20 Nisan 2010 Salı

Feminizm nedir?

Feminizm, sosyoloji, politik akım ve etik alanlarından oluşur, temeli ya da temel endişesi daha çok kadın özgürlüğüne dayanmaktadır. Bazı versiyonları geçmiş ve şimdiki toplumsal ilişkilere karşı eleştireldir. Çoğu toplumsal cinsiyet (gender) ve cinselliğe (sexuality) ilişkin toplumsal inşa olduğuna inandıkları unsurları analiz etmeye odaklanmıştır. Yine çoğu feminist cinsiyet eşitsizliği ve kadın hakları, ilgileri ve kadın sorunlarını araştırmaya odaklanmıştır.

Feminist teori toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin doğasını anlamayı amaçlar ve toplumsal cinsiyet politikaları, iktidar ilişkileri ve cinsellik üzerine odaklaşır. Feminist hareket içinde kadın ve erkeğin eşitliğini savunan gruplar olduğu gibi kadının biyolojik ve duygusal olarak erkeğe üstün ve erkeğin "tamamlanmamış kadın" olduğunu savunan daha radikal gruplar da yer almaktadır.


Feminizmin Kökeni

Modern anlamda bir felsefe ve bir hareket olarak feminizmin kökeni kadının eğitimi hakkını savunan Lady Mary Wortley Montagu ve Marquis de Condorcet gibi özgür düşünürlerin de içinde yer aldığı Aydınlanma dönemine götürülmektedir. Kadınlar için ilk bilimsel topluluk Hollanda Cumhuriyetinin güneyinde yer alan bir şehir olan Middelburg'de 1785 tarihinde kurulmuştur. İngiliz kadın yazar Mary Wollstonecraft'ın feminist olarak adlandırılabilen A Vindication of the Rights of Woman (Kadın Haklarının Müdafaası) (1792) adlı eseri bu konuda ilk çalışmalardan biridir. Feminizm 19.yüzyılda kadınlarda adaletsiz davranıldığına ilişkin inanç arttıkça organize bir hareket haline geldi. Feminist hareketin kökleri ilerlemeci hareket özellikle de 19.yüzyıldaki reform hareketi içinde yer almaktadır. Harekete féminisme adını veren kişi ütopyacı sosyalist Charles Fourier'dir(1837). Fourier, 1808 gibi erken bir tarihte kadın haklarının genişletilmesini tüm tüm toplumsal ilerlemenin genel prensibi olduğunu öne sürmüştür. İlk kadın hakları toplantısı New York, Seneca Falls'da 1848 yılında yapılmıştır. 1869 yılında John Stuart Mill The Subjection of Women (Kadınların Köleleştirilmesi) kitabını yayınlamıştır. Adı geçen kitabında Mill, "bir cinsin diğer bir cinse hakimiyeti yanlış....ve....insanoğlunun gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biridir.." demiştir.

Pek çok ülke 20.yüzyılın ilk yıllarında özellikle de I. Dünya Savaşı 'nın son yıllarında kadınlara oy hakkını tanımıştır

Çeşitli Formlara Bürünen Feminizm

Feminist teori içindeki cinsiyet, cinsiyet farklılıkları, cinsellik gibi terimler ve kadıngibi holistik terimler tartışma konusu olmuş hatta bazı feministler feminizmin herkesin kendisini %100 feminist olarak tanımladığı bir ideoloji olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu sebeple feminizmin alt türleri oluşmuştur. İlk dönem feministleri genellikle ilk-dalga feministleri 1960 sonrasındaki feministler ikinci-dalga feministleri olarak isimlendirilmiştir. Bazıları yeni kuşak feministleri üçüncü-dalga feminizmi içinde görmektedir.

Feminizmin Etkisi

Sivil Haklar Üzerindeki Etkisi

Feminizmin batı toplumlarında kadınlara oy hakkı, daha eşit ücret, "hata aranmayan" boşanma hakkı, çocukları babalarından uzak tutma hakkı, güvenli kürtaj elde etme hakkı, kadınların kendilerini tecavüzle suçladıkları erkeklerden uzak tutma hakkı, Amerika'da herhangi bir üniversiteye kabul edilme hakkı gibi hakların yürürlüğü koyulmasında büyük etkisi olmuştur.

Din Üzerindeki Etkisi

Feminizmin dinin çeşitli yönleri üzerinde büyük etkisi olmuştur. Protestanlığın liberal kollarında kadın din günümüzde din adamı olabilmektedir ve reform içindeki muhafazakar ve yeniden yapılanmacı Yahudilikte kadın, rabbi ve cantor olabilmektedir. Bu Hristiyan ve Yahudi gruplarında kadın gittikçe daha fazla iktidar sahibi olup erkekle eşit duruma gelmekte, bakış açıları inanca ait yeni ifadelerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. İslam ülkelerinde de çoğu kadın alim her iki cins tarafından kendilerine yöneltilen İslamiyetle ilişkili soruları Arap televizyonlarında yanıtlamaktadırlar. İçinde bulunduğumuz günlerde İslam ülkelerinde kadınların imamlık sorunu tartışılmakta, müftü yardımcısı (Türkiye) olabilmektedir.

Feminizm aynı zamanda yeni dini formların doğuşunda da önemli bir role sahiptir. Neopagan dinler özellikle Tanrıça ruhsallığının önemini vurgulamaya meyil göstermekte ve kadına ve kutsal dişiye yönelik geleneksel dinlerin düşmanca tutumlarını sorgulamaktadırlar. Dianik Cadılık (Dianic Wicca) kaynağı radikal feminizmde olan bir dindir.

1921 Anayasası ve Kürtler

  Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, 9 Nisan tarihli görüşlerinde Kürt sorunu başta olmak üzere Türkiye'nin yaşadığı sorunların çözülmesi için 1921 Anayasası'nın günümüze uyarlanması gerektiğini söyledi. Öcalan'ın bu yaklaşımı dikkatleri bir kez daha 1921 Anayasası'na çekti. Öcalan, neden sık sık 1921 Anayasası'na göndermelerde bulunuyor? Bu sorunu yanıtını Anayasa'nın hazırlanması süreci, Cumhuriyeti kuran ilk kurucu metin olması, 1921 Anayasa metninin içeriğinde aramak gerekiyor. Öcalan'ın tarihsel önem atfettiği 1921 Anayasası günübirlik ortaya çıkan bir metin olmadı.

Arkasında Kurtuluş Savaşı'nın deneyimi, bu savaşa iştirak eden halkların ortak gelecek arayışının tezahürü vardı. Bu tezahürü Erzurum Kongresi (23 Temmuz-7 Ağustos 1919), Sivas Kongresi (4-12 Eylül 1919), 18 Ekim 1919 tarihli Amasya Protokolleri ve 23 Nisan 1920'de kurulan ilk TBMM'de görmek mümkün. Erzurum Kongresi, Kürtlerin yaşadıkları topraklarda yapıldı. Kongre'nin sonuç bildirisinin 1.maddesinde Türklerin ve Kürtlerin 'saadette ve felakette ortak' oldukları tespit edildikten sonra 'Gelecek hakkındaki hedefleri aynıdır... Ve birbirlerinin ırki durumlarına ve sosyal durumlarına saygılı olup öz kardeştirler' ibareleriyle ilişkinin bağlı olduğu hukuk belirlenmişti. Bildirinin 6.maddesi özellikle Kürtlerin yoğun olduğu bölgede oturanların haklarından söz etti. Maddede Kürtlerin tarihi, ırki, dini haklarına saygı gösterilmesi gerektiği vurgulandı. Aynı amaç ve beklentiler Sivas Kongresi'nde de tekrarlandı. Sivas Kongresi Sonuç Bildirisi'nin 1.maddesinde; Kürtler için 'Sosyal ve siyasal farkları ile bölgesel kurallarına saygılı öz kardeştirler'denildi. Dolayısıyla hem Erzurum hem de Sivas Kongresi toplumun farklılığına ve çoğulculuğuna işaret etti, bunların 'kardeş' olarak yaşamlarını sürdürebileceklerini vurguladı.

Protokollerde serbestiyet verildi

Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin ardından Mustafa Kemal ve beraberindekiler 18 Ekim 1919 günü Amasya'ya giderek, ayrı ayrı altı protokolden oluşan Amasya Protokollerini imzaladılar. 1921 Anayasası'nın özüne damgasını vuracak olan bu protokoller aynı zamanda kurulacak Cumhuriyetin ilk sosyal ve siyasal sözleşmesi niteliğindeydi. Bunlardan 20-22 Ekim 1919 tarihli protokolde vatan; 'Türk ve Kürtlerin oturdukları topraklar' şeklinde ortak vatan olarak açıkça tanımlandı. Ayrıca devamla; 'Kürtler'in etnik ve sosyal haklar bakımından da destekleneceği' vurgulandı. 22 Ekim 1919 tarihli ikinci protokolün 1.maddesinde, 'Osmanlı devletinin (1921 anayasasıyla bu kavram Türkiye Devleti olacaktı) düşünülen ve kabul edilen sınırının, Türk ve Kürtler'in oturduğu araziyi içine aldığı ve Kürtler'in Osmanlı toplumundan (1921 anayasasıyla bu kavram da Türkiye Halkı olacaktı) ayrılmasının imkânsızlığı' izah edildi. Sonra da 'Kürtlerin serbest(özgürce) gelişmelerini sağlayacak şekilde sosyal ve geleneksel haklar yönünden imtiyazlara nail olmaları desteklenip, yabancılar tarafından Kürtler'in bağımsızlığı adı altında yapılmakta olan yayınların önüne geçmek için de bu noktanın şimdiden Kürtler'ce bilinmesi uygun görüldü' denildi.

Anasır-ı İslam kavramı

Cumhuriyetin ilk meclisi ilk kez 23 Nisan 1920'de bir araya geldi. Meclis açılır açılmaz, Mustafa Kemal yaptığı önemli konuşmada Misak-ı Milli için 'kardeş milletlerin milli sınırı' ifadesini kullandı. Ardından; 'Bu sınır içinde Türk olduğu kadar Kürt de vardır. Bu unsurlar birbirlerinin haklarına daima saygılıdır.' dedi. Aynı görüşleri meclis kürsüsünden 1 Mayıs 1920, 3 Temmuz 1920, 16 Ekim 1921 ve 1 Mart 1922 günü yaptığı konuşmalarda da tekrar etti. 1.BMM'nin çoğulcu yapısını ve niteliğini Mustafa Kemal 1 Mayıs 1920 tarihli konuşmasında şöyle ifadelendirdi: 'Yüce meclisimizi oluşturan şahsiyetler yalnız Türk değildir. Yalnız Çerkes değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinin bileşkesi anasır-ı islamdır Elde etmeye çalıştığımız birlik, yalnız Türk, yalnız Çerkes değil, hepsinin karışımı islam unsurudur -1921 anayasasında 'Türkiye halkı'dır. ' Mustafa Kemal BMM'i Başkanı sıfatıyla, 27 Haziran 1920'de El Cezire Bölge Komutanı Nihat Paşa'ya gönderdiği Kürt ve Kürdistan politikasını belirleyen talimatında, hem Kürtler'i hem de Kürdistan'ı tanıdı. Talimatta, 'Kürtlerin oturduğu bölgelerde ise hem iç siyasetimiz ve hem dış siyasetimiz açısından adım adım mahalli bir idare kurulmasını gerekli bulmaktayız' denildi.

Siyasal birlik: Türkiye halkı

Mustafa Kemal'in Kürtlere dönük bu politikaları Kürtleri Mustafa Kemal ve BMM ile birlikte hareket etmeye götürdü. Bu birlik yeni cumhuriyetin kurulmasının temel harcı oldu. Nitekim bu birliktelik, anayasal belge niteliğindeki 18 Kasım 1920 tarihli BMM Beyannamesi'nde geçen 'Türkiye Halkı' kavramında ifadesini buldu. Bu, Kürtlerin sosyal, siyasal, coğrafi hukukunu ve kendi kaderini tayin etme hakkını tanıyarak sistem içine alan kapsayıcı anlayış, daha sonra 1921 Anayasası'na da egemen olacaktı. Mustafa Kemal, 1 Mart 1921 Teşkilat-ı Esasiye (Anayasa) görüşmeleri sırasında BMM'de yaptığı konuşmada 'Türkiye Halkı' kavramına ilişkin olarak; 'Efendiler, Türkiye Halkı ırkken ve dinen ve harsen birlik halinde biribirine karşı karşılıklı saygı ve fedakârlık duygularıyla dolu ve kaderleri ve çıkarları ortak olan bir sosyal topluluktur. Bu toplulukta etnik haklar ve yöresel koşullara saygı iç siyasetimizin esaslı noktalarındandır.' diyerek 'Türkiye halkı' kavramına açıklık getirdi. Bu temel üzerinde şekillenen devlet de 1921 anayasasına göre 'Türkiye Devleti' olacaktı. Burada 'Türk', 'Kürt', 'Çerkes' vb. etnisite ifade etmeyen, fakat bu etnisiteleri de reddetmeden hukukunu da tanıyarak 'Türkiye Halkı', 'Türkiye Devleti' gibi siyaset bilimi kavramları altında siyasal birliğe gidildi. Bu da 1921 Anayasasının milliyetçi ideolojiyi dışlayan, toplumsal realiteye uyumlu ve bu realiteyi kabul eden, buna uygun siyasi ifadelendirmelere özen gösteren ve toplum sözleşmesine yakın bir anlayışla ele alındığını göstermekteydi.

1921 Anayasası neler öngörüyordu?

20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen 24 maddelik 1921 Anayasası'nın 3.maddesi; 'Türkiye devleti, BMM tarafından idare olunur' hükmüyle toplumun çoğulcu yapısını bağrında taşıyan Büyük Millet Meclisi'ne gönderme yapıyordu. Çünkü BMM'yi oluşturan temsilciler kendi kimlikleriyle (Kürdistan milletvekili, Lazistan milletvekili gibi) mecliste yer almışlardı. Meclis çatısı altında bir inkâr olmadığı gibi tersine bu meclisin yalnız Türk Meclisi olmadığı özenle vurgulanmıştı. Anayasanın 1.maddesinde siyasal birlik tanımlanırken 'Türk milleti' denilmedi. Tek başına sadece 'millet' kavramı kullanıldı, böylece etnisiteye gönderme yapılmadı. Anayasa da 'Yüce Türk Devleti' 'Kutsal Türk Devleti' gibi milliyetçi ibareler kullanılmadı, tersine, devlet yönetimi, kaynağını halktan alan idari bir yetki olarak düzenlendi. Demokrasiyi asıl; merkezileşme, bürokrasi ya da devlet yönetimini istisnai bir yetki olarak ele alan anlayış anayasanın bütününe damgasını vurmuştu. Anayasa kendi kendini idare veya öz yönetime sahip vilayet şuralarına (m.3-11) da geniş özerklik tanıdı, böylece yerinden yönetimi geliştirdi. Anayasa, yerel yönetimlere geniş özerklik tanıyordu. Devlet ise 1921 Anayasası sisteminde yalnızca iç ve dış siyaset, din, adliye, ordu ile ilgili genel konular ve uluslar arası ekonomik ilişkiler gibi merkezi yetkilere sınırlı düzeyde sahipti. Geriye kalan eğitim, sağlık, vakıflar, medreseler, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardımlaşma gibi işlerin düzenlenmesi ve yürütülmesi 'Vilayet Şuraları'nın yetkisine bırakılmıştı.Şuraların seçiminde ise, orada oturan halk söz sahibiydi.Daha küçük yönetim birimi olan Nahiye'lerde ise, 'yerel işlerin merkeze danışılmadan yürütülmesi' gibi tam bir yetki ve inisiyatif söz konusuydu. Bir bütün olarak anayasanın devlet yapılanmasında 'merkeziyet usulü' sınırlı, hatta istisnai idi. Yerinden yönetim (adem-i merkeziyet usulü) ise asli ve geneldi. Özellikle de 'yerel özerklik' anayasanın siyasal ve hukuki alanında 'parlamentonun üstünlüğü' ilkesinden sonra gelen üçüncü temel anayasal ilkeydi. 24 maddelik anayasanın 14 maddesini, yani yarıdan fazlasını taşranın öz yönetimine, özellikle de yerinden yönetim ve yerel yönetim ilkesine ayrılması bunu çarpıcı biçimde göstermekteydi. 1921 Anayasasının yapısı içinde Kürtler; hem 'Türkiye Halkı' kavramı içinde anayasaca kapsama alınırken hem de kendi Kürt-Kürdistan kimlikleriyle ve hatta Kürt ulusal kıyafetleriyle serbestçe BMM'de yerlerini almış, böylece genel yönetim düzeyinde siyasal temsiline kavuşmuşlardı. Yerel yönetimde de anayasanın yukarıda belirtilen geniş yerel özerklik ve yerinden yönetim sistemi ile nüfuslarının yoğun oldukları alanlarda kendi öz yönetimlerini özgürce kurabilme olanağına da hukuken kavuşmuşlardı.

1921 Anayasası neden terk edildi?

1921 Anayasası eşit-özgür koşullarda bir arada yaşamayı ifade etmesi bakımından demokratik değeri yüksek bir anayasaydı. Ancak bu öz 1924 Anayasası ile kaldırıldı. Ama neden? Bu konuda pek çok iddia ve teori bulunmaktadır. Ancak en sağlıklı tez Gazeteci Yazar Taha Akyol tarafından ortaya atıldı. 17 Kasım 2008 tarihinde kendi köşesinde 'Atatürk ve Kürtler' başlıklı yazı kaleme alan Akyol, şu görüşü seslendirdi: 'Bazı yazarlar 1924 Anayasası ile merkeziyetçi bir sistemin kurulmasını Kürt isyanlarına bağlıyor. Halbuki Koçgiri İsyanı 1921'de, Şeyh Sait İsyanı 1925'tedir.

'Ama Hangi Atatürk' adlı kitabımda ayrıntılı olarak anlattım; dönüm noktası 24 Temmuz 1923'te Lozan'ın imzalanmış olmasıdır. Lozan'daki ırki ve dini azınlıklar tartışması Türkiye'nin istediği şekilde çözüme bağlandıktan sonra, 'ulus devlet'in kuruluşu sürecinde hukuki aşamaya gelinmiş, 20 Nisan 1924 yeni Anayasa'yla illerin özerkliği kaldırıldığı gibi 'Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denilir' hükmü konulmuştur.' Nitekim bu tezi destekleyen en önemli kanıt1924 Anayasası Encümeni tarafından ortaya konulan şu sözler oldu: 'Devlet Türk'ten başka millet tanımaz Devlet dahilinde hukuku müsaviyeyi haiz başka ırktan gelme kimseler bulunduğundan, bunların ırki ayrılıklarını ayrı birer milliyet olarak tanımak caiz değildir.'

1921 anayasası nasıl güncellenebilir


Tüm farklı dil, din, ırk ve etnisiteleri gözeten ama etnik varlığa gönderme yapmayan bir konsensüs sağlayarak


'Türk toplumu' ibaresi yerine 'Türkiye toplumu' ibaresi konularak


Memurlara grev hakkı tanınarak


Parti kapatma kaldırılıp yerine hazine yardımı kesilerek


Siyaset yasağı kaldırılarak


Askeri disiplin suçlarına ilişkin davalara bakmak üzere 'disiplin mahkemeleri' kurularak


Adalet Bakanı HSYK'dan çıkarılarak


Milletvekili yemini evrensel değerlere uygun hale getirilerek


Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığına bağlanarak


Cumhurbaşkanın yetkileri sınırlandırılarak


82 Anayasası'nın başlangıç bölümü değiştirilerek, toplumun bütün kesimlerinin aidiyet hissettiği bir şekilde yeniden düzenlenerek


Din dersi zorunlu olmaktan çıkarılarak


Herkese ana dilde eğitim yapma hakkı verilerek


Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı yeniden tanımlanarak


Seçim barajı yüzde 3'e indirilerek


Kadınlara kota verilip pozitif ayrımcılık yapılarak

CENGİZ KORKMAZ
Ülkede YORUM gazetesinden alınmıştır

Kurt: Sporda ırkçı saldırıları özel bir birim yürütüyor

İSTANBUL (DİHA) - DİSK'e bağlı Spor Sen Başkanı ve eski futbolcu Metin Kurt, Diyarbakırspor'a saldırıyla başlayan sporda ırkçı saldırıların 12 Eylül sonrası MGK güdümünde kurulan özel bir birimin yürüttüğü çalışmanın sonucu olduğunu söyledi. Kurt, şike iddialarını ise bir ülkenin siyasi-ekonomik yapısının spora yansımasının doğal bir sonucu olarak değerlendirerek, "Metalaşmış spor sistemi var oldukça temiz ve güzel oyun mümkün değildir" dedi.

Türkiye'de spor denildiğinde ilk akla gelen, oyun olan futbol son dönemlerde, milliyetçi şiddet ve şike iddialarıyla çalkalanıyor. Diyarbakırspor-Bursaspor maçında 'PKK dışarı" sloganlarının ardından Diyarbakır'da oynanan maçın rövanşından Diyarbakırspor taraftarlarının tepkisi maçı iptal ettirmişti. Diyarbakır-Bursa çekişmesiyle başlayan olaylar futbolda eskiden beri var olan şiddetin son dönemlerde biçim değiştirerek, ırkçı bir hal alması açısından önemli bir veri oldu. Futbolda ırkçı saldırıların tartışıldığı bir dönemde bu defa "şike" iddiaları gündeme geldi ve eski futbolcuların aralarında bulunduğu çok sayıda kişi gözaltına alındı, 30'a yakın kişi de tutuklandı. Devasa bir sektör olan sporun içinde emekleri çoğu zaman görünmez olan sporcuların örgütlenmesini sağlamak için geçtiğimiz aylarda aralarında eski futbolcular ve sporcuların bulunduğu bir grup tarafından Türkiye'de ilk defa DİSK'e bağlı Spor Emekçileri Sendikası (Spor Sen) kuruldu. Spor Sen Genel Başkanı eski milli futbolcu Metin Kurt, sporda yükselen ırkçı şiddet ve şike iddialarını DİHA'ya değerlendirdi.

'Diyarbakırspor olayı 12 Eylül faşist darbesinin spor politikasının bir ürünüdür'

Bursa'da taraftarların ''PKK dışarı" tezahüratıyla başlayan ve Diyarbakır'da taraftarların buna karşı tepkilerinin sonucunda maçın iptaline kadar giden olayları değerlendiren Kurt, yaşanlarının sebebini 12 Eylül darbesinin dayattığı spor politikalarının bir ürünü olduğunu söyledi. Kurt, "12 Eylül faşistleri özellikle Kürt yurttaşlarımızın yoğun olduğu yerlerde bazı spor politikaları uygulamaya koymuşlardır. Milli Güvenlik Kurulu (MGK) özel kararlarıyla özel ligler özel spor konseyleri oluşturuldu. Bazı takımlar yöre gençlerini politika dışında tutmak ve mücadele ortamından uzak tutmak için kurulmuştu" diye konuştu. Diyarbakırspor'a saldırıyla başlayan sporda ırkçı saldırıların 12 Eylül sonrası MGK güdümünde kurulan özel bir birimin yürüttüğü çalışmanın sonucu olduğunun altını çizen Kurt, Diyarbakırspor taraftarlarının Denizlispor yenilgisinden sonra olağanüstü güzel bir davranışta bulunduğunu ve oyuna gelmediklerini belirtti. Diyarbakır'da yaşanan olayları da eleştiren Kurt, Diyarbakırspor taraftarlarının haklı tepkisi olmasına rağmen bu tepkinin gereken yere değil, yanlış yöne kanalize edildiğini savundu.

'Spor arsada temiz borsada kirlidir'

"Spor arsada temiz ve güzel, borsada ise kirli ve çirkindir" diyerek ayrımcı, ırkçı ve şikelerle dolu spor anlayışına tepki gösteren Kurt, burjuva rekabet ideolojisinin sporu metalaştırdığını ve sporcularında bunun bir parçası haline getirildiğini kaydetti. Türkiye' de bu güne kadar sporun hep yanlış algılandığına ve sporda hep sonuçların tartışıldığına dikkat çeken Kurt, "Kitleler şu anda yanlış bir algı içindedir. Spor ve sporcu anlayışı Türkiye'de gerçek anlamıyla oturtulmuş değil. Spor denilince akla devasa bir sektör geliyor. Bu devasa sektörde sporcunun tanımı bile yok. Sporcu nedir? Kimdir? Patronu kimdir? Bunlar asla sorulmamıştır. Sadece 'Ahmet golü attı mı? Atmadı mı? Bu faul müydü değil miydi?' Gibi sorular konuşuldu. Yani sporda sadece sonuçlar tartışılıyor sporun kendisi değil. Ve böylesi bir spor batakhanesi oluşturulmuş durumda. Spor arsada temiz ve güzeldir, oysa borsada kirli ve çirkindir. Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de spor finans kapitalin oyunudur" şeklinde konuştu.

'Temiz oyun güzel oyun bu sitem var oldukça mümkün değildir'

Şike iddialarını bir ülkenin siyasi-ekonomik yapısının spora yansımasının doğal bir sonucu olarak değerlendiren Kurt, ortaya çıkan şike iddialarının buz dağının görünen yüzü olduğunu ve sistemin spor anlayışını doğal bir sonucu olduğunu aktardı. Şikenin, kulüplerin en tepesinden sporcuya kadar bir ağın olduğunu ama en son sorumlunun ise sporcu olduğunu belirten Kurt, "Şike rüşvetin spordaki adıdır. Bir ülkede rüşvet varsa sporda da şike vardır" diye belirtti. Sporun şike ve şiddetten birkaç sporcunu tutuklanmasıyla temizlenemeyeceğini söyleyen Kurt, "Finans kapitalin sporu şike doping şiddet mafya küfür kumar demektir. Metalaşmış spor sistemi var oldukça temiz ve güzel oyun mümkün değildir" dedi.

'Atılan her gol emekçinin kalesine giriyor'

Sporcuların durduğu yeri bilerek örgütlenmesinin sorunlarının çözümünün en büyük anahtarı olduğuna da dikkat çeken Kurt, "Spordaki karanlık odakların aydınlatılmasının tek yolu, sporcuların örgütlü mücadelesidir. Bugüne kadar atılan gollerin hepsinin emekçilerin kalesine girdi. Sporcuların örgütlülüğü sağlandığı takdirde ise goller, sporu metalaştıran burjuvazinin kalesine geri dönecektir" diye kaydetti.
ÇAĞDAŞ KAPLAN

Yumruk ve Vadi

 9Kürt siyasetinin önderlerinden Ahmet Türk, etnik kimliğinden dolayı yumruklandı Samsun’da.
Bir faşist hazımsızlık çekti, öfkesine yenildi, indirdi yumruğunu diyerek bireysel bir eylem gibi çizilen çerçeveyi ayrıca nefretle kınıyorum.
O alçak saldırının kameralar önünde, yüzlerce polisin arasında yapılıyor olması, haliyle bir organize halin ortada olduğunu gösteriyor. Ki iki polis müdürünün açığa alınması bunun sağlamasıdır.
Şimdi tam da bu sırada bir soru sormak gerekiyor. Birkaç ay önce İzmir’de kuaförde süslendikten sonra fotoğraf makinelerine poz vererek, Ahmet Türk ve beraberindekileri ellerinde koca taşlarla sözüm ona protesto eden kişilerin gözaltına alınmamış olması, Samsun’daki bu saldırıya zemin hazırlamış mıdır?
Nasılsa Kürt olduğu bilinen kişilere her türlü saldırı, yumruk, taş ve kurşun atanlar hiçbir şekilde cezalandırılmıyor. Aksine cesaretlendirilip, ödüllendiriliyor.

Birkaç gün önce Balyoz soruşturması zanlısı Engin Alan’ın, bir gazeteye verdiği röportajda; Yarım bırakılmış hesabın görüleceğini, idamın Türkiye’ye geri getirilmesi gereğini açıkça ortaya koymasından sonra, faşizmin Samsun’da salyasını akıtması tesadüf müdür?

Samsun’da ki güvenliğin kayıp halkası kimin ellerindedir? İki halk arasındaki bu hassas bağın kopma ihtimalini bir yumruğa kurban eden kimdir?
Ahmet Türk’ün, Kürt halkı üzerindeki etkisi bu denli atlanmış olabilir mi?
Onca kameranın ve yüzlerce polisin önünde yumruk sallayabilen güç(!) bıçakla ya da silahla saldırsaydı, bu isyan için yeterli bir sahne olmaz mıydı?
Hrant Dink de bu şekilde öldürülmüştü hatırlarsanız. Bu cinayetin öncesi ve sonrasını hepimiz biliyoruz. Mide bulandırıcı bir şekilde Türk-İslam sentezini anlatmaya çalışırken, abdest aldım onu vurmadan önce demişti Hrant’ın katili. (…)
Ahmet Türk’e atılmış yumruğu Kürt halkı kendine atılmış saymaktadır.
Bu saldırıyı sözde değil özde soruşturmak zorundadır yetkililer. Bu organize saldırının maşa tutucuları ortaya çıkarılmazsa, böyle vahşi saldırıların arkası gelmeyecektir. Ve Kürt halkı bir kez daha yarayı kendi imkânlarıyla tedavi etmek isteyecektir.
Ahmet Türk’ü, yaratıcı korusun ve yanındakiler…

* * *

Gördüm, gözlerindeki acının, umuda boyanmış sisini! Senin iki elin de yanıktı… Hem Aleviydin hem de Kürt. Bir de bu yetmezmiş gibi kadındın! Bu ülkede olmaması istenen üç koca güçtün! Ezberinde kaç acı, köşesi yırtık kaç hikâyen vardı anlatamadığın… Kısacık ömrüne sığdırdığın onlarca emeğin Kürt-Alevi tarihine bir ışıktır artık.
Keşkelere yer kalmadı Evrim!
Yüzüm ve yüreğim yaslı ve yaşlı arkandan…
Evet, o güzel yüzün gittikçe soluyordu ama ben inanmıyordum yenik düşebileceğine o lanet hastalığa. Kürtlerin Vadisi’ni terk etmeyecektin!
Çok üzgünüm Evrim!
Yolun açık ve ışıklı olsun güzel insan!

Roda Uyanık / Yüksekova Haber

İddianamesiz DTP operasyonu bir yaşında!

HABER MERKEZİ (DİHA) - 14 Nisan'da kapatılan DTP'ye yönelik gerçekleştirilen ve BDP ile devam eden operasyonlar kapsamında aralarında belediye başkanları, gençlik ile kadın meclisi çalışanları, sivil toplum örgütü ve sendika temsilcilerinin de bulunduğu 3 bine yakın kişi tutuklanırken, operasyonun üzerinden tam bir yıl geçmesine rağmen iddianame hala hazırlanmadı. Olmayan bir iddianameden bir yıldır tutuklu bulunan binlerce kişinin dosyasında gizlilik kararı dahi kaldırılmazken, operasyonlar kapsamında tutuklamalar ise bir yıl boyunca devam etti.

29 Mart yerel seçimlerinde 53 olan belediye sayısını 99'a çıkararak önemli bir başarı sağlayan kapatılan Demokratik Toplum Partisi'ne (DTP) yönelik başlatılan ve BDP ile devam eden operasyonların üzeriden bir yıl geçti. 29 Mart yerel seçim sonuçlarını değerlendiren AKP Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek'in "Türkiye'nin belirli bir bölgesinde DTP'den başka parti kalmadı. Iğdır'ı da aldılar, yani Ermenistan sınırındalar. Oraya dikkatle bakmak gerekir" açıklamasının ardından başlaması dikkat çeken ve günümüze kadar süren operasyonlar sonucu kapatılan DTP ve BDP'ye adeta darbe yapılarak, aralarında Kürt siyasetçi, belediye başkanı, Belediye ve İl Genel Meclis üyeleri, Kadın Meclisi ve Gençlik Meclisi üyeleri, insan hakları savunucularının da bulunduğu 3 bine yakın kişi tutuklanarak cezaevine konuldu. Belediye başkanları ile Kürt siyasetçilerin kolları kelepçelenerek tek sıra halinde fotoğraflarının çekilerek basına servis edilmesi ise 1990'lı yıllardan kalma görüntüler ile hafızalara kazındı. Aradan geçen bir yıla rağmen, iddianamenin hazırlanmaması, dosyadaki gizlilik kararının kaldırılmaması ve dosyanın ortam dinlemeleri ile gizli tanık beyanlarından oluşması, Türkiye yargı tarihindeki ilkler arasında yer aldı. Dosyadaki gizlilik kararına rağmen dosyanın içeriğine ilişkin basın yayın organlarında dosyaya ilişkin haberlerin çıkması, yaşanan ilklerin ve hukukçuların deyimi ile "hukuksuzluğun" bir örneği oldu.

14 Nisan operasyonuyla başlayan 'siyasi darbe'

Tarihler 14 Nisan'ı gösterirken, DTP'ye yönelik sabahın erken saatlerinde birçok ilde başlatılan eş zamanlı operasyonlarda, Kürt siyasetçiler, yerel yönetimler, DTP'nin legal gençlik kolu YDG-M ve DTP Kadın Meclisi üyeleri hedefteki isimler oldu. Yüzlerce ev ve işyeri ve parti binasına baskın yapıldı. DTP'liler, sadece yapılan baskınlarda değil, sokakta, caddede, köyde ya da emniyete evine yapılan hırsızlıktan dolayı gittiği sırada gözaltına alınarak, tutuklandı. Yapılan ev ve işyeri baskınlarında DTP'lilerin kapıları kırıldı, yerlere yatırıldı ve apar topar gözaltına alındı. DTP üye ve yöneticilerine yönelik 14 Nisan'dan Haziran sonuna kadar Türkiye'nin 40'ı aşkın ilinde yapılan onlarca operasyonda, aralarından DTP il, ilçe ve belde başkanları, yöneticileri, üyeleri, il genel ve belediye meclis üyeleri, DTP'li sendika üyeleri, DTP YDG-M ve DTP Kadın Meclis üyesi ve aralarında çocukların da bulunduğu toplam 945 kişi gözaltına alınırken, bunlardan 414'ü tutuklandı. 14 Nisan'dan 30 Nisan'a kadar toplam 509 kişi gözaltına alınırken, bunlardan 225'i tutuklanarak cezaevine gönderildi. Mayıs ayında gözaltına alınanların sayısı 213'ü bulurken, tutuklananların sayısı ise 116'yı buldu. Haziran ayında ise gözaltına alınan 223 kişiden 73'ü tutuklandı. Tutuklama ve gözaltlıların gerekçesi ise, "DTP mitinginde slogan atma", "YDG-M üyesi olmak", "Kamu malına zarar vermek", "Pankart ve döviz açmak", "Örgüt üyesi olmak", "Örgüte yardım yataklık", "Kolluk güçlerine mukavemet" "Protesto gösterisine katılmak" ve "Örgüt üyesi olmadan örgüt adına faaliyet yürütmek" iddiaları ile gerçekleştirildi.

Operasyonların durmadı

14 Nisan operasyonunun ardından 2. operasyon 13 Mayıs'ta aynı saat, yöntem ve gerekçe ile yapılarak, DTP Konya İl Başkanı ile Selçuk Üniversitesi'nde okuyan 10 öğrencinin de bulunduğu 20 kişi gözaltına alındı. Aynı gün, farklı bir koldan da Ankara Barosu'na kayıtlı 4 avukat ile Ardahan Üniversitesi'nde okuyan 11 öğrenci tutuklandı. 28 Mayıs'ta yapılan 3. operasyonda polis ve jandarma İzmir, İstanbul, Ankara, Manisa ve Van'da ortak düzenlediği eş zamanlı operasyonda KESK Genel Sekreteri ile aralarında öğretmen ve sağlık çalışanlarının da bulunduğu 35 kişiyi gözaltına aldı. 11 Eylül günü yapılan 4. operasyonda da, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı'nın talimatıyla KCK'nin sözde şehir yapılanmasına operasyon yapılıyor denilerek, 10 DTP'li tutuklandı.

DTP kapatıldı

DTP'ye yönelik gerçekleştirilen operasyonların ardından 11 Aralık "Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı fiillerin odağı haline geldiği" iddiasıyla DTP kapatıldı ve DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk ve Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk'unda aralarında olduğu toplam 37 partili hakkında 5 yıl siyaset yasağı getirildi. DTP'nin kapatılmasına rağmen operasyonlar hızından bir şey kaybetmedi. DTP'nin kapatılmasının ardından eski DTP'lilerin 23 Aralık günü BDP'ye geçmesinin hemen ardından 24 Aralık günü, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı'nın emriyle, kapatılan DTP'ye yönelik 5. operasyon başlatıldı. Diyarbakır, Siirt, Hakkari, Tunceli, Batman, Urfa, Şırnak ve Van'da sabahın erken saatlerinden itibaren eşzamanlı başlatılan operasyon, paralel bir şekilde Ankara, İstanbul ve İzmir'de de yürütüldü. İki gün süren operasyonda toplam 83 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınan 83 kişiden Kürdistan Topluluklar Birliği Türkiye Meclisi'ne (KCK/TM) üye olmakla itham edilip gözaltına alınanların yarısından fazlası, kapatılan DTP üyesiydi. Bunlar arasında hala görev başında olan 10 belediye başkanıyla, 4 eski belediye başkanı da vardı. Eski DTP'lilerin haricinde tutuklananlar arasında DTK Eşbaşkanı Hatip Dicle, İHD Diyarbakır Şube Başkanı Muharrem Erbey, DİSKİ Başkanı Yaşar Sarı, MEYADER Van Şube Başkanı Ferzende Abi, Van Hacibekir Mahallesi Özgür Yurttaş Derneği Başkanı Tefik Say gibi çok sayı kişi yer aldı.

'Önce Halepçe şimdi kelepçe'

BDP'ye yapılan son operasyon Kürtleri adete çileden çıkardı. Halkın oyu ile seçilmiş belediye başkanları ve Kürt siyasetçilerin kapıları kırılarak gözaltına alınması, kolları kelepçelenerek tek sıra halinde rencide edici şekilde fotoğraflarının çekilerek basına servis edilmesi Kürtleri sokağa döktü. Diyarbakır merkezli gerçekleştirilen operasyonlar kapsamında belediye başkanları ve Kürt siyasetçilerin tutuklanmasına tepki gösteren on binlerce kişi, Diyarbakır Adliye'sine dayandı. Milletvekilleriyle, belediye başkanıyla, genciyle, yaşlısı ve kadınıyla on binlerce kişi "Biz de aynı suçu işledik bizi de alın" diyerek, sivil itaatsizlik eylemi gerçekleştirdi. Özellikle kelepçeli fotoğraflar ve gözaltına alınma şekli hafızalara kazınırken, Diyarbakır, Batman, Şanlıurfa, Mardin gibi birçok kent merkezi "Önce Halepçe şimdi kelepçe" afişleriyle dikkat çekti. Operasyonların ardından belediye başkanları tutuklanan kentlerde, tutuklanmaların Perşembe günü olması nedeniyle, her hafta Perşembe günü "Kara Perşembe" eylemleri başladı.

‘Her mahallede iki ajan var’

Her köyde ve mahallede bir-iki kişi, jandarma ve polisin haber elemanıdır. Üniversitelerde pek çok hoca ve öğrenci de haber elemanı diye kullanılıyor.
Ahmet Türk’e saldıran, haber elemanı çıkabilir. Baykal’a da tuzak kuruldu. Polise uyup otobüsten inseydi, CHP’ye yürüyerek gitseydi saldırıya uğrayacaktı.
2002’de Jandarma’nın bürosuna girdim. D harfinde Deniz Gezmiş’in fişi vardı. Kardeşi, dayısı herkes fişlenmişti. Deniz 71’de idam edildi, fişlemeler duruyordu.
* * *
Siz Ahmet Türk’e saldırılırken yanındaydınız. Etrafta o kadar çok polis varken o saldırı nasıl gerçekleşti? 
Ben, yıllarca bu tür olayları önlemekle görevliydim. Bir olayın çıkacağı baştan belliydi. Daha biz Adliye’ye girerken yolun karşısında 30-40 kişi slogan atmaya başladı. Planlı, programlı, amaçlı bir gösteriydi bu. İçeri girerken bize bunu yapanlar, Adliye’den dışarı çıktığımızda daha fazlasını yapacaklardı. Düşünün ki, bu grup bizi yağmurun altında iki saat bekledi.
Sayıları azalmış mıydı?
Hayır. Adliye’den çıktığımızda bunların sayısı artmıştı. Bu olayda polis, önlem alıyormuş gibi göründü ama aslında olayın olmasına müsaade etti. Yağmurun altında bağırarak ısrarla iki saat bekleyen bir grubun sonunda mutlaka bir şey yapacağını, oradan bir olay çıkarmadan ayrılmayacağını en alt kademedeki güvenlikçi bile bilir.
Protesto ve gösteri hakkı demokratik bir hak değil midir? Ne yapmalıydı polis? 
Slogan atan grubu iki saat izlediler. Grubun içindekilerin kimliklerini, grubun içinde geçmiş olaylardan tanıdık kişilerin ve provokatörlerin olup olmadığını tesbit etmeleri gerekiyordu. Kaldı ki, o gün orada, kolluk kuvvetlerinin içinde terörle mücadeleden, istihbarattan ve asayiş şubesinden polisler vardı. Bunlar, gruptaki insanların hareketlerinden, bakışlarından, tedirginliklerinden, geliş gidişlerinden mutlaka bir şeyler tahmin ederler. Ben bunların içinden geliyorum. Söylediklerimi bilerek söylüyorum.
Saldırganın Türk’ün yanına sokulmasına nasıl göz yumuldu? 
Önlem alınmış gibi yapıldı ama saldırıyı önlemek için harekete geçilmedi. Protestocu grubun bizim burnumuzun dibine kadar gelmesi önlenebilecekken önlenmedi. Doğru dürüst önlem alınmış olsaydı, grubun bize yaklaşabilmesi asla mümkün değildi. Nitekim televizyonda herkes seyretti. Saldırgan polisin yanına kadar yaklaşıyor. Sağını solunu kontrol ediyor. Harekete geçecek bir insanın tedirginliğini yaşıyor. Bunu, özellikle merdivenin başında grubu izleyen polislerin görmemesi mümkün değil.
Peki, İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığı, daha önceden bu konuda uyarıldığı halde bu saldırı nasıl önlenmedi? 
Sırrı Sakık, bir gün önce İçişleri Bakanı’nı ve Müsteşar’ı arıyor. ‘Davayı izlemek için biz Samsun’a gideceğiz’ diye bilgi veriyor. Biliyorsunuz bu dava kritik bir dava.
Bu dava hangi açıdan kritik?
Geçen yıl aralıkta, Muş’un Bulanık İlçesi’nde vatandaşlar, DTP’nin kapatılmasını protesto etmek için yürüyüş yapıyorlar. Bütün dükkânlar kapalı, sadece bir tanesi açık. O da, “ben DTP’ye bu ilçede hayat hakkı tanımayacağım” diyen gönüllü köy korucusunun... Kitle bu kişinin dükkânına gelip taş atıyor ve olay çıkıyor. Devletin, eline silah verdiği kişi bu. Bu gönüllü korucu iki saat boyunca kitleyi silahla tarıyor. İki kişi ölüyor. Ve o iki saat boyunca hiçbir güvenlik gücü, bu korucunun yanına gitmiyor.
Niye? 
İfadesini dinlerken hayretler içinde kaldım ben. İl jandarma alay komutanını, istihbarat şube müdürünü, ilçe jandarma komutanını ve emniyet müdürünü cep telefonlarından arıyor. Bir yandan ateş ediyor, bir yandan da onlarla konuşuyor. “Dükkânımın etrafını göstericiler sardı. Gelin beni buradan kurtarın” diyor.
Devletin tepesindeki bu görevlilere nasıl ulaşıyor? 
Bu kişi aynı zamanda bir haber alma elemanı. Bir tek kişi gidip müdahale etmiyor. Bilinçli olarak yardıma gitmiyorlar. Devlet ona görev vermiş, işlevini yerine getirmesini istiyor. İki kişi öldükten ve onlarca kişi yaralandıktan sonra bir panzer geliyor, bunu alıp götürüyor. Ailesiyle birlikte önce helikopterle Muş’a, daha sonra da daha güvenli diye memleketi Mardin’e götürülüyor. Devlet bu kişiyi besliyor, koruyor, kullanıyor. Ona, bu cinayeti de işletti. Şimdi bu cinayetin temize çıkması için, dava hiç ilgisi olmadığı halde Samsun’a gönderildi.
Haber alma elemanı dediğiniz tam olarak nedir? Ajan mıdır?
Evet. Jandarma’nın ve Emniyet’in ajanlarıdır bunlar. Literatürdeki isimleri haber elemanıdır. Şöyle anlatayım... Jandarma’nın ve Emniyet’in kullandığı haber alma elemanları vardır. Bunlar, İçişleri Bakanlığı’nın örtülü ödeneğinden getirdikleri haberin içeriğine ve bilgilerin doğru olup olmadığına göre para alırlar. Örtülü ödenekten paralar ödenirken tutanak tutulur. Sonra bu evraklar imha edilir. Sağlıklı bilgi ve belge getirmedikleri takdirde ise bu elemanların görevlerine son verilir. Mesela Hrant Dink cinayetindeki Erhan Tuncel, uzun süre kullanıldıktan sonra görevine son verilmiş bir haber elemanıydı. Ahmet Türk’e yumruk atanın da, Jandarma’nın ve Emniyet’in haber elemanı olma ihtimali var.
Size, bunu düşündürten nedir?
Bunu komplo olarak söylemiyorum. Bunu, devleti bilen biri olarak söylüyorum. O bölgede Emniyet’i ve Jandarma’yı, mülkiye müfettişi olarak denetledim ben. Rize, Giresun, Ordu’yu üçer aylık dönemlerde denetlemiş biriyim ben. Samsun-Trabzon hattı, incelenmesi gereken bir hattır.
İncelendiğinde ortaya çıkacak olan nedir? 
Benim denetlediğim dönemlerde, Veli Küçük, Giresun Jandarma Bölge Komutanı’ydı. Zonguldak, Samsun, Tokat, Giresun, Rize hattı Veli Küçük’e bağlıydı. Ben Ordu, Giresun ve Rize’de hep Veli Küçük’ün ayak izlerine rastladım. Samsun Trabzon hattında bir sürü haber elemanı çalıştırılıyordu. Haber alma elemanlarının seçiminde Veli Küçük’ün çok etkili olduğunu düşünüyorum. Jandarma bölge komutanı olarak il alay komutanlarını, ilçe ve karakol komutanlarını zaten kendisi atıyordu. Vali ve kaymakam görevlendirmelerinde de etkili olmuştur. Bir ilin valisi daha göreve başlamadan, Küçük’ün çiçeğinin valinin odasına konulduğunu gördüm ben.
Tam ne demek istiyorsunuz? 
Samsun-Trabzon hattını Ergenekon kurdu. O hattaki milliyetçi, şoven bir düşüncenin temelleri Veli Küçük’ün görev yaptığı dönemde atıldı. Türk’e yumruk atanın da geçmişi araştırılmalı. Ergenekoncularla ilişkisi olabilir. Zonguldak, Sinop, Trabzon, Ordu, Giresun, Rize, Tokat, Gümüşhane hattında haber elemanı olarak kimler çalışıyor, faaliyetleri neler, incelenmeli. Doğu’da korucuların, itirafçıların cinayetlerini biliyoruz. Bu hatta da Ergenekon’un cinayetleri ortaya çıkar. Rahip Santoro cinayeti, Trabzon Limanı’na, Rum Pontus’u canlandıracaklar diye turist gemilerinin alınmaması, TAYAD’lılara linç girişimi ve Ahmet Türk’e yumruk... Bunlar, durup dururken olmadı. Bu bölgede milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, Kürt karşıtlığı, ulusalcılık ve şoven düşünce tırmandırıldı.
Kimin haber elemanı olup olmadığı hemen anlaşılır mı? 
Çok rahat anlaşılır. Bu bilgi valiye ve İçişleri Bakanlığı’nın görevlendirdiği müfettişe açıktır. Burada yıllar boyunca bir altyapı ve kadro oluşturuldu. Orada uzun süre görev yapan Veli Küçük ve Ordu Valisi Kemal Yazıcıoğlu oluşturdular bu hattı. Kendi düşüncelerindeki kaymakamları, emniyet müdürlerini ve jandarma komutanlarını görevlendirdiler bu hatta. Çok sayıda vatandaş, öğrenci ve köylü haber elemanı olarak kullanıldı. Samsun’daki fotoğrafların geçmişine bakılmalı.
Kimler haber elemanı olarak kullanılır? 
Her meslekten insan olabilir bunlar. Sıradan vatandaşlar, bunlar. Memuru var, tüccarı var. Her mahalleden bir, iki kişi böyle kullanılır. Her köyden bir iki kişi de haber elemanıdır. Bir de üniversitelerde akademisyenler, öğrenciler haber elemanı olarak kullanılırlar. Trabzon Üniversitesi’nde de olaylar yaşanıyor. Orada da öğrencilerden haber elemanı olarak yararlanılıyor. Milliyetçi, ulusalcı şoven bir iklimin yaratılmasıyla ilgili yıllardır bir altyapı oluşturuldu bu hatta. Ben bir keresinde, denetime gittiğimde Jandarma’da haber elemanlarını sordum. Bana kırmızı kaplı bir defter getirdiler.
Ajanların mı fotoğrafı var? 
Tabii... Onlar ilgili birimlerin onayıyla, ilgili jandarma komutanının ve emniyet müdürünün onayıyla haber elemanı olurlar.
Davanın Muş’tan Samsun’a alınması konusunda ne düşünüyorsunuz? 
Cinayeti işleyen, devletin bir elemanıydı. Bu kişinin aklanması istendiği için devletin koruması ve gözetimindeki bir yere alındı dava. Geçmişte böyle çok sayıda örnek var. Uğur Kaymaz davası da Mardin’den Eskişehir’e alındı ve Kaymaz’ın yakınları, avukatları ve tanıklar duruşma salonuna giremediler. Devlet, kendi cinayetini kendi elemanları vasıtasıyla temize çıkardı. Gene aynı şey yapılmak isteniyor. Dava, ulusalcı ve milliyetçi dalganın en yüksek olduğu bir yere alınarak, tanıkların ifadesi önlenmek isteniyor.
Dava nerede görülmeliydi sizce? 
Muş’ta görülmeliydi ve güvenlikle ilgili en ufak bir sıkıntı yaşanmazdı. Ama Muş’ta tabii dava devletin istediği biçimde aklanmazdı. Bulanık’taki olay, bir provokasyondur. Devlet bu kişiyi aklamak istiyor.
Siz davanın Samsun’a alındığını duyduğunuzda bir şeyler olabileceğinden kuşkulandınız mı? 
“Bu bir dava aklamasıdır” diye ikaz ettik. “Müdahil ailelerinin hiçbiri tanıklık yapamaz” dedik. Bin iki yüz kilometre mesafe var ayrıca. Ama bütün bunlar bilinçli yapılıyor. Sivas ve Gazi olaylarının davalarında da aynı şey olmadı mı? O davalar da nakledildi ve aklandı.
Ahmet Türk, olağanüstü bir olgunluk ve sükûnetle yatıştırıcı mesajlar verdi saldırıdan sonra. Onun bu açıklamaları nasıl etkiledi insanları? 
Onları dizginledi gerçekten. Eğer öfkeyle konuşsaydı, hiç şüpheniz olmasın, her yerde çok büyük olaylar olurdu. “Yola çıktık Ankara’ya geliyoruz” diye yüzlerce telefon aldık insanlardan. Ağlıyorlardı. Güneydoğu, Ankara’ya gelmek istedi.
Türk’e yapılan saldırıyı kınayan gösteriler sırasında Hakkâri’de on dört yaşında bir çocuk polisler tarafından insafsızca dövüldü. Birileri şiddeti kışkırtmaya mı çalışıyor? 
Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı coğrafyada her demokratik gösteriyi ve protestoyu, güvenlik kuvvetleri, “şu anda ben de PKK’yle mücadele içindeyim” psikolojisiyle karşılıyor. Kürtlerin demokratik haklarını engellemek için şiddeti bilerek uyguluyor ve körüklüyor. Şiddet artarsa kaos ortamının tırmanacağını ve kaos ortamında demokratik gelişmenin olamayacağını biliyor. Bakın benzer bir olay iki hafta önce Van’da yaşandı. Eğer Deniz Baykal, tuzağa düşüp de...
Deniz Baykal’a tuzak mı kuruldu? 
Tabii... Eğer Deniz Baykal, tuzağa düşüp de, polisin önerisine uysaydı ve otobüsten inip, yüz metre ilerideki CHP il binasına yürüyerek gitseydi, belki saldırıya uğrayacak ya da yumurtalar otobüsün camları yerine Baykal’ın kendisine gelecekti. CHP’ye polis, “bu otobüs bu sokağa giremez, köşeyi dönemez, binaya kadar yürüyün” demiş. Polisin bazı provokatif olaylarda rol aldığı şüphesi bende giderek güçleniyor. Bu birimi tanıyan bir kişi olarak söylüyorum ben bunları.
Başbakan’ın Ahmet Türk’ü araması, İçişleri Bakanı’nın ziyareti, emniyet müdürünün görevden alınması hakkında Kürtlerin düşüncesi ne? 
Başbakan, Ahmet Bey’i benim telefonumdan aradı. Bu konuda Başbakan samimi. Ama gönül, geçmişte de benzer olayları kınamasını isterdi. Bakın, şunu söyleyeyim. Jandarma’nın sadece kırsal alanda görev yapması lazım. Ancak İçişleri Bakanlığı’nca yapılan EMASYA protokolü, Jandarma’ya polis bölgelerinde de operasyon yapma, istihbarat toplama yetkileri vermişti. Bu protokol kaldırıldı, Jandarma artık polis bölgelerinde operasyon yapamıyor ama, EMASYA emirleri sürüyor.
Anlamadım... 
EMASYA protokolü ayrıdır, EMASYA emirleri ayrıdır. 2945 sayılı Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği ve MGK Kuruluş Yasası’nın ikinci maddesindeki Milli Güvenlik Siyaset Belgesi gereği, EMASYA hâlâ yürürlüktedir. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin hedeflerini gerçekleştirmek için EMASYA devam ediyor. EMASYA sayesinde, Türkiye’nin 81 ilinin Emniyet’inde ve Jandarma’sında EMASYA planları yapılıyor. Bölücülük ve irticayla ilgili çalışmalar ve harekât planları hazırlanıyor.
Vatandaşlar fişleniyor mu? 
Tabi... Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne dayalı çalışmalardır bunlar.
Jandarma mı polis mi hangisi daha yaygın olarak fişliyor? 
İkisi de fişliyor. Emniyet’in de, Jandarma’nın da şahsi bilgilerin ve fişlemelerin toplandığı Genel Bilgi Toplama (GBT) dediğimiz şubeleri var. Devlet, yıkıcı, bölücü ve irticai faaliyetlerle ve bu faaliyetlerin içinde kimlerin olduğuyla ilgili her ay rapor düzenletiyor. Örgütlü bir sistem bu. GBT’lerde, soyadı fihristine göre orada yaşayan vatandaşla ilgili bilgiler, fişler vardır. Size ilginç bir anımı anlatayım. 2002 yılında Erzurum’un Ilıca İlçesi’ni denetledim. Jandarma’nın GBT bürosuna girdim. Tesadüfen D harfini açtım.
Ne gördünüz?
Deniz Gezmiş’in fişini gördüm. Babasının, kardeşinin, dayısının amcasının fişlendiğini gördüm. Deniz Gezmiş, 1971’de idam edildi ama fişlemeler hâlâ duruyordu. Oysa fişlenen kişi yakalandıysa, beraat ettiyse veya öldüyse, bu fişlerin imha edilmesi gerekiyordu.
Bu fişlemeler kişinin peşini hayat boyu takip mi ediyor? 
Evet. Jandarma da, Emniyet de bu fişlemeleri arşiv olarak bulunduruyor ve hayatınızın bir döneminde mutlaka bu fişlemeler karşınıza çıkıyor ve sizi engelliyor. Mesela devletin gizlilik dereceli görevlerinde çalışacak insanlarla ilgili olarak güvenlik soruşturması yapılır... O güvenlik soruşturmasında çok kişinin karşısına bu fişlerin çıktığını gördüm ben. Bu kişiler, çoktan yakılması gereken bu fişler yüzünden devlette çalışamadılar.
Hükümetin Kürt açılımı niye tıkandı sizce? 
Kürt halkının halk olmaktan kaynaklanan birtakım kolektif hakları var. Açılım, bu hakları tanımıyor. Mesela eğitim dilinin Türkçe olduğunu söyleyen Anayasa’nın 42. maddesiyle ilgili bir düzenleme yapılmıyor. Kürtçe eğitim dili olmadığı gibi, okullarda Kürtçe dersi bile konulmuyor.
Hükümet açılımı sürdürebilmek için neler yapmalıydı? 
Anayasa’da etnik referansa neden olacak Türk sözcüklerinin hepimizi kucaklayacak şekilde Türkiye sözcüğüyle değiştirilmesini istiyoruz biz. Mesela 66. Madde’deki, “Türkiye Cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür” cümlesi beni kapsamıyor. Bu madde, 1921 Anayasası’nda Atatürk’ün çok güzel formüle ettiği gibi düzenlenebilir ve “Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran halka Türkiye halkı denir” denebilir. Bu, beni kapsar.
Atatürk, bu tanımı niye 1924 Anayasası’nda değiştirdi sizce? 
Değiştirdi çünkü etrafını saran o İttihat Terakki düşüncesinden gelen milliyetçi şoven ekip tarafından kuşatıldı. Mahmut Esat Bozkurt gibi ırkçı bir adam bakan yapıldı. Atatürk, 1929’lara kadar hep provokatif suikastlarla meşgul edildi.
Açılım konusunda Kürt siyasetçiler üstlerine düşeni yaptılar mı? 
Tabi. Biz önerilerimizi bildirdik. Demokrasi standardı bir santim bile yükseltilse desteklenmelidir. Çünkü bundan herkes gibi Kürtler de yararlanacaktır.
Güneydoğu’daki devlet görevlilerinin Kürt vatandaşlara karşı tavırları nasıl son zamanlarda? 
Devletin görevlileri Kürtlerin siyasetçilerini içlerine sindiremediler. Siyasetçisine kötü davranan devlet görevlileri vatandaşa kimbilir nasıl davranır. Resmî ideolojileriyle uyumlu olarak kendi inisiyatifleriyle böyle davranıyorlar. Güneydoğu halkını, PKK ile işbirliği içindeki potansiyel suçlu olarak görüyorlar. Güneydoğu’ya insan haklarına saygılı, demokrat, hukuktan ve vatandaştan yana kişiler atanmalı. Çünkü görevlilerin davranışları, ortamın yumuşamasına ya da sertleşmesine doğrudan etkili oluyor.
Şimdiki Mardin valisi, eski Diyarbakır valisi gibi, halkı kucaklayan yeni tip valiler ortaya çıkmadı mı?
Kaç tane Efkan Ala var ki! Van’da, Mardin’de iki yıldır böyle valiler var. İki yıldır oluyor bütün bunlar...
NEŞE DÜZEL / TARAF