14 Nisan 2011 Perşembe

Cem Vakfını Devlet Nasıl Kurdu?

Eski cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel, 2 Temmuz 1993 katliamından sonra İzzettin Doğan’a Alevilerin devletin güdümünden ayrılmaması için toparlama görevi verildiğini söyledi.

2 Temmuz 1993 Madımak katliamından sonra yükselen Alevi muhalefetinin Kürtlerle buluşmaması için İzzettin Doğan’a görev verildiği ve bu amaçla Cem Vakfının kurdurulduğunu söyledi.

Bu sözleri Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in o dönemdeki Hacıbektaş Belediye Başkanı Mustafa Özcivan’a anlattı.

Hacıbektaş Belediye Başkanı Mustafa Özcivan törenlere davet etmek için ziyareti esnasında Süleyman Demirel’le yaptığı uzun bir sohbet içerisinde bu ilginç durumu dinledi. Daha sonra bu sohbeti detaylıca olarak Sürek dergisinde yayınladı.

BİR İŞBİRLİKÇİ POTRESİ

Bir Alevi dedesi, Cem Vakfı Başkanı ve Alevi Vakıflar Federasyonu Onursal Başkanı İzzettin Doğan aynı zamanda uluslararası hukuk profesörü bir akademisyen. Ne ilginçtir ki Doğan’ın yayınlanmış bir eseri dahi yok.

Kimine göre pragmatik bir fırsatçı, ancak uzun yıllardan beri Alevi topluluğunu kapalı kapılar ardında sistemin içine çekmeye çalışan bir işbirlikçi. Mustafa Özcivan’ın sözleri bu açıdan önemli. Ve üstelik Doğan ailesinin Demirel ile geçmişi 1960’lı yıllara kadar uzanır.

Doğan ailesinin ileri gelenleri kendilerini Hz Ali soyundan geldiğini iddia ederler. Malatya ve çevresinde cem törenleri düzenleyerek Alevi toplumunda sosyal statü elde etmeleriyle sivrilirler.

Ailenin en önemli kişiliği İzzettin Doğan’ın babası Hüseyin Doğandır. 1950’de CHP’den milletvekili seçilerek Alevi kesimin tanıdığı isim haline gelir. Daha sonra CHP’den ayrılarak Demokrat Partiye geçer. Bu durum Alevi toplumunda hoş karşılanmaz, sert eleştirilere muhatap kalır. Bu eleştiriler feodal alevi toplumunda etkin olan sosyal dedelik statüsüyle savuşturmayı başarır.

DEMİREL İLE İLİKİŞKİLERİN GEÇMİŞİ

1960 yılından sonra Demirel’in Adalet Partisine girerek birkaç dönem milletvekilliği yapar. Oğlu Doğan Doğan’ı da (İzzettin Doğan’ın abisi) Adalet partisi Malatya il başkanı olur.

Milletvekilliği döneminde adından tek bahsettirdiği olay Alevi Birlik Partisi’nden 8 milletvekilini kopararak Adalet Partisi’ne transfer etmesidir. Bu sırada oğlu İzzettin Doğan İsviçre’de mastırını yaparak aralarında Galatasaray üniversitesinin de olduğu okullarda hukuk hocası olarak dersler vermeye başlar.

Daha sonra Hüseyin Doğan geçirdiği bir kalp krizi sonucunda yerini oğlu İzzettin Doğan’a bırakarak vefat eder.

Bu dönem Alevi topluluğu sosyo ekonomik ve iktisadi sebeplerden dolayı şehirlere akın ettiği dönemdir ve ülkede gelişen politik olaylardan dolayı askeri cuntaya doğru adım adım yaklaşılmaktadır.

GENERAL SUNALP’IN YAKIN DOSTU


12 eylül askeri darbesiyle Alevi, Kürt binlerce ilerici demokrat yurtsever işkence tezgahlarından geçirilir. Sokaklarda yargısız infazlar ve sivil faşist saldırılardan dolayı onlarca yurtseverin katledildiği karanlık günlerdir. Rejim için tehlike çanlarının çaldığı bu günlerde Alevi toplumun radikal sol ve yurtsever hareketi yoğun olarak desteklemesi sonucunda cuntacı generaller Milliyetçi Demokrat Partisine (MDP) kurarlar. Alevi halkın devrimci dinamizmi tasfiye edilmek için partinin kurucularında Alevilere de yer verilir. Bu kurucu ve yöneticiler içinde dikkat çeken bir isim vardır. İzzettin Doğan…

Onu bu kadar etkin hale getiren sosyal etken babasının sisteme yaptığı hizmetler ve devlete Alevi burjuvazisinin sisteme nasıl çekileceği ve yoksul Alevilerin devrimci dinamizminin nasıl kırılıp tasfiye edileceğiyle ilgili verdiği seminerlerdir. Ve cunta tarafından verilen Alevi topluluğun temsilciliğini kabul eder. Ancak iki tarafta bu sefer yanılmıştır. Generaller toplumda istedikleri çıkışı yakalayamazlar. Bu ve sosyo psikolojik etkenlerden dolayı İzzettin Doğan’la, general Turgut Sunalp’ın yolları ayrılır.

ALEVİ BURJUVAZİSİ SİTEME ENTEGRE EDİLİYOR

Alevilerin 1965’den sonra hızlı kentleşmesi toplumsal yapısında köklü dönüşümlere yol açar. Kırsal kesimden şehirlere gelen eğitim görmüş Alevilerinin sayısında büyük artış olur. Bu durum beraberinde cılız da olsa bir Alevi burjuvazisini ortaya çıkmasını sağlar. Sistemin katı islami din anlayışı sonucu bu kitleye bakışta tereddüt yaşanmasına sebep olur.

Zamanla alevi küçük burjuvazisinin kendi yapısal olarak değiştirip faaliyet gösterdikleri iş kollarında holdingleşmeye başlamasıyla beraber (Süzer holding, Polat holding, Kkale kilit) sistemle ilişkilerinin yürütecek ve ona yardımcı olacak hem tüm siyasi bürokrasinin, hem de askeri bürokrasinin sorun çıkarmayacağı bir alevi entelektüeline ihtiyaç duyulur.

Bu da Alevi toplumunda hukuk Profesörü kariyerine sahip olup kendini MDP’nin kurulmasında ispatlamış, yaptığı çalışmalarla devletin güvenin kazanarak bu misyonu yüklenecek olan İzzettin Doğan’dır. Fakat gerek Alevi burjuvazinin kendi içinden kurumsallaşmayı başaramaması, gerekse İzzettin Doğan’ın alternatifi bulunmaması sonucu pragmatik davranması bu süreçte kısmen tıkanmış olsa da Alevi burjuvazisi sisteme entegrasyonu sağlamıştır. Hatta Alevi burjuvazisi sistem tarafından teşvik kredileri, faizsiz verilen banka kredileriyle desteklenip gelişmesi de sağlanmıştır.

CEM VAKFININ RANT ARACINA DÖNÜŞMESİ

Kürdistan’da PKK’nin gelişen mücadelesi sonucunda askeri bürokrasinin, siyasi bürokrasiye baskılarına ve müdahalelerine rastlarız. Fakat askeri bürokrasiyle siyasi bürokrasinin tek ittifak yaptığı dönem DYP-SHP koalisyon hükümetinin ülkeyi yönettiği süreçtir. Bu dönemde Kürdistan’da binlerce köy boşaltılır. Binlerce yurtsever faili meçhul cinayetler sonucu kontrgerilla tarafından öldürür. Devletin alevi topluluğun en devrimci dinamik kesimi de bu dönemde payına düşen fazlasıyla alır.

Tarih 2 temmuz 1993’tür. Binlerce ilerici alevi Sivas’ta Pir Sultan şenliklerinde buluşur. Düzenlenen bu şenliğe devlet destekli gerici faşistlerin saldırması sonucu 33 muhalif aydın yakılarak öldürülür. Sistem bu katliamla birbirinden değerli aydınları katlederek Türkiye’de gelişmeye başlayan aydın olgusunun halkçılaşmasını tasfiye etmiştir. Bu katliamdan sonra neo faşist ve islamcı tehdide karşı Alevi topluluğu hızla dernekler, vakıflar etrafında örgütlenmeye başlar.

Bu durum karşısında devlet yeniden İzzettin Doğan faktörünü devreye sokar. Doğan’ın bu süreçte devreye girmesi oldukça önemlidir.

2 temmuz katliamından sonra hızla örgütlenen alevi toplumun dernekler ve vakıflar vasıtasıyla haklı isteklerini sistemin kurum ve kuruluşlarıyla göğüslemek yerine Cem Vakfı üzerinden karşılar. İlk önce sorun ve talepleri öne süren kurumlar arası çelişkinin çıkmasını sağlayıp Cem Vakfı’yla bunu derinleştirir. Bu haklı taleplerin dile getirilme sürecini Cem Vakfı’nın çıkardığı polemiklerle gündemden düşürerek toplum içinde etkisini yitirmesini sağlamıştır.

İZZETTİN DOĞAN’A ÖRTÜLÜ ÖDENEKTEN PARA

DYP ve SHP hükümetinin iktidarı döneminde Tansu Çiller Alevi toplumun oylarının alabilmek ve Cem Vakfı’nın gelişmesini sağlamak amacıyla örtülü ödenekten yüklü miktarda para aktarır. Devletin bu desteği Tansu Çiller’le sınırlı kalmaz. Yapılan bu yardımlarla Cem Vakfı güçlendirilip çekim merkezi yapılmak istenir. İzzettin Doğan’ı destekleyen tek siyasetçi Tansu Çiller değildir. Mesut Yılmaz zamanında ANAP’ın belediye başkanlıklarını kazandığı belediyelerden arsalar vererek sözde cemevlerine taksim edilir. Elbette bunlar İzzettin Doğan ve ekibi tarafından sonra birer birer elden çıkarılarak satılır.

Süleyman Demirel’in o dönemdeki Hacıbektaş Belediye Başkanı Mustafa Özcivan’a ‘’İzzettin Doğan’a cemevini biz kurdurduk’’ sözleri aslında bilinen bu gerçeğin resmi olarak itirafı anlamında önemlidir.

MUSA SERDAR ÇELEBİYLE KOL KOLA

Musa Serdar Çelebi ismi 1980 yılları yaşamış çoğu devrimci ve yurtsever için tanıdık gelecektir.

Kürdistan’da ulusal kurtuluş mücadelesinin başlamasıyla telaşa kapılan devlet MHP’li unsurları da kullanarak Maraş’ta çalışmalar başlatılır. Daha önce belirlenen Alevi Kürt yurtseverlerin evlerinin kapısı kırmızı boya ile işaretlenerek onlarca Kürt yurtsever ve demokratın öldürüldüğü Maraş katliamı gerçekleştirilir. Katliamın mimarlarından olduğu daha sonra ispatlanan beş kişiden biride Musa Serdar Çelebi’dir. Musa Serdar Çelebi’nin icraatları bununla da sınırlı kalmaz. MİT’in görevlendirmesiyle 1980 sonrası Avrupa’da Kürtlere karşı gerçekleştirilen bütün saldırılarda onun ve başkanı olduğu Avrupa Türk Federasyonun izi vardır.

Musa Serdar Çelebi ve İzzettin Doğan’ın yolları ise Avrupa Cem Vakfı’nın düzenlediği cemde kesişir. Çelebi’nin İzzettin Doğan tarafından davet edilmesi cem törenine katılan diğer alevi kurumlarınca protesto edilince töreni terk etmesiyle açığa çıkar. Olayın açığa çıkmasından sonra alevi kurumların tepki göstermesi üzerine Tempo dergisine verdiği röportajında İzzettin Doğan şunları söyler:

‘’Bu soruda ısrarlısınız: '80 öncesi bir katliama karışmış biriyle nasıl el sıkışırsınız', demek istiyorsunuz. 80'den bu yana kaç sene geçti? 28 yıl değil mi? Bu muhterem zatın, o tarihlerde ne yaptığını da bilmiyorum. Siz söylüyorsunuz. 2002-2003'ten sonra bu arkadaşı tanıdım. Tanıdığım dönemdeki konuşmalarını, ben olumlu bir yaklaşım olarak gördüm. Almanya'da çalıştığını, Alevi-Sünni ayrımının kaldırılmasının doğru olacağını, çünkü orada herkesin ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğünü söylüyor. Bunun dışında, öyle uzunlamasına, derinlemesine bir olay gelişmemiş. Otuz sene önce katildi! Olabilir. İnsanlar affediliyor.’’

İzzettin Doğan’ın bir tek görüştüğü ülkücü faşist Musa Serdar Çelebi değildir. Son zamanlarda alevi Türk İslam sentezinin savunucusu Namık Kemal Zeybek’te bunlardan biridir.

İZZETTİN DOĞAN TASFİYE HAREKETİ

İzzettin Doğan’ın devletle karanlık ilişkileri zamanla deşifre olması sonucunda Alevi kurum ve kuruluşları Cem Vakfı dışında kurumlar oluşturup taleplerini yüksek sesle dile getirmeye başlayınca İzzettin Doğan faktörü yineden ortaya sürülür. Bu haklı taleplerin pasifsize edilmesi için Doğan sürekli Alevi kurumlarını polemik içine çekerek bir tasfiye hareketi başlatır.

