Özgürlük adeta evrenin amacıdır diyesim geliyor. Evren gerçekten özgürlük peşinde midir diye kendime sıkça sormuşumdur. Özgürlüğü sadece insan toplumunda derin bir arayış olarak söylemleştirmek bana hep eksik gelmiş; mutlaka evrenle ilgili bir yönü vardır diye düşünmüşümdür. Evrenin temel taşları olarak parçacık-enerji ikilemini düşündüğümüzde, enerjinin özgürlük demek olduğunu çekinmeden vurgularım. Maddi parçacığın ise, mahkûm haldeki enerji paketçiği olduğuna inanırım. Işık bir enerji halidir. Işığın ne kadar özgür bir akışkanlığa sahip olduğu inkâr edilebilir mi? Enerjinin en küçük parçacık hali olarak tanımlanan kuantaların, günümüzde neredeyse tüm çeşitliliği izah eden etken olarak anlamlandırılmasına da katılmak durumundayız. Evet, kuantumsal hareket tüm çeşitliliğin yaratıcı gücüdür. Acaba hep aranan Tanrı bu mudur demekten kendimi alıkoyamıyorum. Evren-üstünün tıpkı bir kuantum karakterinde olduğu söylenirken de yine heyecanlanır ve olabilir derim. Yine acaba dıştan Tanrı yaratıcılığı buna mı denir demekten kendimi alıkoyamıyorum.
Özgürlük konusunda bencil olmamak, insan indirgemeciliğine düşmemek bence önemlidir. Kafesteki hayvanın büyük özgürlük çırpınışı yadsınabilir mi? Bülbülün şakıması en değme senfoniyi geride bırakırken, bu gerçekliği özgürlük dışında hangi kavramla izah edebiliriz? Daha da ileri gidersek, evrenin tüm sesleri, renkleri özgürlüğü düşündürmüyor mu? İnsan toplumunun en derin ilk ve son köleleri olarak kadının tüm çırpınışları özgürlük arayışından başka hangi kavramla izah edilebilir? En derinlikli filozofların, örneğin Spinoza’nın, özgürlüğü cehaletten çıkış, anlam gücü olarak yorumlaması aynı kapıya çıkmıyor mu?
Sorunu sonsuz içeriği içinde boğmak istemiyorum. Ayrıca anadan doğma ‘mahkûmiyet’ halim olarak da söylemleştirmek istemiyorum. İspatı; Prometheus’un anısına birkaç cümle dışında, bir nevi özgürlük arayışı da olan şiir yazmayı hiç denemedim. Onun da imgesellik dışında bir anlamı olmadığı bilinmektedir. Fakat özgürlük anlamının korkunç takipçisi olduğum göz ardı edilebilir mi?
Toplumsal özgürlüğü sorunsallaştırırken, bu kısa girişimiz konunun derinliği konusunda uyarıcı kılmak içindir. Toplumun zekâ yoğunluğu en gelişkin doğa olarak tanımı, özgürlük çözümlemesi konusunda da aydınlatıcıdır. Zekânın yoğun alanları özgürlüğe hassas alanlardır. Herhangi bir toplum zekâ, kültür, akıl gücü olarak kendini ne kadar yoğunlaştırmışsa, o denli özgürlüğe yatkın kılmıştır demek yerinde bir söylemdir. Yine bir toplum kendini bu zekâ, akıl ve kültür değerlerinden ne kadar yoksun kılmışsa veya yoksun bıraktırılmışsa, o denli köleliği yaşamaktadır deyimlemesi de doğru bir söylemdir.
İbrani kabilesi konusunda yoğunlaşırken, aklıma hep iki temel özellikleri takılır. Birincisi, para konusundaki maharetleridir. Paranın hükümranlığını hep ellerinde bulundururlar. Bununla dünyayı kendilerine bağlayabileceklerini, hatta hükümleri altına alabileceklerini hem teorik hem pratik olarak yetkince bilmektedirler. Buna maddi dünya hükümranlığı da diyebiliriz. Bence daha önemli olan ikincisini, yani manevi hükümranlık sanatını daha iyi becermeleridir. Önce Yahudi peygamberleri, sonra yazarları, kapitalist modernitede ise her tür filozof, bilgin ve sanat adamları ve kadınlarıyla neredeyse tarihle yaşıt bir manevi kültürel hükümranlık kurmuşlardır. Dolayısıyla İbrani kabilesi kadar zengin ve özgür başka bir kabile yoktur demek son derece doğru bir tespittir. Çağımıza ilişkin birkaç örnek vermek bu gerçeği fazlasıyla doğrulayıcı olacaktır. Küresel ekonomiye hükmeden finans-kapitalin gerçek hükümdarlarının ezici çoğunluk gücü İbrani kökenlidir, yani Yahudi’dir. Çağdaş felsefenin çıkışında Spinoza, sosyolojide Marks, psikolojide Freud, fizik biliminde Einstein adından bahsetmek, yüzlerce sanatsal, bilimsel ve politik kuramcıyı da bunlara eklemek, Yahudi entelektüel gücü hakkında yeterince fikir verebilir. Yahudilerin entelektüel âlemdeki hükümranlıkları inkâr edilebilir mi?
Fakat madalyonun diğer yüzünde dünyanın öbürleri, ötekileri vardır. Bir tarafın maddi ve manevi zenginliği, gücü ve hükümranlığı, ötekilerin yoksulluğu, güçsüzlüğü ve sürülüğü pahasına gerçekleşir. Dolayısıyla Marks’ın proletarya için söylediği meşhur söz, yani “Proletarya kendini özgürleştirmek (başka deyişle kurtarmak) istiyorsa, tüm toplumu özgürleştirmekten başka çaresi yoktur” deyişi Yahudiler için de geçerlidir. Marks bu sözü sanki Yahudileri düşünerek söylemiş gibidir. Eğer Yahudiler özgürlüklerinden, yani zenginlik, zekâ ve anlam güçlerinden emin olmak istiyorlarsa, dünya toplumunu benzer biçimde zenginleştirmekten ve manevi olarak güçlendirmekten başka yolları yoktur. Yoksa başlarına her an yeni Hitler’ler peydahlanabilir. Bu anlamda Yahudi’nin kurtuluşu, yani özgürlüğü, ancak dünya toplumunun kurtuluşu ve özgürlüğüyle iç içe düşünüldüğünde mümkündür. İnsanlık için çok şey başarmış Yahudiler için en onurlu görevin bu olduğundan da kuşku duyulmasa gerekir. O halde ötekilerin yoksulluğu ve cehaleti üzerine kurulu zenginlik ve manevi itibarların gerçek bir özgürlük değeri taşımadığını korkunç Yahudi soykırımından da anlamak mümkündür. Özgürlüğün gerçek anlamı, biz-öteki ayrımını aşan ve herkesçe paylaşılabilen karakterde olmasıdır.
Merkezi uygarlık sistemini özgürlük sorunu temelinde değerlendirdiğimizde, giderek katmerleşen bir kölelikle yüklendiğini gözlemleriz. Kölelik üç boyutta da güçlü yaşatılır: İlkin ideolojik kölelik inşa edilir. Mitolojilerden korkutucu ve hükümran tanrılar inşa edilmesi, özellikle Sümer toplumunda çok çarpıcı ve anlaşılırdır. Zigguratın üst katı zihinlere hükmeden tanrı mekânı olarak düşünülür. Orta katlar rahiplerin politik yönetim karargâhlarıdır. En alt kat ise, her tür üretime koşturulan zanaatçı ve tarımcı çalışanların katı olarak hazırlanmıştır. Bu model günümüze kadar özde değişmemiş, sadece muazzam bir açılma-saçılma konumuna erişmiştir. Merkezi uygarlık sisteminin beş bin yıllık bu öyküsü gerçeğe en yakın tarih kurgusudur. Daha doğrusu, ampirik olarak gözlemlenen bir gerçekliktir. Zigguratı çözümlemek, merkezi uygarlık sistemini çözümlemektir; dolayısıyla günümüzün kapitalist dünya sistemini gerçek temeline oturtarak çözümlemektir. Sermaye ve iktidarın kümülâtif olarak sürekli gelişimi madalyonun bir yüzü iken, diğer yüzünde korkunç kölelik, açlık, yoksulluk ve sürüleşme vardır.
Özgürlük sorununun nasıl derinleştiğini daha iyi anlıyoruz. Merkezi uygarlığın sistematiği, toplumun giderek özgürlükten yoksunlaştırılmasını ve sürü toplum derekesine düşürülmesini sağlamadan kendini sürdüremez, varlığını koruyamaz. Sistemin mantığındaki çözüm, daha fazla sermaye ve iktidar aygıtları oluşturmaktır. Bu ise, daha fazla yoksullaşma ve sürüleşme demektir. Özgürlük sorununun bu denli çok büyümesi ve her çağın temel sorunu haline gelmesi, sistemin doğasındaki ikileminden ötürüdür. Yahudi kabilesinin örnek konumunu boşuna sunmadık. Son derece öğreticidir. Özgürlüğü de, köleliği de Yahudilik üzerinden okumak, bu nedenle çağlar boyunca öneminden hiçbir şey yitirmemiştir.
Paranın mı, bilincin mi daha çok özgürlük sağladığına ilişkin geleneksel tartışmayı da bu anlatım ışığında daha iyi kavrayabiliriz. Para bir sermaye birikim aracı olarak, yani artık-ürün ve değer gaspı olarak rol oynadıkça hep köleliğin aracı olacaktır. Sahibine bile hep katliamlar davet etmesi, paranın özgürlük için güvenilir bir araç olamayacağını gayet iyi açıklamaktadır. Para, enerjinin zıddı olan madde parçacığı rolündedir. Bilincin her zaman özgürlüğe daha yakın olduğu söylenebilir. Gerçeklik üzerine bilinç, her zaman özgürlüğe ufuk açar. Bilincin hep enerji akışkanlığı olarak tarifi de bu nedenledir.
Özgürlüğü evrendeki çoğullaşma, çeşitlenme, farklılaşma olarak tanımlamak toplumsal ahlak açıklamasında da kolaylık sağlar. Çoğullaşma, çeşitlenme ve farklılaşma, zımnen de olsa, bağrında hep zeki bir varlığın seçim yapma kabiliyetini düşündürür. Bitkileri çeşitliliğe yönelten bir zekânın mevcudiyetini bilimsel araştırmalar da doğrulamaktadır. Bir canlı hücresindeki oluşumları şimdiye dek hiçbir insan elinden çıkma fabrika eli sağlayamamıştır. Belki Hegel kadar evrensel zekâdan (Geist) bahsedemeyiz. Ama yine de evrende zekâya benzer bir varlıktan bahsetmek tümüyle saçmalık olarak yargılanamaz. Farklılaşmayı zekâ varlığı dışında başka bir anlatımla dile getiremeyiz. Çoğullaşma ve çeşitlenmenin hep özgürlüğü çağrıştırması, temellerindeki zekâ kıvılcımlarından ötürü olsa gerekir. İnsanı bilinebildiği kadarıyla evrenin en zeki varlığı olarak tanımlamak mümkündür. Peki, insan bu zekâsını nasıl edinmiştir? Bilimsel (fiziki, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik) olarak insanı evrensel tarihin özeti olarak da tanımlamıştım. Bu tarifte insan, evrensel zekânın birikimi olarak tanımlanmaktadır. Birçok felsefi ekolde insanın evrenin bir maketi olarak sunulması da bu nedenledir.
İnsan toplumundaki zekâ düzeyi ve esnekliği, toplumsal inşanın gerçek temelini teşkil etmektedir. Özgürlüğü bu anlamda toplumsal inşa gücü olarak da tanımlamak yerindedir. Buna ilk insan topluluklarından itibaren ahlaki tutum denildiğini biliyoruz. O halde toplumsal ahlak ancak özgürlükle mümkündür. Daha doğrusu, özgürlük ahlakın kaynağıdır. Ahlaka özgürlüğün katılaşmış hali, geleneği veya kuralı da diyebiliriz. Eğer ahlaki seçim özgürlük kaynaklıysa, özgürlüğün zekâyla, bilinç ve akılla bağı göz önüne getirildiğinde, ahlaka toplumun kolektif bilinci (vicdanı) demek de daha anlaşılır oluyor. Teorik ahlaka etik denilmesi de ancak bu çerçevede anlam ifade edebilir. Toplumun ahlaki temelleri dışında bir etikten bahsedemeyiz. Şüphesiz ahlakî deneyimlerden daha yetkin bir ahlak felsefesi, yani etiği çıkarılabilir. Ama yapay etik olamaz. E. Kant’ın bu konuda da çok çaba harcadığı bilinmektedir. Kant’ın pratik akla etik demesi anlaşılırdır. Aynı zamanda ahlakı bir özgürlük seçimi, imkânı olarak yorumlaması günümüz için de geçerliliğini koruyan bir görüştür.
Toplumsal politikayla özgürlük bağlantısı da görünür bir durumdur. Politik alan uzgören akılların en çok çarpışıp yoğunlaştıkları ve sonuç almaya çalıştıkları alandır. Bir anlamda katılan öznelerin kendilerini politik sanat aracılığıyla özgürleştirdikleri alan olarak tanımlamak da mümkündür. Toplumsal politika geliştirmeyen her toplumun, bunun karşılığının özgürlükten yoksunluk olarak kendisine döneceğini, bedelinin kendisine fatura edileceğini bilmesi gerekir. Politik sanatın yüceliği bu anlamda karşımıza çıkar. Politikasını geliştiremeyen her toplum (klan, kabile, kavim, ulus, sınıf, hatta devlet ve iktidar aygıtları) kaybetmeye mahkûmdur. Zaten politika geliştirememek demek, kendi vicdanını, hayati çıkarlarını ve öz kimliğini tanımamak demektir. Herhangi bir toplum için bundan daha ağır bir düşüş, kaybediş söz konusu olamaz. Özgürlük talebi bu tür toplumlar için ancak öz çıkar, kimlik ve kolektif vicdanları için ayağa kalktıklarında, diğer bir deyişle politik mücadeleye atıldıklarında söz konusu olabilir. Politikasız özgürlük istemleri vahim bir yanılgıdır.
Politikayla özgürlük arasındaki ilişkinin çarpıtılmaması açısından, iktidar ve devlet politikaları (Aslında politikasızlık demek daha doğrudur) ile aralarındaki farkın özenle çizilmesi gerekir. İktidar ve devlet aygıtlarının işleri için strateji ve taktikleri olabilir, ama gerçek anlamda politikaları olmaz. Zaten iktidar ve devletin kendileri toplumsal politikanın inkârının sağlandığı aşamada vücut bulurlar. Politikanın bittiği yerde iktidar ve devlet yapıları işbaşında olur. İktidar ve devlet politik sözün, dolayısıyla özgürlüğün bittiği yerdir. Orada sadece idare etme, söz dinleme, buyruk alma ve verme söz konusudur; kanun, tüzük vardır. Donmuş bir akıldır her iktidar ve devlet. Güçlerini de, güçsüzlüklerini de bu özelliklerinden alırlar. O halde devlet ve iktidar alanları özgürlüklerin arandığı, sağlandığı alanlar olamaz. Hegel’in devleti özgürlüğün sağlandığı gerçek alan olarak sunması, modernitenin tüm tahakkümcü görüş ve yapılanmalarının temelini oluşturur. Öyle ki, Hitler faşizmi bu görüşün nelere yol açabileceğini açıklayan örneklerin başında gelmektedir. Hatta Marks ve Engels’in öncülük ettikleri bilimsel sosyalizm anlayışında devlet ve iktidarın temel sosyalist inşa araçları olarak öngörülmeleri, farkında olmayarak özgürlüğe, dolayısıyla eşitliğe indirilmiş en vahim darbe olmuştur. ‘Ne kadar devlet, o kadar az özgürlük’ söylemini liberaller daha iyi fark etmişlerdir. Başarılarını da bu öngörülerine borçludurlar.
Tahakküm araçları olarak devlet ve iktidarlar, özleri gereği, zorla el konulmuş artık-ürün ve değerlerin, yani toplam sermayenin değişik bir türünden başka bir anlam ifade etmezler. Sermaye devletleştirir, devlet sermayeleştirir. Aynı husus her tür iktidar aygıtları için de geçerlidir. Toplumsal politik alan ne kadar özgürlük doğurucuysa, iktidar ve devlet alanları da o denli özgürlük yitirim alanlarıdır. Belki iktidar ve devlet yapıları birçok kişi, grup ve ulusu daha çok zenginleştirip özgürleştirebilir. Ama Yahudi örneğinde gördük ki, bu ancak öteki toplumların yoksulluğu ve köleliği pahasına mümkündür; bunun sonu da soykırımdan savaşlara kadar her tür yıkımdır. Kapitalist dünya sisteminde politika en büyük kaybını yaşamıştır. Tarih boyunca merkezi uygarlık sisteminin zirve yaptığı bu aşamada, politikanın gerçek ölümünden bahsetmek mümkündür. Dolayısıyla hiçbir çağla kıyaslanamayacak ölçülerde günümüz çağında politik tükeniş yaşanmaktadır. Nasıl bir özgürlük alanı olarak ahlaki tükeniş günümüzün bir fenomeni ise, ondan daha fazla olarak politika alanının tükenişi söz konusudur. Dolayısıyla özgürlük istiyorsak, en başta toplumun kolektif vicdanı olan ahlakı ve ortak akıl olarak politikayı tüm yönleriyle ve entelektüel gücümüzle yeniden ayağa kaldırıp işlevsel kılmaktan başka çaremiz yok gibidir.
Özgürlük ve demokrasi arasındaki ilişkiler daha da karmaşıktır. Hangisinin hangisinden kaynaklandığı sürekli tartışmalıdır. Fakat her iki ilişki yoğunluğunun da birbirini beslediğini rahatlıkla belirtebiliriz. Toplumsal politikayı özgürlükle bağlantılı düşündüğümüz kadar, demokrasiyle de bağlantılandırabiliriz. Toplumsal politikanın en somut hali demokratik siyasettir. Dolayısıyla demokratik siyaset özgürleşmenin gerçek sanatı olarak da tanımlanabilir. Demokratik siyaset yürütmeden, genelde toplumun, özelde de her halkın ve topluluğun ne politikleşmesi ne de politik yoldan özgürleşmesi mümkündür. Demokratik siyaset özgürlüğün öğrenildiği, yaşandığı gerçek okullarıdır. Politikanın işleri ne kadar demokratik özneler yaratırsa, demokratik siyaset de toplumu o denli politikleştirir, dolayısıyla özgürleştirir. Politikleşmeyi özgürleşmenin ana biçimi olarak kabul edersek, her toplumu politikleştirdikçe özgürleştirebileceğimizi, tersi olarak da toplumu özgürleştirdikçe daha fazla politikleştirdiğimizi bilmek durumundayız. Şüphesiz özgürlük ve politikayı besleyen, başta ideolojik kaynaklar olmak üzere, birçok toplumsal alan mevcuttur. Ama esasta birbirini doğurup besleyen temel iki kaynak, toplumsal politika ve özgürlüktür.
Eşitlikle özgürlük ilişkisi çoklukla karıştırılır. Hâlbuki en az demokrasiyle ilişkiler kadar, ikisi arasındaki ilişkiler de karmaşık ve problemlidir. Tam eşitliğin bazen özgürlüğün bedel vermesi karşılığında sağlandığını görürüz. İkisinin birlikte olamayacağı, birinden taviz vermenin gereği sıkça vurgulanır. Özgürlüğün de bazen bedel olarak eşitlikten taviz vermeyi gerekli kıldığı belirtilir.
İki kavramın, dolayısıyla fenomenin doğası arasındaki farkı açıklamak, sorunu doğru belirtmek için gereklidir. Eşitlik daha çok bir hukuk terimidir. Fert ve topluluklar arasında fark gözetmeksizin, aynı hak paylaşımını öngörür. Oysa farklılık, evrenin olduğu kadar toplumun da esaslı bir özelliğidir. Farklılık aynı türden hak paylaşımına kapalı bir kavramdır. Eşitlik ancak farklılıkları esas aldığında anlamlı olabilir. Sosyalist eşitlik anlayışının tutunamamasının en önemli nedeni, farklılığı hesaba katmamasıdır. Bu da sonunu getirmenin en önemli nedenlerinden biridir. Gerçek adalet ancak farklılıkları temel alan bir eşitlik anlayışı içinde gerçekleşebilir.
Özgürlüğün farklılaşma kavramına çok bağımlı olduğunu belirlediğimizde, ancak eşitliğin farklılaşmaya bağlanması halinde özgürlükle anlamlı bir bağı kurulabilir. Özgürlükle eşitliği bağdaştırmak, toplumsal politikanın temel hedeflerindendir.
Bireysel ve kolektif özgürlük kavramları arasındaki tartışmaya değinmeden geçemeyiz. Negatif ve pozitif özgürlük olarak da tanımlanmak istenen bu iki kategori arasındaki ilişkiyi açıklamak halen önemini korumaktadır. Bireysel özgürlüğü (negatif özgürlük) şahlandıran kapitalist modernite, şüphesiz bunu toplum kolektivitesinin büyük tahribatı pahasına gerçekleştirdi. Bireysel özgürlüğün günümüzde toplumsal politikayı en az iktidar olgusu kadar tükettiğini belirlemek büyük önem taşır. Bireyciliğin toplum yıkıcılığındaki, özellikle de ahlakın ve politikanın inkârındaki rolünü aydınlatmak, özgürlük tartışmalarının can alıcı sorunudur.
Bireycilikle atomize edilen toplumun hiçbir sermaye ve iktidar aygıtına karşı direnme takatinin kalmadığını söylediğimizde, toplumsal problemin kanserleşme riskini daha iyi anlayabiliriz. Liberal bireyciliğin toplumsal politika ve özgürlüğü tüketen temel kaynak olarak belirlenmesi, anlamlı bir çıkışa zemin sunabilir. Şüphesiz burada bireyselliği söz konusu etmiyoruz, bireyselliğin gerekli olduğunu tartışmıyoruz. Tartışılan, idealize edilerek toplumsal politika ve özgürlüğü tüketen ideolojik bireyciliktir, liberalizmdir.
Kolektif özgürlüğü zaten tartışmış bulunuyoruz. Asıl özgürlüğün bireysellik kadar her tür topluluğun (kabile, kavim, ulus, sınıf, meslek vb.) kimliğini belirlemek, çıkarlarını sağlamak ve güvenliğini savunmaktan geçtiğini, bu temellerde anlam bulabileceğini önemle belirtmeliyiz. Bu temellerde ancak bireysel ve kolektif özgürlükler uyumlulaştığında başarılı optimal bir özgür toplum düzeninden bahsedebiliriz. Liberalizmin bireycilik anlamında şahlandırdığı özgürlükle reel sosyalizmin kolektivizm adına şahlandırdığı özgürlük arasında, ne kadar zıt kutuplar olarak tanımlansalar da, sıkı bir benzerlik bulunduğu, 20. yüzyıl deneyiminden ötürü açığa çıkmış durumdadır. İkisi de liberalizmin seçenekleridir. Devletçilik ve özelleştirme oyunlarının nasıl aynı el tarafından uygulandığını gözlemlediğimizde, söylenmek istenen hususlar daha iyi anlaşılacaktır.
Demokratik toplumun bireysel özgürlüklerle kolektif özgürlükleri uyumlulaştırmada en elverişli zemin olduğu, 20. yüzyılın büyük yıkım getiren bireyci (vahşi liberalizm) ve kolektivist (firavun sosyalizmi) modellerinin denenmesinden sonra iyice açığa çıkmış bulunmaktadır. Demokratik toplumun bireysel ve kolektif özgürlükleri dengelemek kadar, farklılıkları esas alan eşitlik anlayışını gerçekleştirmede de en uygun toplumsal politik rejim olduğunu belirtmek mümkündür.
5- TOPLUMSAL AKLIN GÜCÜ
İnsan türündeki zekâ seviyesinin kendine özgü toplumsal süreçle bağı ve gücü kavranmadan, toplumla ilgili hiçbir soruna ilişkin çözüm olanakları layıkıyla değerlendirilemez. Tür olarak insan aşamasındaki zekâ seviyesinin potansiyel ölçümü, başlangıç itibariyle spekülatif bir konu olabilir; bu mümkün de olmayabilir. Ama çok farklı bir zekâyla karşı karşıya olduğumuz, insanlık tarihindeki savaş olgusunun günümüz koşullarında çevrenin tam bir yok etmenin eşiğine getirilmesiyle iyice açığa çıkmış bulunmaktadır. Sadece sınıf tahlilleriyle, ekonomik reçetelerle, politik tedbirlerle, iktidar ve devletin azami birikimleriyle ekolojik ve toplumsal yıkımların önüne geçilemeyeceği anlaşılmaktadır; hatta kanıtlanmış gibidir. Sorunun daha köklü ele alınmaya ihtiyacı olduğu açıktır.
5- TOPLUMSAL AKLIN GÜCÜ
İnsan türündeki zekâ seviyesinin kendine özgü toplumsal süreçle bağı ve gücü kavranmadan, toplumla ilgili hiçbir soruna ilişkin çözüm olanakları layıkıyla değerlendirilemez. Tür olarak insan aşamasındaki zekâ seviyesinin potansiyel ölçümü, başlangıç itibariyle spekülatif bir konu olabilir; bu mümkün de olmayabilir. Ama çok farklı bir zekâyla karşı karşıya olduğumuz, insanlık tarihindeki savaş olgusunun günümüz koşullarında çevrenin tam bir yok etmenin eşiğine getirilmesiyle iyice açığa çıkmış bulunmaktadır. Sadece sınıf tahlilleriyle, ekonomik reçetelerle, politik tedbirlerle, iktidar ve devletin azami birikimleriyle ekolojik ve toplumsal yıkımların önüne geçilemeyeceği anlaşılmaktadır; hatta kanıtlanmış gibidir. Sorunun daha köklü ele alınmaya ihtiyacı olduğu açıktır.
Aklın gücü üzerinde şüphesiz çağlar boyu sürekli durulmuştur. Çok yeni bir şey söylemiyorum. Aklın farklı bir tarafına dikkat çekmenin her zamankinden önemli hale geldiğini belirtmek istiyorum. Aklın toplumla bağı açıktır. Toplum gelişmeden aklın da gelişmeyeceği sıradan her tarih gözlemcisinin fark edebileceği bir husustur. Esas kavranması gereken, toplumsal varlığın hangi koşullarla akla meşruiyet tanıdığıdır. Kapitalist modernitenin, özellikle yakın dönem küresel finans-sermaye egemenliğinin, ‘simgesel akıl’ üzerinden korkunç kârlar sağlayarak yol açtığı çevre ve toplum yıkımının izahatı hiçbir toplumsal meşruiyet koşuluyla anlaşılamaz. Açıkçası ahlaklı, özgürlüklü ve politik toplumun hiçbir biçimi, ‘simgesel aklın’ vurgununu onaylamaz. Peki, toplumsal meşruiyet barajları nasıl ve kimler, hangi zihniyetler ve araçlar tarafından paramparça edildi?
Aklın yıkım gücü karşısında yapım, onarma ve sağlıklılaştırma rolü kimlere aittir? Bu rolü hangi zihniyet kuralları ve araçlarla gerçekleştirmekten sorumludurlar? Bu sorunlar hayatidir ve mutlaka cevaplarını isterler.
I. Wallerstein’ın kapitalist dünya-sistem adını verdiği düzenin ortaya çıkışı üzerinde büyük önemle durmasını çok önemsiyorum. Ayrıca Fernand Braudel’in konuyu adeta kılı kırk yararak çözümlemeye çalışmasını da çok ufuk açıcı buluyorum. Samir Amin’in konuyu özellikle Ortadoğu İslamî uygarlıklarının yıkımıyla bağlantılı olarak ele alan kapitalizm çözümlemelerinin de kısmen öğreticiliği vardır. Çok sayıda düşünür konuya hassasiyetle yaklaşmaktadır. Varılan ortak sonuçlar Avrupa’nın devlet geleneğinin zayıflığı, kilisenin çözülmesi, Cengiz Han’ın Moğollarının İslam uygarlığını tarumar etmesi etrafında dönmektedir. Kafesteki aslana benzetilen kapitalistik gelişme, bu koşullar altında kapının açık hale gelmesinden fırsat bularak, öncelikle Batı Avrupa’da hâkim olmuş; sonra sırasıyla tüm Avrupa’ya, Kuzey Amerika’ya ve günümüze doğru tüm dünyaya saldırısını başarıyla tamamlamıştır denilmektedir. Daha önce kafeste tutulan güç dünya hükümranlığına gelirken, önceki hükümranlar ise demir kafese alınmıştır. Toplumun Leviathan tarafından demir kafese tıkılması eğretileme olarak söylemleştirilmektedir. Max Weber’in ünlü deyimiyle kapitalist modernitenin, bürokrasisinin toplumu demir kafese alması söz konusu edilmektedir. Tüm ünlü sosyologların, çok açık olmasa da, biraz suçluluk psikolojisiyle, korkakça ve fısıldayarak dile getirmek istedikleri vahim toplumsal tablo böyle sunulmaktadır.
Şahsen soruna daha kapsamlı ve merkezi uygarlık sistemiyle bağlantılı olarak bakıyorum. Hatta biraz da simgesel-analitik aklın gelişim tarihiyle irtibatlandırılması gereğini düşünmekteyim. Analitik aklın merkezi uygarlık sisteminde attığı adım şüphesiz devsel niteliktedir. Ancak tüm uygarlık yapılanmaları benzer etkiyi ortaya çıkarırlar. Diğer önemli bir etkeni insan aklının simgesel özellik kazanarak analitik çözüm yeteneğine kavuşması olarak belirlemek, uygarlık etkeni kadar önem taşımaktadır. Çünkü kapıyı uygarlık etkenine açan analitik akıldır.
İnsana kadar tüm canlılar şaşmaz akıl ilkeleriyle çalışırlar. Doğal veya duygusal akıl da diyebileceğimiz bu akıl tarzı içgüdüselliğe yatkındır. Etkilenmeler çok ani tepki vermekle karakterize edilir. Bitki ve hayvanlardaki etki-tepki bu konuda çok öğreticidir. Üreme, korunma ve beslenmekten ibaret olan yaşamlarını içgüdüsel akılla çok öğrenilmiş tarzda yürütürler. Hata payı yok denecek kadar azdır. Ben konuyu cansız varlıklar alanına da taşırmaktan yanayım. Örneğin dünyamızın yerçekimini bir içgüdüsel akıl olarak düşünürsek (Ben böyle bir düşünce taşıyorum), her nesnesi, hatta zerresi onun itme ve çekme etkisini gücü oranında yaşar. Etkiden kaçış çok sınırlıdır. Ancak ışık gücünde kaçışlar mümkün olabilir. Evreni ilkesiz, başıboş sayan felsefeler bu anlamda bana pek doyurucu gelmez. Evrenin belli bir zekâyla hareket ettiğine dair görüş, üzerinde epeyce durmayı gerektirir.
İnsandaki zekânın tuhaflığı, bu evrensel zekâyı ihlal yeteneğidir. Belki ışık örneğiyle insan için bir üstünlük olarak da bu zekâ biçimi (analitik zekâ) yorumlanabilir. Ama evrenin akıl tarzının ezici ağırlığıyla çelişmesini nasıl çözümleyeceğiz? Belki ‘kaos teoremi’ konuya kısmen açıklık getirebilir. Bilindiği üzere, kaos teorisinde büyük düzensizlik içinde düzen aranır. Düzen kaossuz mümkün değildir. Bu yaklaşımdaki haklılık, doğruluk yönleri inkâr edilemez. Fakat burada da sorun, toplumsal kaosun (bunalım, kriz dahil) etkisi altında insan yaşamının ne kadar süre ve nasıl bir mekân içinde sürdürülebileceğidir. Çünkü toplumun kaotik süreçlere dayanma süresi ve mekânı sınırlıdır. Sürenin çok uzaması ve mekânın (ekolojik çevrenin) aşırı tahribi rahatlıkla toplumların sonunu getirebilir. Tarihte çok sayıda toplumun bu durumlara düştüğünü gözlemlemekteyiz. İnsanların neredeyse ilkel topluluklar halinde varlığını sürdürdükleri uzun süre boyunca (yaşamlarının yüzde 98’lik süresi) bu kaotik ortamda yaşadıklarını bilmekteyiz. Neolitik ve uygarlık düzenleri altında geçen yaşamın süresi toplam yüzde iki’nin altındadır. Özcesi, kaotik sürenin uzaması belki de tümüyle yaşamı sonlandırmaz. Fakat bu sefer tehlike daha farklıdır. Uygarlık öncesi kaotik süreçle sonrası arasında bariz bir fark vardır. Uygarlık çevreyi sadece insan toplumu için değil, tüm canlılar için tehlike sınırlarına çekmiştir. Daha da kötüsü, toplumların bağrındaki sermaye ve iktidar her saat kanser tarzı (aşırı kentleşme, orta sınıflaşma, işsizleşme, milliyetçileşme, cinsiyetleşme, önlenemeyen nüfus artışı) yayılmaktadır. Bu kanser tarzı büyümenin mevcut haliyle devamı bile, uygarlık öncesi klan dönemini mumla aratacaktır. Kanserle gelen kaotik süreç, yeni düzenlerden çok, toplumun ölümüyle de sonuçlanabilir. Abartılı bir yargıda bulunmuyoruz. Sorumluluk duyan insanlar, bilim insanları bu konuda her gün daha ağır yargılarda bulunuyorlar.
Denilebilir ki, toplumsal kanserolojik gelişmelerin analitik akılla ne ilişkisi vardır? O halde bu aklı biraz daha yakından tanıyalım. Simgesel akıl öncü bir rol oynamıştır. Bunun en açık görünümünü işaret dilinden (Bedensel hareketler ağırlıktadır) simgesel dile geçişte görüyoruz. Artık beden hareketleri yerine, üzerinde anlaşılmış bazı (işaret edilenlerle fiziki, biyolojik bir bağı olmayan) ses öbekleriyle anlamsal bağlar kurulabilmektedir. Örneğin, ‘göz’ü ele alalım: Ses öbeğinin gözle hiçbir fiziki bağı olmadığı halde, bu tanımda uzlaşan herkes, ‘göz’ sesinden ‘göz’ü aklında canlandırır. Simgesel dilin kuruluşu böyledir. Antropolojik çalışmalar bu dilin başlangıcını Doğu Afrika kökenli son göç dalgasını gerçekleştiren Homo Sapiens gruplarına bağlasalar da (yaklaşık 50–60 bin yıl önce), asıl patlamasını Ortadoğu coğrafyasında gerçekleştirdiğinde birleşmektedirler. Özellikle Semitik ve Aryen dil grupları bu tezi güçlendirmektedir.
Simgesel dil yapısının düşünce üzerinde muazzam bir etkisi olmuştur. Beden dilinden kurtulmak ve kelimelerle düşünmek, en büyük zihniyet devrimlerinden belki de ilkidir. Bu bir yandan insan türünün hayvanlar âleminden kopuşunu hızlandırırken, öte yandan toplumların simgesel dil kuruluşları etrafında kümelenmelerine büyük ivme kazandırır. Çünkü aynı ses düzenlerini konuşanlar, giderek hem daha farklı, hem de zekâ gücü kazanmış olarak birliklerini geliştirirler. Toplumları artık simgesel dilleri kimliklendirmektedir. Neolitik devrim bu dilin önemli katkısıyla gerçekleşmiştir. İşaret diliyle bu devrimsel aşamaya varılması zordur. Daha sonraları uygarlığa nasıl geçiş yapıldığı çokça işlendiği için tekrarlamayacağım. Fakat ‘Verimli Hilal’ denilen Zagros-Toros dağ sisteminin etekleri ve Mezopotamya ovalarının gelişmelerin ana beşiği rolünü oynadığını iyice bilmekte yarar vardır.
Anlatılanlar simgesel aklın olumlu etkisini ortaya koymaktadır. Sakıncasını ise, çevreden kopuşu başlatmasında görmek gerekir. Daha önceki toplumlar doğal çevre toplumlarıdır. Ana-yavru ilişkisinde olduğu gibi doğanın kucağındadırlar. Simgesel düşünce gücü bu tarz yaşam ihtiyacını zayıflatmıştır. Çünkü yeni toplum kendi yeni diliyle çevreyi adlandırmakta, dolayısıyla yeni kullanım yolunu da açmaktadır. Bitkiler ve hayvanlar âlemi üzerinde büyük bir hegemonyanın yoludur bu yeni yol. Simgesel dilden önceki düşünce tarzları hep duygusal akılla gerçekleştirilirdi. Duygusal aklın en temel özelliği, etki ve tepkisindeki vazgeçilmez öğe olarak duygularıyla düşünmesidir. İçtendir, yalansızdır, hileden uzaktır. Bir ananın çocuğuna içtenlik dışında yalancı ve hileli davrandığı kolay kolay gösterilemez. Bitkiler ve hayvanlar âlemindeki zihin de böyle çalışır. Aslan görününce, av hayvanlarındaki zihnin olduğu gibi duygularına yansımasını hep görürüz. İkisinde de hile yoktur. Ama insanın simgesel dilinde binbir hileli, yalanlı ve içten olmayan (duygusallık taşımayan) düşünce okumak mümkündür. Bu düşünce tarzının korkunç tehlikesi, asıl büyük tahribatını uygarlık sürecine geçişle gösterecektir.
Sermaye ve iktidar birikiminde simgesel dil vasıtasıyla gerçekleşen analitik düşünce belirleyici rol oynar. En başta bu düşüncenin yalana dayanan, hileli ve içten olmayan gücünü kullanarak, toplumu tutsak etmekte ve sömürmekte büyük yetenek kazanılmış olmaktadır. Bilindiği üzere, insan beynindeki ön sağ ve sol loblar bu iki zekâ konusunda işlevsellik kazanmışlardır. Analitik düşüncenin gerçekleştiği lob en son gelişen kısımdır. Bedenin geri kalan tüm bölümleri duygusal zekânın izini taşır. Analitik düşünce kısmının üstünlük kazanması, tüm bedenin izini taşıyan düşünce üzerinde etkili olmaktadır. Bu gelişme de giderek insanın tüm karakterini yeniden biçimlendirmektedir. Bu müthiş bir gelişmedir. Olumlu yönde kullanılması insan türü için dünyayı sürekli bir ‘bayram yerine’ çevirebilir. Olumsuz yönde çalıştırılırsa, ezici çoğunluk ve çevre canlıları için cehenneme de çevirebilir. Tıpkı nükleer güç gibidir. Bu enerjiyi çok iyi kontrol etmek kaydıyla toplumun hizmetinde kullanmak büyük yararlar sunar. Kontrol edilmediğinde ise, küçük bir Çernobil örneğinde (Ama daha korkuncu savaşta kullanılanıdır) ne tür sonuçlara yol açtığı bilinmektedir. Analitik akılda ben biraz kontrolsüz nükleer patlama tehlikesini görmekteyim. Tehlikenin de ötesinde, bizzat ve giderek yoğunlaşan biçimde toplumu ve çevreyi nükleer bombardımana tabi tuttuğu kanısındayım. Ayrı nükleer bombaya ihtiyaç olmadan da, dünya kapitalist sisteminin elindeki, emrindeki analitik akıl bombaları daha şimdiden toplumu ve çevreyi yaşanmaz durumun kıyısına taşımışlardır.
Şüphesiz simgesel dil ve analitik düşünce kendi başına olumsuzluk taşımazlar; sadece olumsuzluklara uygun koşul sunarlar. Asıl olumsuzluk zincirini başlatan, sermaye ve iktidar aygıtlarındaki gelişimdir. Uygarlık olarak kavramlaştırdığımız sermaye ve iktidar birikim sistemi, özündeki varlık nedeniyle yalancı ve hileli olmak ve duygusal zekâdan yoksunluğu taşımak durumundadır. Baskı ve sömürü aygıtları başkalarının besinleri ve güvenlikleri üzerine kuruludur. Bunların tepkisiz karşılanmayacağı, yaşamın doğası gereğidir. Sürdürülmesi ancak iki yoldan mümkündür: Ya ideolojinin meşruiyet sağlayıcı yumuşak gücüyle, ya da iktidarın çıplak zor gücüyle. Kontrolün çoğunlukla bu iki yoldan sağlandığı tarihsel bir gerçekliktir. Sermaye ve iktidar ancak hile, yalan ve zora başvurulduğunda geliştirilecek varlıklardır. Zihnin ana kısmı tam da bu aşamada buna uygun koşul sunmaktadır. Buna çarpıtılma ve saptırma etkisi de diyebiliriz.
Uygarlık tarihine bu paradigma ile bakıldığında sınıf, kent ve iktidar yoğunlaşmalarının muazzam bir analitik düşünce yapısı oluşturduğunu görürüz. Uygarlık süreçlerinde birkaç büyük durak vardır. Orijinal uygarlıklar olan Sümer ve Mısır toplumlarında M.Ö. 4000–3000 yıllarında başlayan uygarlık süreçleri, bugün bile büyüleyici etkilerini sürdüren büyük analitik zihniyet yapıları inşa etmişlerdir. Merkezi uygarlık tarihi boyunca geliştirilen tüm zihniyet yapılarının izlerini bu uygarlıklarda görmek mümkündür.
Matematikten biyolojiye, yazıdan felsefeye, dinden sanata kadar toplumsal etkinliklerin uygarlık damgasını taşıyan tüm örneklerini burada orijinal biçimde inşa edilmiş halleriyle görürüz. Greko-Romen aşaması bu inşa sürecini daha da zenginleştirmiş ve analitik yapısındaki akıllılığı ilerletebilmiştir. İslam Rönesans’ındaki kısa hamleden sonra vücut bulan Avrupa’nın Rönesans, Reform ve Aydınlanma süreçleri, analitik düşünceyi doruk noktasına taşımışlardır.
Tabii tüm bu tarihsel süreçlerde, başta Çin ve Hint uygarlıkları olmak üzere, diğer uygarlıkların katkıları da göz önünde tutulmalıdır. Beş bin yıllık uygarlık, mantığı itibariyle yaşamın diyalektiğinden kopmuş dev bir ur gibi büyüyen metafizik kalıplar yekûnu olarak da değerlendirilebilir. Mimarlıktan müziğe ve edebiyata, fizikten sosyolojiye, mitolojiden dine ve felsefeye kadar tüm sanat, felsefe, din ve bilim yapılarında sermaye ve iktidar birikimini devasa boyutlarda yansıtan gelişmeleri tarih diye okuyoruz. Korkunç talan seferleri olarak savaşlar bu uygarlığın zemin katıdır. Bu zemin üzerinde yükselen akıl, gerçeklik anlamında en büyük akılsızlıktır. İdeolojik hegemonyanın bir işlevi de aslında bu akılsızlığı, suç aklını, savaş aklını, hile ve yalan aklını, özcesi sermaye ve iktidar birikim aklını örtbas etmek, tersyüz edip göstermek, kutsallaştırmak, tanrısallaştırmaktır. Uygarlık tarihiyle iç içe gelişen tüm analitik düşünce kalıplarını, inanç ve sanatlarını yakından incelediğimizde, eleştiriye tabi tuttuğumuz bu gerçekleri tespit etmek zor olmayacaktır.
Kapitalist canavarın (Hobbes’un Leviathan’ı) kafesten nasıl çıktığını ancak bu tarihsel gerçeklerin ışığında yetkince anlamlandırabiliriz. Bu canavarın sadece 16. yüzyıldaki zaaflardan yararlanarak kafesten kaçışı gerçekleştirmemiş olduğunu önemle vurguluyorum.
Kadın örneğini konu açısından çözümleyerek bölümü noktalamak istiyorum. Şüphesiz feminist incelemeler yeni yeni gelişimlerle kadın gerçeğinin gün yüzüne çıkmasına önemli katkıda bulunuyorlar. Fakat o kanıdayım ki, bu çalışmalar büyük oranda erkek aklının egemenlik koşullarında yürütülmektedir. Ziyadesiyle reformisttir. Konuya tüm köktenliği içinde yaklaşım hayati önem taşımaktadır.
Biyolojik araştırmalar insan türünde kadının kök rolünü aydınlatmaktadır. Asıl gövdeden kopan kadın değil erkektir. Kadının duygusallığı, evrensel oluşum diyalektiğinden aşırı sapmamasından ileri gelmektedir. Özellikle uygarlık döneminde en alttaki konumunda bıraktırılması, bu yapısını günümüze kadar taşımasında etkilidir. Erkek akıl tarafından kadının duygu yüklü aklı hep ‘eksik’ olarak, kadının bizzat karakteri olarak yansıtılmak istenir. Erkek akıl, kadın üzerinde birkaç büyük operasyon yürütmüştür, yürütmektedir:
Birincisi, ilk ev kölesi haline getirilmesidir. Bu süreç korkunç sindirme, baskı, tecavüz, hakaret ve katliamlarla yüklüdür. Ona tanınan rol, mülklü düzene gerekli olduğu kadar ‘döl’ üretmektir. Hanedanlık ideolojisi bu döle çok bağlıdır. Kadın bu statü içinde mutlak mülktür. Yüzünü bile başkasına gösteremeyecek kadar sahibinin malı, namusudur.
İkincisi, seks aracıdır. Cinsellik tüm doğada üremeyle ilgilidir. Yaşamın devamı amaçlanmıştır. İnsan erkeğinde özellikle kadın tutsaklığıyla birlikte ve ağırlıklı olarak uygarlık sürecinde asıl rol sekse, cinsel arzunun patlamasına ve çarpıkça gelişimine tanınmıştır. Hayvanlarda çok sınırlı olan çiftleşme dönemleri (çoğunlukla yıllık), erkek insanda neredeyse yirmi dört saate çıkarılmak istenir. Kadın günümüze doğru seksin, cinsel iştah ve iktidarın sürekli üzerinde denendiği araçtır. Özel-genel ev ayrımları anlamını yitirmiştir. Her yer ve her kadın artık genel-özel ev ve kadın sayılır.
Üçüncüsü, ücretsiz, karşılıksız emekçidir. Tüm işlerin zoru kendisine yaptırılır. Karşılığı, biraz daha ‘eksik’ olmaya zorlanmadır. O kadar aşağılanmıştır ki, gerçekten erkeğe göre çok ‘eksik’ kaldığını kabul etmekte, erkek eline ve hâkimiyetine dört elle sarılabilmektedir.
Dördüncüsü, en ince metadır. Marks, para için ‘metaların kraliçesi’ der. Aslında bu rol daha çok kadınındır. Metaların gerçek kraliçesi kadındır. Kadının sunulmadığı hiçbir ilişki yoktur. Kadının kullanılmadığı hiçbir alan da yoktur. Bir farkla ki, her metanın kabul görmüş bir karşılığı varsa da, kadında bu karşılık da koca bir ‘aşk’ yüzsüzlüğünden tutalım, “Anaların emeği ödenmez” martavalına kadar koca bir saygısızlıktan ibarettir.
Uygarlığın canavarlaştırdığı erkek aklı (binbir hilenin, yalanın, savaş canavarlığının, ideolojik çarpıklığın, kısacası toplum ve çevresini yıkan aklın, teneke sesinden başka ses vermeyen analitik aklın) onsuz edemediği kadına bu muameleyi uygun gördükten sonra, insan toplumuna, çevresine neler yapmaz ki! Bu aklı durdurmak, ancak yıktığı toplumsal ahlak ve politikayı öncelikle yerli yerine koymakla mümkündür. Daha doğrusu, ancak bu temelde başlangıç yapılabilir. Yalnız analitik aklın aldığı boyutlardaki rolü nedeniyle, uygarlık sistemlerine karşı demokratik uygarlık sistemini geliştirmenin önemi bir kez daha tüm yakıcılığıyla önümüzde görev olarak durmaktadır. Akla büyük değer biçmek asıldır. Toplumsal akıl bir gerçektir. Toplumun kendisi aklın yoğunlaştığı alandır. Umutsuz olmanın hiçbir anlamı yoktur. Tüm kutsallıklardan akan bir ses daha vardır ki, “Biz size aklı verdik, yeter ki şer yolunda değil, hayır yolunda kullanın. O zaman size gerekli olan her şeyi edineceksiniz!” der. Bu sesi gerçekten almalı ve anlamalıyız. Toplumun sağduyusu da denilen vicdanın sesi, vazgeçilmez ahlaki sesi de bunu der. Toplumsal politika denen özgürlük sanatının duyulur kılınma gereğini yerine getirmek istediği ses de bunu der. Demokratik toplum çalışmaları bu sesin pratiğidir. Demokratik uygarlık sistemi bu sesin teorisidir.
Bundan sonraki bölümler, daha çok bu seslerin (analitik ve duygusal aklın el birliğinden çıkan sesler) somut kaynaklarına inmek ve gösterdikleri çözüm yollarına aydınlık getirmek amacında olacaktır.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi