10 Mayıs 2011 Salı

Dışta Borçla Içte Sadakayla AKP Iktidarinin Ekonomi Oyunu

Yeni_Özgür_Politika Ekonomi Profesörü İzzettin Önder, Türkiye ekonomisinin, ‘giderek azgınlaşan emperyalist dünyada dış dengesini borçla, iç siyaset dengesini de sadaka ekonomisi ve tarikat-cemaat ilişkisi ile sürdürme çabası içinde’ olduğu vurgusunda bulunarak, AKP Hükümeti’nin bu gidişatı sürdürmekte kararlı olduğunu söyledi.
Ekonomi Profesörü İzzettin Önder, Türkiye’de ekonominin „giderek azgınlaşan emperyalist dünyada dış dengesini borçla, iç siyaset dengesini de sadaka ekonomisi ve tarikat-cemaat ilişkisi ile sürdürme çabası içinde“ olduğu görüşünde. Önder, AKP’nin uyguladığı ekonomi politikalarından övünmesinin ise yersiz olduğunu ve ‘asıl olan’ı anlattı... Ekonomi profesörü İzzettin Önder ile Türkiye ekonomisini ve buna bağlı olarak ülkenin son yıllarda artış gösteren emekçiler aleyhine girişimlerini konuştuk...

IMF- Derviş karması
AKP Hükümeti’nin seçimlerle koalisyon hükümetinden devraldığı yönetimde, hiçbir değişiklik yapmadan, 2000 yılında IMF ve Kemal Derviş karması programını uyguladığını hatırlatarak söze başlayan Prof. Dr. İzzettin Önder, bu programın temel özelliğini ve ortaya çıkma gerekçesini ise, şöyle açıkladı: „Türkiye’nin borçlarını olabildiğince temizlemesi, ekonomisini dünya piyasa sistemine (daha doğrusu, emperyalistlerin dayattığı sisteme) eklemlemesi ve ‘Washington Uzlaşması’ (Washington Consensus) olarak bilinen neoliberal politikalara mutlak uyulması koşullarını içermesidir. Bu koşulların ortaya çıkış nedeni, emperyal sermayenin sıkışan kar oranları nedeniyle, kendisine yeni piyasa, kaynak ve kar alanı aramasıdır.“

Prof. Dr. Önder, çizdiği bu tablonun, „emperyalist küresel sermayenin tüm yeryüzünde emperyalist ağlarını sıkılaştırmak, dolayısıyla, insan ya da emek kesiminin sıkıştırılması’ anlamına geldiğini bildirdi.

Neoliberal politikalarla halk mağdur ediliyor
Ekonomi profesörü Önder, şöyle devam etti: „Buna ilaveten, finansal aşamaya geçmiş olan küresel sermaye, finansal alanda da kendisine yüksek getiri sağlayacak yeni piyasalar aramaktadır. Bir yandan sıkışan kar hadlerinden dolayı üretim maliyetlerinin baskılanması, diğer yandan finansal sermayenin beslenebilmesi için, katma değerin bir bölümünün finansal alana aktarılması gereği, emekçileri ve yoksul halkı sıkıştırmıştır. Küreselleşme adı altında yeryüzüne saçılan emperyalist sermayenin sömürücü vantuzlarının ulusal devletlere dayatmaları da Washington Uzlaşması’nda açıkça sayılmıştır. Uzlaşmanın temel hükümleri; ulusal ekonomilerin serbest dünya piyasasına açılması, ekonomik koruma önlemlerinin kaldırılması, devletlerin KİT vesair işletme tipleri ile üretimde bulunmaması, kamu hizmetlerinin özelleştirilerek veya hizmet satın alımı yöntemi ile özel sektöre yeni faaliyet ve kar alanları açılması, enflasyon denetim altına alınıp, serbest kur ve faiz politikası uygulaması ile finansal sermayeye avantajlı piyasalar oluşturulmasıdır.“

‘AKP uyguladı işsizler arttı’
Prof. Dr. Önder, yukarıda sözünü ettiği politikaların son koalisyon hükümeti tarafından kabul edildiğini ve büyük bir sadakatle uygulanmasının da AKP tarafından gerçekleştirildiğine dikkat çekerek, şu tahlilde bulundu: „AKP Hükümeti özelleştirmeleri büyük bir hızla devreye sokmuş ve bilindiği gibi, ‘babalar gibi satarım’ sloganı ile çok değerli ve karlı KİT’ler birer birer özelleştirme rampasına yerleştirilmiştir. Özelleştirmeler sonucunda bazı kuruluşlar kapatılmış, büyük miktarda emekçi işsiz kalmış ve kamu kesiminin üretimdeki payı geriletilmiştir. Özelleştirmeler yolu ile Shell gibi birçok uluslararası dev stratejik ve karlı kamu kuruluşlarına iç ortakla el koymuş bulunmaktadır.“

‘Yoksulluğa neden oldu’
AKP Hükümeti’nin, hükümetlik yaptığı süre boyunca ve halen işçi ve emekçiler aleyhine ekonomik adımlarda bulunduğunu kaydeden Önder’e göre; emek alanında bir yandan yoğun taşeronlaştırma ve diğer yandan da emek yasalarında değişiklikler yaparak esnek istihdam ve işçi kiralama kurumunu çalışma yaşamına sokan AKP Hükümeti, sermaye yanlı politikalarla emekçilerin çalışma ve yaşam haklarına saldırıda bulundu. Önder, özel kesime paralel olarak kamu kesiminde de sözleşmeli personel statüsünün yaygınlaştırılması yoluyla iş güvencesinin ortadan kaldırılmakta olduğunu belirterek, „AKP’nin uyguladığı düşük kur yüksek faiz politikası nedeniyle üretim girdilerinden büyük bölümünün dışarıdan temini gündeme geldiğinden, başta KOBİ’ler olmak üzere, birçok işyeri kapanmış ve binlerce emekçi açıkta kalmıştır. Bu denli yoğun işsizlik karşısında, reel ücretler üzerinde büyük baskı oluşturulmuş ve emekçi kesim içinde yaygın yoksulluk baş göstermiştir“ diye konuştu.

‘Aile hekimliği yüksek maliyetli bir kurum olacak’
Özelleştirme politikalarının bir başka yönünü de, „eğitim ve sağlık hizmetlerinde olduğu üzere, emekçi kesimin ve dar gelirli vatandaşların kamu kesiminden sağladıkları hizmetlerin miktarının azalmış ya da ciddi kalite erimesine uğramış olması’ şeklinde değerlendiren Ekonomi Profesörü İzzettin Önder, tespitlerine şöyle devam etti: „Sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ve özel sağlık kurumlarının hızla yaygınlaşması, hizmetin yaygınlaştığını gösteriyor gibi algılanmakla beraber, hizmet maliyeti giderek yükselmekte ve yoksul halk kesimi hizmetten yararlanamaz durumda kalmaktadır. Bunun da ötesinde, kamu kurumlarının özel sağlık kurumlarına yaptıkları sevk işlemleri ile, kamusal fonlar yüksek kâr marjları ile çalışan özel sağlık kurumlarına aktarılmaktadır. Bir anlamda, kamusal fonlar yeni sermaye odaklarının yararına sunulmaktadır. Aile hekimliği kurumu da, günümüzde fevkalade düşük ücretle hizmet veriyor olmakla beraber, bedava ilkesi uygulanmadığından, ileride yüksek maliyetli bir kurum olmaya aday gözükmektedir.“

‘Halk borsa işlemlerine güvenmesin’
„AKP Hükümeti’nin yüksek faiz politikası iç ve özellikle de dış sermayenin ekonomi üzerinde büyük yük oluşturmasına neden olmaktadır“ diyen Önder, borsaya gelen yabancı sermayenin, dünya ölçeğinde yüksek faiz elde ederek yurtdışına çıkmakta olduğunu ifade etti ve bunun ne anlama geldiğini sorduğumuzda ise, şu yanıtı verdi: „Bunun anlamı, ekonomiden dış dünyaya karşılıksız reel kaynak transferidir. Bu transfer sonucunda ekonomi gereken hamleyi yapamamakta ve bu yük ya bütçe kısıntıları ve eriyen kamu hizmetleri olarak, ya da özel mal fiyatlarındaki faiz şişkinliği olarak halkımıza yansımaktadır. Ne gariptir ki, borsanın canlanmasını hükümet olumlu olarak yansıtmakta, halkımızın bir bölümü de, borsadan hiçbir yararı olmadığı, hatta borsa işlemlerinden dolayı yük altına girdiği halde bu ciddî sömürü mekanizmasını olumlamaktadır. Oysa, halkın bilmesi gerekir ki, borsa işlemleri, büyük bölümü itibariyle, ekonomi ve halkımız üzerinde sömürücü yüktür!“

Ekonomi kötü durumdaysa hükümet neden övünüyor?
AKP’nin ekonomi alanında kendi politikalarını öven bir tutum sergilemesini ise, İzzettin Önder şöyle ele aldı: „Özelleştirmeler ve bütçede yapılan kısıntılar neticesinde IMF’ye olan kamusal borçların önemli bir bölümü ödenmiş bir görüntü var ortada. Bu durum, siyasilerin övünmesine ve adeta IMF’ye kafa tutmalarına yol açmaktadır. Bu görüntü gerçek olsa, doğal olarak, halkımız için de mutluluk kaynağı olurdu. Ne var ki, durum böyle değil!.

Haraç-mezat elden çıkarılan değerli varlıklarımız pahasına IMF’ye olan kamusal borçlarda bir erime var, ancak buna karşın özel kesimin dış dünyaya olan borcu olağanüstü boyutlarda artmış bulunmaktadır. Bu borçlar da ülkenin borcu olduğu gibi, gelecek bir zamanda özel kesim ödeme aczine düştüğünde, aynen 2001 yılında banka borçlarının kamulaştırılmasında olduğu gibi, bu borçlar da IMF emri ile kamulaştırılabilir ve halkımızın sırtına yıkılabilir. Böylece kamulaştırılabilecek borçların halkımızın sırtına yıkılması, borç yaparak para kazanan özel sermaye kesiminin kendi pisliğini karşılamaktan çekinmesi ve bu yükü halka yıkması anlamına gelir. Bu durum fevkalade olasıdır ve halkı sadaka ile sindiren hükümetlerin ne denli sermayenin yanında olduklarının çok tipik bir göstergesidir.”

Kriz Türkiye’yi teğet geçti mi?
Bilindiği gibi Türkiye’de „kriz bizi teğet geçti“ söylemi yayılmaya başladı ve AKP Hükümeti, örneğin ülkesindeki bankaların batmamış olmasını, krizin Türkiye’yi etkilemediği üzerinden ele alıyor ve bu minvalde propaganda yapıyor. Son ekonomik kriz dalgasını da konuştuğumuz Prof. Dr. İzzettin Önder, krizi „gelişmiş ekonomi krizi“ şeklinde niteledi ve ekledi: „Oysa Türkiye, gelişmekte olan ekonomi olarak, kaynak yetersizliği krizi ile karşı karşıyadır. Türkiye’deki bankaların çökmemesi güçlü olmalarından değil, ABD ve Batı ülkeleri bankaları gibi ipotek işlemlerine o denli girift bir şekilde bulaşmamış olmalarındandır. Bu durum, Türkiye’de bankacılık işlemlerinin Batı ekonomilerindeki kadar gelişmemiş ya da ilerlememiş olduğunu göstermektedir. Türk bankaları, bu durumlarından dolayı, kriz yaşamamış olması yanında, hükümetin yüksek faiz politikası nedeniyle Türkiye’den fazla döviz çıkışı olmadı ve kısa süre sonra yine döviz girişi yaşanarak, borçla sürdürülen yapı devam ettirildi. Türkiye akut kriz yaşamadı, ama kronik kriz içinde, borca dayanarak yaşamını sürdürmektedir. Krizin Türkiye üzerindeki ikinci etkisi de ihracatının gerilemesi şeklinde görüldü. Zira, dış talep gerileyince ihracatımız geriledi. İhracatın gerilemesi, dış ödemeler açığını yükseltmesi gerekirken, tam tersi, geriletti. Bunun nedeni de, ihracatımızın büyük bölümünün ithal girdi ile yapılmasıdır.“

‘Sadaka ekonomisi ve cemaat ilişkisi ile ekonomi’
Ekonomi Profesörü İzzettin Önder, Türkiye ekonomisinin, ‘giderek azgınlaşan emperyalist dünyada dış dengesini borçla, iç siyaset dengesini de sadaka ekonomisi ve tarikat-cemaat ilişkisi ile sürdürme çabası içinde’ olduğu vurgusunda bulunarak, „Maalesef, halkımız kendi çıkarı aleyhine bu gidişe izin vermektedir“ dedi.

Halkın çaresizliği yanında, ekonomiyi çekinmeden dış sömürüye açan siyasilerin dıştan aldığı desteğin“ siyasal kadroyu başarılı göstermekte olduğunu da belirten Önder’in ‘son sözü’ şöyle: „Bu gidişatın başarı kriteri, halkımızın feodal yapı ve tarikat baskı ve etkisinden kurtulup, sadaka kültüründen sıyrılıp gerçek anlamda sivil vatandaş olması sonucunda vereceği siyasal sinyal ile test edilmiş olacaktır. Ancak, maalesef, bu iskeleye daha çok yol var!“
ALİ BARIŞ KURT

İktidarı Kaybetme Korkusu Zalimleştiriyor

 
AKP hükümetinin siyasi ve ekonomik manipülasyonlarla 2002 yılından bu yana yürüttüğü iktidarını kaybetme korkusu büyüdükçe zalimleşiyor. Dokuz yılın ağır bilançosu bugün AKP'nin korkulu rüyası haline geldi.

İktidar ve para elde edildiğinde, kaybetme korkusu da bir süre sonra kendisini hissettirmeye başlar. Korku büyüdükçe histeri başlar. Her şeyin kontrolünde olduğunu düşünen iktidar, yayılan korkuyla birlikte panikler. Artık ikna edecek gücü olduğuna inanmadığından kendi korkusunu halkın üzerine salar. Artık “balayı” dönemi bitmiş, manipülasyonlar ve “reform” adı altında yürütülen hegemonya yerini çıplak zulme bırakmıştır.

2002 yılından bu yana iktidarda olan AKP hükümeti de bugün iktidara büyük bir korkuyla sarılmış vaziyette. Fethullah Gülen Tarikatı uzantılı hükümet, kaybetme telaşı içerisinde kendisine muhalif gördüğü herkesi şiddetle bastırmaya çalışıyor. Hükümet bugüne kadar “reform” adı altında yürüttüğü baskı politikasını bugün “ileri demokrasi” adı altında faşist saldırılara dönüştürdü.

GÖZALTI TERÖRÜ

Sekiz yıldır gizlenmeye çalışılan bilanço kaba bir şekilde şöyle özetlenebilir: Sistematik bir şekilde en yoğun gözaltı ve tutuklamalar bu hükümet döneminde yaşandı. Son dokuz yılda gözaltına alınanların haddi hesabı yok. İHD’nin 2010 raporuna göre sadece Kürt illerinde 3 bin 706 kişi gözaltına alındı. Bu yılın son bir ayında gözaltına alınanların sayısının ise 2 bin dolayında olduğu tahmin ediliyor. Yüksek Seçim Kurulu’nun BDP’nin desteklediği 7 bağımsız adayı veto ettiği 18 Nisan’dan sonra 2 sivil polis tarafından öldürüldü, yüzlerce kişi gözaltına alındı. 2009’daki yerel seçimlerde Kürtlerin büyük başarısı ardından ise dalga operasyonları başlatılmıştı. KCK soruşturması adı altında binlerce kişi gözaltına alındı ve tutuklandı, DTP kapatıldı.

GAZETECİLER İÇİN TEHLİKELİ BİR ÜLKE

Bir yandan gözaltı terörü estirilirken diğer yandan özellikle Kürt ve muhalif medya hedef alındı. Onlarca gazete ve dergi bu iktidar döneminde kapatıldı. Tutuklu gazetecilerle dayanışma organizasyonlarına göre bugün en az 60 gazeteci tutuklu bulunuyor, bu da Türkiye’yi gazeteciler açısından dünyanın en büyük cezaevi yapıyor. Tutuklu gazeteciler arasında 9 DİHA muhabiri ile 9 Azadiya Welat gazetecisi de yer alıyor. Gazetecilere en ağır cezalar da bu iktidar döneminde verildi. Azadiya Welat’ın eski yazı işleri müdürleri olan Vedat Kurşun, Emine Demir ve Ozan Kılınç’a verilen cezaların toplamı 325 yıl. Terörle mücadele yasaları gazetecileri susturmak için tehlikeli bir silaha dönüştürüldü.

İnternet yasaklarında da Türkiye, İran ve Çin ile aynı yolda ilerliyor. En az 7 bin sitenin yasaklanması yetmezmiş gibi hükümet bu kez her eve filtre takıyor.

ÖZEL HAYAT HİÇ BU KADAR TEHDİT ALTINDA OLMADI

Bazen “ultraliberal” olarak da sunulan İslamcı-muhafazakar AKP hükümeti döneminde, özel yaşam da hiç bu kadar tehdit altına alınmamıştı. Polisiye birimler her yerde insanları dinleyerek, savcılara telefon ve ortam dinlemelerinden oluşan iddianameler hazırlatırken, bunlara bir de internet ortamına düşürülen “özel yaşam” videoları eklendi. CHP eski lideri Deniz Baykal, bir videoyla koltuğundan edilirken, bugün de MHP seçimler öncesi farklı amaç için olsa da aynı yöntemin hedefinde. Kirli bir çatışmanın ortasında ise en büyük yarayı özel yaşam alıyor. Bu saldırı ise “muhafazakar-islam” görünümlü bir hükümet döneminde en çirkin şekilde yürütülüyor.

ŞİFRE SKANDALLARI

Bunlara şifre skandallarını da eklemek gerekiyor. Türkiye’de üniversite ve meslek okullarına girişlerde daha önce de hilelere başvuruluyordu. Kopyalar bu ülkede hiç eksik olmadı. Ancak ilk defa bu kadar sistemli bir hal aldı. Şifre skandalları, Gülen Cemaati mensuplarının devlet kurumlarına bu kadar hızlı bir şekilde nasıl yayıldığı konusunda da ipuçları taşıyor olabilir.

AÇILIM SALDIRISI


AKP hükümetinin özel olarak Kürtlere yönelik politikalarının en çarpıcı ifadesi olan “açılım” politikası ise fiyasko ile sonuçlanmak bir yana, Kürtler açısından ağır bir insan hakları bilançosuna dönüştü: binlerce gözaltı, parti kapatma, KCK davası, gazetecilerin hapsedilmesi gibi… Kısaca Kürt sorunu çözme iddiasıyla oluşturulan bu politika, gerçek bir saldırıya dönüştü. Sonuçta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “Kürt sorunu yoktur” diyerek, baştaki amacını sonda ifade etti.

Yine bunlara son 9 yılda öldürülen onlarca Kürt çocuğu ile TMK mağduru binlerce çocuğu da eklemek gerekiyor. PKK’nin ilan ettiği eylemsizlik süreçleri ve bunu fırsat bilerek yapılan askeri ve siyasi operasyonların yarattığı toplumsal infialleri de unutmamak gerek. Sadece Mart ayı başından bu yana 40 dolayında gerilla, eylemsizlik pozisyonda iken hayatını kaybetti.

ŞİMDİ NELER OLUYOR?

Peki AKP iktidarı 12 Haziran seçimleri neden bu kadar saldırganlaştı? Kürtler 24 Mart’ta başlattıkları sivil itaatsizlik eylemleri ile hükümeti bir çok açıdan silahsız bıraktı. Elinde sadece polis ve asker silahı kaldı. Özellikle seçimler öncesi Kürtlerin oyunu yeniden kazanmak için, bu kez dini daha etkili bir şekilde kullanmaya hazırlanırken, sivil cumayla karşılaştı. Nitekim iktidarı döneminde dini de tekeline alarak Kürtlere karşı önemli bir enstrüman olarak kullanan AKP hükümeti, şu sıralar bu silahını da kaybetme telaşından olsa gerek, adına siyaset yaptığı dine de en ağır hakaretleri etmekten çekinmiyor.

MHP OYLARI

Kürt kamuoyunda ciddi oranda desteğini yitiren AKP, ikna edemeyince BDP ve sol muhalefeti yoğun saldırılar altında tutarak seçim çalışması yapamaz durumda bırakmaya çalışıyor. Bunu yaparken, kaybettiği oyları ise toplayacak bir kaynak gerekiyor. Bunu da MHP’den sağlamaya çalışıyor. Seçimlerde bir iki puanlık gerilemenin bile büyük bir psikolojik çöküntüye yol açacağının farkında olan hükümet, aşırı milliyetçi oyları toplamak için en çirkin yöntemlere başvurabiliyor. Zaten seçimler öncesi bu ve benzeri skandalların ortaya çıkması bekleniyordu. Bu durum AKP’nin ciddi bir oy ihtiyacı olduğunu da gösteriyor. Bunun için MHP’nin baraj altında bırakılması gerekiyorsa, bunu hiç kuşkusuz yapmaya çalışacak. Zira AKP’nin geçen seçimlere oranla oylarını koruması ve hatta yükseltmesi için bu oya hayati derecede ihtiyacı var.

Bugün Kürt kamuoyunda kaybeden AKP, elinde kalan zor silahını en katı şekilde kullanarak iktidarını korumanın telaşını yaşıyor… Oysa iktidarın mutlak olmadığını Tunus’ta başlayan ve Ortadoğu’ya yayılan isyanlar açık bir şekilde gösterdi. Bu kadar zulümden sonra AKP’yi bekleyen son da iktidarı kaybetmek olacak…

Suriye isyanında İran devrede


Suriye'de Dera kasabasında başlayan ve ülkenin tüm şehirlerine yayılan isyan dalgasının bastırılmasında İran rejiminin Şam idaresine destek sunduğu iddia edildi. İddiaların temelini ise Suriye'de isyanların başladığı Mart ortasından bu yana İran büyükelçiliğini personel sayısının arttırılması oluşturuyor.

İsyanlar sürecinde Suriye rejimine İran'ın destek verdiği yeni bir iddia değil. Geçen ay bir Beyaz Saray sözcüsü de benzeri bir iddiayı gündeme atmış fakat detay vermekten kaçınmıştı.

Suriye'de görev yapan Batılı bir diplomatın The Guardian gazetesine yaptığı açıklamalara göre Şam idaresi son süreçte İran Cumhuriyet Muhafızlarının önde gelen isimlerinden danışmanlık hizmeti alıyor. Son dönemlerde yüzlerce yeni İranlı büyükelçilik personelinin Şam'a geldiğini kaydeden yetkili, bunların büyük kısmının Suriyeli güvenlik güçlerini eğitmek için kullanıldığını ifade ediyor.

Batılı diplomatın değerlendirmelerine göre Suriye rejiminin sallanmasının ardından Hizbullah ve Lübnan üzerindeki etkisinin kırılmasından endişe eden İran, Arap dünyası içindeki en önemli müttefikini korumanın arayışları içerisinde.

Suriyeli muhalif internet sayfalarına göre İran'ın Şam'a desteği sadece askeri ve güvenlik boyutta değil. Ülkede internetin nasıl filtreleneceği ve muhaliflerin internet üzerinden nasıl takip edileceği konularında da İranlı teknisyenler Suriye'de çalışma yürütüyor.

Suriye bugüne kadar İran ya da başka bir dış ülkeden yardım aldığı iddialarını tamamen reddediyordu.

İran'da fiziki olarak herhangi bir yardımda bulunmadığını açıkladı. Ancak Tahran rejiminin siyasal anlamda Suriye'ye desteği açık.

İran Dışişleri Bakanlığı geçtiğimiz hafta yayınladığı açıklamada Suriye'nin bölgede ABD ve İsrail politikalarına karşı direnişin önemli bir halkası olduğunu ifade etmiş ve muhalifleri Beşar Esad ile uzlaşma aramaya çağırmıştı.

Aynı İran, Mısır ve Tunus'ta ABD destekli diktatöryal rejimlerinin yıkılmasına da alkış tutmuştu.

Suriye'deki olayları sadece İran boyutunda değerlendirmek tabii ki yetersiz olur. ABD Dişişleri Bakanı Hillary Clinton'un Suriye ile Libya'da yaşanan olayların çok farklı olduğunu söylemesi Suriye rejimini göstericilere karşı şiddet kullanımı konusunda cesaretlendirdi.

ABD'nin bölgedeki kritik öneme sahip müttefikleri olan Suudi Arabistan ve Ürdün'ün de Suriye rejimini desteklemesinin bu açıklamada önemli bir pay sahibi olduğu ifade ediliyor.

Suriye son dört günden bu yana muhaliflerin etkili olduğu tüm şehirlerin üstüne orduyu sürmüş durumda. Göstericilere uygulananan şiddette sınır tanımayacağını rejim son olarak Pazar günü tamamen kadınların katılığı bir protesto eylemine katılanlara ateş açıp 4 kadını öldürerek göstermişti.

Uluslararası toplumdan destek alan ve İran'ın da maddi desteğiyle Suriye rejimi artık ayakta kalmak için tüm gücüyle ülkedeki muhalefetin peşine düşmüş durumda. Ülkede yaşanan manzaralar İki sene önce seçimlerin ardından İran'da başlayan muhalif gösterilerin bastırılması sürecini anımsatıyor.

Suriye'de muhalefetin buna karşı soluğunun yetip yetmeyeceği büyük oranda bu Cuma günü gerçekleştirilecek olan gösterilerde cevabını bulacak. Kısa bir süre içerisinde çok geniş bir kitle tabanına yayılan hareketin bir iki haftalık bir operasyonla bastırılması pek mümkün gözükmüyor. Son harekat Esad rejiminin artık son hamlesi. Eğer muhalefetin gücü bu hamleyi aşmaya yeterse Suriye'de çok ani ve hesapta olmayan değişimler yaşanabilir.

Din İstismarcılığı ve AKP Çizgisi-2



Toplumsallığın çözülmesi, bilinç karartılması, inanç çarpıtılması, insanın köleleşmeye alıştırılması devlet aygıtı tarafından sürekli olarak başvurulan özel yöntemlerle geliştirilmiştir. 
 

Toplumsallığın çözülmesi, bilinç karartılması, inanç çarpıtılması, insanın köleleşmeye alıştırılması devlet aygıtı tarafından sürekli olarak başvurulan özel yöntemlerle geliştirilmiştir. Ama bugün ve İkinci Dünya Savaşı sonrası bunun çok daha açık şekilde dile getirilmesinin sebepleri vardır. Yani İkinci Dünya Savaşı 1945’ler sonrası kapitalizm, büyük bir krizin içine girdi ve ciddi yıkım yaşadı. 


Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrası, kapitalizme yönelik ciddi bir tartışma ortaya çıktı. Sistemin kendisini klasik yöntemlerle, klasik sömürgecilikle yönlendiremeyeceği; yine disiplin toplumu yaklaşımıyla, toplumun ağırlıklı baskı araçlarıyla disiplin altında tutularak yönlendirilemeyeceği; toplumsal başkaldırıların, uyanışların çok ciddi olarak ortaya çıktığı ve sistemin de bunlara dayanılarak yürütülemez hale geldiği bir süreç yaşandı. Bu anlamıyla devlet aygıtı kendisini ve sömürüyü sürdürebilme açısından çok daha yeni yöntemler geliştirmek zorunda kaldı. Sömürüyü, baskıyı askeri, sosyal, siyasal, ekonomik anlamda daha ciddi derinleştirmek, törpülemek, daha inceltmek, çeşitlendirmek ve toplumun, sosyal alanın her alanına nüfuz ettirmek durumunda kaldı. Bununla kendisini daha da gizlemiş oldu. 
 
Bununla birlikte devlet kendisini değiştirme, reforme etme ihtiyacı duydu. Kendini yeni bir şekle büründürerek devam ettirmek zorundaydı. Burada bu sonuç ortaya çıkıyor. Devlet eski kaba yöntemleriyle kendisini idame ettiremez hale geldi ve iflas etti. Özel savaşın 1945, 1960’lar sonrası bu kadar yoğunlaşmasının sebebi de budur. 1945’lerden sonra gelişen süreç içerisinde ayaklanmalar yaşanmıştır. 

Bu ayaklanmalar içersinde 1960’larla birlikte yaşananların özel bir anlamı vardır. ‘1968 öğrenci olayları’ süreci olarak değerlendirilen bu başkaldırılar, ciddi ayaklanmalar olarak değerlendirilmişlerdir. Öyle ki tarih ve sosyal bilimciler 1968 öğrenci olaylarını 1848 Avrupa devrimlerine benzetmişlerdir.  Yaşanan bu gelişmeler karşısında ise kapitalist sistem yeni yöntemler geliştirerek, kendini yeniden organize etme gereğini duymuştur. Bu şekilde giderek özel savaş kullanılan bir yöntem olma sınırlarını aşarak bir rejim haline gelmeye ve tüm devletler açısından dönemsel uygulama olmaktan çıkarak, süreklileşen bir hal almaya başlamıştır. 

Toplumlar, kaba devletin baskı araçlarıyla, aygıtlarıyla zapt-u rapt altında tutulamaz hale gelince, disiplin toplumu düşüncesi, yöntemi, projesi iflas etmiştir. Böylece toplumu, her alanda daha ciddi kontrol etme gerekliliği ortaya çıkmıştır. Günlük yaşamdaki giyimden-kuşama, yeme- içmeden, seyahat etme ve çalışma merakına kadar toplum basitleştirilmeye başlanılmıştır. Böylece toplum kolay yönetilir, günlük ihtiyaçları etrafında koşar hale getirilip etkisizleştirilen bir konuma sokularak, toplumsallık parçalanmaya çalışılmıştır. 

Ortada toplumsallık diye bir şey bırakmak istemeyen kapitalizm, insana yönelik özgün olarak politikalar uygulamaktadır. Özel savaş açısından böyle değerlendirildiği zaman, aslında özel savaş kapitalist süreçle birlikte toplumu parçalayan, toplumsallığı öldüren, bireyi yalnızlaştırıp tüm toplumsal gücünden kopartan, Önderliğin tabiriyle “Maymunlaştıran, günlük tüketen, gün içinde kendi ihtiyaçları peşinde koşan” bir hale getirmektedir. Genel olarak bakıldığında kapitalizmi böyle ele almak gerekmektedir. 

Kapitalizm ve özel savaş mantığıyla değerlendirildiğinde toplumun siyasal ihtiyaçları, tercihleri de yönlendirilmektedir. Bugün itibariyle bakıldığında, Türkiye’de AKP’nin bu kadar ön plana çıkartılmasının sebeplerini bu temelde değerlendirmek ve tartışmak gerekmektedir. Türkiye gibi ülkelerde ciddi siyasal sorunlar ağır olarak yaşanıyor. Ciddi siyasal bunalımlar, krizler vardır. AKP, ciddi siyasal krizlerin olduğu koşullarda ortaya çıkmıştır. AKP parti olarak DSP- ANAP- MHP hükümetinin çöktüğü, ciddi ekonomik krizin, siyasal boşluğun, kaosun yaşandığı, toplumda ciddi çalkantıların oluştuğu ve alternatifsizliğin yaşandığı bir ortamda kuruluşunu ilan etmiştir.

 Bir tarafta açık devletin kendisi, diğer tarafta da Kürt tarafının özgürlük mücadelesi bulunmaktadır. Türkiye’de bu temel iki güç, iki keskin uç biçiminde siyasal süreç üzerinde etkili olmaya çalışırken, ara bir yerde duran ve ciddi bir tercihsizlik yaşayan ama önemli bir güç olan kalabalık toplumsal kesimlerin varlığı söz konusudur. AKP, işte bu kesimlere yönelik olarak, onların önüne büyük bir şişirmeyle çıkarılan bir siyasal tercih olmuştur.

AKP Türkiye’de bu şekilde aniden ortaya çıkartılmıştır. Türkiye’de Osmanlı sürecinden(17.yy’dan) beri, Sebatay Sevi isimli dönme bir Yahudi önderliğinde örgütlenen Sebataycılar vardır. Sebatay Sevi, ölümle tehdit edilerek zorla Müslümanlığı kabul etmiştir. Ama bu sözde kabul edişe rağmen Yahudi inancına olan bağlılığını da sürdürmüştür. Bugün de Sebataycılar, resmiyette müslüman görünmelerine rağmen alttan alta, Yahudi geleneklerine göreneklerine, inancına göre yaşayan bir topluluk olarak Türkiye’de hala varlıklarını hem de etkin bir şekilde sürdürmektedirler. Recep Tayip Erdoğan’ın da Sebetaycı olduğu ve bunlar tarafından hazırlandığı söylenmektedir. 

R.T.Erdoğan Milli Görüş Hareketi içerisinde eğitilen bir şahsiyet olarak siyasal alanda adı duyulmaya başlanmıştır. Refah Partisi içerisinde çalışırken, okumuş olduğu bir şiir gerekçe gösterilerek cezaevine alınmıştır. Cezaevinde kendisine biçim verilmeye devam edilerek iktidar için hazırlanmıştır. Daha sonra da cezaevinden çıkarılarak oluşan hükümetin başına getirilmiştir.  Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Recep Tayip Erdoğan için Modern Sebataycı denilmektedir.

Burada R.T.Erdoğan için yapılan Sebataycılık iddiası önemli olmaktadır. Çünkü Sebatayistlerin Siyonist Sermaye ile ilişkisi, yine siyonist sermayenin uluslararası alanda özel savaşın hem askeri olarak hem de siyasal rejimlerin örgütlenmesindeki rolü hesaba katıldığında, bu daha da dikkat çekici hale gelmektedir.   
 
 R.T.Erdoğan bu şekilde cezaevinden çıktıktan sonra belirli bir siyasetin uygulayıcısı haline geldi. Belirli bir kesimin lideri olarak kabul görmeye başladı. AKP ciddi bir oy alarak Türkiye’de önemli bir siyasal akım haline geldi. Seçimlerde de birincilik kazandı, bugün de bu devam ediyor. AKP’nin ortaya çıkarılışını anlamak gerekiyor. Önderlik görüşme notlarında da belirtiyor. “Milliyetçilik bugün Türkiye açısından, toplum için bir alternatif olamaz. Yani çok ciddi anlamda tükenmiştir. CHP’nin sosyal demokratlığı da çok denenmiş, tükenmiştir. O da artık ne bir tercih ne de bir alternatif olamaz. Türkiye için daha farklı alternatifler gerekmektedir. Türkiye halkı için asıl alternatif olması gereken demokrasi güçlerinin zayıflığı, farklı alternatif arayışlarının çıkış yapmasına fırsat sunmaktadır. O nedenle oluşan bu boşluk içerisinde, kendini daha liberal, daha modernist bir dini akım olarak gösteren AKP’nin Türkiye gibi bir ülkede ciddi bir tercih olarak toplumun önüne konulması ve seçenek haline gelmesi olanak dahiline girmişti.” Zaten sonuç olarak da yaşanan bu gerçekliktir. Topluma sunulan bu kimlik aynı zamanda, uluslararası güçlerin de Ortadoğu açısından öngördüğü bir tercihtir. 

Türkiye’de toplum siyasal anlamda ciddi bir bunalım-kararsızlık yaşamakta ve arayış içerisinde bulunmaktadır. Bu anlamda AKP, ciddi bir yönlendirmeyle toplumun sevk ve kanalize edilebileceği bir kapı haline getirilmiştir. Sonuç olarak da Türkiye’de yaşanan bu gerçeklik olmuştur.
 
AKP, toplumun dini duygularıyla oynuyor, o kimliğiyle ön plana çıkıyor. Çok namuslu, dürüst, temiz, iman eden insanlar topluluğu havasıyla ortaya çıkıyor. Toplumda da ciddi bir ahlaki çöküş var, kriz var, toplumsal değerlerin hepsinin döküldüğü parçalandığı bir süreç var. İnsanlar bu anlamda yeni bir düzen arıyorlar ve yeni bir arayış içerisindeler. AKP görünürde bunu temsil ediyor, kendini topluma sevimli göstermeye çalışıyor. Ama diğer taraftan da asıl olarak tüccarlara, sermayedar kesimlere hitap ediyor. Çünkü AKP’nin kendisi dini değil tüccar bir partidir. Tam bir pazarlama partisidir. Toplum içerisinde inanç sahibi olanları etkiliyor. Kürtler gibi inanan kesimleri de kendi çevresinde toparlayabiliyor. Recep Tayip Erdoğan AKP’yi nasıl tanımlıyor? “Biz sağın ortasıyız, yani siyasetin merkeziyiz. Biz her kesime yakınız” diyor. Bugün solculardan, milliyetçilerden gelen bakanları var. Önderliğin dediği gibi ”Yedi kocalı Hürmüz” gibi her kesimden almış ve yeni bir akımmış gibi ortaya çıkmış. Tüm bunlar bugün AKP’nin Türkiye’de ciddi bir özel savaş partisi olarak hazırlandığını ve bunun uygulayıcısı olduğunu gösteriyor. O nedenledir ki, AKP bir parti olarak ele alındığında, onun çok iyi bir şekilde değerlendirilmesinin gereği açığa çıkmış oluyor. 


Bugün Türkiye’de derin devlet yeniden yapılandırılmak isteniyor. Tabi derin devlet kendini yeniden yapılandırırken belli kırmızı çizgiler de oluşuyor. Kabul-ret ölçüleri ortaya konuyor. Devletin üzerinde şekillendiği temel dayanaklar ve ilkeler vardır. Aslında AKP ile derin devlet bu temel ilkeler üzerinde sağladıkları mutabakata dayanarak yeniden yapılandırılmaya çalışılan devlete bir biçim vermeye çalışıyorlar. Ergenekon davaları, ordu, bürokrasi vb. alanlarda yaşanan sorunları da biraz da bu çerçevede ele almak ve anlamak gerekiyor. 

Kürdistan toplumu açısından, tek başına AKP ile özel savaşı tanımlamak yetersiz olur. Özellikle dinin oynadığı rol açısından değerlendirilirse; din, bugün de AKP öncülüğünde çok aktif bir şekilde kullanılan temel bir silahtır. Kürdistan’da Hizbullah, tarikatlar vb aracılığıyla da din kullanılmaya çalışılmıştır. Cunta lideri Kenan Evren konuşmalarında Kuran-ı Kerim’den yaptığı alıntılara yer vermiştir. Uçaklardan, helikopterlerden Kuran’ı Kerim’den Ayetlerin yer aldığı bildiriler dağıtılmıştır. Kürt Özgürlük ve Demokrasi Mücadelesi’nin geliştiği alanlarda din kullanılmak istenmiş ve buna dayalı ajan örgütlenmeler geliştirilmeye çalışılmıştır. Bunlar yapılırken de en fazla tarikatlar kullanılmıştır. Bu şekilde özgürlük ve demokrasi mücadelemizin örgütlenme alanları, tarikatların örgütlenme alanları haline getirilmek istenmiştir. Siirt, Batman vb iller böyle bir konumda tutulmuştur. Bu iller bugün de aynı konumda tutulmaya çalışılmaktadır. Tarikatlar bu illeri merkezleri olarak ele almışlardır. Yine bu iller Hizbul-kontra cinayetlerinin, katliamlarının en çok yaşandığı bölgeler olmuştur. Diyarbakır’a da böyle bir rol biçilmek istenmiştir. Serhat alanına sürekli böyle bir merkez olarak yaklaşılmıştır. Bingöl, Adıyaman, Erzurum vb illere de benzeri bir yaklaşım içerisinde olunmuştur. 

Bugün din, toplumun yönlendirilmesi açısından çok aktif kullanılmaktadır. AKP’nin bu yönlü politikaları devam etmektedir. AKP bir yandan dini kullanırken, diğer taraftan da ‘beni tercih et’ yani ‘bu yola gel’ demektedir. Eğer buna gelinirse, Önderliğin bahsettiği “mikro kredi”lerle toplumu satın alarak, belli yatırımlar yaparak toplumun önüne şöyle bir tercih sunmuş olmaktadır; “ya bu halinle yaşar, Kürt kimliğini kabul edersin ama aç kalırsın, yoksul kalırsın, hep bastırılırsın, şiddete maruz kalırsın ya da bu yeni kimliği kabul edersin. Bunun yanında da aç kalmaktan kurtulursun. Elin iş tutar, miden aş görür.” Recep Tayip Erdoğan resmen topluma yönelik olarak bunun konuşmasını, çağrısını yapmaktadır. Bu şekilde toplum bir yandan açlıkla terbiye edilmek istenirken, diğer taraftan da mikro kredilerle, çok geçici yatırımlarla, makarna, kömür dağıtılarak toplum kendi taraflarına çekilmek istenmektedir. Aslında bu topluma karşı yapılan ağır bir hakaret olmaktadır. Bu, toplumun ihtiyaçlarının, ailelerinin açlıktan ölmemesi için çocukları için istedikleri yemeğin istismar edilmesi, insani değerlerin ayaklar altına alınmasıdır. 

Aslında tüm bu yaşananlar Türkiye’de özel savaşın almış olduğu biçimin ve ulaştığı düzeyin bir göstergesi olmaktadır. Bunun iyi görülmesi gerekmektedir.

Cemal Şerik

Din İstismarcılığı ve AKP Çizgisi-1


Bugün Türkiye’de oluşmuş bir özel savaş hükümetine karşı bir mücadele geliştiriyoruz. Bu, PKK’ye karşı özel savaşı yürütmekle yükümlü olan...

Bugün Türkiye’de oluşmuş bir özel savaş hükümetine karşı bir mücadele geliştiriyoruz. Bu, PKK’ye karşı özel savaşı yürütmekle yükümlü olan, bunun sorumluluğunu üslenmiş bir hükümettir. Bazı çevreler, Türk Genelkurmayı ile AKP arasındaki ilişkileri henüz anlamış değildir. Erdoğan’la Yaşar Büyükanıt’ın seçim öncesi Dolmabahçe Sarayı’nda yapmış oldukları anlaşmaların hangi temelde olduğunun yine İlker Başbuğ ile Erdoğan’ın uzlaştıkları temel noktaların ne olduğunun henüz bilincine varmış değillerdir. Hala Genelkurmay ile AKP’nin uzlaşmasını görmeyen, Genelkurmay’dan medet uman yaklaşımlar var. Bununla beraber tersinden bir yaklaşım da var. AKP ile Genelkurmay’ın uzlaştıklarını görmeyen, hala AKP’nin demokratikleşmeden yana, barıştan yana adım atacağı gibi ham düşünce ve hayallere kapılanlar var. Bunlar çevremizde de, Türkiye’de de var. Türkiye’de bizim çevremizde yer alan birçok kişide hala AKP’den demokratikleşme beklentisi var. Tayip Erdoğan bir açıklama yaptı, AKP yetkilileri de bunu dillendirdiler. ‘Biz İrlanda ve Bask modelini araştırıyoruz’ dedi. İrlanda ve Bask modelini Türk Hükümeti’nin araştırması Kürt sorununa çözüm getirme yönünde değildir. Bask modelini araştıracaksa, Bask dediği zaman Bask’ın varlığını kabul etmesi gerekir. İrlanda dediği zaman, İrlanda’nın varlığını kabul etmesi gerekir. Öyle ki Türk Devleti ‘Kürdistan’ diye bir şeyin varlığını kabul etmiyor. Bask modelini, İrlanda modelini uygulayacaksa bir ülke, bir halk gerçeğini kabul etmesi gerekir. Kürdistan’ın ülke ve halk gerçekliğini kabul etmeyen bir devletin İrlanda ve Bask modelini uygulaması, onu geliştirmesi düşünülemez. Bunlar neyi araştırıyorlar? İngiltere Hükümeti İRA’ya, İspanya Hükümeti ETA’ya kaşı nasıl mücadele etti, tasfiyeyi nasıl gerçekleştirmeye çalıştı, tüm bu konularda neleri yaşadılar, eksikleri neydi? gibi konuları araştırıyorlar ki PKK’ye karşı kullanacakları yol ve yöntemleri daha sonuç alıcı kılsınlar. Yani bu alanlarda kendilerini daha fazla güçlendirmek istiyorlar. 

 
Türkiye’de özel savaş hükümeti olma gerçekliği, özel savaşın Türkiye’de süreklileşen bir savaş olması ve her hükümetin de buna hizmet edecek şekilde görev alması gerektiği görülmezse, biz karşımızda duran böylesi bir güce karşı gereken bir mücadeleyi de yükseltemeyiz. Biz özel savaşın böylesine süreklileştiği, oluşan hükümetlerin de bu savaşı yürütmekle yükümlü olduğu gerçekliğini bilerek özel savaşı ele almak durumundayız. Eğer böyle ele alırsak, buna göre bir mücadele gelişecektir. 

 
Bizim sorunumuz AKP Hükümeti’ni yıkmak mıdır ya da yerine CHP’yi getirmek midir? Hayır! Onlar karşısında kendi alternatif sistemimizi oluşturmaktır. Demokratik komünal yaşamın, toplumda temel yaşam biçimi olarak örgütlendirilmesini sağlamaktır. Hükümeti yumuşatma gibi bir sorunumuz da yoktur. Özel savaş sistemi içinde yer alma gibi bir sorunumuz da yok. Aksine özel savaş hükümetine karşı mücadele sorunumuz var. Kendi mücadelemiz sonucunda, kendi yeni yaşam modelimizi pratikleştirme gibi bir sorunumuz var. Sorunu böyle ele almak, bizi özel savaşın günümüzde almış olduğu biçimin doğru kavranmasına ve bizi ona karşı daha güçlü mücadele yürütmeye götürecektir.
O nedenle özel savaşın süreklileşmiş halini tartışırken siyasal, ideolojik değerlendirmelerin yapılması gerekmektedir. Çünkü o bizi bir çözümlemeye götürecektir. Türk Devleti savaşı tırmandıracaktır. Ona göre hazırlıklarını yapmıştır. Bu hazırlıklarını sadece askeri boyutta mı sürdürüyor? Hayır! Diplomatik, propaganda, ekonomik boyutuyla ve arkasına almaya çalıştığı halk desteğiyle bunu sürdürmeye çalışıyor. Yani özel savaş, bir sistem olarak bir hükümet olarak, topyekûn olarak karşımıza geliyor. Buna karşı mücadele etmek gerekiyor. 
 
Buna karşı mücadele nasıl yürütülür? Mesela kontrgerilla karşısında gerilla mücadele edebilir. Ama gerilla, her yönüyle üzerine gelen bir savaş karşısında tek başına sonuca ulaşamaz. Bununla beraber halk serhıldanlarının gelişmesi gerekecek. Halk serhıldanları gelişirken, halkın, devlet dışında kendi yaşamını örgütleyebileceği yeni mekanizmalar yaratması gerekecek. Halk devletten, sömürgeci sistemden uzak, kendi yaşamını örgütler hale gelecek. Bir yandan onun örgütlenmesi, diğer yandan serhıldanlar, öbür tarafta gerilla birbirini tamamlayacak. Bunların tamamlayanı ise, propaganda ve ajitasyon çalışmaları olacak. Çünkü özel savaş, içerisine girilen süreçte daha çok kendini psikolojik savaş temelinde var ediyor. Bu temelde toplumu yeniden şekillendirmeye ve siyaseti yönlendirmeye çalışıyor. Basın-yayın organlarına, kültür kurumlarına ve toplumun direkt duygusuna, düşüncesine hitap edecek olan ve böylece toplumun davranışını, eylemini kontrol altına alacak olan kurumlarına stratejik düzeyde bir rol biçiyor. Bu geçeklik her alanda özel savaşın topyekûn saldırısının boşa çıkartılmasını gerekli hale getiriyor. Bu da özel savaşın yeni almış olduğu biçimi, onun süreklileşen sistemsel ve hükümetsel karakterini doğru çözümlemeyi gerektiriyor. 

Bu, doğru çözümlenmezse ne olur? Meşru savunma savaşı daralır ve devlet topyekûn özel savaşı tırmandırarak hasmını boğar.  Yok edemese bile marjinalize eder. O nedenle biz burada özel savaşı AKP boyutuyla, AKP Hükümeti boyutuyla, AKP-Genelkurmay uzlaşmasının ortaya koyduğu sistemsel, rejimsel boyutuyla değerlendirmek durumundayız. Yani AKP’yi, AKP- Genelkurmay uzlaşmasını bu şekilde ele almamız gerekmektedir.     
 
Kısaca toparlarsak; özel savaş bugün itibariyle bir rejimdir. Tüm devletler bir savaş rejimidir. Kapitalizm ciddi anlamda sistem olarak bir kaos süreci yaşamaktadır. Geçmişte daha çok özel ve dönemsel bir uygulama olarak ortaya çıkan özel savaş, bugün bunun ötesine geçmiştir. Bugün devletlerin, hükümetlerin kendisi bir özel savaş rejimi, özel savaşın temel uygulama alanı haline gelmiştir. Çünkü kapitalist modernite, bunların dışında artık kendisini yaşatamaz durumdadır. Yapısal krizi ciddi olarak devam etmektedir. Aslında, kaos süreci denilen budur. Kapitalist sistemin yarattığı tahribatlar tüm çıplaklığıyla gözler önündedir ve tüm toplum kesimlerinde, dünyanın birçok yerinde ciddi rahatsızlıklar yaratmaktadır. Bu rahatsızlık askeri, siyasi, sosyal, ekonomik özgürlüklerden tutalım, doğal çevre tahribatına, sağlık alanından beslenme ve konut alanına, kültür-sanat alanından yaşam alanına kadar hepsine yansımaktadır. Yani bir bütün olarak bu sistemin geldiği kriz aşaması, günlük olarak özel savaş yöntemlerinin toplumun her alanında yürütülmesini zorunlu kılıyor. Eğer bu yapılamazsa, sistem kendisini idame ettiremiyor, toplumu yönlendiremiyor. Toplumsal sorunlar kesinlikle patlak veriyor. Toplum, ayaklanmalara ve isyanlara sürükleniyor. O yüzden özel savaş daimi bir rejim olarak ayakta tutulmaya çalışılmış oluyor. 

 
Bio iktidar diye tanımlanan yönetim şekli vardır. Bugün Önderlik özellikle AKP Hükümeti’yle birlikte bio iktidar tanımlamasını daha çok kullanıyor. Mikro kredilerle satın almadan bahsediyor, bio iktidarla Türkiye toplumunun ve Kürtlerin yönetilmeye çalışılmasından bahsediyor. 

Türkiye’de de sorunların geldiği aşama, egemenler tarafından toplumun başta Türkler ve Kürtler olmak üzere bir bütün olarak siyasal, sosyal, ekonomik alanda günlük özel savaş politikaları olmadan yürütülemeyeceğini göstermektedir. Onun için AKP Hükümeti, tam bir özel savaş rejimi olarak ortada duruyor. Geçmişin derin devleti, asker, devlet bürokrasisi, temel devlet kurumlarını çok daha aşan bir konumda aktif bir rol alıyor. Ve AKP bugün kendisini bu temelde kadrolaştırıyor. AKP bugün kendisini devletleştirmeye çalışıyor. Adeta geçmişin derin devleti tasfiye edilerek; yeniden bir kadrolaşma ile derin devlete el değiştirilmek isteniyor. Eski devlet yapısı, asker, CHP, Dış İşleri Müsteşarlığı, yargı, Merkez Bankası olmak üzere başka birçok kesim buna direniyor. Ama AKP de bunun karşısında ısrarından vazgeçmiyor.
AKP Cumhurbaşkanlığı’nı da ele geçirdi, önümüzdeki yılları da garantilemek istiyor. Bunu da kendisi için hayati bir düzeyde ele alıyor. AKP’nin bu ısrarlı yaklaşımı aynı zamanda Büyük Ortadoğu Projesiyle bağlantılı olarak gelişiyor. AKP’nin arkasında küresel sermaye var. Dünya Bankası’ndan IMF’ye, ABD’nin birçok finans kurumlarından tutalım, Avrupa sermaye gruplarına kadar birçok finansal güçten destek görüyor. Çünkü bu güçler, Ortadoğu’ya yeni bir siyasi şekil vermek için, yeni bir siyasi akımın yaratılmasını kendi çıkarlarına görüyorlar.

Siyasal İslam, geçmişte ABD’nin Ortadoğu’daki anti-emperyalist mücadelelerin karşısına çıkarılan ‘yeşil kuşak projesi’nden de yararlanarak başta Afganistan’da olmak üzere hem SSCB’ye hem İran’a karşı farklı bir renk olarak ortaya çıkartıldı. Bu durum koşullara uyarlanmış farklı bir dengelemeydi. Fakat bugün itibariyle ‘yeşil kuşak İslamı’ da engel konumuna geldi. Onun için yeni bir versiyonla, daha yumuşak, ılıman, liberal politikalara açık olan, liberalizmin temsilciliğini yapan ama İslami kimliği de elden bırakmayan, bu anlamda Ortadoğu’nun her tarafına açılım yapabilecek, kabul görebilecek bir siyasi yaklaşımla AKP gibi partiler ortaya çıkarılmaya başlandı.
 
O nedenledir ki, AKP projesini sadece Türkiye ile sınırlandırarak ele almak yetersizdir. Bugün, Cezayir’de de AKP var, hatta sembolü bile lambadır. İsmi de AKP’dir. Yine Kuzey Afrika’nın bazı ülkelerinde yine AKP adıyla kurulan partiler var ve siyasete daha aktif olarak girmeye çalışıyorlar. Bunların aniden mantar gibi ortaya çıkmış olmaları, uluslararası güçlerin bölgeye yönelik projesi ile ilgilidir. Onun için AKP’yi sadece Türkiye açısından değerlendirmek yetersizdir. Bugün Cezayir’de aynı parti niye çıkıyor, niye aynı sembolle çıkıyor? Başka yerde neden çıkıyor? Kuzey Afrika’da bir ülkede yine AKP var. Onun sembolü de lamba değil, gaz lambasıdır. Bu çerçevede AKP, geçmişin yeşil kuşak uygulamasından çıkarılan sonuçlar temelinde yenileştirilerek bugüne uyarlanmış yeni bir siyaset tarzı oluyor.

Bu anlamda Türkiye’ye baktığımızda daha yoğun değerlendirmek gerekiyor. Somutlaştırarak, özgün uygulamalarıyla açığa çıkararak değerlendirmek gerekiyor. Özel savaş, stratejik anlamda İkinci Dünya Savaşı sonrasında gündemleşti. Temel bir tartışma, askeri ve siyasi bir konu haline geldi. Derin devlet, o süreçle birlikte çok daha kullanılır bir hale geldi. Bugün itibariyle özel savaş rejimleri, daha çok tartışma konusu olmaktadır. Tabii özel savaşı temellendirip kökleriyle buluşturmaya çalıştığımızda, bunu devletin çıkışıyla ilişkilendirmeye kadar da götürebiliriz ve bu da yanlış olmaz. Çünkü şunu söyleyebiliriz: Sümer Rahip Devleti’nin ideolojik çarpıtması da özgür insan üzerine bir özel savaştır. Onu köleleştirmek için uyguladığı bir özel savaş yöntemidir, bilinç çarpıtmasıdır.

Cemal Şerik

Ahmet Davutoğlu Kimdir?


1998–2002 yıllarında, “Silahlı Kuvvetler Akademisi” ve “Harp Akademileri”nde misafir öğretim üyesi olarak ders verdi.
 

Ahmet Davutoğlu, 1959 yılında Konya/Taşkent'te doğdu. Ortaöğretimini İstanbul Erkek Lisesi'nde tamamladı. Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi ve Siyaset Bilimi bölümlerinden mezun oldu. Aynı üniversitenin Kamu Yönetimi Bölümü'nde yüksek lisans, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde doktorasını tamamladı.

1990-1995 yılları arasında Türkiye dışında görev yaptıktan sonra 1996-1999 yılları arasında Marmara Üniversitesi'nde çalıştı. 1993'te “doçent”, 1999'da “profesör” oldu. 1998–2002 yıllarında, “Silahlı Kuvvetler Akademisi” ve “Harp Akademileri”nde misafir öğretim üyesi olarak ders verdi. Beykent Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanlığını yürüttü. Büyükelçiliğe, 2003'te, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakanı Abdullah Gül'ün ortak kararıyla uygun görüldü. 
2002-2009 yılları arasında Erdoğan’ın başdanışmanlığını yapan Davutoğlu, iktidarı boyunca AKP’ye akıl hocalığı yaptı. Davutoğlu, Erdoğan’ın 01 Mayıs 2009 günü açıkladığı yeni kabinede “Dışişleri Bakanı” olarak atandı. Milletvekili olmayan Davutoğlu, AKP hükümetinin parlamento dışından kabinede görev alan ilk bakanı oldu.

“Alternative Paradigms” (Lanham: University Press Of America, 1994) ve “Civilizational Transformation and the Muslim World” başlıklı kitapları yayınlanmıştır. Civilizational Transformation and the Muslim World (Medeniyetin Dünüşümü ve İslam Dünyası) kitabının Amerika’da yayınlanması dikkat çekicidir. Bu kitap kendisine biçilen rolün tezi gibidir.

Davutoğlu'nun 2001 yılında "Stratejik Derinlik" adlı bir kitabı yayınlanmıştır. Bu kitabın önsözünde Davutoğlu şunları ifade etmektedir: "Türkiye'yi çevreleyen yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzaları, coğrafi olarak da insanlık tarihinin ana damarının şekillendiği alanları kapsamaktadır. Soğuk Savaş sonrası dönemin getirdiği dinamik uluslar arası ve bölgesel konjonktürde en yakın havzasından başlayarak dışa açılması kaçınılmaz olan Türkiye'nin stratejik derinliğinin yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta bağlantıları ile yeniden tanımlanması ve bu derinliğin jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel boyutlarının dış politika parametreleri olarak kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.”
Davutoğlu bu kitabında öngördüğü dünyanın yeni dengeleri içerisinde Türkiye için “merkezi ve stratejik bir ülke” hayalini besliyor. Çoğu siyasi gözlemci Davutoğlu’nun bu hayalini “Neo Osmanlı” olarak adlandırıyor. Gerçekten de Davutoğlu’nun ortaya koyduğu formülasyonlar tam da güncelleştirilmiş Osmanlı imparatorluğuna tekabül ediyor.
 
İşin özüne biraz daha inildiğinde ise “barış”,  “dostane uluslar arası ilişkiler”, “medeniyetler ittifakı” ve “iyi komşuluk ilişkileri” söylemleriyle sarıp sarmalanmış keskin bir ırkçılık ve yayılmacılık siyaseti karşımıza çıkmaktadır. Belki de bu keskinlik hemen hissedilmesin diye bunca sözüm ona “insani” sosa bandırılmaktadır.

Kendisine uluslar arası sistem güçleri tarafından “stratejik” misyon biçilerek pohpohlanan Davutoğlu, “görev” günlerininin büyük çoğunluğunu Türkiye dışında ve uçak yolculuklarında geçiriyor. Bazen bir günde birkaç ülkeyi dolaştığı da oluyor. Ama ortaya çıkan sonuç tam bir fiyasko…s Çünkü bel bağladığı ve stratejik ilişkiler kurduğu Ortadoğu’nun tüm diktatörlükleri domino taşları misali art arda yerle bir oldular.

Derin statükocu refleksleriyle ilkin bu değişim ve dönüşüme tepki gösteren TC, sonradan durumun ciddiyetini kavrayınca keskin U dönüşleri yapmaya başladı. Ticari çıkarları için Libya’ya NATO müdahalesine karşı çıktı ama kısa süre sonra İzmir’i müdahalenin merkezi yaptı. Suriye’de Beşar Esad’ı göklere çıkardı, şimdi ABD ile beraber onu devirmenin planlarını yapıyor. İran için arabulucu oldu, şimdi İran’a karşı en sinsi planların içerisinde. Kısacası ortaya çıkan “stratejik derinlik” değil; anlık U dönüşleri, en kaba, bayağı, ilkesiz ve kuralsız dış politika ve tam da TC/AKP’ye yaraşır bir pragmatizm oldu. 

Davutoğlu stratejisi; görünüşte milliyetçiliğe karşı olan ama özünde Türk ırkçılığının kendisine değil onun yayılmamasına duyulan tepki ve amansız çabanın kendisidir. Irçılık modernitesini yaratan ve kapitalist moderniteye angaje eden bu ırkçılık, aslında Kemalizm’in yarattığı ‘’TC’’  çitini çoktan aşmış bulunmaktadır. AKP, Gülen ya da kısacası “Siyasal Sermayeci İslam” bugün 100’ü aşkın ülkede milliyetçi salgın halindedir. Neo Osmanlıcı milliyetçilik salgını sözüm ona eğitim, sağlık vb adlar altında bugün Afrika’daki aç bedenlerin üzerinde bile parazit yaşamakta ve tükenmekte olan kanlarını emmektedir.

“Uluslararası İlişkiler Profesörü”nün öncülüğünü yaptığı ve giderek AB’ye üyelik sürecinin dahi durdurulduğu Türkiye’de AKP gerçeğinin, koyu bir şovenizm ve ırkçılıkla “yetiştirilmiş” geniş kesimler tarafından hazmedilmesi biraz da bu ırkçı siyaset sayesindedir. Bu formülün ikna ve tatmin gücü ırkçılıktan gelmektedir.

Davutoğlu’nun Kürt formülasyonu ise daha da ırkçıdır. Buna göre Şii ve Sünni kemerlerinin yanında bir de “coğrafyası ve siyasi kimliği olmayan” ama hesaplamak zorunda olduğu ‘Kürtler’ vardır. Yani siyasal olarak Kürtler değil de, kültürel ve zoraki telaffuz edilen bir ifadeyle “etnik” olarak Kürtler vardır. Onlar da “geniş ve derin Türk kültürünün bir zenginliği”dir. Burada inkâr daha da inceltilmiş ve derinleştirilmiştir.

Ayrıca, “Stratejik Derinlik” adlı kitabında; ‘’Kürtlerin aşiret ve kabile geleneklerinin birbirlerine karşı küçük çatışmaları kazandıklarında kendilerini nihai zafer kazanmış hissettiklerini ve bu karakterin siyasal gruplara aynı şekilde yansıdığını’’ aktarmaktadır.

Kürtlerin siyasal karakterini ırkçılık manifestosuna yansıtırken en siyasal değerlendirdiği bölümde bile kendisine Kürtlerin “kendi kendilerine düşman” halini seçmektedir. Dolayısıyla bu, aynı zamanda Kürdün Kürde karşı yanını muhatap alan bir pozisyon. Günümüzde de somut olarak ilişki kurduğu gerek Kuzey Kürdistan gerekse de diğer parçalardaki Kürtlerin daha çok bu karakterde olması tesadüf değildir. Kürdün Kürde düşmanlığıyla stratejik ilişki içinde olan bu zihniyetin hiç bir esnekliği samimi olamaz. Bu yüzden AKP’nin Kürt sorununu her “kabullenişinde ayrı ve daha derin bir inkâr vardır. Buna rağmen bugün topyekûn bir savaşın önü kesiliyorsa bu, Kürdistan Halkı ve onun Özgürlük Hareketinin duyarlılığı ve insani duruşu sayesindedir.

Davutoğlu’nun ırkçılığı çoğu zaman “Dışişleri”nden “İçişleri”ne taşmaktadır! Görev alanı olmadığı halde bazen kendine hâkim olamamakta ve içeride Kürt siyasetçilerine ırkçı cevaplar verip tehdit etmektedir.

Özcesi Davutoğlu ve akıl verdiği partisi AKP, uluslar arası sistem güçleri tarafından uzun süre kullanılıp bir kenara atılan Kemalist ve İttihatçıların yerine ikame edildi. Ama Kürtler açısından durum değişmedi. Hatta Kürtler üzerindeki inkâr ve baskı daha da inceltilip derinleştirildi. Herkes bilir ki ince vuruşlar kaba vuruşlardan daha ölümcüldür. Dolayısıyla AKP’ye verilen görev Kürt halkını tasfiyedir. Başından beri gerçek niyetini gizleyen Erdoğan ve ekibi, iyice teşhir olunca, baklayı ağzından çıkardı ve “Kürt sorunu yoktur” dedi. Daha önce de “düşünmezseniz yoktur” demişti.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a karşı yapılan komplonun analizlerindeki temel yanılgılardan birisi de “ABD Öcalan’ı gerekçe yaparak Ortadoğu’ya müdahale etmek istedi” şeklindeydi. Oysa bu uluslar arası komplo, müdahalenin gerekçesi değil ta kendisiydi.  Ardından AKP’nin kurulması yine aynı müdahalenin Türkiye ayağıydı. Özünde AKP, sermaye güçlerinin Ortadoğu’ya yaptığı “sivil (sahte Müslüman) darbe modeli”dir. Nitekim Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki halk ayaklanmalarından hemen sonra uluslar arası sistem güçleri hemen devreye girip halkların ödediği bedelleri kendi hanelerine yazma sinsiliği içerisine giriyorlar. Bunu da söz konusu ülkelerde “yerli AKP”ler kurdurarak nihayete erdirmeye çalışıyorlar.

Ve hala kimse şunu sormuyor: “Mağdur” Fetullah Gülen neden onlarca Müslüman ülkesinden birine gidip iltica etmedi de, ABD’nin Pensylvania eyaletine “çiftlik” kurdu?

O Şimdi Kemalist, O Şimdi Darbeci!


2010 12 Eylül referandumu yapıldığında görece 12 Eylül karşıtları Kürt özgürlük hareketinin duruşunu eleştirmişlerdi. 
 

2010 12 Eylül referandumu yapıldığında görece 12 Eylül karşıtları Kürt özgürlük hareketinin duruşunu eleştirmişlerdi. Hem evetçilerin hem de ‘’evet ama yetmezcilerin’’ elinde oturup televizyon başında ‘’Kürt sorunu yoktur Kürt vatandaşlarımın sorunu vardır’’ diyen Türk başbakanını izlemekten başka bir şey yoktur. Yine geçici 15. Maddenin kaldırılmasından bu yana rahatını bozmayan, şatosunda oturan Kenan Evren bile 12 Eylül karşısında referandumda ‘’EVET’’ diyenlerden daha etkili olduğu görüldü.

Evetin koltuklarını sağlamlaştırdığı merkeziyetçi zihniyetin darbecilerden daha tehlikeli tekçi ve merkeziyetçi oldukları açıktır.

Nedir bu Kemalizm ve 12 Eylül karşıtlığı? Bu karşıtlar gerçek karşıtlığa var mı?

3 Mart 1924 tarihinde çıkartılan Tevhidi Tedrisat Kanunun 4. Maddesine göre İmam Hatip Okulları adı altında dinin devlet kontrolünde verilmesi ön görülüyordu.

Ahmet Şık’ın basılmadan yasaklanan “İmamın Ordusu” kitabında devlet-cemaat ilişkisini doyasıya incelemektedir. Karşılıklı birbirlerini nasıl beslediklerini aktarıyor.  Aslında kitap devletin memurlarının (polislerinin) sicillerini teşhir ettiğinden değil devletin din, cemaatin devlet sicilini teşhir etiğinden kitap basılmadan yasaklanıyor.

‘’Kızıl Kuşağa Karşı Yeşil Kuşak’’ başlıklı yazısında Şık, yeşil kuşağın sosyalist ve devrimcilere karşı nasıl kullanıldığını aktarıyor.

Aynı kitapta Gülene karşı direnenlerin Emniyetin içinde nasıl cezalandırıldıklarını aktarıyor. 

Laiklik dinin devletten ayrılması anlamına gelirken tam aksine devlet kontrolüne geçmekte ve toplumdan zorla ayrıştırılmaktadır. Din toplumdan zorla ayrıştırılmaz; devletten ayrıştırılır. Diğer bir deyişle toplumların dinleri olabilir devletin dini olmaz. Devlet genel bir müessese olduğuna göre herkesin kurumu olmak zorundadır.

Ancak toplum bunun farkına vardığından 1930’da öğrenci yetersizliğinden kapısına kilit vurulan İmam Hatip Mektepleri 1971 darbesi ve 1982 darbesindeki zorunlu din dersi getirilmesinden sonra yeniden canlandırıldı.

Hatta 1974’te kurulan CHP-Millî Selâmet Partisi ittifakıyla İmam Hatip Liseleri’nin ortaokul bölümü yeniden açıldı. 29 yeni ihale açıldı ve böylece okul sayısı 101’e çıktı.

Darbelerden beslenen zihniyetin bugün darbeler karşındaki duruşu ‘’nabza göre şerbet’’ misalî gibi sahte bir duruştur.  Ondan bile kötüsü ne nabzın nede şerbetin değiştiği gerçeğidir.

Türkiye’de MGK’nin dini askeri cephane olarak kullanması yenimi dersiniz? MGK’nin Şubat ayında Kürdistan’a çıkarmayı düşündüğü onbinlerden oluşan imam ordusunun yeni olmadığını 12 Eylül Yönetiminin tutanaklarını aktararak veriyoruz:

Milli Güvenlik Konseyi Tutanakları

Milli Güvenlik Konseyi, 1982 yılı Ekim ayının ikinci yarısında, Danışma Meclisi’nin kabul ettiği 1982 Anayasasının görüştü. (...) Devlet Başkanı Kenan Evren’in başkanlığında, Orgeneral Nurettin Ersin, Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Oramiral Nejat Tümer ve Orgeneral Sedat Celesun’dan oluşan Milli Güvenlik Konseyi’ndeki anayasa tartışmaları tutanaklara şöyle geçti:

Orgeneral Tahsin Şahinkaya: “Okullarda din dersini, diğer zorunlu dersler yanında okutacak isek de belki de gelecekte, ‘Anayasada hüküm vardır, mekteplerde din dersleri mutlaka okutulması gerekir’ diye, bunun daha da geniş çapta okutulması tehlikesi beliriyor. O yönü ile acaba –her ne kadar dinin bu okullarda mutlaka okutulmasına inanmıyorsak da- ‘İlköğretim ve ortaöğretim kurumlarında okunan dersler arasında yer alır’ deyince, aynen tarih, coğrafya gibi, matematik gibi bu dersleri de koyacaklarından, onlar gibi yer aldığı için, daha yumuşatıcı ve daha makul şekilde bir ifadenin vücuda geleceğine inanıyorum Sayın Başkanım.”

Kenan Evren: “Devletin gözetimi altında...’ Okullarda değil, diğer yerlerde, mesela Kuran kursları açılıyor; Kuran kurslarında hem eğitim var hem de öğretim var; yani hem Kuran’ın nasıl okutulacağının öğretimi yaptırılıyor, hem de namazın nasıl kılınacağının, apdestin nasıl alınacağının, cenaze namazının nasıl kılınacağının eğitimi yapılıyor. Bunlar da devletin gözetimi altındadır.

Yalnız ‘öğretimi’ der isek, buradan ‘eğitimi’ çıkarır isek, o takdirde, ‘Ben eğitim yaptıracağım’ diye bir yer açarlar. Devletin gözetimi altında olmayabilir. Din Kültürü veriyoruz. Din dersi değil; yani dinin tarihi, dinimizin kuralları içerisinde öğretilmesi lazım gelen hususları bu çocuklara öğreteceğiz. ‘Din dersi’ deyince, Kuranı Kerim’i baştan alıp sonuna kadar... O değil... Çocuk, ilkokulu ve ortaöğretimi bitirdiği zaman bir din kültürüne sahiptir. İslamiyet nedir? Nasıl doğmuştur? Nasıl gelişmiştir? Orada ‘eğitimi’ koymadık, ‘din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında zorunlu dersler arasında yer alır.’ ‘Dersler arasında yer alır’ desek ne olacak, ‘zorunlu dersler arasında’ desek ne olacak?”

Orgeneral Tahsin Şahinkaya: “Okutulan dersler arasında yer alır. Yani bir tarihten, coğrafyadan, matematikten vazgeçilemeyeceği gibi, bu okullarda, bu din dersinden de vazgeçilemez. Bunu da onun gibi, okunan dersler mahiyetinde değerlendirip okutalım Sayın Başkanım.”

Hâkim Tümgeneral Muzaffer Başkaynak (Anayasa Komisyonu Başkanı): “Sayın Başkanım, ilk ve ortaöğretimde özellikle tarih, coğrafya, matematik, fizik, kimya dersleri genel kültür dersleri meyanındadır. Maddenin yazılış biçimine göre din kültürü de o dersler meyanında verilecektir. Ne var ki, bundan önceki tatbikatlarda bunun verilmesi zorunlu olmasına rağmen, anayasada yer almadığı için veya emredici hüküm bulunmaması nedeni ile bu konularda öğrencilerimiz veya Türk vatandaşları, yeterince bilgi sahibi olamamışlardır. Özellikle herhangi bir yabancı ülkenin bütün özelliklerini bilmiş olmalarına, belki onun ötesinde, yabancı ülkelerin dini kültürüne ait bazı bilgi sahibi bulunmuş olmalarına rağmen, İslamiyet veya kendi dinleri hakkında herhangi bir kültür sahibi bulunmamaktadırlar. İhmal edilmiş bir müesseseyi, bu şekilde anayasada ihya etmek zorunluluğu duyulmuştur.

Oramiral Nejat Tümer: “Yabancı okullarda, bilhassa Rum okullarında, kendi içlerinde uyguladıkları bir din eğitimi var. Ayrıca bizim kendi Fransız, Alman ve İtalyan okullarımız var; burada hem Türkler okuyor hem yabancılar okuyor. Bu mecburiyet anayasamızda olduğuna göre, bu okullarda da din derslerinin okutulmasını mecburi kılmakta mıdır veya onları bu işin dışında tutabilecekler mi?”

Hâkim Tümgeneral Muzaffer Başkaynak: “Din kültürü, İslam dininden olanlara uygulanır. Zaten yabancılar kendi din kültürlerini almaktadırlar. Bu itibarla anayasada amir hüküm olarak bu konu uygulanacaktır.

Kenan Evren: “Bir milleti dinsiz yapmak mümkün değil. Bu çocuklar din kültürünü okulda almayacak, ailesi vermeyecek. Nereden verilecek? O zaman, isteyen kişi, mahalle mektebine gönderecek, orada öğretecek. Bunu oralarda öğreteceğine, işte burada hiç olmazsa din kültürünü alır, ondan sonra onu ilerletecekse ilerletir; kursa gider, hoca tutar, ne yaparsa yapar; ona da kimse mani değil.”

Orgeneral Nurettin Ersin: ‘Zorunlu dersler arasında yer alır’ konusunun tabii bir ihtiyaçtan doğduğu için konulmuş olduğu aşikârdır. Yoksa ille laikliğe aykırı bir ders eğitimi manasını taşımıyor, ileride gelecek iktidarlar zamanında istismar edilmemesi için zabıtlara bu şekilde geçmesinde büyük yarar vardır. Çünkü 1961 Anayasası’nda böyle bir kayıt yoktu, serbest bırakılmıştı; bu serbestlik, din kültürünün verilmesinde hiçbir zaman başarılı olmamış ve birçok kişi din bilgisinden mahrum kalmıştı.
Bizim maksadımız, bu din kültür ve öğrenimini bu tarzda vermektir. Yoksa asla kimseyi dinin bütün gereklerine doğru zorlamak değil; din kültürü almasını sağlamaktır. Çünkü ülkelerde toplumun birleştirici unsuru olarak din mevcut olduğuna göre, bunu herkesin bilmesi kadar çok tabii bir şey yoktur. Özellikle Türk toplumu büyük bir ekseriyetle İslam dinine girdiğine göre, o halde bu imkânı kendilerine sağlamak ve bilgilerini başka yerlerden alacakları yerde, devletin kontrolü altında almalarını sağlamak, çok daha uygun olacaktır. ‘Zorunlu’ kelimesinin bu tarzda açıklaması, hiçbir zaman laikliğe aykırı değildir ve istismara müsait bir şekilde kullanılmamalıdır.

Kenan Evren: “Efendim Türkiye’de imam hatip okulları neden çoğalmıştır? Bir zamanlar, hatırlarsınız, gidilen her yerde imam hatip okulu isteniyordu; bunların sayısı 357’dir; bugün meslek liseleri dahi o kadar fazla değil. Sebebi: Ana, baba, çocuğunun din dersi almasını da istiyor, ‘Nasıl olsa lise seviyesinde; diğer okullarda bu hiç yoktu; o halde imam hatip okuluna göndereyim’ diyor; hem lise diploması alır hem de din bilgisi alır, diye düşünüyordu.

İmam hatip okulları ve liseleri yanında Kuran kurslarının mütemadiyen memleket sathında yayılması, bunun arkasından gizli Kuran kurslarının çıkmasının sebepleri bunlardır. Aile yapımız belli, geleneklerimiz, göreneklerimiz belli. Aile, çocuğunu böyle bir yere vermeyi tercih ediyordu; namaz kılmasını öğrenecek ve ‘Arkamdan bir Fatiha okuyabilecek’ diye düşünecek; belki o zaman öbür okulu tercih etmeyecek ve bu okullara göndermeyi daha çok tercih edecek.
Okutulan zorunlu dersler arasında yer alır’ dediniz siz.”

Orgeneral Nurettin Ersin: Evet

Kenan Evren: Bunun içinde hem ahlak eğitimi de var. Zaten ahlak dersi vardı, mecburi idi, bugün liselerimizde ahlak dersi mecburidir. O halde hem ‘din kültürü’ hem ‘ahlak eğitimi’, bu ikisi beraberdir. Bu, sırf  ‘din kültürü’ değil; ‘din kültürü’ ve ‘ahlak öğretimi’, ikisi beraberdir. İkisi karışık olarak verilecektir.

(Betül Uncular, İşte MGK Tutanakları, Cumhuriyet, 27.6.1987)

Fethullah Gülen Kenan Evrenin bu duruşu (zorunlu din dersi) için: ‘’Yeri mekânı cennetliktir.’’ diyor.

Biz yeri cennetlik inanmayan ‘müminlerin’ yasalarıyla yönetimde olan ‘müminleri’ nasıl ayrıştıracağız?

AKP ve Erdoğan kimin yasalarına itaat ediyor?

İmam Hatipler Kemalizm Kurumu değil mi? Neden karşısında olacağına öğrencisi oluyorsun?

Zorunlu din dersi kimin kanunu kim bu kanuna itaat ediyor?

Siyasi partiler yasası ve %10’luk seçim barajı kimin kanunu kim bu kanun üzerinden parazit yaşıyor. Meclise 50’nin üzerinde sözde Kürt milletvekili bu yolsuzlukla girmiyor mu?

AKP iktidarı döneminde güya ‘sivilleşen’ MGK’nin 2011 Şubat tutanakları henüz elimize ulaşmadı ama basına yansıyan kadarıyla din adamlarını ordulaştırmada Kenan Evrenden daha başarılı.

Devletin tüm kurumlarını çeşitlendirerek Kürt halkı üzerine gelen AKP’ye ve Türkiye kamuoyuna Kürdistan halkı ve örgütlü Özgürlük Hareketi büyük bir ders verdi.

Türkiye’de sarıklı cübeli cuntacılar asker potinlerinde ampullerini yakarak bazı liberalleri, demokratları kandırmış olabilirler ama Kürtleri ve Kürt Özgürlük Hareketini asla!

Devlet karakollara minare takmış olabilir; askerlere cübbe giydirmiş olabilir, Kürtler o minareleri dinlemek cübbelerin arkasında saf tutmak zorunda değildir.

YSK kararını Kenan Evren’den daha fazla 12 Eylül’cü davranan AKP’nin kafasında kırdı. Her Cuma on binlerin ‘’SİVİL NAMAZI’’  Atatürk’ten çok Atatürkçü davrananların adeta kıblelerini sarstı.

Kürt Halkı son hamlesiyle gösterdi ki Kemalizmin ve 12 Eylül’ün Kürdistan’da hiç bir geçerliliği kalmamıştır. Şimdi tüm anayasalar sokak anayasasının seline kapılmışlardır.

Ozan Erdem

Hakikat ve Özgür Gündem


Ömer Alevcan gözaltında işkence sonucu hayatını kaybetmiş yüzlerce Kürt gencinden biri. Babası, 1994 yerel seçimlerinde Siirt’in Tilo beldesinden DEP adayı olunca aile yoğun baskılara maruz kalmış, şubat ayında özel timlerin gözaltına aldığı Ömer’in birkaç gün sonra cansız bedeni ailesine teslim edilmişti. Bu olayla ilgili haber yapmak üzere gittiğim Siirt’te çoğunlukla gözaltı ile neticelenen polis takibine maruz kalmıştım. Ömer’in işkence izleri ile dolu cesedini resimlemiş, ailesiyle görüşmüş, ardından da sağ salim Batman’a dönmenin yollarını aramaya başlamıştım.

Cenazesi henüz toprağa verilmemiş bir kardeşin acısını yaşayan ağabey Alevcan, acısını bir kenara bırakmış, güvenliğimi sağlamak için uğraşıp durmuştu. Polisi şaşırtma amaçlı kısa misafirliklerin ardından beni güvenli bir eve yerleştirmişti. Batman’a salimen gidebileceğim aracı da tedarik ettikten sonra gece yarısı bulunduğum eve gelmiş ve helallik istemişti. Hiç tanımadığı bir gazetecinin canını tehlikeye atarak kardeşinin katledilmesiyle ilgilenmesine kendince karşılık verme telaşında olan ağabey Alevcan, vedalaşırken bir de ‘borcumuz nedir?’ diye sormuştu. Boğazım düğümlenmiş, gözyaşlarımın akmasını güçlükle engellemiştim.


İşte o gün güçlükle engelleyebildiğim yaşlar Özgür Gündem’in Diyarbakır bürosunu anlatan Press filmini izlerken boşalıverdi gözlerimden. Yaptığı sıkı pazarlıktan sonra taşıdığı gazetenin Özgür Gündem olduğunu öğrenince para alamayacağını söyleyen yoksul arabacının yer aldığı sahne yıllar önce yaşadığım bu olayı ve daha nice yaşanmışlıkları hatırlattı bana.


Basın ve hakikatle yüzleşme


Özgür Gündem’in yayın hayatı sadece iki yıl sürebildi. Bu kısacık zaman dili-mine onca baskıyı, zulmü, cinayeti nasıl sığdırabildiler? Bu pervasızlığı anlamak kolay değil. Zira yaşananları düşününce onlarca yıl devam etmiş gibi geliyor insana.


Özgür Gündem ve geleneğin temsilcisi diğer gazeteleri Kürt hakikatinin arşivi olarak tanımlamak yanlış olmaz. Kürtlere yaşatılan bütün insanlık dışı uygulamalar bu arşivlerde az ya da çok yer almıştır. JİTEM’den Hizbulkontra’ya bütün cinayet şebekelerinin ipuçlarını tozlu sayfalarında bulmak mümkündür. Yakılan köylerin çetelesi, faili meçhullerin kayıtları bu gazetelerce tutulmuştur. Bedeli canların yitirilmesiyle ödenmiş bu onurlu gazetecilik, son dönemde gündeme gelen hakikat ile yüzleşme konusunda Kürtler açısından önemli bir rol oynamıştır. Buna karşın onlarca yıldır adına türlü kötülükler yapılan Türk toplumunun hakikat ile yüzleşme konusunda aynı noktada olduğunu söyleyemiyoruz ne yazık ki.


Hakikatle yüzleşmek oldukça çetindir. Şok haline girmek, acı çekmek ve değer yargılarının altüst olması söz konusudur. Ancak aynı zamanda insanlaşma çabasıdır. Geçmişte yaşanmış kötülüklerin geleceği karartmasını engellemenin biricik yoludur belki de. Dünya tarihindeki örnekler basının bu konuda öncü rol üstlendiğini gösterirken, Türk basınının tersi bir yönde çaba gösterdiği ortadadır. Türk toplumunun hakikatle yüzleşme konusunda geri noktada oluşunda en büyük payın imha ve inkar politikalarının sahibi olan devlete ait olduğu kuşku götürmez elbette. Fakat devletin bu politikalarını çoğu kez “kraldan daha kralcı” bir tutumla desteklemiş olan basının payı da hayli fazladır.


Meğer büyük yanılmışım


1992 yılında bir Kürt gencinin panzere bağlanarak sürüklendiği resimler Özgür Gündem tarafından “İnsanlık Sürükleniyor” manşetiyle yayınlandığında, basının bu vahşeti görmezden gelemeyeceğini düşünmüştüm. Meğer büyük yanılmışım. Basın, Türkiye ile panzeri üreten Almanya arasında krize de neden olan bu vahşete tepki göstermek bir yana, kılıf bulmaya çalışmıştı. Yakın tarihte Kürtlerin yaşadığı acılar karşısında basının gösterdiği benzer tutumun binlerce örneğini sıralamak mümkündür.


Konu Fırat’ın öte yakası olduğunda resmi görüşün dışına çıkmayan basın, bugün Kürt sorununun çözümü önünde engel olarak gösterilen, benim ise önemli bölümünü bozuk ruh halinden öte bir şey olarak görmediğim “hassasiyet” duvarını itinayla örmüştür. Kürtler bir yana, sokağa çıkan her solcunun linçle karşı karşıya kalması basının istikrarlı bir şekilde devam ettirdiği bu tutumunun neticesidir.

Rakel Dink “Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulayalım” demişti. Hrant Dink’in katilinin son duruşmadaki beyanları bu karanlığın yaratıcılarından birine, yani basına işaret etmesi açısından ibret vericidir.


Kürtler uzun ve zorlu bir mücadelenin sonucunda inkar dönemini sona erdiler. Bugün çözüm sürecini geliştiriyorlar. Milyonlarca Kürt yine ayakta ve hakikati haykırıyor. Devlet ise artık inkar edemediği Kürtlerin taleplerini geriletme siyaseti izliyor. Otuz yıldır devam eden savaşın çözüm olmadığı gerçeğini yarım ağız ifade eden AKP hükümeti, buna karşılık faturayı bir şekilde mazlum Kürtlere çıkarmanın türlü yollarını deniyor.


İkiyüzlülük devam ediyor


Peki, bütün bunlar karşısında basın ne yapıyor? Kürt sorunun geldiği aşama ve devletin resmi görüşündeki kırılmanın da etkisiyle bazı farklılıklar gözlense de sorunun esasına yönelik bakışında pek de değişiklik olmadığını ifade edebiliriz.


Tek merkezden servis edildiği açık, dezenformasyon amaçlı haberlerin yazılı ve görsel basında hemen her gün yer alması buna delalet ediyor. Ateşkese rağmen, Hatay’da öldürülen 7 PKK’li ile ilgili gazetelerde yer alan “esrar ekmeye geldiler” türünden haberler inkar döne-minin dili değil mi? Bu haberleri üretenlerin, daha birkaç ay önce aynı yerde askerlerce öldürülen köylülerle ilgili PKK’yi suçladıklarını unuttuk mu?


Siyasal yelpazenin her tarafından köşe sahiplerinin, Kürt sorununun çözümü önündeki engel olarak Kürtleri işaret etmeleri garabetini nasıl değerlendireceğiz? Yüz binlerin katıldığı sivil itaatsizlik eylemlerini yok sayan, çamur atan ve küçümseyen basının sistem ile ittifak halinde olmadığını kim söyleyebilir? Bu kalemlerin her fırsatta kullandıkları “vesayet” sözcüğünü Sivil Cuma Namazları’nın MGK kararı ile engellenmesi karşısında hatırlamamaları ilginç değil mi?


Arap ülkelerindeki özgürlük taleplerini Tahrir Meydanı’ndan canlı yayınlar eşliğinde destekleyen ve hararetle AKP modeli öneren “liberal” gazeteciler ile Çin’deki dindaşlarının sıkıntılarına duyarlı “İslamcı” yazarların sivil na-mazların yasaklanmasına dahi göz yumabilmeleri nasıl yorumlanabilir? Kürtlerin hakları gündeme gelince her türlü iki-yüzlülük mümkün oluyor işte.


Yüzleşme gücünü bulmak


Kürtlerin gösterdiği direnç sonucu başarısız kalan YSK darbesi karşısında olumlu olarak nitelendirebileceğimiz bir tavır gösteren medyanın, üç gün sonraki diline dikkat çekmek isterim. Sistem karşısında adeta günah çıkarmaya çalışmaktalar. Kürt coğrafyasında baskı, şiddet, tutuklama geçmiş yılları aşan düzeyde yaşanırken halkın tepki göstermesini eleştirmektedirler. Kısa süreli demokratik tutum kimyalarına iyi gelmemiş olsa gerekir ki, Kürtlerin her gün birkaç gencini toprağa vermesi karşısında “üç maymunu” oynarken halkın demokratik gösterilerinin ülkeyi gerdiğini savunmaktalar. Hal böyle iken ayrı partilere gönül vermiş oldukları bilinen birçok köşe yazarının Kürt coğrafyasında, AKP’yi muzaffer kılmak için kalem oyna-tacağını söylersem kehanette bulunmuş olmayacağım herhalde.


Yakın tarihte devletin televizyon kanalında yayınlanan ve Amerikan yerlilerinin (Beyazların tanımlaması olduğu için Kızılderili sözcüğünü kullanmamayı tercih ediyorum) katledilmesini konu alan “Oturan Boğa’nın İzinde” belgeselini izledim. Ataları soykırımdan geçirilmiş yaşlı Lakota yerlisi, ABD’nin hakikatle hiçbir zaman yüzleşmeyeceğini söylüyordu. Bu görüşünün sebebini ise “Öyle kötü şeyler yaptılar ki, bununla yüzleşemezler” diyerek açıklıyordu. Türk medyası hakkındaki hissiyatıma tercüman olacak bundan iyi cümle olamaz herhalde.


Yaşadığımız onca şeye rağmen, Kürt halkının ve bütün dünya halklarının özgürce yaşayabildiği bir dünya umudumuzu yitirmemeliyiz elbette. Özgür Gündem’in 17 yıl aradan sonra yayın hayatına başlaması bu anlamda da son derece önemlidir. Özgür Gündem, Türkiye toplumunun hakikatle yüzleşmesine katkı yapabilecek deneyime ve güce sahiptir. Bu vesileyle Özgür Gündem’e “hoş geldin” diyor, gazetenin emekçilerine başarılar diliyorum.