Alevi örgütleri ‘Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılsın’ diyerek radikal çıkışlar yaparken, İzzetin Doğan ‘Diyanette bizlerde temsil edilelim’ diyerek farkını ortaya koymuştur.

Alevi örgütleri zorunlu din dersleri kaldırılmasını gündeme getirirken, İzzettin Doğan ‘Alevilik ders olarak okutulsun’ der.

Alevi örgütleri ‘devlet inançlar için para harcamasın’ derken, Doğan Alevilere bütçeden pay ayrılmasını öne sürer.

Alevi örgütleri ‘Alevilik sistem tarafından tanınsın, Cemevleri yasal statüye kavuşsun’ derken Doğan sessizce dinler.

Doğan, çatışmalarda yaşamını yitiren yurtsever Alevi devrimcilerin cenazelerin Cemevleri’nden kaldırılmasına şiddetle karşı çıkar.

2 temmuz Madımak Oteli önündeki anmalar karşı çıkar kimseyi göndermez. Olay gündeme geldiğinde sürekli Pir Sultan Derneği ve Aziz Nesini suçlar ama önceki yıl ki törenlere katılır. Ve Madımak Oteli müze olsun der.

İZZETTİN DOĞAN VE SOL PARTİ ÇALIŞMALARI

İzzettin Doğan portesini canlı ve dinamik tutan etken siyasi ve bürokrasinin ona verdiği destek ve imtiyazdır. İzzettin Doğan’ın dışında da Alevi kurumların siyasi bürokrasiyi etkilemeye yönelik çalışmalar yapmasından en çok rahatsız olacak insan kuskusuz ki İzzettin Doğan’dır.

Fakat etkisini Alevi toplumda gün geçtikçe yitirmesi ve misyonun deşifre olmasından dolayı her sistemin sınırsız destek verdiği figürler de zamanla yok olmaya muhtaçtır. Ve anılırken Alevilere verdiklerinden çok bu topluluktan neler götürdükleri gündeme gelirler. Bir toplumun asimilasyonu için ahlak kurallarını dahi ayaklar altına almaktan çekinmeyen İzzettin Doğan artık çöküş ve tasfiye sürecine girmiştir.

AKP havlu attı; TC’yle PKK başbaşa kaldı


12 Haziran seçimlerine katılacak olan partiler aday listelerini önceki gün Yüksek Seçim Kurulu’na verdiler. Verir vermez de adaylarla ilgili tartışmalar alevlendi. Üç gündür basında aday olanlar ile olamayanlar tartışılıyor. Bütün mesele buymuş gibi bir kaşık suda fırtınalar kopartılıyor. Kamuoyu anlamsız tartışmalarla meşgul ediliyor.

Gerçi bunu ‘doğal’ karşılamak gerekiyor çünkü, Türkiye’de seçimler halkların sorunların tartışılmasına ve bu sorunlara ortak çıkarlar temelinde çözümler bulunmasına değil, sistemin ‘demokrasi’ oyunu oynamasına hizmet ediyor.

Aday enflasyonunun yaşandığı Türkiye’de kişiler de hizmet için değil talan için aday oluyor.
Bu oyunu bir tek Kürtler bozuyor.

Onlar da olmasa şimdiye kadar olduğu gibi sorunlar yine gündem dışına atılacak ve meydan rant için siyasete atılmış olan yağmacılara kalacak. Ne ki Kürt mücadelesi buna izin vermiyor. Mücadele sistemi çökerttiği içindir ki ‘demokrasi’ oyunu gibi rant yarışı da artık kabul görmüyor.

Sistem epey bir süredir ne ileri ne geri gidebiliyor. Sürekli patinaj yapıyor. Şimdiye kadar milleti ve dini istismar ederek rant elde eden partilerse peş peşe misyonlarını tamamlıyor ve tarihin çöplüğüne yuvarlanıyor.

Sıra şimdi AKP’ye gelmiş bulunuyor. AKP çöpe gideceğinin farkında ve bu yüzden iki seçimdir taleplerini kullandığı ‘milleti’ bir kenara bırakıp ‘devlete’ sığınıyor. AKP’nin aday listesi statükoya sıkı sıkıya sarıldığını gösteriyor.

Türkiye halklarının değişim, dönüşüm ve demokratikleşme taleplerini arkalayarak iktidara gelen ancak bu talepleri hayata geçireceğine devleti ele geçirmeye yönelen ve bu yönde bazı rant mevzileri elde eden AKP, yeni dönemde siyaseti devlete bırakıyor. AKP’nin listesi bunu gösteriyor.

Tabii, bu durum AKP’nin asıl rakibi ve hatta alternatifi olan Kürt siyasetine önemli avantajlar sağlıyor. AKP’nin Kürt meselesinde havlu atması ve dört elle devlete sarılması Kürdistan’da yenildiğini kabul ettiği anlamına geliyor.

‘Kürt Açılımının’ mimarı AKP, Kürtleri bölemediği ve PKK’yi tasfiye edemediği için aradan çekiliyor. Kürt halkının karşısına da ceberut devleti çıkarıyor. Böylece İmralı görüşmeleri de sahaya inmiş oluyor. TC ve PKK başbaşa kalmış bulunuyor. Buradan ne çıkacağını yakında hep birlikte göreceğiz.

Öte yandan seçimler sonrası oluşacak Meclis’in ‘Kurucu Meclis’ işlevi göreceği ve Kürt sorunundan başlayarak Türkiye’nin yapısal sorunlarını çözeceği ve bu ülkeyi değişen koşullara uygun olarak yenileyeceği söyleniyordu ama görünen odur ki kriz derinleşecektir.

AKP, Türkiye’nin yapısal sorunlarını çözmek ve bu ülkeyi özgür, demokratik, katılımcı çağdaş değerler ışığında yenilemek yerine statükonun bekçiliği görevini üstlenmiştir.

CHP’ye de AKP’nin stepnesi görevi verilmiştir. AKP tek başına iktidar olsa da onun tıkandığı yerde devreye CHP girecektir.

Seçimlerden sonra AKP ve CHP, Anayasa ve Af meselesi başta olmak üzere temel meselelerde birlikte hareket edeceklerdir. Ordunun CHP’nin ‘aç’, AKP’ninse ‘kapat’ komutuna basması bunu göstermektedir.

Ordu, Kemalist sistemi AKP ve CHP işbirliğiyle ‘revize’ etmek, bunu Kürt dinamiğine kabul ettirmek, direnenleri de tasfiye etmek istemektedir.

Bu yüzden seçimlerden sonra Türkiye’yi ciddi çalkantılar beklemektedir. Kürt ve Kürdistan meselesi bu ülkenin kaderini belirleyecektir. Güney’de Barzani’nin bu yaz bağımsızlık ilan etmesi ihtimal dahilindedir.

Aynı şekilde kuzeyde PKK öncülüğündeki Kürt ulusalcılığı daha da yükselecektir. Buna karşın Türk devleti gerçek manada değişim ve demokratikleşme dışındaki bütün seçenekleri tüketmiştir.

Fakat bir süre daha ısrar edecektir. Bu da krizi derinleştirecektir ve artık darbe olamayacağına göre Türkiye kısa sürede yeniden erken seçime gidecektir.

Gelinen aşamada Türkiye zamanın ruhuna uygun olarak değişecek ve Kürt-Türk ilişkilerinin eşitlik, özgürlük ve gönüllü birlik temelinde yeniden düzenlenmesini kabul edecektir.

Ordu ne kadar ısrar ederse etsin Türkiye kendisine de ‘felaketten’ başka bir şey getirmeyecek olan 1920’lerin politikalarını sürdüremeyecek, iç ve dış dengeleri gözetecek, ‘milli boğazlaşmadan’ imtina edecektir.

Türkiye’nin köklü bir değişim yaşaması elzem haline gelmiştir. Bunu hayata geçirecek siyasi dinamik ortada gözükmese de nesnel süreç Türkiye’yi yapısal sorunlarını radikal reformlarla aşmaya mecbur etmiştir. Bu da Kürt siyasetine yeni hamleler yapma fırsatı verecektir.

***

İran’da 1 Mayıs’ta idam edilecek Şerko Maarefi için başlatılan kampanya sürüyor. Ancak bu İran devletini durdurmaya yetmiyor. BM tepkileri ‘insanlık suçu’ kapsamında ele almıyor ve yaptırıma dönüştürmüyor. İş yine başa düşüyor. Zamansa daralıyor. Maarefi kampanyasını sürdüren ‘Stoppt Hinrichtungen İm İran ‘inisiyatifine destek olmak, kampanyayı yaygınlaştırmak gerekiyor.

gunayaslan@hotmail.de

AKP’nin Çıraklık Kalfalık Stratejisi

12 Haziran 2011 genel seçimleri önceki seçimlerden biraz farklı. 12 Haziran seçimleri için hazırlanan listeler seçim sonuçları kadar tartışılıyor. Partilerin seçimlere yüklediği anlam ve hedefledikleri ise, seçim listeleri ile kendisini fazlasıyla dışa vuruyor. AKP’nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra Mart 2004’de yerel seçimler, Temmuz 2007’de genel seçimler, Mart 2009’da yerel seçimler yapıldı. AKP, bütün bu seçimlerden birinci parti olarak çıktı. AKP, 2002 seçimlerini iktidarı için çıraklık dönemi olarak tanımlıyor. AKP’nin “çıraklık dönemi” olarak tanımladığı “2002/2007” yılları arasında Türkiye hiçbir temel sorununu çözemedi. AKP bu dönemde temel sorunları çözmek yerine “düşünmezseniz sorun yoktur!” yaklaşımı sergiledi.

AKP’nin “kalfalık dönemi” olarak tanımladığı 2007-2011 yılları ise, Türkiye’nin temel sorunlarının daha da karmaşık bir hal almasını beraberinde getirdi. Çünkü “Demokratikleşme, Kürtler, Aleviler ve liberaller” başlığı altında AKP önceki seçimlerde pragmatik siyaset yöntemi ile seçime girdi. Ancak ne Türkiye toplumu “demokratikleşti”, ne Kürtler kendi hak ve özgürlüklerine kavuştu, ne de Aleviler inanç özgürlüğünü yaşadılar. AKP iktidarı Türkiye’yi de bölgenin hatta dünyanın en tartışmalı politikalarının sahibi haline getirdi. Kişiliksiz, ikiyüzlü ve günübirlik söylemlerle çıkar siyasetini dış politikada da sürdüren AKP, önceki seçimlerde devlete yerleşmeyi ve iktidarını korumayı esas aldı. Erdoğan, “AKP 2002’de çıraklık, 2007’de kalfalık dönemini yaşadı. 2011’de de ustalık dönemini yaşayacak” diyerek 12 Haziran seçimleri sonrasında izleyeceği politikayı da bütün açıklığı ile ortaya koymaya çalıştı. Dolayısıyla AKP 2011 seçimleri için hazırladığı liste şunu gösteriyor. AKP’nin Kürt meselesi, demokratikleşme vb konularda önceki dönem izlediği “çürütme, belirsizleştirme, erteleme, anlamsızlaştırma” yöntemini bu seçimlerle tamamen devlet politikası haline getirme çabasında olacak. Dolayısıyla AKP devletleşecek, devlet AKP’lileşecek. İktidar blokları arasındaki ayrımlar ise daha da keskinleşip, gergin bir hat üzerinden sorunların tartışması gerçekleşecek.

CHP ve MHP açısından 12 Haziran seçimleri bir belirsizlik taşıyor. MHP’nin değişmeden seçime girmesi ile CHP’nin “değişme” iddiası ile MHP’lileşerek kendini seçime hazırlaması Meclis’te oluşacak tablonun gerilimli yanlarını gösteriyor. CHP’nin sadece görünen statükonun fotoğrafını değiştirerek orjinal statükocuları bünyesine aldı. Dolayısıyla birkaç Kürt ve Alevi sıfatlı isimlerle seçime girmesi oluşabilecek sonuçları fazlasıyla görmemizi sağlayabilir. CHP ve MHP ortaya koyduğu aday listeleri ile öz olarak şunu söylüyor: “Kürt meselesi İstanbul’dan çözülür, Aleviler sadece isim olarak var olur. Sorunlar sadece biçimsel çözülür!”

Ve, bağımsız adaylar bloğu. Sınırlı imkanlar, yasal engeller, devlet baskısı nedeni ile istenilen hazırlıkla seçime giremeyen BDP, sosyalist blok, Aleviler ve emek hareketinin bir araya gelerek oluşturduğu liste ise, Türkiye’nin reel politik yapısını yansıtıyor. AKP, MHP, CHP üst siyaset sınıfı üzerinden toplumsal temsiliyeti sergilemek isterken, demokratik ulus bloğunun bağımsız adayları toplumun daha gerçek dinamikleri üzerinden bir temsil sağlamaya çalışıyor. Bazı yetersizlikleri olsa da, bağımsız adayların listesi Meclis içinde “gerçek meclis” oluşturuyor.

Partilerin 12 Haziran seçimlerine hazırlıkları ve oluşturdukları listeler yakından incelendiğinde ortaya çıkan sonuçlar böyle özetlenebilir. Eğer partiler önceki dönemdeki yaklaşımlarını değiştirmezlerse, 13 Haziran’daki tablo da sorunların gerçek çözümü yerine yine erteleme, çelişki ve çatışmayı beraberinde getirme potansiyeli taşır.

Birey Tarihin Ürünüdür


Bireysel tarih, kültür ancak bu evrensellik içinde anlam bulabilir. Birey derken bir şahıstan bir ulusa kadar geniş bir yelpaze içindeki tikellikleri kast ediyorum. Bireyde tarihi çözümlemek potansiyeli her zaman vardır. Birey tarihin ürünüdür. Tarihin somut halidir. Yaşıyorsa güncelidir. Tarih derken elbette tarihsel-toplum anlamındadır. Tanımlamaya çalıştığım bu tarihten çıkardığım ilk ve en önemli sonuç, bir klan düzeyinde bile olsa hem dar hem geniş anlamda mensubu olduğun toplumu çözmeden, anlamadan insan haline gelinemeyeceğidir. İnkâr, zoraki asimilasyon toplumda sürekli işbaşındadır. Bu da anlam yitiminin dayanağı, kaynağıdır. Olsa olsa bu süreçlerden geçen birey ve topluluklara negatif birey ve topluluklar denebilir. Sanırım insan demek zordur.

Gerçeğin toplumsal olduğuna dair kanılarım giderek güçlenmektedir. Bir kişi, bilmenin en üst sınırına ancak gerçeğin toplumsal kaynağına anlam vererek erişebilir. Bu nedenle toplumdan kaçmak; anlamdan, bilgelikten kaçmaktır. Liberalizmin ısrarla toplumdan kaçışı hem gerçeğe yüzeysel yaklaşımını hem de bunun kapitalizmin doğasındaki gerçekliğiyle, onun ideolojik ifadesi olmayla bağlantılıdır. Kapitalizm ve hegemonyasındaki toplumun gittikçe reklama, yalana daha çok başvurması yine gerçekliğin bu yönünü vurgular.

Bireysel olduğu kadar toplumsal bir yürüyüş

Hem teorik gelişmem, hem pratik-siyasi gelişmemdeki rolüm, savunma gerçekliğini her geçen süre içinde daha aydınlatıcı kılmaktadır. Mahkumiyet koşullarımın kolay olmadığı, geçmediği iyi bilinmektedir. Veya bilinmek durumundadır. Nasıl katlanabildiğime ilişkin soruya verebileceğim ilk yanıt yine bir deyiş niteliğindedir: Toplumsal gerçekliğimin mahkumiyetini yaşıyorum sadece. İstesem de, önümde cennet bahçeleri de olsa özgür yaşayamayacağımın tamamen farkındayım. Yaşadığını idea edenler en hafif deyimle kendilerini yanılttıklarına emin olmalılar. Tabi toplumsal mahkumiyetin tarihsel-güncel nedenleri uzun bir diyalektik anlatımdır. Önemli olan bu anlama varmadır. Ancak buna vardıktan sonra zaman ve mekan içinde özgürlük yürüyüşüne geçebilirsin. İçsel olduğu kadar dışsal; bireysel olduğu kadar, toplumsal bir yürüyüştür bu.

Tarihi anlamak, almak ve vermek

Birey ve toplum olarak Ortadoğu’nun beşiğinde, merkezi uygarlık beşiği Mezopotamya’da varlık kazanmışız. Tıpkı Fırat gibi akan bu uygarlık yürüyüşü ilgimi hep arttırarak kendine yöneltmektedir. Yönelmekten bıkmıyorum, sıkılmıyorum. Jeolojisi, bitkisi, hayvanıyla olağanüstü bütünleşmiş insanı ve toplumu açık ki tüm gerçeklerin kaynağı durumundadır. Sadece kendimi bu gerçeklerle anlamlandırmayacağım. Tüm insanı, evrensel insanı da en yetkin konumda ve zamanlarda tanımlamış, anlamış olacağım. Firavun ve Nemrutların yanlarından kaçan, geriye dönüp direnen, Musalara, İsa ve Muhammedilere yaklaşmak; mesajlarının özünü anlamak, almak ve vermek az önemli ve heyecanlı serüvenler olmasa gerek.

İbrahim’le Nemrut’un öyküsünü güncellemek önemlidir

Halen aynı merkezi uygarlığın büyük takibi altında ve tutuklusuyum. Hem kaçıyor hem direniyorum. Hemşehrim İbrahim’in Nemrutla olan öyküsünü güncellemek önemlidir. Dinin de saygı duyulacak en önemli özelliğidir. Avrupa uygarlık aşamasından kaynaklı soykırım, savaş da gerçeğin diğer bir yanıdır. Ulus-devlet, endüstriyalizm ve kapitalizmin doğa ve toplumu Ortadoğu’da adeta intiharın eşiğinde tutarak sömürüyor.

Bir bütün olarak Ortadoğu ulusallıklarının hakikat ölçülerinin son derece özden yoksun, tarihsel temelden kopuk inşa edildiğini kavramak önemli. Ulus-devletin Ortadoğu biçimlenişleri sadece kapitalist hegemonya (Avrupa’nın) imalatı olmaktan da öteye toplumsal tarihin keskin çarpıtmaları dolayısıyla gerçeğin büyük kısmının inkarını sağlamak anlamına da gelmektedir.

Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü kitabından alınmıştır.

Okunma: 607

Türk Tarih Tezinden Irkçı Anda Kürtler-1

Yeni_Özgür_PolitikaRodoslu, eski İttihadçı yeni Kemalist Dr. Reşid Galip’in kaleme aldığı ve günümüzde itirazlara rağmen okunmasına devam edilen bu ırkçı ‘And’ın, kuşkusuz ideolojik bir geçmişi vardır ve bunun temelleri idelenmeden, yaşamakta olduğumuz güncel sorunlar doğru kavranamaz.  
‘TÜRK TARİH TEZİ’NDEN IRKÇI ‘AND’A KÜRTLER - 1
Birçok efsaneye ve Yaşar Kemal’in romanlarına konu olan Binboğa Dağları eteklerindeki köyümüz Dallıkavak’ta ilkokul, 1952 yılında açılmış ve ben, daha beş yaşındayken kayıtsız olarak 1953’te okula başlamıştım. İlk devre eğitime başlayanlar arasında, benden altı yaş büyük ağabeyimin yanı sıra çok sayıda köylü genç vardı. İlk öğretmenimiz, Pınarbaşı Afşarları’ndan Köy Enstitü’lü bir öğretmen, sonraki öğretmenlerim de komşu köylerimizden Kürt kökenli ve yine Köy Enstitü’lü öğretmenlerdi.

Irkçı ‘And’ın hatırlattıkları…
Afşar kökenli ilk öğretmenimiz, göreceli olarak „gevşek Müslüman“ bir ortamdan geldiği halde, küçüklükten edindiği şartlanmışlıkları üzerinden atamamış ve hala „Kızılbaş Kürtler’in kendisini gece öldürebilecekleri“ kaygusuyla, ücretsiz kaldığı amcamın evinde geceleri odasının kapısını arkadan kilitlediği gibi, kapı arkasına çeşitli ağırlıklar koyarak uyuduğunu çok sonraları öğrenmiş ve gülüşmüştük.

„Türküm, Doğruyum, Çalışkanım!“ sözleriyle başlayan günlük ‘And’ ve ‘İstiklal Marşı’; her gün eğitimin „olmazsa olmaz“larındandı. Biz Kürt çocukları, bu ritüeli hergün yerine getirsek de, bizim için ne ifade ettiğinin pek de farkında değildik… Ancak, geceleri kapı ve pencere dinleyerek Kürtçe konuşanları dinleyip ihbar eden muhbirler, hergün birçok kişinin canını yaktığı için bizim açımızdan daha da önem kazanmıştı. Hele, daha önce komşu köyde okula başladığı için Türkçeyi bilen ve bu yüzden de sürekli olarak sınıf başkanı olan ağabeyimin, evin içinde olması işimizi daha da zorlaştırıyordu…

Köy dışındaki perakende evlerde yaşayan birkaç kişi dışında, sınıftaki çoğu kişi gibi ben de, Kürtçe konuşmayı öylesine bıraktım ki, tahsildar olan babamın „rüşvet“ karşılığı konuşturma girişimlerini de hep geri çeviriyordum… Öte yandan, öksüz kaldığı için bizimle birlikte büyüyen benden dört yaş büyük kuzenim ise eski muzırlıklarını terketmek zorunda kalmıştı. Çünkü, henüz yeterince Türkçeyi bilmiyor, Kürtçe konuşması durumundaysa ceza alacak ve öğretmenden dayak yiyecekti… Kendisinin geçmişteki huysuzluklarından çokça çekmiş olan annemin; „Ez qurbona wî xocayî bim ku haso te birî ye“ (O öğretmene kurban olayım ki, senin sesini kesmiş!) sözü bugün gibi kulaklarımda.

‘Türküm, Doğruyum, Çalkısında…’
İster Afşar, ister Kürt tüm öğretmenlerce okutulan sözkonusu ırkçı ‘And’ın ve İstiklal Marşı’nın anlamını yeterince kavramasak ve tepki koymasak bile, fırsat buldukça bu ‘And’la dalga geçmekten de geri durmuyorduk. Hele, bizden birkaç yıl sonra okula başlayan Puxus Mısto’yu, okul çıkışı bizim arka kapının önündeki binek taşının üstüne çıkartıp „and içtirme“mizi hiç unutmuyorum. Mısto, kumral ve kıvırcık saçlarını –inek yalamış gibi- suyla iyice ıslatıp başına yapıştırdıktan sonra taşın üstüne çıkar, iki elini yanlara sertçe sarkıtıp yüksek sesle ‘And’ içmeye başlardı:

„Türküm, Doğruyum, Çalkısında…“ Mısto, „çalışkanım“ sözünü bir türlü beceremiyor ve gerisini de büsbütün karıştırıyordu. İlkokulu bitirip, ortaokula gittiğimde, Mısto hala sozkonusu ‘And’ı beceremiyor ve hergün bizim neşe kaynağımız oluyordu…

İşte, Sırrı Süreyya Önder’in, bir Danıştay kararı ve BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın, „kızının bu And’dan muaf tutulması“ için yaptığı başvuru üzerine yeniden gündeme gelen And üzerine kaleme aldığı „Türküm, Doğruyum, Yorgunum“ başlıklı ilginç yazısı, tüm bunları bana yeniden hatırlattı.

Önder, sözkonusu And’ın mimarı olup, son derece ırkçı görüşlerine ve söylemlerine rağmen, ismi Ankara’nın en önemli caddelerinden birine verilen Dr. Reşid Galip’in bu And’ı Cumhuriyet rejimine kabul ettirmesini, Prof.Dr. Afet İnan’ın şu anlatımıyla veriyor:

„1933 Yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. Dr. Reşid Galip, heyecanla Çankaya Köşkü’ne geldiği vakit, Atatürk’ün yanında bana bir kağıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı: (Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara birşeyler söylemek istediğim vakit, bir and meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı) dedi…“ (A. İnan: Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler’dan aktarılarak, Öz-Po, 5.4.2011).

‘Kutsal metin’ olarak görülmekte
Prof. Dr. Baskın Oran’ın, birçok yazısında haklı olarak „ismi caddelere verilmemesi gereken ünlü bir ırkçı“ olarak nitelendirdiği Dr. Reşid Galip, ırkçı görüşlerinin bir uzantısı olarak kaleme aldığı bu şovenist metni, Cumhuriyet’in 10. yılından itibaren kabul ettirerek bir genelgeyle tüm ilkokullarda okutulmasını sağlıyor. 1972 yılındaki küçük değişikliklerle okunmasına devam edilen ‘Andımız’ın sözleri şöyle:

„Türküm/ Doğruyum/ Çalışkanım,
İlkem; küçüklerimi korumak,
Büyüklerimi saymak/ Yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir./
Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe,
Durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.“

Rodoslu, eski İttihadçı yeni Kemalist Dr. Reşid Galip’in kaleme aldığı ve günümüzde itirazlara rağmen okunmasına devam edilen bu ırkçı ‘And’ın, kuşkusuz ideolojik bir geçmişi vardır ve bunun temelleri idelenmeden, başka bir deyişle konuya ilişkin düşünce temellendirilmeden yaşamakta olduğumuz güncel sorunlar doğru kavranamaz. Yine bunun gibi, Halife- Padişah’a bağlılık telgrafları çekilen ilk Meclis’te kabul edilen İstiklal Marşı da, bizzat Atatürk tarafından sonradan ağır eleştirilere muhatap olduğu halde, günümüzde adeta bir ‘Kutsal metin’ olarak görülmekte ve Cunta hapishanelerinde bir ‘işkence aleti’ olarak kullanılabilmektedir.

