Rodoslu, eski İttihadçı yeni Kemalist Dr. Reşid Galip’in kaleme aldığı ve günümüzde itirazlara rağmen okunmasına devam edilen bu ırkçı ‘And’ın, kuşkusuz ideolojik bir geçmişi vardır ve bunun temelleri idelenmeden, yaşamakta olduğumuz güncel sorunlar doğru kavranamaz. |
‘TÜRK TARİH TEZİ’NDEN IRKÇI ‘AND’A KÜRTLER - 1
Birçok efsaneye ve Yaşar Kemal’in romanlarına konu olan Binboğa Dağları eteklerindeki köyümüz Dallıkavak’ta ilkokul, 1952 yılında açılmış ve ben, daha beş yaşındayken kayıtsız olarak 1953’te okula başlamıştım. İlk devre eğitime başlayanlar arasında, benden altı yaş büyük ağabeyimin yanı sıra çok sayıda köylü genç vardı. İlk öğretmenimiz, Pınarbaşı Afşarları’ndan Köy Enstitü’lü bir öğretmen, sonraki öğretmenlerim de komşu köylerimizden Kürt kökenli ve yine Köy Enstitü’lü öğretmenlerdi.
Irkçı ‘And’ın hatırlattıkları…
Afşar kökenli ilk öğretmenimiz, göreceli olarak „gevşek Müslüman“ bir ortamdan geldiği halde, küçüklükten edindiği şartlanmışlıkları üzerinden atamamış ve hala „Kızılbaş Kürtler’in kendisini gece öldürebilecekleri“ kaygusuyla, ücretsiz kaldığı amcamın evinde geceleri odasının kapısını arkadan kilitlediği gibi, kapı arkasına çeşitli ağırlıklar koyarak uyuduğunu çok sonraları öğrenmiş ve gülüşmüştük.
„Türküm, Doğruyum, Çalışkanım!“ sözleriyle başlayan günlük ‘And’ ve ‘İstiklal Marşı’; her gün eğitimin „olmazsa olmaz“larındandı. Biz Kürt çocukları, bu ritüeli hergün yerine getirsek de, bizim için ne ifade ettiğinin pek de farkında değildik… Ancak, geceleri kapı ve pencere dinleyerek Kürtçe konuşanları dinleyip ihbar eden muhbirler, hergün birçok kişinin canını yaktığı için bizim açımızdan daha da önem kazanmıştı. Hele, daha önce komşu köyde okula başladığı için Türkçeyi bilen ve bu yüzden de sürekli olarak sınıf başkanı olan ağabeyimin, evin içinde olması işimizi daha da zorlaştırıyordu…
Köy dışındaki perakende evlerde yaşayan birkaç kişi dışında, sınıftaki çoğu kişi gibi ben de, Kürtçe konuşmayı öylesine bıraktım ki, tahsildar olan babamın „rüşvet“ karşılığı konuşturma girişimlerini de hep geri çeviriyordum… Öte yandan, öksüz kaldığı için bizimle birlikte büyüyen benden dört yaş büyük kuzenim ise eski muzırlıklarını terketmek zorunda kalmıştı. Çünkü, henüz yeterince Türkçeyi bilmiyor, Kürtçe konuşması durumundaysa ceza alacak ve öğretmenden dayak yiyecekti… Kendisinin geçmişteki huysuzluklarından çokça çekmiş olan annemin; „Ez qurbona wî xocayî bim ku haso te birî ye“ (O öğretmene kurban olayım ki, senin sesini kesmiş!) sözü bugün gibi kulaklarımda.
‘Türküm, Doğruyum, Çalkısında…’
İster Afşar, ister Kürt tüm öğretmenlerce okutulan sözkonusu ırkçı ‘And’ın ve İstiklal Marşı’nın anlamını yeterince kavramasak ve tepki koymasak bile, fırsat buldukça bu ‘And’la dalga geçmekten de geri durmuyorduk. Hele, bizden birkaç yıl sonra okula başlayan Puxus Mısto’yu, okul çıkışı bizim arka kapının önündeki binek taşının üstüne çıkartıp „and içtirme“mizi hiç unutmuyorum. Mısto, kumral ve kıvırcık saçlarını –inek yalamış gibi- suyla iyice ıslatıp başına yapıştırdıktan sonra taşın üstüne çıkar, iki elini yanlara sertçe sarkıtıp yüksek sesle ‘And’ içmeye başlardı:
„Türküm, Doğruyum, Çalkısında…“ Mısto, „çalışkanım“ sözünü bir türlü beceremiyor ve gerisini de büsbütün karıştırıyordu. İlkokulu bitirip, ortaokula gittiğimde, Mısto hala sozkonusu ‘And’ı beceremiyor ve hergün bizim neşe kaynağımız oluyordu…
İşte, Sırrı Süreyya Önder’in, bir Danıştay kararı ve BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın, „kızının bu And’dan muaf tutulması“ için yaptığı başvuru üzerine yeniden gündeme gelen And üzerine kaleme aldığı „Türküm, Doğruyum, Yorgunum“ başlıklı ilginç yazısı, tüm bunları bana yeniden hatırlattı.
Önder, sözkonusu And’ın mimarı olup, son derece ırkçı görüşlerine ve söylemlerine rağmen, ismi Ankara’nın en önemli caddelerinden birine verilen Dr. Reşid Galip’in bu And’ı Cumhuriyet rejimine kabul ettirmesini, Prof.Dr. Afet İnan’ın şu anlatımıyla veriyor:
„1933 Yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. Dr. Reşid Galip, heyecanla Çankaya Köşkü’ne geldiği vakit, Atatürk’ün yanında bana bir kağıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı: (Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara birşeyler söylemek istediğim vakit, bir and meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı) dedi…“ (A. İnan: Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler’dan aktarılarak, Öz-Po, 5.4.2011).
‘Kutsal metin’ olarak görülmekte
Prof. Dr. Baskın Oran’ın, birçok yazısında haklı olarak „ismi caddelere verilmemesi gereken ünlü bir ırkçı“ olarak nitelendirdiği Dr. Reşid Galip, ırkçı görüşlerinin bir uzantısı olarak kaleme aldığı bu şovenist metni, Cumhuriyet’in 10. yılından itibaren kabul ettirerek bir genelgeyle tüm ilkokullarda okutulmasını sağlıyor. 1972 yılındaki küçük değişikliklerle okunmasına devam edilen ‘Andımız’ın sözleri şöyle:
„Türküm/ Doğruyum/ Çalışkanım,
İlkem; küçüklerimi korumak,
Büyüklerimi saymak/ Yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir./
Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe,
Durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.“
Rodoslu, eski İttihadçı yeni Kemalist Dr. Reşid Galip’in kaleme aldığı ve günümüzde itirazlara rağmen okunmasına devam edilen bu ırkçı ‘And’ın, kuşkusuz ideolojik bir geçmişi vardır ve bunun temelleri idelenmeden, başka bir deyişle konuya ilişkin düşünce temellendirilmeden yaşamakta olduğumuz güncel sorunlar doğru kavranamaz. Yine bunun gibi, Halife- Padişah’a bağlılık telgrafları çekilen ilk Meclis’te kabul edilen İstiklal Marşı da, bizzat Atatürk tarafından sonradan ağır eleştirilere muhatap olduğu halde, günümüzde adeta bir ‘Kutsal metin’ olarak görülmekte ve Cunta hapishanelerinde bir ‘işkence aleti’ olarak kullanılabilmektedir.
Atatürk, Mehmed Akif’in ölümü üzerine yaptığı açıklamada; günümüzde tüm resmi törenlerde kutsal bir yakarış, cezaevlerinde ise bir işkence aracı olarak kullanılan İstiklal Marşı için şunları söylüyor:
„Mehmed Akif, bu memlekete ne kazandırmıştır? Mehmed Akif, bizim inkılaplarımızın düşmanı idi. Evet, İstiklal Marşı’nı yazdı. Ama onu bir ümmet düşüncesi ile yazdı; Türk milleti düşüncesi ile yazmadı. Eğer hakikaten Türk milletinin istiklalini düşünseydi; Rum malı olan bir fesi kafasından çıkarmamak için Mısır’a gidip, esareti tercih etmezdi…“ (M. Bayrak: Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm, Özge yay. Ank. 1999, s. 53). Birinci Meclis’te, Cumhuriyet’in 10. yılı dolayısıyla kabul edilen Onuncu Yıl Nutku ise, adeta buna bir tepki olarak ırkçılık boyutlarına varan bir „Türk milliyetçiliği“ üzerinde yoğunlaşıyordu. Günümüzde de, özellikle Ulusalcılar’ın sıklıkla dillendirdikleri bu söylevin bazı kavramlarını birlikte izleyelim: „Türk Milleti!, Büyük Türk Milleti; Türk kahramanlığı; yüksek Türk kültürü; Türk milleti ve onun değerli ordusu; Türk milletinin karakteri yüksektir, Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir; yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milleti; milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, tabii zekasını ilme bağladığını; Türk milletine çok yaraşan bu ülkü; Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kaabiliyeti; Ne mutlu Türk’üm diyene!“.
Aynı temayı, Onuncu Yıl Marşı’nda da görmek mümkün: „Türk’üz, Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi/ Türk’e durmak yaraşmaz; Türk önde, Türk ileri…“ Atatürk’ün ünlü „Bir Türk dünyaya bedeldir“ sözü ile çocuklara her sabah okutturulan ‘And’ın aynı dönemlerin ürünü olduğunu ve kökleri Osmanlı dönemine uzanan, Balkan ve Kafkas kökenli yani dış kaynaklı bir ideolojik kökene dayandığını öncelikle vurgulamamız gerekiyor. Irkçılığa uzanan „Türk milliyetçiliği“nin esaslarını algılamak için, öncelikle bu ideolojinin ortaya çıktığı siyasal ve kültürel ortamı iyi kavramak gerekmektedir.
Dinsel ideolojiler ve Malazgirt’ten sonra Kürt - Türk ilişkileri
Tarihten bu yana, Kürt- Türk ilişkilerinde „kullanılan“ en önemli ayıraç, İslamiyet ve dince kutsal sayılan değerler olmuş. Şöyle, geçmişe dönük bir bellek yoklaması yaptığımızda, bu gerçeklikle hemen karşılaşırız.
Bilindiği gibi, Kürtler’le Türkler’in bu bağlamda ilk buluşması, Türkler’e Önasya’nın yani Anadolu’nun kapılarını açan Malazgirt Savaşı olur. Türkler, göçebe topluluklar halinde Kafkasya ve İran üzerinden güneye doğru sarkınca, yolları üzerindeki Kürt ve Ermeni toprak ürünlerine önemli hasarlar verirler. Bunun üzerine, Kürt mirleri, Alpaslan ve yakınındaki Türk beylerine başvurarak, şikayette bulunurlar. Alpaslan ise Kürt mirlerine gönderdiği mektuplarda; halkının yoksul olduğunu, bu nedenle açlıktan bu türden talanlara başvurduklarını, ancak asıl hedeflerinin Müslüman Kürt malları değil; Hıristiyan Ermeni malları olduğunu söyleyerek, „Müslümanlık“ ortak bileşkesini kullanmaya başlar.
