21 Nisan 2010 Çarşamba

Kentlerde yönetim farkı


Bölge'de hangi ile, ilçeye, beldeye giderseniz gidin, belediye başkanının BDP'li olup olmadığını anlarsınız. Eğer belediye başkanı BDP'liyse o kent tertemizdir, kenar mahallelere kadar yol gitmiştir, mutlaka park vardır; hatta 'Şemse Allak', '8 Mart' gibi kadınların sembolü olan isimlerin verildiği parklar vardır.

Kentler yerel yönetim yaklaşımının aynasıdır

Bölge'de hangi ile, ilçeye, beldeye giderseniz gidin, belediye başkanının BDP'li olup olmadığını anlarsınız. Eğer belediye başkanı BDP'liyse o kent tertemizdir, kenar mahallelere kadar yol gitmiştir, mutlaka park vardır, hatta muhtemelen 'Şemse Allak', '8 Mart' gibi kadınların sembolü olan isimlerin verildiği parklar vardır, o parklarda kadınlar bütün özgüvenleriyle dolaşıyorlardır.

Bunu Batı'dan algılamak kolay değil. Çünkü düşünün ki, o kentler bir çocuk parkına bile ancak BDP'li belediyeler sayesinde kavuştular. Düşünün ki, bütün bir Bölge'de yıllarca su yoktu, toz, toprak, çamur vardı.

Ağaç mı? O da ne? Yıllarca bir tek yeşile hasret kalmış Bölge kentleri son on yılda gördüğü yeşili cumhuriyet tarihinin toplamında görmedi.

Kenti dolaşırken mutlaka gözünüze kadınlarla ilgili bir şey ilişir. Pek çoğu belediye destekli olan bazen bir dernek tabelası, bazen bir küçük işletme, bazen çamaşırhane, bazen sosyal bir mekan, hatta kütüphane, siyaset okulu...

Kentte en azından bir kültür merkezi ya vardır, ya yapımı sürmektedir. O kenttekiler kendi kentlerinde ilk kez sinema izlemiştir ya da ilk kez bir tiyatro.

Belediye binalarındaki hareketlilik de diğer belediyelerden çok farklı. Viranşehir'de bir belediye çalışanının deyimiyle halk adeta kendi evine girermiş rahatlığıyla belediye binalarına akıyor. Halk belediyelere akıyor ama sadece belediye hizmetleri için değil, bazen belediye başkanının bir çayını içmek için, bazen kızının okul derdi için, bazen kocasını şikayet etmek için, bazen de sırf 'kendi binasına' uğramak için...

Çünkü o erişilemez, girilemez gibi duran binalarda halk toplantıları yapılıyor, belediye başkanı ve belediye çalışanları halka hizmet için orada olduğunu biliyor, ona göre davranıyor ve belediye başkanı, belediye meclis üyeleri, il genel meclis üyeleri de bazen ziyaret bazen de toplantı için sık sık mahallelere gidiyor.

BDP'li belediyeler, son derece kıt kaynaklarla, on yıllarca hizmet görmemiş halkı ilk kez hizmetle tanıştırıyor. Halk da bunu bildiğinden yol yapımından temizlik işlerine kadar gönüllü çalışıyor.

Bölge'de hangi ile, ilçeye, beldeye gittiysem, belediye başkanının partisini tahminde hiç yanılmadım. Çünkü BDP'li belediyeler çok farklı.

29 Mart başarısının sırrı

  • 22 Temmuz seçimlerinde, seçimlerden hemen önce parti yöneticilerinin 400'den fazlasının tutuklanmasına, seçim barajına, bağımsız adayların partilerle aynı pusulada yer alması gibi zorluklara, Hazine yardımı alamamasına rağmen Meclis'e 22 milletvekili taşıyan DTP'nin, bu seçimlerden sonra politik ve örgütsel dersler çıkartması,

  • Bunun ışığında, parti içinde örgütsel çalışmalara hız verilmesi, siyasal açıdan 'demokratik özerklik' projesinin oluşturulması,

  • Êdî bese kampanyasının başarısı,

  • Zap ve sınırötesi operasyonların sonuçları,

  • Tüm zamanların en büyük ve etkili kitlesel eylemlerinin gerçekleşmesi,

  • Partinin örgütsel açıdan derlenip toparlanması, siyasal açıdan yekpare bir duruşun gelişmesi,

  • Bu dönemin Kürt hareketinin 'enleri' dönemi olması ve bu sürecin Kürt halkında büyük bir umut yaratması,

  • Ulusal refleks ve ulusal birlik duygularının / bilinçlenmesinin artırması,

  • Kürt toplumunda feodal sistemi, geleneksel kültürü, muhafazakarlığı aşmaya dönük 'toplumsal değişim ve dönüşüm' perspektifinin, politikaların ve uygulamaların Kürtler tarafından benimsenmesi,

  • Aday belirleme sürecinin demokratik tarzda gerçekleşmesi, hem parti içinde hem de halkla birlik ve bütünlüğün korunması...

    Serhat Temel Batman Belediye Başkanvekili:'Nejdet Başkan'ı aratmayacağız'

    Yerel seçimler öncesi Batman'a geldiğimizde herkes Başbakan'ın Diyarbakır ve Dersim'i alacağız diye adres şaşırttığını, AKP'nin aslında Batman'da çok çalıştığını söylüyordu. böyle miydi gerçekten? Batman AKP açısından önemli miydi?

    AKP 2007 genel seçimlerinde Batman'da ummadığı bir başarı elde etti. Seçime partiyle değil bağımsız adaylarla katılmak ve iki vekilliğin garanti görülmesi gibi nedenlerle AKP'nin aldığı oy nerdeyse bizim kadardı. Bu durum onların yerel seçimlerde ciddi olarak umutlanmalarını sağladı. AKP'nin Amed ve Dersim'i alma ihtimali yüzde 10 bile değildi. Bu yüzden bütün güçlerini Batman'a yığdılar. Seçim sürecinde Başbakan, başbakan yardımcıları, bakanlar, genel merkez üst düzey yöneticileri Batman'ı ziyaret ettiler. Valilik bütün gücünü siyasal iktidarın hizmetine soktu. Okullarda okul-aile birliği adı altında toplantılar yapılıyordu. Tüm memurlar (öğretmenler de dahil) yoksul ailelerin tespit edilmesi için mahallelerde görevlendiriliyor, yardımlar için seferberlik başlatılmıştı. Beyaz eşya dağıtımı için tüm hazırlıklar yapılmıştı ki Dersim dağıtımı basının gündemine düşünce, dağıtım işini askıya alarak yerine 350 lira nakdi yardım çeki dağıtıldı. Çekler öyle kontrolsüz şekilde dağıtıldı ki tüm PTT, bankalar dolup taştı, seyyar şubeler kuruldu.

  • Batmanlıların seçtiği belediye başkanı şimdi cezaevinde. Neden?

    Belediye Başkanımızın cezaevinde olması tamamıyla hükümet ve devletin partimizin yerellerde uygulamaya çalıştığı Özgür Demokratik Yerel Yönetim Modelini işlevsiz hale getirmeye yönelik bir hamlesi olarak görmekteyiz. Ancak yanıldıkları bir nokta vardı. Bu mücadele bireyler üzerinden yürümüyor ve asla vefasızlık yapmaz. Bizler Nejdet Başkana söz verdik. Onun yokluğunu hiçbir şekilde hissettirmeyeceğiz. Nejdet Başkan'ın tutuklanması bu kentte şunu açığa çıkardı. Bu kentin yüzde 60'ının oyunu almıştı, ama tutuklama sürecinde oy veren, vermeyen tüm kesimler Başkan'ı sahiplendi, tüm kesimler operasyonu kınadı, 24 Aralık sürecinde Batman tarihinde ilk defa sağcısı, solcusu, Müslümanı, zengini, fakiri tam 72 sivil toplum örgütü bir araya gelerek tavır koydu. Onun içindir ki Başkanımızı tutuklarken yapılan tüm hesapların bugünden işlemez hale geldiğini ifade edebiliriz.

  • Batman'da, BDP'nin ekolojik, demokratik, cinsiyet özgürlükçü yaklaşımı somut olarak hayat bulabiliyor mu?

    Az önce de ifade ettiğim gibi temel hedefimiz Nejdet Başkan'ın hiçbir şekilde yokluğunu hisettirmemek. Seçim sürecinde halkımıza ne vaat ettiysek onu yapacağız. Demokratik ekolojik, cinsiyet özgürlükçü yerel yönetim modelini şiar edineceğimizi ifade etmiştik. Yönetime gelir gelmez önümüzde duran ilk hedef 5 yıllık stratejik eylem planını oluşturmaktı. Bunun çalışmalarını başlattık. Eylem planı oluşturulurken kentin tüm dinamikleri, sivil toplum örgütleri, meslek örgütleri, siyasi partiler, öğrenciler, kadınlar, gençler birer paydaş olarak kabul edilerek görüşleri, önerileri alındı. Anket yöntemiyle resmi kurum ve yurttaşların beklentileri alındı. Böylece yerel yönetim modelimizin katılımcılık ilkesi bir şekilde uygulanır kılındı. İmar planı, altyapı, kültür, sanat, eğitim, kadın, çevre vb. yaptığımız tüm çalışmalarda mutlaka ilgili tarafların ya önerileri alınır ya da birebir çalışmaların paydaşı olurlar. Ekoloji politikamızın gereği olarak temel hedeflerimizden biri Batman'da kişi başına düşen yeşil alan ortalamasını dünya standartlarına yaklaştırmaktır. Bu amaçla 5 yıllık süreçte 35 park yapmayı hedefledik. 2010 yılı içerisinde 3 parkı bitireceğimizin sözünü vermiştik, 25 bin metre kare yeşil alanı kapsayan 2 park bitme aşamasında. İluh Deresi yeşil kuşak projesi, Batman Çayı sahilinin düzenlenmesi hedeflerimiz arasında. Özellikle bu kış kaçak kömür ve filtresiz bacalara yönelik ciddi önlemler alındı ve bunun neticesinde hava kirliliğinde her yıl ilk beşte yer alan ilimiz bu yıl ilk otuzda bile yer almadı.

    Kadını her açıdan destekleme....

  • Belediye meclis üyelerimizin ve kadın çalışanlarımızın bulunduğu kadın kurulu, belediye hizmetlerini halka taşırken toplumsal yaşamda kadın erkek eşitliğine ulaşmada temel mekanizma olarak görev almaktadır.

  • Meclis ihtisas komisyonları arasında kadın komisyonu ve kadın -erkek eşitlik komisyonun yer alması, özgür demokratik yerel yönetim modelimizin cinsiyet özgürlükçü yaklaşımımızı ifade ediyor.

  • Belediyemize bağlı faaliyet yürüten Selis Kadın Danışmanlık Merkezimiz kadın sorunlarını araştırma ve kadını her açıdan destekleme çalışmalarını olgunlaştırmıştır. Yoksul ve hiçbir güvencesi olmayan kadının yaşam ile bağını güçlendirme temelinde kadın üretim merkezi projesinin kurulma hazırlıkları devam etmektedir.

  • Hizmet politikalarında kadınların sosyal yaşama katılımı düşünülerek imar politikaları dahil hayatın tüm alanlarında hayata geçirilecektir.

    Hakkari Belediye Başkanı Dr. Fadıl Bedirhanoğlu:'Hakkari halkı hep başı dik durdu'

    29 Mart seçimlerinde DTP-BDP önemli bir başarı kazandı. Ama en yüksek oy oranı Hakkari'deydi. BDP'nin ve Hakkari'nin başarısını neye bağlıyorsunuz?

    Partimizin aldığı birincilik sadece il düzeyine münhasır kalmadı, ilçeler ve beldeler düzeyinde de yine birinci oldu. İlçeler düzeyinde Yüksekova, beldeler düzeyinde de Yüksekova'ya bağlı Esendere beldesi aldığı oy oranlarıyla Türkiye birinciliğini elde ettiler. Ayrıca il genel meclisi seçimlerinde de yine birinciliği kimseye kaptırmadı; yüzde 70'in üzerinde oy alarak 15 il genel meclisi üyelerinden 14'ünü kazandı. İktidar partisi olan AKP ise, sadece bir üye kazandı. Şüphesiz Hakkari, her zaman ilklere imza atan bir ilimizdir. Hakkari halkı hep başı dik durmuş, kendilerine karşı saygılı olmayan ve en doğal insani haklarına karşı inkarı dayatan anlayışlara en güçlü cevapları vermiştir. Ancak 29 Mart 2009 seçimlerinde verdiği cevap ve sergilediği onurlu duruş, her türlü takdirin üzerinde bir öneme sahipti.

  • Nasıl oldu bu?

    Şüphesiz bu başarıyı tek bir nedene veya kişiye bağlamak doğru değildir. Partimizin ve Kürt özgürlük mücadelesinin geldiği aşama, partimizin bu seçimde belirlediği strateji, bizim de Hakkari özgünlüklerini dikkate alarak izlediğimiz politika ve propaganda yöntemi, meclis üyesi adaylarımız, Belediye Başkanı aday adaylarımız, partili kadın, genç, yönetici ve üyelerimizin seçim çalışmalarında gösterdikleri fedakar çabaları ile bu başarı elde edildi. Seçim çalışmalarımızda sürekli ana dilimiz olan Kürtçe'yi kullandığımız için halkımızın ruhuna ulaşabildik, sevgisini kazandık ve neredeyse tamamının oyunu alabildik. Çünkü yaptığımız hesaplamaya göre Hakkarili olmayanların oylarını hesaba katmazsak, Hakkari yerlisi olanların yüzde 95'inin oyunu aldığımız bir gerçektir.

  • Peki Başbakan'ın hiç katkısı olmadı mı?

    Olmaz mı? Başbakan'ın Hakkari'de yaptığı onur kırıcı 'Tek... Tek... Tek...'li konuşmasının Hakkari halkını derinden yaraladığı bir gerçekti. Halkımız 'kim kimi kimin evinden kovuyor' sorusunu kendisine sormaya başladı ve AKP dahil tüm siyasi partileri tabela partisi haline getirdi.

  • Bir yıl içinde neler yaptınız?

    Öncelikle mali sorunlarımızı en aza indirmek için tedbirler aldık. Hemen dört adet sıkıştırmalı çöp arabası alımını ve ilaçlama makinası alımını gerçekleştirdik. Hakkari Katı Atık Yönetim Birliği çalışmalarını hızlandırdık, şimdi son aşamasındayiz. Hakkari merkezindeki derelerin ıslahı ile ilgili belediyemize düşen görevler tamamladık. Kanalizasyon ve imar planı proje ihale çalışmaları son aşamaya geldi. Belediyemizin 5 yıllık Stratejik Planı ile 5 yıllık Kalkınma Programı yapılmış ve meclis onayından geçirilmiştir.

    Hakkari merkez mevcut çöp toplama merkezi ıslah ve rehabilitasyon proje yapımı tamamlandı ve bakanlıkça onaylandı. 50 ayrı bölgede yol onarımı yapıldı. Ayrıca yol genişletmesi ve yol düzenlemeleri yapıldı. Sulama kanalları temizlendi, onarıldı ve yenileri yapıldı. Şehrin 32 ayrı yerinde toplam su şebekesi ve kanalizasyon şebekesi döşendi.

  • Şehrin çeşitli yerlerine 29 adet büyük ve 50 adet küçük çöp konteyniri yerleştirildi.

    Yapılan tüm bu çalışmaları halkımızla danışarak, hem maddi hem de manevi desteklerini alarak yaptık. Ayrıca belediyemizin kurumsal yapısının oturtulması ve işler bir duruma gelmesi için çok sayıda çalışmalar yapmakla birlikte diğer tüm rutin işleri de ihmal etmedik.

    Hazırlayan: Filiz KOÇALİ

  • Kürt Meselesinde 'Yeni Dönemin' Ozellikleri



    Türkiye'deki siyasi kurumlar, siyaset aktörleri işin ne kadar ciddiyetinde yada farkında bilmiyorum ama Kürt meselesinde bir dönemin sona erdiği ve yeni bir döneme girildiği açıklandı. Bir dönemin sona erdiğini açıklayan ise 30 yılı aşkındır PKK önderlikli isyanın siyasal/ideolojik ve örgütsel önderliğini yapan Abdullah Öcalan.

    Öcalan; PKK'nin resmen kuruluşunun öncesinden başlayan 1973 ile 1983 yılları arasındaki dönemi birinci dönem olarak tanımlıyor. İkinci dönem ise PKK'nin silahlı mücadeleyi başlattığı 15 Ağustos 1984 ile 1993 yılları arasındaki zaman. Üçüncü dönemi ise esas olarak 1993 ile 2002 yılları arasındaki süreç olarak tanımlayan Öcalan, bu dönemi AKP'nin iktidara gelmesi ve bölgesel gelişmelerle birlikte 2010 yılına kadar uzattığını söylüyor. Bu dönemlerin PKK'nin kurucusu ve lideri tarafından yapılmasının oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü PKK'nin ilk ortaya çıkışından bugüne kadar bu mücadelenin bütün gelişme süreçlerini belirleyen temel kişidir Abdullah Öcalan. Şimdi bu süreçlerin tarihte bıraktığı izlere biraz daha yakından bakalım.

    I. DÖNEMDE KÜRT MESELESİ

    1973-1983 yılları arasında Kürdistan, Türkiye ve bölgede durum nasıldı? PKK'nin aldığı pozisyon neydi? Kürdistan ve Türkiye'de neler yaşanmıştı? Bütün sorulara ciltler dolusu kitaplar ve çok yönlü yorum analizler yapılarak yanıtlar verilebilir. 1973 yılı 12 Mart darbesinin hemen sonrasıydı. Son Kürt isyanının üzerinde hayli zaman geçmiş Türkiye basınında 'Hayali Kürdistan'ın' mezarları karikatürize ediliyordu. Devrimci liderlerin tasfiye edilmek istendiği, dünyanın ise çift kutuplu olduğu bir süreç. Ancak 1973 yılında Urfa'dan Ankara'ya gelen bir genç olan Öcalan, önce Türkiye Devrimci Gençlik Hareketi'ni, Mahir Çayan'ın önderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi (THKP-C) geleneğini toparlamaya çalıştı. Türkiye devrimci hareketi kendi içinde parçalı yapısını derinleştirerek sürdürdüğü için Öcalan içerisinde Türkiyeli devrimcilerin de olduğu ilk grupla PKK'nin çekirdeğini oluşturdu. İdeolojik inşaa sürecinin tamamlanması sonrasında PKK'nin ilanına kadar geçen sürecin hemen sonrasında Kürdistan'da Maraş ve Malatya katliamları yaşandı. Türkiye'de 12 Eylül 1980 faşist darbesi gerçekleştirildi. Diyarbakır Zindan'ındaki zulüm ve zulme karşı direniş tarih sayfalarında yerini almıştı. Öcalan, böyle bir süreçte PKK'yi kurdu, 12 Eylül öncesi birçok temel kadrosu ile yurtdışına çekildi. Bu dönemde bölgede İran'da İslam Devrimi gerçekleşmiş, İran-Irak Savaşı'nın ilk yılları bu sürecin içine girmiş, Sovyetler Birliği, Afganistan meselesine giriş yapmış, ABD soğuk savaşı sona erdirmek için türlü türlü oyunların içindeydi. Öcalan'ın kurduğu hareketi ne 12 Eylül Darbesi, ne Diyarbakır Zindan'ındaki zulüm politikaları ne de bölgedeki gelişmeler durduramamıştı. Öcalan, hareketini sağlam tutmayı başarmış ve Kürdistan'da uzun süreli gerilla savaşının ilanı hazırlıklarını tamamlamıştı. PKK bu dönemi 'Partileşme dönemiydi. Aslında ideolojik, siyasî, örgütsel çizginin oluşma dönemi' olarak tanımlıyor. Oluşturulan bu çizgi ile zaman 1984 yılının Ağustos'una doğru ilerliyordu.

    ÇÖZÜME YAKLAŞILAN DÖNEM VE ÖZAL'IN TASFİYESİ

    1984 ile 1993 yılları arasındaki ikinci dönem ise gerçekten çok yönlü incelenmeyi ve yorumlanmayı gerektiriyor. Türkiye askeri darbe sonrası Turgut Özal'lı yıllara geçmişti. Ancak Kürt meselesini sıkıyönetim, olağanüstü hallere geçiş dönemleri ile gizleyip gidermek istiyor, PKK önderlikli Kürt isyanını ise 'birkaç çapulcu' değerlendirmesi ile basite alıyordu. Özal bu basite almayı soru işaretleri taşıyan ölümü ile sonuçlandırdı. Bu süreçte PKK, gerilla mücadelesi başlatmış, gerilla Kuzey ve Güney Kürdistan'a yayılan bir hat içerisinde mevzilenmiş, Kürdistan'ın mezra, köy, kasaba, ilçe ve kent kıyılarına yayılan ve giderek kitleselleşen bir halk hareketine dönüşmüştü. Bu dönemde Türk devleti Kürdistan'da işlevsizleşmiş, askerlik yaşına daha gelmeden gençler gerillaya yüzünü dönmüş, Kürt toplumu üzerindeki ölü toprağını atmış 'Hayali Kürdistan' bütün bileşenleri ile dirilmiş, halk serhildanlarda yerini almıştı. PKK'nin kurucusu ve önderi Öcalan'ın etkileyici deyimi ile 'Diriliş tamamlanmış sıra kurtuluşa' gelmişti. Bölgede İran-Irak Savaşı sona ermiş, Saddam, Kürtleri Halepçe'de katletmiş, Sovyetler Birliği ve Balkanlarda reel sosyalizm hızla çözülme sürecine girmiş, ABD küresel egemenliğini perçinleme arayışına girmiş, Avrupa Birliği kendisini etkin kılmak için iç örgütlenmesini hızlandırma çabasına girişmişti. Özal PKK'nin gerçeğini görmeye başlamış, Kürdistan'da olup/biteni anlamaya çalışmış ve Kürt meselesini Türk devletinin tarihsel alışkanlıkları dışında çözme arayışına girişmişti.

    PKK, ilk ve etkili ateşkesini bu süreçte yaptı. Süreç tam olumluya evrilecekken ve çözüm için umutlar artarken günümüze kadar uzayan ve inkar ve imhayı da çok yönlü içeren bir süreç işletildi. 1984-1993 yılları arasında Kürtler askeri alanda, siyasal alanda kurumsallaşmalar yaşamış, gerilla Kürdistan'ın diğer parçalarına da mevzilenmişti. PKK bu dönemi ise şöyle tanımlıyor: 'Bu dönem gerilla temelinde Kürt sorununa çözüm arama dönemiydi. Ulusal kurtuluş stratejisi temelinde silahlı direnişin geliştiği dönem.' Ortaya çıkan gerilla direnişi Türk devletini Özal şahsında çözüm sürecine çekse de, Türk devletinin Kürt politikasının Özal ile tanımlanamayacağı, Özal'ın sadece bir eğilim olarak kalacağı bir dönem olarak tanımlanması gerektiği ortaya çıktı. Çünkü Özal, çözüm için önemli olan bir süreçte nedeni tartışmalı olan bir ölüm ile ortadan kaldırılmıştı.

    KİRLİ SAVAŞ, ÇETELER VE KÜRTLERİN DİRENİŞİ

    İkinci dönemde çözüm için süreç iyi değerlendirilmediği gibi 1993'ten sonraya Türkiye'deki gidişata adına çete, JİTEM, Kontrgerilla vb. denilen oluşumlar damgasını vurmuştu. 1993'ten başlayan 2002'ye hatta günümüze kadar uzanan süreç içerisinde Türk-Kürt ilişkilerini çok yönlü belirleyen olaylar yaşandı. Bu dönem kendi içerisinde iki alt başlıkta da incelenebilir. 1993'ten 1999'a kadar geçen süreç içerisinde Kürdistan'daki savaş akıl almaz boyutlarda sürdü. Özel savaş hükümetleri oluşturuldu. Siyaset askerin vesayetinde yürütülerek toplum biçimlendirilmeye çalışıldı. Kürt illerinde kontrgerilla, hizbulkontra, köy korucuları, özel tim ekipleri binlerce faili meçhul cinayet işledi. Kürt yurtseverleri katledildi. 4 bin köy boşaltıldı. Güney Kürdistan'a sarkan yüzbinlerce askerin katıldığı 25 sınırötesi operasyon yapıldı. PKK'nin Önderliği'ne karşı uluslararası komplo ile bir kuşatma operasyonu gerçekleştirildi. 15 Şubat 1999'da PKK'nin kurucusu ve lideri olan Abdullah Öcalan ABD eliyle Türkiye'ye verildi. Bu dönem sonrasında Öcalan, Kürt-Türk savaşının çıkmasını engelleyen ve Kürt meselesinin siyasal zemin üzerinde çözüme kavuşturmak için çözüm ve barış sürecinin işletilmesi gerektiğine vurgular yaptı.

    1999'dan günümüze kadar geçen süreçte Öcalan, gerillayı Türkiye sınırları dışına çıkardı, savaşı tek taraflı durdurdu, ateşkesler ilan etti. Kurduğu ve liderlik ettiği örgütü ideolojik, örgütsel ve siyasal olarak büyük bir değişime götürdü. Bu süreçte küresel alanda 11 Eylül saldırıları olarak tanımlanan olaylar meydana geldi. 'Terörizm' kavramı uluslararası alanda gündemleştirilerek Afganistan'dan Irak'a kadar olan alana ABD öncülüklü askeri ve politik müdahaleler gerçekleştirildi. Kürdistan'ın güney parçası özerk bir statü kazandı. Saddam idam edildi. İsrail-Filistin çözümsüzlüğü devam etti. AB kendi içinde birliğini daha da pekiştirdi. PKK bu dönemi ise 'tasfiye ve çözüm dönemi olarak tanımladı.' Gerçekten de iç içe geçen bir süreçti. 1 Haziran 2004 tarihinde PKK yeni bir hamle ile 'meşru savunma çizgisi'nde gerilla savaşına aktiflik kazandırdı. Türkiye kendi içinde klasik siyasetinde değişime gitti. Çeteler deşifre oldu. Yeni çete koalisyonları oluştu. AB'ye uyum süreci içinde bazı değişimlere gidildiyse de, bu Kürdistan'daki savaş durumunu sona erdiremedi. Oysa 1999'dan 2004'de kadar süren süreçte çatışmasızlık süreçleri yaşanmış, çözüm için hem iç hem de dış konjöktür uygun hale gelmişti. Ancak bu süreç özellikle son sekiz yılda AKP aktörlüğünde iyi değerlendirilmedi. Gerillaya askeri ve siyasi tasfiye politikaları dayatılırken, bölgesel ve küresel güç dengelerindeki her çelişkiyi PKK'ye karşı kullanmaya çalışan AKP ve kendisine muhalifmiş gibi görünen CHP ve MHP Türkiye'yi uçurumun kıyısına getirmiş ve ateşin içine atmanın son hazırlıklarını yapmaktadırlar.

    Bu dönemi değerlendiren PKK'li yetkililer AKP'nin ve Türkiye siyasetindeki sağ ve sol cephenin son dönemde çözüm yerine çözümsüzlüğün parçası haline geldiğine dikkat çekiyorlar. PKK'nin kurucusu ve Önderi Öcalan bu durumu 'varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama dönemi' olarak tanımladı. Yani 'artık tasfiye ve çözümün iç içe yaşandığı dönemin sona erdiği' ifade ediliyor. AKP'nin açılım söylemleriyle süreci muğlâklaştırmaya çalıştığına vurgu yapan siyasal gözlemciler Öcalan'ın siyasal süreci yeniden netleştirdiğine vurgu yapıyorlar. Bu sürecin çözüme evrilmesi için 'Öcalan'ın hazırladığı Yol Haritası'na ve Barış Grupları'nın Türkiye'ye gönderilmesi'nin iyi bir zemin olduğu ancak AKP'nin öncülüğünde bu süreç iyi değerlendirilmediği gibi süreç muğlâklaştırıldı.

    KÜRT MESELESİNDE YENİ DÖNEMİN ÖZELLİKLERİ

    PKK çevreleri, içine girilen sürecin yeni bir imha ve tasfiye planları ile hazırlandığını ve bu hazırlığın Londra'nın tarihsel zemini üzerinden Washington-Ankara-Bağdat-Hewler hattında pratiğe dökülmek istendiğine vurgu yapılıyor. Bazı temel AB ülkelerinden de yardım alan AKP, kendi İslami kimliğini de kullanarak İran ve Suriye'yi de anti-Kürt, anti-PKK ittifakına ortak etme çabasını sürdürmek istiyor. Bütün gelişmeler içerisinde AKP, yeni bir özel savaş politikası inşaa ettiğini ve bu politikayla topyekün olarak Kürtleri/PKK'yi tasfiye edeceğini düşünüyor. Bu nedenle de devlet içinde istediği gibi reform ve açılım paketleri hazırlıyor. Güney Kürtlerini tanıyıp, Kuzey Kürtlerine de AB'ye uyum çerçevesi içinde bazı haklarla 'Kürtleri tanıyoruz' söylemini üreten AKP, Kürdistan'da yürüteceği yeni savaşa meşruiyet arıyor. Bu durumu, 'AKP ve ABD ittifakı, dıştan PKK'yi, Kürtleri daha fazla tecrit edip, herkesten Kürtlere dönük yürüttükleri soykırım saldırılarına destek almaya çalışırken, diğer yandan da içte de AKP iktidarını güçlendirecek bir yeni rejim yapılandırması yaratarak, bu temelde Özgürlük Hareketimizi tümden imha ve tasfiye edecek bir saldırı yürütür hale gelmeyi hedefliyor' şeklinde değerlendiren PKK'nin yetkilileri bu duruma karşı her zamankinden daha hazırlıklı olduklarını söylüyorlar. Peki PKK ve Kürtler bu konsepte karşı nasıl bir hazırlık içerisindeler?

    Tayyip Erdoğan'ın son gezilerinde eksik kalan noktaları tamamlamak istediğine dikkat çeken PKK'li yetkililer, eğer AKP yeni oluşturduğu tasfiye politikasının hazır olduğunu düşünürse çok kapsamlı imha ve tasfiye askeri/siyasi operasyonlara girişecektir. AKP, Türk devletinin yeni savaş gücü olarak kendisini dışa vuracaktır. AKP'ye verilen görevin Türkiye'deki demokrasi güçlerini ve Kürtleri tasfiye etme rolü olduğu konusunda yoğunluklu yorumlar yapılıyor.

    Ancak temel bir durum var ki iyi görülmesi gerekiyor. Türk devleti siyasal, toplumsal yapısı en kırılgan ve parçalı bir durumu yaşıyor. Ne siyasal yapı ve aktörler, ne de toplumsal alandaki kurumlar Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu çok da ileri götürebilecek durumda değildir. Türk ordusu PKK'ye karşı yıpranmış, çete ilişkileri ile toplumda itibarı zedelenmiş, siyaset ise alternatif yaratmayan bir durumdadır.

    Siyasal gözlemciler; 'Tehlikenin büyük olması yanında avantajların ve Kürtlerin kesintisiz topyekün direnişinin de olduğuna dikkat çekiliyor. Bunun için ideolojik alandan başlayarak, politik alanı etkili bir mücadele alanına çevirecek olan Kürtler, kendi aralarında birliği sağlayıp; esaslı bir silahlı direnişle kendilerine karşı tasfiye politikalarına karşı çıkacaktır' belirlemesiyle yaşanabilecek olanların AKP de dahil hiçbir gücün mevcut durumda kendisini kurtaramayacağını iyi görmesi gerekiyor.

    Duruma bir bütünlük içerisinde bakılırsa 'Çözüme de tasfiyeye de açık olan bir sürecin' özelliklerini taşıyan bir döneme girildi. Yeni başlayan bu dönem için Kürt Özgürlük Hareketi kendisini daha örgütlü, daha hazır ve geçmişte dayatılan tasfiye girişimlerine karşı verdiği mücadele ile daha deneyimli olarak değerlendiriyor. Yeni dönemde kendilerine dayatılan zemin ve ölçüler içerisindeki çözüm yerine olması gereken zemin ve ölçüler içerisinde çözüm tartışılacaktır. Aksi takdirde ise Türkiye başta olmak üzere bölgede çok büyük alt-üstler yaşanacaktır. Kürtler ise kaybedecekleri bir şeyi olmadığı gibi kazanacağı çok şeylerinin olacağını düşünüyorlar.

    Dolayısıyla 1973'ten günümüze kadar gelen Kürt meselesini öz dinamikleri yerine istediği gibi anlayıp çözmeye çalışan Türk devletinin siyasetçilerine dayanarak anlamak çok yanlış olur. 'Açılım' söylemini her cumartesi bir bölük cemaate ballandıra balandıra herkese yedirmeye çalışan AKP'ye dayanarak süreci anlamaya çalışmak ise gerçekten çok büyük basiretsizlik olur. Hele Amberin Zaman gibi gazetecilerin kendi cümleleri arasına başkalarını sözlerini iliştirerek Kürtleri Türklere ve Kürtlere satmaya çalışan gazetecilerin yazdıklarından da öğrenmeye çalışmak büyük bir yanılgı olur. Doğrusu tarihe bakıp günümüzü anlamaya çalışırken meselenin ana dinamiklerinin ortaya koyduğu düşünce ve eylemler ile meseleyi getirdiği boyuttur.

    BAKİ GÜL
    BEHDİNAN - ANF

    ABD'de sosyalizme dair 9 mit

    Glenn Beck ve diğer aşırı sağcı multi-milyonerler, ABD'nin sosyalizme giden yolda olduğunu iddia ediyor. İddialarının bir kısmı, Birleşik Devletler'in çalışanlarsına ve yoksullarına karşı diğer ülkelerden daha cömert ve destekleyici olduğu. İnsanlar bunun öyle olmasını dilerdi, ama değil.

    Senatör Patrick Moynihan'ın dediği gibi herkesin kendi görüş hakkı vardır, ama kendi gerçeği hakkı yoktur.î

    Gerçek şu ki, ABD çalışanlarımıza ve yoksul insanlarımıza karşı diğer ülkelere göre gerçekten o kadar da cömert değil.

    ABD'yi, OECD'nin (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) oluşturulmasında kendisine katılan 30 ülkeyle karşılaştırmalı olarak inceleyelim. Bu 30 ülke Kanada'yı ve ABD'yle en kıyaslanabilir Avrupa ülkelerini içeriyor, ama aynı zamanda Çek Cumhuriyeti, Yunanistan, Macaristan, Kore, Meksika, Polonya, Slovakya ve Türkiye gibi mücadele içinde olan ülkeler de bunlara dahil.

    Bu 30 ülkenin ABD ile karşılaştırılmasına baktığınızda, ABD'nin sosyalizme doğru alabildiğine gittiğine dair palavra mitler aniden yok olur. Aşağıda direnemeyen mitlerden bazı örnekler var:

    Mit 1: ABD hükümeti, yoksulları kalkındırmak için zenginlere saldıran sınıf savaşına bulaşıyor.

    * Kesinlikle devam eden bir sınıf savaşı var. Ancak geri kalanımıza karşı zenginin savaşı ve zengin kazanıyor. Zenginler ile diğer herkes arasındaki ABD'de mevcut uçurum, incelenen 30 ülkeden daha geniş. Gerçek şu ki, ABD'deki en zengin yüzde 10'un yıllık geliri diğer tüm ülkelerinkinden daha yüksek. Ve ABD'nin en yoksul yüzde 10'u diğer OECD ülkelerinin yoksullarının ortalamasından daha az gelire sahip. 1980'lerden beri ABD zenginleri orta sınıf ve yoksulları hızla geride bırakıyor.

    Mit 2: ABD hala dünyadaki en büyük sağlık sistemine sahip.

    * ABD'deki bebek ölüm oranı OECD ülkeleri arasında en kötü dördüncü - sadece Meksika, Türkiye ve Slovakya'dan iyi.

    Mit 3: ABD'de her yerden daha az açlık var.

    * ABD'de çocuk açlığı yüzde 20'den fazla ya da bir başka deyişle her beş çocuktan biri aç, bu rakam 30 OECD ülkesinin ortalamasının iki katı.

    Mit 4: ABD çocuklu ailelere cömert yaklaşıyor.

    * ABD'nin, çocuklu ailelere mali yardımlar bakımından sıralamadaki yeri ülkelerin altta kalan yarısında. 30 OECD ülkesinden yarısından fazlası çocuklu ailelere gelirlerine bakmaksızın nakit yardımda bulunuyor. Bu ülkelerden bazıları (örneğin Avusturya, Fransa, Almanya) aile düşük gelirliyse veya ebeveynlerden biri işsiz ise ek yardımda bulunuyor.

    Mit 5: ABD çalışanlarına karşı çok destekleyici.

    * ABD çocuğu olan çalışan annelere ücretli izin vermiyor. Diğer 30 OECD ülkesinin her birinde farklı biçimlerde ücretli izin var. ABD bu konuda tamamen sonuncu. Ülkelerin üçte ikisi bazı biçimlerde babalık ücretli izni veriyor. ABD babalara da ücretli izin vermiyor.

    Gerçekten de, hiçbir suretle ücretli izin günü garanti edilmeyen sadece ABD'deki çalışanlar. ABD'den sonra bu konuda en düşük Kore ve çalışanlarına yıllık 8 gün ücretli izin veriyor. Diğer 30 ülkenin çoğu çalışanlarına yıllık 20 gün ücretli izin veriyor.

    Mit 6: ABD'deki yoksulların diğer her yerden daha fazla zengin olma şansı var.

    * Gelirdeki, maaştaki ve eğitimdeki toplumsal hareketlilik (ebeveynleriyle karşılaştırıldığında çocuklarsın ekonomik basamakta nasıl yukarı ya da aşağı sınıfa gittiği), Avustralya, Kanada ve Danimarka, Norveç, Finlandiya gibi kuzey ülkelerinde ABD'ye göre daha kolay olma eğiliminde. Bu, ABD'de daha çok zenginin zengin, daha çok fakirin fakir kaldığı anlamına geliyor.

    Mit 7: ABD kamusal eğitime bol harcama yapıyor.

    * Kamusal eğitim harcamaları bakımından ABD, 30 OECD ülkesi arasında aşağı yukarı ortalama düzeyde. Bununla birlikte ABD'li çocukların eğitsel başarısı OECD ülkeleri arasında en kötü yedinci. Çocuk bakımı ve okul öncesi eğitime yönelik kamusal harcamalar bakımından ABD sondan üçüncü.

    Mit 8: ABD hükümeti, geliri zenginden yoksula yeniden dağıtıyor.

    * ABD'de kısmen az miktarda hükümetin yeniden dağıtımı mevcut, çünkü işsizlik ve aile yardımı gibi toplumsal çıkar harcamaları ABD'de çok düşük. 30 ülke arasında sadece Kore'nin devlet harcaması daha düşük.

    Mit 9: ABD dünyanın her yerindeki ülkelere bolca yabancı yardımda bulunuyor.

    * ABD, OECD'deki gelişmiş ülkeler arasında en düşük yüzdede yardımda bulunan ülke. 2007 yılında ABD, sonunculuğu Yunanistan ile paylaştı. 2008'de ise sonunculuğu Japonya ile paylaştık.

    Sağcı insanların fikirlerine karşın, gerçekler ABD'nin sosyalizme doğru giden yolda olmadığını söylüyor.

    Fakat eğer sosyalizm ABD'nin bebeklerimiz, çocuklarımız, işçi ailelerimiz, hamile kadınlarımız ve tüm dünyadaki kardeşlerimize yönelik daha cömert bir yola düşeceği anlamına geliyorsa, hepimizin bunu destekleyebileceğini düşünüyorum.

    Bill QUIGLEY

    * Bill Quigley: Anayasal Haklar Hukuk Direktörü ve New Orleans Loyola Üniversitesi'nde hukuk profesörü. zcommunications.org'dan Gerçeğin Günlüğü tarafındna çevrilmiştir

    Eğitimde düşünce kontrolü

    İnsansoyu var oluşsal olarak her zaman kendini bir öğrenme sürecinin içinde bulmuştur. Bunu doğuran en önemli sebep, insansoyunun içine atıldığı 'dünya'yı anlama ve açıklama isteğidir. Bununla birlikte kendini doğanın içinde konumlandırmaya çalışan insan; düşünme yeteneği sayesinde, hayret ve merak duygusu ile beraber sorgulamalar yapmıştır. Ki 'hayret' ve 'merak' aynı zamanda felsefenin de temel ilkeleridir. Binlerce yıl önce doğa ve insan üzerine ilk sorgulamaları yapanların filozof olması da bu yüzdendir.

    İnsansoyu bilginin peşinden koşarken 'öğrenme' sürecinden geçmiş ve zamanla da çoğalan bilginin başkasına aktarılmasıyla da 'eğitim' süreci başlamıştır. Yalnız şunu unutmamak gerekir ki toplumsal nitelik ve içinde bulunulan zaman, kendine uygun 'toplum'un yaratılmasına neden olmuştur. Bu bağlamda insanların tarım toplumundan sanayi toplumuna giden bir süreçten geçtiğini ve sürekli içinde bulunulan gelişme ile de bu toplum biçimlerinin değiştiğini görüyoruz.

    BİLGİ TOPLUMUNA GEÇİŞ

    Toplumsal gelişmeyle birlikte bugün bilgi toplumuna geçildiğini söyleyebiliriz. Bilgi toplumu sürecinin, bilgisayarlar ve diğer yaygın iletişim araçları ile h��devam ettiğini de belirtebiliriz. Bu nereye varır kestirmek zor ama her gün biraz daha anlaşılıyor ki 'doğru bilgi'nin topluma ulaştırılması büyük önem arz etmektedir. Çünkü bugün geniş bir yayılma gösterebilen bilgi, toplumun şekillendirilmesi ve yönlendirilmesinde başat rol oynamaktadır.

    Bu bağlamda 'toplumun eğitimi' öncelik verilmesi gereken bir konudur. Çünkü bir ülkenin geleceği, toplumun nitelikleriyle doğrudan ilgilidir. Eğitim alanında gelişme göstermemiş bir ülkenin bugünkü durumu ile eğitim alanında sorunlarını çözmüş bir ülkedeki huzur ve refah düzeylerini karşılaştırdığımızda eğitimin önemini daha somut anlayabiliyoruz. Tabii bu, işin bir tarafı. Diğer tarafta eğitimin iktidar tarafından kullanılarak kendine göre 'ideal insan' tipini yaratabileceği de gözden kaçırılmamalıdır.

    İKTİDARIN EĞİTİMİ KONTROLÜ

    İktidarın yarattığı bu riskten dolayı eğitimde ideolojinin var olması olasıdır. Çünkü iktidar, kendisini tehdit etmeyecek ya da tehdit etmemesi için de sorgulayamayan, birbiriyle benzeşen bir toplum yaratmak ister. Bu bağlamda günümüz toplumunda iktidar, eğitim kurumlarını ideolojik aygıt olarak kullanıp toplumu evrensel düşünceden ve hoşgörü gibi değerlerden uzaklaştırarak toplumsal düşünceyi kontrol altında tutmak ister. Öyle ki 'Eğitimden sorumlu makamlar (...) gerçekte çocuklara 'yurtseverliği', yani önemsiz nedenlerle ölmeye ve öldürmeye gönüllü olmayı öğreterek, devletin yararına olduğuna düşündükleri şeyler için çocukları feda ederler. (Bertnard Russell, Sorgulayan Denemeler, s. 203)'

    İktidarın (devletin) düşünce kontrolünü daha sistemli ve etkili yaptığı-yapabildiği yer şüphesiz okullardır. Çünkü ideolojik yapılanma içinde olan bir iktidar, ilköğretimden yükseköğretime kadar kendine uygun insan tipini yaratmayı kolayca başarabilir. Bu sebeple ideolojik politika yürüten iktidar sahipleri bu işi yapacak öğretmenlerin yetiştirilmesine ve bunun yapılacağı kurumlara ihtiyaç duyar. Bununla birlikte çocuklar okula başladıkları ilk günden itibaren belli sınırlara, düşüncelere hapsedilir; çocuğa, iktidarın belirlediği kutsallara sadık kalacağına dair yemin ettirilir.

    İKTİDARIN GÜCÜNÜ KANIKSATMAK

    Çocukların var olanı anlamlandırma ve biçimlendirme sürecine yardım edilmesi gerekirken iktidarın gücü kanıksattırılır. Neyin iyi ya da kötü olduğu, kimin dost ya da düşman olduğu, varlığın amacının ne olduğu hep iktidarın belirlediği ölçülerde benimsettirilir. İktidar, en temelde farklı düşünceye karşı olduğu için birbiriyle benzeşen insanlar yaratır.

    Bununla birlikte iktidarın çok ihtiyaç duyduğu 'korku' ile de öğretilenlerin sorgulanmasının önüne geçilir. Yine aynı şekilde 'okul, öğretmen yetiştiren kurumların kendisine göndereceği öğretmenlerde, öncelikle kendi otorite ve statüsünü sahiplenecek ve sorgulamayacak nitelikler arar. Bu niteliklerle bezenmiş bireyleri, kendi kurgusu içinde güçlendirir ve ona otoritesinin bir kısmını devreder. (Mehmet Yapıcı, İdeoloji ve Eğitim)' Bu bakımdan ne kadar sakıncalı bir durum olsa da öğretmenler, yöneticilerin kontrolü altında olurlar. Böylece öğretilenlerin en azından bir kısmının gerçek olmadığı bilinse de iktidarın devamlılığı için düşüncenin kontrolü devam ettirilir. Çünkü 'Eğitimden sorumlu bürokratların gençlerin eğitilmesini arzuladıkları sanılmamalıdır. Tersine, onların sorunları, zihinsel yetenek kazandırmaksızın, sadece bilgi aktarmaktır. (Bertnard Russell, age, s. 177)'

    EZBERCİ NESİL VERİMSİZ

    İktidarın bu tutumunun sebep olduğu en olumsuz şey, ezberciliğin gelişmesidir. Bunun sonucunda birey, doğasal ve toplumsal varlığı eleştirel süreçlerle anlamak yerine kendisine sunulan hazır bilgiyi ezberlemeyi seçer. Ezberci eğitim beraberinde toplumsal durağanlığı getirmekle birlikte iktidara istediği insan tipini sunar. Çünkü bu tarz eğitimle birlikte iktidar, düşünce kontrolünü kolayca sağlar ve statükocu bir nesil yetiştirir. Bununla birlikte bireyler, kendisine sunulanı kabullenir ya da kendisine kabul ettirileni korumaya çalışır. Böylece 'Ezberci eğitim sisteminde yetişen insan, ideolojileri araçtan amaca dönüştürür. Amaca dönüşen ideoloji ise, kolaylıkla terörize edilebilir. (Mehmet Yapıcı, age)'

    Özelikle birey kişiliğinin büyük oranda şekillendiği ilköğretim yıllarında uygulanan-uygulanacak düşünce kontrolü, çağdaş köle bireylerin yaratılmasına neden olur. Bu dönemde birey sadece devlet aygıtı tarafından değil, aynı zamanda dini ve ailevi bakımdan da bir iktidarın baskısı altındadır. Bertnard Russell da otoriter bir anlayışta eğitimin devlet, kilise, anne-baba ya da öğretmenlerin gücü altında olduğunu vurguladıktan sonra bunun nedenini de 'Devlet çocuktan ulusal saygınlığı yüceltmesini ve iktidardaki yönetimi desteklemesini bekler. Kilise çocuktan rahiplerin gücünü arttırmaya hizmet etmesini bekler. Rekabetli bir dünyada öğretmen, okuluna genellikle devletin ulusuna baktığı gözle bakar ve çocuktan okulu yüceltmesini bekler. Anne-baba çocuktan aileyi yüceltmesini bekler, (age, s. 217)' şeklinde açıklar. Özellikle devletin iktidarı üzerinde duran Russell, devletin eğitimi belli bir eğilime yönelttiğini ve bununla da gençlerin iktidarı sorgulamaktan uzaklaştırdığını söyler. (age, s. 211)

    BU EĞİTİMLE HOŞGÖRÜ BEKLEYEMEYİZ

    Gençlerin özgür bireyler olarak bağımsız görüş bildirmelerini engelleyen ideolojik eğitim, öğretilenleri sorgulanmaz gerçekler olarak görmeye başlayacağı için böyle bir nesilden hoşgörüyü bekleyemeyiz. Çünkü kendini bilgi üzerinden ifade edemeyen bireyde kabalaşma, küfretme ve söylenen farklı şeyleri inkar etme görülür. Düşüncesi iktidar tarafından kontrol altında tutulan bir birey, dışa kapalıdır. Farklılık, onun iktidarı için tehlike olarak görülür. İçe kapalıdır, bu yüzden de tek yönlüdür. Başka biri, kendisine benzediği ölçüde ortamına kabul edilir. Düşünmez, sorgulamaz; çünkü bildiklerinin tartışılmaz gerçek olduğu ona kanıksattırılmıştır. Böyle birey için bilginin ne-nerede-nasıl olduğu önemli değildir. İktidarın kendisini korumakla yükümlü kıldığı şeyler önemlidir. Bu sebeple de iktidarın kutsadığı herhangi bir şeyi eleştirmek, suçtur onun gözünde. Bu değerler için başkasını öldürmeyi ya da ölmeyi de isteyebilecek kadar hipnoz olmuştur.

    ÜNİVERSİTEYE YORGUN GİDİŞ

    Bütün bu süreçlerden geçtikten sonra üniversiteye gittiğinde onun için üniversite, gelişmiş bir lise görevi görür. Üniversitenin evrensel bilgiyi edinme, çok kültürlülüğü eğitim anlayışı ve bilginin araştırılıp soruşturulması ona ters düşer. Tabii iktidarın ideolojisine hizmet eden bir üniversiteye gitmemişse. Zaten ilköğretimden üniversiteye kadar birey, yoğun ideolojik yapılandırma içinde yorgun düşer. Bu sebeple de üniversite eğitimi iktidarın ideolojik baskısında olmasa bile birey artık yorulmuş olacaktır. Onun için üniversite belki de özgürlüğün ve hayatını istediği gibi yaşamanın mümkün olduğu yer olacaktır. Zaten geçmişte tabi tutulduğu düşünce kontrolü onun üniversiteyi bilimsel değeriyle algılamasına engel olacaktır. Çünkü geçmişte uygulananların bireyde yarattığı 'form'un yerini alacak özgür düşüncenin yerleşmesi kolay olmaz.

    Böyle bir süreçten geçirilmiş-geçirilen bir toplumun modernleşmesi mümkün değildir. Böylesi bir anlayışla hareket eden bir toplum, kendilerini yönetmesi için totaliter-faşist yöneticileri seçer ve dünyadan izole edilmiş bir ülke olmayı hayal eder; evrensel düşünceyi reddeden bir anlayışı benimser. Bütün bu sürecin sonunda çıkan sonuç, Bertnard Russell'ın şu sözünde kendini gösteriyor: 'İnsanlar bilgisiz doğar, aptal değil; eğitilerek aptal olurlar.'

    MİLLİLEŞEN EĞİTİMİN SONUÇLARI

    Russell'ın bu cümlesi bana Aziz Nesin'in vaktiyle söylediği sözleri anımsatmakla birlikte ülkemizin eğitim anlayışına geldiğimizde bizde de eğitimin yıllardır yoğun bir ideolojik yönlendirme içinde olduğunu görüyoruz. Bu düşünce kontrolü için genellikle 'resmi eğitim' ifadesini kullanıyoruz. Tabii şunu da belirtmek gerekir ki bu, sadece ülkemizde değil; iktidar güdüsünün olduğu her ülkede vardır. Ülkemizdeki durumu söz konusu etmemin nedeni, düşünce kontrolü sürecinden kaynaklanan sorunların varlığı ve çözülememesidir.

    Ülkemizde eğitimin millileştirilmesi gayesi, beraberinde farklılıkların yok sayılmasına sebep olmuştur. Bunun nedenlerini 1910'lara, Türk milliyetçiliğinin aydınlarca formüle edilmesine kadar götürebiliriz. Özellikle II. Meşrutiyet ile birlikte başlayan Balkan milletçiliği, Türk milliyetçiliğinin oluşmasına zemin hazırlamakla birlikte Balkan devletlerinin milli eğitimle kısa sürede başarı elde edip toplumlarında birlik ve beraberlik ruhu yaratabilmeleri, Türk aydınlarında da eğitimin millileştirilmesi fikrini doğurmuştur.

    Cumhuriyetin kurulmasından sonra bu millileştirme havasının devam etmesinden dolayı eğitimde 'Türkçü' bir anlayış hakim olmuş ve öğretilenler, resmi ideolojinin öngördüğü şeyler olmuştur. Bununla birlikte hazırlanan müfredatlarda Anadolu'nun diğer halkları yok sayılmış ve halkların türlü istemleri de gençlere 'dış güçlerin oyunları' şeklinde sunulmuştur. Burada önemsenen nokta, gençlerin kişisel gelişimleri olmamış; gençlerin sorgulamadan kendisine sunulanı kabullenmesi olmuştur. Tarih kitaplarında savaşlar, nesnel bir anlayıştan uzak olacak şekilde aktarılmış ve duygusal bir yaklaşım egemen olmuştur. Çocuklara, öğretilenlerin farklı olma ihtimalinden bahsedilmemiş ve öğretilenler de tartışmasız bir gerçek olarak kabul görmüştür.

    Eğitim anlayışımızın bu tutucu tavrından dolayı gençler, demokrasi ve evrensel düşünüşten uzak kalmakta ve gençlerin başka halklarla empati kurması zorlaşmaktadır. Bu bağlamda birçok Türk'ün neden Kürtleri anlamadıklarını kestirmek kolay. Gençlerin neden demokratik gelişmelerden tedirgin oldukları, komşu ülkeleri neden düşman gördükleri de resmi eğitim sistemimizin analiz edilmesinde cevabını bulan şeylerdir.

    EĞİTİM ANLAYIŞIMIZ SORGULANMALI

    Bu sebeplerden dolayı ülkemizde eğitim anlayışımızın gözden geçirilmesi gerekmektedir. Gençlerin dünya değerleriyle bütünleşmelerini sağlayacak bir anlayışın egemen kılınması zorunludur. Çünkü etrafımıza baktığımızda her geçen gün gençler arasında şiddet artmakta, linç anlayışı yayılmakta ve toplum farklılıklara tahammülsüz hale gelmektedir. Çünkü toplum düşünme ve sorgulama işini kendi ideolojisine bırakıyor. Böylece kendisini bir makine olarak gören iktidar da toplumu ancak kendi gücünün devamlılığı doğrultusunda yönlendiriyor.

    Ülkemizde aydın-entelektüel bir neslin yetiştirilmesi her bakımdan zorunludur. Çünkü yeni nesil, ülkenin gelişmesine katkıda bulunacağı gibi aynı zamanda huzurlu, hoşgörülü bir toplumun oluşmasını sağlayacaktır. Bu sebeple de her şeyden önce eğitim sistemimizin ülkemiz gerçekliğine (coğrafi, siyasi gerçekler bakımından) kavuşturulması gerekiyor. Bu da ancak evrensel bir anlayışla hazırlanacak müfredatlarla mümkündür. Bununla birlikte eğitim anlayışının bütün ülke halklarını kapsaması sağlanarak çok kültürlülük uygulamada gösterilerek bir 'Türkiye eğitim' sistemi yaratılmalıdır.

    Bundan sonrası için çocuklara bilgi aktarmak yerine çocukların kapasitelerine uygun bir yaklaşımla çocuklara düşünce güçlerini kullanabilme yeteneği benimsetilmelidir. Çocukların ilgi alanları tespit edilerek o alanda gelişimleri için aktif bir rehberlik eğitimi sunulmalıdır. Çocuklara veya gençlere anlatılanlar mutlak gerçeklermiş gibi anlatılmamalı. Bunun yerine, bilginin-gerçeğin öğrenilmeye değer olduğu benimsettirilerek çocukların ve gençlerin zihinsel yeteneklerini kullanabilmeleri sağlanmalıdır. Bütün bunlar da ünlü eğitim bilimcisi John Dewey'in dediği gibi bilimsel bir metotla verilmelidir.

    EVRENSEL YÖNTEMLERİ ZORLAMAK

    Bunun yanında Bertnard Russell da okullarda gazete okuma sanatının öğretilmesi gerektiğini vurgular. Bununla birlikte okulda, politik bir olayın farklı gazetelerde nasıl yansıtıldığının gösterilerek bireyin önyargılara kapılmasının engellenebileceğini belirten Russell, bununla kuşkuculuğun yaratılmasının faydalı olacağını söyler. Ayrıca Russell'ın 'Eğer dünyada hoşgörü olacaksa, okullarda öğretilmesi gereken şeylerden biri de, kanıtları değerlendirme alışkanlığı, doğru olduklarına dair bir kanıt bulunmayan önermeleri olduğu gibi kabul etmeme alışkanlığı olmalıdır, (age, s. 186)' şeklindeki ifadeleri de önemlidir.

    Tabii bunlar için de iyi yetişmiş öğretmenlere ihtiyaç vardır. Bu sebeple de öğretmen yetiştirilmesine önem verilmeli ve öğretmenlerin iktidarın 'korkusu'ndan kurtarılması gerekiyor. Çünkü Bertnard Russell'ın da dediği gibi iktidarın öğretmenden geleneksel kalıpları anlatmasını istemesi aynı zamanda öğretmeni ikiyüzlülüğe sürüklemektedir. (age, s. 227) Bugün ülkemizde öğretmenlerin donanım bakımından yeterli olmadıkları dile getiriliyor haklı olarak. Çünkü ülkemizde demokrat-aydın nesli yetiştirecek ne eğitim kurumları ne de öğretmenler mevcut. Çünkü üniversiteyi bitiren öğretmen adaylarının çoğu eğitimciliği bir ideal olarak görmemeye başladı. Bunun en önemli nedeni de yıllarca atanmayı bekleme ve bu süreç içinde psikolojik olarak yıpranmadır. Bugün yüz binlerce öğretmen açığının olmasına rağmen yüz binlerce öğretmen adayının işsiz olması da eğitimimizin çelişkisidir aynı zamanda. Zaten bu çelişki başlı başına iktidarların eğitime bakışını somut bir şekilde yansıtıyor.

    İbrahim GENÇ *
    *Yüksekova Haber yazarı

    PKK’de Yeni Dönem

    KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan, önceki gün Fırat Haber Ajansı’na verdiği röportajda “hedefimiz değişiyor” diyor.

    “Şimdiye kadar hedefin, siyasi diyalogla çözüm” olduğunu belirten Kalkan, artık bu sürecin “sona erdiğini” söylüyor.

    KCK yöneticisi Kürt sorununa siyasi diyalog temelinde çözüm arama stratejisinin aşıldığını ve kendilerine yeni bir hedef belirlediklerini açıklıyor.

    Yeni hedefi de “demokratik toplum örgütlülüğünü geliştirmek, kendi demokrasimizi kendimiz inşa etmek ve kendi çözümümüzü kendi özgücümüzle hayata geçirmek” şeklinde belirliyor.

    Elbette yeni strateji -Kalkan’ın da belirttiği gibi- “siyasal diyalog” ve “barışçıl çözümden” vazgeçmek anlamına gelmiyor. Sadece “tek yanlı” barış ve çözüm talebini geriye çekmek, kendi göbeğini kendisi kesmek; kendi kaderini kendisi tayin etmek anlamına geliyor.

    Sayın Kalkan’ın titiz bir dosya çalışması niteliğindeki kapsamlı röportajı PKK’nin mücadele stratejisini yeni koşullara uygun olarak revize ettiğini gösteriyor.

    AKP’nin “açılım” süreci tıkandığı ve süreç Başbakan Erdoğan’ın startıyla “sil baştan” yapıldığı içindir ki PKK’de yeni duruma uygun olarak yeni bir politika üretiyor.

    Değişen koşullara uygun olarak yeni bir strateji üreten PKK aslında bununla kendi “demokratik açılımı”nı gerçekleştirmiş oluyor. Açıklamadan bu anlaşılıyor.

    PKK kendi çözümünü kendi gücüyle hayata geçirmeyi esas alıyor. Kalkan, buna bağlı olarak kapsamlı bir değişimin yaşanacağını, örgütlenme ve eylem anlayışı ile üslub ve tarzın da değişeceğini ifade ediyor.

    “Kendi özgücümüzle özgürlüğümüzü kazanacak, halk demokrasimizi inşa edeceğiz” diyen Kalkan’ın ağzından PKK, gidişata dönük tarihsel bir itirazda bulunuyor. Bu adımın çok ciddi sonuçları olacağını daha baştan söylemem gerekiyor.

    Öte yandan ilk bakışta PKK’nin bu adımıyla “tek taraflı” barış ve çözüm talebinin yarattığı sıkıntı ve sorunlardan kurtulmayı amaçladığı söylenebilir ancak, kişisel kanaatime göre PKK esas olarak Kürt ulusal bilincini yeni bir içerik, tarif ve anlayışla kendi ülkesinde yaygın ve derin örgütlenmeye kavuşturmayı ve bu sayede ülkede söz ve karar sahibi olmayı amaçlıyor.

    PKK’nin “demokratik açılımı” bu anlama geliyor ve hayatın her alanını kapsayacağa benziyor.

    Tabii ki bu Kürtlerle ve Kürdistan’la sınırlı kalacak gibi de görünmüyor. PKK, “Kürt demokrasisini inşa etmeyi ve Kürtleri özgürleştirmeyi” ana hedef olarak benimsemiş olsa da, Kürt meselesini Türkiye’nin demokratikleşmesi meselesinin temeli haline getirme mücadelesini de eskisinden daha etkin bir biçimde sürdürmeyi hedefliyor.

    Anadolu ve Mezopotamya’nın binlerce yıllık demokratik birikimini kucaklamak, Türk, Kürt, Ermeni, Asuri Süryani, Rum vd. tüm ezilenleri bir çatı altında toplamak, bu amaçla bir “demokrasi cephesi” yaratmak da istiyor.

    Geçen yıl Kandil’e yaptığım gezi dönüşünde kaleme aldığım “Yeni bir PKK geliyor” başlıklı yazımda dağda yaşanan köklü demokratikleşme çabasından söz etmiştim. PKK’nin çağdaş değerler etrafında kendini tepeden tırnağa yenilemekte olduğunu belirtmiştim.

    Yeni bir örgütlenme modeli, yeni bir kadro ve kurum yapılanmasına giden PKK’nin hayatın her alanına ilişkin olarak köklü bir reform yaşadığını ve nesnel sürece uygun olarak demokrasi ve özgürlük hamlesine hazırlandığını yazmıştım.

    Sürecin engellenmesi, Türkiye’den umudun kesilmesi halinde Kürt halkını kendi başının çaresine bakacak duruma getirme hazırlığını; her vadide yaşanan kurumlaşma çabasını ve yeni bir strateji temelinde alternatif yaratma arayışını anlatmıştım.

    Ondan bir yıl önce 2008 yılı Eylül ayında ise PKK 10.Kongresi’yle ilgili yazdığım yazıda bu kongrenin “radikal bir değişime” işaret ettiğini ve PKK’nin değişen dengelere uygun olarak kendine yeni bir misyon edinmekte olduğunu yazmıştım.

    KCK Yürütme Konseyi Üyesi Kalkan’ın açıklamaları PKK’nin yeni misyonu üstlenmeye artık hazır olduğunu gösteriyor. Kalkan bunun temelinin 10’uncu Kongre’de atıldığını da söylüyor.

    PKK gelinen aşamada kendini Kürt halkının dört parçada ağır bedeller ödeyerek elde ettiği kazanımları ileri bir aşamaya taşımaya artık hazır hissediyor.

    Röportajda bu da net olarak gözlemleniyor. Ve bunun altını önemle çizmek gerekiyor.

    Bölgemizde ve küresel düzlemde yaşanan gelişmeler, yeni ittifaklar, yeni denge ve şekillenme arayışları elbette Kürtlerin ve bölgenin önemli gücü olan PKK’yi de yakından ilgilendiriyor. Yeni tutum alınmasının ardında elbette “iç” etkenler kadar “dış” gelişmelerin rol oynadığını da görmek gerekiyor.

    Nesnel sürecin tarihi başlangıç noktasına geri dönmek ve o zeminde özgür bir gelecek inşa etmek göreviyle karşı karşıya getirdiği PKK “yeni dönemde üstlendiği misyonu “varlığını ve özgürlüğü koruma mücadelesi” olarak adlandırıyor.

    Kürt halkının ulaşmış olduğu bilinçlenme ve örgütlenme düzeyi, PKK lideri Öcalan”ın son yıllarda ürettiği sosyo-ekonomik düşünce sistemi de ona bunu misyonunu başarıyla yerine getirme fırsatı sunuyor.

    Sorun çeyrek asırlık mücadele sürecinde üretilen bu birikimin ne derece verimli ve etkin kullanılacağında düğümleniyor. Şimdi buna dikkat etmek gerekiyor. Ne de olsa bütün avantajlarına rağmen sürecin riskleri de bulunuyor.

    Bunları bertaraf etmenin yolu ise hem militarist sisteme karşı demokrasi mücadelesini yükseltmekten ve demokratik toplum örgütlülüğünü geliştirmekten hem de Kürt toplumu içindeki farklı fikir ve eğilimleri kucaklamaktan ve farklılıkları koruma temelinde ulusal birliği sağlamaktan geçiyor.

    Kürtlerin özgürlüğü birbirini tamamlayan ikili bu stratejiyle sağlanacağından yeni dönemde “Ulusal konferans”ın önemi her zamankinden daha çok önem kazanıyor. Bu dönemde Güney Kürdistan liderliğini de yakından izlemek ve onu “ulusal birliğe” çekmek gerekiyor. İçine girilen süreçte Güneyli Kürtlerin tavrı daha bir önem kazanıyor. Süreç, Kürtlerin birlikte hareket etmesini zorunlu kılıyor ve bunun daha fazla gecikmeden gerçekleşmesi gerekiyor.

    Evet, PKK, pasif barış talebinden aktif direniş evresine geçiyor. Gidişat çok ciddi gelişmelerin olacağına ve sıcak bir yazın yaşanacağına işaret ediyor.

    gunayaslan@hotmail.de
    Okunma: 745

    Bolivya’da Toplumsal Katılımcı Sosyalizm

    Bolivya’nın devlet başkanı Evo Morales Ocak ayında ikinci kez ant içtiğinde Bolivya’yı, “toplumsal katılımcı sosyalizmi” inşa edecek çok uluslu bir devlet ilan etmişti. Konuşma yapan başkan yardımcısı Álvaro Garcia Linare da Bolivya için, “refah, komünal sağlık hizmetleri, mirasımızın değerlendirilmesine ...” dayalı “sosyalist bir ufuk”u tasavvur etmişti. Bu süreç “kolay olmayacak, on yıllar sürebilir, hatta yüzyıllar, ama açık ki sosyal hareketler sosyalist ve komünalist bir ufuk ekmeden gerçek güce ulaşamaz.”

    Emperyal maceralar ve ekonomik felaketlerce gaspedilen bir dünyada Latin Amerika son on yılda, liderlerinin ve sosyal hareketlerinin 21. yüzyıl sosyalizmin bayrağını yükseltmesi ile umutların ve beklentilerin sahnesi haline geldi. Yeni sosyalizmin savunucuları geçen yüzyılın devlet merkezli sosyalizminden kopulacağını ve dipten alternatif bir düzen inşa edecek taban sosyal hareketler tarafından yürütüleceğini söylüyor. Bu sürecin her ülkede özgün bir yol alacağı, izlenecek tek bir model veya büyük stratejinin olmadığı yönde yaygın bir görüş var.

    Yeni sosyalizm, eski rejimin devrilmesine dayanan, başındaki partinin devleti kontrol ettiği ve hızla ekonomiyi dönüştürmek için adım atan geçen yüzyılın devrimci sosyalizmin aksine daha yavaş ve geçişli nitelendiriliyor. Latin Amerika’da, yeni hükümetlerin siyasi kontrolü aldığı, ancak önceki ekonomik sistemine pek dokunulmadığı değişik bir senaryo yürürlükte. Sosyalist fikir alışverişinin en gelişkin olduğu Venezuela, Bolivya ve Ekvador’da siyasi sistemi yeniden yapılandıran ve kapsamlı sosyal haklara imza atan kurucu meclisler oluşturuldu, yeni anayasalar için toplandı. Ekonomilerinin yeniden yapılandırılması süreci, yeni yasama organları ve “yeniden kurulan eyaletler” arasında çalışma yürüten siyasi ve sosyal güçlerin görevi oldu. Bolivya’da kurucu bir meclis ve yeni bir anayasa için verilen mücadele özellikle, kaynakları zengin ova bölgelerinde yerleşik olan oligarşi ile kavgalı yürütüldü ve sonunda ABD büyükelçiliğinin taktiksel yardımları ile tam bir isyan çıktı. O dönemde Morales’in siyasi partisi olan Sosyalizm’e Doğru Hareket’in (MAS) adı dışında sosyalizmle ilgili pek bir şey duyulmamıştı.

    Şimdi ise yeni siyasal sistemin ve çokuluslu devletin sağlamlaştırılması ile sosyalizm gündemdeki yerini almaya başladı. Devlet Başkan Yardımcısı Garcia Linare ve Dışişleri Bakanı David Choquehuanca birçok açıklama ve röportajda Bolivya’nın sosyalizme giden yolunu nasıl tasavvur ettiklerini ifade ettiler.

    1990’lı yıllarda silahlı gerilla hareketinin üyesi olarak ele geçirilen ve dört yıl hapis yatan Devlet Başkan Yardımcısı “Bolivya’da sosyalizme giden demokratik yolda çalışıyor ve ilerliyoruz. Mümkündür, ... çünkü sosyalizm aslında radikal demokrasidir.” diye konuştu. Ve şöyle devam etti: “Anayasa, toplum tarafından inşa edilecek bir devletin yapılanmasını teminat altına alıyor ve uzun bir yolu tanımlıyor. Biz de bu yolun, barışçıl ve demokratik bir şekilde yeni toplumu inşa etme sürecine katılıyoruz.”

    Başkan yardımcısı Bolivya sürecinin özgünlüğünü de vurguladı: “Bolivya küresel kapitalizme sokuldu, ama diğer toplumlardan farklıdır... toplumcu yapılar yok olmadı, kırsal kesimlerde, dağlık bölgelerde, düzlüklerde ve kentler ile barrioların bazı kesimlerinde toplumsal yapılar kapitalizmin zaptına teslim olmadı.” Ve ekliyor: “Bu Amerikan ve Avrupa kapitazminden farklı olup, bize avantaj sağlıyor.” David Choquehuanca de bir röportajında sosyalizmin inşasını kolaylaştıran komünal kökler üzerinde durmuştu: “Biz kendimizi her zaman kendi topluluklarımızda yönettik. Bundan dolayı, müziğimiz, dilimiz ve kültürümüz 500 yıldan beri yok edilmeye çalışıldığı halde geleneklerimizi sürdürüyoruz, kendi müziğimizi söyleyip çalıyoruz, kendi Aymaran dilimizi konuşuyoruz. Bu devlette kendi değerlerimizi, ekonomi biçimlerimizi, kendi toplumsal katılımcı örgütlenme biçimlerimizi koruyabildik ve bunların tümüne şimdi yeniden değer biçiliyor. Bundan dolayı 500 yıldan beri yok edilemeyen bir şeyleri sosyalizme katıyoruz - toplumsal katılımcı unsuru. Kendi sosyalizmimizi inşa etmek istiyoruz.” Ve ekledi: “Topluluklarımızda tartışmaların yürütüldüğü ulaca’larımız (meclisler) vardı. Bu siyasi alanlar yeniden keşfediliyor. Buna ‘bir halkın yönetiminin tohumları’ denilebilir mi, bilmiyorum. Daha önce var olan, şimdi var olan yeniden değer görüyor, yeniden değerlendiriliyor ve geliştiriliyor. Bu bizim zamanımızdır.” Choquehuanca ayrıca hem kendi içlerinde, hem dışlarında var olan modern toplulukları ve birlikleri de tarif etti: “Kendimizi topluluklarda örgütlüyoruz. Bolivya’da yaklaşık 10 bin topluluk olmalı, ve her toplulukta tarım işçilerin bir sendikası da var. Her sendika, önce yerel sonra da bölgesel ve ulusal düzeyde üye olan bir temele sahiptir. Ulusal düzeyde Bolivya Tarım İşçileri Birleşik Sendika Konfederasyonu (CSUTCB) var. Bunlar doğalında var olan örgütler olmayıp, taleplerimizi sunmamıza ve seçimlere katılmamıza yardımcı olan örgütlerdir. Benzer yapılanmalara sahip çok sayıda örgütlü sektörler var, örneğin öğretmenler, madenciler, yerel halk grupları, kadınlar, fabrika işçileri benzer şekilde örgütleniyor. Ve Bolivya İşçi Sendikası (COB) ile bir ana örgütümüz var. Bunlar halkın örgütlenmeleridir. Ve değişim sürecinin motor güçleri olduklarından Başkan Morales onları güçlendirme çağrısında bulundu.”

    Bazıları Morales’in sosyalizm vaadine kuşku ile bakıyor. Yarım yüzyıl boyunca Latin Amerika politikaları hakkında yazmış olan Marksist bilimci Jim Petras Morales’in “ortodoks kapitalist büyümeye büyük ölçüde öncülük tanıdığını ve köylülerle topraksız tarım işçileri etrafına kurulan alternatif bir kalkınma kutbunu geliştirdiğini” söyledi. Ona göre bu “yabancılara ait mültinasyonal anonim şirketlere ait kapital yatırımların yükselmesine” yol açtı.

    Marco Ribera Arismendi gibi ekolojik bir perspektiften bakanlar şöyle diyor: “Tartışmayı değiştirdik, ama modeli değiştirmedik.” Bolivya’nın en büyük çevre örgütlerinden olan Çevreyi Savunma Ligi’nin bir üyesi olan Ribera “Bu hükümetin bu konuları çözeceği veya değişikliklere gideceği yönde büyük umutlarımız vardı” deyip, hükümetin ulusal sınırları aşan kapital tarafından yürütülen doğal maddeleri işletmeye dayalı endüstri modelini esas aldığını ifade etti.

    Morales’in kapitale karşı tam saldırıya geçmediği doğru iken, hükümeti Latin Amerika’daki diğer yeni sol hükümetleri ile birlikte neoliberal dönemi sona erdirdi. Söz konusu dönem, Uluslararası Para Fonu İMF ve Dünya Bankası’nın serbest pazar politikalarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak, sosyal harcamaları şiddetle kısıtlama ve uluslarüstü anonim şirketlere bölgenin yenilenemeyen kaynaklar üzerinde benzersiz bir şekilde kontrol etme imkanını sağladı. Bu hükümetlerin bir çoğu şimdi devleti ekonomi üzerinde daha büyük kontrol sağlamak için kullanıyor ve sosyal programlar için daha fazla gelir elde etmek ve iç kalkınma ile sanayileşmeyi kolaylaştırmak için yatırım koşullarını yeniden görüşüyor.

    Morales 2006’da görev başına geldikten kısa bir süre sonra gelirlerin yüzde 50’sini almak ve devlete ait petrol şirketini yönetici ve bazı hususlarda da eş yatırımcı konumuna getirmek için yabancılara ait doğal gaz ve petrol şirketlerine yöneldi. Benzer anlaşmalar demir-madencilik sektöründeki uluslarüstü kapital ile de yapıldı ve hükümet mevcut durumda Bolivya’nın dev lityum yataklarının işletmesi için devlet ağırlıklı anlaşmalar için müzakere sürecindedir. Bolivya’nın Birleşmiş Milletler’deki elçisi olan ve daha önce ticaret ve ekonomik uyum konularında temsilci olarak görev yapmış olan Pablo Solon hükümetin politikasını şu şekilde özetledi: “Dış yatırıma ihtiyacımız var. Mesele, söz konusu dış yatırıma izin vereceğimiz kurallardadır. Ülke için ne kadar bırakacaklar? Kâr olarak ne kadar alacaklar? Kâra kim sahip olacak? Teknoloji transferi nasıl olacak? Ülke içindeki ham maddelerin dönüşümü nasıl olacak? Bunlar, Bolivya’nın şu sözlerle sentezlediği temel meselelerdir: ‘Dış yatırım olacaksa patron değil, ortak istiyoruz.’ Bu kuralı kabul ederlerse hoş karşılanırlar. Daha önceki ilişkileri artık kabul etmeyeceğiz.”

    Bolivya’nın sosyal ve ekonomik kurumlarını yeniden yapılandırma süreci, ülkenin yeni çokuluslu anayasasının hükümlerini yürürlüğe koymak için 100’ü aşkın yasa tasarısını hazırlayacak olan yasama branşının görevi olacaktır. Yerel halk gruplarının güçlendirilmesi ve toplumsal katılımcı sosyalizmi inşa etmek için ekonomik kaynakların sağlanması temel önemde olacaktır. Var olan tarım reform yasası üzerine yeniden çalışılacak. Tarım işlerinden sorumlu bakan yardımcısı Victor Camacho’ya göre, geçmişteki komünal toprakların işgalden beri yerel halkın elinden alındığının tanınması ile “yerel toplulukları yeniden yerleştireceğiz”.

    Bolivya deneyi bir yanda ülkenin sosyal ve siyasal güçler arasındaki karşılıklı ilişkileri yansıtan bir ritimde ilerlerken, sosyalizmin küresel düzeydeki ilerlemesine de katkıda bulunuyor.

    Başkan Yardımcısı Garcia Linares’in belirttiği gibi: “Bugün sahip olduğumuz dünyadaki toplum fazlasıyla adaletsizlik, fazlasıyla eşitsizlikli bir toplumdur... Toplumsal katılımcı sosyalizmin tohumlarına sahibiz, ama bunlara kötü davranıldı, kısmen kurutuldular, ama Bolivya’da bu tohumları beslersek ülkemiz ve dünya için meyve verecek güçlü bir gövde büyür.” Evo Morales açısından sosyalizm ihtiyacı küresel ve acil olup, gezegenin durumunu belirler. “Kapitalizm finans sisteminde, enerjide, gıdada, doğada, iklim değişikliğinde krizler yaratıyorsa, o zaman bize bunca kriz getiren kapitalizmin neresi yararlıdır? ... Çözüm nedir? Bazıları için 21. yüzyılın sosyalizmi, bazıları için de toplumsal katılımcı sosyalizm olan sosyalizmin çözüm olduğuna inanıyorum.”

    Yazar ROGER BURBACH’ın izni ile Meral Çiçek tarafından PolitikART için çevilrmiştir.

    Küresel ısınma küresel tehdit!

    07 Subat 2007
    Yeni Özgür PolitikaEtkileri yavaş yavaş hissedilmeye başlayan küresel ısınma bilim insanlarının ortaya koyduğu verilere bakıldığında dünyanın artık bir numaralı sorunu olma yolunda.
    Ekolojik sistemler üzerinde küresel ısınmanın birçok etkisi vardır. Yukarı enlemlerde ve kutup bölgelerinde sıcaklık artışına bağlı olarak buzullar erir, deniz suyu seviyesi yükselir; taşkınlar, kıyı kesimlerde toprak kaybı, temiz su kaynaklarının denize karışması, aşırı buharlaşma ve kuraklığa bağlı olarak yangınlar, göl ve ırmak sularında azalma, bitki ve hayvan türlerinin yok olması ya da azalması, bazı bölgelerde virüs türlerinde değişiklikler, salgın hastalıkların artması gibi birçok olumsuz gelişme meydana gelir.

    Mercanların sonu geliyor

    Okyanus bilimciler, dünyadaki karbondioksit oranının okyanusların emebileceği düzeyi aştığında ve denizlerdeki asitlik değerlerinde 1750’den bu yana 0,1’lik artış olduğunda birleşmektedir. Asitlik değerlerindeki 0,3-0,4 arasındaki artış, mercanlar ve soğuk su organizmalarının sonunu getirecektir. Deniz ve sahil çevresi; sulak alan ve bataklıklar, insanların sürekli müdahalesi ve kirletmesi nedeniyle yoğun bir baskı altındandır. Deniz suyu seviyesinin yükselmesi ile taşkınlar ve seller sulak alanları ve sahilleri tahrip edecektir. Böylece, bitki türleri küresel ısınma ile gelen yeni şartlara hemen adapte olamayacak; sel, kuraklık gibi felaketler neticesinde birçok bitki türü yok olacaktır. Küresel ısınmanın birçok sosyoekonomik ve politik etkisi vardır. Su, tarım ve orman ürünlerinde azalma; su kaynaklarında azalmaya bağlı enerji sıkıntısı; turizm ve rekreasyon alanlarının sorunlu bölgeler haline gelmesi; bazı virüs türlerinin mutasyona uğraması ve dayanıklı varyasyonların ortaya çıkması, taşkın, sel vb. olaylar sonucu bulaşıcı hastalıkların artması ile insan sağlığının tehlikeye girmesi; besin maddelerinde azalma; psikolojik sorunlar, göç, politik sorunlar, az gelişmiş ülkelerin gelişen olaylara hazırlıksız olması ve ülkelerinde krizlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Ayrıca yüzey sularındaki akış değişikliği, yeraltı suları, yağış, göller ve akarsular üzerinde doğrudan etki ederek suyun kalitesini bozacaktır. Denizlerin yükselmesi kıyı alanlarındaki tatlı su kaynaklarına zarar verecek; kıyı su alanları tuzlu suyun yeraltı sularına karışmasından dolayı tehlike altına girecektir. Küresel ısınma Bangladeş, Maldiv Adaları, Pakistan ve Endonezya’da toprak kayıplarıyla kendini göstermektedir. Dünya’daki buzulların onda birine ev sahipliği yapan Peru’da buzulların 4’de biri yok olmuştur. Kuzey Kutbu’nda 1979’dan beri buzulların % 20’si erimiştir. Afrika’da Klimanjora Dağı’ndaki buzul 20. yy’da kütlesinin yaklaşık dörtte üçünü kaybetmiştir. Çin-Rus sınırındaki, Tiyen Şan Dağları’ndaki buzullar son kırk yılda % 20 küçülmüştür. Japonya plajları ve endüstrisi deniz suyu seviyesinin yükselmesi ile sel riski altındadır. Almanya, Hollanda, Ukrayna kıyılarındaki deltalar ile Kuzey Afrika’daki Nil Deltası sel ve erozyon tehlikesi altındadır. Fransa, aşırı sıcaklık ve soğutma sistemi için gerekli su temini yapılamadığından pek çok nükleer enerji santralini devre dışı bırakmıştır. Belli bölgelerde somon balığı popülasyonu yok olma tehlikesi altındadır.

    Küresel ısınmanın alametleri

    • Kuzey Kutbu’na en yakın ülkelerden biri olan İzlanda’da Haziran’da hava sıcaklığı 24 derece olarak ölçüldü. Kutup ayıları kış uykusundan erken uyanmaya başladı.

    • Dünyanın en yüksek noktası olan Everest tepesi küresel ısınma nedeniyle alçalıyor. Himalaya Dağları üzerinde bulunan 8848 metre yüksekliğindeki tepe, Çinli uzmanlara göre zirvesinde bulunan buzulların erimesi nedeniyle 1.3 metre kısaldı.

    • Kuzey Kutbu’ndaki Eskimolar da sıcaktan bunaldı. “Eskimolara buzdolabı, klima satılmaz” şeklindeki pazarlama deyimini tarihe gömen gelişme, Kanada’nın Montreal kentinin 1600 kilometre kuzeyindeki Eskimo köyü Kuujjuaq’ta yaşandı. Köyün yerlileri, geçen yaz kendilerini bunaltan sıcaklar yüzünden 10 adet klima ve 20 buzdolabı satın aldı.

    • Kuşlar erken yumurtlamaya başladı tropik hastalıklar Avrupa’yı vurdu

    • Avrupa’da çiçekler 1950 yılına göre 1 hafta daha erken açıyor ve sonbaharda 1950 yılına göre 5 gün sonra yaprak döküyor.

    • Biyologlar birçok kuş ve kurbağa türünün erken üremeye başladığını belirtiyor. Araştırmalar, göçmen olmayan 35 tür kelebeğin eskiye oranla 240 kilometre daha kuzeyde dolaştığını gösteriyor.

    • İskandinav ülkelerinde her kış donup karla kaplandığı için kapanan golf otelleri bu yıl yüksek sıcaklıklar nedeniyle hizmet vermeye devam ediyor.

    • İsviçre, Fransa ve İtalya’ya yayılan Alp Dağları’ndaki kayak merkezleri, kar yağmayınca yapay karla idare etmek zorunda kaldı. İsviçre bankaları Alpler’de 1500 metre altında olan kayak tesislerine kredi vermeyi reddediyor.

    • Almanya’da ilkbahar aylarında görülen saman nezlesi şikayetleri, yüzlerce yıl sonra ilk kez bu ay başgösterdi.

    • ABD’nin New York kentinde hava sıcaklığı 18 dereceye çıktı. Mevsim normallerinin 10 derece üzerinde seyretmesi üzerine meyve ağaçları çiçeklenmeye başladı.

    • Moskova’da papatyalar ve menekşeler çiçek açtı. Dondurucu soğuğuyla tanınan başkentte Ocak ayı ortalama sıcaklığı 7 dereceye yükseldi.

    • Dünya genelinde mercan kayalıkları güneşli günlerde deniz suyu sıcaklığının 29.5 dereceye yükselmesi nedeniyle içindeki deniz yosunlarını ve organizmaları kaybettiği için ağarıyor.

    • Bilim insanları Avrupa’da 50 yıldır görülmeyen tropik hastalıkların yeniden patlak verdiğini açıkladı. Uzmanlar, “Ortalama hava sıcaklıkları arttıkça, Afrika’dan salgın hastalıklar Avrupa’ya sıçramaya başladı” dedi.

    • İtalya’da 1970’ten bu yana ilk kez sıtma vakaları görülüyor. Encephalitis adı verilen tropik hastalık, beyinde ölümcül enfeksiyonlara yol açıyor. Hastalık 100 yıl aradan sonra ilk kez Fransa, İtalya ve İspanya’da görüldü. Sineklerin taşıdığı parazitler aracılığıyla bulaşan visceral leishmanasas adlı hastalık da ilk kez görülüyor. Son 5 yılda Avrupa’da 150 kişi bu hastalık yüzünden can verdi.

    • Akdeniz’in sularının ısınmasıyla deniz canlılarının yüzde 20’sini de Kızıldeniz’den göç eden tropik balıkları oluşturuyor. ABD’nin kuzey eyaletlerinde sıcaklık 15 dereceyi aştı. Buzlu sularda geleneksel yüzme yarışmaları düzenleyen Amerikalılar, şimdi kumsalda güneşleniyor.


    Sayılarla küresel ısınma

    200

    Karbondioksitin atmosferik ömrü yaklaşık 200 yıldır. Yani 200 yıl önce yayılan karbondioksit gazı hala atmosferde varlığını koruyor.

    1824

    Sera etkisi ilk kez 1824 yılında Fransız bilim insanı Joseph Fourier tarafından tespit edildi.

    150

    Munich RE’nin yaptığı araştırmaya göre, küresel ısınmanın yol açtığı doğal felaketler ve sosyokültürel değişimlerin (Örnek, daha az kıyafet talebi, göç vb.) maliyeti yıllık 150 milyar Doları buluyor.

    2006

    1800’lerden beri en sıcak yıllar sırasıyla; 1998, 2002, 2003, 2001, 1997 ve 2006 oldu.


    Küresel ısınma arıları da şaşırttı

    Yeni 
Özgür PolitikaVan’ın Gevaş İlçesi’nde havanın aniden ısınması ile kovanlarından dışarı çıkan bal arıları, kendilerini karın içerisinde buldu. Kış uykusunda olması gereken bal arılarının bu davranışlarını anormal bulan arıcılar, küresel ısınmanın bunda etkili olduğuna inanıyor.

    Orta Asya’da kırılgan dengeler - 2

    14 Nisan 2010
    Yeni_Özgür_Politika’’ABD’nin Avrasya stratejisinin temel unsurları bölgenin önemli enerji yataklarını kontrol etmek, boru hatlarının geçiş merkezlerini denetim altına almak ve bölgesel askeri güç dengelerini kendi lehine değiştirmekti.’’
    ABD, Afganistan’a yönelik hazırlıklarını yaparken, güçlerini aşamalı olarak Kırgızistan’a ve Özbekistan’a yerleştirmeye başlamıştı. Özbekistan enerji kaynakları bakımından çok zengin olmamakla birlikte dünyanın ikinci büyük pamuk üreticisi ve ihracatçısı konumundadır. ABD, Özbekistan’da askeri üsler kurarken, aynı zamanda ekonomik ilişkiler geliştirmeye yöneldi. ABD binlerce askerini Afganistan sınırında bulunan askeri üslerde konuşlandırdı. Bu aynı zamanda ABD’nin askeri olarak bölgeye yerleşmesi anlamına geliyordu.

    Özbekistan ve Kırgızistan’daki askeri üslerinde bulunan yaklaşık olarak 5000 ABD askeri ve çok sayıda savaş uçağı, hem Afganistan’daki askeri işgal, hem de Orta Asya politikası bakımından önemli bir avantaj olarak değerlendirildi. Kırgızistan askeri üs komutanı Tuğ General Chris Kelly, Aralık 2001’de yaptığı bir değerlendirmede: „Bu üssü kurmamızın amacı, Afganistan’daki tüm Taliban ve El Kaide varlığını ortadan kaldırmak üzere teröre karşı yapılan savaşta Amerikan merkezî komutasının başkomutanı General Franks’in verdiği görevi yerine getirmek… Görevimizde gizli ya da korkunç hiçbir yön yok. Dünyanın alması gereken şekil konusunda bizimle aynı vizyona sahip ülkelerle işbirliği yapıyoruz sadece. „Eski Sovyet topraklarındaki varlığımızın kimilerini ürkütmesi gayet doğal. Fakat Soğuk Savaş sona erdi, ve Sovyetler Birliği çoktan tarih oldu. Kalıcı Özgürlük Harekâtında çok uluslu bir koalisyonla işbirliği yapıyoruz. Kırgızistan özgür bir ülke ve zaten bizi davet eden de Kırgızlar…

    General Franks bize burada ihtiyaç duyduğu sürece kalmaya devam edeceğiz. Herhangi bir zaman kısıtlaması söz konusu değil. Ancak, bölgedeki tüm El Kaide hücreleri çökertilince ayrılabiliriz. Biz burada kutsal bir milyon için çarpışıyoruz.” ABD, El-Kaide ve Afganistan işgalini bahane göstererek bölgede etkinliğini pekiştirmek ve askeri üsleriyle stratejik bir merkez haline gelmek için bütün olanaklarını kullandı. ABD’nin stratejisinde çekilip gitmekten çok kalıcılaşmak vardır. Dünyanın bütün bölgelerinde, her zaman kalıcı bir güç olmayı esas alan ABD, Kazakistan ve Tacikistan politikasını da buna göre şekillendirdi.

    Afganistan ve Irak işgallerinin arka planında sadece Ortadoğu’yu değil aynı zamanda Orta Asya’nın yeniden yapılandırılması söz konusuydu. Rusya’nın kendi iç sorunlarıyla boğuştuğu bir dönemde ABD bölgeye çok kapsamlı yatırımlar yaptı ve özellikle askeri üsler alarak bir bakıma bölgeye yerleşti.

    “Orta Asya’daki yeni askeri üslerinin o bölgenin daimi bir niteliği olacağını dile getirdim. Tam olarak söylediğim şey, ‘şuna inanıyorum ki bu üsler yirmi yıl içinde bizlere Ramstein Have Üssü kadar aşina bir hal alacaklardır.’ Ramstein, ABD’nin askeri operasyonları için Almanya’da konuşlandırılmış olan daimi, devasa bir üssüdür. Eski Sovyetlere bağlı olan Kırgızistan ve Özbekistan’da bulunan yeni üslerimizi Ramstein’le karşılaştırılarak Orta Asya’ya yönelik olarak son dönemdeki hareketlerimizin II. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’da yaptığımız gibi uzun dönemli güvenlik ihracının sinyalini verdiğini ileri sürüyorum.” ABD, Afganistan’ı işgal ederken eş zamanlı olarak Kırgızistan ve Özbekistan’da kurduğu üslerin stratejik değerini, ikinci dünya savaşından sonra Almanya’da kurmuş olduğu askeri üslerden çok daha önemli gördü. Çünkü bu üslerle bölgenin ekonomik-politik ve askeri olarak denetim altına alınması, aynı zamanda ABD’nin hem enerji yataklarını kontrol etmesini sağlayacaktı hem de bölgesel küresel rakiplerine üstünlük sağlayacaktı. ABD bu politikasını pratikte uyguladı ancak gerçekte başarısız oldu. Böylece ne Ortadoğu’da başarı kazandı ne de Orta Asya’ya el atabildi. 1990’lardan sonra Orta Asya bölgesiyle çok yakın ekonomik, politik ve askeri ilişikler kurmasına rağmen istenilen başarıyı elde edemedi.

    Böylece Orta Asya’yı egemenlik altına alarak Rusya’nın bölgesel gücünü tamamen kırma, Çin’i frenleme planı başarısızlıkla sonuçlandı. Bu iki gücü kendi yörüngesine çekemedi ve Orta Asya’da belirgin bir güç kaybına uğradı. Bunu tamamlamak için, Gürcistan ve Azerbaycan kartını kullanarak dolaylı olarak Kafkasya bölgesine müdahalede bulundu, ancak yine beklenen başarıyı gösteremedi.

    ABD’nin Avrasya stratejisinin temel unsurları bölgenin önemli enerji yataklarını kontrol etmek, boru hatlarının geçiş merkezlerini denetim altına almak ve bölgesel askeri güç dengelerini kendi lehine değiştirmekti. Bunu sağlamak için de, özellikle Orta Asya bölgesinde etkin olan Rusya ve Çin’e karşı ekonomik ve askeri güçlerini dengeleyerek, bunların bölgedeki etkinliğini kırmayı amaçlıyordu. El-Kaide gerekçesiyle Afganistan işgalinin başlatılmasından çok önce hazırlanan plan esası olarak Orta Asya üzerinde şekillendi.

    Ancak Afganistan’da batağa saplanan ABD’nin genel olarak Avrasya olmak üzere özellikle Orta Asya jeo-politik güç ilişkilerini yeterince hesaplayamadığı, bölge ülkelerinin iç politik dengelerini ve istemlerini hemen hiç dikkate almadığı, Rusya ve Çin gibi bölge ülkelerini küçümseyerek devre dışı bırakmaya çalıştığı için söz konusu politikaları önemli oranda başarısızlıkla sonuçlandı.

    ABD Afganistan işgaliyle bölgesel güç ilişkilerini bir bakıma yok sayarak izlediği bölgeye fili olarak yerleşme ve gerektiğinde sert güç kullanımıyla işgal etme tarzında geliştirdiği politika başarısızlıkla sonuçlandığı gibi, Rusya’nın bölgedeki ekonomik-politik ve askeri gücü çok ciddi bir düzeyde arttı. İlgili ülkeler ABD’nin askeri üslerini kapatması konusunda anlaştılar. Buna karşılık Rusya ve Çin bölge ülkeleriyle askeri alanda stratejik öneme sahip anlaşmalar yaptılar. Böylece özellikle Rusya’nın jeo-politik gücü çok önemli oranda arttı. Bu gerçeğin farkında olan ABD, bölgenin stratejik önemini bildiğinden, bölgesel politikalarına yeni bir yön vermek zorunda kaldı. Bu da daha çok Rusya ve Çin ile olan ilişkilerini bölgenin yeniden şekillenen jeo-politik güç dengelerine göre yeniden tanımlanması olarak somutlaşmaktadır.

    AB Orta Asya politikasında zayıf kaldı
    Diğer önemli bir güç olan Avrupa Birliği, etkili tek bir dış politika oluşturamadığı için bölgede yeterince ve beklenen etkiyi yaratamadı. Hatta Afganistan, Irak politikalarında aralarında belirgin görüş ayrılıkları oluştu. Ancak AB içerisinde Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, İspanya gibi ülkelerin politikaları bölgesel ilişkilerde giderek ön plana çıktı. İngiltere ABD eksenli bir politika izlerken, diğer ülkeler giderek AB eksenli bir Avrasya-Orta Asya politikası oluşturarak bölgesel ilişkilerde daha etkin olmaya yöneldiler. Bu politika esas olarak ABD ile Rusya arasında bir denge politikası olarak şekillendi denebilir. ABD fiziki sınırlar olarak Orta Asya’dan çok uzaktayken, AB tersine komşu sınırdır. ABD ile AB ilişkilerinin boyutu çok farklı olmakla birlikte AB’nin Rusya’yla olan ilişkileri çok daha boyutlu ve karmaşıktır. Birbirlerine sınır olmaları, nüfuslarının iç içe geçmesi, örneğin Özbekistan ve Tacikistan’da Alman nüfusunun varlığı, Ukrayna’nın yüzde 45’nin Rus kökenli olması ve esasen Avrupa’nın doğal gazının nerdeyse yüzde 70’nin Rusya tarafından karşılanmaktadır. Bir bakıma karşılıklı ‘zorunlu’ bir bağımlılık söz konusudur. Bu nedenle AB’nin Avrasya-Orta Asya politikası ile ABD’nin politikası birbirinden ayrılmaktadır.

    Orta Asya’da gelişen güç Çin
    Çin Orta Asya ile en yakında ilgilenen ülkelerden biridir. Sınır bölgesi olması nedeniyle ekonomik, politik ve askeri olarak önemli ilişkilere sahiptir. 21. Yüzyılda Asya’nın gelişen bölgesel küresel gücü olarak bölge ülkeleriyle sınır olması ilişkiler için çok önemli bir avantaj oluşturmaktadır. Çin, gelişen bir güç olarak sınır komşu ülkeleriyle olan ticari ilişkilerle çok önemli bir etki yaratmış durumdadır. Özellikle Rusya ile yakınlaşan ilişkiler Çin’in bölgesel etkinliğini önemli oranda arttırmaktadır. Yükselen Çin, önümüzdeki 20 yıl içinde dünya’daki enerji kullanımının yüzde 30’undan fazlasını kullanacaktır. Bu bakımdan Orta Asya ile olan ilişkiler Çin için stratejik öneme sahiptir. Çin petrolde özellikle Ortadoğu’ya bağımlıdır. Ortadoğu petrollerini kontrol eden ABD ile Çin arasında bu noktada hassas bir denge oluşmuş durumda. Dahası Çin’in hareket alanını sınırlamaktadır. Çin hem Asya kıtasında hem de uluslar arası ilişkilerde küresel lider ülkelerden biri olmak için özellikle enerji sorununu çözmek zorunda olduğunu ve dahası ABD’den kurtulması gerektiğinin bilincindedir. Bu nedenle yaklaşık olarak 4500 km civarında olan Rusya-Çin doğal gaz ve boru hattı projesi Çin’in 2025’li yıllar projesi bakımından oldukça önemlidir. Japonya hem Asya hem de dünya küresel sistemin önemli ülkelerinden biridir. Gelişmiş teknolojisi ve ekonomik gücü ile kapitalist sistemin merkez ülkesidir, ancak Çin gibi önemli oranda Ortadoğu petrollerine ve doğal gaza bağımlıdır. ABD ile olan askeri ve politik bağımlılık ilişkilerinde petrol çok önemli bir yer tutmaktadır. “Öyleyse, Amerika Körfez’deki petrolü korumak için askerlerini gönderdiğinde dökülen kan şüphesiz ki bizim kanımızdır, ama söz konusu olan bizim petrolümüz müdür? Başka yerlere giden yüzde 80’lik payı görmezden gelirsek bizim için daha mı iyi olur? Tabii ki, petrolün çoğu Asya’daki en büyük ticari ortaklarımıza (Çin, Japonya, Güney Kore, Singapur gibi) ülkelere gittiğine göre, belki de bunun aslında kimin petrolü olduğunu söylemek konusunda daha seçici olmalıyız…” Çin’in kurtulmak istediği ana nokta burasıdır. Ortadoğu petrollerine yani bir bakıma ABD’ye olan bağımlılıktan kurtulmak istiyor. Bu onun gücünü çok daha ciddi oranda artıracaktır. Bu nedenle Orta Asya’nın enerji kaynaklarıyla çok yakında ilgilenmesi ve giderek merkez alması, Çin’in küresel stratejisi için son derece önemlidir. ABD, Çin’in bu yöneliminin çok açık olarak farkındadır. Bu nedenle ayrıca ele alacağımız gibi, Çin’i küresel düşman görme politikasını terk edip, bölgesel ittifak yapabilecek bir güç olarak değerlendirmekte ve ilişkilerini buna göre yeniden düzenlemektedir.

    21.yüzyılın uluslar arası dengelerinin değişmesine paralel olarak daha bağımsız bir güç olmak isteyen Japonya, Asya’nın merkezi ile çok yakında ilgilenmektedir. Bölgenin zengin enerji yataklarından yararlanmak için Çin, Rusya ve bölge ülkeleri ile giderek artan düzeyde ilişkilerini geliştiriyor. Özellikle doğal gazının Japonya’ya taşınması için Rusya ile boru hattı üzerine yaptığı görüşmeler ilişkilerin boyutlarını yeniden belirlemektedir. Rusya ve Merkez Asya’dan Çin ve Japonya’ya doğru döşenmesi planlanan ve somut adımları atılan boru hattı bölgenin jeopolitik ilişkilerini önemli oranda değiştirecektir. Japonya, halen güven sorunu yaşadığı Rusya ve Çin ile zorunluluğa dayanan ‘yeni’ bir bağımlılık ilişkisine girerken, Ortadoğu’yla olan ‘zorunlu’ bağımlılıktan kurtulacaktır. Bu aynı zamanda Japonya’nın ABD ve AB ile olan küresel ilişkilerinde daha ‘serbest’ bir döneme girmesini sağlarken, aynı zamanda, Japonya’nın uluslar arası politikasında ‘Asyacılık’ nispeten kendisini hissettirebilir.

    Orta Asya’nın Hâkimi Rusya
    Avrasya ve Merkez Asya’nın hem sahibi hem komşusu rolünde olan Rusya’nın bölgesel etkinliği onu en güçlü kılan yanlarından biridir. Orta Asya’nın Sovyetler Birliği sınırları içerisinde olması nedeniyle uluslar arası kapitalist güçlerin etki gücü hemen hemen yok gibiydi. Sovyetlerin dağılması bölge ülkelerinin birer ‘bağımsız’ devlet haline gelmeleri yeni kurulan Rusya Federasyonu’nun kendi iç sorunlarıyla uğraşması bu bölgedeki etki gücünü zayıflattı. Rusya hem kendi iç sorunlarıyla uğraşırken hem de bölgedeki etkinliğini yeniden pekiştirmek ve inisiyatifi yeniden ele almak için somut adımlar attı. Rusya’da kopan 14 devlet ve özerk bölgeler üzerinde Sovyetlerin etkinliği önemli oranda devam ediyor.

    2001 yılından sonra, Rusya ile ABD arasında yapılan ‘yeni stratejik işbirliği’ iki ülkenin ilişkilerine yeni bir boyut kazandırdı. ABD bölgeye askeri güç olarak yerleşmek isterken, buna karşılık Çeçenistan konusunda Rusya’ya bir ödül verdi. Putin yönetimi bu kırılgan durumu kendi lehine kullanmak için olağan üstü bir çaba gösterdi ve önemli başarı elde etti. Rusya kendi iç politik dengelerini yeniden kurmak ve istikrarlı bir iç sistem oluşturmak için, ABD’nin Orta Asya’ya girişini kısmen kabul etti. Ancak, kendi arka bahçesi olarak gördüğü bu bölgeleri ABD’ye kaptırmak gibi bir niyeti olmayan Rusya’yı uluslar arası ilişkilerde güçlü kılacak en önemli noktanın Orta Asya’daki etkinliğini korumak ve güçlendirmekten geçtiği bilinmekte.Bu nedenle ABD’nin bölgeye askeri olarak konuşlanışını “misafirlerin konuk oldukları evde uzun süre kalmasının hiç de nazikâne bir tutum olmadığını anlamalılar.” Dönemin Müsteşarı Kalyuzhny da, “Bir Rus deyişi vardır: Eğer misafir ağırlıyorsanız iki kez sevinirsiniz. Birisi misafir geldiğinde diğeri ise misafir ayrılırken.” “Kırgızistan ve Özbekistan CIS üyesi ülkelerdir ve Rusya ile aralarındaki güvenlik anlaşması ile bağlıdırlar.” “Amerikalılar bin Ladin’i yakalar yakalamaz Merkez Asya’dan çekilmeliler.” Rusya’nın bu yaklaşımı esas olarak, ABD’nin Orta Asya’dan çekilmesi veya politik etki gücünün minimum düzeye indirilmesi olarak tanımlanıyordu.

    Putin’in Rusya devlet başkanlığına gelmesinden sonra Rusya ile Orta Asya ülkeleri arasında, çok yönlü ekonomik ve askeri ilişkiler geliştirildi. Çin ve Rusya’yı kuşatma politikası geliştiren ABD’ye karşı iki ülkenin Şangay İşbirliği Örgütü kapsamında çok yönlü stratejik ilişkiler geliştirildi. Orta Asya ülkelerini kapsayan bu yönelim, ABD’nin bölgesel gücüne çok önemli bir darbe vurmuş oldu.

    Putin’in bu başarılı hamleleri, bölge ülkeleri ile askeri ilişkilerle gelişti. Örneğin 2002 yılı Aralık ayında, Rusya Devlet Başkanı Putin Kırgızistan’a yapmış olduğu ani ziyaret ile iki ülke arasında ‘askeri güvenlik işbirliği anlaşması’ imzalandı. Böylece Rusya, Kırgızistan’daki bir askeri gücünü arttırdı ve Su-25 ve Su-27 savaş jetleri ve bombardıman uçaklarını kapsayan hava üssünü güçlendirdi. Gerekli uçaklar ve askerler Kazakistan ile Tacikistan’daki üstlerden buraya nakledilerek ‘bölgede ortak bir anında-mukabele gücü’ kurulması sağlandı. Bu Rusya’nın bölgeye hem ekonomik hem de askeri olarak çok daha ve etkin olarak geri dönüşünü ifade ediyordu. Dönemin Savunma Bakanı Ivanov, yeni askeri üssün amacını, “saldırı olması halinde ... hava kuvvetlerine bağlı birlikler düşman hedeflerini bombalayarak düşmanı saf dışı bırakacaklardır.” Böylece ABD ile Rusya askeri üsleri arasında sadece 35 millik bir zaman bulunmaktadır. Böylesi bir durumun oluşması hiç şüphesiz ki küresel devletler adasındaki ilişkilerin boyutunu ortaya koymaktadır.

    Bölgedeki gelişmeler, ABD’nin Orta Asya hamlelerinin önemli oranda başarısızlıkla sonuçlandığını ortaya koyuyor. Bölgesel ilişkilerde Rusya çok önemli bir güçtür. Çin bölgeye ekonomik gücüyle müdahale ediyor ve önemli bir etki gücü oluşturmuş durumda. Kırgızistan’daki gelişmelerin arka planında Rusya-ABD rekabeti bulunuyor. Bölge coğrafyasında ciddi sorunlar yaşayan ABD’nin Orta Asya’da önemli bir güç kaybetmesi, Rusya’nın ise güç kazanması, politik dengeleri yeniden şekillendirecektir.

    Ancak Orta Asya’daki jeopolitik güç mücadelesi, bölgenin tek bir gücün hegemonyasına giremeyecek kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor. Yani ne ABD ne Rusya ne de Çin’in Orta Asya’da kendi liderliğinde ve kendi stratejik çıkarları doğrultusunda mutlak hâkimiyet kurmaları oldukça zordur. Bölgede üç devletin rekabeti çok taraflı, kapsamlı ve derinden devam etmektedir. Rusya bir adım önde olmakla birlikte ABD, Çin ve Rusya karşılıklı olarak birbirlerini dengelemektedirler.

    BİTTİ

    MUSTAFA PEKÖZ

    Orta Asya’da kırılgan dengeler - 1

    Yeni_Özgür_PolitikaUluslar arası ilişkilerde coğrafi alan hâkimiyeti ile ekonomik ve askeri stratejiler birbirini tamamlar hale gelmiştir. Coğrafi alan hâkimiyetinin tek başına bir anlam ifade etmeyeceği ve daha çok bölgenin stratejik konumunu belirleyen ekonomik verimlilik düzeyinin giderek etkinlik kazandığını ortaya koyan en somut örnek Orta Asya’nın konumudur.
    Kırgızistan’ın iç politikasındaki gelişmeler bölge coğrafyasını ve küresel merkez güçlerini de doğrudan ilgilendiriyor. Bir dönem ABD’nin desteğinde Saroz’un küresel emperyalist sivil kurumları tarafından desteklenen ‘lale’ devrimi ile Kırgızistan, ABD’nin bölgesel bir gücü haline getirilmek istenildi. 2005 yılında Askar Akayev görevinden uzaklaştırıldı. Şimdi de onun yerine gelen Kurmanber Bakiyev halkın toplumsal tepkisiyle görevinden uzaklaştırıldı. Bu politik durum, Kırgızistan’ın iç sorunu gibi görülse de, esasen bölgesel rekabetin bir sonucudur.

    Uluslar arası ilişkilerin merkezinde olan bu bölgenin her ülkesi stratejik bir öneme sahiptir. Bu bakımdan Kırgızistan’da neler oluyor sorusunun en doğru yanıtı Orta Asya’yı anlamaktan geçer. Yani Kırgızistan’daki gelişmelerle Orta Asya jeopolitiği arasında çok önemli bir ilişki bulunuyor. Avrasya kavramı gibi Orta Asya tanımlanması hem çok geniş hem de çok karmaşık olarak kullanılmaktadır. Ancak Avrasya’nın stratejik önemini artıran ise Orta Asya bölgesidir. Orta-Asya kavramsal olarak farklı jeo-grafik alanları içermekle birlikte, Sovyetler Birliği döneminde bu kavram, sosyalist cumhuriyetler sınırları içerisinde nispeten belirginleştirildi. Daha çok Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan ve hatta Azerbaycan gibi ülkelerini merkez alan ama aynı zamanda bu ülkelerin çevre merkezi olanak bilinen bölgelerini, Çin’in, Moğolistan’ın, Afganistan’ın ve İran’ın belirli bir kesimi ile Hazar Denizini ve Rusya’nın çok önemli bir bölgesini kapsayan bir alan olarak gösterilmektedir. Bu nedenle ne Avrasya’nın ne de Orta Asya/Merkez Asya’nın, herkesin hem fikir olduğunu belirleyen mutlak sınırları yoktur. Çünkü jeo-strateji, jeo-politik ve jeo-ekonomik faktörler coğrafyanın tayininde önemli rol oynamaktadırlar. Bunlarda küresel güçlerin çıkarlarına göre farklılıklar göstermektedir.

    Pilot bölge Orta Asya
    Mackinder, Avrasya içerisinde özellikle Orta Asya’yı ‘tarihin coğrafi mihver alanı’ veya ‘pilot’ bölge olarak değerlendirirken, dünyaya hakim olmakla eş değerde görmüştü. Orta Asya’nın merkez çevre ülkelerle birlikte Avrasya’nın beyni olarak tanımlaması, bütün tarihi boyunca egemen güçlerin çatışma alanı olma özelliğini korudu. Uzak Asya, Doğu Asya, Kafkasya, Ortadoğu, Balkanlar, Doğu Avrupa gibi bölgelerin merkezinde bulunması nedeniyle Dünyanın kalpgahı sayılan Avrasya’nın beyni Orta-Asya’dır.

    Sovyetler Birliğinin dağılması ile Küresel güç merkezleri tarafından yeniden uluslar arası politikanın gündemine getirtilen Avrasya stratejisinin yaşama geçirilmesinde ‘Central Asia’ ya da Orta/Merkez Asya, uluslar arası rekabetin merkezinde olan bölge olarak yeniden ön plana çıktı. Özellikle “Dünya Gayri Safi Yurt İçi Hâsılasının toplamları itibariyle dünyanın en büyük on beş ekonomisinin on’u bu bölgede bulunmaktadır. Ayrıca, 2000 yılı itibariyle dünya petrol talebinin yaklaşık yüzde 45’i, doğal gaz talebininse yaklaşık yüzde 55’i bu komşu alanda gerçekleşmiş. Bölgenin temel ekonomik potansiyelini oluşturan ve dolayısıyla jeopolitik önemini ortaya koyan doğal kaynak zenginliği, bu bölgeye büyük güçlerin yönelişinin temel sebebidir. Bu temel sebebin yarattığı yeni koşullar söz edilen büyük güçlerin lehine işleyerek, bölgenin ekonomik alandaki stratejik unsurlarını büyük ölçüde yönlendirmektedir.”

    Uluslar arası ilişkilerde coğrafi alan hâkimiyeti ile ekonomik ve askeri stratejiler birbirini tamamlar hale gelmiştir. Coğrafi alan hâkimiyetinin tek başına bir anlam ifade etmeyeceği ve daha çok bölgenin stratejik konumunu belirleyen ekonomik verimlilik düzeyinin giderek etkinlik kazandığını ortaya koyan en somut örnek Orta Asya’nın konumudur. Böylece küresel bir güç olma hedefini taşıyan tüm ülkeler için Mackinder’ın tanımladığı ‘mihver bölgesi’ politik stratejilerin uygulanması bakımından çok daha önemli hale gelmiştir. Egemen olma kavramının askeri güçlerin düzeyi ile doğrudan bağlantısı olmakla birlikte küresel ilişkilerde ekonomik alan hâkimiyeti de çok daha öncelikli olarak kendisini dayatmaktadır. Özellikle küresel sistem güçlerinin stratejik etkinlik alanlarında ekonomik bağımlılığa dayanan hâkimiyetin ön plana çıkmasının en tipik modeli Merkez Asya’dır. Ayrıca buranın çok sayıda merkez ve çevreyi kapsayan küresel gücün çekim merkezinde bulunması karmaşık politik ilişkilerin yumağını oluşturmaktadır.

    Böylece bütün küresel güçlerin 21.yüzyılda yoğunlaştıkları en önemli uluslar arası politikalardan biri de Avrasya stratejisi ekseninde Orta-Asya’nın denetim altına alınmasıdır. Orta Asya’yı önemli kılan bazı temel noktalar ön plana çıkmaktadır. Birincisi petrol ve doğal gaz bakımından oldukça önemli enerji yataklarına sahip olmasıdır. İkincisi Dünya küresel askeri güçleri tarafından işgal edilen Afganistan’a sınırdır. Afganistan işgal stratejisinin uygulanmasında Orta-Asya’nın tarihisel değerde bir öneme sahiptir. Üçüncüsü, enerji yatakları yanında enerji geçiş yollarını kapsamaktadır. Dördüncüsü, Asya bölgesinin küresel güçleri olarak bilinen Çin, Japonya, Rusya ve Hindistan’ın tam merkezinde bulunmaktadır. Bir bakıma bu güçler tarafından çevrelenmiştir. Beşincisi, Orta Asya aynı zamanda dünyanın en önemli enerji merkezi olarak bilinen Orta Doğu ile sınır ilişkisine sahiptir. Bu iki bölge arasındaki ilişki aynı zamanda uluslar üstü tekellerin bu bölgelerde yoğunlaşmasını sağlamaktadır. Sıralayacağımız birçok faktörün etkisiyle Orta Asya’nın politik denklemleri tahminlerden çok daha karmaşık ve değişkendir Avrasya Merkezi olarak tanımlanan Orta Asya üzerinde dünyanın bütün küresel güçlerinin çok yoğunluklu bir rekabeti söz konusudur.

    Orta Asya’nın jeo-stratejik ve jeo-politik Konumu
    Daha Somut Kavramak Orta Asya’nın mevcut durumunu analiz edebilmek ve daha objektif politik değerlendirmeler yapabilmek için birkaç istatistikî veri sunmakta yarar var. Orta Asya ülkelerinin GSYİH henüz beklenenin çok gerisinde olmakla birlikte, özellikle 2000 yılından beri sürekli bir gelişme eğilimi içerisindedirler. Bölgesel ve iç politik krizler nedeniyle küresel sisteme adapte olmada ciddi sorunlar yaşayan bölge ülkeleri, dünya küresel kapitalist sistemin ekonomik krizine rağmen diğer Asya ülkeleriyle birlikte ciddi bir ekonomik gelişme süreci içerisindedirler. Doğal kaynakları bakımından zengin olan bölgenin Asya ekonomisi içerisindeki verimliliği için önemli bir süreci aşması gerekiyor.

    Orta Asya’nın stratejik öneminin ön plana çıkmasında onun jeografik konumunun çok önemli bir etkisi söz konusudur. Genel olarak kıyaslandığında Orta Asya hem dünya, hem de Asya coğrafyasında tayin edici bir coğrafyaya sahiptir. Eski Sovyetler Birliğini oluşturan 6 ülkenin yüzölçümü yaklaşık olarak 4 milyon metre karelik bir yüz ölçüm ve 56 milyonluk bir nüfusa sahiptir. Bu ülkelerin coğrafik konumu birçok bakımdan önemlidir. Birincisi stratejik konumunu güçlendirmektedir. Ülkenin topraksal alanının geniş olması, söz konusu ülkeye uluslararası ilişkilerde önemli avantajlar sunar. Birçok ülke sınır ilişkisi içinde olması, İkincisi yeraltı ve yer üstü zenginlik kaynakları bakımından geniş bir potansiyel oluşturmasıdır. Yüz ölçüm olarak Asya kıtasında önemli bir yere sahip olan Kazakistan hem enerji yatakları, hem de tarımsal sanayi ürünleri bakımından geniş bir alana sahip olması bakımından önemsenen bir ülkedir. Aynı şekilde, Türkmenistan, Kırgızistan, gibi ülkelerin son yıllarda artan öneminin arka planında, Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde muazzam enerji kaynaklarının bulunması ve geniş bir pazar oluşturmasıdır. Üçüncüsü jeo-stratejik konumunun güçlenmesinde önemli faktördür. Bir ülkenin coğrafik konumlanışı, onun bölgesel ilişkilerdeki rolünü artırmaktadır. Dahası coğrafya, jeo-stratejinin önemli bir halkasını oluştur- duğu gibi aynı zamanda, jeo-ekonomiyi ve jeo-politikayı etkileyen çok önemli bir faktördür. Örneğin Hazar Denizinde geniş petrol ve doğal gaz yataklarının bulunması nedeniyle kıyı ülkelerinin stratejik önemini artırmaktadır.

    Orta Asya bölgesi stratejik çatışmaların merkezinde olması nedeniyle askeri harcamalar nispeten hızlı artmaktadır. 1998/2007 yılları arasında yaklaşık olarak yüzde 300 bir artış yaşanmış. Kazakistan’ın 10 yıl içerisindeki askeri harcamaları yüzde 500 civarında arttırarak bölgede etkin olan bir ülke konumuna gelmek istiyor. Ancak bölge ilişkilerinde dengeleri korumaya çalışan Türkmenistan ve Özbekistan’ın askeri harcamalarını bütünlüklü bulmak oldukça zor. BM verilerine göre askeri harcamalarında önemli bir sorun yaşanmaktadır ve net olarak tespit edilmiş değildir.

    Tarihsel ilişkiler nedeniyle askeri harcamalarının yüzde 70’i Rusya ile olmaktadır. Daha sonra Çin ve ABD geliyor. ABD’nin bölgesel stratejisinde Orta Asya önemli bir sıçrama tahtası olduğundan askeri ilişkiler bakımından önemsediği bir alanı oluşturmaktadır. Afganistan işgali ile bölgeye kurduğu askeri üslerle hem bir avantaj yakaladı, hem de bölge ülkelerine kendi askeri savaş araçlarını pazarladı. İlk yıllar belirli bir etkinlik yakalamasına rağmen Rusya’nın bölgedeki askeri üstünlüğünü kıramadı ve daha çok gerilemeye başladı.

    Dünyanın stratejik merkezi olarak bilinen Orta Asya bölgesi, nüfus yoğunluğuna oranla askeri güç sayısında sürekli bir artış yaşanmaktadır. Bölge genelde uluslararası küresel sistem güçlerinin askeri güçlerinin yoğunlaştığı bir alandır. Rusya ve ABD üslerin varlığı, Afganistan işgali nedeniyle askerileştirilmiş bir bölge özelliğini yansıtmaktadır. Bölgede en çok asker barındıran ülke Özbekistan ve Kazakistan’dır. Bugün iç politik kriz yaşayan Kırgızistan’ın asker sayısı 13 bin civarındadır. Asker başına 6.654 dolar, nüfus başına 36 dolar harcayan Türkmenistan, nüfus başına bölgenin en çok askeri harcama yapan ülkesi olmakla birlikte, Kazakistan, Orta Asya merkez ülkeleri içerisinde silahlanmaya en çok para harcayan ülkesidir.

    Her Orta Asya ülkesi bölgesel ilişkilerde farklı etkilere veya rollere sahiptir
    Bu nedenle tek tek ülkelerin hem kendi aralarında hem de küresel merkez ülkeleriyle farklı düzeylerde gelişmektedir. Her birinin konumunda farklılıkları bölgedeki ilişkileri etkilemektedir. Bunların bir kısmı, bölge ülkelerinin kendi iç ilişkilerinden kaynaklanıyor. Özellikle Rusya dışındaki bölge ülkeleri arasındaki lider olma çelişkisidir. Özellikle Türkmenistan ile Özbekistan arasında çok belirgin bir rekabet söz konusudur. Bu nedenle bölgede belirgin bir etkinliğe sahip olan Rusya ve Çin ile yakın ilişkilerini korumaya özen gösterirlerken aynı zamanda ABD ile yakın ilişkilere özel bir önem vermektedirler. Konu kapsamında uluslar arası ilişkilerin önemi çok daha ciddi olarak ön plana çıkmaktadır.

    Orta Asya denge politikaları, özellikle 2001 yılında Afganistan’ın uluslar arası küresel askeri güçleri tarafından işgal edilmesi ile çok ciddi olarak ön plana çıktı. Özellikle Özbekistan ve Kırgızistan politik dengeler konusunda ciddi bir işleve sahip oldu. Newyork’ta ikiz kulelerin vurulması ile uluslar arası ilişkilerin çok yönlü değişim sürecine girmesi, özellikle Orta Asya’da belirgin olarak hissedildi. ABD-Rusya arasındaki dengelerin şekillen- mesinde etkili oldu.

    Rusya, ABD’nin Orta Asya ülkelerini kullanmasına izin verirken, ABD’de Rusya’nın Çeçenistan ağırlıklı olmak üzere Kafkasya’da daha etkin bir güç olarak askeri müdahaleleri yoğunlaştırmasına sessiz kaldı. 11 Eylül 2001 sonrası Washington’un müttefik arayışlarının yoğunlaştığı iki Orta Asya ülkesi öncelikli olarak ön plana çıktı. Afganistan eksenli işgal nedeniyle özellikle Özbekistan ve Kırgızistan, bölgesel işgalin en önemli alanları olarak kullanıldı. ABD’nin dönemin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Putin’in olumlu görüş belirttikten sonra, önce Kırgızistan ve Özbekistan hükümetiyle görüşmelerde bulunmak üzere bu bölgeye gidip ABD’nin askerleri için askeri üs pazarlığı yapıldı. ABD’nin bölgede kalıcılaşmasına yol açacak askeri üslerin verilmesi esasen Bush ile Putin arasında yapılan pazarlıkla netleştirildi.

    Kırgızistan ve Tacikistan’da ayrıca İslamcı hareketin yoğunluklu olarak yürüttükleri faaliyetler, ülkelerin iç ilişkilerinde silahlı güç olarak etkin olmaya başlamaları, hem bu ülkelerin yönetimlerini, hem de Rusya’yı ciddi oranda kaygılandırdı. Böylece ABD’nin bu ülkelerde askeri konumlanışlarına bir bakıma onay verdiler ve ABD’nin İslamcı örgütlere karşı savaşmasından bir bakıma yararlandılar.

    MUSTAFA PEKÖZ gokyuzu9@aol.com