30 Eylül 2012 Pazar

Demirtaş: AKP Sıkıştı, Nefes Almak İstiyor

BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yeni bir Oslo çıkışının “taktik bir hamle” olduğunu belirterek, hükümetin hem içerde hem dışarda yaşadığı sıkışmışlık karşısında “nefes almak” istediğini söyledi. Demirtaş, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki durumu konusundaki kaygılarının sürdüğünü söyledi.

BDP Eş Genel Başkanı Demirtaş, Brüksel’de ANF’nin sorularını yanıtladı. Demirtaş, Oslo tartışmaları, Başbakan’ın bu konudaki ifadeleri, BDP’nin tavrı ve Öcalan ile görüşme konusunda önemli açıklamalarda bulundu.

ÖCALAN’IN DURUMUNA İLİŞKİN CİDDİ KAYGILAR VARDI


-Geçtiğimiz günlerde yaptığınız bir açıklamada Sayın Öcalan’ın yaşadığını söylediniz. Neden böyle bir açıklama yapma gereği duydunuz?

Uzun süreden beridir kesintiz devam eden bir tecrit var. Bir yılı aşkın bir süredir Sayın Öcalan avukatları ve ailesi ile görüştürülmüyor. Aslında İmralı’da 13 yıldır süren bir tecrit vardı ama bunun son 12-14 ayı çok ağır bir şekilde uygulandı. Dolayısıyla İmralı’da nelerin olup bittiği, Sayın Öcalan ve diğer tutuklu arkadaşların sağlık durumu ve yaşamları ile ilgili ciddi kaygılar olmaya başladı.

Bu kaygıları ortadan kaldırmak için bizler de parti olarak en azından durumu netleştirmek adına bazı girişimlerde bulunduk ve edindiğimiz bilgiyi kısaca kamuoyu ile paylaşmak istedik. Durum buydu.

HÜKÜMET İMRALI’DAKİ TECRİDİ ÇARPITIYOR

-Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Öcalan’ın kardeşi Mehmet Öcalan’ı kendilerinin İmralı’ya gönderdiğini ve sizin açıklamanızın da buradan kaynaklandığını söyledi. Bu görüşmeden haberiniz var mıydı?

Adalet Bakanı ve Başbakan İmralı’daki tecridi çarpıtarak kamuoyuna yansıtmaya çalışıyorlar. Sayın Öcalan’ın 'avukatları ve ailesini kabul etmediğini, görüşmek istemediğini' belirtiyorlar, ki durum böyle değil. Sayın Öcalan bu tecrit durumunu, hükümetin tutumunu ve protokolleri reddetmiş olmasını protesto ettiğini, yine avukatlarının tutuklanmış olması ve sınırlı görüş imkanı tanınmasını, görüşmelerin kayıt altına alınmasını protesto ettiğini ve bu duruma karşı bir direniş geliştirdiğini belirterek bir tavır ortaya koydu.

Dolayısıyla bu böyle, ‘ben görüşe çıkmıyorum’ şeklinde basit bir tutum değil, bir direniş tutumudur. Bu direniş tutumunu ortadan kaldırmak için veya bu direniş tutumunu anlamsızlaştırmak için hükümetin bazı taktik hamleleri oluyor. Başbakan ve Adalet Bakanı’nın açıklamalarından bu anlaşılıyor.

MEHMET ÖCALAN İLE KONUYU GÖRÜŞTÜM

-Siz Mehmet Öcalan ile de görüştünüz mü?

Evet, Mehmet Öcalan ile de konuyu görüştük. Tabii ailesi ve avukatlarının yapacağı açıklamalar en doğru, en resmi açıklamalardır. Parti olarak bizim değil, onların açıklama yapması beklenmelidir. Ama şunu biliyoruz, yani Sayın Öcalan’ın en azından uzun süredir haber alınamamasına rağmen, direnişini sürdürdüğünü, İmralı’da çok net bir kararlı tavır içerisinde olduğunu ve bu kararlı tavrını sürdürdüğünü biliyoruz. Bundan eminiz.

İMRALI’DAKİ DURUMLA İLGİLİ RAHATLAMIŞ DEĞİLİZ

-Peki bu kaygılarınızı giderdi mi? Diğer bir ifadeyle Erdoğan’ın dediği gibi bir rahatlama sözkonusu oldu mu?

Bir rahatlamadan çok, en azından durumu anlamış olmanın verdiği, kaygılarımızın giderildiği bir durum ortay açıktı. Yoksa İmralı’daki durumla ilgili rahatlamış falan değiliz. Sayın Öcalan özgür olmadan, oradaki tutsaklar özgür olmadan, rahatlamamız mümkün değil.

- Başbakan ‘Öcalan’ın öldüğü’ yönünde iddialar ortaya atıldığından bahsetti. Sayın Öcalan’ın durumuna ilişkin hükümetten bir talebiniz oldu mu?

Bu iddialar bizim iddialarımız değildi. Tabii bu tür şeyler konuşuluyordu. Fakat BDP’nin iddiası değildi. Hükümet en nihayetinde Sayın Öcalan’ın hayatından da, sağlığından da birinci derecede sorumludur. Bu kadar kritik bir konuda partimizin bilgi istemesi normaldir. Bilgi alması da normaldir.

AVUKATLARA İZİN VERİLMEMESİ İKİ YÜZLÜLÜK

- Diğer taraftan avukatların İmralı’ya gidişine halen izin verilmiyor olmasını nasıl izah ediyorsunuz?

İki yüzlülükle izah edilebilir. Hükümet bu konuda ikiyüzlü davranıyor. Hem avukatları tutukluyor, gayri ciddi, gayri ahlaki suçlamalarla içeri atıyor. Hem uyguladığı tecridi örtmek için, hem de Sayın Öcalan’ın direnişini anlamsızlaştırmak için ve o direnişi kırmak için bir şekilde görüşmenin olduğu izlenimi yaratmaya çalışıyor. Ben ortada bir görüşme olduğunu düşünmüyorum. Ailesi ve avukatları ile bir görüşmesi sözkonusu değil. Mehmet Öcalan, olsa olsa Sayın Öcalan’ı görmüştür. Tahminim bir görüşme gerçekleşmemiştir.

-Sayın Öcalan ile görüşmenin içeriğine ilişkin Türk medyasında bazı iddialar yer aldı…

İçerikle ilgili çok çarpıtmalar yapılıyor. Aslında öyle dışarıya verilmiş bir mesaj olmamasına rağmen, sanki işte PKK’ye kızmış gibi manipülatif mesajlar verilmeye çalışılıyor. Bunların da doğru olmadığını düşünüyorum.

OSLO TARTIŞMALARI TAKTİK, ÇÖZÜM PROJESİ YOK


-Oslo meselesinde Başbakan Erdoğan PKK’nin “uzantıları” ile müzakere noktasında olmadıklarını ama İmralı’ya gidilebileceğini söyledi. Peki nasıl olacak?

Şimdi AKP hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti devleti, Kürt sorununa bakış açısından stratejik bir değişikliğe gitmemiştir. Bu son tartışmalar da taktik hamlelerdir. Biz de bu taktik hamlelere karşı kendi yaklaşımlarımızı ortaya koyuyoruz. Bir defa herkes şunun farkındadır. Kürt tarafı bütünüyle şunun farkındadır ki devlette köklü bir değişiklik olmadığı müddetçe Kürt sorununun çözümü konusunda adım atılması beklenmemelidir. Ama AKP’nin kafa karıştırmak adına, yaptığı taktik hamlelere karşı da dikkatli olmamız lazım.

Bir defa kamuoyuna karşı “biz müzakereden yanayız” mesajı vermeye çalışan AKP’yi bizim de sıkıştırmamız lazım. Müzakereden yana isen, “buyurun gelin masaya oturalım” dememiz lazım. Bütün Kürt aktörlerinin, muhatapların hazır olduğu ve sorunu barışçıl olarak çözmek istediği konusunda mesajlarımızın güçlü olması lazım.

Yoksa Tayyip Erdoğan kamuoyunu kandırma, aldatma konusunda tam bir ustadır. Fakat bununla birlikte AKP’yi, projelerini, çözüm önerilerini açıklamaya zorlamamız lazım. Bu son yaptığı açıklamalarda da kendi çelişkilerini, kafa karışıklığını ele veriyor. Bir taktik hamle olarak meseleye yaklaştığını ele veriyor. Şimdiye kadar “terörle mücadele siyasetle müzakere” diyordu. Şimdi “siyasetle mücadele PKK ve Sayın Öcalan ile müzakere” demeye başladı. Bütün bunlar konunun muhataplarını aslında henüz müzakere noktasında kabul etmediğini gösteriyor. Kürt sorununda muhataplar bütünlüklüdür. Sayın Öcalan’ın da, KCK’nin de, BDP’nin de, DTK’nın da belli rolleri ve misyonları vardır.

PKK, BDP’SİZ MÜZAKEREYİ KABUL ETMEZ

-Kürt sorununun çözümünden bahsedildiğinde BDP’siz bir müzakere mümkün mü?

Hiçbir aktörü dışarda bırakarak müzakere yürütülemez. BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılarak, cezaevlerindeki vekillerin tutukluluğu sürdürülerek çözüm aranamaz.

Nasıl ki, bizler Sayın Öcalan esaret altında iken, PKK’ye askeri operasyonlar yapılırken, BDP’ye yönelik tutuklamalar yapılırken, tek başına BDP ile oturup konuyu çözmeyi kabul etmediysek, tek başına BDP’nin muhataplığını kabul etmediysek ben öyle sanıyorum ki, Sayın Öcalan ile PKK yetkilileri de BDP’ye tutuklama ve operasyon yapılıp, BDP’nin dışlandığı bir ortam da onlar da muhataplığı veya görüşmeyi kabul etmeyecektir.

AKP’NİN FAŞİZAN İRADESİ KIRILMADAN MÜZAKERE GELİŞMEZ

-Bu durumda BDP kendisini bu sürecin neresinde görüyor?

Biz her şeyden önce, şunu unutmamalıyız. AKP’nin bütün bu saldırılarını püskürtmeden, AKP’nin baskı ve faşizan politikalarında iradesini kırmadan bir müzakerenin ve çözüm anlayışının gelişmeyeceğini bilmemiz lazım. O nedenle bu son tartışmaların, direniş ruhunu zayıflatmadan sürdürülmesi gerekir. Ama dediğim gibi AKP’nin bu taktik hamlelerine karşı da akıllıca siyaset yapmamız, halkı özellikle de Türkiye kamuoyunu aldatmasına izin vermememiz lazım.

Kürt halkı, Kürt hareketi zaten Tayyip Erdoğan’ın kandıramayacağı kadar deneyimli bir harekettir. Ama Türk kamuoyunun kandırılmasına, dünya kamuoyunun aldatılmasına da izin vermememiz lazım. Bizim de bu konularda doğru taktiklerle yaklaşmamız lazım. BDP bu süreçte bir yandan gerçekten de yeniden müzakerelerin başlaması için çaba sarf edecek, ama bir yandan da AKP’nin bu taktik hamlesini ve ikiyüzlülüğünü de gerçek bir müzakereye dönüştürmek için AKP’ye baskı yapmaya devam edeceğiz.

AKP’NİN BİR ÇÖZÜM PROJESİ OLMADIĞINDAN EMİNİZ


-Kürt tarafı, Oslo sürecinde hükümetin bir aldatmaca içinde olduğunu açıkladı. Buna rağmen neden ikinci bir Oslo gündeme getirildi?

Seçimler yaklaşıyor, AKP bütün alanlarda, kaybetmiş durumda. İçerde, dışarda kaybetmiş durumda. Dış politikada iflas etmiş durumda. Ekonomik kriz gittikçe büyüyor, derinleşiyor. Giderek de Türkiye’yi zorlayacak bir duruma gelecek. Bütün bunları okuyan, gören AKP, Oslo’yu bir kez daha bir manevra alanı olarak kullanabilir miyim diye tartışmaya açıyor.

Biz şu aşamada, ciddi bir samimiyet görmüyoruz. Ama meseleye ahlaki yaklaştığımız için acaba ciddi bir duruma çevirebilir miyiz diye doğrusu tartışmaları izliyoruz, bir yandan da Türkiye kamuoyuna pozitif mesajlar vermeye çalışıyoruz. Ama AKP’nin elinde şu anda Kürt sorununun çözümü, programı ve projesi olmadığından eminiz.

HÜKÜMET SIKIŞTI, NEFES ALMAK İSTİYOR

-Peki, AKP’nin ‘müzakere’den bahsetmesi CHP’nin son zamanlarda bu konudaki “utangaç” girişimlerine karşı bir hamle olarak da görülebilir mi?

Yok tek başına CHP’ye karşı yapılmış bir hamle olarak düşünülemez. Yani Kürt hareketine karşı bir hamledir. Bu Kürt hareketi karşısında, sıkışmışlığın, çaresizliğin, iflas etmiş savaş politikalarının artık iyice dışa vurmasından kaynaklı, biraz nefes almak istiyor. Bu tartışmalarla biraz daha zaman kazanmak istiyor. Ama dediğim gibi, AKP’nin niyeti ne olursa olsun bizim asıl amacımız; “AKP’nin taktiğini stratejik bir değişime dönüştürebilir miyiz”, bu konuda biraz kafa yormamız gerekiyor. 


ANF

29 Eylül 2012 Cumartesi

Öcalan Halktır, Halk Öcalan


VEYSİ SARISÖZEN

Dün ne yazdık? AKP’ye “samimiyet” dedik.  Daha bir gün geçmedi, “samimiyetsizliğin” şahikalarında dolaşan ve artık ne dediği bile anlaşılamayan bir Başbakan’la yüz yüze geldik.

Başbakan Oslo görüşme masasını, geçtiğimiz gün itiraf ettiği gibi, görüşmeleri “keserek” devirdikten sonra, bir tekerlemeyi piyasaya sürdü: “Teröristle mücadele, uzantısıyla müzakere…”


İki sandalyede oturma üstadı “ortacı” sözde aydınlar bu tekerlemeyi çok sevdi. Çözümü “dağda” aramak yerine “mecliste” aramak onlara pek “liberal” bir icat olarak göründü. Ve koro halinde bu sloganın gereği olarak Hükümeti, 'PKK’ye ve Öcalan’a boş verip, BDP’yle müzakere etmeye' çağırmaya başladı. Sandılar ki, böyle olacak…


İşte geçtiğimiz gün başbakan bu tekerlemeyi ters yüz ediverdi. “Teröristlere emir verenlerle müzakere, teröristlerle kucaklaşanlarla mücadele” gibi deli saçması bir “siyasi çizgi” ile milletin karşısına çıktı. 


“Kan dökülmesin diye gerillayla, PKK’yle ve onların önderiyle gerekirse aynı masada oturabilirmiş” ama 'gerillayla kucaklaşan, PKK’yle arasına mesafe koymayan BDP’li vekillerle aynı Meclis çatısı altında olamazmış…'


Böylece, iki üç gündür tüm “liberal-demokrat” çevrelerin yüreğini ağzına getiren, hatta bunlardan birisini “Başbakanı destekleyelim” diye bağırtan lafların, “Oslo ve Öcalan” hakkındaki karmakarışık açıklamaların tuhaf sonucu şöyle: ''PKK ve Öcalan'la müzakere, BDP ve Gültan Kışanakla mücadele…”


Kürt sorunu bizzat devlet ve onu destekleyen “dış güçler” tarafından bir labirent haline getirildi. Şimdi Başbakan bu labirentin çıkmaz koridorlarında bir kobay gibi o duvardan bu duvara yalpalayarak, çarparak, düşüp kalkarak çıkış yolu arıyor.


Başbakan’ın şaşkınlığı, akıl almaz laflar etmesi, Kürt sorununun aldığı yeni veçheyle ilgili. Savaşın tırmanışından söz etmiyorum. Elbette savaşın yeni aşaması tüm devleti şaşırttı. Ama ortada yeni bir olgu daha var. Psikolojik savaş mekanizması felce uğradı.


Ne demek bu?


Şu demek:


Birincisi, Öcalan’ı, Adalet Bakanı'nın uygunsuz tabiriyle bir “enstrüman” olarak kullanma umudu artık hem Öcalan’ın akıllara durgunluk veren direnişi, hem de Kürt kamuoyunun “neyin Öcalan’a ait, neyin Öcalan adına uydurulmuş” olduğunu anlayacak büyük bir olgunluğa, uyanıklığa, zekaya ve sezgiye sahip olmasıyla birlikte yok olup gitti. Devlet ve AKP, Öcalan’ın bir “enstrüman” olmadığını, onun her hangi bir “alet” gibi kulanılamayacağını, PKK’nin önderi olduğunu ve halkın Öcalan “gerçeğini” çok iyi tanıdığını gördü. Öcalan’ı kendi arkadaşlarına karşı koyma yeltenişi iflas etti. Kürtler, Öcalan’ın PKK ve PKK’nin Öcalan olduğunu, aynı zamanda bu ikisinin Kürt halkı anlamına geldiğini çoktan anladı ve kendi varlığının bilincine varan halk Öcalan’ın her sözünü en doğru “yorumlama” yeteneğini kazandı. İzolasyon işe yaramadı. Senkronizasyon devrimi yaşanıyor: Öcalan ne düşünüyorsa, örgüt ve halk onu düşünüyor; örgüt ve halk ne düşünüyorsa Öcalan onu düşünüyor… Bu Öcalan’ın büyük direnişi ve iradesi sayesinde gerçekleşti.


İkincisi, psikolojik savaşın en büyük, en kurnaz, en ahlaksız, en iki yüzlü, en sinsi, en rezil ve en berbat yöntemi iflas etti. Bu yöntem, Kürt halkının “barış beklentisiyle oynama” yöntemidir. Bu yöntem “ataerkil, paternalist, vesayetçi” sistemin yöntemidir. Bu yöntemin en basit uygulaması, kışladaki uygulamadır. En etkili şekilde askere zorla alınan, Türkçe bilmeyen, “Ali Okulu”na giden Kürdün üstünde denenmiştir. Sille tokat, falaka zorla Türkçe öğrenmiştir, “Ali Okulundan mezun” olduğu gün, onu insanlığından çıkaran “komutan”, ensesine şöyle “babayani” bir şaplak vurduktan sonra, alnından öpmüş ve “şimdi mutlu bir Türk askeri oldun” demiştir. O Kürt nesilden nesile, bu “komutanı” anlatıp durmuş, “bir şamar attığında, bir de duvar vururdu, ama baba adamdı” lafı “askerlik hatıralarının” baş köşesinde yer almıştır. 


AKP şu son on yıl içinde bu yöntemi defalarca uyguladı. Her “inkar ve imha kampanyasından” sonra “şimdi Açılım yapıyorum”, “şimdi müzakere sürecini başlatıyorum” diyerek, kitlelerin sivil ve barışçı direniş gücünü zaman zaman başarıyla etkisiz hale getirdi. Halkın “barış beklentisiyle oynama” yöntemi, önce onu “canından bezdirme, barıştan umutsuz hale getirme”, ardından da çölde susuz kalmış insana uzaklardan vahayı gösterir gibi “sahte barış umutlarını” yeşertme, ardından yeniden umutsuzluğa sürükleme yöntemidir.


İşte artık bu yöntem, halkın ağır kayıplar pahasına elde ettiği dersler sayesinde çöpe atılmıştır. Düne kadar Başbakanın ağzından çıkan her “barış ve müzakere” lafı kitleleri büyük bir “beklentiye” sokarken, artık etkisini büyük ölçüde yitirmiş bulunuyor.


Halk artık ne Başbakan’ın bu tür içi boş “açılım” laflarına güveniyor, ne de onun bu laflarını allayıp pullayıp, Kürt halkının bilincinde AKP’ye dair boş umutlar yaratmaya çalışan siyasetçi, yazar ya da aydn çevrelerin “pazarlamacı” sözlerini ciddiye alıyor.


Kürtler artık “lafa değil, işe” bakıyor.


Ne Öcalan sizin kullanabıleceğiniz bir “enstrümandır”, ne de Kürt halkı, bir elinizle şamar atıp, öteki elinizi öptüreceğiniz “Ali Okulu”nun eski Kürdüdür.

Yalan

 AHMET KAHRAMAN
 
Okullarda, körpecik Kürt çocuklarının beynine de "Türkün ateşiyle dünya ufku ağardı - Türk olmasa tarihe yazılacak ne vardı?" yalanı çakıla dursun, resmi yalanlar hiç bir dönemde, bu kadar hayatın hakiki yüzü olmadı.

Utanmanın yelkenleri de fora oldu, günümüzde.


Bir sonraki yalan bir öncekini siliyor, başarının yeni belgesi oluyor.


Türk ırkçılığının ruhuna hayat suyu verme yarışlarında, Kürt kanı üzerinde yalanlar uyduruluyordu. Üç gün önce, Kürtlerin ölüleriyle Türk ırkçılığına ferahlık serpmeye çıkan Başbakan Recep Erdoğan, "500 terörist (Kürt gerilla) öldürdük" diyordu.  Aynı adam, dün rakamı 144’in indiriyor, kimsecik yalanlardan hangisi doğru diye sormuyordu.


Nasıl olsa 'Türk üşümüyor, acıkmıyor, uyku nedir bilmiyor ve asla korkmuyor'du. Yani, yalan hayatın gıdasıdı. Yaşamanın derinliklerinden fırlayan başarı, "hakiki mürşit" (yol gösterici) idi. Karşısındakini kandırmayı başaran her zaman, en birinciydi.


Onun için, hayatı boyunca cami avlusundan bile geçmemiş Alevi Neşet Ertaş ölünce, cenazesi cami bahçesine yatırılıyor, Alevileri aşağılayarak oylarını artırma dümenini çeviren Recep Başbakan, "tutmayın beni lan, fırsat bu fırsattır" dercesine cenazeye hamle edip sırtına alıyor, görenlere "ah sevgini sevsinler" dedirtiyordu.


Yalanın Kürdistan boyutu ise, nasıl olsa 'Kürdün sesi çıkmaz, çıksa bile duyulmaz' hesabıyla, atalarından miras ve bin tanesi de bir paraya idi.

Yalanlarla başı dönmüş Türk ne bilsin, Kürdistan ulusal kurtuluş hareketinin, anayasası, yasaları da olan bir devlet olarak işlediğini!..


Onun için, her türlü yalan mübah, atış serbestti.


Türk medyasında dün yer alan ortak yalan metnine göre, 'Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi içinde, TC ve Suriye’ye hizmetkarlık konusunda derin anlaşmazlık belirmiş, almış başını gidiyor'du.


Taraflardan biri, "Kürdistan’ı bırak, gidip Suriye için ölelim", kuzeyli rehine, esir ve köle Kürtler de, "TC zordayken, bize hayat haram, kardeşlik için ölmeye ileri" diyorlarmış. Hatta, 'bu noktada birleşip bütünleşemedikleri için dövüştü, dövüşecek duruma gelmişler'di.


Kendi halkını kurtarmak için ölüme koşmaların, öte yandan can düşmanlarına muhafızlık, hizmet erliği…


Bu, uydurma da bir ilktir, yer yüzünde.


Kaç Türk’ü inandırıp, AKP yani devlet yanlısı yapabildiler, bilemiyorum, ama böylesi bir yalan, ancak bunlara yakışır.


Yalan içinde entrika, bununla da kalmıyor, Öcalan'lı boyutlarla uzuyor, onu kurucusu ve lideri olduğu yapıyla karşı karşıya getirme tüfekleri atılıyordu.


Recep Erdoğan, 20011 yılını, Kürdistan ulusal hareketini kırarak bitirme yılı olarak ilan etmiş, kış boyunca kara ve havadan taarruzlar tazelemiş, bir başka misillemeyle ellerinde esir olan Abdullah Öcalan’ın dünya ile irtibatını da kesmişti.


Fakat yaz aylarında savaşın kaderi evrilmiş, TC’nin kara orduları kıpırdayamaz halde, kışlaları koruma derdine düşmüştü. Şaşkına dönen Recep Erdoğan, bundan sonra Amerika, NATO ve Güney Kürdistan’dan yardım istemiş, aradığını bulamayınca, daha bir kaç ay önce, asılmasını savunduğu ve terörist başı olarak aşağıladığı Öcalan’a sığınmış, kendi deyimiyle "kardeşinin oraya gitmesini istedik, gitti görüştü" yapmıştı.


Mehmet Öcalan’ın üyesi olduğu parti liderinin açıklamasından anlaşıldığına göre partinin haberi yok, ama  devlet Kürtler arasında çatlaklık yaratma çabasıyla görüşmenin içeriği adı altında yalanlar üretip yayıyordu. Başbakanlığın servis ettiği paket haberlere göre, 'Öcalan TC’ye gerekli desteği vermiş ve polis ile asker ölümlerinden rahatsızlığını' söylemiş, hatta kardeşine, "bu saldırılar halklar arasındaki köprüleri ortadan kaldırmaya yönelik" demişti.


Bu satırların yazıldığı ana kadar, haberin kaynağı olarak gösterilen Mehmet Öcalan suskundu. Ancak, yalanı dokuyan tezgah bir yana, Abdullah Öcalan "halklar arasındaki köprü" ortadan kalktığı, olanı da devlet eliyle yıkıldığı için isyan etmişti.


Onun için, bu bir söz etmesi mümkün değildir.


Ortak bağ mı vardı? Köprü vardı da, biz mi görmedik ki yıkılmasından bahsetsin Öcalan!..


Kürt kendi ülkesinde esir, davranışlarına karşılık rehineydi. Recep Erdoğan’ın "sev ya da terk et" narası, Kürtlere dağ yolunu göstermesi, şehirlerde linç taarruzları, mezarlık tahribatı, Roboskî katliamı, Kürtlerin topluca tutuklanmasıyla bütünüyle yıkılmış, enkaz olmuştu.


Kürt için ortakta hukuk yok, adalet sonsuz ölüydü. Kürt çocuklarına ölümün sesi kurşunla dur deniyor, şehirler zehirli gazlarla teslim alınıyordu. Demokrasi, Kürdistan’da teslimiyetin adıydı. Kürdün köy, ülke adı yasak, anadiliyle eğitimse hak değildir.


Kürt statüsüz, resmi olarak yoktur. Öcalan buna isyan ederek, ayağa kalkmış, alınan kanlı merhalelerden sonra Kürdistan, bu gün yalnız bölgenin değil, dünyanın gerçeğidir.


Öcalan, betonların gerisine gömülüdür bugün. Güç olan Kürtleri arasına nifak sokmak isteyen yeminli düşmanlarının yalan entrikaları şaşırtıcı değildir. Ama boş çaba…

Fransa’da Alarm Zilleri Çalıyor

Fransa’da kamu borcu üç ayda 43,2 milyar Euro arttı. Kamu borcu toplamda 1 trilyon 832 milyar Euro’ya ulaşırken, hükümet kara kara nereden kesinti yapacağını düşünüyor. Dün kesintiler için toplanan hükümet ilk olarak vergileri arttırmayı düşünüyor.

Fransa Ulusal İstatistik Enstitüsü (INSEE) ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durumu verilerle açıkladı. Buna göre ülkenin kamu borcu yılın ikinci çeyreğinde ilk çeyreğe göre 43,2 milyar Euro arttı. INSSE, böylelikle Fransa’nın kamu borcunun 1 trilyon 832 milyar Euro’ya yükseldiğini söyledi.

INSEE verilerine göre, ekonomik büyüme hızı yılın ikinci çeyreğinde ilk çeyreğe göre yüzde 0’da kaldı.

Ekonomik krizde çanların çalması üzerine hükümet harekete geçti. Yine krizin faturasını emekçilere yükleyecek olan hükümet göz boyamak için 'ülkenin en zengin kesimin yüzde 10’unundan alacak vergiyi attıracağını' duyurdu. Ancak ne kadar artacağı konusunda herhangi bir bilgi verilmedi.

Yapacağı kesintilerle yaklaşık 30 milyar Euro tasarruf yapmayı planlayan hükümet, 'yılda 1 milyon Euro’dan fazla kazananlardan %75 vergi almakta ısrarlı' olduğunu belirtti.

'Kesintileri halka yansıtmayacaklarını' ileri süren Fransa Başbakanı Jean-Marc Ayrault, 'bütçede kamu açığının kapatılmasına yönelik adımlar olacağı, bunun da kamu harcamalarını kısmaya değil, vergileri artırmaya ağırlık vererek yapılacağını' söyledi. Jean-Marc Ayrault, „cesur ve sorumluluk sahibi bir bütçe, bir fetih bütçesi“ diye nitelediği planlarda 'zenginlere vergi artışının temel politikalardan biri olduğunu' söyledi.

Başbakan 'önceliklerinin gençler, mesleki eğitim ve kamu harcamalarını 10 milyar Euro azaltmak olacağını' da sözlerine ekledi.

Ayrault, 'orta ve küçük ölçekli işletmelere teşvikler vereceklerini, risk almayı teşvik edeceklerini' de belirtti.

İspanya Tasarruf Paketini Açıkladı

İspanya’da Bakanlar Kurulu, büyük miktarda tasarruf öngören 2013 bütçe tasarısını kabul etti. Madrid yönetimi, ülke tarihin en sıkı tasarruf programıyla alacağı uluslararası yardım için gerekecek koşulları, daha önce kendiliğinden yerine getirecek.

Euro bölgesinin en büyük bütçe açıklarından birini taşıyan İspanya’da Başbakan Mariano Rajoy hükümeti gelecek yıl bakanlık bütçelerini yüzde 8.9 daraltacağını, iki yıldan beri dondurulmuş olan kamu ücretlerinin gelecek yıl da açılmayacağını açıkladı.

Altı saat süren kabine toplantısından sonra kararları açıklayan Başbakan Yardımcısı Soraya Saenz de Santamaria, „Bu kriz bütçesinin amacı krizden çıkmaktır. Bu bütçede gelirlerden çok, harcamalar üzerinde ayarlamalar yapıldı“ dedi.

Hükümet, gelecek yıl yeni yürürlüğe konulan vergi ve kesintilerle 4 trilyon 375 milyar euro gelir elde etmeyi planlıyor. Özellikle şans oyunlarına yeni vergiler getirilmesi planlanıyor. Hükümet, 2013 yılında, harcamaları yüzde 7.3 düşürerek 13 milyar Euro tasarruf öngörüyor. Buna sosyal güvenlik ve sigorta ödemeleri dahil değil. KDV oranlarında yapılacak yüzde 15’lik artış ile de gelirlerde yüzde 4 artış sağlanacak.

Kabul edilen tasarruf programı bugün parlamentoya getirilecek. Görüşmelerin haftalar alabileceği belirtiliyor.   

İspanya’nın 17 özerk bölgesi de kendi bütçesini sunacak. Bu bölgeler bütçe açıklarını azaltma hedeflerini karşılayabilmek için 5 milyar Euroluk ayarlama yapmak zorundalar.

İspanya hükümeti, AB ile bir kurtarma yardımı paketinin koşullarına ilişkin müzakereyi sürdürüyor. Bu adımla Avrupa Merkez Bankası’nın tahvil alım programı da başlamış olacak.

Yürürlüğe konulan yeni tasarruf tedbirlerinin gelecek günlerde İspanya’da protesto gösterilerine yol açması bekleniyor. Salı günü yapılan protestolarda göstericiler erken seçim talebinde bulunmuş ve iktidardaki Halk Partisi’ni tasarruf tedbirleri nedeniyle halkı kandırmakla suçlamıştı.

Yeni Özgür Politika

28 Eylül 2012 Cuma

Erdoğan’dan İtiraf: Sebep Silvan Değil


Başbakan Erdoğan, önceki akşam çıktığı televizyon programında, devlet ve PKK arasında süren görüşmelere ilişkin bir itirafta bulundu. Daha önce görüşmeleri, “Silvan saldırısı” nedeniyle kestiğini ileri süren Erdoğan, aylar sonra gerçeği kamuoyundan gizlediğini itiraf etti. Erdoğan, “iletişim samimiyetsizliği nedeniyle görüşmeleri bitirdik diyerek hükümetin Oslo’yu sonlandırdığını itiraf etmiş oldu.


Erdoğan’dan itiraf: Silvan değil ‘iletişim’


Başbakan Tayyip Erdoğan, Kanal 7 ve Ülke TV’de ortak yayınlanan, “İskele Sancak Özel” adlı programda soruları yanıtladı. Gündemdeki soruları yanıtlayan Erdoğan, devlet ve PKK arasında süren görüşmelerle ilgili de açıklamalarda bulundu.


Başbakan Erdoğan, bu süreçte İspanya ve İngiltere’de, bu ülkelerin liderleriyle kendisinin de görüşmeler yaptığını dile getirerek, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın da temasları olduğunu söyledi.


Hani ‘Silvan’dı?


Erdoğan, şöyle konuştu: “Biz biliyorsunuz kimsenin, yani adım atmakta tereddüte düştüğü İmralı olsun, Oslo olsun bu görüşmeleri biz çok açık net bu adımları da attık. Niye? Acaba nerede bir şey var, bunu görelim. Yani bu görüşmelerle bir şey elde edeceksek bununla bunu yapalım. Oslo’da olacaksa Oslo ile bunu yapalım. Onun için de ben Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı olarak Emre Bey zamanından itibaren başlattık görüşmeleri. Sonra Hakan bey geldi, Hakan bey ile de aynı şekilde devam ettik. Şu anda bu kesilmenin bazı sebepleri oldu. O sebep de neydi? İletişimdeki samimiyetsizlikti. Tabii bu samimiyet olmayınca ister istemez burada bu işi keselim dedik.”



Ne olmuştu?


Erdoğan, yürütülen müzakerelerin kesilmesiyle ilgili daha önce söylediği sözleri tekzip etti. Erdoğan, eski konuşmalarında ‘Silvan saldırısı’na bağlarken kendi kendisini yalanlayarak ‘iletişim sorunları’ dedi. Oysa görüşmelerin akamete uğramasının gerçek nedeni; PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Kürt sorununun barşçıl bir zeminde çözümü için hazırlayıp sunduğu “Yol Haritasının” bizzat Başbakan Erdoğan tarafından reddedilmesi ve KCK adı altında 8 bin Kürt siyasetçisinin cezaevlerine konularak görüşmelerin tabiatına aykırı atılan adımlardı.  Geçtiğimiz günlerde, BBC’ye açıklama yapan KCK Yürütme Konseyi Üyesi Zübeyir Aydar ise “12 haziran seçimlerinin hemen öncesinde, varılan mutabakatla ilgili devletten yanıt beklediğimiz sırada Başbakan Erdoğan’ın, ‘Öcalan’ı ben olsaydım idam ederdim’ diyerek, müzakereleri kestiğini” söylemişti.



Yine kendi kendini yalanladı


Geçen hafta başında yaptığı açıklamada ''bir ay içinde 500 PKK’linin öldürüldüğünü'' iddia eden Başbakan Erdoğan, bu kez yılın başından bu yana toplam ''239 PKK’linin hayatını kaybettiğini'' söyleyerek kendi kendisini yalanladı. Erdoğan, “Şimdi şehitlerimizin ve teröristlerin durumuna baktığımızda ise 2012 yılı itibariyle bizim olay sayısı 1926 görünüyor toplam şehidimiz 144. Şehit asker sayısı 107 şehit, polis sayısı 24, şehit korucu 13, ölen vatandaşımız 29. Bu arada terörist sayısı 239. Böyle bir tabloyla ayrıca karşı karşıyayız” diye konuştu.


Özgür Gündem

Türk Askeri'nin VAHŞET HATIRASI

Devletin insanlık suçu uygulamalarını ortaya koyan fotoğraflara bir yenisi daha eklendi. Çatışmada yaşamını yitiren 8 HPG’linin cenazesini yan yana dizen 40 asker, hatıra fotoğrafı çekti. Ardından da fotoğrafı internet sitelerinde paylaştı.

KİRLİ SAVAŞIN BELGESİ

Hükümetin kirli savaş uygulamalarına her gün yeni belgeler ekleniyor. Bir fotoğraf sosyal paylaşım sitelerinde dolaşıyor. Sekiz HPG’linin cenazesi önünde 40’ı aşkın asker silahlarıyla poz veriyor. Fotoğraftaki cenazelerin 14 Eylül’de Haruna Karakolu’nda çıkan çatışmada yaşamını yitiren 8 HPG’liye ait olduğu belirtiliyor.

ÇOCUKLARA İZLETTİLER

Cenazeler önünde poz vermekten çekinmeyen askerlerin bununla da sınırlı kalmayıp adeta tüm Kürtlere vahşetle gözdağı verdiği belirtildi. Çünkü askerin iki gün güneşin altında beklettiği 8 HPG’linin cenazesini Güzelkonak İlköğretim Okulu yanında teşhir ederek, okuldaki çocuklara izlettiği de belirtiliyor.


Kirli savaşın hatırası


Bir fotoğraf sosyal paylaşım sitelerinde dolaşıyor. 8 HPG’linin cenazesi önünde 40’ı aşkın asker poz veriyor. Bir değil, iki değil. En az 40 asker. Ellerinde silahları ile yerde yatan HPG’lilerin cenazeleri önünde duruyor. Kuşkusuz bu bir ilk değil. Belki de TSK açısından en “masum” sayılabilecek fotoğraflardan birisi.

 

Fotoğraftaki cenazelerin 14 Eylül tarihinde Şemzînan-Gever (Şemdinli-Yüksekova) hattındaki Haruna (Güzelkonak) Karakolu’na yapılan saldırıda hayatını kaybeden 8 HPG’liye ait olduğu iddia ediliyor. Hatta bazı cenazelere kasatura ile yara açıldığı ifade ediliyor. İşkence yapılan HPG’lilerin cenazeleriyle, daha sonra subayların isteği doğrultusunda askerlerin toplu olarak fotoğraf çektirdikleri belirtiliyor. Cenazeler önünde poz vermekten çekinmeyen askerler, bununla da sınırlı kalmayıp adeta tüm Kürtlere gözdağı veriyor. Çünkü askerin cenazeleri Güzelkonak İlköğretim Okulu yanında teşhir ederek okuldaki çocuklara izlettiği de belirtiliyor. İki gün boyunca güneşin altında bekletilen cenazelerin bu vahşet tablosu oluşturulduktan sonra Malatya Adli Tıp Kurumu’na gönderildiği ortaya çıktı.
 

‘Kaldır ayağını hayvan’

1994’te Özgür Ülke Gazetesi’nin “Kaldır ayağını hayvan o bir insan”, “İnsanlık utansın” gibi manşetlerle kamuoyuna taşıdığı devletin kirli savaş ve insanlık suçu uygulamaları, 1990’lı yıllara dönüşü kabul etmeyen AKP hükümeti döneminde de hiç eksilmedi. AKP döneminde de onlarca vahşet fotoğrafı yine Özgür Basın tarafından kamuoyuna yansıtıldı. İste AKP’nin “kirli savaş uygulamaları”ndan birkaçı:
 
‘İşte faşizmin resmi’

Şemzînan’da (Şemdinli) 12 Eylül’de çıkan çatışmanın ardından 2 HPG’linin ayağına ipler bağlanarak sürüklendiğini ve ardından “Vatan bir bütündür parçalanamaz” yazısı önünde teşhir edildiğini gösteren fotoğraf Özgür Gündem’de yayınlandı. Ve altına şunlar yazıldı: “İpe bağlanmış iki HPG’linin cenazesi. Arkada ise dağa taşa yazılmış devleti kutsayan bilindik sözler... Bir kurban töreni gibi... Kürtlerin tarih boyunca yaşadığı katliamın devamını gösteren bir kare. Bu kare kendi ülkesinde çekildiği zamanlarda, Başbakan Erdoğan, Suriye’yi kastederek, “Bu denli acımasızca insanların öldürüldüğü bir ülkede özgürlük ve demokrasi olamaz” diyordu. Evet insanların bu denli acımasızca öldürüldüğü bir ülkede demokrasi olmaz. Herkes dikkatlice bakmalı bu resme. Çünkü bu faşizmin resmidir.”

Balyoz ve Fetullah’ı Kullanan Erdoğan’ın Son İktidar Kongresi



Fetullah Gülen ve cemaatinin AKP iktidarının ortağı olduğu ve AKP’yi emelleri için kullandığı genel bir kamuoyu algısıdır. Fakat yaşanan gelişmeler Fetullah’ın değil Erdoğan’ın onu kullandığını göstermektedir.

Cemaat-Erdoğan çelişkisi İstanbul üzerinde yürütülen iktidar savaşında açığa çıkmış ve MİT üzerine ifade kriziyle yeni bir boyut kazanmıştı. Erdoğan bu konuda Meclisi kullanmış ve derhal çıkarttığı yaslarla, ayrıca emniyet ve yargı atamalarıyla İstanbul ve MİT üzerindeki hâkimiyetini sağlama almıştı.

Erdoğan kısa süre sonra “Hoca Efendinin” yurda dönmesi için çağrı yaptı. Müthiş bir manevraydı: Hem başörtüsünü halen serbest bırakmamasının sebebi olarak ''koşulların uygun olmadığı'' algısını yaratmak istiyordu; ''koşullar uygun olsa Hoca yurda dönerdi, bu koşullarda başörtüsü sorunu çözülemez!'' Hem de yurda dönseydi “Hoca Efendi” efsanesini bitirmiş olacaktı. O dışarıdan yönetebiliyor, içeride biter; çünkü içerisi Erdoğan’ın elinde! Hoca en azından yurda dönmemekle bir oyunu boşa çıkarır gibi oldu ama ne pahasına? Amerika’daki ''sürgünlüğü'' sürdürme pahasına!


Erdoğan’ın büyük hocası rahmetli Erbakan’ı nasıl sattığı bilinmektedir. “Hoca Efendi”ye aynısını yapmakta olduğunu “Hoca Efendi”nin kendisi bile farkında değil. Kürtlerin katliamı için fetva veren Hoca, Erdoğan’ın oyununa geldiğinin farkında mıydı acaba?  


Erdoğan Kürtlerle savaşında kazanacağına dair Hoca’yı ikna etmiş ve katliamlar için desteğini almıştı. ''Hoca bu oyunun kurbanıdır'' demek belki fazla masumlaştırmak olur fakat bu oyunun baş aktörü olmadığı, Erdoğan’ın ipleri elinde tuttuğu görülmelidir.

Hoca’nın düştüğü ırkçılık tuzağı ile Erdoğan’ın politik kurnazlığı kime kazandırıyor? Hoca bu sorunun altında kalmıştır. Çünkü Kürtlere açık savaş ilan etmiş olan Erdoğan zaten Kürt halkı nezdinde teşhir olmuştu. Hoca ise Erdoğan’ın teşvikiyle verdiği katliam fetvasıyla Kürtler nezdinde bitişi yaşadı. Hoca’ya karşı kazanan Erdoğan oldu.

Oysa Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Gülen cemaatiyle demokratik temelde ilişki kurulabileceğini belirterek tarihi bir fırsat sunmuştu. Erdoğan’ın müdahalesi bu fırsatın tepmesine yol açmış; Hoca ırkçılık tuzağına çekilerek Kürt halkıyla gönülde ve pratikte olası ilişkisi bitirilmiştir.

Son belirti ise Cumhurbaşkanlığı krizinde ortaya çıkmış; Erdoğan Gül’ü satmıştır. Burada da satılan aslında “Hoca Efendi”dir. Her türlü iktidar kademesi Erdoğan elinde toplanırken Hoca güç kaybetmektedir.

Hoca’nın okullarını, iş yerlerini, fetvalarını ve bilumum imkânlarını kendi iktidarının aracı olarak kullanan Erdoğan şimdi cumhurbaşkanlığı veya başkanlık yolunda ilerlerken “Hoca Efendi” Pensilvanya’daki mahpusluğuna devam etmektedir.

Bu tablo içerisinde “Hoca Efendi” politik bir figür değil, göklere yükseltilerek iktidardan uzak tutulan, sadece Erdoğan’ın iktidarı için kullanılan bir figüran konumuna düşmektedir. Onun iktidarda gözünün olmadığını söylemesi başkasının iktidarı için kullanılma potansiyelini artırmaktadır. Çünkü tüm projesi ve yetiştirdiği adamlar iktidarcılık temelinde şekillenmiştir. Erdoğan bu işin ustası olarak kendini ilan ederken Hoca’ya rahmet okutmaması için hiçbir gerekçesi yoktur.

Erdoğan bunu yapmaz diyenlere sormak gerekir:
Erdoğan’ın taşıdığı iktidar hırsı İslamiyet’i bile araç olarak kullanmasına dek varırken “Hoca Efendi”yi niye kullanmasın ki?

“Hoca Efendi”yi kullanan sadece Erdoğan değil, milletvekilleri, işadamları, sanatçılar, gazeteciler biçiminde sürüp giden geniş bir liste çıkarmak mümkündür. Açık kanıtı: HİZMET adı altında yürüttükleri çalışmalarda sorumluluğu olan işadamlarından bir kısmının Kıbrıs vb. yerlerdeki gazino ve kumarhanelerde geçen şehvet düşkünü yaşamlarıdır. Cemaat bunlar için bir namus kılıfı olmaktadır.

Cemaat namusunu korumak istiyorsa kendilerini kullanan namussuzlardan arınmak zorundadır!

Cemaat Kürdistan’daki varlığını sürdürmek istiyorsa Kürt halkından özür dilemek zorundadır!

Kürt halkının savaşla, katliamlarla bitirilemeyeceğini gören Hoca’dan beklenen sadece bir özür borcu değil, Erdoğan’ın katliamcı politikalarına desteğini çekmesidir. Yoksa Cemaatin geleceği Erdoğan’ın iktidar hırsıyla bilenmiş inisiyatifine bırakılmış olacaktır. 

Balyoz davasında gelinen aşama; generallere ceza yağdırılması ise Hoca Efendinin değil Erdoğan’ın iktidarına yaramıştır. Balyoz’un biri generallere vurulmuşsa biri de Hoca Efendiye vurulmuştur. Şimdiye dek ortak yürüttükleri ikili iktidar dengesi Balyoz’la birlikte Hoca Efendi aleyhine bozulmuştur. Bunun açıkça ortaya çıkması için fazla zaman geçmeyecek; asker-sivil bürokraside kilit yerlerdeki Hoca Efendiciler tepelenecektir! Bunun nedeni açıktır: Kürdistan’da yenilgiye uğrayan Erdoğan iç dengeleri tamamen kendi lehine çevirerek zevahiri kurtarmaya çalışacaktır. AKP Kongresi bu işin startı olacaktır. Kongre zemininde cemaatle uzlaşma, hatta bazı isimleri etkili yerlerde tutuyormuş izlenimi verilirken pratikte iktidar Erdoğan elinde toplanacaktır. Bunu yapmazsa AKP çatlayacak; özellikle askeri yenilgi sonrası hayal kırıklıkları bazı AKP’lilerin ayrılmasına sebep olabilecektir. Erdoğan bir de bu hesapla, yani Partideki olası çatlaklıkları önlemek için iktidar gücünü tek elde toplamaya gayret edecektir. 

Türkiye AKP Kongresinde Kürt sorununun çözümü için mesajlar beklerken Erdoğan son kez Genel Başkanlığa aday olacağını açıkladığı kongrede son bir güçle tüm iktidarı tek elde toplamanın arayışı içindedir. Kimse yanlış hayallere kapılmamalıdır!

  Canfeda Deniz

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info 

Devrimci Halk Savaşı Ortadoğu’daki Gericiliğin En Büyük Kalesini De Yıkacaktır

Ortadoğu'daki süreç yeni bir aşamaya girmiş bulunuyor. Savaşın siyasi boyutu daha da keskinleşecek. ABD siyasal İslam’ı kullanarak kendi etkinliğini Ortadoğu'da arttırmak istedi. AKP’yi de bu yönlü kullandı. AKP’yi bunun için iktidara getirmişti. Ancak gelinen aşamada Ortadoğu'da bir siyasi kaos durumu var. Ortadoğu'da siyasal İslam’a dayalı yeni bir düzen kurulmak istendi. Bu nitelikteki siyasi aktörlerle işbirliği içine girildi. Ancak Batı Suriye’de daha farklı bir iktidar bloku ve iktidar arayışı içinde. Diğer alanlarda siyasal İslamcılar desteklendi ve belirli yerlerde iktidara geldiler. Ancak Ortadoğu'da yaşanan sürecin kısa sürede durulacağı görülmüyor. Yeni iktidar bloklarının oluşarak kapitalist sistemin istediği düzeyde bir siyasal dengenin ve istikrarın ortaya çıkması kısa sürede zor görünüyor. Libya’da ABD elçiliğinin vurulması kontrol edemeyecekleri güçlerin gelişebileceğini gösteriyor. Bu, Suriye iç savaşında daha fazla ortaya çıktı. Esad’ın değişimini istiyorlar ama kontrolsüz güçlerin ortaya çıkması Batı’yı ürkütüyor. 

ABD kontrolünde Suriye’nin düşmesi, arkasından İran’ın düşmesi Şanghay beşlisi denen Asya’nın etkili güçlerinin tehdit altına girmesi anlamına gelir. Bu nedenle onlar da elden geldiği kadar ABD ve müttefiklerinin bölgede etkin olmasını engellemeye çalışıyorlar. İlişkide oldukları iktidarların yıkılmasını engelleyemeseler de kendilerine az zarar verecek ya da kendilerinin dışlanmadığı Ortadoğu dengelerinin yaratılmasını istiyorlar. ABD ve müttefikleri karşısında etkin çıkmaları ve onları sonuna kadar engellemeleri mümkün değil. Ancak yeni dengeler kurulurken tümden dışlanmadıkları bir Ortadoğu düzeni için mücadele veriyorlar. Kuşkusuz mücadele veren güçler sadece bunlar değil, Ortadoğu toplumlarının da özgür ve demokratik yaşama talepleri var. Eski statükoların yıkılması, yeni siyasal güçlerin ortaya çıkacağı ortam doğurdu. Belki bu siyasal aktörler mevcut durumda hakim olamazlar ama artık yeni aktörler çıkacaktır. Tüm bu gerçekler Ortadoğu'daki siyasal çekişmelerin yani dengelerin oturacağı döneme kadar süreceğini gösteriyor. Sancılı süreç bir süre daha yaşanacak. Kürt Özgürlük Hareketi'nin bölgedeki bu geçiş sürecinden yararlanarak kendisini etkin kılması imkanlarını yaratmaktadır. 

Bölge üzerinde kimi çelişkiler devam edecektir. Nasıl ki şimdi Suriye’deki  Esad rejiminin geç düşmesi faydamıza diyorsak aynı şey Ortadoğu genelinde de sistemin geç oturması bizim açımızdan değerlendirilebilecek bir durumdur. Bu ortamda özgürlükçü demokratik toplumcu güçlerin mücadelesi gelişebilir. Sistem güçleriyle belirli bir denge yaratabilir. En azından Kürdistan ve etrafındaki ülkelerde böyle bir durum yaşanabilir. Kürtlere dayalı olarak, özgürlük mücadelemizin yarattığı değerlere dayalı olarak sadece kuzeyde değil tüm Kürdistan parçalarında bu tür gelişmeler yaşanabilir. Birbirinden kopuk, soğuk savaş dönemindeki gibi değil de demokrasi güçlerinin kendini etkili kıldığı bir toplumcu sistemi mevcut ülkelerdeki sistem güçleri yanında bunu geliştirebilir.  Kürt sorununun demokratik çözümü temelinde Türkiye’de bir demokratikleşme olursa toplumcu karakteri olan kurumlaşmalar Türkiye'de de gelişir. Ortadoğu'da sistem içi mücadele ortamında özgürlükçü güçler de kendilerine yer bulabilirler. Özellikle Türkiye, Suriye ve İran’da bu yönlü gelişmelerin olması büyük olasıdır. Geçmişteki gibi farklı blokların etkisinde olan ve birbirinden kopuk yeni sistem arayışlarının gelişmesi zordur. 

Şu andaki şiddetli çatışmalar da esas olarak sistem içi mücadelenin yansımalarıdır. Üçüncü dünya savaşı dediğimiz sistem dışı güçlerle sistem arasındaki mücadele değildir. Sistem içinde yeni dengeler mücadelesi yürütülürken özgürlükçü demokratik toplumcu güçler de kapitalist modernist sistem güçlerinin yanında kendilerine etkin yer bulabilirler. Günümüzün özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi biraz da böyle gelişecek. Zaten bizim teorik yaklaşımlarımız da böyle. Devlet+demokrasi. Artık devlet yıkılmadan hiçbir şey olmaz gibi bir yaklaşımla hareket etmiyoruz. Sistem içi uluslararası ve bölgesel güçlerin çekişmelerinden yararlanabiliriz.

İran da sistemle uzlaşma arıyor. Sisteme açık karşı koyma durumu yoktur. Aslında sistem karşıtı bir güç değildir. Biz sistem karşıtıyız. Ama İran, benim de böyle bir farklılığım var diyerek sistem içinde kendine yer bulmak istiyor. Sistem içi farklılığıyla kabul edilmesini istiyor. Yıkılırsa yeni iktidar blokları oluşacak İran’da. Mevcut iktidar bloğuysa yeni iktidar blokları aramaya gerek yok, benimle uzlaş, diyor. Kabul edilirse Batı sistemiyle uzlaşmayı esas alıyor. ABD’ye açık karşı olan, onu kovma iddiasında olan siste karşıtı bir güç değildir. Hatta sistem yanında ilkeli uzlaşmalarla sistem karşıtı özgürlükçü demokratik bir toplumsal sistem kurma iddiasında değildir. İran’ın  bu karakterini iyi görmek gerekir.

Şu anda bölgedeki mücadele birinci ve ikinci dünya savaşlarında olduğu gibi sistem içi güçlerin mücadelesi gibidir. Üçüncü dünya savaşı dediğimiz şey tabii ki siyasal araç ve yöntemler açısından farklılıklar arz etmektedir. Cepheden çok açık birbirlerine karşı savaş yürütmüyorlar. Dolaylı ve yeni yöntemlerle bu savaş sürdürülüyor. Aslında Çin ve Rusya da sistem içinde kendilerine yer arıyorlar. ABD'ye “tamam, sen dünyada hakimsin ama bizi de boğamazsın, bizim de yerimiz olmalı” diyorlar. Mücadele böyle sürüyor. Bu gerçeklik tabii ki sistem içi güçlerin masa başında anlaşacakları, işte gelin biz kapitalist sistemin bir parçasıyız, dünyayı, sömürü alanlarını kuzu kuzu paylaşalım şeklinde olmuyor. Kapitalist modernist dünyada azami kar yasası işler. Bu kanun dışında bir kapitalizm düşünülemez. Bu kanun çekişmeyi, çatışmayı zorunlu kılan bir sistemdir. Bırakalım ülkeler arası ülke içinde bile tekellerin birbirine karşı nasıl mücadele verdikleri bilinmektedir. Dolayısıyla sistem içi güç mücadelesi devam edecek. Ancak küreselleşme ya da sermayenin serbest ve güvenli dolaşımı denen ve bütün kapitalist güçler açısından gerekli olan koşullar nedeniyle bu mücadele 19. ve 20.yüzyıldaki gibi olmayacaktır. 

Ortadoğu Rusya için her zaman önemlidir. Şimdi Avrasya Bloku dediğimiz Çin, Rusya, Hindistan’ın siyasi ve ekonomik etkinlik alanını düşündüğümüzde Ortadoğu'daki mücadele daha da önemli hale gelmiştir. Eğer Ortadoğu'da ABD ve müttefiklerinin baskın hakimiyetleri söz konusu olursa bu durum Çin ve Rusya’yı zorlayacak ve tehdit edecek durumlar ortaya çıkaracaktır. Geçmişte soğuk savaşın en önemli merkezlerinden biri Doğu Avrupa’ydı. Onun üzerinde bir anlaşmaya, uzlaşmaya vardılar. Eksiden sert süren o alandaki mücadeleyi yumuşattılar. Şimdi geçmişte doğu Avrupa ve Ortadoğu üzerinde yürüyen mücadele şimdi esas olarak Ortadoğu, Afganistan ve Pakistan’ın içinde yer aldığı Avrasya’nın göbeğinde sürüyor. Bu açıdan sistem güçlerinin bu mücadelesinden doğru ve esnek taktiklerle yararlanmak mümkündür. Kuşkusuz geçmişteki gibi bir bloka dayanıp diğer bloka karşı mücadele veren bir siyaset, strateji ve taktik tarz yürütülemez.

Gerçekten de içinden geçtiğimiz süreç on yıl yirmi yıl önceki gibi değil, hızlı gelişiyor ve herkes sürece yükleniyor. Ortadoğu söz konusu olduğunda Türkiye de yükleniyor. Türkiye kendi egemen sınıflarının ihtiyaçları ve çizgisine göre bölgede etkili olmak istiyor. Bir yönlüyle Osmanlı tarihini tekrarlamak istiyor. Her ne kadar AKP inkar etmeye çalışsa da politikası böyledir. Türk burjuvazisi de gelişti. Türkiye bu bakımdan Ortadoğu'ya yüklenecek. Bir yönüyle de Ortadoğu'da Türkiye eksenli bir güç mücadelesi de olacak. Türkiye İran’la, Türkiye Arap dünyası ile bir çekişmeye girecek. Türkiye bir hırsla, Ridaniye savaşını kazanıp nasıl Arabistan kapılarını açtıysa şimdi de Suriye sınırında yaptıklarıyla Arabistan kapısını zorlamaya çalışıyor. Bu devam edecek. Kendilerini bu politikaya yatırdılar. Böyle bir stratejileri var. Belki çok zorlanırlarsa çark edebilirler ama şu anda kendilerini buna yatırmış durumdalar. Bu da genelde bir gerilim yaratacağı gibi Ortadoğu'da da bir gerilim yaratacaktır. Arap dünyası Türk devletinin bu planlarına teslim olacak mı? Bu zor görünüyor. Arap dünyasını küçümsememek lazım. Arapların köklü kavmiyçetilikten güç alan milliyetçiliğini ve oluşmuş etkin kimliğini küçümsememek lazım. İslamiyet’i yaratmış bir toplumun tekrar Osmanlı dönemindeki gibi Türkiye'nin etkinliğini kabul etmesi kolay değil. Tarih bilincinin verdiği güçle de Araplarda bir uyanış var. Araplar yine İslam’a dayalı olarak kendilerini güç yapmak isteyecekler. Bu güç kaynağını Türklere bırakmayacaklar.  

Türkler İslam’ı hep bir kılıç gibi dışarı yayılmada kullandılar. Türkiye aslında şimdi de bunu yapmak istiyor. Belki Batı’yı zorlayamaz, ama Ortadoğu'da bu karakterini kullanmak istiyor. AKP’nin dine yaklaşımı böyledir. Araplar için İslam daha farklı bir olgudur. Kendi yarattıkları ideolojik araçtır. Yine bununla güç olmak istiyorlar. Türkiye ile aynı sistemin içindeler. Ama mevcut pozisyonlarının sorun yaratacağı açıktır. Türkiye demokratik ölçülerde örnek olma politikası ve stratejisini izlese tabii ki durum farklı olur. Kürt sorununu demokratik temelde çözmüş bir Türkiye kendisini çok güçlü kılar. Hem tarihsel toplumsal temeli, hem de son yüzyıl içindeki özgürlükçü demokratik toplumcu mücadeleler Kürtlerle birleşmiş Türkiye'yi etkin kılar. Mezopotamya ve Anadolu coğrafyasının geleneğine dayansa öncü demokratik bir güç olabilir. Ama böyle bir yaklaşımı yok. Bu da Ortadoğu'da ciddi sorunlarla karşılaşacağını gösteriyor. Bizim mücadelemizin de bu ortamda gelişme imkanları vardır. 20.yüzyılda ulusal hareketler daha çok bir bloka dayanarak başarıya ulaşmak istiyordu. Şimdiki dünya ve bölge koşulları buna gerek olmadan da başarıya ulaşma imkanları veriyor. Kaldı ki şimdi Ortadoğu'nun hem genel politikalar açısından hem de Araplar, Türkler Farslar arasındaki çatışma açısından özgürlük güçlerinin konum elde etmesine imkan veren bir gerçekliği bulunmaktadır. 

Mücadele şu anda esas olarak Suriye’de sürüyor. Rojava devrimi PYD’nin ve bir bütün olarak Kürt siyasi hareketinin daha ciddiye alınmasını yarattı. Bir nevi Ortadoğu ve Suriye siyasetinin içine girdi. Orada mücadele gelişiyor. Fakat oradaki Kürt Özgürlük Hareketi'nin epey handikapları olacağı görülüyor. Özellikle KDP’nin yaklaşımları ve ilişkilerinin ciddi sorun yaratacağı görülüyor. YPG yerine kendi yetiştirdiği askeri güçleri hakim kılmak istemesi niyetini ortaya koyuyor. Yüksek konseyin içinde bazıları YPG’nin meşru savunma gücü gerçekliğini kabul etmek istemiyor. Anlaşılıyor ki KDP’ye ve dış güçlere bağlı bir askeri gücün olmasını ve bu temelde ileride bu durumu özgürlükçü demokratik toplumcu güçlere karşı kullanmayı hesaplıyorlar. Bu nedenle olacak ki, YPG komutanlığı yüksek konseyin YPG’yi Rojava’nın savunma gücü olarak tanıma çağrısı yaptı.  PYD de bir cumayı YPG’yi sahiplenme cuması yaptı. Anlaşılıyor ki YPG’yi sahiplenme cumasından yüksek konsey içindeki bazı güçler rahatsız olmuşlar.

KDP Rojava’daki ekonomik sorunları da kullanmak istiyor. Bu sadece KDP’nin planı değil. Bu plan içinde ABD ve Türkiye de vardır. Rojava’daki siyasi güçler ve oluşacak statü KDP’ye bağlı olursa biz bazı şeyleri kabul edebiliriz gibi bir yaklaşımı Türkiye dayatmış olabilir. KDP de Afrin, Kobani ve Serikani gibi yerleri feda ederek böyle bir öneriyi kabul etmiş olabilir. Çünkü zaten Kobani, Afrin, Serikani hattında KDP’nin hiç etkisi yok. Bunun için buraları feda ederek Derik, Qamışlo, Dırbesiye, Amudê gibi alanları kendi kontrolüne alma politikası izleyebilir. KDP'nin ilişkileri ve bu durum Rojava’daki süreci sıkıntıya sokacak gelişmeler ortaya çıkarabilir. KDP ile kavga etmeme ve yüksek konseyi esas alan bir politika izlense de KDP'nin kendini hakim kılma dayatması içinde olduğu anlaşılıyor. Yüksek konseyi esas alma yerine kendisini etkili kılmayı dayatıyor. Herhalde mücadelemiz karşısında sıkışan AKP'nin belirli tavizler vererek KDPyi kullanma politikası bu tür durumlar ortaya çıkarıyor. 


AKP şu anda esas olarak kendi iktidarını ayakta tutma politikası izliyor. Her politikasını, adımını ve ilişkisini buna göre düzenliyor. Çünkü AKP iktidarı Tansu Çiller, Demirel ya da Mesut Yılmaz iktidarı değil. AKP, ben kaybedersem her şeyi kaybederim diye düşünüyor. Önceki partiler sistemindeyse biri gidip diğeri geliyordu. Köklü sistem değişikliği olmuyordu. Burjuvazi, asker ve sivil bürokrasi bu tür partilerin hepsiyle çalışıyordu. Bu partilerinden bir diğerinin iktidara gelmesini kendisi için bir tehlike görmüyordu. Ancak AKP ve yandaşları için durum böyle değil. Bu nedenle kendisini ayakta tutmak için iç ve dış güçlerin hepsine bize karşı savaşta taviz veriyor. ABD'yle de, KDPyle de ya da başka güçlerle bu çerçevede uzlaşır ve taviz verir. AKP KDP ile ilişkilerinin kendisini iktidarda tutmada bir etken olacağını düşünüyor. Nitekim son yıllarda iktidarda kalmasında KDP'nin ve Güneyli siyasi güçlerin destek vermesinin payı çok önemlidir. Yaşadığı en temel sorun olan Kürt sorununda KDP ile ilişkileri sonucu rahatlatmaktadır. Kürt sorunu konusundaki sıkışıklığını böyle geçirmektedir. Bu açıdan KDP ile uzlaşma temelinde hareketimizi tasfiye etme politikası izlemesi büyük bir olasılıktır. AKP kendini ayakta tutmak için bir dönem daha İran’la ilişkilerini sürdürebilir. Bu bakımdan AKP KDP ilişkilerini yakından takip etmek gerekiyor. Rojava üzerinden KDP ile karşı karşıya gelme durumumuz olabilir. Barzani Türkiye'ye gidecekmiş, gidip geldikten sonra maraza çıkarma durumu olabilir. Buna Rojava’daki özgürlükçü, demokratik toplumcu güçlerin vereceği cevap kendini örgütlü ve etkili kılmak, boşluk bırakmamak, ekonomik ve sağlık alanında örgütlenmektir. Kuşkusuz Meşru Savunmanın güçlü tutulması da stratejik değerde önemlidir. Rojava toplumunu KDPnin parasının çekiciliğine bırakmamaktır. Bu açıdan oradaki gelişmeler önemlidir. Kürt Özgürlük Hareketi'nin Kuzey Kürdistan ve bölgedeki mücadelesini de yakından etkileyecektir. 

Suriye’de durum nasıl olur, belirsizdir. ABD seçimi sonrası Esad rejiminin düşmesi yakınlaşır mı bu da netleşmiş değildir. ABD, İsrail ve Batının istediği bir biçimde iktidar bloğu kısa sürede oluşturulup hakim kılınabilir mibu belli değildir. Bu açıdan ABD ve Batılı güçlerin de Suriye’de sıkıntıları bulunmaktadır. Siyasi İslam’a dayalı bir iktidarı İsrail de Hıristiyanlar da istemezler. Özellikle Lübnan hem Hıristiyanların etkin varlığı hem de Şiilerin etkinliği nedeniyle Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın desteklediği güçlere karşı olacaktır. Dolayısıyla Lübnan şu anda Suriye muhalefeti içinde etkili olan siyasal İslamcılara karşıt bir konumdadır. Bir yönüyle de Suriye Lübnan’dan nefes alıyor. 

Suriye’de iç ve dış güçlerin kabul edeceği yeni iktidar bloğu oluşmamış durumdadır. Bu durumda Kürtler örgütlenirse Suriye içinde iyi bir denge olurlar. Hatta yeni iktidar bloğunun karakterini belirlerler. Kürtlerin özgürlükçü demokratik toplumcu karakteri yeni iktidar bloklarıyla uzlaşarak siyasal istikrarın sağlanacağı bir Suriye gerçeği ortaya çıkarılabilir. Türkiye'nin desteklediği Sünni İslam’a dayalı Suriye projesi yaşama geçme imkanı bulamaz. Kürtlerin tanınması demek Alevilerin, Dürzilerin ve diğer farklılıkların da tanınması demektir. Kürtlerin demokratik özerkliğin tanınması Suriye’de esnek bir siyasal yapılanma ortaya çıkarır. Özcesi Suriye’deki  kesimlerin siyasal İslamcılardan duydukları rahatsızlıktan yararlanabilir. Dış güçlerin de rahatsızlığı düşünülürse Kürt siyasi hareketinin ortaya koyacağı proje iç ve dış destek bulur. 

Şu anda Suriye’de ciddi bir kaos var. PYD’nin etkin olduğu Kürt demokratik hareketinin Rojava Kürdistan'daki etkinliğinden Türkiye büyük rahatsızlık duyuyor. Bu nedenle Türkiye KDP ile bu durumu gidermek istiyor. Öte yandan ABD de aslında KDP ile Rojava’yı kontrol edip Suriye üzerindeki etkinliğini sürdürmek istiyor. Nasıl ki KDP Irak’a karşı bir koz olarak kullanılıyorsa Suriye’de de böyle yapmak istiyorlar. KDP üzerinden rojavayı da böyle yapmak isteyebilir. Kürt bölgesinde petrol yatakları da var. Önemli bir petrol bölgesidir. Bu açıdan ABD, Türkiye politikalarını iyi takip etmemiz gerekiyor. Suriye siyasetine tam hakim olunması gerekiyor. Eğer iyi takip edilir, dikkatli politika izlenirse çelişki ve boşluklardan yararlanarak özgürlükçü, demokratik toplumcu güçlerin Rojava, dolayısıyla Suriye’de etkin olması sağlanabilir. Suriye politikası söz konusu olduğunda İsrail ve Lübnan boyutunu göz ardı etmemek gerekir. Öte yandan Suriye tamamen Türk devletinin etkisinde olan, hatta neredeyse ajanı durumuna gelen Sünni İslam’ın eline geçerse Türkiye'nin pozisyonu çok güçlenecektir. Batılılar bile bu durumda zor tutar Türkiye'yi.  Böyle bir Türkiye kendi başlarına bile bela olabilir. kontrol ettikleri siyasal İslam ve AKP kontrolden çıkıp farklı bir yöne evrilebilir. Bu açıdan iç dinamikler, bölgesel ve uluslararası güçler açısından siyasal İslamcı güçlerin frenlenmesi gerekir. 

Bizim demokratik ulus zihniyeti açısından da tek bir kimliğe dayalı uluslaşma dayatmaları, tek kimliğe dayalı siyasals sistem hakimiyetleri olumsuz sonuçlar doğurur. Kürdistan'da tek bir kimliğe dayalı uluslaşma yaklaşımları çok tehlikelidir. Kürdistan'da Alevilik, Êzidilik, Süryanilik gibi farklı inançlar yanında, farklı etnik topluluklar da bulunmaktadır. Suriye’de işbirlikçi siyasal İslam’ın baskın gelmesi, Kürdistan, Türkiye ve tüm bölgedeki demokratik uluslaşma gerçeğine önemli bir darbe olur. Kürdistan'da da KDP’nin de yatkın olduğu tek bir inanca dayalı uluslaşma gerçeği dayatması ortaya çıkar. Tek tipçi bu zihniyet sadece inanç boyutunda değil, farklı kültürel topluluklar için de tehlike yaratır. Hatta farklı Kürt lehçelerini bile tehdit eden bir tek tipçi ulus-devletçi  bir uluslaşma dayatması görülür. Bu açıdan da bizim Suriye’de tüm farklılıkların demokrasi içinde özgünlüklerini ve özerkliklerini koruduğu bir demokratik sistemi savunmamız en doğrusudur. 

Sistem güçleri de tek tipçi eğilimleri Suriye ve çevresindeki çıkarları gereği kabul etmiyorsa ve kozmopolit (farklı yelpazede bir iktidar bloğu) bir yönetim istiyorsa biz bu durumu değerlendirebiliriz. Bu çerçevede Suriye genelinde uzlaşma yaratacak bir demokratik siyasal proje üzerinde durulabilir. Sistem güçlerinin bu yönlü eğilimleriyle uzlaşma içine girilebilir. Sünni İslamcı o katı ve tek tipçi eğilimleri kırıp çoğulcu bir Suriye sistemin kurulması açısından böyle bir uzlaşmanın olması bizim demokratik ulus projemizi de güçlendirir. Yok tersi olursa Sünniliğe dayalı güney eksenli olursa Kürt uluslaşması projesi bizim ideolojik doğrultumuzun esas pratikleşmelerinden olacak, demokratik uluslaşma süreci büyük zarar görür. Kaldı ki tek tipleşme her zaman gericiliğe zemin sunar. Tek tipleşme gericiliği yaratır. Tekleşme yaratmak için gericiliğe başvurmak zorunda kalır. Bu nedenle Suriye’deki farklı yelpazedeki iktidar bloku yaratma eğiliminde olan sistem güçleriyle uzlaşmak mümkündür.

Suriye’de Esad’ın iktidarda kalacağı bir senaryoya göre hareket etmek yanlıştır. Rusya bile böyle bir senaryoya göre hareket etmiyor. Alevi bürokrasisi ve burjuvazisi de kendine yaşam hakkı verecek farklı yelpazedeki bir iktidar seçeneğini kabul etmeye yatkındır. Dolayısıyla farklı yelpazedeki siyasal iktidar bloğu projesinin büyük avantajları bulunmaktadır. Bunu derken Suriye’deki siyasal İslamcılar dışlansın demiyoruz. Hakim ve baskın güç olmasının önüne geçmesinden söz ediyoruz. Bu çerçevede sistem içinde onlar da yer bulur. Uluslararası ve bölgesel güçlerin durumu, Suriye’nin demokratik yapısı buna yatkındır. Özgürlükçü demokratik toplumcu güçler böyle somut bir projeyle hareket edebilirler. Sadece bu yönlü ideolojik ve teorik yaklaşımlarını ortaya koymaları yetmez, bunu politik bir seçenek ve hamleye dönüştürmeleri gerekir. Bunun politikası içeride ve dışarıda aktif olarak yürütülebilir. Örneğin çok somut “biz Suriye’de tek kimlik ve inancın hakim olmadığı, farklı yelpazedeki güçlerin varlığına dayalı bir iktidar bloğuna dayalı siyasal sistemi esas alan  anayasal bir sistemi kabul etmeye hazırız” denilebilir. Bu yönlü bir siyasal sistem değişikliğine açık destek veririz denilerek alternatif bir siyasal proje ortaya konulmuş olur. Bu Türkiye'yi de boşa düşürür. Türkiye'nin KDP ile birlikte oynamak istediği oyunları etkisiz kılar. KDP’nin kötü kullanılmasının önüne de böyle geçilir. Özcesi böyle bir proje üreterek Suriye’de mücadele yürütmek daha etkili sonuçlar doğurur. Yoksa sadece çekişmelere dayalı politika özgürlükçü demokratik toplumcu güçleri zorlayabilir. Özgürlükçü demokratik toplumcu güçler bu yönlü yaklaşımlarını ve projelerini ortaya koyarlarsa dış güçlerin saldırılarını hafifletebilir ve karşı cepheyi daraltabilirler. Özcesi biraz daha politik ve uzun vadeli düşünmeye ihtiyaç vardır. Belki bu proje düşünüldüğü düzeyde sonuçlar ortaya çıkarmayabilir; ancak yaratacağı avantajlar ve olumlu sonuçları mutlaka olacaktır.

Suriye’deki durum netleşene kadar özgürlükçü demokratik toplumcu güçlerin İran’la bir gerilim yaşaması olumsuzlukları yaratabilir. Mevcut durumda özgürlükçü demokratik toplumcu güçler hem Türkiye hem Suriye’yle mücadele içindeyken İran’la sorunlar yaşanması zorlayıcı olabilir. Kuşkusuz İran’a çok güven olmaz. En son Mısır’da Türkiye-İran toplantısı oldu. Suudi Arabistan katılmadı. Her halde Suudi Arabistan İran’ı muhatap almak istemedi. Son zamanlarda Türkiye'nin İran’a yönelik mesajları yumuşamıştır. Türkiye en azından taktik yapıyor. Onlar da Suriye’deki   durum netleşene kadar İran’la çok sert bir çatışma içine girmek istemiyorlar. Kuşkusuz mevcut durumda aynı tarafta değiller. İran da Türkiye ile sertleşmek istemiyor. O da kendine göre politika yapıyor. Aslında İran da Türkiye gibi Suriye’de Kürt politikasının eskisi gibi sürmesinden yanadır. Şu anda Türkiye'nin izlediği Kürt politikası -TRT 6, seçmeli ders gibi- aslında İran’ın şimdiye kadar Kürtlere karşı izlediği politikanın bir başka versiyonudur. Türkiye aslında kendi içinde yürüttüğü yeni koşullardaki siyasal egemenlik ve kültürel soykırım politikasını Suriye’de de yürütmek istiyor. statü vermeden bu tür şeylerle Kürtleri egemenlik altında tutup zaman içinde yok etme stratejisini Suriye’nin de yürütmesini öneriyor. Bu durumu Türkiye'de olduğu gibi bakın Suriye’de de çok önemli şeyler oluyor diyerek Kürtlere ve uluslararası güçlere kabul ettirmek istiyor. Aslında bu politikada İran’la farklı düşünmüyorlar. Ancak İran Rojava’da bir statü ortaya çıkarsa bunun sadece Kuzey değil, kendisini de etkileyeceğini düşünüyor. Bu nedenle kaygı duyuyor. İran da hala milliyetçi yaklaşımla sorunu ele aldığından Kürdistan’ın her parçasındaki gelişmelerden kaygı duyuyor.

Kuşkusuz bizim projemiz hiçbir ülkeyi kaygılandırmayacak bir demokratikleşme projesidir. Halklar arası kavgayı değil,birliği ve birbirini tamamlamayı getirecek projedir. Bizim birlik içinde yaşama projemi var. Bunu doğru buluyoruz. Kesinlikle sınırları sorun yapmıyoruz. Doğru politika izleseler hareketimizin bu yaklaşımından yararlanarak Kürt sorununu rahatlıkla çözebilirler. Ama doğru politika üretmeyince onlar da korkuyor. Öte yandan Rojava Türkiye'nin uzantısı gibiyken, Doğu Kürdistan ise Güneyin uzantısı gibidir. Şino’dan aşağısı Kürtlerin yoğunluğunun hakim olduğu Kürdistan alanıdır. İran-Türkiye sınırında Kürtler bir şerit biçiminde varlarken Urmiye’in güneyi ve Şino’dan sonrası coğrafi ve demografik olarak Kürtlerin hakim olduğu bir alandır. Bu bakımdan İran’ın bunlar güneyle birleşirler gibi bir korkusu vardır. Bu açıdan Kürt politikasında çok hassastır. Güney Kürdistan'a yönelik çok özel politikalar yürütmektedir. Bir yönüyle İran da Kürt sorunu konusunda Türkiye gibi hassastır. Dolayısıyla İran’ın bu yönlü kaygılarının sonucu Türkiye ile ilişkilerinin iyi takip edilmesi gerekir. Farklı cephedeler ama Kürt sorunu olduğu zaman birbirlerini zımmi olarak gözetirler. Suriye de bile hala -Türkiye ile ilişkilerde- hem iktidar hem muhalif güçler açısından böyle bir gözetme durumu görülmektedir.  Ancak Türkiye tamamen kendini ABD'nin Ortadoğu ve Avrasya projesine yatırmış durumdadır. Suriye’den sonra İran’a karşı da ABD yanında benzer politika izleyecektir. Bugün Suriye’ye yaptığını yarın da İran’a yapacaktır. Bu nedenle de Türkiye’yle İran çelişkileri sürecektir. 
Kuzey Kürdistan'da önemli bir askeri ve siyasi hamle gelişti. Rojavadaki hamle ile denk gelmesi bu hamleyi daha da güçlendirmiş bulunmaktadır. Öte yandan Türkiye'nin bölge ülkeleriyle ilişkilerinin bozulduğu bir döneme denk gelmesi, hamlenin çevremizde yaşanan siyasal sürecin ruhuna uygun gelişmesini de beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla çok uygun bir momentte hamlenin geliştiğini söylemek gerekir. Türkiye'nin Kürt sorununun demokratik çözümüne yanaşmadığı bugünkü ortamda bunu daha fazla geliştirebilir, değerlendirebiliriz. Bu hamlenin Kuzey Kürdistan başta olmak üzere her tarafta ciddi etkileri olduğu açıktır. Kuzey Kürdistan'da bazı hain işbirlikçiler dışında tüm Kürtlerin hareketimiz etrafında toplanma durumu var. AKP'nin de belirli düzeyde oy aldığı Muş, Ağrı, Bitlis gibi yerlerde dengeler tamamen hareketimiz lehine gelişmektedir. AKP sadece buralarda değil, diğer tüm alanlarda da zayıflamış bulunmaktadır. Hamlenin etkisi olumludur. Rojavaya da moral veriyor. Böyle bir hamle olmasaydı Rojava’da KDP ve diğer güçlerin etkisi daha fazla olabilirdi. Hamlemiz bu alanlarda da etkili siyaset yürütmemize zemin sunuyor. Zaten KDP de Güneyde eski gücünde değildir. Türkiye ile ilişkilerini geliştirmesi bir yönüyle de buradan kaynaklanmaktadır. Böyle bir süreçte hamlemizin gelişme imkanları var olduğu gibi, Rojava’da özgürlükçü demokratik toplumcu güçlerin önlerine çıkacak engelleri daha rahat aşmasına fırsat sunuyor. Rojava halkının her türlü siyasal güce karşı direncini arttırıyor. 

Kuşkusuz genelde de Rojava’da da Kürt ittifakını savunmak gerekiyor. Bölge değişirken, Kürtlerin birlikte hareket etmeleri daha fazla kazanmaları anlamına gelmektedir. Ne var ki KDP'nin bencil, dar yaklaşımları bu büyük kazanma imkanlarını tehlikeye atıyor ve sabote ediyor. Bu değişim sürecine müdahale etmek birlik ile olur. Ama KDP bu tarihsel süreci ve fırsatları doğru okumayarak kendi bencil ve günlük çıkarları gereği Türkiye’yi tercih ediyor. Birlik üzerinde durmamız gerekiyor ama böyle bir durum da var. Kuzeydeki hamlemiz birlik ruhunu daha da geliştirdi. AKP’yi önemli oranda zayıflattı. AKP şu anda bir sırat köprüsü üzerinde yürüyor. Türkiye tam bir iç savaş durumunu yaşıyor. Kumar oynuyor, kaybetmemek için çırpınıyor. Onun için ABD ipine sarılıyor, KDP'ye sarılıyor. Milliyetçiliğe dayanarak kendini ayakta tutmaya çalışıyor. Milliyetçiliğe sarılarak bizi etkisizleştirmek istiyor. Çünkü Kürt sorununu demokratik temelde çözerek demokratik Türkiye içinde siyasal varlığını sürdürme gibi bir zihniyeti ve politikası yok. Bütün ilişkilerini bize karşı yürüttüğü savaş üzerine kurdu. MHP ile ilişkileri savaş üzerine kuruludur. Önderliğe yaklaşımı savaş üzerine kurguludur. Bu nedenle savaşı sürdürmekte ısrarlıdır. Çünkü kaderini buna bağlamıştır. Ama hamlemiz AKP'yi zorlamıştır. 

Şu açığa çıkmıştır ki, AKP ile uzlaşarak sonuç almak mümkün değildir. AKP böyle bir politik karaktere sahip değildir. Önder Apo’nun vurguladığı gibi 12 Eylül’ün “liberal” versiyonu bir anayasa yaparak yeşil Türkçü faşist bir anayasa yapmak istiyor. Kuşkusuz Kürt Özgürlük Hareketi demokratik çözüm için büyük çaba harcadı. Son günlerde ortaya çıkan belgelerin tümü doğrudur. Ancak AKP oyalamak ve kendini iktidarda tutmak için bu görüşmeleri ele aldığından bir sonuç çıkmadı. Kürt Özgürlük Hareketi Türk devletini ve toplumu çözüme hazırlarız ve böylece AKP'ye de çözümü dayatırız anlayışıyla bu görüşmelere yaklaşmış, ancak sonuç alamamıştır. Bu nedenle mücadeleyle sonuç alma zorunlu hale gelmiştir. Mücadeleyi yükseltip sorunu çözmemiz gerekiyor. Aslında AKP hala hiçbir sonucu olmayan, hiçbir siyasal projeye dayanmayan, sadece kazanmaya dayalı bir ateşkes arzuluyor. Bunun kabul edilemeyeceği açıktır. 

Kimi çevreleri ve Kürt işadamlarını devreye sokarak hiçbir siyasal değeri olmayan ateşkes yaptırmak istiyor. Hatta hiçbir siyasal karşılığı olmayan, sadece oyalamayı esas alan bir ateşkes ortamını BDP'ye bile kabul ettirmek istiyor.

Kürt sorununda Türkiye'deki siyasal güçlerin birbirinden farkı yoktur. Kendi aralarında bir iç savaş yürütürlerken Kürt sorununda benzer düşünüyorlar. CHP ile AKP aynı kafadadır. Hepsi faşist karakterlidir. Sadece kurulacak yeni Türkiye siyasal sisteminde kim hakim olacak savaşı veriyorlar. Eskiden beyazdı, şimdi yeşildir. Bir de beyaz ve yeşili kabul ettirme aracı haline gelmiş MHP’de temsilini bulan kara faşizm var. Ancak kendi aralarındaki mücadele de şiddetlidir. Aslında Ordu içindeki durum da farklı değildir. Belirli etkinlikleri var ama tam hakim olmamışlar. Şu anda orta kademe subaylar eski anlayışta, Kemalist’tirler. Generallerin cezalandırmalarından olumsuz etkilendikleri açıktır. Özcesi ordunun içine de kurt girmiştir. Her bakımdan kendi içlerinde sorunludurlar. Bunun da en az beş on yıl daha süreceğini görmek gerekiyor. AKP her ne kadar Has-Parti’nin kimi kadrolarını yanına alarak kendini güçlü tutmaya çalışsa da İslamcı tabanda da ayrım gelişecektir. AKP'nin politikalarına karşı bu kesimde de hem toplumsal hem siyasal duruşlar gelişecektir. Dolayısıyla Türkiye'nin siyasal durumu demokrasi güçlerinin etkili olmamsına fırsat vermektedir. Bu ortamda HDK’nin etkisini arttırmak gerekir. Alternatifsiz olmaz. Türkiye böyle dağılırken bir alternatifini de yaratmak gerekir. demokrasi hareketini geliştirmek gerekir. Mevcut boşluk ve imkanlara seyirci kalınamaz. Dolayısıyla sorumlu ve ciddi bir biçimde alternatifinin ortaya çıkarılması gerekir. Demokrasi güçleri son zamanlarda AKP'nin durumunu anladılar. Asker-sivil bürokrasinin siyasal İslam karşıtlığı üzerinden solu etkileme politikasının demokrasi ve sosyalizm güçleri açısından bir tuzak olduğunu iyi gördüler. Bu nedenle Kürt Özgürlük Hareketiyle birlikte hareket ederek demokrasi ve özgürlük mücadelesi vermek gerektiğini anladılar. Dolayısıyla bu durumun değerlendirilmesi gerekmektedir.

Devletin Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı topyekun savaş yürüttüğü bu süreçte BDP'ye daha fazla yüklenileceği anlaşılmıştır. Bir kısım milletvekillerini zindana atarak BDP'yi zayıflatacaklardır. Bu baskı üzerinden BDP içindeki kimi kesimleri de pasifleştirmeyi hedefliyorlar.  Bu baskılarla serhıldanın gelişmesini engellemek istiyorlar. Görüldüğü gibi AKP'den bir şey  beklemek büyük gaflettir. Mücadelenin sadece dağ alanında değil, tüm alanlarda geliştirilmesi gerekir. kendi özgürlükçü sistemimizi kurarak bu mücadelenin altyapısını oluşturmak gerekir. Şu açıktır ki, serhıldanın gelişmemesinde tereddütlü ve hala AKP'den bir şey bekleyen orta sınıf ruh halinin etkisi bulunmaktadır. Halkın mücadelesinin radikalleşmesini engelleyen bir orta sınıf ruh hali söz konusudur. Yirminci yüzyılda orta sınıf radikaldi. Öyle ki, ulusal kurtuluş hareketlerinde orta sınıf radikal tutum içindeydi. Bu nedenle birçok yerde de birçok hareketlere öncülük yapıyorlardı. Sistem küçük burjuva ve orta sınıfı entegre etti. Sistem onlara yönelik sus payını arttırdı. Bunun için orta sınıftan radikal hareketler çıkmıyor. Dolayısıyla bu tür eğilimleri bahane etmeden, onlardan çok şey beklemeden mücadelenin yükseltilmesi gerekir. Önderlik esaret altında büyük bir direniş gösteriyor. Gerilla fedaice bir devrimci harekat yürütüyor. Rojava’da Kürt halkı büyük bir devrimci hamle içinde. Bölge önemli değişimleri ve dinamizm yaşıyor. Bu ortamda kararlı devrimci mücadele kesinlikle kazandıracaktır. 

Önderliğin durumu ciddidir. Neden uzun süredir görüştürmüyorlar? Bu konuyu daha fazla gündemleştirmek gerekiyor. Kuşkusuz mücadelenin bu düzeyde yükseltilmesinde önderliğe yönelik tehdit ve şantajın da payı büyüktür.  Önderlik zaten iki yıl kadar önce benim savunmalarımı okudular ondan sonra bana karşı tutumlarını sertleştirdiler diyerek AKP'nin gerçekliğini ortaya koyuyordu. Çünkü Önderlik son savunmalarında AKP'yi çok kapsamlı bir biçimde teşhir etmiştir. AKP'den bir beklentisi olmadığını ortaya koyduğu gibi, beklentide olanların da büyük bir yanılgı içinde olduğunu çarpıcı değerlendirmeleriyle gözler önüne sermiştir. AKP'nin Kürtler üzerinde yeni siyasal egemenlik ve kültürel soykırım temelinde Türkiye cumhuriyetini yeniden şekillendirmek istediğini ortaya koymuştur. AKP'nin politikaları karşısında “aradan çekiliyorum” diyerek tepkisini koymuştur. Dolayısıyla bizim de bu tutuma ve direnişe hakkıyla cevap vermemiz gerekir. Çünkü AKP mücadeleden başka bir yol bırakmamıştır. Zaten gelinen aşamada demokratik siyasete yaşam hakkı verilmediğini, milletvekillerinin bir örtü olarak kullanıldığını ortaya koyarak mücadeleyi daha da yükseltmemiz gerekmektedir. Kış geliyor diye yumuşamamak, tutumu net ortaya koyarak bahardaki mücadeleyi daha da geliştirmek gerekiyor. Bu kışın da mücadelenin dağda, ovada her yerde kesintisiz sürdürülmesi önemlidir. Mücadelede kararlılık sürerse halkın da mücadele içine daha etkili gireceği açıktır. Ne KCK tutuklamaları, ne de baskılar halkın serhıldanlarının geliştirilmesini engelleyecektir. Bu tür siyasal ortamlarda halkın devrimci harekatları durdurulamaz gelişir. Devrimler öyle çok örgütlü gelişmiyor. Devrim ortamı örgütü ve önderlerini ortaya çıkarıyor. Kaldı ki Kürdistan devriminin örgütü de önderleri de var. Bilindiği gibi Rusya devrimi olduğunda toplum örgütlü değildir. Şubat devriminde etkili olanlar Bolşevikler değildir. Hatta en zayıf olanlardır. Ama o devrim ortamında doğru politika izleyerek ve sorunlara çözüm gücü olarak devrimin öncüsü oluyorlar. Özcesi uygun bir momentin varlığında halkın yürüyüşü durdurulamaz.

Gerçekten şimdiye kadarki gerillanın direnişi kahramancadır. Önemli bir deney oldu. Belirli alanları kontrol edilebilir duruma geldi. Mevzilere çakılmadan, mevzi savaşı vermeden alan kontrol etme pratiği ve deneyi ortaya çıktı. Kuşkusuz belirli yerlerde yoğunlaşma olmaktadır. Ama bu klasik bir mevzi ve cephe savaşı değildir. Belirli alanlardaki yoğunluk temelinde yürütülen gerilla savaşıyla sağlanan bir alan hakimiyeti söz konusudur. Etkin gerillacılığın bunu başarma gücü olduğu ortaya çıkmıştır. Gerillanın bu direnişi Özgürlük Hareketi'nin etkisini ve itibarını arttırdığı gibi, Özgürlük Hareketi'ne karşı savaşan ya da savaşmak isteyen güçleri de önemli düzeyde ürkütmüştür. Gerillanın bundan sonra daha da büyüyeceği, gelişeceği, önünün açılacağı, siyasal etkisinin artacağı, halkın mücadelesiyle bütünleşerek demokratik özerklik sisteminin kurulmasını güçlendireceği açıktır.

Şu anda Ortadoğu'da tüm klasik iktidar blokları yıkılıyor. Yıkılan sadece Saddam, Mübarek, Esed değildir. Türkiye'deki mevcut devlet sistemi ve iktidar bloku da benzer zihniye ve yapılanma içindedir. Türkiye’nin ikizleri yıkılıyor. Bunlar yıkılırken Türk devleti ayakta mı kalacak. Onlar da Türkiye gibi yirminci yüzyılın içinde kurulan devletlerdi. Türkiye'de soğuk savaş dengeleri üzerinde kuruldu. Topluma dayalı, etnik ve dinsel toplulukları da gözeten bir siyasal sistem değildir. Otoriter tekçi bir devlet olarak kuruldu. Bu tür devletler ayakta kalmadığına göre Türkiye de dağılacaktır. O da aynı kumaştandır. Sistem değişmemiştir. Erdoğan geldi ama anayasa aynıdır. Düşündüğü yeni anayasa da 12 Eylül anayasasının versiyonu olacaktır. Türkiye kendini ne kadar farklı gösterse de, kimi liberallerle ve işbirlikçi Kürtlerle yüzünü saklasa da gerçeği budur. 


Türkiye'de devlet de, siyaset de günümüzün siyasal ve toplumsal ihtiyaçlarına cevap verememektedir. Türkiye'deki tüm kötülüklerin kaynağı bu karakterdeki sistemdir. Bu nedenle demokrasi güçlerinin ve Kürt Özgürlük Hareketi'nin yürüteceği mücadele Türkiye rejiminin de sonunu getirecektir. 

Mustafa Karasu

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info

Duran Kalkan: Tarihin Emrini Yerine Getirip Devrim Yapmaya Cesaret Edeceğiz

Bu dört ayda gerçekten büyük savaş verildi, kahramanlıklar gösterildi. AKP hükümeti tarihinin en çok zorlandığı, en fazla daraldığı bir noktaya getirildi. Tabii bunun karşılığı olarak da Önderlik, halk, gerilla düzeyinde gerçekten de kırk yıllık özgürlük mücadele tarihimizin en derin, en kapsamlı, en zorlu direniş dönemlerinden birini yaşadı. Önder APO’nun yürüttüğü direnişi zafere taşımak, kahraman şehitlerimizin yürüttüğü mücadeleyi zaferle taçlandırmak, amaçlarını başarmak üzere daha doğru, daha güçlü, daha etkili bir savaş yapacak konuma kendimizi getirdik. Herhangi bir engelle bu hazırlık çalışmamız karşılaşmadığı gibi amacından da bir milim bile sapmadı. Başlangıçtan itibaren belirttiğimiz doğrultuda gerçekleşti. Şimdi sonuçlanmayı da bu temelde yapıyoruz. Platformlar gerçekten de bir eğitimin sonuçlarının her arkadaşın şahsında somutlaşması için yeterli bir derinlik ve olgunlukta gerçekleşti. En üst düzeyde bir kararlılığı, direnme azminin ortaya çıktığı tartışmasız. Bu temelde arkadaşlarımız yemin edip, diploma aldılar. Görev düzenlememizi de bütün bu esaslara bağlı yapıyoruz. Önderlik ve şehitler çizgisinin başarıyla hayata geçirilmesi üzerinden yapıyoruz. Önder APO’ya özgürlük ve Kürdistan’a statü hedefimizi başarmak üzere yapıyoruz. Bu temelde bütün arkadaşları yönetimimiz adına bir kere daha kutluyor ve başarılar diliyorum. Her arkadaşın bu eğitimde aldığı güçle, gideceği her sahada başarılı olacağına, devrimci halk savaşı hamlemize büyük katkılar yapacağına da yürekten inanıyoruz. Çalışmalarımızın hepsini zaten baştan beri bu inançla yürüttük. Şimdi görev düzenlemesini, görev onaylamasını da bu inançla yapıyoruz. 

2012 yazında Mahsum Korkmaz Akademisinde eğitim görmenin kendilerine ne tür görev ve sorumluluklar yüklediğinin derinden bilinciyle bunun yüklediği sorumlulukları yaşamları boyunca pratiğe geçirmek için tüm güçleriyle çaba harcayacaklarına inanıyoruz. Bu eğitim devresi sonucunda, pratik görev üslenmenin temel bir şartı bu oluyor. Bu bilinci kaybetmemek, bu ruhu sürekli canlı tutmak, devrimci halk savaşının hamlesinin yürütücüsü olmak, böyle bir hamlede başarıdan, zaferden başka her hangi bir düzeyi kesinlikle kabul etmemek. Sonuna kadar zafere kilitlenmek ve gerçekleştirmek oluyor. Pratik görev düzenlemesinin temel ilkesi bu, birinci şartı bu. Bütün arkadaşlarımızın bunun bilincinde olduğuna ve buna göre davranacaklarına inanıyoruz.

Diğer yandan tekrar bile olsa bir kere daha böyle bir dönemde eğitim görmüş olmanın her bir arkadaşa ne tür görev ve sorumluklar yüklemiş olduğunu hatırlatmakta kesinlikle yarar var. Çünkü o bilinci kaybetmediğimiz oranda her işte, her yerde başarılı olabiliriz. Ama bu bilinci kaybedersek, kim olursak olalım, nereye gitmiş olursak olalım kesinlikle iş yapamayız. Yapsak da başarıyı elde edemeyiz. Başarıyı sağlayabilmek, pratikte başarılı olabilmek için onun yaratacak bir bilince ve karalılığa kesinlikle sahip olmak gerekiyor. Bu da böyle bir dönemde eğitim görmüş olmanın her bir bireye yüklediği görev ve sorumlulukları derinden hissetmek anlamına geliyor. 

Dikkat edelim, dört yüz on günü aştı, Önderlik bir milim bile sapmadan tam bir mevzi direnişi konumunda. O kadar baskı, tahrik, tutuklama, saldırıya rağmen en küçük bir etkileme, geriletme sağlayamadılar. Bu tarihte eşi az bulunur bir durum. Kolay gerçekleşmeyecek bir durum. Cezaevinde kalmış arkadaşlarımız bilirler. Her arkadaşımız da politik askeri mücadele yürüttüğüne göre cezaevinde olmanın, mücadele etmenin ne anlama geldiğini,  nasıl yürütüldüğünü iyi biliyor. Parti ve mücadele tarihimiz bile bu bakımdan çok çok öğretici. Genel insanlık tarihi, genel özgürlük hareketleri tarihinde de bu konuda çok fazla ders çıkarabiliyoruz. Böyle bir tarih içerisinde Önderliksel direnişin, tutumun nasıl insanlık açısından yol gösterici olduğu, bütün ezilenlerin özgürlük mücadelelerine ışık tuttuğu gün gibi ortada.

Diğer yandan on binin üzerinde Kürt demokratik siyasetçi tutuklusu var. Bu süreçte öncesiyle birlikte her gün evler basıldı, bürolar basıldı, insanlar sorgusuz-sualsiz zindanlara dolduruldu. İşkenceler altına alındı. Birkaç milletvekili dışında demokratik siyaset adına bilinçli ve örgütlü kimse bırakılmadı. Buna rağmen varolanlar direniyor, tutuklananlar direniyor. Halk bilinçleniyor, örgütleniyor, demokratik siyasi mücadeleye sahip çıkarak direniyor. Dolayısıyla demokratik siyasetin direnişinde faşist sömürgeci rejim karşısında başarı çizgisindeki duruşta en küçük bir zayıflama yok. Tam tersine daha çok bilinçlenme, daha çok netleşme, daha fazla kararlaşma, direniş mücadelesini daha az hatayla, daha başarılı bir biçimde yürütme yaşanıyor. Bununla birlikte halk direnişi ortada. Demokratik siyaset sınırlarını da aşarak devrimci halk savaşının temel ayaklarından birisi olan halk serhildanını geliştirmek üzere her düzeyde, her yerde başta kadınlar ve gençlik olmak üzere tüm halkın gerçekten de faşist polis direnişine karşı direnişi bütün insanlığı, ezilenleri etkileyecek düzeyde. Biz yansıtmazsak bile dünyanın dört bir yanındaki insanlar bunu görüyorlar. Kendini satmamış olanlar bu durumun yüceliğini, büyüklüğünü takdir ediyorlar. Ondan etkilenir, onun kendileri açısından nasıl bir öncülük, öğreticilik içerdiğini teslim ediyorlar. Bu bakımdan bir bütün halkın nasıl direndiği ortada. Her türlü teröre, işkenceye karşı çocuklar, gençler, kadınlar, yaşlılar yediden yetmişe tüm toplum özgürlük amacından en küçük bir gerileme, sapma göstermeksizin her türlü zorluğu göğüsleyerek, en yüksek düzeyde cesaret ve fedakârlık yaparak direniyor.

Eğitimdeki arkadaşlarımız savaş cephelerindeki durumu arkadaşlarımızın verdikleri bilgiler temelinde takip etmeye, değerlendirmeye, oradan ders çıkartmaya çalıştılar. Başta Zagros olmak üzere Kürdistan’ın diğer bütün sahalarında hedeflenene göre eksiklikleri olsa da gittikçe yoğunlaşan bir savaş durumunun geliştiği, bu dört ayda devrimci halk savaşı hamlesi diyebileceğimiz bir düzeye bazı alanlarda önemli ölçüde ulaştığı tartışma götürmüyor. Her gün Kürdistan’ın dört bir yanında irili-ufaklı sömürgeci faşist düşmana darbeler vuran gerilla eylemleri yaşanıyor. Zagros’ta, Botan’da sesini dünyaya duyuran çok büyük çarpışmalar ortaya çıkıyor. Birçok çevre bunun Kürt direnişindeki bir zirve olduğunu, Kürt gerillasının ülkeyi, toplumu özgürleştirme hedef ve iradesiyle savaş alanına çıktığını ifade ediyor. Uluslararası komployla Önder APO’nun İmralı sistemi altına alınması temelinde artık Kürt özgürlüğünün, bu temelde Kürt direnişinin yok olduğunu, Kürtlerin özgürlük mücadelesi yürütecek güçlerinin artık olmayacağını, hele hele bu temelde artık savaş yapabilecek bir kabiliyetlerinin kalmadığını sananlar, düşünenler bu geçen dört aylık mücadele içerisinde karşılaştıklarıyla nasıl bir yanılgı içinde olduklarını gördüler. Kürt gerçeğini daha iyi tanır, daha doğru tanır hale geldiler. Kürdistan’daki durumu daha iyi fark ettiler. Hem sömürgeci soykırım rejiminin gerçekliğini hem de buna karşı Kürt halkının özgür ve demokratik yaşamdaki ısrarlı, karalı duruşunu daha gerçekçi, daha derin ve somut biçimde gördüler.

Bu dört aylık süredeki direniş bütün dünyayı Kürt ve Kürdistan konusunda bir kere daha aydınlattı. Yanılgıları yıkıp doğruya çekti. Dostlarımız kadar düşmanlarımızı da eğitti. En çok da Kürdistan üzerinde sömürgeci soykırım rejimini yürüten güçler Kürt direniş gerçeği karşısında yanılgılarını gördüler ve bu temelde kendi çizgileri açısından daha doğru hareket eder hale geldiler. Türkiye toplumu ve Türkiye’nin egemen siyaseti, özellikle de bugün iktidarda olan, savaşı yürüten, savaşın bir tarafı olan AKP hükümeti açısından da gerçekleri gösterici oldu. Gerçekten de bu dört aylık savaş PKK direnişinin, Kürt halk direnişinin temel karakterine uygun biçimde, her dönümde yaptığı gibi bu dönemde de her zamankinde daha fazla bir biçimde gerçekleri ortaya çıkarttı, karanlıkları aydınlattı. Özellikle de AKP faşizminin çok pragmatist, çok aldatıcı, dincilikten liberalizme, faşizme kadar her türlü siyaset yöntemini kullanarak karartmaya çalıştığı gerçekliği açığa çıkardı. Bu çok önemli bir durum. Yanılgıların kırılması, gerçeklerin açığa çıkması çözüm yakalanması açısından önemli bir gelişmeyi ifade ediyor. Çözüme daha çok yakınlaşmayı gösteriyor. 

Şunu gördük ki: Aslında birçok güç artık Kürt direnişinin bittiği hesabını yapıyormuş. Bunu uluslararası komplo ardından şoven, faşist çevreler çeşitli dönemlerde yüksek sesle dinlendiriyorlardı. Sadece onlarla sınırlı bir durum olarak değerlendiriyorduk, öyle sanıyorduk. Artık bitmiştir bu iş diyorlardı. Bir tutuklunun davası mı olur? Dolayısıyla APO’nun yürüttüğü bir dava mı olur? Bitmiş bir durumdur, diyorlardı ve kendilerini buna inandırıyorlardı. Fakat bu dört aylık pratik sonucunda gördük ki, bu yanılgıyı yaşayan, bu yanılgıya inanlar sadece onlar değillermiş. Başta AKP olmak üzere Türkiye’nin egemen siyaseti böyleymiş. Türkiye toplumuna hakim olan anlayış buymuş.

Benzer ruh hali, anlayış aynı düzeyde olmasa bile bizde ve halkta da varmış. Geçen dönemde bunu hep kırılmalar biçiminde tanımladık. Zorlanmalar biçimden tanımladık. Zorlanmalar ve kırılmaların iyice açığa çıktığı, etkin hale getirildiği dönemler tasfiyeciliğin gelişip, direnişi tasfiye etmeye yöneldiği dönemler oldu. Zorlanma ve kırılmaları en uç noktaya çıkaranlar oldu. Bunlar tasfiyecilerdi. Umutlarını, inançlarını Kürdistan’ın özgürlüğüne ve bu temelde Kürt halkının her türlü zorluğa karşı direnebileceğine dair içine düştükleri inançsızlık sonucunda karşı cepheye geçtiler, düşmanla birleştiler. Çoğu zaman anormal geliyor bize. Anlamakta zorlanıyoruz. Bizi olumsuz etkiliyor. Bir hareket içinde bu kadar da ihanet olmaz diyoruz. Fakat unutmayalım ki bütün bunlar büyük bir mücadelenin sonuçları olarak ortaya çıkıyorlar. Dünyada bizim hareketin üzerinde yürütülen baskı kadar bir baskı hiçbir siyasi hareket üzerinde yürütülmemiştir. Mücadelemiz böyle bir ortamda yürütülüyor ve gelişiyor. Kendiliğinden olan hiçbir şey yok Kürdistan’da. Sert mücadeleye bağlı olmaksızın, bunu göze almaksızın hiçbir şey gelişmiyor. Önder APO’nun deyimiyle yaprak bile kımıldamıyor. Bu bakımdan olup bitenleri duygusal ya da ideolojik-siyasi değeri olmayan yaklaşımlarla ifadelendirmek yerine ideoloji-politik çizgi temelinde doğru anlamlandırmak ve sonuçlar çıkartmak önemli. İşte buradan baktığımızda olup bitenlerin hepsinin böyle büyük bir savaşın,  mücadelenin sonucu olduğu tartışma götürmüyor.

Bunları söylemeye ne gerek var, zaten biliyorduk diyebilir arkadaşlar. Doğru, fakat son dört aylık direnişin aydınlattığı bazı gerçekler daha var. Kırılma, zorlanma, umutsuzluk, inanç zayıflığı sadece içimizde çıkan, düşmanla birleşen tasfiyecilere özgü değilmiş. Çok daha derinmiş, hepimizin içindeymiş. Şu veya bu düzeyde ruhlarımıza, yüreklerimize sinmiş. Bu dört ayda net gördük ki Önder APO zihniyetle vicdan devrimini uluslararası komplo ardından gündeme getirirken bütün bu gerçekleri görerek ve buradan bizi kurtarmak amacıyla böyle bir gündem oluşturmuş. Savaş karşısında ortaya çıkan bütün hata ve eksiklikler de bunu ifade ediyor. Aslında öyle kendiliğinden olmuyor, basit hatalar değil. Şu veya bu kişiye bağlı bir durum da değil. Evet, kişiler yapıyorlar, pratik hatalar ortaya çıkıyor, tarz ve taktik eksikler, hatalar diye tanımlıyoruz. Sonuçta böyle tanımlamak gerekli de. Çünkü bilimsel çerçevede hareket ediyoruz. Teorik-politik izahlarla durumu anlatmamız gerekiyor. Bütün bunlar birer gerçek, fakat pratikteki bu hatalar, tarz-taktik eksiklikleri doğru ve yeterli anlayamama, anladığını kararlılıkla yürütememe, onu hayata geçirecek yaratıcı, zafer getirici, tarzı, taktiği yakalayamama nerden kaynaklanıyor? Onu sorduğumuzda işte bu bizi uluslararası komplo karşısındaki kırılmalara, zorlanmalara götürüyor. Komplonun ne kadar derin bir etki yarattığını, ruh, duygu ve bilinçli dünyamızı çok derinden etkilemiş olduğunu, direnebileceğimize, direnişi bu kadar uzatabileceğimize, özgürlükte bu kadar ısrar edebileceğimize, özgürlük için bu kadar uzun süreli ve sert bir direnişi devam ettirebileceğimize dair zayıflıklar olmuş. Mevcut savaştaki hata ve yetersizliklerin altında kesinlikle bu var. Başka hiçbir yerde aranmamalı. Ben anlamadım süreci, dolayısıyla katılamadım demek eşittir uluslararası komplodan sonra ben hala savaşın olabileceğine, direnebileceğimizi düşünmedim, dolayısıyla ona hazır olmadım, demektir. Kullandığımız kavramların arkasında gizli olanların anlamlarını artık açığa çıkartmanın zamanı geldi. Zafer yürüyüşü yapabilmek kesinlikle bunları aydınlatmayı gerektiriyor. Dolayısıyla düşman gerçeğini aydınlattığı, düşmanın yanılgılarını kırdığı, çözdüğü kadar devrim gerçeğini de aydınlattı bu dört aylık mücadele süreci. Bütün savaş cephelerinde yaşanan durumun ne olup olmadığını, başarılar kadar hata ve eksikliklerin kaynaklarının nedenlerinin neler olduğunu da bize her zamankinden fazla çok açık ve net bir biçimde gösterdi.

Bu nedenle kendimizi doğruya çekmenin, eğitmenin koşulları, imkânları daha fazla oluştu. Şimdi daha fazla eleştirel-özeleştirel yaklaşım içinde olabiliriz. Duygu ve ruh dünyamızla birlikte düşünce ve davranış sistemimizi daha iyi örgütleyebilir, düzenleyebiliriz. Özgürlük için devrimci halk savaşını yürütmede daha bilinçli, daha anlayışlı, daha cesur ve fedakâr, daha örgütlü, doğru tarz ve yaratıcı taktik geliştiren bir noktaya kendimizi getirebiliriz. İşte bu dört aylık mücadele bunu da aydınlattı.
Bu düzeyde etkisi ve sonuçları olan bir mücadele dönemi içerisinde buradaki arkadaş grubumuz eğitim yaptılar. Bu eğitim bu mücadeleler sayesinde oldu. Bunlar olmasaydı değil burada dört ay, dört dakika bile oturamazdık. Dört kelime söz söyleyecek gücü kendimizde bulamazdık. Eğer ifade ettiğimiz düzeyde bir Önderlik direnişi, demokratik siyasi mücadele, halk direnişi ve gerilla direnişi olmasaydı böyle bir eğitim yapabilir miydik? Burada bu biçimde toplanma, bu kadar uzun süreli ve kapsamlı bir tartışma yürütme imkânını, fırsatını, şansını yakalayabilir miydik? Hayır. Gerçekçi olmamız gerekiyor bu konuda. Demek ki bizim eğitim diye yaptığımız, hazırlık çalışması diye yürüttüğümüz çalışmaların yürütülebilmesi için başkaları çok farklı işler yaptılar. Önderlik direnişi boyutu, halk direnişi boyutu, demokratik siyaset direniş boyutu, bir de gerilla direniş boyutu var bunun. Bazı günler onlarca şehit vererek, oluk oluk kan akıtarak bu dört ayı yakaladık. Burada bulunabilmemiz, oturup tartışabilmemiz bütün bunların sayesinde oldu. Biz o değerlere dayanarak yaptık, kendi gücümüzle değil. O halde ne yaptığımızı, yaptığımız işin bize ne tür görev ve sorumluluklar yüklediğini, burada eğitim görüp diploma almış olmanın nasıl bir ağır görev ve sorumlulukla bizi yüz yüze getirdiğini doğru anlamamız lazım. Bunlar kendi marifetlerimiz değil. Normal zamanların içinde gerçekleşmiyor. Kendi gücümüzle ortaya çıkartmıyoruz. Büyük bir direnişin gücüne dayanarak biz kedimizi bu biçimde eğitme, hazırlama imkânı ve fırsatı bulduk, bu da bizi o direnişi sahiplenme, üslenme ve zafer çizgisinde yürütme görev ve sorumluluğuyla yüklü hale getirdi. 

Normal bir eğitim devresi geçirmedik. Devrimci halk savaşının ateşi içerisinde savaşın hata ve eksikliklerini görüp, tartışmak, onu zafer çizgisine çekmenin yol ve yöntemlerini bulmak, uygun bir zamanda katılım göstererek hem savaşı doğruya çekmek hem de başarıya götürmek üzere hazırlanmayı ifade ediyordu. Bu temelde çalışmaları yürüttük. Dört ayın her gününde, her saatinde kesinlikle bu amaçtan, bu durumdan kopmadık. Bu mücadeleyi tam temsil etmeyen, yaklaşımlar, tutumlar, davranışlar olduğunda onları eleştirdik. Eleştiri-özeleştiriyle o durumları düzeltmeye, doğruyu temsil eden duruma kendimizi ulaştırmaya çalıştık.
Şimdi bu temelde harekete geçiyoruz. Bir; demek ki devrenin amacı devrimci halk savaşını zafere, başarıya taşıyacak yol-yöntemi, düzeltmeyi gerçekleştirme ve buna katılmaydı. O halde mevcut görev düzenlemesi bu esasa bağlıdır. Devrimci halk savaşına katılmak, onu zafer ve başarı çizgisinde yürütmek esastır. İkincisi; Önderlik, halk,  gerilla direnirken biz burada tartışma yürüttük. Onların ne kadar doğru ve yeterli yapıp, yapmadıklarına günlük olarak baktık, anlamaya çalıştık. Onların kan dökerek yürüttükleri mücadelenin yarattığı değerler sayesinde biz bunu yaptık. Doğruları-yanlışlar nedir, hatalar-eksiklikler nerededir, devrimci halk savaşında zafer nasıl yaratılır bunu bilince çıkarttık. Bu bilinç sadece bu devredeki arkadaşlar için değildir. Bu bilinç tüm gerilla içindi, bu bilinç tüm hareket içindi, bu bilinç tüm halk içindi. Bir iş bölümü dahilinde çalıştık diyebiliriz buna. İş bölümü gereği birileri fedaice yaşamını ortaya koyarak, en ön cephede direnişi yürüterek yaparken, birileri de bunu zafer çizgisine nasıl çekebiliriz diye doğruları, yanlışları bir birinden ayırt edecek bir bilinç açıklığına ulaşmaya, hazırlık yapmaya çalıştılar. Şimdi eğitim devremizin de bu temelde sonuçları yeterince açığa çıkarttığı kanaatindeyiz. Yani bu dört aylık süre içerisinde buradaki tartışmalar, savaş pratiğinin irdelenmesi, yönetimimizin değerlendirmeleri, açıklamaları sonucunda her zamankinden daha fazla devrimci halk savaşını anladık. Savaş gerçeğini anlar, devrimci halk savaşının özelliklerini anlar, bunun Kürdistan’da yürütülüş gerçeğini görür ve bu temelde doğrularla hata ve eksiklerin neler olduğunu ayırt eder hale geldik. Teorik, ideolojik bilinç kadar, stratejik ve taktik bilinç de kazandık. Devrimci halk savaşında hata ve eksiklikleri nerede yaptığımız, bunların neden ve nasıl açığa çıktığını çok somut ve ayrıntılı bir biçimde gördük. Nedenleriyle birlikte bunları nasıl düzelteceğimizin yol-yöntemini tartışıp, aradık bulduk. Bu bakımdan devrimci halk savaşını doğru, başarılı ve zafer çizgisinde yürütmenin yolunu, yöntemini, tarzını, taktik zenginliğini yakaladık. Bu tartışmasızdır. Zaten böyle bir dönemde bu kadar arkadaşın toplanıp, eğitim yapması bu amaçlaydı.

Burada iki sonuç çıkartmamız gerekiyor. Bir; her arkadaşımız doğruları uygulamakla yükümlüdür. Eski yaptığını tekrarlamakla değil. Madem burada eğitime katıldı, tartışma yürüttü, bu dönemin bilincini edindi, savaşta hatalarla, doğruları, yanlışları gördü o halde savaşta doğruların uygulayıcısı olmak, doğruların yürütücüsü olmak, bundan sonra hata yapan değil, doğru uygulayan ve başaran olmak durumunda. Tabii bu birincil görev ama sadece bu değil. Sadece başarıyı kendimizde sınırlı tutarsak, başarıyı yaratacak doğruları kendi uygulamalarımızla sınırlandırırsak bu da doğru olmaz. Bencillik olur, bireycilik olur. Dikkat edelim bu çalışmayı bir iş bölümü olarak değerlendirdik. O halde burada bu eğitimi yürütmüş olmamız sadece kendi hata ve eksikliklerimizi gidermek, ya da kişisel olarak kendimizi başarı çizgisine çekmek için değildi. Başta gerilla olmak üzere aslında tüm halk direnişinin hata ve eksikliklerini bularak doğruları hangi yol ve yöntemle, nerede, nasıl hayata geçireceğimizi açığa çıkartmak içindi. Demek ki buradaki çalışma buradaki kişilerle sınırlı değildi; bütün hareket içindi, bütün halk direnişi içindi. O halde bu sonuçları harekete ve halka taşımak gerekiyor. Bütün savaşçı cephelerine, direniş alanlarına ulaştırmak gerekiyor. Eğer gerçekten amaca uygun hareket edeceksek, iş bölümünün gereğine göre davranacaksak kendimiz doğruları uyguladığımız gibi doğruları savaş alanlarına taşımak ve egemen kılmakla yükümlüyüz. Bunu yaptığımız ölçüde biz burada bulunmanın ve eğitim görmenin hakkını vermiş oluruz. O halde tüm arkadaşlarımızın bu yaz devresinde yürüttüğü tartışmalarla ortaya çıkartılmış olan gerçekleri savaş cephelerine taşıma, bütün savaş alanlarındaki yoldaşlara mal etme, bilinç olarak, ruh olarak, örgütlülük olarak, taktik olarak, tarz olarak bir düzeltici, değiştirici rol oynama görev ve sorumluluğu var. Tüm komuta ve savaşçı yapısıyla birlikte, tüm savaş cepheleri buradan çıkan sonuçlar temelinde kendisini yenilemeli, düzeltmeli, yeniden yapılandırmalı. Daha çok başarı kazanan, daha doğru bir savaş yürüten bir noktaya gelmeli. Hem kendisini bu temelde pratikleştirmeli hem de buradaki sonuçları doğru bir temelde, hızlı bir biçimde bütün alanlara ve arkadaşlara taşıyabilmeli.

Başarılı olabilmek doğruyu uygulamakla, doğru tarz ve taktik temelinde hareket etmekle mümkündür. Bunun önemli boyutu da tabii ki birlik, bütünlük halinde olmak, örgütlü hareket etmek demektir. Buradaki sonuçlar savaş güçlerine ve cephelerine mal edilirse başarı olur dedik. O halde nasıl mal edilecek? Nasıl burada dört ayda ortaya çıkardığımız sonuçları dört günde veya dört haftada tüm Kürdistan’daki savaş cephelerine, savaşan güçlere mal edeceğiz, özümseteceğiz? Bu da ayrı bir yaklaşım oluyor, ayrı bir ustalık istiyor. Bu konuda da çok dikkatli, duyarlı olmalı gerçekten de hata yapmamalıyız. Arkadaşlar sonuçları aktaralım derken hatalı yol-yöntem içine girmemeliler. Öyle olursa iş yapalım derken bozarlar. Sonuç alalım, çalışalım derken zarar verirler. O nedenle anlamak ve istemek iş yapmanın yarısı fakat diğer yarısı da bunu pratikte doğru yol ve yöntemle, üslupla, doğru tarzla, yeterli bir tempoyla yürütmektir. Bu bakımdan pratiğe yürürken dikkat edilmesi gereken hususlar var. Birincisi; tempo sorunu. Öyle bir dönemdeyiz ki, bireysel tutumlar, arayışlar, normal insani davranışlar gösterecek, bunun için zaman harcayacak, ayıracak durumda değiliz. Normal koşulların, normal dönemlerin gerektirdiği hareket tarzının içinde olmamalı arkadaşlar. Olağan üstü koşullardayız, o halde olağan üstü koşulların gereklerine göre hareket edeceğiz. Bu ne demektir? Bir dakikayı bile doğru değerlendirmek demektir. Bir saati bile doğru harcamak demektir. Zamanı mücadelenin, devrimci halk savaşı hamlesinin gereklerine, ihtiyacına göre kullanmak demektir. Eskisi gibi hareket etmek olmaz. Böyle hareket edilirse zaman mefhumu yok olur gider. Somut koşullara göre hareket etme denen gerçeklikten koparız. Çok dogmatik, ezberci, şekilci hale geliriz. Böyle olursak hiç bir şey kazanamayız. Demek ki içinde bulunduğuz dönemde böyle olmamak gerekiyor. Onun için de tempo çok önemli. 

Çok hızlandırılmış, tempo kazandırılmış mücadele içindeyiz. Yirmi dört saat gerillacılık, dedi Önder APO. Yirmi dört saat kendisi gerilla çizgisinde direniyor. Halk yirmi dört saat direniş içerisinde. Düşman rahat bırakıyor mu? Biraz televizyon ekranlarına bakanlar bu gerçeği rahatlıkla görebilirler. Gerilla yirmi dört saat savaş halinde. Öyle yapamayan kaybediyor zaten. O halde her saati, har anı iyi değerlendirmek, doğru kullanmak, yerinde kullanmak, savaşın gereklerine göre kullanmak lazım. Bunun dışındaki bir tutum, duruş kabul edilemez. Tabii ki alelacele, örgütsüz, plansız hareket edilmeli demiyorum ama örgütlü, planlı hareket edeceğiz diye gereksiz zaman harcamalarında, geri çekmelerden geri durmalıyız. Dahası normal koşullardaki gibi insani ihtiyacımızı karşılayalım türü yaklaşımlardan uzak durmalıyız. Burada görev aldık mı, artık onun sorumlusuyuz demektir. Yerimize ulaştık ulaşmadık hiçbir şey fark etmez. Ulaşmakla yükümlüsün. Ben ulaşmadım, onun için görev başarısızlıkla sonuçlandı demenin hiçbir anlamı yok. Kendini böyle kurtarmaya çalışmak devrimci bir duruş değildir. Mücadeleyi, örgütü, halkı, devrimi, süreci kurtarmak önemlidir. Kendisini devrimle birlikte, halkla birlikte kurtarıyorsa ona doğru bir kurtuluşçuluk diyebiliriz. O halde kendimizi savunmak yerine devrimin, mücadelenin gereklerini, ihtiyaçlarını görmek, savunmak, ona göre hareket etmek şart. Onun için de arkadaşlarımız zamanı iyi kullanacaklar. Örgütlü, doğru bir tarzda hareket edecekler. Bir dakika bile gecikmeden üzerlerine aldıkları görev sahalarına ulaşmayı ve oraya ulaşmanın sorumluğunun gereğini başarıyla yürütmeyi esas alacaklar. Birinci şart bu.

İkincisi; üslup sorunu, tarz sorunu. Yani okuldaki sonuçları savaş güçlerine ve alanlarına taşıyalım derken bunu doğru bir tarz ve üslupla yapmak kesinlikle gerekli. Burada doğru üslup ve tarz nedir? Savaş alanında var olan gerçekliği somut bir biçimde görebilmektir. Kendine göre yorumlamamak, yanılgılı yaklaşım içinde olmamak. Her şeyden önce ciddiyetle yaklaşmak, dikkate almak, değer biçmektir. Evet, biz burada kendimize göre bol bol eleştirdik. Ne kadar hakkımız vardı, yoktu ayrı bir konu ama yaptık. Doğruyu bulup başarının yaratıcısı olacağız diye bunu yaptık. Ama biz bunu yaparken arkadaşlarımız savaş cephesinde yirmi dört saat soğuk-sıcak, yağmur-kar, çamur demediler, kan-ter içerisinde savaş yürüttüler. Buna saygılı olacağız, değer biçeceğiz, doğru anlayacağız. Bir hatayı görmek, yanlışı görmek, eleştirmek, düzeltmek istemek ayrı; bir çabayı, mücadeleyi hem de kahramanlık çizgisinde yürüyen bir mücadeleyi ret etmek, inkâr etmek, değerini küçültmek ve kendine göre ele almak apayrı bir şey. Bunları asla bir birine karıştırmacağız. Birincisini doğru bir üslupla yaparken tabii ki kahramanca mücadeleyi esas alacağız, sahip çıkacağız, saygıyla yaklaşacağız. Onu yaptığımız oranda doğruyu, başarıyı getireni egemen kılacağımızı bileceğiz. Onun için de her arkadaş üslubuna, tarzına dikkat edecek. Ne görev üslenirse üslensin, nereye giderse gitsin hiçbir şeyi kendisiyle başlatmayacak. Doğru benim demeyecek. Sanki her şeyi kendisi yaratıyormuş gibi yaklaşmayacak. Benim dediğim olacak, demeyecek. Oradaki olana bakacak, saygıyla yaklaşacak, dikkat edecek, değer biçecek, ciddiye alacak, önemseyecek. Böyle yaparsa kendisini dinletebilir, kendisi de doğruyu görebilir. Böyle yapan somutu çözümleyebilir, orada var olanlar tarafından da kabul görebilir. Değişiklik yapmak, düzeltme yapmak istiyorsak ancak böyle yaklaştığımız ölçüde bu olabilir. Yani gittiğimiz yerde arkadaşlarımızı ciddiye aldığımız, saygılı yaklaştığımız oranda onların da bizi ciddiye alıp, dikkatle dinleyeceğini bilelim. 

Başarılı olmadığımız, etkili olmadığımız zaman şu ya da bu biçimde suçlama yapmak doğru değil. Başarısızlığın izahı olmaz, gerekçesi olmaz. Kendimizi bu çizgiden çıkartacağız. Bu konuda öyle şeyler var ki, söylemesi ayıp ama deşifre etmemiz lazım. Başta başarıya inancı yok, nasıl olsa başarısız olacak diyor ve başlamadan, başarısızlığa hangi gerekçeyi bulacak, onu da defterinin üst köşesine yazıyor, ondan sonra pratiğe gidiyor. Böyle pratikte başarı mı olur. Parti karşısında, mücadele karşısında böyle mi durulur? Olmaz, bunlar sapma. Burada çok ağır bir bireycilik ve bencillik var. Mücadeleyi, halkı, değerleri ret etme var. Bunlar olmaz. Bundan kendimizi kurtaracağız. Şunu bileceğiz: Başarısızlığın gerekçesi olmaz. Kimse dinlemez, tarih kabul etmez. Ben şundan dolayı başarısız oldum diyemez. Bunu kimseye kabul ettiremez. Çünkü varlık gerekçesi, başarısızlığı yaratmak ve izah etmek değil, başarıyı kazanmak içindir. Ne kadar başardın o kadar iz bıraktın. Ne kadar başardın o kadar konuşma hakkın var, seni dinlerler. Bunu bir kere adımız gibi bileceğiz. O bakımdan da olumsuzlukları, başarısızlıkları gerekçelendiren değil de, bütün başarısızlıkları bertaraf ederek, başarıyı, zaferi yaratan pratiğin sahibi olmamız gerekir. Bunu yapabilmek için de tabii ki birbirimiz dinlememiz, anlamamız, örgütlenmemiz, en yüksek düzeyde örgütlü ve birlik halinde hareket etmemiz şart.


Pratiğe girişte iki temel tarz hatası oluyor. Bir tanesi; rolsüz, amaçsız kalmak. Yani hatalar, yanlışlar doğrular arasında kaybolup gitmek. Yani ideolojik-örgütsel mücadeleden, öncülük etmekten, buradaki sonuçları taşırmaktan uzak durmak. Buna liberal yaklaşım diyoruz. Yanlış olan bu duruma düşülmemeli. İkincisi de; sert, sekter yaklaşım oluyor. Sekter yaklaşım nedir? Doğruyu sadece kendisi sanan, her şeyi kendinden başlatmak isteyen, kendini üsten gören, müdahale olarak tanımlayan, akademiden geliyorum, yönetim görev verdi, doğrular bunlardır diyerek orada var olanı elinin tersiyle itip sadece kendisini uygulama yaklaşımıdır. Bu da en az birinci yaklaşım kadar zararlı, tehlikeli. Niye? Çünkü karşıdakini yok ediyor. Ortadan kaldırıyor. Kendi başına kalıyor. Yani kendi başımızla, sadece kendi gücümüzle, yaklaşımımızla biz sonuç alamayız. Ne kadar çok doğruları bir birimize anlatır, bu temelde örgütlenir,  birleşirsek o kadar başarılı oluruz. O bakımdan arkadaşlarımız tarz bakımından, üslup bakımından da bu iki hatalı yaklaşıma kesinlikle düşmemeliler. Hem büyük bir iddiayla, bilinçle, karalılıkla gidecekler, rol oynayacaklar, gerekli düzeltmeyi, değişimi uygun yöntemle belli bir plan dahilinde gerçekleştirmeyi esas alacaklar hem de bunu orada bulunan arkadaşlarla o zeminde yapacaklar. Hiçbir arkadaşı bunun dışına itmeyecekler, dışlamayacaklar. Kendilerini tek doğru hakim olarak kılmaya çalışmayacaklar. Orayı da dikkate alacaklar,  ciddiye alacaklar, değerlendirecekler. Kendileri orayı dinleyecekler. Bu temelde kendilerini dinleyen ortamı sağlayacaklar. Böylece pratikte ortaya çıkan sonuçlarla, okuldaki eğitimin sonuçlarını en üst düzeyde teorik, pratik birliğe ulaştırarak bir düzeltme, yenilenme geliştirme hamlesi yapılacaktır. 

Bu tür yanlışlıklara düşmeme temelinde doğruları parti çizgisinde, gerilla ölçülerinde pratikleştirmek çok önemli. Başarı, zafer buraya bağlı. Güvenlik, düşman saldırılarını boşa çıkartma buraya bağlı. Gerçekten de büyük fırsatlar ve imkanlar var. Bunları tarz, üslup hatası nedeniyle doğru kullanamıyor, kaybediyoruz. Başarıya dönüştüremiyoruz, dahası zarar görüyoruz. Olmadık kayıplar veriyoruz. Artık buna ne çizginin, ne örgütün, ne halkın tahammülü var. Mevcut HPG’nin kendini bu temellerde değerlendirmesi ve düzeltmesi şart. Değerlendirmez ve düzeltmese bu duruma müdahale ederler. Bundan sadece düşman müdahale edip yararlanmaz; dostlar da müdahale eder, demokratik çevreler de eder, halk eder, Önderlik eder. Yanlışın ilelebet sürüp gitmesine, kimse uzun süre müsamaha göstermez, görmezden gelmez. Kayıpların düşmandan kaynaklanan, düşmanın teknik geliştirmesinden kaynaklanan boyutları var ama bu yüzde yirmi bile değil. Yüzde seksen bizim hatalarımızdan kaynaklanan boyutları var. İyi örgütlenemiyoruz, iyi gerillacı olamıyoruz. Bazı yerlerde örgütsel birlikte ve birbirini tamamlamada, birbirine güç vermede eksiklikler yaşanıyor. Bunun da kayıpların yaşanmasında etkisi var. Anlaşılıyor ki düşmanın baskısı psikolojimizde, ruhumuzda, davranışlarımız üzerinde etkisini gösteriyor. O zaman bunu anlamalıyız ama mücadele de etmeliyiz. Nedir buna karşı mücadele? Bunun bir düşman etkisinin olduğunu bilerek ona karşı kendi içimizde, çevremizde ideolojik-örgütsel mücadele vermek, sınıf-cins mücadelesi yürütmek, kendimizi hep doğru tutum, doğru ruh, doğru duygu, doğru davranış içinde tutmak ve çevremizi de mümkün olduğu kadar buna çekmek. Devrimciliğin temel görevi bu. Devrimcilikte bu dönemde başarı elde etmenin temel şartı bu. Bunu yapanlar başarılı olurlar.


O halde bu konularda çok çok dikkat edeceğiz. Üslup, tarz konusunu öyle basit ele almayacağız. Bunlardan dolayı kaybediyoruz. Doğru dürüst örgütlenememekten, gücümüzü birleştirememekten dolayı, doğru tarz tutturamıyoruz. Doğru mevzilenemiyoruz,  düşmanı takip edemiyoruz. İmkân ve fırsatları değerlendirecek yeterli saldırıyı yürütemiyoruz. Sonuçta başarımız azalıyor, hatta darbeler yiyoruz. Bunun öyle kabul edilir yanı yoktur. Kendini eğitmeyen, örgütlemeyen, örgüt gücüne dayanmayan herkes düşman saldırısı karşısında kaybeder. Bunu her türlü komuta düzeyi iyi bilmeli. Arkadaşlar pratik içindeler, bu gerçeği daha iyi görebilirler. Niye görmüyorlar, insan hayret ediyor. Görmüyorlar, söyleneni dinlemiyorlar, pratik olumsuz oluyor umursamıyorlar. Dünya öyle değil, toplum öyle değil, halk öyle değil. Herkes umursuyor. O bakımdan da düzeltme şart. Düzeltme olmazsa, doğruya çekilmezse, başarı çizgisine çekilmezse gerilla savaşı zorluklarla karşılaşır. Bu durumda gerilla öncü olmaktan çıkar, rolsüz olur. Gerilla kendini bu duruma düşürmemelidir.
Buradaki sonuçları pratiğe doğru aktarmanın temel şartları da bunlar. Görev nedir üzerinde durmaya gerek yok. Biz bunları hep tartıştık, değerlendirdik. Arkadaşlar geldiler, çeşitli düzeylerde hep toplantı yaptık, tartışma yürüttük, yönetimimiz toplantılar yaptı. Şunları net görüyoruz: Mevcut durumda hala devrimci halk savaşını başarıyla geliştirmenin dış ve iç koşulları fazlasıyla var. İnisiyatif bizde. Ortamın fırsat ve imkânları bizden yana. Dış koşullar da iç koşullar da sömürgeci faşist rejimi tarihinin en zayıf noktasına getirmiş durumda. İşte Suriye’deki savaş, sonuçları gün gibi ortada. Ne küresel güçlerin bunun ötesine geçen bir müdahalede bulunma imkânları var ne de bölgesel güçler daha fazla etkide bulunabiliyorlar. Hiçbir güç çözümleyici ve sonuç alıcı olamıyor. Hem çatışmalar devam ediyor hem de sonuçsuzdur. Bu sonuçsuzluk sürece yayılmış bulunuyor. En azından bu yılsonuna, hatta bahara kadar bu durumun devam edeceği netçe görülüyor. 

Türkiye’deki durum, AKP hükümetinin durumu; yargıyla, orduyla, muhalefetle, demokratik güçlerle çelişki ve çatışmalıdır. Yani iktidarı en zayıf konuma getirmiş durumda. İlk defa AKP’nin maskesi bu kadar düştü, oyunları bozuldu. AKP’nin faşist şoven milliyetçi gerçeği açığa çıkartıldı. İlk defa insanlar AKP’yi ciddi düzeyde sorgular hale geldiler. AKP’den beklentili olma aşılmaya başlandı. Bütün bunlar tabii ki çok önemli gelişmeler ve hepsi bu dönemde yürütülen mücadeleyle ortaya çıktı. AKP gerçekten de zordadır. Arkadaşlar Tayyip Erdoğan’ın durumunu görüyorlar. Dünyanın dört bir tarafını dolaşıyor, herkese el açıyor. Dünyada gitmediğimiz yer yok, diyor, teröre karşı mücadele içini diyor. Tüm enerjilerini harcıyorlar, ellerindeki bütün imkânlarını pazarlıyorlar. Ama ciddi sonuç alacak bir şey ellerine geçmiyor. Dışarıda böyle, içerde böyle. Gelin AKP, CHP, MHP birleşelim diye meclis başkanından tut hepsi çaba harcıyor, birleşemiyorlar. Orduyu ele geçirmeye çalıştılar, tutuklamalar yapıldı, şimdi tutuklamalar mı yanlıştı, ordunun iradesi mi kırıldı diye tartışıyorlar. Erdoğan uzlaştığı kesimlerle orduyu etkin kılmaya çalışıyor; orduyla arayı düzeltmeye çalışıyor. Artık ordunun savunucusu haline gelmiş. Yani herkesten yardım dileniyor Tayyip Erdoğan. Kimin bir çözümü varsa, gelsin bize söylesin birlikte yapalım, diyor. O noktaya gelmiş. Hani sen iktidardın, öncüydün, her şeyi ben bilirim diyordun. Her şeyin yapıcısı benim diyordun, nerede kaldı? Dikkat edilirse artık bu iddiada değildir. O irade yok, o bilinç yok. Tam bir çıkmaz var, çözümsüzlük var. Böyle bir ortamda bütün marifeti halkı kandırarak nasıl oylarını alırım, nasıl seçimlerde yeniden iktidara gelirim üzerinde yoğunlaşmaktır. İşi gücü toplum üzerinde psikolojik harekat yürütmektir. Bütün işleri kendisini iktidarda tutmak için yapıyor. Bu çok açık bir durum. O halde AKP hükümeti en zayıf durumu yaşıyor. Öyle hamle yapma gücü kalmamış. Daralmış, kendini koruyamaz duruma düşmüş.

Dolayısıyla demokratik özerklik hamlesini çok güçlü biçimde geliştirmenin koşulları bulunmaktadır. Kuzeydeki ortam buna elverişli olduğu gibi, bölgesel durum da buna imkan vermektedir. Artık baskıcı güçlerin baskıyı daha da arttırarak ayakla kalma şansları kalmamıştır. Batı Kürdistan’daki gelişmeler de tüm Kürdistan’da özgürlük devrimini geliştirmek için büyük imkan ve fırsat sunuyor. Tarihin “yürü ya kulum” demesine benziyor Rojava’daki gelişmelere dayalı tarihin Kürt halkına sözü böyledir. Irak’taki, Güney’deki durum ortada. Güneylilerin bu ortamda bize saldırmaları en fazla da onlara kaybettirir. İran’ın da durumu ortada, Rojhilat’ın da durumu ortada. Bu güçler de kendilerini korumak için daha dikkatli davranmak durumunda kalıyorlar. Bu durumdan çıkıp öyle sağa-sola saldıracak, bizi daraltacak pozisyonda değiller. Tüm bu gerçekler hem Kürdistan parçaları, hem çevre alanlar devrimci halk savaşı hamlesini güçlü biçimde geliştirmek için büyük imkân ve fırsat sunuyor. Tarihi bir fırsatla yüz yüzeyiz. Devrimci hamle yapma fırsatı. Önder APO’nun devrim yapmak, devrimden korkmamak kastı buydu. Yani ortaya çıkan fırsatların değerlendirilmesini istiyordu. Bu bakımdan görevimiz nedir, dendiğinde insan çok fazla değerlendirmeden şunu söylüyor: Bu tarihsel fırsatı ve imkanı değerlendirmek, devrime kanalize etmek. Devrimin zaferi için bunları değerlendirmek. 

İkincisi, Önderlik, halk direnişine yanıt olmak, cevap olmak. Onları sonuca götürecek, zafere taşıyacak örgütlü bir öncülü haline gelmek. Bütün bunlar bizi tek bir şeyde odaklaştırıyor: Devrimci halk savaşını zafer çizgisinde geliştirmek. Bu temelde özgürlük devrimini Kuzey’de, Batı’da derinleştirerek zafere taşımak, adım adım zafere götürmek. Bunun gerisinde bir hedef olamaz. 

Günümüzde başarı bunları gerçekleştirme anlamına geliyor. Bunları gerçekleştirebilmek için de tabii büyük bir savaş vermek, devrimci halk savaşının gerçekten de son derece doğru bir tarzla, yaratıcı bir tarzla ve zengin bir taktik yaklaşımla hayata geçirmek gerekiyor. Bu çerçevede savaşmak, bunun savaşçısı olmak, böyle bir savaşı düşüncede ve pratikte gerçekleştiren, öncülük eden komutan haline gelmek, dönemin başaran görevlisi olmak bu düzeye çıkmayı, bu düzeyde kendini pratikleştirmeyi gerektiriyor. Mevcut durumda pratik görev vermemiz ve onu onaylamamız bu çerçevededir. Bunu yaptıkları ölçüde verdikleri yemine uygun davranacaklar, aldıkları diplomanın hakkını vereceklerdir. Bunun dışında bir ölçü tanımıyoruz. Kimse demesin ki ben okudum, öğrendim, hak ettim aldım. Öyle bir şey yok. Hak değil, görev üslenilmiştir. Onların hepsi görev belgesiydi, görevin çerçevesi ve niteliği de böyledir. Bunun gerisinde bir ölçü yok. Kimse kendine göre bir ölçü yaratmamalı.

Bu çerçevede bir direniş yürütüyoruz. Öyle kararsız, plansız yürüyen bir mücadele, savaş değil. Bu kadar tarihi kritik, Kürt halkının geleceğiyle, varlığıyla bağlı, bölge halklarının, insanlığın özgür ve demokratik yaşama ulaşmasına bağlı bir mücadele yürütüyoruz. Elbette ki bunun bilimsel temellerde yürütüldüğü, stratejik ve taktik planlamalara dahil olduğu bir gerçek. Bu bakımdan da rast gele, kendiliğinden, arkadaşlarımızın çok da dile getirdikleri gibi bireylerin isteklerine göre yürümediği, devrimci halk savaşının gereklerine göre strateji ve taktik biliminin esaslarına göre yürüdüğü, belli plan dahilinde yürütüldüğü tartışma götürmüyor. İster anlayalım ister anlamayalım, ama yönetimimiz bu işleri karar ve planlar temelinde yürütüyor. Yürütemediğini yeniden ele alıyor ama hiç kimse kararsız, plansız, rastgele bu işlerin böyle yapıldığını söyleyemez, öyle sanamaz. O bakımdan bundan önceki dönemlerin de belli planlar dahilinde yürütüldüğü gibi 2012 yılının da bir savaş planlaması var. Hamleden söz ediyoruz. Bu hamle belli bir planlamaya ve o planlama dahilinde belli bir iş bölümüne, güç mevzilendirilmesine dayalıdır. Bunun güz dönemi hamlesi de bu çerçevede yürüyor. Yani yönetimimizin bir planlaması var, savaş anlayışı var, kararlaşması var. Buna göre güçler mevzilendirme ve seferber etme çabasındadır. Yönetim olmuş, yetki verilmiş, yapmak ve başarmakla yükümlü, başarmazsa hesap verecek. Dolayısıyla mademki yönetim seçmişiz, al bu işleri başarıyla yap demişiz,  o halde işleri nasıl yaptığına bakmak, onun iş yapışına destek vermek, katılmak zorundayız. Siz yönetimsiniz, alın yapın, sorumluluk sizdedir ama ben de kendime göreyim, kendi istediğimi yaparım,  sizin dediğinizi yapmam denilemez. O zaman sen bizden değilsin der, biz seninle çalışamazsın der. 

Mevcut eğitimi, yaz dönemi eğitim devrelerini güz hamlesine katkı sunsunlar diye örgütledik, yürüttük. Şimdi de bu temelde görevlendirmek, düzenlemek istiyoruz. Sıradan bir düzenleme değil. Gelecek yıla hazırlık değildir, bu yıl savaşmak üzere,  güzün ve kışın savaşmak ve savaşta ulaşmamız gereken sonuçları elde etmek üzere bir görev düzenlemesi yapmak istiyoruz. Bizim yaklaşımımız böyle. Buna hazır olan arkadaşlar katılabilir, olmayanlar biz hazır değiliz diyebilir. Ne hazır, ne hazır değil, hem hazır hem hazır değil olmaz. Muğlâklık yok, net olacağız.

Medya Savunma Alanları’ndan, Kürdistan’ı diğer parçalarından tutalım da Botan, Zagros, Dersim hattına, Orta Sahaya biçtiğimiz roller, görev ve sorumluluklar vardır. Bu esaslar üzerinde yazın belli bir hamle geliştirdik. Mevcut hamleyi güzün daha da ileriye götürüp mümkünse zafere taşımak istiyoruz. İşte Şemdinli hamlesi, Gever, Oramar hamlesi, Çukurca hamlesi, şimdi Beytüşşebap hamlesi. Bunlar sadece düşmanla vuruşulsun diye gerçekleşmiyor. Buralarda demokratik özerklik çözümü gerçekleşsin diye bu hamleler yapılıyor. Bu yönde ilerliyoruz. Durmak yok, yarıda kalmak yok. Tabii olmayacak, başaramayacağımız işe girmek de yok. Ama yürüttüğümüz mücadeleyle ortaya çıkartılan gelişmeleri kesintiye uğratmamak, imkan ve fırsatları doğru değerlendirerek mümkün olduğu oranda gidebildiği yerde sonuca götürmek hedefimizdir. Bizim bu güz-kış dönemine yaklaşımımız kesinlikle böyle, geri durmayacağız. Öyle geri çekilme olmayacağı gibi zayıf yaklaşmakta olmayacak. Ama serüvenci bir temelde de ilerleme olmayacak. Rastgele, ölçüsüz, plansız, kendi gücüne bakmadan, düşmanını değerlendirmeden de bir adım atmayacağız. Hayır, değerlendireceğiz, somuta bakacağız ama kendimizi zorlayacağız zafer için, başarı için. Çünkü bunun için mücadele ettik, bu kadar şahadeti bunun için yaşadık. Mümkün olduğu kadar zamanı ve fırsatı iyi değerlendireceğiz. 


Ben savaşa gitmek istiyorum, diyeni savaşın merkezi yerini gösteriyoruz. Gerçekten tutarlıysa, sözünde sadıksa savaş alanı ordadır. Fakat bu şu anlama gelmiyor: Bir yere dolmak, tek bir alanda olmak öyle değil. Kürdistan’ın dört bir parçasında bir mevzilenmemiz var. Her alanın bir rolü var. o rolün mutlaka oynanması gerekiyor ki merkez alanda sonuç alasın. Bu bakımdan birçok alanın eksikleri, ihtiyaçları var, onları telafi etme ihtiyacı da var. biz mevcut düzenlemeleri böyle bir anlayışla yaptık. Bunları dikkate alan bir görevlendirme, iş bölümü yaptık. Örgütün ihtiyaçları böyle oldu. Yani örgüt planlamasına göre düzenleme ihtiyaçları böyledir. Her arkadaşın kendine göre düzenlemeleri ayrı. Önderlik diyordu “hesap yapabilirsiniz ama hesaplarınız partinin hesaplarıyla çelişmemeli, dikkat etmelisiniz. “Onun için kişilere göre düzenleme değil, tabii örgüte ve planlamaya göre düzenleme esastır. Bunları platformla tartışalım, platformun kararı haline gelsin. İsteğimiz bu. Yönetim olarak bir sonuç ortaya çıkardık da yönetim talimatı olarak kalmasın. Bizzat okul talimatı, okul planlaması olsun, herkes doğrusu budur, desin. Hem kendisi doğru dediğini yapmaya çalışsın hem de diğer arkadaşların başarıyla yapmaları için gerekli denetim, görevini yerine getirsin. Ardından arkadaşların varsa bireysel önerilerini alacağız. Değişiklik öneriler, öneren olursa yani,  kendine ait olabilir, başka arkadaşlara ait olabilir. O önerileri tek tek tartışacağız ve platformun kararına dönüştüreceğiz. Önerileri olmasa da yine de karara dönüştüreceğiz. Böylece her arkadaşa emri iki taraftan vermiş olacağız; bir yönetimin emri, bir de platformun emri. Öyle yapalım ki işler doğru yürüsün, başarılı olsun. Bu tarzda daha çok sonuç alıcı oluruz. Bu temelde tüm arkadaşlara başarılar diliyoruz.

Duran Kalkan

Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi

www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net – www.lekolin.info