Atatürk, Mehmed Akif’in ölümü üzerine yaptığı açıklamada; günümüzde tüm resmi törenlerde kutsal bir yakarış, cezaevlerinde ise bir işkence aracı olarak kullanılan İstiklal Marşı için şunları söylüyor:

„Mehmed Akif, bu memlekete ne kazandırmıştır? Mehmed Akif, bizim inkılaplarımızın düşmanı idi. Evet, İstiklal Marşı’nı yazdı. Ama onu bir ümmet düşüncesi ile yazdı; Türk milleti düşüncesi ile yazmadı. Eğer hakikaten Türk milletinin istiklalini düşünseydi; Rum malı olan bir fesi kafasından çıkarmamak için Mısır’a gidip, esareti tercih etmezdi…“ (M. Bayrak: Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm, Özge yay. Ank. 1999, s. 53). Birinci Meclis’te, Cumhuriyet’in 10. yılı dolayısıyla kabul edilen Onuncu Yıl Nutku ise, adeta buna bir tepki olarak ırkçılık boyutlarına varan bir „Türk milliyetçiliği“ üzerinde yoğunlaşıyordu. Günümüzde de, özellikle Ulusalcılar’ın sıklıkla dillendirdikleri bu söylevin bazı kavramlarını birlikte izleyelim: „Türk Milleti!, Büyük Türk Milleti; Türk kahramanlığı; yüksek Türk kültürü; Türk milleti ve onun değerli ordusu; Türk milletinin karakteri yüksektir, Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir; yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milleti; milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, tabii zekasını ilme bağladığını; Türk milletine çok yaraşan bu ülkü; Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kaabiliyeti; Ne mutlu Türk’üm diyene!“.

Aynı temayı, Onuncu Yıl Marşı’nda da görmek mümkün: „Türk’üz, Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi/ Türk’e durmak yaraşmaz; Türk önde, Türk ileri…“ Atatürk’ün ünlü „Bir Türk dünyaya bedeldir“ sözü ile çocuklara her sabah okutturulan ‘And’ın aynı dönemlerin ürünü olduğunu ve kökleri Osmanlı dönemine uzanan, Balkan ve Kafkas kökenli yani dış kaynaklı bir ideolojik kökene dayandığını öncelikle vurgulamamız gerekiyor. Irkçılığa uzanan „Türk milliyetçiliği“nin esaslarını algılamak için, öncelikle bu ideolojinin ortaya çıktığı siyasal ve kültürel ortamı iyi kavramak gerekmektedir.

Dinsel ideolojiler ve Malazgirt’ten sonra Kürt - Türk ilişkileri
Tarihten bu yana, Kürt- Türk ilişkilerinde „kullanılan“ en önemli ayıraç, İslamiyet ve dince kutsal sayılan değerler olmuş. Şöyle, geçmişe dönük bir bellek yoklaması yaptığımızda, bu gerçeklikle hemen karşılaşırız.

Bilindiği gibi, Kürtler’le Türkler’in bu bağlamda ilk buluşması, Türkler’e Önasya’nın yani Anadolu’nun kapılarını açan Malazgirt Savaşı olur. Türkler, göçebe topluluklar halinde Kafkasya ve İran üzerinden güneye doğru sarkınca, yolları üzerindeki Kürt ve Ermeni toprak ürünlerine önemli hasarlar verirler. Bunun üzerine, Kürt mirleri, Alpaslan ve yakınındaki Türk beylerine başvurarak, şikayette bulunurlar. Alpaslan ise Kürt mirlerine gönderdiği mektuplarda; halkının yoksul olduğunu, bu nedenle açlıktan bu türden talanlara başvurduklarını, ancak asıl hedeflerinin Müslüman Kürt malları değil; Hıristiyan Ermeni malları olduğunu söyleyerek, „Müslümanlık“ ortak bileşkesini kullanmaya başlar.

Bu bileşkenin kullanılması, 1071’deki Malazgirt savaşında doruk noktasına ulaşır. Bilindiği gibi, Bizans İmparatoru Romen Diyojen, 200 bin kişilik büyük ordusuyla „Müslüman Türkler“i işgal ettikleri topraklarından kovmak için saldırıya geçer. Ordusunda, 20 bin dolayında paralı Hristiyan Türk askeri de vardır. Bu büyük tehlike karşısında, Türk Hükümdarı Alpaslan’ın yardım için başvurduğu kesim ‘Müslüman Kürt mirleri’ olur…

Koyu ve softa bir Müslüman olan Veziriazamı Nizamülmülk’ü, elçi olarak yardım amacıyla Kürt mirliklerine gönderir. Kürtler’den destek istenirken, kullanılan ortak payda, yine Bizanslılar’ın ‘kafir’liği karşısında ‘Müslüman kardeşliği’ olur… Gerçekten de, Kürtler, Selçuklu kaynaklarında da vurgulandığı gibi 10-15 bin savaşçıyla Alpaslan’ın ordusuna destek verir ve ordusu içinde önceden anlaşmazlık çıkan Romen Diyojen, yenilgiye uğrar ve böylece Anadolu’nun kapıları Türkler’e açılır. (Bu konuda bkz. Ergun Balcı: Malazgirt: Türkler’le Kürtler’in Ortak Zaferi, Hür. 30.8.1996; Türkler ve Kürtler, Cumhuriyet, 22.4.1991/ 6.4.1994/ 20.2.1998).

Yavuz Sultan Selim’in ‘Kürt’ politikası
16. Yüzyıl, sınırlarını doğuya doğru genişletmeye çalışan Osmanlı Devleti’yle, sınırlarını batıya doğru genişletmeye çalışan Safevi Devleti arasında yoğun bir rekabete ve çatışmaya sahne olur. İmparatorluk düzeyine ulaşma çabasındaki bu iki devletin kesişme bölgesinde Kürdistan ve Kürtler vardır. Bu nedenle, hangisi Kürtler’i yanına alırsa o, ötekine üstün gelecektir. Bu aşamada yine Yavuz Selim’in liderliğindeki Osmanlı yönetimi ‘Müslümanlık’ ortak bileşkesine sarılarak, Kürtler’le diyaloga girer. İdris-i Bidlisi, elçi olarak Kürt beylerine gönderilerek, fiili statüleri bir fermanla resmileştirilerek, Kürt mirliklerinin büyük çoğunluğunun ittifakı sağlanır. Bir bölümü ise Şah İsmail’le işbirliği yapar. Şah İsmail’in bu ittifakta yeterince başarılı olamaması, dinsel aykırılığın ötesinde, kendisine başvuran birçok Kürt Beyi’ni tutuklamasıyla ilişkilendirilmektedir. Bu arada, Kızılbaş Kürtler genellikle ortada durmaktadır. Yavuz, ulemasına hazırlattığı fetvalarla, bir tehlike olarak gördüğü Kızılbaşlar üzerinde bir katliama girişirken; Safevi yöneticileri, kendi sınırları içerisinde bulunan Dersim Kızılbaş Kürtleri’nden onbinlercesini Horasan bölgesine yollar. Onlar da, Kızılbaş Kürtler’i Horasan’ın kuzeyindeki Sünni Türkmen ve Özbekler’in saldırılarını önlemekte kullanırlar. Bu Dersimli sürgünlerin büyük bölümü, 17. yüzyılın ortalarında Kasr-ı Şirin Andlaşması üzerine önceki yurtlarına geri döner.

Din ve dince kutsal sayılan değerler, savaş dönemlerinde kullanıldığı gibi, yeri gelince barış için de kullanılmaktadır. Sözgelimi Yavuz Selim döneminde doruk noktasına varan ve onbinlerce, belki de yüzbinlerce kişinin hayatına maledilen Osmanlı- Safevi çekişmesinden sonra 1555 Barış Andlaşması’nın imzalanması aşamasında, Kuran’dan bazı ayetler dayanak gösterilerek şöyle deniliyordu: „Padişah ve hükümdarların ananesi, aralarında sulh sağlamak olduğu için, sulh anlaşmasının imzalanması İslam dinine uygun ve Müslümanların menfaatınadır.“ (Bkz. M. Bayrak: Pir Sultan Abdal, Ank. 1986,s. 48-49)

YARIN: II. Abdülhamid’in Kürt politikası ve ‘Türkçülük’ Hareketi

MEHMET BAYRAK

YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

Türk Tarih Tezinden Irkçı Anda Kürtler-3

Yeni_Özgür_Politika Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra bir ‘red ve inkar’ politikası başladığı gibi; 1924’te Anayasa’da Kürtler’in aleyhine değişiklikler yapılır ve Türk basınında ‘’Türk’ün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter“ türünden aşağılayıcı ve tahrik edici ifadeler yer almaya başlar.

Milli Mücadele yıllarında, yine dinin ve dince kutsal sayılan değerlerin nasıl kullanıldığı herkesçe bilinmektedir. Burada kullanılan kurumlardan biri ‘halifelik’ ortak bileşkesidir. Bilindiği gibi, salt ilk Meclis, üç kez Halifeye bağlılık deklerasyonu yayımlar. Türk halkı söylemi yerine, ‘İslam anasırı’na vurgu yapılarak, başta Kürtler olmak üzere diğer halkların desteği sağlanmaya çalışılır. Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Amasya Protokolü’ndeki anlatımlar bunun ilginç örnekleridir.

Geçiş Dönemi olarak ‘Milli Mücadele’ yılları
Kürt coğrafyasında oluşturulan Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-yı Hukuk-u Milliye Cemiyeti’ nin –ki bazı kaynaklarda Doğu illeri yerine Kürdistan kavramı geçer- program ve ilkeleri çalışmalarda esas alınır. Ancak, Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra bir ‘red ve inkar’ politikası başladığı gibi; 1924’te Anayasa’da Kürtler’in aleyhine değişiklikler yapılır ve Türk basınında „Türk’ün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter“ türünden aşağılayıcı ve tahrik edici ifadeler yer almaya başlar. Dahası, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu gibi eski İttihadçı, yeni Kemalistler, Kürdistan’ın varlığını da inkar eden „Kürdistan Yoktur“ türünden yazılar yayımlamaya başlarlar. (Bkz. Anadolu Mecmuası, Sayı: 9-11/ 1925). Bu ırkçı tarih tezine kaynak oluşturanlar ise ya Mükrimin Halil (Yinanç) gibi Anadolulu, ya Zeki Velidi (Toğan) gibi Kafkasya kökenli, ya Balkanlı ya da Yahudi yazarlardır. (Bu konuda şu incelemelere bakılabilir. Suavi Aydın: Yahudiler ve Türk Milliyetçiliği, Tarih ve Toplum, Sayı: 89/ 1991; Stefanos Yerasimos: Türk Milliyetçiliğinin Kökenindeki Balkan Milliyetçiliği, Toplumsal Tarih, Sayı: 15/ 1995; Nadir Özbek: Zeki Velidi Togan ve Milliyetler Sorunu, Toplumsal Tarıh, Sayı: 44/ 1997; Nadir Özbek: Zeki Velidi Togan ve Türk Tarih Tezi, Toplumsal Tarih, Sayı. 45/ 1997; Günay Göksu Özdoğan: Türk Ulusçuluğunda Irkçı Temalar/ 1930 Ve 40’ların Türkçü Akımı, Toplumsal Tarih, Sayı: 29/ 1996).

‘Milli Mücadele’ yıllarının belirgin vasfı, Mustafa Kemal ve yakın arkadaşlarının ‘İttihadçı’ mirası reddederek ortaya çıkmaları, Kürtler’in ittifakını sağlamak amacıyla Erzurum Kongresi’nden başlayarak çeşitli toplantılarda ve Meclis çatısı altında, eşitlik temelinde hak vaadleriyle Kürtler’i oyalamaktır. Nitekim, 1925’teki Kürt İsyanı’nın bastırılmasından sonra hazırlanan Şark Islahat Planı’na temel alınan Ön Raporlar’da; „elde kalan Türkiye arazisinde Türkler’le Kürtler’in eşit olarak yaşamalarının caiz olmayacağı“ dillendirilmeye başlanmıştır. (Bkz. M. Bayrak: Kürtler’e Vurulan Kelepçe/ Şark Islahat Planı, Özge yay. Ank. 2009).

Burada, yeni bir parantez açarak belirtelim ki; Osmanlı döneminde olduğu gibi, İslamiyetin ortak payda olarak kullanıldığı çarpıcı bir gelişme de, 1925 Kürt Ulusal Direnme Hareketi döneminde yaşanır. (Kemalist ideologlar, bu hareketi kasten Şeyh Said İsyanı olarak sunarken; dönemin Kürt aydınları bu hareketi „1925 Kürt İhtilali“ olarak nitelendirmektedirler.) Bu Kürt isyanını bastırmak için başvurulan güçlerden biri, daha bir yıl önce lağvedilen Aşiret Süvari Alayları’nın kalıntısı konumundaki Mahalli Milis Kuvvetleri olur…

Kemalistler’in Osmanlı’dan devraldığı ırkçı tarih tezi
‘Milli Mücadele’nin dar ve zor günlerinde İttihadçı miras reddediliyor görünse de, özellikle Lozan’dan sonra yönetime gelen asker ve sivil Kemalist kadroların yaklaşık yüzde 90’ı eski İttihadçılar’dan oluşuyordu. Öte yandan, Şark Islahat Planı gibi bu konuda hazırlanıp yürürlüğe konan gizli plan ve programlar bir yana bırakılırsa, resmi planda en önemli ikinci adım 1930’da Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti ve bunun rehber- kitapçığı olan Türk Tarihinin Ana Hatları ile atılıyordu. Bu rehberde; tam bir ırkçı yaklaşımla Türk tarihinin topluma nasıl öğretileceği belirleniyordu ki, bunlar, tam da yukardaki ırkçı tezlerin bir uzantısı niteliğindeydi. Osmanlı dönemindeki ırkçı tarih tezlerinden kaynaklı bu yeni Türk Tarihi Tezi; Kürt tarihinin ve diğer halkların tarihlerinin karşıkarşıya bulunduğu felaketin adeta habercisi gibiydi. Önceki tezlerin bir özeti niteliğinde olan bu yeni tarih tezinde – sadeleştirilmiş Türkçeyle- şu ırkçı görüş ve önermelerde bulunuluyordu:

‘’Türk tarihi, Türk milletine, dünya yüzünde insanlığın doğduğundan beri en asil ve en yüksek insan tipini kendi ırkının temsil ettiğini, asırların yürüyüşünce insanlığın karanlık göklerinde devam edegelen uygarlık ufuklarının kendi ırkının zeka ve yetenek elleriyle açıldığını anlatır. „Türk tarihi, Türk milletine kendi ırkının askerlikte, idarede, siyasette olduğu kadar ilimdi, fende, edebiyatta, resim, musiki, mimarlık, heykeltraşlık gibi sanatlarda dahi ne kadar eşsiz bir yetenek ile yoğrulmuş olduğunu anlatır. Türk tarihi, Türk milletine, dünyanın insan izi taşıyan her parçasında kendi ırkının zamanla silinmemiş ve silinmeyecek egemenlik ve kültür damgası basılı olduğunu; başka milletlerin tek örneğiyle öğündükleri devletlerin en büyüklerinden çok daha büyüklerini yüzlerle kurmuş, her anlam ve nitelikte şan-şeref kaynaklarından kana kana içmiş, görgülü bir soydan geldiğini anlatır.“ (TTTC: Türk Tarihinin Ana Hatları, İst. 1930).

Bundan sonra atılacak ikinci adım, Türk Tarih Kongresi’ni toplayarak, bu ırkçı tezlere ‘bilimsel’ kılıflar bulmaktı. Nitekim, Atatürk ve Türk Tarihi üstüne birçok çalışması bulunan ünlü tarihçi Lord Kinross, bu süreci şöyle özetliyor: „M. Kemal, 1932 yılında Ankara’da, Türkiye’nin her tarafından profesör ve öğretmenlerin, yurt dışındaki okullar ile başka delegelerin katılacağı bir Türk Tarih Kongresi çağrısında bulundu. Kongrenin görevi; Türkler’in beyaz Aryan uygarlığından oldukları, uygarlığın beşiği sayılan Orta Asya’dan geldikleri teorisini (kanıtlama) fikri üzerine araştırmayı gerçekleştirmekti. Yerleşim alanları kuraklaşınca, onlar Batı’ya doğru hareket ettiler, Asya ve Afrika’nın değişik yerlerine dalgalar halinde gerçekleştirdikleri göçler ile uygarlıklarını da kendileriyle birlikte buralara taşıdılar. Böylece Anadolu, uzak Antikçağ’dan beri Türk ülkesi oldu. Kemal; Türkleri eğiterek, halkına ülke ile ırk arasında Batılı anlamda yurtseverlik ruhu yaratan bir bütünlük duygusu vermeyi amaçlıyordu.“ (L. Kinross/ Çev. D. Yıldırım: Yeni Bir Dil ve Tarih, Deng Dergisi, Sayı: 31/1995)

Tümüyle ırkçı bir zemin üstünden yürüyen ilk Türk Tarih Kongresi’nde tez üretenlerin tümü de Hasan Cemil, Yusuf Ziya, Sadri Maksudi, Şevket Aziz, Ağaoğlu Ahmet gibi çoğunlukla Balkan ve Kafkas kökenli şahsiyetlerdir. Bir yıl sonra ırkçı ‘’And“ı yaratacak olan Dr. Reşid Galip de, 1932 Kongresi’nin baş aktörlerinden biridir. O, Türkler’in ‘’Alplı“ olduğuna karar vermiş ve Avrupalılar’a akraba yapmaya çalışmaktadır. (M. Belge: Irk’ımızın Tarihi, Radikal’den akt. Öz-Po, 15.9. 2003).

‘Kafatası’ üzerinden yürüyen bu ırkçı tarih tezi, uygulamayla da isbatlanmaya çalışılmıştır. Nitekim, TTK’nun kurucu üyelerinden Prof. Dr. Afet İnan, Kürt kökenli olan dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün talimatıyla, -yine Kürt kökenli „Şark Bülbülü“ Celal Güzelses de dahil- 64.000 kişinin kafatasının ölçüldüğünü bildirmektedir. Afet İnan’ı birlikte izleyelim:

„İsmet İnönü talimat verdi. Kafatası, boy ve kilo gibi 23 ölçüm için Türkiye 10 bölgeye ayrıldı ve on ekip oluşturuldu. Hatta 2 bin kadar mezar bile açıldı. Mimar Sinan’ın da kafatası çıkarıldı. Ancak daha sonra Sinan’ın kafatası kayboldu. (…) On ekip için İsviçre’den on takım ölçü aleti getirildi. Araştırma için hazineden mühim bir miktar para ayrıldı. 10 ay süren çalışma ile Anadolu ve Rumeli’nin dört bir tarafından tam 64 bin kişinin kafatası ölçüldü. 20 bin kadın ve 40 bin erkek üzerinde çalışma yapıldı.“ (Bkz. A. İnan’dan aktarılarak, Vakit gaz. 23.8. 2010).

1930 yılından itibaren Devlet yöneticilerinin üslubu ve söylemi tümüyle ‘ırkçı’ bir karaktere bürünmüştür. „Türkün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir“ diyen ve Türk’ten başkasına Türkiye’de yaşam hakkı tanımayan ünlü Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt (1892- 1943), üniversitelerde okuttuğu ‘İhtilalin Hukuk Tarihi’ derslerinde şu karşılaştırmayı yapmakta hiç bir sakınca görmemektedir:

‘’Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin, gerekse faşizmin Mustafa Kemal rejiminin çok az değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktır, Türk milletidir. Piramide benzer; temelleri halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki bizde buna şef denilir. Şef, otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir.“ (Bkz. M. E. Bozkurt: Atatürk İhtilali’nden akt. M. Barlas, Sabah gaz. 6 Nisan 2006).

Bu dönemin önemli ırkçı siyasetçilerinden biri de, 1931- 1936 yılları arasında CHP Genel Sekreterliği yapan Recep Peker’di. Atatürk’ün görevlendirmesiyle Ankara ve İstanbul üniversitelerinde İnkılap Dersleri veren Peker, şu ırkçı görüşleri yayıyordu: „İnsanlık tarihi yirminci yüzyıla açılırken tek bir şey, Türk kanı bu gürültüler içinde temiz kalmıştı. Batı Türklerini bu çöküntü içinde kanının arılığı korudu ve sakladı. Dünyaya batırlık (babayiğitlik) örneği gösteren Osmanlı ordusunun yüksekliği, bu orduları yaratan bay Türk ulusunun kanındaki yücelikten geliyor.“ (Bkz. Ayşe Hür: ‘Türk Kanı’ Taşımayanlar, 11 Temmuz 2010).

1932’deki ilk Türk Tarih Kongresi ile ‘bilimsel’ bir kılıfa da büründürülen (!) bu ırkçı Tarih Tezi, bu tarihten sonra birçok yeni öğrenci de yetiştirir ki bunların en ünlülerinden biri, Çerkez kökenli Türkçü Hüseyin Nihal Atsız’dır. 1930’da Edebiyat Fakültesini bitirip Türkiyat Enstitüsü’nde Fuad Köprülü ve Kafkaslı Zeki Velidi Togan’ın asistanlığını yapan Nihal Atsız’ın, ilk Tarih Kongresinde Dr. Reşid Galib’in karşısında hocası Togan’ın tarafını tutması üniversitedeki görevini kaybetmesine yolaçmıştı. Orta Asya’dan batıya göçlerin tarihi ile ilgili bu tartışmada; Toğan’ın Orta Asya Türkleri’nin Hitit, Sümer ve Mısır gibi uygarlıkların atası olduğu görüşüne katılmaması, aynı zamanda onun da Türkiye’den ayrılarak Viyana’ya yerleşmesiyle sonuçlanıyordu. (Bkz. G. G. Özdoğan: Türk Ulusçuluğunda Irkçı Temalar/ 1930 ve 40’ların Türkçü Akımı, Toplumsal Tarih, Sayı: 29/ 1996).

Türk ırkçılığının prototiplerinden biri olarak Nihal Atsız için Türklük, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığının ötesinde, Türkiyelilik ve Anadoluluğu da aşan Orta Asya merkezli ‘Altay/ Turan’ ırkı demektir. Etnik köken, dil ve tarih gibi kültürel faktörlerden çok, doğrudan doğruya kan bağıyla soydan soya geçtiği varsayılan ırk ögesine dayandırılmaktadır. Ona göre, bütün Türkler bir devlet halinde, bir bayrak altında toplanacaklardır.

‘’Nihal Atsız, Türk milletini Türk ırkına eşitleyen görüşleri doğrultusunda aynı zamanda açıkça Türk kanı taşımayanların veya (Türkümsü) olanların Türklüğe ve Türk devletine sadakatından kuşku duyulması gerektiğini ifade etmektedir. Osmanlı’nın kaybettiği savaşların sorumlusu olarak bazı Rumeli kökenli kumandanlardan söz ettiği gibi, Arnavut, Çerkez, Arap asıllı veya Giritli ya da Ermeni dönmesi yöneticilerle, Kürt milletperverleri, Yahudi asıllı ve Selanikli Yahudi dönmesi aydınlar olarak adını saydığı birçok Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti seçkinini de ihanetle suçlamaktadır.“ (Agy, s. 91)

Yazar, 1930/40’lı yıllara damgasını vuran bu ‘ırkçı’ politikanın günümüzdeki yansımasına değinirken de şöyle diyor: ‘’Otuzlu ve kırklı yıllardan günümüze uzanan ve daha çok Türkeş’in MHP’si içinde varlığını sürdüren ırkçı- Türkçü çizgi, günümüzde Orta Asya Türk kökenli ulusları Anadolu’nun Kürt nüfusundan daha çok (Türk) sayması, Nevruz bayramının devlet eliyle Ergenekon’a gönderme yaparak Türkleştirilmesi Türk ulusçuluğunun ilginç olduğu kadar talihsiz sayılacak yansımalarından biri olarak tekrar karşımıza çıkmaktadır.“ (Agy, s. 94)

Çerkez kökenli bu ünlü Türk ırkçısının, o dönem iki yaşındaki oğlu Yağmur Atsız’a bıraktığı 4 Mayıs 1941 tarihli meşhur ‘Vasiyetnamesi’ ise, bilindiği gibi Kürtler’le birlikte, mensubu bulunduğu halkı da ‘düşman’ ilan etmektedir…

Anadolu ve Kürdistan’da birçok ilde Vali olarak bulunan Cemal Bardakçı, herhalde bu türden ırkçı yaklışımlar karşısında feveran etmekte ve bu Vasiyetname’den bir yıl sonra 1942’de, ‘Devşirmeler’den, Sığıntılar’dan ve Mütegallibe’den Neler Çektik?’ diye kitap yayımlamaktaydı…

Bir mektubun sunduğu gerçekler
Bu ırkçı söylemler birbirini izlerken, Kürtler hayat- memat meselesiyle karşıkarşıyaydılar. 1925, 1927-1930 ve 1937/38 yıllarında onbinlerce Kürt katliamlara maruz kalıyorlardı. İç basında bu katliamları sorgulamak mümkün olmadığı gibi, bu ırkçı Tarih Tezini irdelemek de mümkün değildi. Yakın geçmişte bu ırkçı tarih tezini eleştiren İsmail Beşikçi gibi bilim adamları da hapishanede çürütülüyordu. Özetle, son derece acılı ve meşakkatli bir mücadeleden sonra, son 30-40 yıl içinde bir sorgulama ve yüzleşme sürecine girilebildi. Bu sorgulama; Türk tarih tezini yaratanların gerçekte ‘Türk’ bile olmadığı gerçeğiyle bizi karşıkarşıya, yüzyüze getiriyordu. Kürt bilgesi Musa Anter’den sonra, halkının uzağına- rakibin tuzağına düşen Kürt aydınlarından bir bölümünü bilince çıkaranlardan biri de Yaşar Kaya olmuştu. 1990’lı yılların başlarındaki Özgür Gündem gibi Kürt periyodlarında bu konuda yazılanlar, Osman Bleda gibi Avrupa’daki kimi Türkiyeli aydınların da dikkatini çekmiş olmalı ki, ilginç bir mektuba konu olur. Tüm bu resmi Türk Tarih Tezi’nin kuramcı örgütü olan İttihad ve Terakki Partisi’nin Katib-i Umumiliğini yani Genel Sekreterliğini yapan Mithat Şükrü Bleda’nın (Bkz. M.Ş. Bleda: İmparatorluğun Çöküşü, Remzi Ktb. İst. 1979) yakını olduğu anlaşılan Osman Bleda, Yaşar Kaya’ya gönderdiği 3.12.1992 tarihli mektubunda şunları söylüyor:

‘’Bazı yazılarınızı okurken şaşkınlıktan şaşkınlığa düşüyorum: Mesela Cemal Kutay’ın Kürt asıllı olduğunu sizin yazılarınızdan öğreniyorum! Neyse ki Kutay için (koyu milliyetçi ve şovenist) diyemeyiz. Yalnız bu gerçek, insana şunu düşündürüyor: Şu koyu Türk milliyetçileriyle şovenistlerinin geçmişi, soyu sopu bir kurcalansa kimbilir ortaya nasıl bir tablo çıkacak! Bundan üç beş ay önce tesadüfen elime geçen bir tarih dergisinde Mehmet Akif Ersoy’un Arnavut olduğu yazılıyordu. Fotokopisini ilişikte sunduğum belgede de Atatürk’ün Arnavut olduğu belirtiliyor… Reyhanlı Kuzey Kafkas Kültür Derneği’nin çıkardığı bir bültene göre, ünlü Türkçü Nihal Atsız da Çerkes imiş.(…) Atsız’ın, kardeşi Necdet Sancar’a 7-8 Eylül 1941’de yazdığı mektup şöyle: „Senin Çerkes olduğunu keşfedenler, benim de Çerkes olduğumu keşfetmişler…“

Aynı bültene göre Ceyhun Atuf Kansu da Çerkes…
‘’Ne mutlu Türk’üm diyene!“ diye selam eder, sağlık diler ve bu konuya sık sık değinen yazılarınızı beklerim…“ (Y. Kaya: Gündem Yazıları, Belge yay. İst. 2001, s. 223). Nihal Atsız’ın, oğlu Yağmur’a yazdığı Vasiyetname’nin eksikli bir metnini de varan Bleda, „Neyse ki düşman olarak Kürtler’i saymamış ve oğlu Yağmur da büyüyünce ilerici bir aydın olmuş“ diyor. Bleda’nın Yağmur’la ilgili söyledikleri doğru ancak Kürtler’le ilgili söyledikleri doğru değil; çünkü metnin tamamında Kürtler de „iç düşman“ statüsünde anılıyor!...

Sonuç
Ünlü Alman şairi ve düşünürü Goethe, „Üçbin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan, gündelik yaşayan insandır“ diyor. Hele, dünyaca ünlü tarihçi Arnold Toynbee’nin, „Bir millet için en büyük felaket, tarihinin düşmanları tarafından yazılmasıdır“ yolundaki belirlemesi, özellikle Kürt halkı açısından yaşamsal öneme sahiptir. Bu nedenle, düzmece ve kurgulama nitelikli Türk Resmi Tarihiyle hesaplaşan yeni ve bilimsel bir tarih algısı son derece önemlidir.

Sözlerimizi bağlarken, gelmiş geçmiş en önemli Kürt ve Türkiyeli aydınlardan Dr. Abdullah Cevdet’in, 1908 Meşrutiyet Devrimi üzerine kaleme aldığı ünlü ‘Hutbe’sindeki çağrısına birlikte kulak verelim:

„Hemşehrilerim! Bugün Hürriyet Bayramı’dır, haydı herkes barışın! Umum vatandaşlar, Türk, Arap, Kürt, Arnavut, Ermeni, Rum, Bulgar, Yahudi hasılı Müslim ve Gayrımüslim bütün vatandaşlar, birbirinizi kucaklayın. İlim, hüner, sanat tahsiline, şirketler te’sisine elbirliğiyle ve karşılıklı yardımlaşmayla çalışın. Birbirinizin lisanlarını öğrenin. Ecnebi lisanlarını, Fransız, Alman, İngiliz lisanlarından hiç olmazsa birini mutlaka çocuklarınıza öğretin. ‘Kim ki okur Farisi, gider dininin yarısı’ diyen dangalaklar halt etmiş!.. (…) Ey Türkiyeli vatandaşlar; diri diri mezara sokulan Türkiye, üzerine yatırılan ağır mermer taşlarını başıyla kırarak mezarından dışarı fırladı. Türkiye tekrar uyumak, ölmek için değil; uyanık kalmak, yaşamak ve yaşatmak içindir ki kanlı mezarından fırladı ve zorla sarıldığı kefeni zalimlerin, hainlerin boynuna doladı. (…) Çünkü hürriyet canımızın canı; hürriyet, hayatın hayatıdır…“ (Bkz. M. Bayrak Kürdoloji Belgeleri-I, Özge yay. Ank. 1994,s. 17-18).

BİTTİ

MEHMET BAYRAK

YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

Türk Tarih Tezinden Irkçı Anda Kürtler-2

Yeni_Özgür_Politika 19 yüzyıldaki tüm iç isyan ve savaşlarda Osmanlı yenildi. Böylece, Balkan ve Kafkas kökenli aydınlar yeni bir arayışa girdikleri gibi; kendi bölgelerinde yenilgiye uğrayan halkların aydınları da Türkiye’ye sığınmış ve ‘Türk milliyetçiliği’ ekseninde kendilerine yer bulmaya çalışmışlardır.

Kürtler’i Türkler’in hizmetine sokma bağlamında İslamiyet’i en yoğun biçimde kullanan padişahlardan biri de II. Abdülhamid olur. O, döneminde yoğunlaşan Kürt ve Ermeni sorunlarını kendi yöntemleriyle çözmede ‘Müslüman Kürt- Türk’ kartını alabildiğine kullanır. Salt Sünni/Müslüman Kürtler’den oluşturduğu Hamidiye (Aşiret) Süvari Alayları’yla, bir taşla beş kuş vurur.

II. Abdülhamid’in Kürt politikası ve ‘Türkçülük’ Hareketi
Hamidiye Alayları yoluyla, Alevi ve Sünni Kürt blokuna büyük ve onulmaz bir darbe vurur. Alevi ve Sünni Kürt çelişkisinde, bu politika yeni bir kırılma noktası olur. Çünkü, bugünkü Koruculuk sisteminin kökenini oluşturan Hamidiye Alayları, devletin milis kuvveti sıfatıyla onlara karşı da kullanılır. Sünni Kürtler, onu ‘Bavê Kurdan/ Kürtler’in babası’ olarak adlandırırken; onun bu yıkıcı politikasını eleştirerek kendisine başvuran Dersim’in Kızılbaş Kürtleri’ni susturmak için de, birkaç çocuğunu aşiret mektebine alarak subay yetiştirir; ancak bunun karşılığında da halkı Müslümanlığa çekmek için bölgeye „halkı irşad edecek“ Hanefi din adamları yollar, ellerinde Kuran’larıyla birlikte... Kuran’ın Dersim’e girmesi bu yolla gerçekleştirilir.

Bilindiği gibi, 19. yüzyıl aynı zamanda ‘milliyetçilik hareketleri’ yüzyılıdır. 1789’da gerçekleştirilen Fransız Burjuva Devrimi’nin titreşimleri, Balkan halklarından başlayarak Osmanlı memleketlerine de yayılır. Bazı Bektaşi babalarının, Devrim’den önce Fransa’ya giderek devrimin ideologlarıyla görüşmesi, Osmanlı yönetimini tedirgin edip Bektaşi tekkelerinin kapatılmasına ve önderlerinin cezalandırılmasına yolaçarsa da, birçok Balkan milletinin bağımsızlık hareketlerine kalkışmasının önüne geçemez. Arnavutluk örneğinde olduğu gibi, kimi zaman Bektaşilik bir ‘milliyetçi’ ideolojiye dönüştürülür. (Bu konuda bkz. Nathalie Clayer/ Çev: Orhan Koloğlu: Bektaşilik ve Arnavut Ulusçuluğu, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:2/ 1994).

19. Yüzyıl, Osmanlı Devleti için aynı zamanda bir savaşlar ve bağımsızlık hareketleri yüzyılıdır. Üstte de vurguladığımız gibi, Fransız Devrimi bu hareketlerde bir „itme“ görevi yapar. Kronolojik olarak bakıldığında, 1787- 1792 yılları arasında Osmanlı- Rus ve Osmanlı- Avusturya savaşları vardır. 1797- 1800 yılları arısında Osmanlı- Fransız ilişkilerinde bir gerginlik yaşanır. 1807 yılında Osmanlı- Rus ve Osmanlı- İngiliz Savaşı yaşanır. Devrimin ardından yaşanan bu savaşlar, milliyetçilik fikirlerinin Osmanlı İmparatorluğu içinde yayılmasını hızlandırır.

Nitekim, 1804- 1817 yılları arasında Sırp isyanlarına; 1815- 1830 yılları arasında Yunan isyanlarına tanık oluruz. Bağımsızlık hareketleri giderek doğu memleketlerine de yansır. 1831- 1840 yılları arasında Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa Osmanlı’ya isyan ederek, bağımsızlığa uzanır. Ardından, 1842’de Lübnan problemi ve 1840/41’de Boğazlar meselesi çıkar. 1848’deki yeni Fransız Devrimi’nin titreşimleri bu kez Eflak ve Boğdan’a ulaşır. 1830’da Yunanistan bağımsızlığını kazanmış; 1848- 1876 yılları arasında Bulgaristan isyanları yaşanmış; yine 1875/76’da Hersek isyanı gerçekleşmiş ve Makedonya olayları vukubulmuştur.

1853- 1856 yılları arasında İngiliz ve Fransızlar’ın da katılımıyla gerçekleşen Osmanlı- Rus Harbi, Osmanlı toplumunda tam bir kırılma ve dönemeç yaratır. Osmanlı, ilk defa Batılı devletlerden aldığı kredi ile bu savaşı finanse etmeye çalışmış ve Düyun-u Umumiye adıyla 100 yıl devam edecek bir borçlanmaya girmiştir. Osmanlı, savaşın ardından taraflarla imzaladığı çeşitli anlaşmalarla yenileşme yolunda birçok yükümlülüğün de altına girmiştir.

Rumi takvimle 1293 tarihine tekabül ettiği için tarihe 93 Harbi olarak geçen 1877/78 Osmanlı- Rus Harbi, Karadeniz’in kuzey ve kuzeydoğu yakasındaki Müslüman halkların yenilgisiyle sonuçlanmış ve başta Tatarlar ve Çerkezler olmak üzere çeşitli toplulukların Anadolu’ya akmasına yolaçmıştır. Bu arada, Cidde olayları ve Suriye isyanları gibi çeşitli başkaldırı hareketleri gerçekleştiği gibi; 1861-66’da Eflak- Boğdan olayları, 1862-67’de Sırbistan olayları, 1861-64’de Karadağ isyanları, 1866-68’de Girit isyanı ortaya çıkmıştır.

Daha da önemlisi, tüm bu isyan ve savaşlar Osmanlı’nın yenilgisiyle sonuçlanmış ve Osmanlı yönetimi bu topraklardan sürülmüştür. Böylece, daha önce Osmanlı yönetiminde bulunan bu Balkan ve Kafkas kökenli aydınlar yeni bir arayışa girdikleri gibi; kendi bölgelerinde yenilgiye uğrayan halkların aydınları da Türkiye’ye sığınmış ve ‘Türk milliyetçiliği’ ekseninde kendilerine yer bulmaya çalışmışlardır. Eğitim veya görev amacıyla ya da muhalif düştüğü için Avrupa’ya giden Osmanlı aydınları, tanıştıkları yeni milliyetçi fikirleri buraya yansıtırken; mağlup milletlerin İslam kökenli aydınları, bulundukları coğrafyadaki ırkçılığa varan ‘şedid’ bir milliyetçiliği buraya taşımışlardır.

Saltanat karşıtı örgütlenme
Osmanlı aydınları arasında yayılan milliyetçi fikirler, beraberinde Saltanat karşıtı yeni bir akımı da yaratmıştır. Nitekim, II. Abdülhamid döneminde bu aydınlar, çeşitli ülkelerde 95’i Osmanlıca/Türkçe, 8’i Arapça, 12’si Fransızca, 1’i Kürtçe, 1’i Yahudice olmak üzere 116 gazete çıkarmışlardır. Kürt aydınları bu amaçla 1898’de Kurdistan, 1900 yılında ise Ümmid gazetesini yayımlamışlardır. Bu gazetelerin çıkarıldıkları yerler Paris, Londra, Cenevre, Kahire, Newyork ve Brüksel gibi merkezlerdir. Kurdistan gazetesi ise Kahire’de başlayıp, baskılar sonucu Avrupa başkentlerine taşınan ve nihayet 1908 Meşrutiyet hareketinden sonra İstanbul’a gelebilen bir gezgin periyoddur.

Çeşitli milletlerden Osmanlı aydınlarının Saltanat rejimine karşı İttihad-ı Osmani Cemiyeti adıyla kurdukları en güçlü örgüt, sonradan 1908 Meşrutiyet Devrimi’ni gerçekleştirecek olan Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti’dir. Kuruluşu 1887 veya 1889’da dayandırılan ve Osmanlı’nın birliğini ve ilerlemesini hedefleyen Cemiyet’in Askeri Tıbbiye öğrencisi olan ilk beş kurucu üyesinden ikisi Kürt aydınlarıdır: Dr. Abdullah Cevdet (Harput/ Arapgir) ve Dr. İshak Sükuti (Diyarbekir). Diğerleri ise İbrahim Temo (Ohri), Mehmet Reşit (Kafkasya) ve Hüzeyinzade Ali’dir (Bakü).

Cemiyet yöneticileri, yayımladıkları bildirilerde; memlekette haksızlığa uğrayanların yalnızca Ermeniler olmadığını, bütün Osmanlı halkları olduğunu belirtiyor ve bundan II. Abdülhamid yönetimini sorumlu tutarak şöyle devam ediyorlardı: „Mahvımızı istemiyorsak Türk, Ermeni, Rum, Arap, Kürt, Arnavut hasılı bütün Osmanlı unsurları birleşelim. Hak ve hürriyetlerimizi geri almak için çalışalım.“ (Bkz. Ord. Prof. Enver Ziya Karal: Osmanlı Tarihi, 8. Cilt, TTK yay. 2. bas. Ank. 1983,s. 515). Bu bildirilerin yayımlanması üzerine başta Dr. Abdullah Cevdet olmak üzere kimi aydınlar sürgüne yollanır, Dr. İshak Sükuti ile kimi aydınlarsa Avrupa ülkelerine kaçar ve buralarda yayın yoluyla muhalefete devam ederler. Bu aydınlar arasında yer alıp sonradan Kemalist harekete katılan Tunalı Hilmi, İttihad ve Terakki’nin fikirlerine tercüman olarak „Osmanlılığı“ şöyle tanımlamaktadır: „Osmanlılık, Türklük demek değildir. Ne kimseye zarar verir ne de bir milliyete dokunur; böyle olunca, Osmanlı olmayacak kim bulunur? Arnavut, Ermeni, Ulah, Bulgar, Boşnak, Pomak, Tatar, Türk, Çerkez, Dürzi, Rum, Acem, Arap, Sırp, Kürt, Gürcü, Yahudi, Laz, bunların hepsine yakışacak ad ancak şudur: Osmanlı.“ (Bkz. Age, s. 530).

Tunalı Hilmi, ‘Hutbe’sinin devamında; bu topluluklara aralarındaki din, mezhep ve ırk farklarını unutup kendilerini Osmanlı bilmelerini; birbirlerinden ayrılmayı değil, birlik oluşturmalarını ve bir meşrutiyet yönetimi içerisinde birlikte yaşamalarını önermektedir. Prens Sabahaddin öncülüğündeki Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti de, benzeri görüşleri savunuyordu. Osmanlılığın bir bütün olduğunu ve Osmanlı halklarının bir ‘Osmanlı milleti’ teşkil ettiklerini söyleyen bu Cemiyet, görüşlerini şöyle sürdürüyordu: „Bu topluluklar, Türk, Arap, Arnavut, Ermeni, Makedonyalı, Rum, Kürt, Musevi ilh. Ortak bir vatana ve menfaate sahip oldukları için kuvvetlerini bir noktada toplamak suretiyle hem mevcut fenalıklara karşı birlikte savaşmalı, hem de yarınki adil hükümetin temel taşlarını fikir ve gönül birliği ile koymaya çalışmalıdırlar.“ (Age, s. 534).

II. Abdülhamid’in karşı görüşleri
II. Abdülhamid ise, ‘Jön Türk’ olarak da nitelendirilen bu Osmanlı aydınlarının Hürriyet yani Özgürlük isteklerine karşı çıkarak, bu isteklerin ‘İmparatorluğu tahrip edici bir silah’ olduğunu savunarak şöyle diyordu: „Hürriyete alışkanlığı olmayan bir memlekete hürriyet vermek, tüfek kullanmasını bilmeyen bir insana tüfek teslim etmek gibidir. Bu insan, bu tüfek ile babasını, annesini, kardeşlerini ve nihayet kendisini de öldürür. Şu halde hürriyet vermeden önce bir memleketi hürriyete alıştırmak lazımdır. İşte ben de bunu yapmaya çalışıyordum. Bu hususta en iyi tedbir maarifi geliştirmektir. Bunun için de okullar açıyorum.“ (Age, s. 537).

Oysa Abdülhamid, Aşiret Mektebi adıyla kurduğu bu okulları, Hamidiye Alaylarından rahatsız olan aşiretleri tatmin etmek için kurmuş; Kızılbaş Kürt ailelerin çocuklarını bu okullara alırken de, başta Dersim bölgesi olmak üzere Kızılbaş- Kürt yoğunluklu bölgelere „halkı irşad edecek Hanefi din adamları“ göndererek, onları İslamiyete ve Saray’a çekmeye çalışıyordu.

II. Abdülhamid’in karşı çıkmasına rağmen, çocuklarını Aşiret Mektebi’ne aldığı Arap toplumunda bir ‘Arap aydınlanması’ ortaya çıkıyordu. 1900’den sonra Arap milliyetçiliği yeni bir şekil almaya başlamıştı. ‘Islahat’, ‘muhtariyet’ ve ‘din reformu’ yanlıları yanında ‘istiklal’ yani özgürlük isteyenler de ortaya çıkmaya başlamıştı. Arap milliyetçilerinden biri ‘Arap Milletinin Uyanışı’ adıyla bir kitap yayımlıyor ve Araplar’ın istekleri ortaya konuyordu: „Arap memleketleri, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılıp Dicle- Fırat’tan Süveyş’e kadar, Akdeniz’den Umman Denizi’ne kadar uzanan alanda bir Arap İmparatorluğu kurulacak, bu İmparatorluğun Hicaz vilayeti, merkezî bir devlet haline getirilip, başına halife geçirilecek. Gerek Arap imparatorluğunun Sultanı, gerekse halife Arap olacaktır.“ (Age, s. 554).

Türkçülük Hareketi’nin niteliği
Osmanlı Devleti’ndeki siyasi akımlar ve Türkçülük hareketleri üzerinde en çok duran bilim adamlarından biri, Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı ile birlikte Cumhuriyet döneminin en kapsamlı Osmanlı Tarihi’nin 8 ciltlik külliyatına imza atan Ord. Prof. Enver Ziya Karal’dır. (1981’de TRT’deki muhabirlik görevimden Ulaştırma Bakanlığı Eğitim Dairesi uzmanlığına sürüldüğümde, tartışmalı bir konuda telefonla görüştüğüm Karal, kimi yayınlarda ve ders kitaplarında geçen Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin ‘Başkumandan Meydan Muharebesi’ olarak düzeltilmesi gerektiğini söylemişti.)

Karal, sonradan hedefinden saptırılıp ırkçı bir niteliğe büründürülmeden önceki ‘milliyetçilik’ anlayışını şöyle koyuyor: „En çok Türk olmayan topluluklar arasında milliyet şuurunun uyanması, Türkler üzerinde derin bir tepki yaratmaktan uzak kalmamıştır. Bununla beraber Türkler, bu tepkiye siyasi bir şekil vermekten çekinmişlerdir. Buna da sebep, İmparatorluğun birliğini korumak hususundaki sorumluluklarıdır. Türklerin, açıktan açığa bir Türkçülük siyaseti takip etmeleri, diğer etnik toplulukları, milliyetleri üzerinde eğilmeye teşvik etmek olacaktı ki, bu da netice itibarıyla İmparatorluğu parçalayacaktı. İşte bu sonucu önlemek sebebiyledir ki, II. Abdülhamid döneminde, milliyeti aşan iki geniş siyasi sistemin denemesine girişilmiştir. Genç Türkler, Meşrutiyete dayalı Osmanlılığı; II. Abdülhamid ise istibdada dayanan İslamcılığı savunmuşlardır.“ (Bkz. Age, s. 555).

Bu dönemde, bunların yanı sıra ‘Anadoluculuğa dayanan Türkçülük’ olarak adlandırılan yeni bir akım daha ortaya çıkmıştı. Karal, bu yeni akımı şu gerekçelere bağlıyor: „Osmanlı İmparatorluğu bir din ideolojisine dayanarak geliştiği için milliyet şuuru zamanla küllenmişti. İmparatorluğun sınırları içerisine çeşitli ırklara sahip büyük eyaletlerin katılmasıyla Türk topluluğu bir azınlık haline gelmişti. (…) Osmanlı İmparatorluğunun XVIII. yüzyıl sonlarından başlayarak dağılmaya başlaması ile içinde Türklerin hiç bulunmadığı veyahut çok az sayıda bulundukları eyaletlerin ayrılması üzerine, geri kalan topraklarda Türklerin tümlüğü kuvvetlenmeye başlamıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısında İmparatorluğun çözülmesi ve dağılması hızlanınca, bu hareketi durdurmak için bazı aydınlar din sınırları dışında yeni birtakım ideoloji esasları aramaya başlamışlardı.“ (Age,s. 561).

‘Osmanlıcılık’ ve ‘İslamcılık’ düşüncelerini eleştirerek ortaya çıkan Yusuf Akçura ise, 1903 yılında yazdığı bir Fransızca makalede; „Osmanlı Devleti için tutulacak tek yol, Müslüman olmayan topluluklara otonomi vermek suretiyle bir birleşik devletler (federal devlet) meydana getirmektir. Bu da yapılmadığı takdirde, sözkonusu topluluklar demir ve ateşle otonomilerini alacaklardır“ diyordu. (Age,s. 561-62).

Yusuf Akçura, „Türk birliği“ olarak nitelendirdiği Müslüman halklar içinse, asimilasyon yöntemiyle „büyük bir siyasi milliyet“ yaratmayı öneriyordu: „Türk ittihadı, Osmanlı İmparatorluğundaki Türkleri din ve ırk bakımından birleştirecek, Türk aslından olmamakla beraber bir dereceye kadar Türkleşmiş unsurları, daha ziyade Türküğe temsil (asimile MB) edecek ve henüz hiç temsil edilmemiş ve milli vicdanları olmayanları da Türkleştirebilecektir.“ (s. 563)

Akçura, „dünyada yayılmış Türklerin birleşmesiyle büyük bir siyasi milliyet meydana getirmelerini“ de öneriyor ki, bu düşünceyi benimseyen sonraki İttihad yöneticileri, Osmanlı’yı tümüyle yıkıma doğru götürmüşlerdir. Karal, bu anlayışı „İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin üyeleri arasında bulunan, İmparatorluk dışı Türkler’den bazılarının, dünya Türklerini Osmanlı devleti etrafında toplamak“ olarak vurgulamaktadır.

Irkçılığa evrilen Türk milliyetçiliği
Prof. Karal, „Aydınlar Avrupa’ya Osmanlı olarak gittikleri halde, içlerinden bir kısmı tamamen Türkleşmiş olarak döndüler“ dedikten sonra, Türkçülük doğrultusunda bir hareketin II. Mahmut döneminden itibaren gelişmeye başladığını; o tarihe kadar Türkler’in aydınlar nezdinde ‘Etrak-i bî- idrak’ yani anlayışsız Türkler olarak anıldıklarını söylüyor. Yazar, bu tarihlerden sonra ‘Türk’ kavramının ve Türkiye karşılığı olarak ‘Türkistan’ kelimesinin kullanılmaya başlandığını ekliyor.

İşin aslına bakılırsa; elit sınıf, 19. yüzyılın ortalarına doğru özellikle Balkan milletlerinin ayrışması üzerine ‘Türk, Türkistan, Türkiye’ kavramlarına sarılmaya başlıyor. Çünkü mensubu bulundukları halklar ayrışmış ve Osmanlı’dan kopmuşlardır. Böylelikle, kendi gerçek kimliklerinin bir kıymet-i harbiyesi kalmamıştır. Bundan dolayı da, onlar için ‘Türklüğe’ ve ‘İslamcılığa’ sarılmaktan başka bir seçenek kalmamıştır. Bu tutum, o günden bugüne devam etmektedir.

Sözgelimi, ‘Sarıklı İhtilalcı’ olarak adlandırılan Ali Suavi, Osmanlı dili yerine ‘Türk dili’ kavramının kullanılmasını önerdiği gibi; „Türkçe’nin dünyanın en eski ve en zengin dillerinden biri olduğunu; Türkçe’den Arapça ve Farsça kelimelerin atılması gerektiğini; ezanın, hutbelerin ve namaz surelerinin bile Türkçeleştirilmesi gerektiğini“ savunarak, sonraki Kemalist ideologlara ilham kaynağı oluyordu. Ali Suavi, Paris’te bulunduğu sırada hazırladığı bir çalışmada, sonraki Kemalistler’e kaynaklık edecek şu ırkçı tezleri dile getiriyordu:

1- Türk ırkı askeri, medeni ve siyasi rolleri itibarıyla bütün ırklardan üstün ve eski bir ırktır;
2- Türk dili dünyanın en zengin ve en mükemmel dilidir. Avrupa’nın en büyük dilleri bile Türk diline nisbetle geridir.
3- Türk ırkı dünya kültür tarihinde en büyük rolü oynamış ve özellikle İslam kültürünü Türkler meydana getirmiştir.
4- Türkler, ilmi eserlerde birinci derecededirler.
5- Dünyaya bilim, sanayi ve medeniyet veren kavim Türklerdir.
6- Türkler, hayvan yetiştirme, madencilik, tarih ve kitabet gibi şeyleri dünyaya yayan birinci kavimdir.
7- Türkler asıl yurtlarından ayrılıp Fars, Anadolu, Rumeli ve Mısır’a inmişler ve fethettikleri yerlerde nice hanedan ve hükümet bırakmışlardır: Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılar bu hanedanlıkların en meşhurlarıdır.
8- Hazarlar ve Uygurlar Türk oldukları gibi, Macarlar da Osmanlılar gibi Uygurlar’dandır.
9- Mevcut Türkler ise Osmanlılar, Özbekler ve Türkmenler’dir ki Türkistan ve Kabil’de yaşamaktadırlar. (Bkz. Age, s. 293-94).

Aslen Lehli olup, önceki adı Costantin Borzecki olan Mustafa Celaleddin Paşa da, -1848 ihtilalinden sonra İstanbul’a gelmiş ve İslamiyeti kabul ederek askerlik mesleğine girmiştir-; ‘Eski ve Yeni Türkler’ konulu Fransızca eserinde, bu görüşleri daha da ileri götürmektedir. Sonradan Türk ve İslam olan bu Paşa da, dünya tarihinde Türkler’in çok önemli bir yer tuttuğunu, uygarlığın gelişiminde büyük payları bulunduğunu, Avrupa halklarıyla aynı kökenden geldiklerini; Türk dilinin birçok dilin gelişimine yardım ettiğini, Batı uygarlığının Batılıların olduğu kadar Türkler’in eseri olduğunu; Batı uygarlığının temelini teşkil eden Yunan ve Roma uygarlıklarında Türk etkisinin egemen olduğunu, Yunan ve Roma mitolojisinde kullanılan Tanrı isimlerinin de Türkçe olduğunu iddia ediyordu…

İşte, dil ve tarihte ırkçılığın temelleri de böylece atılmış oluyordu… Burada tasarlanan düzmece tezlerin hayata geçirilmesi ise başta Kürt kimliği ve kültürü olmak üzere diğer halkların kimliklerinin red ve inkarı ile kültürlerine ipotek konmasıyla mümkün olabilecekti. Nitekim, İttihad ve Terakki Hareketi’nin ‘ırkçı’ bir niteliğe büründüğü 1912’den sonra bu politika hayata geçirilmeye çalışılıyordu. Sözkonusu politikanın asıl uygulamaya konduğu dönem ise Kemalist Cumhuriyet dönemi, özellikle de 1924 sonrasıydı.

YARIN:Kemalistler’in Osmanlı’dan devraldığı ırkçı tarih tezi

MEHMET BAYRAK

YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

Milliyetçiliğin Yeni Dönem Sloganı: Avrupa Türkçülüğü

Göçmenleri Türk devletinin çıkarlarına bağlamaya çalışan çevreler, onların artık bu ülkede kalıcı olduğunu görünce politikalarını da buna göre yenilemeye başladılar. ‘Alman ol Türk kal’ biçiminde özetlenecek bu yaklaşımın sonucu olarak bir süredir ‘Avrupa Türkleri’ gibi bir kavram kullanılıyor.

Almanya’da Türkiyeli göçmenlerin haklarını savunan, onların sorunlarına çözüm arama amacıyla oluşturulan kuruluşların başında Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF) geliyor. 6 Aralık 1980 yılında kurulan Federasyon, 26 yıldır bu doğrultuda çalışmalar yürütüyor. DİDF Genel Başkanı Hüseyin Avgan, Avrupa’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin, gerici çevreler tarafından her zaman kullanılma gayretinde olduğunu söyledi. “Hem ekonomik hem de siyasi olarak büyük bir pazar olarak gördükleri ‘gurbetçi pazarını’ değerlendirmek için her yola başvuruyorlar. Sonuçta içinde yaşanılan ülkeyi ve buradaki sosyal, siyasal, kültürel gelişmeleri anlama konusunda zorluklar getiriyor” diyen Avgan, entegrasyon sorununun alternatifinin ‘gettolaşma’ ya da ‘milliyetçilik’ olamayacağını söyledi.

3. Kuşağın entegrasyon sorunu var mıdır? İki kültür arasında kaldığı söylenebilir mi?


Sayıları bir milyona yaklaşan göçmen kökenli çocuk ve genç, bugün 3. ve 4. kuşak olarak anılıyor. Burada doğup büyüyen, burada eğitim gören bu gençler, elbette ilk kuşaklardan ve onların Türkiye’de yetişmiş çocukları olan 2. kuşaktan birçok bakımdan ayrı özellikler taşıyor. Birincisi, 3. kuşağın büyük bölümü kendini Almanca ifade ediyor ve bu sayede yerli toplumla daha fazla alışveriş şansına sahip. İkincisi, bu kuşak, öncekilere göre kendini daha fazla bu ülkeye ait görüyor ve Türkiye’ye geri dönme gibi bir alternatifi bulunmuyor. Ancak şu noktayı unutmamak gerekir: 3. Kuşak’tan söz ettiğinizde bütünü için tek bir değerlendirme yapmak mümkün değil. Burada doğup büyümelerine rağmen, kendi arasında farklı eğilim ve özellikler taşıdığını da görmek gerekiyor.

Diğer taraftan 3. kuşağın entegre olup olmamasını belirleyen sadece bu gençlerin eğilimleri ve istekleri değildir. Asıl belirleyici olan, onların içinde bulunduğu sosyal ve siyasal koşullardır. 3. kuşak gençlerin, 2. kuşağa göre daha zor şartlara sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca son 10-15 yılda çalışma hayatı ve eğitim koşullarında yaşanan sorunları göz önüne aldığımızda da, göçmenlerin entegrasyonu daha sancılı hale gelmiş bulunmaktadır.

Sizce kuşaklar arası bir çatışma mümkün mü, mümkünse bunun nedenleri ne olabilir?


Almanya’ya ilk gelen göçmenlerle sonraki kuşaklar arasında dünya görüşü, yaşam tarzı, davranış biçimleri, güyüm kuşam-yeme içme alışkanlıkları vb. birçok konuda farklılıklar sözkonusu. Benzerliklerin, henüz kaybolmamış değer ve özelliklerin olduğu gibi. Ama bu farklılıkları ve değişim sürecini, kuşaklar arası bir çatışma olarak görmek doğru olmaz. Türk ve Kürt toplumu için de.

Birinci kuşak göçmenler genellikle Türkiye’de köy kültürüyle yetişip, değerler kazandılar. Üçüncü kuşak gençler ise, Avrupa’nın en modern sosyal ve ekonomik ilişkileri içinde doğup büyüyorlar ve sanayi toplumunun değerleriyle karşı karşıyalar. Burada çatışma konusu olan, din ve yarı feodal geleneklerin ağır bastığı değerlerle, sanayi toplumunun liberal, bireyci değerleridir aslında. Eski ile yeni arasındaki bu çatışmadan kaçınmak neredeyse imkansızdır. Ama tabii bu, eski olan tüm değerler gericidir veya modern toplumun tüm değerleri yozlaşmıştır anlamına da gelmiyor.

Özellikle son dönemlerde bazı örgütler tarafından ‘Avrupa Türkçülüğü’ adı altında politikalar yapılıyor. Bu, gençlerin entegrasyonunu nasıl etkiler?

Dini ve milli değerleri kullanarak politik ve ekonomik çıkar sağlamaya çalışan gerici çevreler, ta başından beri buradaki göçmen emekçileri kullanma gayretinde oldular. Göçmenleri Türkiye’ye ve Türk devletinin çıkarlarına bağlamaya çalışan bu çevreler, onların artık bu ülkede kalıcı olduğunu görünce politikalarını da buna göre yenilemeye başladılar. “Alman ol Türk kal“ biçiminde özetlenecek bu yaklaşımın bir sonucu olarak da bir dönemdir “Avrupa Türkleri“ gibi bir kavram kullanılıyor. Yaşadığı ülkedeki sorunlar ve entegrasyon konusundaki zorluklar nedeniyle kendini tam bulamayan göçmen gençlerin bir bölümü için bir cazibe yaratabileceği söylenebilir. Bu kavram ve onun arkasındaki niyetlerin, entegrasyona değil bölünmeye ve milliyetçiliğe hizmet edeceği açıktır. Göçmen kökenli olmaktan kaynaklanan sorunlar ve iş, eğitim vb. sıkıntılar nedeniyle gelecek problemi yaşayan gençlerin alternatifi ‘gettolaşmak’ veya ‘milliyetçilik’ olmamalıdır.

Eğitimde yaşanan başarısızlığın faturasının göçmenlere kesilmesi ne kadar doğru bir politika?


Bu konuyu kullanan çevreler aslında, eğitimdeki sorunların gerçek nedenlerinin üstünü örtmek istiyorlar. Son yıllarda yapılan araştırmalar, Almanya’nın eğitim alanında ciddi bir başarısızlık ve sıkıntı içinde olduğunu ortaya koyuyor. Eğitime ayrılan bütçedeki kısıtlamalar, eşitsizliğe ve elemeye dayalı eğitim sistemi nedeniyle öğretmenler, veliler ve öğrenciler açısından çok ciddi sorunlar yaşanıyor. Gelir düzeyi düşük ailelerin çocuklarının çok ciddi bir gelecek sorunu var. Ve bunları görmezden gelen hükümetler, sermayeden yana politikalara devam etmek istiyorlar. Evet, göçmen kökenli çocukların eğitimdeki durumu içler acısıdır. Çok az bir bölümü gelecek güvencesi yaratacak bir eğitim şansına sahip bulunuyor. Ama bunun sorumlusu ne bu çocuklar ne de onların aileleridir. Yoksul Alman ailelerin çocukları için de aynı sorunlar sözkonusudur. Okullarda yaşanan şiddet vb. olaylar da sadece göçmenlere malediliyor. Ama bütün bunlar aslında birer sonuçtur. Eğitime yeterince bütçe ayırmaz, göçmen gençleri teşvik için çaba harcamaz, gençlere insanca yaşayacak bir gelecek sunmayı görev edinmezseniz, bu gibi sorunlar daha da artacaktır doğal olarak.

3500 km uzakta olan Türkiye`nin gündemini Avrupa’da özelde Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli insanların gündemine getirmek sizce uyum konusunda ne kadar sağlıklı olabilir?

Bunun sağlıklı olmadığı apaçık ortada. Sadece uyum konusu açısından değil, çocukların kişilik ve sosyal gelişimi açısından da aslında ciddi sorunlar doğuruyor bu durum. İçinde yaşanan ülkenin, toplumun gündeminden uzaklaşmak her bakımdan göçmenlerin yaşamındaki güçlükleri arttıyor. Elbette bunun arkasındaki nedenlere bakmak gerekir. Politik ve ekonomik kazanç sağlama derdinde olan çevrelerin çabalarının önemli rol oynadığını görmekteyiz. Bunların arasında Türkiye merkezli politika yapan çeşitli kurum, dernek ve partilerin yanısıra, medya kuruluşları, şirketler vb. yer alıyor. Hem ekonomik hem de siyasi olarak büyük bir pazar olarak gördükleri “gurbetçi pazarını” değerlendirmek için her yola başvuruyorlar. Sonuçta içinde yaşanılan ülkeyi ve buradaki sosyal, siyasal, kültürel gelişmeleri anlama konusunda zorluklar getiriyor. Türkiye’yle ve ordan taşınan sosyal, kültürel değerlerle ister istemez ilişki içinde bulunulduğu ve bunların bugünden yarına hemen ortadan kalkmayacağı açıktır. Ama yaşadığımız ve geleceğimizi bağladığımız bu ülkedeki sosyal ve siyasal hayata ne kadar aktif katılırsak sorunlarımızı da o ölçüde değiştirme şansına sahip olduğumuz unutulmamalıdır.

Özellikle göçmen kökenli ve Türkiye’den gelen insanlarda yoğun bir işsizlik var. Bunu neye bağlamak gerekiyor?


Büyük sermaye sahipleri daha fazla kar sağlamak için çalışma hayatını istedikleri gibi düzenlemeye çalışıyorlar. Bunun sonucu olarak da, ücretler aşağı çekiliyor, işten atmalar, fabrika kapatmalar çoğalıyor, esnek çalıştırma yaygınlaşıyor, sendikal haklar kısıtlanıyor. Gençler için güvenli bir iş bulma, meslek eğitimi görme imkanları ortadan kalkıyor vb. Ne kadar çok işsiz olursa çalışanlar üzerinde o derece baskı yapabileceğini bilen sermaye sahipleri, işsizliğin artmasından rahatsızlık duymuyor tabii ki. Sonuçta emeğini satarak geçinen insanlar, kötü koşulların ya da işsizliğin kucağına itiliyor. Büyük bölümü işçi, emekçi olan Türkiye kökenli göçmenler de haliyle bu durumdan en çok etkilenen kesimler arasında bulunuyor. Türkiye’den gelenler arasında sermaye sahibi olanlar belki 60’lı, 70’li yıllara göre daha artmış durumda ama hala büyük bölümünü, ancak çalışarak geçinebilen kesimler oluşturuyor.

Devam edecek

Hazırlayan: ERDAL ALIÇPINAR

YENİ ÖZGÜR POLİTİKA