iddialarının ne kadar asılsız olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Zaten 1915’te Anadolu’da Ermeni kızlarını kaçırma, çocukları evlat edinme hikâyelerinin ne kadar vahim olduğu ancak savaştan sonra ortaya çıkıyor.
Evlat edinilen Ermeni çocukların sayısı ne kadar biliyor muyuz?
1915 sırasında “evlat edinilen” Ermeni kız ve erkek çocuklarıyla ilgili 300 bin rakamı veriliyor. Bu rakamın araştırılması lazım... Tam öldürülmeden önceydi, biz Hrant’la bu konuyu konuştuk. “Evlatlıklar” konusunda ortak bir proje yapacaktık. Bunlar arasında besleme denen parasız hizmetçi olarak alınan da var, evlat edinilenler de var. Türkiye’de bu konuda elimizde veri olarak sadece anılar var. Bir kaynak da Patrikhane arşivleri ama onlar Kudüs’te ve herkes giremiyor. 1915’te, kızlar çoğunlukta olmak üzere tahminen 7-16 yaş arası Ermeni çocuklar evlat ediniliyor. Bilinçleri henüz oluşmadığı ve kolay Müslümanlaştırılabilecekleri için daha çok küçük çocuklar tercih ediliyor.
Bu kadınlar Müslümanlaştılar mı?
Gizli gizli Hıristiyanlıklarını yaşayanlar da var. Aralarında koyu Müslüman olanlar da var. Kimi Ermeniliğinden hiç bahsetmiyor. Kimi, Ermeni olduğunu sadece evde söylüyor. Koyu Müslüman olmak, “başıma bu felaketler geldi” deyip bir tür sığınmadır. Çünkü insanlar hatırlıyorlar. Yanında birisinin annesine tecavüz edip, sonra gırtlağını kesmesini, ya da kafasını taşa çarpıp, bu öldü diye bırakmasını hafızalarından silemiyorlar. Ben gizli gizli Hıristiyanlığını yaşayanların çok yüksek oranda olduğunu sanmıyorum.
Anadolu’da bir şekilde kalmış olan Ermeniler Cumhuriyet döneminde neler yaşıyor?
1927 yılı Patrikhane rakamlarına göre, Cumhuriyet Anadolu’sunda 300 bin Ermeni var. Bu bayağı bir nüfus. Katliamdan kurtulmuş veya bir şekilde muaf tutulmuş olanlar bunlar. Ama insanlar yoruluyor tabii. Gündelik baskılar sonucunda bunların arasında kademe kademe Müslümanlaşanlar oluyor. Adama ismini soruyorlar. “Kirkor” diye cevap veriyor. “Ne biçim ismin var” diyorlar. Bunu bir kere, yirmi kere dinlersiniz, sonra Kayahan olursunuz, Murat olursunuz. İlla dininizi değiştirmezsiniz ama bu tarz gündelik aşağılamalar sonucunda kendinizi gizlersiniz.
Cumhuriyet’in başındaki 300 bin Ermeniden bugün geriye ne kadar Ermeni nüfus kaldı?
60 bin küsur. Cumhuriyet döneminde de Ermenilere ve bütün gayrımüslimlere yönelik bir “ikinci dalga yok etme” süreci yaşanıyor. Bu yok etme, illa öldürerek değil, insanların hayatlarını çekilmez hale getirerek, cehenneme çevirerek yapılıyor. Ve sonunda insanlar yurtdışına göç ediyor. Ben yeni keşfettim. Kürt aşiretlerinin elebaşlarını Batı’ya göç etmeye zorlayan 1934’teki İskân Kanunu, Ermenilere de uygulanmış. Mesela Urfa, Diyarbakır, Sivas’taki Ermenilere “hadi siz de İstanbul’a, İzmir’e” deniyor. Ermenilere ve diğer gayrımüslimlere yapılan uygulamalarda, Cumhuriyet dönemiyle Osmanlı arasında çok çarpıcı bir fark var.
Nedir fark?
Sözüm ona hilafet devleti olan Osmanlı’da Ermeniler, devlette en yüksek mertebelere çıkabilirken, laik, seküler, çağdaş TC devletinde bir Ermeninin dışişlerine, askeriyeye, polise girmesi asla söz konusu değil. Bu insanlar bekçi bile olamazlar.
Siz bu hukuksuzluğu nasıl açıklıyorsunuz?
Kanunen hiçbir engel yok ama Cumhuriyet tamamen etnik kökenlere dayalı bir oluşum. Eşitlik falan hikâye. Vatandaşlık da hikâye. Cumhuriyet “güvenilir ve güvenilmez” unsur meselesi üzerine kuruldu. Düşünün bu vatandaşlara “yerli yabancı” dendi. Yani içimizdeki yabancı... Benim bir Ermeni kız öğrencimi THY’ye hostes olarak almadılar. 1934’te İskân Kanunu’yla Anadolu’daki Ermenilerin tekrar sürülmesiyle ilgili benim tahminim şu. Bence, “Kürtleri zaman içinde Türkleştireceğiz. Ermeniler burada olmasın” diye düşünüldü.
Kürtleri Türkleştirme girişimi oldu mu Osmanlı döneminde?
Asla. Osmanlı döneminde Kürt diye bir kavram yok. Bunlar, Müslüman sonuçta. Başta söylediğim gibi Abdülhamit döneminde Şafi Kürtleri bir miktar Hanefileştirme çabaları var. Bir de Hamidiye Alaylarına Alevi Kürtleri almıyorlar.
Kürtlerden kurulan Hamidiye Alayları, Alevi Kürtleri de mi katlediyor?
Tabii. Bir de şimdi Musul’un yukarısında kalan Yezidiler var. Onların Şafi olanlarını Hamidiye Alaylarına alıyorlar. Müslümanlaştıramadıklarını, Yezidi inancında kalanları katliama tâbi tutuyorlar.
Her toplumun tarihi bu kadar kanlı mıdır?
Bizimki biraz özellikle iç karartıcı galiba. Bunu da kabul etmek lazım. Geçen gün Başbakan’ın, “benim atalarıma soykırım yaptı dedirtemezsiniz” diye bağırmasının arka planında, galiba hepimizin kafasının gerisinde “galiba yapmışlar” düşüncesi yatıyor. İttihatçılar, Ermenileri yok etmeye çalıştılar. Artık buna, soykırım mı, katliam mı, mukatele mi dersiniz...
Karşılıklı katliam-mukatele olabilir mi bu yaşananlar?
Mukatele olabilmesi için tarafların hemen hemen eşit olması lazım. O dönemin Anadolu’sunda bu durum ancak yer yer var. Bugün resmî tarihte anlatıldığı gibi Anadolu çapında böyle bir durum yok. Bu arada bazı Ermeniler tehcirden muaf tutuluyorlar. Mesela İstanbul, büyük ölçüde muaf tutuluyor. İzmir Ermenileri, valiye rüşvet vererek kalabiliyorlar. Kütahya’da, vali İttihatçılara karşı direniyor ve Ermenileri kurtarıyor. Direnen başka Osmanlı memurları da oluyor ama, onlar ya öldürülüyorlar ya da başka yere sürülüyorlar. Bunların haricinde, Ermeniler büyük ölçüde yok ediliyor.
Tehcir sırasındaki katledilen Ermenilerin sayısı nedir?
Çok siyasileşmiş bir konu bu. Ermeni diasporası ve Ermenistan, bu rakamın 1,5 milyona vardığını söylüyor. Bizim resmî tarihte her türlü fikir var. Yusuf Halaçoğlu, 50-60 bin diyor. Kâmuran Gürün, zamanında 200-300 bin dedi. Birleşmiş Milletler’in öncülüğünü yapmış olan Cemiyet’i Akvam, katledilen rakam olarak 800 bin demişti. Benim düşüncem 800 bin rakamı. Yolda hastalanıp ölenler de dahil buna.

Kurumlaşmış Erkek Egemenliğine Hayır!

Biz kadınların yürek-duygu ve akıl dünyası cinsiyetçi ideolojiden arınırsa erkek aklı ve duygudan yoksun iktidar dünyasının yaşanılmazlığı, adaletsizliği, kötülüğü, zulmü saklanmak için hiçbir maske takamaz.



ŞAFAK ARYEN

 
Tecavüze uğramak; ruhen, fiziken, her türlü şiddete maruz kalmak, altında ezilmek, başkalaşmak, zayıf ve korumaya muhtaç olmak, iradesizleşmek, başkasının mülküne dönüşmek vs. daha da çoğaltılabilecek egemenlik kaynaklı ideolojinin yol açtığı sonuçlar sistematik bir uygulamayla kendisini kimliksel özelliklere dönüştürmekte. Toplam ifadesinde tecavüz kültürünün uygulanma biçimleri olarak değerlendirilebilecek bu gerçeklikler elbette kadın olarak kadın olamamanın, ben-biz olamamanın temel nedenini oluşturmakta. Özgürlük
İhtiyacı ve insan olma zorunluluğunun bilinci ve gerekliliğiyle soruna yaklaşırsak insan eliyle inşa edilen tecavüz kültürünü tanımlamış, onunla mücadele iradesini açığa çıkarmış oluruz. O halde öncelikli olarak nedir tecavüz kültürü, nasıl uygulanıyor diyoruz, demeliyiz.
Tecavüz kültürü esasında cinsiyetçi ideolojiye dayalı yapılanmış zor karakterli, el koyma, gasp etme, mülkleştirme, militarizm temelinde içerik bulmuş bir kültürel dokudur. Yani kaynağında cinsiyetçi ideoloji, dolayısıyla hiyerarşik, iktidarcı, devletçi zihniyet vardır. Reber APO; “Cinsiyetçiliğe, hiyerarşik çıkıştan beri iktidar ideolojisi olarak anlam yüklenmiştir. Sınıflaşma ve iktidarlaşma ile yakından bağlantılıdır” derken tecavüz kültürünün dayandığı ideolojik alt yapıyı ifadelendiriyor. Cinsiyetçi ideoloji doğal toplum ve onun kadın öncülüklü özgür kültürü karşısında bir karşı devrimdir. Yani kadın şahsında kadınla birlikte toplum aleyhine gerçekleştirilen bir karşı devrimdir. Bu karşı devrim tarihin seyrini değiştirmiştir. Devletçi ideolojinin, devletçi, iktidarcı sistemin tarih sahnesine çıkmasına ve günümüze kadar kurumsallaşmasına yol açmıştır. Bu nedenle beş bin yıllık egemenlikli sistem tecavüz kültürü olarak adlandırılır. Tecavüz kültürü, öncelikli kaynağını iktidarcı ideolojiden aldığından en fazla da iktidarın kurumlaşmış ifadesi olan devletçi yapılanmaların özünü belirlemektedir. Devlet yapılanması esasında toplumun, halkların kadınların hak ve özgürlüklerine el koyma aracıdır. Kendisini kurumlaştırırken orduya dayalı şiddet yöntemini kullanırken işgal edilen ülkelerde her türlü zor uygulaması, halkları ele geçirmede öldürme ve emeğine el koymanın yanı sıra kadınlara hatta erkeklere tecavüz ederek toplumu kişiliksizleştirme devletçi ideolojinin pratikleşme biçimidir. İşgalci güçlerin her türlü uygulaması diğer devletçi güçlerce ciddi bir tepki görmemekte, böylelikle insan zihninde tecavüz kültürü meşrulaştırılmaktadır.
Devletlerin koruma araçları olarak geliştirilen hukuk bu uygulamaların meşruiyetini sağlamaya dönük bir donanım olmakta, şiddetin yanı sıra kanunsal zor uygulanarak insanın varlık hakkına tecavüz edilmektedir. Ortadoğu devletçi yapılanmalarında devlet zoruyla kadına ve topluma sahip olma şekli daha kaba yöntemlerle kendisini ortaya koyarken batı toplumlarında da insanın kimliği, kişiliği, bedeni ruhu daha inceltilmiş yöntemlerle, liberal yaklaşımla daha derin yaşanmaktadır. Kadının statüsü iradesi ve insan olma kimliğinin getirdiği hakların ötesinde sisteme ve erkeğe hizmet sınırlarında devlet eliyle belirlenmekte, cinselliğinin pazarlanması bireysel özgürlükle ifade edilmekte.  Tecavüz kültürünü meşrulaştıran devletin kendisidir. Fuhuş bir devlet politikası olarak kurumsallaşmıştır, resmiyet kazanmıştır. Devlet nezaretinde yaptırılan fuhuştan devlet vergi almakta, ancak kayıt dışı yapılan fuhuş ise polis baskınına uğramakta. Hukuk sistemlerinde kadın üzerindeki tahakkümcülük birçok yasa da meşrulaştırılmakta, özellikle toplumların teslim alınıp sisteme hizmet ettirilmesinde kadın kimliğinin işgali meşrulaştırılmaktadır.
Toplumda içerilmiş kölelik, bu anlamda iktidarcı ideolojinin tecavüz kültürüne maruz kalma siyasal ve sosyal sonuçlar doğurmaktadır. Siyasal sonuçlar açısından toplumun devleti beslemesi, onaylaması, iktidarın kendisini süreklileştirmesini beraberinde getirmekte, her türlü hakkın devletçe gaspının reva görülmesi iktidarı meşrulaştırmaktadır. Bunun bir diğer yönü sosyal sonuçlardır. Asimilasyona, talana maruz kalan bir toplumun kimliğinden uzaklaştırılması ve o toplum açısından bunun kabulü onursuzluk doğurmakta, kendinden tavizi süreklileştirmektedir. Zorla ya da ideolojik yöntemlerle köleliği kabul etmek kişilik parçalanmasına ve irade yitimine yol açmakta, bunalım, umutsuzluk, mücadelesizlik, anlam gücünün yitirilmesi, manevi çöküntü toplumun karakter özelliğine dönüşmektedir. Aile esasta devletçi yapılanmanın süreklileştirilmesi aracına dönüştürülürken erkeğe kadın üzerinde her türlü tasarruf hakkının verilmesi, kadının mülkleştirilmesi üzerinden erkeğin köleleştirilmesi kendine yabancılaşmayı doğurmaktadır. Bu denklemde özsel gücünü yitirmiş sağlıksız bir toplumsal gerçeklikle, direnç gücü bulamayan ve dayatılana teslim olan kadın ve erkek gerçeği söz konusu oluyor. Böyle bir yapılanma sisteme direnç yerine toplum içi şiddeti, ahlaki çöküntüyü, bireyciliği, zorla gasp etmeyi, kadını en dip noktaya indirgemeyi, cinselliği hayvani dürtülerle ele almayı beraberinde getiriyor. Nitekim dünya ölçeğinde açığa çıkan istatistiksel sonuçlar günlük olarak bile kadına tecavüz, şiddet kullanımı, başkasının malını gasp etme vs. noktalarda fiili durum oranını yüz binlerle ifadelendiriyor. Basit bir tatmin, ya da hakimiyetini ilan adına kadına fiziksel tecavüz insanlığın dip noktaya vurduğu noktadır. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda gelinen nokta; toplumsal çöküntü, yaşamın anlamsızlaşması, insanlık açısından değer yitimi, özgür ve eşit yaşamdan büyük uzaklaşma ve kopuştur. Tecavüz kültürüne en fazla kadın maruz kalmakla birlikte kadınla başlayan kadınla biten bir durum değildir. Kadın üzerinden başlatılıp tüm toplum tecavüze uğramaktadır. İrade kazanmamış, toplumsal politikanın yapılmadığı her sistemde toplum tecavüzü günlük olarak yaşamaktadır.
Tecavüz kültürünün içeriği ve sonuçlarını bu temelde değerlendirirken doğadan sapma olarak ele alınabilecek bu durumu aşmanın zorunluluğu, bu anlamda ahlaki ve politik toplum denkleminde yeni özgürlüksel bir kültürel doku inşa etmenin ihtiyacı vardır. Otuz yıllık mücadele geleneği ve mirasına dayalı kadın özgürlük hareketinin başlattığı “özgürlük mücadelesini yükseltelim, tecavüz kültürünü aşalım” kampanyası özde kadın özgürlük mücadelesinin önemli bir aşaması, cinsiyetçi ideoloji ve uygulamaları karşısında yoğunlaşmış bir tutum oluyor. Tecavüz kültürüne hayır diyebilmek her alanda radikal değişimi dayatmak, özde verili kadın kimliğinden kurtularak kendi özsel kişiliğimizin önünü açmak anlamına gelir. Kadınların erkek kültürü ve buna göre yapılanmış kişiliğiyle mücadelesi bir öz savunma ilkesidir. Böyle bakmak ve savunma mekanizmamızı güçlü oluşturmak durumundayız. Çünkü biz kadınız, insan olmanın özünü taşıyoruz, her türlü hakarete, küçük düşürmeye maruz kalanız, bunun hesabını soracak yürek ve beyine sahibiz, ben ve biz olmak isteyeniz. Peki tüm bunların pratik tutumu olacak kampanyayı hangi alanlarda yoğunlaştıracak, neyi hedefleyeceğiz?
Öncelikli olarak örgütlenmeyi temel hedef olarak belirlemeliyiz. Örgütsüz olan zayıf olandır. Sistem esasında kadını tekleştirip, kadının kadınla ilişkisini rekabete dönüştürerek gücünü parçalayıp kadını sistem içileştirdi, kendi cinsiyle uğraşır hale getirdi. Bunun için öncelikli olarak örgütlülük ve kadın birliği gerekli. Örgütsüz tek bir kadın bırakmama, köylerden başlayarak, her mahallede, her sokakta, ilçede, illerde mutlaka örgütlülüğü hedeflemeliyiz. Dev bir kadın organizasyonuna ulaşabilirsek, yine kadın gündemli ne zamanki milyonlarca kadını harekete geçirebilen bir kapasiteyi ortaya çıkarabilirsek işte o zaman böylesine kadın örgütü karşısında hiçbir sistem dayanamaz. Toplumsal gerilikler erir. Bu kampanya süresince ideolojik olarak eğitim, örgütlenme, komün ve meclisleşmeyi işin esasına oturtmak gerekir.  Özgürlük mücadelemizin Kürt kadınının şahsında ve toplumda ortaya çıkardığı sosyal devrim, kültürel devrimin ortaya çıkardığı gelişmeler fazlasıyla buna imkan tanımaktadır.
Bunun ikinci adımı siyasal amaç olarak ifadelendirilebilecek devlet ve iktidarcı yapılanmanın kurumlaştığı gerçeklik karşısında mücadeledir. Devleti meşrulaştıran toplumun itaatidir, tecavüz kültürünü meşrulaştıran devlettir. Bunun karşısında kadının ve halkımızın haklarını korumak, mücadele etmek, toplumsal gerçeklikte devlet otoritesini zayıflatmak ve etkisizleştirmeyi önde tutmak kampanyanın önemli bir hedefi olmalı. Önderliğimiz “devlet erkeğin kurumlaşmasıdır” diyor. Kurumlaşmış erkeklik; kurumlaşmış egemenlik, uygulamada kurumlaşmış başta kadına dönük olmak üzere sömürgeciliktir. Bu nedenle kampanya kapsamı kurumlaşmış erkekliğe ve onun her türlü uygulamalarına radikal bir “HAYIR” olabilmeli.
Kuşkusuz verili toplum, verili kadın ve erkeklik toplumsal cinsiyeti hem uygulayan, hem üretendir. Kişiliğe dönüşmüş verili özellikler toplumsal olarak içerilmiş köleliğe yol açmaktadır. Bu nedenle toplumsal değişimi hedeflemek, kadın ve erkek kimliğini sorgulatmak, kadında çaresizliği, boyun eğmişliği ya da özgürlük yanılsamasıyla gönüllü uygulayıcılığı, erkekte devlet köleliğini, dürtüsel yaşamı aşmak toplumsal hedef olmalı. Öyle bir verili toplum gerçeğiyle karşı karşıyayız ki tecavüze uğramış kadın suçlanmakta, dışlanmakta, toplumsal kabulün dışına itilmekte. Bu gerçeklik, bu algılayış, bu adaletsizlik ve buna yol açan verili ahlaki yapı yaşanılır, kabul edilir değil. Kampanya toplumsal değişimi insan olmanın hakkını ve bunun gerektirdiği adaleti sağlama duygusuyla yoğunlaşmalı, bilinçli ve ısrarlı bir hamle olmalı.
Kadın özgürlüğü genel bir sorundur, bunun muhatabı bütün kadınlar, dolayısıyla bütün toplumdur. Bunun bilinciyle yaklaşırsak kadın birlikteliği gerekliliği ve ilkesine dayalı olarak tüm kadınların bu mücadeleye katılımı ve devletçi siyasetlerin, marjinal tutumların ötesinde özgürlük istemiyle kendilerini ifade etmeleri önemlidir, önemsenmelidir. Çünkü özgürlüğün koşulu; bilinç, örgütlenme, güç biriktirme, irade açığa çıkarma ve bunu mücadeleye dönüştürme cesaretidir. Kampanya tüm kadınlar açısından bu bilinci ve katılımı sağlamanın vesilesi, aynı zamanda pratik uygulama alanı olabilmeli.
Kürt kadınının tecavüz kültürüne tavrı hem cins hem de ulusal kimliğine sahip çıkması anlamına gelir. Sosyolojik açıdan devlet zulmünün yol açtığı kişilik parçalanması kadar toplumsal dokunun da her parçanın özgünlüğüne göre değişmekle birlikte ağır hastalık sorunları, cinsiyetçi ideolojinin hukuku ve uygulamaları çok yoğun. Berdel, küçük yaşta evlendirme, töre cinayetleri, fuhuş sektörünün yozlaştırıcılığı, aile içi tecavüz gibi sıralanabilecek hastalıklı durumlar Kürt kadını açısından tecavüz kültürünün kapsamında ele alınmalı, ele almalıyız. Kürt kadınları olarak şunun bilincine varmak durumundayız; kadın kendi özgürlüğünü kendi dinamikleri ve örgütlülüğüyle yaratabilir, yaşanılmaz olanı reddedip, hak ettiği geleceği öz iradesiyle yürüteceği mücadeleyle kazanabilir. Kadının özgürlüğü özgür Kürt kimliğini yaratmanın ön koşuludur. Güney Kürdistan örneğinde de görüldüğü gibi ilkel milliyetçi, işbirlikçi siyasi yapılanma kadına daha fazla kötülük ve zulüm getirir. Güney parlamentosunda kararlaştırılan çok eşli evlilik tecavüzü resmileştirmektir. Bu nedenle özgür kadın özgür kimlik denklemini görmek, biz kadınların özgürlüğünü sınırlandıran hiçbir siyasi yaklaşıma geçit vermemek, kadın birliği ve mücadelesini dört parçada örgütlemek elbette özgürlüğümüz ve geleceğimiz için önemlidir. Gerçeklik buysa Kürt kadınının tecavüz kültürüne cevabı etkili ve radikal olmalıdır. Bu nedenle kampanyayı mücadeleye vesile edip bilinçlenme ve eylem diyalektiğinde etkili katılmak özgürlük onuru adına güçlü bir tutumu ifade eder.
Biz kadınların yürek-duygu ve akıl dünyası cinsiyetçi ideolojiden arınırsa erkek aklı ve duygudan yoksun iktidar dünyasının yaşanılmazlığı, adaletsizliği, kötülüğü, zulmü saklanmak için hiçbir maske takamaz. Korkanın, yüzünü gösteremeyenin maskeye ihtiyacı vardır. Bu maskeyi düşürmek özgürlük mücadelesinin yarısıdır. Bu nedenle bilinçli, yürekli ve duygu yüklü bir kadın gerçeği karşısında kötü olan görülsün ve yenilsin demeli, bunun amansız mücadelecisi olmalıyız. Tecavüzcünün yüzünü deşifre edip ona hayır diyelim, özgürlük mücadelesini yükseltip onu yenelim, yaşamımızı bütün çirkinliklerden yıkayıp bize ait olanla yaşamı örgütleyelim ve daha güzel bir dünyanın inancıyla bu inancın pratikçileri olalım. Bunun için bütün istemimiz ve inancımızla diyelim ki; “özgürlük mücadelesini yükseltelim, tecavüz kültürünü aşalım!”

AKP Anayasa Komplosu Peşinde

Yeni_Özgür_PolitikaAKP demokratik bir anayasa yapmıyor, kendisini güçlendirmeyi hedefliyor. Bu da bir anayasal komplo ve darbe anlamına gelmektedir. Bu değişikliklerle bırakalım demokratikleşmeyi, demokratik güçlere komplo kurmayı amaçlamaktadır. Demokratik özlemin ve bu temelde demokrasi hareketinin Türkiye açısından olmazsa olmaz bir ihtiyaç hale geldiği dönemde bu sözde değişiklikler bu anlama geliyor.
KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu anayasanın kısmi değişimi konusunda AKP’nin oyununa gelinmemesi gerektiğini belirterek, “demokratikleşmeyi değil de, kendi iktidarını sistem içinde güçlendirmeyi hedefleyen AKP’nin demokratikleşmeyi geliştirecek ne bir anayasa yapma gücü vardır, ne de öngördüğü değişiklikler bu çerçevededir. Bu açıdan demokrasi güçlerini ve Kürtleri memnun edecek bir paket değildir. Bu yönüyle demokrasi güçleri ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin böyle bir paketi desteklemesi mümkün değildir” dedi.

AKP’nin kısmi anayasa değişikliği paketinde Kürtleri ilgilendiren maddeler olmadığı gibi, Kürtlerin hassas olduğu TMK’nın köklü değiştirilmesi ve seçim barajının düşürülmesi gibi adımların da atılmayacağı görülüyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKP’nin kısmi anayasa değişikliğini gündeme getirmesinin nedeni Türkiye’yi demokratikleştirmek ve temel sorunlarına çözüm bulmak değildir. AKP halkın demokratik değerlerini sömürerek iktidara geldiği halde demokratikleşmede ciddi bir gelişme yaratamamıştır. Çünkü Türkiye’deki demokrasinin anahtarı olan Kürt sorununun çözümünde ciddi adımlar atılmayınca, doğal olarak Türkiye’nin genel anlamda demokratikleşmesinde de gelişme sağlanamamıştır. Çünkü Türkiye’de Kürtler yararlanır diye demokratik adımlar atılmıyor. Kürt sorununu çözecek demokratik adımlar atılmayınca da, Türkiye’de demokrasi sözde kalıyor. Köklü bir anayasa, hukuk ve yasa reformu yapılmadığı gibi, ortaya çıkan demokratik birikimler de demokrasinin gelişmesi doğrultusunda değerlendirilemiyor.

AKP, Kürt sorununu çözemediği için doğal olarak da söylediği demokrasi söylemleri demagojiden öteye gitmemiştir. Bu nedenle de sözde demokratlığı, sözde Müslümanlığı yıpranmıştır. AKP bu durumu görerek yakınlaşan yeni seçimde yine alternatifsiz bir güç olduğunu ortaya koymak için bu anayasa değişikliklerini gündeme getirmiştir. Ona göre Türkiye’deki sol ve demokrasi güçleri toparlanarak demokratik alternatif haline gelemiyor. MHP’nin zaten kimliği bellidir. CHP ise son yıllarda demokrasi konusunda çok tutucu, hatta demokratikleşmeyle ters bir politik tutum içinde olmuştur. AKP bu durumu bir alternatifsizlik olarak görüp değerlendirmeye çalışmaktadır. Seçim öncesi “demokratik reformlar yapıyorum, 12 Eylül Anayasası’nın kimi olumsuz maddelerini değiştiriyorum, 12 Eylül’ü yapanları yargılama yolunu açıyorum” biçimindeki yaklaşımlarla, yine toplumu aldatarak iktidar olmak istemektedir.

Amaç Türkiye’nin demokratikleşmesi değil de, yeni bir seçim kazanmak olduğundan Türkiye’nin demokratikleşmesiyle ilgili temel konularda herhangi bir değişikliğe gitmemektedir. Kürt sorununun çözümünü ilgilendiren anayasa değişikliği yapmıyor. Zaten Cemil Çiçek “bizim de 5 madde dışında anayasayı tümden değiştirme yaklaşımımız var” derken ne demokratikleşmeden ne de Kürt sorununun çözümünden yana olduklarını göstermiştir. Çünkü 12 Eylül Anayasası’nın ruhunu belirleyen zaten bu 5 maddedir. Bu 5 madde Kürtler üzerinde siyasi egemenliği kurmayı ve kültürel soykırımı tamamlamayı sağlayan maddeler olduğu gibi, demokrasi ve sol güçlerin de baskı altına alınmasına yol açan maddelerdir.

Zaten AKP’nin Grup Başkanvekillerinden Bozdağ, Barış ve Demokrasi Partisi’nin paketi desteklemek için öne sürdüğü kırmızı çizgilerden olan seçim barajını düşürmeyeceğini açıkça ortaya koymuştur. “biz barajı düşürmeyiz” demiştir. Barajın Türkiye’de istikrarın garantisi olduğu biçiminde sözler söylemiştir. Bu bile AKP’nin ne kadar antidemokratik zihniyete sahip olduğunu göstermektedir. Toplumsal kesimlerin temsil edilmemeleri herhangi bir ülkede siyasi sorunlar yaratır ve siyasi istikrarsızlık ortaya çıkartır. Bu barajın en başta da Kürt halkının demokratik siyasi güçlerinin Meclis’e girmesinin engellenmesi için konulduğunu herkes bilmektedir. Şimdi Kürtlerin demokratik siyasetçilerinin Meclis’e girmesinin önünü kesmek isteyen bir AKP, Kürt sorununu çözebilir mi? Kürtleri demokratik sistem içine almayan, bu temelde Kürt sorununun demokratik çözümü için koşulları hazırlamayan bir AKP’nin demokratikliğinden söz edilebilir mi? Ya da böyle bir hükümet demokratik anayasa paketi ortaya koyabilir mi? Bu açıdan AKP bu zihniyetle anayasanın özünü ve ruhunu değiştiremeyeceği gibi Kürt sorunu ve demokratikleşme konusunda da adımlar atamaz.

Anlaşılıyor ki AKP bu değişikliklerle en başta da kendisiyle sorun yaşayan yargıyı sınırlayıp kendisinin kontrolünde, etkisinde bir yargı ortaya çıkarmaya çalışıyor. Kuşkusuz Türkiye’de yargı gericidir, faşist zihniyettedir, toplum üzerinde baskı aracı olarak kullanılmaktadır. Ama yargının, hakimlerin böyle bir tutum içine girmesinin nedeni 12 Eylül Anayasası’nın ruhudur. Cemil Çiçek’in söylediği o 5 maddedir. Bu açıdan bunları değiştirmeden, Anayasa’yı değiştirmeden hakimlerin şu ya da bu yöntemle seçilmesinin fazla bir anlamı yoktur. Çünkü hakimler bu anayasayı uygulamak zorundalar. Bu anayasanın gerektirdiği biçimde hareket etmek durumundalar. AKP bile kendisinin bazı uygulamaları eleştirildiğinde, “neden böyle uygulamalar yapıyorsunuz, neden bu tür baskı mekanizmalarını devreye koyuyorsunuz” denildiğinde, “ne yapalım mevcut anayasa içinde bunlar suçtur ya da mevcut anayasa içinde ancak bunlar yapılmaktadır” diyerek antidemokratik uygulamaları meşrulaştırma izahatında bulunmuştur. Şimdiye kadar böyle diyen AKP Hükümeti, anayasayı köklü değiştirmeden, ruhunu, özünü ve amacını değişikliğe uğratmadan, kurumların bileşimi ya da seçim yöntemlerini değiştirerek hangi gelişmeyi yaratabilir? Kaldı ki, hakimleri seçme konusunda öngördüğü yöntemlerin de öyle çok demokratik olduğu söylenemez.

Bu açıdan AKP kendi varlığını Türkiye’yi demokratikleştirmede değil de kendisini içteki iktidar bloklarına, dıştaki güçlere pazarlayarak sürdürme anlayışı içinde olduğundan gerçek anlamda bir demokratikleşme paketi ve bu temelde köklü anayasa değişikliklerini gündeme getirmemiştir. Biz bu yönüyle bu paketin demokratik bir karakterde olmadığını, bu nedenle bu paket etrafında kim demokratiktir, kim demokrat değildir tartışması yapmanın bir saptırma olduğunu düşünüyoruz.

Kürt Halk Önderi, AKP’nin gündeme koyduğu kısmi anayasa değişikliğini ‘bir anayasal ve hukuksal komplo’ olarak değerlendirmiştir. Kürt Halk Önderi’ni böyle bir yargıya götüren nedenler nedir?
Kürt Halk Önderi, AKP’nin Türkiye’nin en temel sorunu olan Kürt sorununa ciddiyetsiz yaklaşımı nedeniyle bu değişiklikleri de bu çerçevede ele almıştır. Anayasa değiştirmek isteyenler ilk önce Türkiye’nin temel sorununu ilgilendiren konuları önceliklerine alırlar. Ne var ki AKP’nin öncelikleriyle Türkiye’nin öncelikleri arasında hiçbir benzerlik yoktur. Aksine kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye’nin öncelikleri sorununu öteleyen, bu temelde de Türkiye’yi büyük tehlikelerle karşı karşıya bırakan bir hükümet gerçeği bulunmaktadır. AKP tüccar kafalılığı ve kasaba politikacılığıyla toplumu ve herkesi aptal yerine koymaktadır. AKP’nin bu basit yaklaşımları Kürt Halk Önderi’ni öfkelen- dirmektedir. Bu nedenle defalarca AKP hükümetine ciddi olması çağrısını yapmıştır. AKP, bu değişikliklerle demokratik bir anayasa yapmıyor, kendisini güçlendirmeyi hedefliyor. Bu da bir anayasal komplo ve darbe anlamına gelmektedir. Bu değişikliklerle bırakalım demokratikleşmeyi, demokratik güçlere komplo kurmayı amaçlamaktadır. Demokratik özlemin ve bu temelde demokrasi hareketinin Türkiye açısından olmazsa olmaz bir ihtiyaç hale geldiği dönemde böyle sözde demokratik değişiklikler yapıyormuş gibi toplumu aldatarak, bu temelde demokrasi güçlerine ve Kürt hareketine bir komplo yapmaya çalışmaktadır. Bu komplo üzerinde de yeniden hükümet olmayı hesaplamaktadır. Kendisi demokrat olmadığı halde 8 yıldır toplumun demokratik özlemini sömürerek kendisini ekonomik, sosyal ve siyasal alanda güç yaparak demokratik olmayan Türkiye’nin siyasi parçası haline geldiği halde kendisini desteklemeyen demokrasi güçlerini demokrat olmamakla suçlayacak bir komplo kurmaktadır.

Meclis’teki sayısına dayanarak ve demagojik söylemiyle bu değişiklikler temelinde devleti ele geçirmeye çalışmaktadırlar. Bu da iktidarı ele geçirmedeki komplo ve darbe yöntemlerinin bir benzeri olarak gündeme gelmektedir. Halbuki ne anayasalar ne de anayasal değişiklikler böyle fırsatçı ve komplocu anlayışla yapılabilir. Özellikle topluma dayanan ve demokratik güçleri ciddiye alan bir yaklaşım ancak demokratik anayasa yapabilir ya da bu yönlü gerçeklikler gerçekleştirilebilir. AKP ise Türkiye’nin en demokratik siyasal gücü olan Kürtleri dikkate almadığı gibi tasfiye etmeye çalışmaktadır. Sol demokratları da ciddiye almayan, hatta toplumdaki radikal demokrasi taleplerini bastıran ve öteleyen bir yaklaşımla bu değişiklikler gündeme getirildiği için Kürt Halk Önderi bu gerçekleri demokratik anayasa değişiklikleri değil, kendini güç yapmak için kullandığı bir komplo yöntemi olarak değerlendirmiştir.

Yine hukuk ve mahkemeler konusunda gündeme getirilen değişiklikler ise sistemli bir demokratik hukukun bir parçası olarak değil de, kimi yerlerde gücünü arttıracak bir anlayışla gündeme getirildiği için bu yaklaşıma da hukuk komplosu tanımlaması yapmıştır. Çünkü anayasa ve yasaları demokratikleştirme temelinde bir demokratik hukuk ya da toplumun çıkarını dikkate alan hukuk düzenlemeleri yapılmıyor. Sadece verili hukuku uygulayacak kurumların nasıl olacağı ve bileşimin kimler tarafından seçileceği gibi tekniki değişiklikler gündeme getiriliyor. Bu da Türkiye’deki gerici hukuk sistemini ele geçirip iktidar mücadelesi içinde olduğu güçlere karşı kullanma anlamına gelmektedir. Aslında geçmişten beri toplumda terör estiren gerici-faşist kurumların el değiştirmesi hedeflenmektedir. Bunun da yalın biçimde bir hukuk komplosu olduğu açıktır.

Mevcut hukuksal sistemi oluşturan anayasa, yasa, tüzük, yönetmelik ve talimnamelerden en fazla zarar gören Kürt halkıdır. Mevcut hukuk sistemi tam bir kurumsal faşizmi ifade etmektedir. AKP bu durumu değiştiren hukuki düzenlemeler ortaya koymuyor. Sadece bu hukuk sistemini uygulayan kurum ve kişilerin durumunu yeniden düzenliyor. Buna anayasal komplo denmez de ne denir? Buna hukuksal komplo denmez de ne denir?

AKP, parti kapatmayı zorlaştırırken inisiyatifi Meclis’e bıraktı. AKP bu değişiklikle kendisini mi sağlama almak istiyor?
Parti kapatmalar konusunun Meclis’e bırakılması da, öyle parti kapatmaları konusunda köklü bir çözümü getirmiyor. Bir yönüyle Meclis’te güçlü olan, önemli düzeyde milletvekili olan partilerin kapatılmaması konusunda kısmi bir güvence yaratılmış olunuyor. Bu durum daha az milletvekiline sahip partilerin her zaman kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasını ortadan kaldırmıyor. Mahkemeler ve hakimler konusundaki biçimsel yaklaşım burada da sürmektedir. Önemli olan parti kapatmaların tümüyle önüne geçmektir. Parti kapatma gerekçelerinin anayasa ve yasalardan çıkarılması gerekmektedir. Doğrudan şiddete başvurmadığı takdirde, partilerin kapatılmasını tümden engelleyen bir yaklaşımın ortaya konulması gerekmektedir. AKP bunu ortaya koymuyor. Bu yönüyle parti kapatmaların önüne geçecek anayasa değişikliği yapmıyor. Parti kapatma gerekçeleri ve bunun çerçevesi korunuyor. Parti kapatma gerekçelerini ortadan kaldırma yerine Anayasa Mahkemesi’nin Meclis izniyle yargılama yapmasını sağlayan bir değişiklik yapıyorlar. Görüldüğü gibi burada da bir samimiyetsizlik vardır. Halbuki yapılması gereken, kapatma davasına gerekçe olan Anayasa maddelerinin tümden değiştirilmesi gerekmektedir.

Basına yansıdığı kadarıyla BDP tümden demokratik yeni bir anayasa yapılması talebinde bulunsa da, bazı değişiklikler olduğu takdirde olumlu yaklaşacağı biçiminde açıklamalarda bulundu. Bu çerçevede BDP ve demokratik muhalefetin pakete yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?
BDP’nin ortaya koyduğu talepler makuldür. BDP yalnız anayasada değişiklikler istemiyor. Anayasa değişikliği gerektirmeyen Seçim Yasası, Partiler Yasası gibi yasaların da değişmesini istiyor. Terörle Mücadele Kanunu’nun kardırılmasını istiyor. Çocuklarla ilgili yasal düzenlemenin öyle yüzeysel değil de köklü değişikliğe uğratılmasını istiyor. 14 Nisan’da başlatılan siyasi soykırım tutuklularının serbest bırakılmasını istiyor. Bunun gibi bir kısım talepler ileri sürmektedir. Kuşkusuz bu sunduğu taleplerde sonuna kadar kararlı ve ısrarlı olursa, bu konuda taviz vermezse tutumu olumlu olur. Eğer AKP bu talepleri karşılarsa, BDP, o zaman desteklemeyi düşünebilir. Bu talepleri bir bütün olarak karşılamazsa, AKP’nin paketine destek vermek kesinlikle AKP’nin tuzağına düşmek olur. AKP’nin demagojisinin ve oyalama politikasının kuyruğuna takılmak olur. Bu açıdan zaman zaman verilen demeçler daha ilkeli ve net olabilirdi. Ama şu ana kadar BDP’nin tutumunu fazla olumsuz görmüyoruz.

Yalnız şu yaklaşım da eleştiri konusu yapılabilir. Bu konuda BDP kendi gündemini dayatacağına AKP’nin değişiklik gündeminin peşine takılma gibi bir eksiklik içine girmiştir. Esas olarak destekleriz ya da desteklemeyiz demekten çok, nasıl bir anayasa istediğini, değişiklikleri nasıl istediğini ortaya koyması gerekirdi. En önemlisi de 1982 Anayasası’nın yerine demokratik bir anayasa yapılması ihtiyacının 1984’lerden beri nasıl ortaya çıktığını, toplumda ortaya çıkan bu beklentinin ve özlemin hangi güçler tarafından ortaya çıkarıldığını ortaya koyan ve bu temelde de toplumun beklentisinin kısmi değişiklikler değil de, köklü değişiklikler olduğunu söyleyen bir yaklaşım göstermeleri gerekirdi. Hatta şimdiye kadar yeni bir anayasa yapılmamasının büyük bir eksiklik olduğunu, bu anayasanın çoktan değişmesi gerektiği biçiminde bir yaklaşımı çok net bir biçimde ortaya koymalıydı. Bu yönüyle AKP’nin hükümet olduğu 8 yılda neden yeni bir anayasa çalışması yapmadığını ortaya koyan bir tutum içinde olmalıydı. AKP’nin özellikle de 2007 seçimlerinden sonra rahatlıkla böyle bir anayasa yapma imkanı bulunurken, neden bunu gerçekleştirecek bir tutum ortaya koymadığını izah edebilirdi. AKP’nin demokratik yeni bir anayasa yapmak istememesinin nedenlerini tüm topluma kavratacak bir çalışma içine girebilirdi. Anayasa tartışmalarının gündemleştiği ve toplumun bu tartışmaları dikkatle izlediği bu süreci çok iyi değerlendirerek bu düşüncelerini topluma çok iyi anlatabilirdi.

Bu yönüyle AKP’ye karşı yeni bir demokratik anayasayı gündemleştirmek ve bunun ilk adımı olarak daha köklü değişiklikler temelinde güçlü bir demokrasi hareketi ortaya çıkarılabilirdi. AKP’nin güçlü bir teşhiri yapılabilirdi. Çok farklı bir muhalefet olduğunu ortaya koyacak biçimde etkili bir demokrasi hareketi yaratmaya imkanı bu anayasa tartışmaları sürecinde ortaya çıkmıştı. Nitekim birçok çevre bu anayasa değişiklikleri sürecinde AKP’ye karşı kuşkuyla yaklaşmıştır. Demek ki BDP ve demokrasi güçleri iyi bir planlama ve hazırlık yapsalardı, AKP’yi gerçekten güçlü biçimde teşhir edebilirlerdi. AKP’nin kendine Müslüman kendine demokrat yüzünün teşhir edilmesi temelinde de güçlü bir demokrasi hareketi ortaya çıkarılabilirdi.

SALİH DOĞAN/ANF-BEHDİNAN

AKP'nin Anayasa Paketi ve Icerdigi Gizli Sahtekarliklari

29 Mart 2010
Yeni_Özgür_PolitikaAvukat ve akademisyenler, tartışılan anayasa değişikliği paketini yeterli bulmadıklarını ve AKP’ye güvenilmemesi gerektiğini açıkladı...
AKP’nin her sıkıştığında böylesi radikal bir yönelime başvurduğunu belirten Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Sibel Özbudun, “radikal”bir çıkışla bir taşla birkaç kuş birden vuracağını hesapladığı bir hamleye giriştiğini belirtti. Akademisyen Özbudun, şöyle konuştu: “Kendini “statükocu”güçlere karşı kararlı bir mücadele sürdüren yılmaz bir reformcu gibi göstermek, küçük siyasal çalımlarla muarızlarını “derin devletçi”, “statükocu”, “antidemokrat”, giderek “Ergenekoncu”vb. ya da en azından “samimiyetsiz”pozisyonuna düşürmek, hamleleri başarıya ulaşmasa da “Eski Rejim”in üç temel sütunu, CHP, ordu ve hukuk sistemini aşındırmak… Bu kez de öyle oldu: Anayasa Mahkemesi, HSYK, Yargıtay ve Danıştay’ın sınırlayıcı karşı-hamleleri ile önü kesilen AKP hükümeti, kamuoyunun karşısına, “12 Eylül Anayasası”nı kısmen değiştirme savıyla çıktı.”

Özbudun, şöyle devam etti: “Hiç kuşku yok ki, “aşınmak”ne kelime, “Kemalist”, “Vesayetçi”, “Derin”vb. terimlerle de tanımlanagelen “Eski Rejim”in, yerini emek temelli, kültürel çeşitliliği bir zenginlik sayan, çoğulcu, eşitlikçi, özgürlükçü, katılımcı bir sisteme terk ederek ortadan kaldırılmasından yana olanlardanım. Ve tabii 12 Eylül rejiminin bütün sorumlarından hesap sorulması, (Anayasası dahil) bütün sonuçlarıyla birlikte tarihin çöp tenekesine atılması gerektiğini düşünenlerdenim. Buna karşılık, AKP’nin keserinin her daim kendine doğru yonttuğunun vurgulanması gerektiğini düşünüyorum. AKP’nin Anayasa değişikliği önerilerine üstünkörü bir bakış dahi, “çoğunluğun mutlak hakimiyetine”dayanan bir zihniyetle hukuk sistemini ele geçirme niyetini açığa çıkartacak, paketi “şık”göstermek için rastgele eklenen maddelerin süfliliğini ortaya koyacaktır.”

“Örneğin 10. maddenin, kadınlarla erkeklerin “hak eşitliği”ni düzenleyen hükmüne, “Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz”ve çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korunması gerekenler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılamaz”gibi fazladan bir yorumla süslenmektedir.

“Özel hayatın gizliliği”ni düzenleyen 20. maddeye tasarıyla eklenmesi önerilen “kişisel verilerin isteğe bağlı olarak korunması”hükmü de anayasal düzlemde ele alınmanın hiçbir önemi haiz olmadığı, yasa değişikliğiyle düzenlenebilecek bir hüküm. “Ailenin korunması”başlıklı 41. maddeye eklenmesi önerilen “Her çocuk, yeterli himaye ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir”düzenlemesinin ne anlama geldiğini anlayan, beri gelsin.

Önerilen değişiklikler arasında belki de en trajikomiği, kamu emekçilerinin “Toplu iş sözleşmesi”hakkını düzenleyen 53. maddenin başlığının, “Toplu iş sözleşmesi ve toplu sözleşme hakkı”olarak değiştirilmesi… “Kapsamı, istisnaları, yararlanacaklar, yapılma şekli, usulü ve yürürlüğü, Uzlaştırma Kurulunun teşkili, çalışma usul ve esasları ile diğer hususlar”ın düzenlenmesi çıkartılacak olan kanuna bırakılan bir “toplu sizleşme”hakkı… Hem de grevsiz! Bir karikatür! Oysa AKP “hukukçuları”iktidar partisinin bu Anayasa değişikliği tasarısıyla gerçekten yapmak istedikleri konusunda son derece net ve ayrıntıcı… “Bunlar neler”mi? Parti kapatmaların Meclis’te grubu bulunan partilerin temsilcilerinden oluşacak bir komisyona bırakılması (böylelikle de kapıyı Kürtleri temsil eden ya da sosyalist vb. partilerin kapatılmasına açık bırakırken, kendi partilerinin kapatılmamasını güvence altına almak) (Md. 69)…

YAŞ kararlarına yargı yolu (böylelikle ‘irticaî faaliyetler’ gerekçesiyle TSK’dan atılanların geri alınmasının sağlanması) (md. 125)... Ve en ayrıntılı ve köklü değişiklik önerileri Anayasa Mahkemesi ve HSYK üyelerinin çoğunluğunun seçimini Parlamento (dolayısıyla da iktidar partisi) ve Cumhurbaşkanı’na bırakan ve her iki kurumun da bileşimini büyük ölçüde değiştiren öneriler: Md. 146, 147, 148, 159…”

“15. madde kaldırılmalı’
Sibel Özbudun, bu düzenlemelerin onaylanması için AKP’nin yapacağını ileri sürdüğü bazı değişiklikleri ise “onaylamamız için uzatılan elma şekeri” şeklinde tanımladı. Özbudun, şöyle konuştu: “Tüm bir hukuk sisteminin dümenini kendi eline verecek bu düzenlemeleri onaylamamız karşısında bize uzattığı tek kayda değer elma şekeri ise, galiba Anayasa’nın 12 Eylül rejiminin koçbaşı kurumları, MGK ve Danışma Meclisi üyelerini yaşam boyu dokunulmaz kılan geçici 15. maddesinin kaldırılmasıdır.” Özbudun, devamında şu soruları yöneltti: “Peki, paketin parlamentoda ya da referandumla olduğu gibi kabul edilmesi durumunda AKP denetimindeki bir yargı sisteminin bu iki kurumun üyelerinden sağ kalanları vicdanlarımızı ferahlatacak bir yargılama sürecine tabi tutacağına inanalım mı gerçekten? Sahi, AKP iktidarı döneminde Adalet Bakanlığı örneğin Kenan Evren aleyhine iddianame düzenlediği için HSYK tarafından görevden alınan savcı Sacit Karasu, ya da Şemdinli iddianamesinde dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’tan da söz ettiği için aynı yazgıyı paylaşan Savcı Ferhat Sarıkaya lehine herhangi bir girişimde bulunmuş muydu?”

‘Özlemleri karşılamıyor’
AKP’nin ‘kendine müslüman’ davrandığını dile getiren akademisyen Özbudun, bu iddiasını şu sözlerle destekledi: “AKP’nin Anayasa reformları “paketi”nden bu ülkede Kürtlerin, kendi kültürlerini özgürce yaşayıp geliştirmek, kamusal alanda kendi kimlikleriyle varolmak isteyen diğer kültürel grupların, sosyal hakları neo-liberal politikaların her adımında biraz daha budanan, örgütlenme ve hak arama yolları cendereye kıstırılmış emekçilerin, çevre ve kültürel miras üzerindeki yağmaya son verilmesini bekleyen yurttaşların, eğitim ve sağlığın tüm yurttaşların eşit biçimde erişebileceği parasız bir kamu hizmeti ilan edilmesini bekleyen kadın ve erkeklerin; Sünni inanışı ‘resmi din’ statüsüne yükselten uygulamalara son verilmesini ve din eğitiminin zorunlu olmaktan çıkartılmasını talep eden Alevilerin… kısacası, sizin, benim, bu ülkede alnının teriyle yaşamaya çabalayan dürüst ve sıradan insanların insanca, onurlu bir yaşam özlemlerine karşılık verecek bir şeyler beklemek, abesle iştigaldir” Özbudun son olarak, bahsettiği bu konulara karşılık gelecek bir anayasanın da, ancak emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesiyle oluşturulabileceğini kaydetti.

Nesin: Yeni anayasa yapılmalı
Türkiye İnsan Hakları Kurumu kurucu üyelerinden, Aziz Nesin’in oğlu Prof. Dr. Ali Nesin de, AKP’nin anayasa değişikliği paketini yetersiz bulduğunu söyleyerek, “yeni anayasadan yanayım” dedi. “Her şeyden önce bence bir Anayasa bu kadar uzun olmamalı. Anayasa’da temel ilkeler ve öncelikler belirtilmeli, gerisi yasalarla halledilmeli. Yoksa zırt pırt anayasa değiştirmek gerekir ki bunun da kolay olmadığını biliyoruz. Örneğin %10 barajının ve daha birçok maddenin bana kalırsa Anayasa’da yeri yoktur” diye konuşan Prof. Dr. Ali Nesin, “önerilen Anayasa değişikliği elbette yeterli değil” dedi. AKP’nin herkesin ‘Türk’ olduğu ve ‘Türklük’ün yüceltildiği gibi konularda değişikliğe gitmemesini eleştiren Nesin, bu maddelerin en önemli sorunu oluşturduğunu vurguladı.

Nesin, bu konuyu ise şu ilginç sözlerle değerlendirdi: “Bunların bir sorun olduğunda hemfikirim ve değişmesi gerektiğini de düşünüyorum. Ama neyi kimden istiyorsunuz? AKP’nin böyle bir değişiklik isteyeceği meçhul olduğu gibi istese bile yapamaz. Komünist olmayan birini ‘komünistlik yapmıyor’ diye eleştirmek gibi bir şey bu.”

Prof. Dr. Ali Nesin, AKP’nin talep edilen her değişikliği yapacak bir parti olmadığını söyleyerek, AKP’nin değişiklik istese bile statükonun korunmasından yana davrandığını ifade etti. Tutuklu Kürt çocukları için de bir düzenlemenin şart olduğunu açıklayan Nesin, “ancak çocukların 20 yıla varan hapis cezalarına çarptırılmaması için anayasayı değiştirmek gerekliliği zaten başlı başına ucube bir durumdur” diyerek, tutuklu çocukların haklarının korunmasının anayasayı değiştirmeden de yapılabilmesini istedi.

Önerilen anayasanın yeterli olmadığı gibi çok fazla eksikler de barındırdığını kaydeden Nesin, söz konusu paketin anadilde eğitim sorununa, üniversitelerin özerkliğine, azınlık haklarına, seçim barajına ve daha birçok temel soruna çözüm bulmadığını belirtti. Nesin, sözlerini şu benzetmeyle noktaladı: “Ben şahsen bu 12 Eylül Anayasası’nın değişmesini diliyorum. Bektaşiye sormuşlar hangi şarap daha iyi diye. Birini tatmış, “diğeri” demiş. Yeni Anayasa’dan yanayım sizin anlayacağınız”

‘Demokratikleşme kaygısı taşımıyor’
Avukat Kamil Tekin Sürek, AKP’nin anayasa değişikliği paketinin, ülkenin en ciddi sorunları için bir getiri sağlamayacağını vurgulayarak, “AKP’ nin Anayasa değişikliği paketi sadece AKP’nin ulusalcı olarak tanımlanan siyasi güçlerle iktidar mücadelesinde elini güçlendirecek hususları içeren bir yasal düzenleme paketidir. Anayasa’nın demokratikleşmesi kaygısı taşımamaktadır” değerlendirmesinde bulundu. Anayasa değişikliği paketinde önemli bulunabilecek bir düzenleme olmadığını kaydeden Sürek, geçici 15. maddenin kaldırılması olumlu gibi görünse de, aradan 30 yıl geçtikten sonra cuntacıların yargılanıp yargılanamayacağının tartışmalı bir konu olduğunu dile getirdi.

Avukat Sürek, şöyle konuştu: “AKP’ nin böyle bir niyeti olduğuna dair belirtiler de bulunmamaktadır. HSYK ve YAŞ kararları ile memurların disiplin suçları ile ilgili kararların yargı denetimine tabi olması olumlu sayılabilir ama yetersizdir. Askeri yargı tümden kaldırılmadıkça, YAŞ kararlarının yargı denetimine gitmesi önem arz etmemektedir. Keza, HSYK demokratikleşmedikçe bu kurum kararlarının da yargı denetimine tabi olması çok fazla birşey ifade etmemektedir”

AKP hükümetinin ülkenin en ciddi sorunlarını gündeme taşımasının altında samimiyet yatmadığını savunan Kamil Tekin Sürek, “AKP yargıda güçlenmek istiyor. Partisinin kapatılması için bir dava açıldığında ya da bir anayasa değişikliği yaptığında aleyhine karar vermeyecek bir Anayasa Mahkemesi oluşturmaya çalışıyor. HSYK’yı da taraftarları ile ele geçirip yargının geneline hakim olmayı hedefliyor” dedi.

TMK tümden kaldırılmalı
Tutuklu Kürt çocukları ve siyasetçileri konusuna da değinen Sürek, bunun için Anayasa’da bir değişiklik olamayacağını, bu konunun ceza yasası, Terörle Mücadele Yasası gibi yasaların konusu olduğunu bildirdi. “Fakat, AKP uzun süredir TMK’ de bir düzenleme yapacağını belirtmesine rağmen hala bu değişikliği gerçekleştirmedi. Hazırladığı tasarı da yetersizdir. TMK’nin tümden kaldırılması gerekir” diye konuşan Sürek, AKP’nin, Anayasa’nın ilk üç maddesine dokunulmayacağı yönündeki açıklamasını ise, şöyle değerlendirdi: “Anayasa’nın ilk üç maddesi ve giriş bölümü, 1982 Anayasası ile kurulan rejimi sonsuza kadar yaşatmayı hedefleyen düzenlemelerdir. Ama, bu düzene faşist bir düzen diyoruz. O halde, demokratik bir düzen istiyorsak giriş ve ilk üç madde de değişmelidir. Ayrıca, bir anayasada değişmeyecek maddelerin olması da anti demokratiktir. Çünkü, dünya, toplum vs. değişmektedir. Bu değişime uygun anayasa ve yasaların yapılması kaçınılmazdır”

ALİ BARIŞ KURT/İSTANBUL