Bu bileşkenin kullanılması, 1071’deki Malazgirt savaşında doruk noktasına ulaşır. Bilindiği gibi, Bizans İmparatoru Romen Diyojen, 200 bin kişilik büyük ordusuyla „Müslüman Türkler“i işgal ettikleri topraklarından kovmak için saldırıya geçer. Ordusunda, 20 bin dolayında paralı Hristiyan Türk askeri de vardır. Bu büyük tehlike karşısında, Türk Hükümdarı Alpaslan’ın yardım için başvurduğu kesim ‘Müslüman Kürt mirleri’ olur…
Koyu ve softa bir Müslüman olan Veziriazamı Nizamülmülk’ü, elçi olarak yardım amacıyla Kürt mirliklerine gönderir. Kürtler’den destek istenirken, kullanılan ortak payda, yine Bizanslılar’ın ‘kafir’liği karşısında ‘Müslüman kardeşliği’ olur… Gerçekten de, Kürtler, Selçuklu kaynaklarında da vurgulandığı gibi 10-15 bin savaşçıyla Alpaslan’ın ordusuna destek verir ve ordusu içinde önceden anlaşmazlık çıkan Romen Diyojen, yenilgiye uğrar ve böylece Anadolu’nun kapıları Türkler’e açılır. (Bu konuda bkz. Ergun Balcı: Malazgirt: Türkler’le Kürtler’in Ortak Zaferi, Hür. 30.8.1996; Türkler ve Kürtler, Cumhuriyet, 22.4.1991/ 6.4.1994/ 20.2.1998).
Yavuz Sultan Selim’in ‘Kürt’ politikası
16. Yüzyıl, sınırlarını doğuya doğru genişletmeye çalışan Osmanlı Devleti’yle, sınırlarını batıya doğru genişletmeye çalışan Safevi Devleti arasında yoğun bir rekabete ve çatışmaya sahne olur. İmparatorluk düzeyine ulaşma çabasındaki bu iki devletin kesişme bölgesinde Kürdistan ve Kürtler vardır. Bu nedenle, hangisi Kürtler’i yanına alırsa o, ötekine üstün gelecektir. Bu aşamada yine Yavuz Selim’in liderliğindeki Osmanlı yönetimi ‘Müslümanlık’ ortak bileşkesine sarılarak, Kürtler’le diyaloga girer. İdris-i Bidlisi, elçi olarak Kürt beylerine gönderilerek, fiili statüleri bir fermanla resmileştirilerek, Kürt mirliklerinin büyük çoğunluğunun ittifakı sağlanır. Bir bölümü ise Şah İsmail’le işbirliği yapar. Şah İsmail’in bu ittifakta yeterince başarılı olamaması, dinsel aykırılığın ötesinde, kendisine başvuran birçok Kürt Beyi’ni tutuklamasıyla ilişkilendirilmektedir. Bu arada, Kızılbaş Kürtler genellikle ortada durmaktadır. Yavuz, ulemasına hazırlattığı fetvalarla, bir tehlike olarak gördüğü Kızılbaşlar üzerinde bir katliama girişirken; Safevi yöneticileri, kendi sınırları içerisinde bulunan Dersim Kızılbaş Kürtleri’nden onbinlercesini Horasan bölgesine yollar. Onlar da, Kızılbaş Kürtler’i Horasan’ın kuzeyindeki Sünni Türkmen ve Özbekler’in saldırılarını önlemekte kullanırlar. Bu Dersimli sürgünlerin büyük bölümü, 17. yüzyılın ortalarında Kasr-ı Şirin Andlaşması üzerine önceki yurtlarına geri döner.
Din ve dince kutsal sayılan değerler, savaş dönemlerinde kullanıldığı gibi, yeri gelince barış için de kullanılmaktadır. Sözgelimi Yavuz Selim döneminde doruk noktasına varan ve onbinlerce, belki de yüzbinlerce kişinin hayatına maledilen Osmanlı- Safevi çekişmesinden sonra 1555 Barış Andlaşması’nın imzalanması aşamasında, Kuran’dan bazı ayetler dayanak gösterilerek şöyle deniliyordu: „Padişah ve hükümdarların ananesi, aralarında sulh sağlamak olduğu için, sulh anlaşmasının imzalanması İslam dinine uygun ve Müslümanların menfaatınadır.“ (Bkz. M. Bayrak: Pir Sultan Abdal, Ank. 1986,s. 48-49)
YARIN: II. Abdülhamid’in Kürt politikası ve ‘Türkçülük’ Hareketi
MEHMET BAYRAK
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
Birçok efsaneye ve Yaşar Kemal’in romanlarına konu olan Binboğa Dağları eteklerindeki köyümüz Dallıkavak’ta ilkokul, 1952 yılında açılmış ve ben, daha beş yaşındayken kayıtsız olarak 1953’te okula başlamıştım. İlk devre eğitime başlayanlar arasında, benden altı yaş büyük ağabeyimin yanı sıra çok sayıda köylü genç vardı. İlk öğretmenimiz, Pınarbaşı Afşarları’ndan Köy Enstitü’lü bir öğretmen, sonraki öğretmenlerim de komşu köylerimizden Kürt kökenli ve yine Köy Enstitü’lü öğretmenlerdi.
Irkçı ‘And’ın hatırlattıkları…
Afşar kökenli ilk öğretmenimiz, göreceli olarak „gevşek Müslüman“ bir ortamdan geldiği halde, küçüklükten edindiği şartlanmışlıkları üzerinden atamamış ve hala „Kızılbaş Kürtler’in kendisini gece öldürebilecekleri“ kaygusuyla, ücretsiz kaldığı amcamın evinde geceleri odasının kapısını arkadan kilitlediği gibi, kapı arkasına çeşitli ağırlıklar koyarak uyuduğunu çok sonraları öğrenmiş ve gülüşmüştük.
„Türküm, Doğruyum, Çalışkanım!“ sözleriyle başlayan günlük ‘And’ ve ‘İstiklal Marşı’; her gün eğitimin „olmazsa olmaz“larındandı. Biz Kürt çocukları, bu ritüeli hergün yerine getirsek de, bizim için ne ifade ettiğinin pek de farkında değildik… Ancak, geceleri kapı ve pencere dinleyerek Kürtçe konuşanları dinleyip ihbar eden muhbirler, hergün birçok kişinin canını yaktığı için bizim açımızdan daha da önem kazanmıştı. Hele, daha önce komşu köyde okula başladığı için Türkçeyi bilen ve bu yüzden de sürekli olarak sınıf başkanı olan ağabeyimin, evin içinde olması işimizi daha da zorlaştırıyordu…
Köy dışındaki perakende evlerde yaşayan birkaç kişi dışında, sınıftaki çoğu kişi gibi ben de, Kürtçe konuşmayı öylesine bıraktım ki, tahsildar olan babamın „rüşvet“ karşılığı konuşturma girişimlerini de hep geri çeviriyordum… Öte yandan, öksüz kaldığı için bizimle birlikte büyüyen benden dört yaş büyük kuzenim ise eski muzırlıklarını terketmek zorunda kalmıştı. Çünkü, henüz yeterince Türkçeyi bilmiyor, Kürtçe konuşması durumundaysa ceza alacak ve öğretmenden dayak yiyecekti… Kendisinin geçmişteki huysuzluklarından çokça çekmiş olan annemin; „Ez qurbona wî xocayî bim ku haso te birî ye“ (O öğretmene kurban olayım ki, senin sesini kesmiş!) sözü bugün gibi kulaklarımda.
‘Türküm, Doğruyum, Çalkısında…’
İster Afşar, ister Kürt tüm öğretmenlerce okutulan sözkonusu ırkçı ‘And’ın ve İstiklal Marşı’nın anlamını yeterince kavramasak ve tepki koymasak bile, fırsat buldukça bu ‘And’la dalga geçmekten de geri durmuyorduk. Hele, bizden birkaç yıl sonra okula başlayan Puxus Mısto’yu, okul çıkışı bizim arka kapının önündeki binek taşının üstüne çıkartıp „and içtirme“mizi hiç unutmuyorum. Mısto, kumral ve kıvırcık saçlarını –inek yalamış gibi- suyla iyice ıslatıp başına yapıştırdıktan sonra taşın üstüne çıkar, iki elini yanlara sertçe sarkıtıp yüksek sesle ‘And’ içmeye başlardı:
„Türküm, Doğruyum, Çalkısında…“ Mısto, „çalışkanım“ sözünü bir türlü beceremiyor ve gerisini de büsbütün karıştırıyordu. İlkokulu bitirip, ortaokula gittiğimde, Mısto hala sozkonusu ‘And’ı beceremiyor ve hergün bizim neşe kaynağımız oluyordu…
İşte, Sırrı Süreyya Önder’in, bir Danıştay kararı ve BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın, „kızının bu And’dan muaf tutulması“ için yaptığı başvuru üzerine yeniden gündeme gelen And üzerine kaleme aldığı „Türküm, Doğruyum, Yorgunum“ başlıklı ilginç yazısı, tüm bunları bana yeniden hatırlattı.
Önder, sözkonusu And’ın mimarı olup, son derece ırkçı görüşlerine ve söylemlerine rağmen, ismi Ankara’nın en önemli caddelerinden birine verilen Dr. Reşid Galip’in bu And’ı Cumhuriyet rejimine kabul ettirmesini, Prof.Dr. Afet İnan’ın şu anlatımıyla veriyor:
„1933 Yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. Dr. Reşid Galip, heyecanla Çankaya Köşkü’ne geldiği vakit, Atatürk’ün yanında bana bir kağıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı: (Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara birşeyler söylemek istediğim vakit, bir and meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı) dedi…“ (A. İnan: Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler’dan aktarılarak, Öz-Po, 5.4.2011).
‘Kutsal metin’ olarak görülmekte
Prof. Dr. Baskın Oran’ın, birçok yazısında haklı olarak „ismi caddelere verilmemesi gereken ünlü bir ırkçı“ olarak nitelendirdiği Dr. Reşid Galip, ırkçı görüşlerinin bir uzantısı olarak kaleme aldığı bu şovenist metni, Cumhuriyet’in 10. yılından itibaren kabul ettirerek bir genelgeyle tüm ilkokullarda okutulmasını sağlıyor. 1972 yılındaki küçük değişikliklerle okunmasına devam edilen ‘Andımız’ın sözleri şöyle:
„Türküm/ Doğruyum/ Çalışkanım,
İlkem; küçüklerimi korumak,
Büyüklerimi saymak/ Yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir./
Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe,
Durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.“
Rodoslu, eski İttihadçı yeni Kemalist Dr. Reşid Galip’in kaleme aldığı ve günümüzde itirazlara rağmen okunmasına devam edilen bu ırkçı ‘And’ın, kuşkusuz ideolojik bir geçmişi vardır ve bunun temelleri idelenmeden, başka bir deyişle konuya ilişkin düşünce temellendirilmeden yaşamakta olduğumuz güncel sorunlar doğru kavranamaz. Yine bunun gibi, Halife- Padişah’a bağlılık telgrafları çekilen ilk Meclis’te kabul edilen İstiklal Marşı da, bizzat Atatürk tarafından sonradan ağır eleştirilere muhatap olduğu halde, günümüzde adeta bir ‘Kutsal metin’ olarak görülmekte ve Cunta hapishanelerinde bir ‘işkence aleti’ olarak kullanılabilmektedir.
Atatürk, Mehmed Akif’in ölümü üzerine yaptığı açıklamada; günümüzde tüm resmi törenlerde kutsal bir yakarış, cezaevlerinde ise bir işkence aracı olarak kullanılan İstiklal Marşı için şunları söylüyor:
„Mehmed Akif, bu memlekete ne kazandırmıştır? Mehmed Akif, bizim inkılaplarımızın düşmanı idi. Evet, İstiklal Marşı’nı yazdı. Ama onu bir ümmet düşüncesi ile yazdı; Türk milleti düşüncesi ile yazmadı. Eğer hakikaten Türk milletinin istiklalini düşünseydi; Rum malı olan bir fesi kafasından çıkarmamak için Mısır’a gidip, esareti tercih etmezdi…“ (M. Bayrak: Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm, Özge yay. Ank. 1999, s. 53). Birinci Meclis’te, Cumhuriyet’in 10. yılı dolayısıyla kabul edilen Onuncu Yıl Nutku ise, adeta buna bir tepki olarak ırkçılık boyutlarına varan bir „Türk milliyetçiliği“ üzerinde yoğunlaşıyordu. Günümüzde de, özellikle Ulusalcılar’ın sıklıkla dillendirdikleri bu söylevin bazı kavramlarını birlikte izleyelim: „Türk Milleti!, Büyük Türk Milleti; Türk kahramanlığı; yüksek Türk kültürü; Türk milleti ve onun değerli ordusu; Türk milletinin karakteri yüksektir, Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir; yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milleti; milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, tabii zekasını ilme bağladığını; Türk milletine çok yaraşan bu ülkü; Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kaabiliyeti; Ne mutlu Türk’üm diyene!“.
Aynı temayı, Onuncu Yıl Marşı’nda da görmek mümkün: „Türk’üz, Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi/ Türk’e durmak yaraşmaz; Türk önde, Türk ileri…“ Atatürk’ün ünlü „Bir Türk dünyaya bedeldir“ sözü ile çocuklara her sabah okutturulan ‘And’ın aynı dönemlerin ürünü olduğunu ve kökleri Osmanlı dönemine uzanan, Balkan ve Kafkas kökenli yani dış kaynaklı bir ideolojik kökene dayandığını öncelikle vurgulamamız gerekiyor. Irkçılığa uzanan „Türk milliyetçiliği“nin esaslarını algılamak için, öncelikle bu ideolojinin ortaya çıktığı siyasal ve kültürel ortamı iyi kavramak gerekmektedir.
Dinsel ideolojiler ve Malazgirt’ten sonra Kürt - Türk ilişkileri
Tarihten bu yana, Kürt- Türk ilişkilerinde „kullanılan“ en önemli ayıraç, İslamiyet ve dince kutsal sayılan değerler olmuş. Şöyle, geçmişe dönük bir bellek yoklaması yaptığımızda, bu gerçeklikle hemen karşılaşırız.
Bilindiği gibi, Kürtler’le Türkler’in bu bağlamda ilk buluşması, Türkler’e Önasya’nın yani Anadolu’nun kapılarını açan Malazgirt Savaşı olur. Türkler, göçebe topluluklar halinde Kafkasya ve İran üzerinden güneye doğru sarkınca, yolları üzerindeki Kürt ve Ermeni toprak ürünlerine önemli hasarlar verirler. Bunun üzerine, Kürt mirleri, Alpaslan ve yakınındaki Türk beylerine başvurarak, şikayette bulunurlar. Alpaslan ise Kürt mirlerine gönderdiği mektuplarda; halkının yoksul olduğunu, bu nedenle açlıktan bu türden talanlara başvurduklarını, ancak asıl hedeflerinin Müslüman Kürt malları değil; Hıristiyan Ermeni malları olduğunu söyleyerek, „Müslümanlık“ ortak bileşkesini kullanmaya başlar.
Bu bileşkenin kullanılması, 1071’deki Malazgirt savaşında doruk noktasına ulaşır. Bilindiği gibi, Bizans İmparatoru Romen Diyojen, 200 bin kişilik büyük ordusuyla „Müslüman Türkler“i işgal ettikleri topraklarından kovmak için saldırıya geçer. Ordusunda, 20 bin dolayında paralı Hristiyan Türk askeri de vardır. Bu büyük tehlike karşısında, Türk Hükümdarı Alpaslan’ın yardım için başvurduğu kesim ‘Müslüman Kürt mirleri’ olur…
Koyu ve softa bir Müslüman olan Veziriazamı Nizamülmülk’ü, elçi olarak yardım amacıyla Kürt mirliklerine gönderir. Kürtler’den destek istenirken, kullanılan ortak payda, yine Bizanslılar’ın ‘kafir’liği karşısında ‘Müslüman kardeşliği’ olur… Gerçekten de, Kürtler, Selçuklu kaynaklarında da vurgulandığı gibi 10-15 bin savaşçıyla Alpaslan’ın ordusuna destek verir ve ordusu içinde önceden anlaşmazlık çıkan Romen Diyojen, yenilgiye uğrar ve böylece Anadolu’nun kapıları Türkler’e açılır. (Bu konuda bkz. Ergun Balcı: Malazgirt: Türkler’le Kürtler’in Ortak Zaferi, Hür. 30.8.1996; Türkler ve Kürtler, Cumhuriyet, 22.4.1991/ 6.4.1994/ 20.2.1998).
Yavuz Sultan Selim’in ‘Kürt’ politikası
16. Yüzyıl, sınırlarını doğuya doğru genişletmeye çalışan Osmanlı Devleti’yle, sınırlarını batıya doğru genişletmeye çalışan Safevi Devleti arasında yoğun bir rekabete ve çatışmaya sahne olur. İmparatorluk düzeyine ulaşma çabasındaki bu iki devletin kesişme bölgesinde Kürdistan ve Kürtler vardır. Bu nedenle, hangisi Kürtler’i yanına alırsa o, ötekine üstün gelecektir. Bu aşamada yine Yavuz Selim’in liderliğindeki Osmanlı yönetimi ‘Müslümanlık’ ortak bileşkesine sarılarak, Kürtler’le diyaloga girer. İdris-i Bidlisi, elçi olarak Kürt beylerine gönderilerek, fiili statüleri bir fermanla resmileştirilerek, Kürt mirliklerinin büyük çoğunluğunun ittifakı sağlanır. Bir bölümü ise Şah İsmail’le işbirliği yapar. Şah İsmail’in bu ittifakta yeterince başarılı olamaması, dinsel aykırılığın ötesinde, kendisine başvuran birçok Kürt Beyi’ni tutuklamasıyla ilişkilendirilmektedir. Bu arada, Kızılbaş Kürtler genellikle ortada durmaktadır. Yavuz, ulemasına hazırlattığı fetvalarla, bir tehlike olarak gördüğü Kızılbaşlar üzerinde bir katliama girişirken; Safevi yöneticileri, kendi sınırları içerisinde bulunan Dersim Kızılbaş Kürtleri’nden onbinlercesini Horasan bölgesine yollar. Onlar da, Kızılbaş Kürtler’i Horasan’ın kuzeyindeki Sünni Türkmen ve Özbekler’in saldırılarını önlemekte kullanırlar. Bu Dersimli sürgünlerin büyük bölümü, 17. yüzyılın ortalarında Kasr-ı Şirin Andlaşması üzerine önceki yurtlarına geri döner.
Din ve dince kutsal sayılan değerler, savaş dönemlerinde kullanıldığı gibi, yeri gelince barış için de kullanılmaktadır. Sözgelimi Yavuz Selim döneminde doruk noktasına varan ve onbinlerce, belki de yüzbinlerce kişinin hayatına maledilen Osmanlı- Safevi çekişmesinden sonra 1555 Barış Andlaşması’nın imzalanması aşamasında, Kuran’dan bazı ayetler dayanak gösterilerek şöyle deniliyordu: „Padişah ve hükümdarların ananesi, aralarında sulh sağlamak olduğu için, sulh anlaşmasının imzalanması İslam dinine uygun ve Müslümanların menfaatınadır.“ (Bkz. M. Bayrak: Pir Sultan Abdal, Ank. 1986,s. 48-49)
YARIN: II. Abdülhamid’in Kürt politikası ve ‘Türkçülük’ Hareketi
MEHMET BAYRAK
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder