KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık, bölgede bir güç çatışması içinde
olan Türkiye ile İran arasında çatışmanın, çelişkinin giderek
derinleşeceğini belirterek, ‘’ İran’la Türkiye arasındaki çekişme
artacaktır. Özellikle bu Irak üzerinde şiddetlenecektir. Türkiye ileride
İran’a saldırının üssü olacaktır. İran’la Azerbaycan gerilimi çıkarır,
sınır gerilimi çıkarır, nükleer silah pürüzü ortaya çıkarır. İran bunu
görmüştür’’ dedi. Arapların Türkiye’nin Suriye’de çok etkili olmasını
istemediğine dikkat çeken Bayık, Ankara’nın Ortadoğu’da ABD’nin ajanı
olduğunu belirtti.
* Güney Kürdistan’la Irak arasında petrol,
‘tartışmalı bölgeler’ konusunda bir gerilim ortaya çıktı. Bu gerilim
Kürtlerin Irak’tan ayrılmasına kadar gider mi?
- Kuşkusuz bu
gerilimin uluslararası ve bölgesel boyutları da vardır. Ancak buna
zemin sunan da Irak’la Federal Kürdistan bölgesi arasında var olan
sorunların çözülmemesidir. Anlaşılıyor ki, Irak anayasası temelinde
Güney Kürdistan federasyonunun hakkı olan konularda anlaşmazlıklar
sürmektedir. Hala bazı konularda egemen ulus zihniyeti bırakılmamıştır.
Tarihten gelen hakimiyetçi otoriter zihniyet çeşitli biçimlerde kendini
dışa vurmaktadır. Örneğin tartışmalı bölgeler olarak ifade edilen
bölgeler esas olarak Kürdistan'a aittir. Irak anayasası gereği
referandumla sonuç belirlenecekti, ama bu konuda bugüne kadar bir
girişim olmamıştır. Kerkük, Xanekin gibi yerler hala anayasanın
öngördüğü biçimde referandumla nereye ait olacağı tespit edilememiştir.
Bu durum sorunlar ortaya çıkardığı gibi, merkezi hükümetin yaklaşımları
konusunda kuşku uyandırmaktadır. Öte yandan petrol gelirleri konusunda
belirli bir anlaşmazlık olduğu görülüyor. Bu konuda özellikle merkezi
hükümetin daha duyarlı olması gerekir. On yıllardır süren sömürgecilik
vardı. Petrolün önemli düzeyde Kürdistan'da çıktığı düşünülürse Güney
Kürdistan federasyonunun isteklerine, taleplerine karşı daha pozitif bir
yaklaşım gösterilmesi gerekmektedir. Biz tabii ki Güney Kürdistan
federasyonunun bu haklı talepleri karşısında Irak merkezi hükümetinin
yetersiz yaklaşımlarını kabul edilemez görüyoruz. Bu sorunların Irak’ın
demokratikleşmesi içinde çözülmesi tabii ki Kürtlerin tercihidir.
Kürdistan parlamentosunun yaklaşımı da, bölgesel yönetimin yaklaşımı da
böyledir. Sorunların Irak içinde çözülmesi tercih edilmektedir. Bizce de
doğrusu budur. Demokratik yaklaşımlar içinde sorunlar çözülebilir.
Ancak bu konuda sorunlar olduğu anlaşılıyor. Bu sorunlar çerçevesinde
bağımsızlık gündeme getiriliyor.
‘DEVLETLEŞMEK SORUNLARI ÇÖZMEZ’
Kuşkusuz
her siyasi gücün, her halkın kendi kaderini tayin etme hakkı vardır.
Kürtlerin de bu hakkı ve talebi meşrudur. Biz hareket olarak sorunların
devlete sahip olmakla çözüleceğine inanmıyoruz. Devletleşmek sorunları
çözmek değildir. Demokratikleşme sorunları çözer, demokratikleşme
toplumları güçlendirir. Devletleşme toplumları güçlendirmez. Hangi
devlet kendi toplumunu güçlendirmiştir? Bu açıdan Irak'ın
demokratikleşmesi içinde kendi sorunlarını çözmesini tabii ki biz de
tercih ederiz. Temel yaklaşımımız, felsefemiz budur. Ama sorunlar
tıkanır, çözülmez de Güney Kürdistanlı güçler bağımsız devlet olma
tercihinde bulunursa böyle bir hakkı da vardır. Ancak biz Kürtlerin
Ortadoğu'da bütün ülkeleri demokratikleştirerek kendi haklarını daha
fazla güvenceye alacağını düşünüyoruz. Kendi özgürlüklerini daha fazla
geliştireceklerini düşünüyoruz. Çünkü Ortadoğu demokratikleşmediği
müddetçe Kürtlerin özgürlüğü ve demokrasisi güvencede değildir. Bu
yönüyle Kürtlerin temel stratejisinin bulunduğu ülkeleri
demokratikleştirmek olması gerektiğini söyledik. Zaten bu çerçevede
Türkiye'de de Kürt sorununun Türkiye'nin demokratikleşmesi temelinde
çözülmesi konusunda çabaladık. Politikamız, yaklaşımımız hep bu oldu.
Biz Güney Kürdistan'da Kürt halkının, Kürt siyasi güçlerinin bu imkanı
büyük oranda elde ettiğini düşünüyoruz. Türkiye'de, İran'da ve Suriye'de
olmadığı kadar Güney Kürdistanlı güçler kendilerini
demokratikleştirerek, Kürdistan demokratikleşmesi temelinde, demokratik
yaklaşımı temelinde Irak’ın demokratikleşmesini sağlayabilirler. Irak'ın
demokratikleşmesinde etkili rol oynayabilirler.
Gerçekten de
gelinen aşamada Irak'ın demokratikleşmesindeki en dinamik güç
Kürtlerdir. Şiilerin, Sünnilerin, çeşitli güçlerin demokratik olmayan
karakterini bile Güney Kürdistanlı güçler doğru politikalarla aşıp
onları da Irak'ın demokratikleşmesinin bir parçası haline
getirebilirler, onları bu yönlü zorlayabilirler. Böyle bir potansiyel
Güney Kürdistan'da vardır. Daha doğrusu Kürtlerin genel olarak böyle bir
potansiyeli vardır. Bunu şunun için belirtiyoruz: Böyle bir Irak'ın
demokratikleşmesini sağlatma temelinde, böyle bir demokrasi mücadelesi
temelinde, tartışmalı bölgeler, petrol ve diğer sorunları demokratik
temelde çözerlerse bu aslında Kürtlere Irak’ta bir devletin
kazandırmayacağı kadar bir güç olmasını sağlatır.
‘KÜRTLER BÖLGEYİ DEMOKRATİKLEŞTİREBİLİR’
Örneğin
şöyle bir düşünelim: Irak politikasını etkileyen Kürtler,
demokratikleşmesi temelinde İran'ın politikalarını etkileyen Kürtler,
demokratikleşme temelinde Türkiye ve Suriye'nin politikasını etkileyen
Kürtler eğer böyle bir konuma ulaşırlarsa bu Kürtlerin Ortadoğu'nun en
etkili gücü olmaları anlamına gelir. Biz bu yönüyle Kürtlerin
kendilerini demokratikleşme temelinde bütün bölge ülkelerinin
demokratikleşmesinde ve siyasetin demokratikleşmesinde en etkili güç
olarak 21. yüzyılı Kürtlerin yüzyılı haline getirebileceğini
düşünüyoruz. Bizim genel yaklaşımımız budur.
Ancak sorunlar
çözülmez, tıkanmaya gider, Kürtlerin ulusal demokratik hakları ve
özgürlüğü tehlikeye girerse o zaman tabii ki Kürtler farklı seçenekleri
de gündeme getirebilirler. Biz bu şartlarda böyle bir konunun gündeme
getirilebileceğini düşünüyoruz. Ancak yöntem konusunda Kürtlerin
gerçekten daha dikkatli olması gerekiyor. Bu tür ciddi konularda,
stratejik konularda ortak tutum ve yaklaşımların geliştirilmesi
önemlidir. Bu yönüyle bu tür konuların bütün Kürt örgütleriyle,
partileriyle konuşulması, tartışılması gerekmektedir. Eğer ilerde bir
ulusal kongre olursa, ulusal kongre bu konuları da konuşur. Kürtlerin
dayanışmasına ve gücüne dayalı bir biçimde olursa tabii ki bu daha
etkili sonuçlar doğurabilir.
‘FARKLI ARAYIŞLAR GÜNDEME GELEBİLİR’
Biz
Kuzey Kürdistan'da da, Kürt sorununun Türkiye sınırları içinde
demokratik temelde çözülmesini istiyoruz. Bundan yanayız. Ama bu
olmadığı takdirde kendi çözümümüzü kendimiz gerçekleştirmeyi de bir
seçenek olarak ortaya koyduk. KCK çözümü ayrı bir devlet çözümü değildi.
Onların belirttiği gibi paralel devlet de değildir. Türkiye'nin
yapamadığı çözümü kendi demokratikleşme gücümüzle Kürt sorununu çözme
yaklaşımıydı. Ama Türkiye'nin demokratik karakteri ve Kürt sorununu
çözme yaklaşımı olmadığı için KCK’nin çözüm projelerini her zaman olduğu
gibi bölücülük olarak gördü, saldırdı, ayrı bir devlet olarak
değerlendirdi. Bu durum böyle devam ederse tabii ki Türkiye'nin
birliğini hedefleyen KCK çözümüne de böyle bir saldırı olursa, bu
demokratik birlik içinde çözüm yaklaşımımız kabul edilmezse o zaman
Kürtler farklı çözüm arayışına da girebilir. Bu tür sorunlar evlilik ve
boşanma sorunu gibi ele alınmaktadır. Zorla evlilik olacak diye bir şey
olabilir mi? Hele demokratik bir zihniyette zorla evlilikten söz
edilebilir mi? Eğer zoraki evlilik dayatılacaksa, her gün tecavüz
kültürüyle yaklaşılacaksa Kürtler bu zorla egemenlik altında tutulma,
tecavüz kültürü anlamına gelen yaklaşım karşısında tabii ki farklı
seçenekler düşünürler. Bizim devletçi zihniyetimiz yok, devletin çözüm
olmadığını düşünüyoruz, ama Türkiye'nin yaklaşımları, çözümsüzlükleri
toplumları bu tür şeylere de götürebilir. Ama biz yine de PKK, KCK
olarak Türkiye'nin sınırları içinde Kürt sorununu çözmek istiyoruz. Kürt
halkının özgürlüğünü ve demokrasisini bu seçenekte görüyoruz. Hala
Güney Kürdistan'ın tartıştığı gibi olmazsa devlet oluruz yaklaşımı
içinde değiliz, ama Türk devletinin de hareketimizin yaklaşımları doğru
değerlendirmesi gerekir.
Güney Kürdistan'da ayrı devlet olmak
bir seçenek olarak gündeme alınacaksa bunun tüm yolları denendikten
sonra düşünülmesi gerektiğini söylüyoruz. Bağımsızlık her şeyi çözecek,
her şeyi güllük gülistanlık hale getirecek gibi yaklaşımlar gerçekçi
değildir. Ayrı devlet ilanıyla egemen bir bürokratik kesim ortaya çıkar.
Egemenlerle toplum arasındaki mesafe ve çekişme bugünkünden katbekat
fazla artar. Bugün Kürt yönetimiyle toplumu arasındaki mesafe aslında
demokratik yaklaşımla önemli oranda aşılabilir. Ama devlet olunduğunda
toplumdan kopukluk artacaktır. Kaynaklar bugünkünün katbekat üstünde
asker-sivil bürokratik mekanizmalara aktarılacaktır. Dolayısıyla ayrı
devlet olmanın toplumun demokratikleşmesi ve özgürleşmesi açısından bir
çözüm olacağını düşünmemek lazım. Bu yönüyle sınırların giderek aşıldığı
21. yüzyılda bütün bölgenin demokratikleşmesi temelinde sorunlarını
çözmeleri devletleşmeden katbekat daha fazla Kürtler için önemli
sonuçlar doğurur. Demokratikleşme, sınırları da anlamsız hala getirir,
Kürtler arasındaki birliği de her türlü ilişkiyi de geliştirir. Ancak
bütün çabalara rağmen sorunlar çözülmez, ayrı devlet olma gündeme
gelirse, bunun da bütün parçaları ilgilendiren bir konu olduğu
düşünülerek bütün siyasi güçler arasında bir görüş alışverişi ve ortak
irade biçiminde ortaya çıkmasının tercih edilmesi gerektiğini
düşünüyoruz.
Kuşkusuz böyle bir devletleşme, yani bağımsızlık
ilanı ve projeleri düşünülürken bunun sadece Güney Kürdistan değil,
bütün Kürdistan parçaları açısından yaratacağı sonuçların da dikkate
alınması lazım. Ne kadar olumlu sonuçları olur, ne kadar olumsuz
sonuçları olur bunların hesaplanması gerekmektedir. Yine ortaya çıkacak
yan etkiler ve yeni sorunların aşılmasının nasıl olacağının da önceden
irdelenmesi ve ortaya konulması gerekir. Ayrı bir devlet olasılığında
hem Güney Kürdistan'daki sorunları çözüme kavuşturacak hem de diğer
parçaları da dikkate alan bir yaklaşımın esas alınması gerekir. Yoksa
zaman zaman Kürt Halk Önderinin belirttiği gibi küçük bir Kürdistan
karşılığında Türkiye'nin de, İran'ın da, Irak'ın da, Suriye'nin de razı
olduğu bütün Kürdistan parçalarını feda eden bir durumla karşı karşıya
gelinebilir. Öte yandan dış güçlerin böyle bir küçük Kürdistan temelinde
hem Kürtleri kendi politikaları doğrultusunda kullanması ve bağlaması
hem de bölge ülkelerini kendi politikalarının parçası haline getirmesi
gerçekleşebilir. Kürtlerin böyle bir yaklaşımı olamaz. Belki dış
güçlerin böyle bir yaklaşımı olabilir. Bu yönüyle bağımsızlık ilanı
düşünülürken tabii ki bunun tüm Kürtleri güçlendirecek biçimde ele
alınması ve hazırlıklarının bu çerçevede ele alınması gerekir. Yoksa
daha fazla dış güçlere bağlı hale getirecek, Güney Kürdistan’ın elini
kolunu bağlayacak bir biçimde olması durumu yaşanır. Dediğimiz gibi
bütün Kürtlerin iradesi, ortak tutumu olursa o zaman bu olumsuz sonuçlar
engellenir, bütün parçaların ve Güneyin çıkarına olan bir sonuç ortaya
çıkarılabilir.
‘İRAN SİYASET BİLİR’
* Erdoğan
İran ziyaretinde Suriye’deki çatışmanın İslam ile Arap milliyetçileri
arasında olduğunu savunarak İran’ı çatışmanın tarafı yapmaya çalıştı.
Bazıları Erdoğan rejiminin Arap milliyetçiliğini hafife aldığı yorumunda
bulundu. İran ve Türkiye arasındaki ilişkilerde nasıl bir döneme
girildi, bu söylemlerin İran’ı etkileme şansı var mı?
- Şunu
bilmek gerekir. İran politika bilmez, anlamaz olarak görülmemeli.
Bazıları mollalardır, siyasetten anlamazlar biçiminde yaklaşım
göstermektedirler. Bunlar doğru yaklaşımlar değildir, oryantalist
yaklaşımlardır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; İran politikada çok
güçlüdür. Dünyanın en eski devletidir. Kesintisiz en uzun süreli süren
bir siyasi güçtür. Siyaset biliminden bahsedilir. Siyaset biliminin ilk
kitabı bile İran’dan çıkmıştır. Nizam-ûl Mülk’ün siyasetnamesi ilk
siyaset bilim kitabıdır. Yönetim tecrübelerini, bir yöneticinin nasıl
olması gerektiğini çok rafine biçimde anlatır. Bu bakımdan İran’ın
siyasetini küçümsemek, dolayısıyla İran’ın Türkiye tarafından
kandırılacağı, kendi çizgisine getirileceği söylemlerinin fazla bir
anlamı yoktur. İran da kendi çıkarı doğrultusunda izliyor. İran’daki
mevcut politika da aslında İran milliyetçiliği üzerine de kuruludur. Ama
bu milliyetçiliği Şia ideolojisi ve gücüyle pratikleştirmektedir.
Türkiye de belirli Arap güçleri de Sünniliği kendilerini güçlendirmek
için kullanıyorlar. Türkiye İslam’ı Türk milliyetçiliği için kullanıyor.
Şu andaki yönetimin ideolojisi Türk-İslam sentezidir. Bu bakımdan
Türkiye'nin biz İslam mücadelesi veriyoruz, Suriye’deki mücadele Arap
milliyetçilerine karşıdır; bu konuda ortak davranalım, oradaki rejimin
değişmesi için birlikte hareket edelim, demesinin İran’da bir karşılığı
yoktur. Çünkü İran Türkiye siyasetinin İslam’la alakalı olmadığını
bilir. İran politikasının belli İslam hassasiyetleri vardır ama
Türkiye’nin yoktur. Türkiye’nin bırakalım İslam hassasiyetleri olan bir
politika izlemesini, aslında Ortadoğu’ya, İslam coğrafyasına girmiş bir
batı Truva Atıdır; kapitalist modernite ajanıdır. Türkiye Ortadoğu
toplumlarının toplumsallığını dağıtıp, kapitalizmin bireyselliğinin
Ortadoğu’ya yerleştirilmesinde bir sıçrama tahtasıdır. Bu açıdan
Türkiye'nin biz İslam’ız, Suriye’de Arap milliyetçiliğine karşı İslam’ı
destekliyoruz, söylemi bir demagojidir. İran’ın buna inanması kesinlikle
mümkün değildir.
İran Esad rejiminin ne olduğunu bilmiyor mu?
Esad rejiminin Arap milliyetçisi olması yeni bir durum mu? Erdoğan belki
bazı çevreleri kandırabilir ama İranlıları kandırması mümkün değildir.
İran Türkiye'nin Suriye politikasının Türk milliyetçiliği ekseninde
bölgeyi kontrol etme, bölgede etkili olma politikası olduğunu çok iyi
bilmektedir. Türkiye ile İran bugün bölgede bir güç çatışması içindedir.
Bu güç çatışması şimdi kendini Şiilik ve Sünnilik üzerinde de dışa
vurmaktadır. Türkiye Sünni-İslam’ın liderliğini oynuyormuş gibi hem
Arapları kandırmaya hem de kendine bu yüzle İran karşısında bir pozisyon
almaya çalışmaktadır. Nitekim Irak’taki politikasından böyle bir eğilim
içine girdiği görülmektedir. Bu yönüyle İran, Türkiye’nin İslam’ı ve
Sünniliği Türk milliyetçiliği için nasıl kullandığını görmektedir.
‘ARAPLAR TÜRKİYE’NİN SURİYE’DE ETKİLİ OLMASINI İSTEMİYOR’
Erdoğan’ın
Arap milliyetçiliğini hafife aldığı doğrudur. Arap milliyetçiliği
İslam’la karşı karşıya değildir. Siyasal İslamcılar aslında Arap
milliyetçiliğini İslam kılıfı içinde yapmaktadırlar. Ortadoğu’daki
siyasal İslamcılarının çoğu İslam söylemiyle Arap milliyetçiliği
yapmaktadırlar. Bu bakımdan Arap milliyetçiliğinin gücü vardır. Bu
gücünü de çoğu zaman İslami karakterinden almaktadır. İslam evrensel
karakterdedir, ama ilk önce Arapların dini olarak tarih sahnesine
çıkmıştır. Bu bakımdan Araplıkla İslamlık iç içe geçmiştir.
Türkiye,
Suriye’de İhvan-ı Müslim’le sıkı ilişki içine girerek Suriye üzerinde
etkili olmak isteyince bundan en fazla Arap ülkeleri rahatsız olmuştur.
Çünkü Türkiye’nin İhvan-ı Müslim’le ilişkisinin bir İslam ilişkisi
olmadığını, 1517’de Ridaniye savaşını kazanarak, nasıl ki Arap
coğrafyasına yönelip egemenlik kurduysa şimdi de Suriye’ye böyle hakim
olarak Ortadoğu'da egemenlik peşinde olduğunu düşünerek rahatsız
oldular. Araplar Türkiye’nin Suriye’de çok etkili olmasını istemiyorlar.
Bu nedenle Annan planı bir BM veya Arap Birliği planı olarak ortaya
çıktı. Bu açıdan Arap dünyası hiçbir dönemde olmadığı kadar Türk
devletinin Türk-İslam sentezi politikası konusunda kuşku duymaktadırlar.
Yakın zamana kadar Türkiye Arap dünyasında ve Arap sokağında şu
kadar etkiliydi, bu kadar etkiliydi propagandası yapıldı. Şimdi öyle
olmadığı açığa çıktı. Arap egemenleri ve Arap sokağı Türkiye’nin
politikalarına kuşkuyla yaklaşmaktadır. Öyle Erdoğan’ı bağrına basan bir
Arap dünyası yoktur. Türkiye’nin Arapların bazı hassasiyetlerini
karşılayarak, İsrail karşıtı durumlarını istismar ederek, İsrail’e
kabadayılık yapıp bunun üzerinden Ortadoğu’da etkili olmak istediğini
gördüler. Osmanlıcılık anlayışını böyle çok kurnaz bir politikayla Arap
halklarına kabul ettirmeye çalıştığını gördüler. Ortadoğu’daki yeni
dengelerin ortaya kurulması sürecinde mücadele sertleştikçe, güçlerin
politikaları netleştikçe Araplar Türkiye’nin politikasını daha iyi
anlamaya başlamışlardır. Türkiye’nin derdinin İsrail karşıtı olmaktan
çok, bunu Ortadoğu dünyasında etkili olmak için bir enstrüman olarak
kullandığını anladılar. Hatta bazıları bunun bir komplo olduğunu
söylüyorlar. ABD’nin Türkiye’yi Arap dünyasına kabul ettirmek, ABD
ajanlığını, taşeronluğunu kabul ettirmek için böyle bir çıkışı danışıklı
dövüş olarak yaptırdığını söyleyenler de var. Bu da çok yabana atılacak
bir görüş değildir. Nitekim sonuçta İsrail’i koruyan füze kalkanının
Türkiye’de kurulması gerçekleşti. Gelinen aşamada İran da, Arap dünyası
da dahil bütün Ortadoğu Türkiye’nin ABD’nin ajanı, taşeronu olduğunu
gördü. Şu anda Türkiye Ortadoğu kültürüne de, İslam kültürüne de ihanet
içindedir. Yüzyıllardır kapitalist modernitenin bütün baskı ve
saldırılarına karşı düşmeyen Ortadoğu kalesi, o tarihten gelen
toplumsallığın ve değerlerin kalesi şimdi Türkiye ve AKP üzerinden
teslim alınmaya çalışılmaktadır. Bu bakımdan sadece İran değil, Arap
dünyası nezdinde de Türkiye teşhir olmuştur.
‘İRAN İLE TÜRKİYE DAHA FAZLA KARŞI KARŞIYA GELECEKTİR’
İran
ve Türkiye arasındaki ilişkiler artık bundan sonra bir gerilim sürecine
girdi. Düne kadar Esad’la kardeş olan Türkiye nasıl ki hemen kısa
sürede Suriye’ye en büyük düşman olduysa, Libya’da NATO’nun ne işi var,
dedi, bir hafta sonra Libya saldırının üssü olduysa, ileride de İran’a
saldırının üssü olacaktır. İran’la Azerbaycan gerilimi çıkarır, sınır
gerilimi çıkarır, nükleer silah pürüzü ortaya çıkarır, başka sorunlar
yaratır Suriye’de yaptığı “U” dönüşünü İran üzerinde de gerçekleştirir.
İran bunu görmüştür. Düne kadar Maliki ile de iyi ilişkiler içindeydi.
Dolayısıyla Türkiye'nin kendisine yöneleceğini gören İran’ın önümüzdeki
dönemde Türkiye’yle daha fazla karşı karşıya geleceği açıktır. Ancak
Kürt sorunu söz konusu olduğunda birbirlerini gözeteceklerini de akıldan
çıkarmamak gerekir.
Türkiye'nin Suriye’yle ya da İran’la
kavgalı olmasının nedeni demokrasi ve insan hakları değildir. Türkiye
İran ve Suriye ile ilişkileri üzerinden Kürt Özgürlük Hareketi'ni
tasfiyeyi hedefliyordu. Şimdi bunu ABD'nin bölge taşeronu olarak daha
iyi yapacağını düşünerek çark etti. Bu nedenle İran’la Türkiye
arasındaki çekişme de artacaktır. Özellikle Irak üzerinde çekişme
şiddetlenecektir. Türkiye her ne kadar mezhep durumunu gözetmediğini
söylese de Sünnilerle ilişki içinde olduğundan dolayı Maliki’yle
anlaşmazlığa düştüklerini bizzat Davutoğlu Habertürk’te yaptığı
söyleşide itiraf etmiştir. Sünnilerle iyi ilişkimizden dolayı Maliki bu
tutuma giriyor, demiştir. Böylece Türkiye Irak’taki iktidar çekişmesinde
taraf olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
‘TÜRKİYE IRAK VE SURİYE’DEKİ İKTİDAR ÇEKİŞMESİNİN PARÇASIDIR’
Türkiye
artık Irak’taki iktidar çekişmesinin parçasıdır, Suriye’deki iktidar
çekişmesinin parçasıdır. Zaten Türkiye ben bölge gücüyüm, artık bundan
sonra bölgedeki iktidar mücadelelerinde yer alacağım, kendime yakın
olanı destekleyeceğim, büyük bir ülke olmanın gereği budur, diyor. Artık
müdahalelerini ve bu yönlü politikalarını böyle savunuyorlar. ABD büyük
devlet olarak nasıl ki dünyanın her tarafına müdahale ediyorsa,
kendilerinin de Ortadoğu'nun büyük devleti olarak bölgedeki siyasal
sorunlara müdahale etmelerinin hak olduğunu söylüyorlar. Türkiye böyle
bir politik sürece girmiştir. Kuşkusuz bu politika kendi iç sorunlarını
çözmeyen ve demokratikleşmeyen Türkiye’yi Ortadoğu’da maceralara
sürüklemekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.
Türkiye
Ortadoğu’da ne kadar uğraşsa da yeni bir Osmanlı olması mümkün değildir.
Aksine Arapların belleğinde derin bir Osmanlı travması vardır. İran’da
da bu vardır. Bu nedenle bu tür politikaların sonuç alması mümkün
değildir. Ancak Türkiye demokratikleşirse, demokratikleşme gücüyle örnek
ülke haline gelirse o zaman bütün Arapların, bütün Ortadoğu’nun
sempatisini kazanan bir Türkiye ortaya çıkar, etkilenen bir Türkiye
ortaya çıkar. Ortadoğu’nun en büyük gücü olur. Ama bunu egemenlik
zihniyeti ve yeni Osmanlıcılıkla değil, demokratik değerleriyle yapar,
ekonomik potansiyeliyle yapar, kültürel potansiyeliyle yapar. Kürt
sorununu çözmüş bir Türkiye’nin kültürel potansiyeli de çok zengindir.
Kürtlerdir, Türklerdir, Araplardır, Çerkezlerdir, Anadolu coğrafyasının o
büyük kültürel zenginliği Türkiye’yi sadece ekonomik değil, sosyal ve
kültürel gücüyle de bölgede etkili olmasını sağlar. Bu bakımdan
Türkiye’nin mevcut politikalarla bölgede etkili olmasını bırakalım,
sorunlarla boğuşması yaşanır. Nitekim sıfır sorundan herkesle sorun
politikası içine düşmüştür. Sıfır sorunlu etkili politika ancak ve ancak
Türkiye’nin demokratikleşmesiyle mümkün olur.
‘EN POLİTİK 1 MAYIS’
*Bu
yıl 1 Mayıs İstanbul Taksim başta olmak üzere Türkiye ve Kürdistan'ın
her tarafında coşkuyla kutlandı. AKP'ye tepkilerin yükseldiği ve
“faşizme karşı omuz omuza” sloganının atıldığı bir 1 Mayıs oldu. Bu
süreçteki siyasal anlamı nedir?
-Bu 1 Mayıs gerçekten de son
yılların en coşkulu 1 Mayıs’ı oldu. Hatta 1970’leri saymazsak Türkiye
tarihinin en politik 1 Mayıs’ı olduğunu söyleyebiliriz. Zaten politik
tutumun gösterileceği 1 Mayıs olacağı sendikalardaki bölünmeyle belli
olmuştu. Türk-İş ve bazı sendikalar 1 Mayıs’ın hükümetin politikalarına
karşı tepkinin yükseldiği bir platform olmasını istemedikleri gibi,
Türkiye'nin en temel sorunu olan Kürt sorununun demokratik çözümünün
bildiride yer almasına da karşı çıkmışlardı. Türkiye'nin en temel sorunu
olan Kürt sorununu dile getirmeyen ve hükümetin politikalarını
eleştirmeyen bir 1 Mayıs, suya sabuna dokunmayan, özünden boşaltılmış
bir 1 Mayıs olurdu. Bu açıdan Türk-İş, Hak-İş, Memur-Sen gibi
sendikaların 1 Mayıs’ı özünden boşaltma yaklaşımlarına karşı tavır
konulması doğru olmuştur. Belki bu ayrışma nedeniyle bir kısım işçi
Taksim’de yerini almamıştır; ancak bunu bir olumsuzluk değil, işçilerin,
emekçilerin, demokrasi ve Özgürlük Mücadelesi açısından bir olumluluk
olarak görmek gerekiyor. Zaten böyle bir saflaşma olmadan doğru bir
özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürütülemezdi. Türk-İş’in, Hak-İş’in,
Memur-Sen’in geri yaklaşımlarında birleşmek geri adım atmak olurdu.
Türkiye'deki mevcut sorunlara çözüm getirmeyen, Kürtler başta olmak
üzere demokrasi güçleri üzerinde faşist baskı uygulayan AKP'nin
politikalarına sessiz kalmak 1 Mayıs’ın özüne ve tarihine ters bir
yaklaşım olurdu. Bu açıdan bu 1 Mayıs’ta gösterilen tutum doğru
olmuştur. Bu yaklaşımın Türkiye'deki demokrasi ve Özgürlük Mücadelesine
ivme kazandıracağına inanıyoruz.
Zaten Türkiye'nin en temel
sorunlarından biri devletin ve hükümetin politikalarına karşı emekçi
kesimlerin, demokrasi güçlerinin tutarlı bir tutum takınmamasıdır. Zaten
son yıllarda görüldüğü gibi tüm muhalefeti susturan, teslim alan,
edilgen kılan, böylelikle iktidarını sürdüren bir AKP hükümeti vardır.
Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de artık toplulukları edilgen kılan,
topluluklar üzerinde egemenlerin engelsiz iktidarlarını sürdürdüğü bir
zihniyet hakim kılınmak isteniyor. Bu açıdan DİSK’in, KESK’in Türk-İş,
Hak-İş ve Memur-Sen’in emekçileri, demokrasi güçlerini AKP'nin kuyruğuna
takan ya da AKP'nin politikalarına karşı sessiz bırakan tutumlarına
karşı tavır koymalarını önemli görmek gerekiyor. Bu tutum, 1 Mayıs
alanlarına gelmeyen işçilerin sayısından daha fazla bir kesimin 1 Mayıs
alanlarına gelmesini sağlamıştır. AKP Hükümetine ve politikalarına karşı
bir tutum koyma yeri haline geldiği bu 1 Mayıs daha anlamlı olmuş, bu
da katılımın ve coşkunun artmasını beraberinde getirmiştir.
Bu 1
Mayıs’ta kadınların ve gençlerin katılımı yoğun olarak görüldü. Bu
önemlidir. Gençlik dinamizmdir; kadın ise özgürlük ve demokrasinin
ruhudur, karakteridir, özüdür. Bu açıdan 1 Mayıs Türkiye tarihindeki o
devrimci özüne uygun bir sosyal tabanla 2012’de yine ayağa kalkmış,
Türkiye siyasetine yön verme gücünü göstermiştir. Sadece Kürt halkıyla
Türkiye halklarının birleşmesi değil, kadının da Özgürlük Mücadelesinde
etkin yer almasının görülmesi önemlidir. Bu yılki 1 Mayıs’ın diğer bir
ayırt edici karakteri de budur.
‘FETULLAHÇILAR EMEK DÜŞMANIDIR’
Öte
yandan kendisine antikapitalist Müslüman gençlik diyen bir kesimin
böyle radikalleşen, politikleşen Türk-İş, Hak-İş ve Memur-Sen’in
katılmadığı bir 1 Mayıs’a katılmayı tercih etmesi, AKP ve
Fetullahçıların oy aldığı kesimde, tabanda da bir rahatsızlığın olduğunu
ortaya koymaktadır. Mevcut siyasal İslamcı iktidar blokunun kapitalist
moderniteyle birleşmeleri, hatta kapitalist modernitenin ajanı haline
gelmeleri bu kesimde ciddi bir rahatsızlık yaratmıştır. İslamiyet’in bir
toplumsallığı vardır. İslamiyet bütün dinler gibi toplumcudur. Ama
bugün AKP Hükümeti ve Fetullahçılar toplumu dağıtıp bireyselleştiren
kapitalist modernitenin Ortadoğu'daki ajanları konumundadırlar. Toplum
düşmanıdırlar, emek düşmanıdırlar. Ortadoğu'nun bugüne kadar yarattığı
tüm toplumcu demokratik değerlerin düşmanıdırlar. Müslüman
antikapitalist gençliğin dediği gibi kapitalizme abdest
aldırmaktadırlar. Kuşkusuz sayıları çok fazla değildi; ancak sayılarının
ne kadar olduğu önemli değildir. Bu tutum, AKP ve Fetullahçıların oy
aldığı tabanda ciddi bir rahatsızlığın olduğunu göstermektedir. Eğer
doğru bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi verilirse, bugüne kadar
onların tabanı olan özgürlük ve demokrasi özlemlerini o kesimde bulan ya
da yanıltılmış bir biçimde orada özgürlük ve demokrasi arayan çok geniş
kesimlerin gerçek özgürlük ve demokrasi cephesine katılacağı
görülmüştür. AKP ve Fetullahçıların oy aldığı tabanda özgürlük ve
demokrasi cephesinde yer alacak bileşenlerin ortaya çıkacağının
görülmesi de Türkiye'de alternatif demokrasi hareketinin potansiyelinin
ne kadar güçlü olduğunu ortaya koymuştur. Bu açıdan da bakıldığında 1
Mayıs 2012’nin özgürlükçü ve demokratik karakteri Türkiye’nin geleceğini
belirleyecek bir toplumsal mücadele gücünün var olduğunu
kanıtlamaktadır.
Katılımın bileşenlerine bakıldığında Türkiye'de
önemli bir demokrasi gücünün olduğu bir daha görülmüştür. Demokrasi
mücadelesinde çok geniş bir potansiyelin olduğu, ama bunların bir araya
getirilmesi sorununun bulunduğu bu 1 Mayıs’ta yine görülmüştür. Çünkü
demokrasi mücadelesi bir yönüyle de çok geniş yelpazede toplumsal
kesimlerin yer aldığı bir mücadeledir. Bir grubun, bir partinin
mücadelesi olarak görülemez. Çok geniş kitlelerin demokrasi ve özgürlük
sorunu vardır. Zaten demokrasinin karakteri de böyledir. Çok farklı
kesimlerin kendisini ifade ettiği bir siyasal sistemi ifade eder. Çok
farklı etnik, dinsel, sosyal, siyasal toplulukların kendilerini ifade
ettiği bir sistemin adıdır demokrasi. Bir yönüyle de demokrasi 1
Mayıs’taki tablonun adıdır. Bu açıdan bu tabloyu ortak bir siyasal
harekete dönüştürecek, bu ortak siyasal hareketi Türkiye'nin
demokratikleşmesi için bir mücadeleye sevk edecek bir anlayışın
bulunması gerekmektedir.
‘HDK’NİN DAHA AKTİF OLMASI GEREKİYOR’
HDK
bu bakımdan önemliydi. Kürt demokratik hareketiyle Türkiye'deki
demokrasi güçlerini bir araya getiren bir çatı örgütü, bir demokrasi
hareketi olarak ortaya çıktı. Doğru bir anlayıştı, doğru bir örgütlenme
modeliydi; ancak bunun anlam ve öneminin yeterince kavrandığını
söyleyemeyiz. Bugüne kadar HDK’nin aktifleştirilememesi, siyasal
mücadelede inisiyatif koyan bir çatı hareketi haline getirilememesi sol
demokrat güçlerin, demokrasi güçlerinin bir zaafıdır. Kuşkusuz HDK’nin
kuruluşu ve ortaya koyduğu yaklaşım önemliydi. Ama bunun dinamik ve
hareketli hale getirilmesi gerekliydi. Ne var ki yine her bileşen ayrı
ayrı hareket ettiği için, kendine göre bir politika ve mücadele programı
ortaya koyduğu için, HDK öncülüğünde bir mücadele programı etrafında
hareket etmedikleri için bu gerekli olan oluşum istenilen etkinliğe
ulaştırılamadı. Kuşkusuz belirli bir etkisi oldu. Demokrasi güçlerinin
birleşmesinde bir canlanma yarattı. Birliğin, ortak hareket etmenin
kendisiyle getirdiği güvenle bir mücadele anlayışı ortaya çıkardı. Bu, 1
Mayıs’a da yansıdı. 1 Mayıs’ın bu kadar politikleşmesinde, bu kadar
kitleselleşmesinde kuşkusuz HDK’nin etkisi olmuştur. Ancak 1 Mayıs
alanları gösterdi ki, HDK’nin daha aktif olması gerekiyor; daha geniş
kesimleri, yani 1 Mayıs’ın topladığı kitleleri örgütlemesi ve harekete
geçirmesi gerekiyor. Bunu yapabilirse mevcut AKP iktidarına karşı geniş
kitlelerin harekete geçirilmesinin ve AKP Hükümetinin geriletilmesinin
mümkün olacağı görüldü.
1 Mayıs’lar Türkiye tarihinde her zaman
özgürlük ve demokrasi güçlerinin, muhalif güçlerin kendisini ortaya
koyduğu günler olmuştur. 1 Mayıs’lara katılımın fazlalığı, coşkusu,
politik karakteri aynı zamanda Türkiye genelindeki demokrasi ve özgürlük
mücadelesinin potansiyelini, mücadele coşkusunu ve politik yanını
ortaya koymuştur. 1 Mayıs’lar bir yönüyle de politik mücadelenin
radikalleşmesini, daha etkili hale gelmesini teşvik eden, mücadeleye
böyle bir ruh kazandıran bir özelliğe sahiptir. Bu gerçeklik
düşünüldüğünde 2012 1 Mayısı’nın Taksim’de yüz binlerle
gerçekleştirilmesi, Ankara’da, İzmir’de, Amed’de ve diğer tüm şehirlerde
halkın AKP politikalarına tepkisini ortaya koymak için meydanları
doldurması, aslında Türkiye'de AKP Hükümetine karşı yeni bir mücadele
döneminin başladığını ortaya koymaktadır.
Bu 1 Mayıs, bugüne
kadar bir kısım demokrasi özlemi olan insanları oyalayan AKP’nin yüzünün
teşhir olduğunu, kendini muhalefet olarak gösteren CHP’nin de muhalif
kesimleri tatmin etmediğini, bunun sonucu Türkiye'de gerçek muhalefetin
CHP dışında yürütülmesi gerektiğini gözler önüne sermiştir. Ancak CHP
dışında bir muhalif hareket yaratılırsa, örgütlendirilirse, bunların
radikal bir mücadele yürütebileceği ve AKP Hükümetini geriletebileceği
bu 1 Mayıs’ın en temel mesajlarından olmuştur. Bu 1 Mayıs, Türkiye'de
demokrasi güçlerinin birikiminin az olmadığını, önemli bir toplumsal
tabanı olduğu, ama etkili bir öncülük yapılmadığı için AKP Hükümetinin
iktidarını dikensiz gül bahçesinde sürdürür gibi sürdürdüğünü
göstermiştir. 1 Mayıs eğer doğru bir program, doğru bir mücadele anlayış
içinde olunursa AKP Hükümetine karşı güçlü bir muhalefet
yürütebileceğini, güçlü bir demokrasi hareketinin ortaya
çıkarılabileceğini ortaya koymuştur.
‘AKP’YE İKTİDARI ULUSAL SOL TESLİM ETMİŞTİR’
1
Mayıs güçlü bir demokrasi ve özgürlük isteyen bir tabanının olduğunu,
ama CHP gibi güçlerin AKP'ye karşı mücadele yürütecek bir muhalif
hareket ortaya koymadığını, aksine bu toplumsal tabanın önünü alarak
demokratik muhalefeti kendi şahsında tükettiğini göstermiştir. 1
Mayıs’ın bu kadar güçlü yaşandığı bir ülkede muhalefet güçsüz olabilir
mi? AKP bu kadar rahat iktidarını sürdürebilir mi? sürdüremez. İşte bu
açıdan bu 1 Mayıs’ın ortaya çıkardığı bu ruha, bu coşkuya, bu katılıma
uygun bir demokrasi hareketinden söz ediyoruz. Halkların Demokrasi
Kongresi’nin bu 1 Mayıs’ta ortaya çıkan gücü kapsayacak ve harekete
geçirecek bir hamle yapması gerektiğini söylüyoruz.
Bu hamlenin
esas olarak da Kürt demokratik hareketiyle Türkiye demokrasi güçlerinin
mücadelesinin Türkiye'nin demokratikleştirilmesi ve Kürt sorununun
çözümü doğrultusunda ortaklaştırılmasını gerektirmektedir. Kürt Özgürlük
Hareketi buna hazırdır. Biz Türkiye demokrasi güçleriyle birleşmeyi ve
ortak mücadele etmeyi her zaman önemli gördük. Zaten Türkiye'de
egemenlerin bugüne kadar iktidarlarını sürdürmesini esas olarak da Kürt
Özgürlük Hareketi’yle Türkiye'deki demokrasi güçlerinin ortaklaşmasının
önüne geçmesine borçlu olduğunu düşünüyoruz. Eğer bu iki cephedeki
mücadele birleştirilseydi şu anda Türkiye tarihi farklı şekillenecekti.
Egemenler de bunu bildiği için sürekli iki halkın mücadelesinin
birleşmesini engellemişlerdir.
Devletin on yıllardır en önemli
çabası, Türkiye'deki demokrasi güçleriyle Kürt Özgürlük Hareketi'nin
birleşmesini engellemek olmuştur. Bu konuda sol güçleri, demokrasi
güçleri etkilemeye çalışmışlardır. Sol güçlerin, demokrasi güçlerinin
Kürt Özgürlük Hareketi'yle ortak hareket etmemesi için her yol ve yöntem
denenmiştir. Ergenekon diye yargılanan derin devlet, 1990’lı yıllardan
yakın zamana kadar yürüttüğü psikolojik savaş ve manipülasyonlarla
Türkiye toplumunu, Türkiye solunu ve demokrasi güçlerini Kürt Özgürlük
Hareketi’nden uzak tutmuşlardır. Çeşitli sol ve demokrasi güçlerinin
Kürt Özgürlük Hareketi’yle birleşmemesi için özel çalışmalar
yürütmüşlerdir. Hatta Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşıt konuma getirmek
için çaba harcamışlardır. Öyle ki bu ulusal kesimin psikolojik savaş
amaçlı Amerikan karşıtı sözlerine bakılarak onlarla birlikte güya ABD'ye
karşı mücadele edilebilir, iktidarlara karşı mücadele edilebilir gibi
büyük yanılgılar yaşanmıştır. Türk ulusalcılarının, ordu içindeki bazı
kesimlerin ABD karşıtlığı 2000’li yıllardan sonra Güney Kürdistan’da
yaşanan gelişmelerle ilgiliydi. Derin devlet, bugün aşılan klasik
iktidar güçleri sözde bu tür ABD karşıtı tutumlarla, bu yönlü
yürüttükleri psikolojik savaşla ABD'yi Güney Kürdistanlı güçlerin ve
Kürt Özgürlük Hareketi'ni üzerine sürmeyi hedeflemişlerdir. Ne var ki
kimi sol güçler, aydınlar, yazarlar böyle bir tuzağa düşerek Kürt
Özgürlük Hareketi’nden, gerçek sol demokratlardan uzak durmuşlardır. Bu
durum da CHP yoluyla sağlanmıştır. Bu manipülasyon sonucu gerçek bir
demokrasi hareketi ortaya çıkmadığı için de Türkiye bugün AKP iktidarına
teslim edilmiştir.
Türkiye'yi AKP iktidarına teslim eden
CHP’dir; ulusalcı denen güçlerdir. Bunların bir kısmı da kendisine sol
maske takmışlardı. Halbuki Türkiye'deki demokrasi mücadelesinin
gelişmemesinin, örgütlenememesinin, etkili hale gelememesinin önündeki
en temel engel, Baykal zihniyetinde görüldüğü gibi kendilerine ulusalcı,
hatta ulusalcı sol denen kesimlerdi. Bunlar sözde ABD'ye, AKP'ye karşı
muhalefet yaptıklarını ortaya koyarak toplumdaki antiemperyalist,
antikapitalist, demokratik ve özgürlükçü kimi kesimleri ve bunların
özlemlerini kendi politikalarında tüketmişlerdir. Bu yönleriyle de
AKP'nin iktidara gelmesine en büyük hizmeti yapmışlardır.
Türkiye'nin
en temel demokrasi, özgürlük, hak, adalet ve eşitlik sorunu olan Kürt
sorununda demokratik olmayanlar hiçbir sorunda demokratik olamazlar.
Türkiye'deki çeşitli çevreler bunu görmemişlerdir. İşte bu körlük
Türkiye'deki demokrasi güçleriyle Kürt Özgürlük Hareketi'nin ortak
hareket etmesini engellemiştir. Şimdi demokrasi hareketi içinde yer
alabilecek çeşitli kesimler, CHP’nin, ulusalcı güçlerin öyle demokratik
karakterli olmadığını, sol karakterli olmadığını, antiemperyalist,
anti-Amerikancı bir tutumlarının olmadığını, bunların aslında Kürt
Özgürlük Hareketi'nin Türkiye demokrasi güçleriyle birleşmemesi için
manipüle edilmiş, derin devlet tarafından kullanılan güçler olduğunu
bugün önemli düzeyde anlamış gözükmektedir. Bu nedenle düne kadar
Türkiye demokrasi güçleriyle Kürt Özgürlük Hareketi'nin birleşmemesinin
önündeki bir kısım engel ortadan kalkmıştır. Öte yandan sistemin asker
ve sivil hakim odakları 2000’li yıllardan itibaren klasik iktidar
bloklarının, CHP’nin ve çevresindeki çeşitli güçlerin Kürt Özgürlük
Hareketi karşısında etkili olamayacağını görerek bu defa AKP'nin sözde
demokrat sözde Müslüman karakteriyle demokrasi güçlerini aldatma,
parçalama, bölme yoluna gitmişlerdir. AKP de demokrasi güçlerinin
birleşmemesi, zayıf kalması açısından büyük çaba göstermiştir.
Kendisinin demokrat olduğunu, demokrasi geliştireceğini söyleyerek,
böyle bir propaganda yaparak toplumda halkın demokrasi ve özgürlük
özlemlerini sömürmüş; onların gerçek bir demokrasi ve Özgürlük
Mücadelesi içine katılmalarını engellemiştir. Bunu Türkiye cephesinde
de, Kürdistan'da da yapmıştır.
‘2012 1 MAYISI ÖNEMLİ BİR NETLEŞME SAĞLADI’
Görüldüğü
gibi Türkiye'deki demokrasi ve özgürlük mücadelesinin sonuç
almamasındaki, zayıf kalmasındaki en temel etken Kürt demokrasi
güçleriyle Türkiye'deki demokrasi güçlerinin birleşememesidir. 1
Mayıs’ta görüldüğü gibi bu, önemli düzeyde aşılmıştır. Bu açıdan
Türk-İş’in, Hak-İş’in, Memur-Sen’in geriye çeken yaklaşımlarına tutum
konmasını tarihsel önemde görüyoruz. Bu tutum aslında Kürt Özgürlük
Hareketi’yle Türkiye demokrasi güçleri arasındaki çalıların
kaldırılması, iki halkın demokrasi güçlerinin birliğinin kavranması
anlamına geliyor. Demokrasi ve özgürlük mücadelesinin ancak bu iki gücün
birlikteliğiyle gerçekleştiğinin anlaşılması anlamına geliyor. Bu
yönüyle düşünsel anlamda, ideolojik anlamda 2012 1 Mayısı önemli bir
netleşme gerçekleştirmiştir. Bunu gelecekte demokrasi güçlerinin
zaferinin ideolojik ve politik doğrultusunun belirlenmesi olarak
değerlendirmek gerekir. Eğer bu doğru çizgide yürünürse şimdiye kadar
başarılamayan iki halkın mücadele birlikteliğinin başarılması
gerçekleşecek, bu da kesinlikle demokrasi güçlerini başarıya
götürecektir. İki halkın mücadele birliği gerçekleştiği takdirde
kesinlikle AKP artık iktidarda kalamaz.
AKP, demokrasi güçlerini
oyalama, Kürt Özgürlük Hareketi'ni geriletme üzerine iktidarda
kalıyordu. Böyle bir birliktelik ortaya çıktığında AKP'nin bunu yapacak
kapasitesi olmadığı, bunu başaracak gücü olmadığı görülecektir. Bunu
başaracak gücü olmadığı anlaşılınca, onun bugüne kadar iktidarda
kalmasının en temel etkenleri de ortadan kalkmış olacaktır. Kuşkusuz AKP
kendisini bu dönemde örgütlemiş, belirli bir sosyal tabana dayandırmış
olsa da mevcut duruşuyla iktidar olacak bir politik gerekçesi
kalmayacaktır. İktidar olmak için bir politik hedefi, gerekçesi olması
gerekmektedir. Politik hedefi, gerekçesi: Kürt Özgürlük Hareketi'ni en
iyi ben bastırırım, demokrasi güçlerini en iyi ben oyalarımdı. Şimdi
bunu yapacak güçte değildir. Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt
sorununun çözümü konusunda da bir politikası olmadığına göre,
Türkiye'nin en temel konularında olumlu ya da olumsuz bir işlevi olmayan
bir güç olarak iktidar zeminini kaybetmiş olacaktır. Bu da Türkiye'deki
gerçek demokrasi güçlerinin Türkiye'yi demokratikleştirmesi için etkin
bir siyasi güç olmasını beraberinde getirecektir.
‘6 MAYIS ŞEHİTLERİ BİR DÖNÜM NOKTASIDIR’
*
6 Mayıs’ın kırkıncı yıldönümü, bu vesileyle Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan
ve Yusuf Aslan’ın eylemleri ve sonuçları konusunda neler
söyleyeceksiniz? Bu eylemlerin Kürt Özgürlük Mücadelesi içindeki yeri
nedir?
- 6 Mayıs’ın kırkıncı yıldönümünde Deniz, Hüseyin ve
Yusuf Aslan şahsında tüm Mayıs şehitlerini minnetle anıyoruz. Mayıs ayı
Kürt Özgürlük Hareketi açısından şehitler ayıdır. Biz Mayıs’ı şehitler
ayı olarak anıyoruz. Bu ayda Denizlerin asılması, İbrahim Kaypakkaya’nın
katledilmesi, Haki’nin katledilmesi, cezaevinde Ferhat Kurtay ve üç
arkadaşının Amed zindanındaki baskıları protesto etmek için bedenlerini
ateşe vermesi, Mehmet Karasungur ve İbrahim Bilgin’in katledilmesi,
binlerce gerilla ve yurtseverin Mayıs ayında şehit düşmesi Mayıs ayını
hem mücadele inancının, iradesinin şehitler şahsında geliştiği hem de
mücadelenin yükseldiği bir ay haline getirmiştir.
6 Mayıs
şehitleri Türkiye tarihinde gerçekten de bir dönüm noktasıdır.
Mahirlerin şahadeti bu üç devrimciyi kurtarmak için yapılan eylem
sonrası gerçekleşmişti. Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin temsil
ettiği devrimci kuşak Türkiye'de yeni bir tarih başlatmıştır. Türkiye
halk gerçeğinde önemli bir zihniyet değişimi ortaya çıkarmıştır. Bu,
Kürdistan'ı da etkilemiştir. 1968’liler denilen Denizlerde, Mahirlerde
ve İbrahimlerde temsilini bulan devrimci kuşak ideolojik ve teorik kimi
yetersizlikleri olsa da kişilik ve tutum olarak sadece Türkiye tarihi
açısından değil, insanlık tarihi açısından zulme, baskıya gösterilen
duruşların örnek temsilcileridirler. Türkiye toplumunda da devlete,
devlet geleneğine karşı devrimci duruşun örneği haline gelmişlerdir.
Türkiye toplumunda devletçilik vardır. Devlete karşı mücadele edilemez,
her şey devletten beklenir. Devlet kültü toplumun genlerine işlemiştir.
Bu açıdan toplumda devlete karşı tutum alma, direnme eğilimi zayıftır.
Kuşkusuz Osmanlı ve Türkiye tarihinde isyanlar, direnişler olmuştur;
isyanlar ve direnişlerle zulme ve baskıya karşı mücadele edilmiştir. Ama
buna rağmen Türk toplum geleneği hem Osmanlı döneminde hem de Türkiye
cumhuriyeti döneminde devlete karşı tutum takınmada bir zafiyet
taşımaktadır. Toplumsal genlerinde devlete karşı çıkılmaz, devlet ne
verirse ona uymak gerekir biçiminde bir eğilim güçlüdür. Tarihte
yaşanmış isyanlara, direnişlere rağmen böyle bir gen Türkiye toplum
gerçeğinde vardır. İşte Denizlerde, Mahirlerde, İbrahimlerde temsilini
bulan devrimci gelenek, buna son veren, devlete karşı devrimci duruş
gösteren ve devlete cepheden mücadele eden bir gelenek başlatmıştır.
Bunun altını çizmek gerekir. Bu Türkiye toplumunun geleceği açısından
tarihsel önemde bir gerçekliktir.
O dönemdeki reel sosyalizmin
ideolojik, teorik, siyasi anlayışındaki kimi eksiklerin bu devrimcilerin
ideolojik-teorik yaklaşımlarına yansımış olması bu büyüklüğü, bu büyük
gerçekliği gölgelemez, etkilemez. Çünkü onların duruşu özü itibarıyla
gerçek bir devrimci duruştu, gerçek bir demokratik ve sosyalist duruştu.
Onların duruşu, tutumu, kişilikleri reel sosyalizmin ideoloji ve
teorisindeki zayıflıkları aşan, gerçekten özgürlük, demokrasi ve
sosyalizmin özünü doğru bir biçimde temsil eden kişilikleri ve duruşları
olmuştur.
Zaten karakterleri böyle olduğu için onlar
katledilmiş olsa da kişilikleri ve duruşları öldürülememiştir. Bu etkili
kişilikler ve duruşlar katledilmeden çok kısa bir süre sonra Türkiye
toplumunu Türk’üyle Kürt’üyle derinden etkilemiştir. Eğer 1970’ten sonra
kısa sürede Türkiye'de gençlik içinde Denizlerin, Mahirlerin ve
İbrahimlerin etkisinde büyük bir devrimci hareket ortaya çıkmışsa,
gençlik kitleler halinde bu devrimcilere sempati duymuşsa, bunların
anıları ve özlemlerini gerçekleştirmek için sisteme karşı bir örgütlenme
ve mücadele içine girmişse bunda bu kişiliklerin ve gösterdikleri
devrimci duruşun etkisi belirleyici olmuştur. 1970’lerde ortaya çıkan
kimi örgütlerin yetersizlikleri, eksiklikleri bu gerçeği değiştirmez.
Eğer bunların şahadetlerinden sonra yüz binlerce, milyonlarca insan
özgürlük, demokrasi ve sosyalizm için harekete geçmişse, büyük bir
toplumsal hareketlilik ortaya çıkmışsa, bunu esas olarak sağlatan,
ortaya çıkan grupların önderleri, yöneticileri ve bunların yürüttüğü
çalışmalar değildir. Kuşkusuz bunlar da çalışmalar yürütmüştür, ama
onların da bu çalışmasına imkan veren, onların örgüt olmasını, eylem
yapmasını sağlatan kesinlikle bu büyük devrimcilerin ortaya koyduğu
mücadele pratiğidir, devrimci duruşlarıdır, iradeli duruşlarıdır;
iradesi kırılamaz bir devrimciliği temsil etmeleridir .
İşte bu
kişilikler Türkiye toplumunu mayalamıştır. Kürdistan toplumunu ve
gençliğini de etkilemiştir. Zaten 1968 kuşağında direnen, şehit düşen
gençlerin önemli bir bölümü de Kürt’tü. Deniz’le birlikte idam edilen
Hüseyin İnan Kürt’tü. Kızıldere’de şehit düşen Ömer Ayna, yine Mahir
Çayan’la birlikte Maltepe’de kaldığı evde vurulan ve daha sonra şehit
düşen Hüseyin Cevahir Kürt’tür. Dolayısıyla 1968’deki bu devrimci
direniş içinde Kürtler olduğu gibi, bu devrimci direniş Kürt gençliğine
ve Kürt toplumuna da bu karakterlerini yansıtmışlardır.
Onlar
devlet karşısında, düşman karşısında, zalimler karşısında boyun
eğmediler; son nefeslerine kadar başları dimdikti. Özgürlüğün,
demokrasinin iradeli duruşunu ortaya koydular. Tarihteki egemenlere
karşı mücadele eden bütün adsız kahramanları en doğru biçimde temsil
ettiler. Öyle ki devlet bu çelikten devrimci iradeye sahip bu büyük
devrimciler karşısında aciz kaldı, ezik kaldı, ezildi. İdam sehpasında
kaybeden Denizler olmadı; İşkencehanelerde katledilen İbrahim Kaypakkaya
değil, Türk devleti kaybetti. Kızıldere’de Mahirler direnerek esas
kazanan onlar oldu. Onların inançlarının, iradelerinin, duygularının
büyüklüğü ortaya çıktı. Zaten her zaman toplumsal mücadeleler esas
olarak inanç, duygu, düşünce, amaç düzeyinde olur. İnanç, duygu,
düşünce, amaç düzeyinde güç olanlar kaybetmezler. Eğer doğru temsil
ederlerse, zalimler karşısında dimdik ayakta dururlarsa o anda ölseler
de, katledilseler de kazanan kesinlikle yine onlar olur. Bunu en somut
olarak Denizlerin idamında görüyoruz, Mahirlerin ve İbrahim
Kaypakkaya’nın direnişinde görüyoruz. Bu açıdan biz 6 Mayıs’ı büyük
özgürlük ve demokrasi değerleri yaratan gün olarak ele alıyoruz.
‘SOSYALİZMİ BU DEVRİMCİLER TEMSİL ETMİŞTİR’
Sosyalizmi
gerçek özüyle de bu devrimciler temsil etmiştir. Eğer bugün hala bunlar
Türkiye devrimci hareketini, demokrasi hareketini, sosyalist hareketi
etkiliyorsa, bu büyük devrimcileri neredeyse herkes sahiplenir hale
gelmişse bunu yaratan, onların kişilikleri ve ortaya koydukları
duruşlardandır. Kısa yaşamlarının felsefi, ideolojik ve toplumsal
değerleridir. Bugün çok sınırlı bir kesim dışında bu devrimcilerden
övgüyle söz edilmektedir. Neredeye onların idam edilmesini alkışlayanlar
şimdi Denizlere sahip çıkmaya çalışıyorlar. Bu, bu devrimcilerin
duruşunun gücünü göstermektedir.
1970’lerde büyük bir toplumsal,
devrimci demokratik hareketlilik ortaya çıkmıştı. Her ne kadar ortaya
çıkan örgütler bu devrimcilerin anılarını, özlemlerini yeterince temsil
edememiş, başarılı sonuçlara götürmemiş olsalar bile onların
kişiliklerinin ortaya çıkardığı toplumsal dinamizmin gençliği, bütün
toplumu etkilemesi, devrimci duyguları ortaya çıkarması hala Türkiye
toplumunu etkilemektedir. Her ne kadar 12 Eylül’le bu devrimci gençlerin
anılarını, özlemlerini ortaya çıkaran birikim ezilmiş de olsa, ezilerek
etkileri kırılmak istenmiş de olsa, ancak o yıllardaki toplumsal
dinamizm, toplumsal mücadele, toplumsal uyanış Türkiye gerçeğini
etkilemiştir, etkilemeye devam etmektedir. 1970’lerin o politikleşmesi
bugün Türkiye'deki politik dinamizmi var eden tarihsel etkenlerdendir.
O
devrimci hamlenin ortaya çıkardığı gelişmeler devleti çok ürkütmüştü.
Bu, 12 Eylül’ün zulmünde de kendini ortaya koymuştur. Öyle ki
devrimcileri ezmek ve bir daha ayağa kalkamaz hale getirmek için her
türlü zulüm ve psikolojik savaş yöntemini uygularken, toplumdaki bu
devrimci dinamizmin önüne geçmek, bir daha Türkiye'de sol, demokratik
toplumsal dinamizmin ortaya çıkmasını engellemek için siyasal İslam’ın
önünü açmışlardır. Devrimcilerin korkusu Türk devletini, hatta
uluslararası gericiliği işbirlikçi siyasal İslam’ın önünü açmaya
zorlamıştır.
‘PKK ŞAHSINDA TEMSİLİNİ BULDU’
Bu
büyük devrimci önderlerin en büyük etkilerinden biri de Kürdistan'da
olmuştur. PKK şahsında esas ve gerçek temsilini bulmuşlardır. Kuşkusuz
diğer örgütler de onların anılarını, özlemlerini gerçekleştirmek için
çaba göstermişlerdir, ama örgüt anlayışlarıyla, mücadele anlayışlarıyla
bu devrimcilerin anısına yeterince cevap verildiği söylenemez. Nitekim
ortaya çıkan büyük birikim 12 Eylül’de ezilmiştir. Tabii ki 12 Eylül’de
ortaya çıkan bu birikimin ezilmesini sadece 12 Eylül’ün baskısına
bağlamamak gerekiyor. Bu tür örgütler içinde 12 Eylül zulmü ortamında
iradesi kırılan teslimiyetçiler, oportünistler, hatta sistemin
uzantıları denilebilecek kişilikler 12 Eylül darbesi karşısında doğru
tutum ortaya koyamadıkları gibi; direnebilecek güçleri, direnişten alı
alıkoydukları, geriye çektikleri de bir gerçektir. Eğer bu tür
kişilikler olmasaydı, devrimci örgütleri ve mücadeleyi içten hançerleyen
bu tür kişilikler ve duruşlar olmasaydı 12 Eylül rejiminin bütün
baskılarına rağmen 1970’lerde büyük devrimcilerin anısının ortaya
çıkardığı birikim 12 Eylül’e karşı direnebilirdi. Direnen bu güçler Kürt
Özgürlük Hareketi’yle birlikte Türkiye'nin siyasi tarihini
değiştirebilirdi. Ancak hem mevcut örgütlerin bu kişilikleri aşamaması,
12 Eylül’ün karşı devrimci saldırısı karşısında örgütsel ve eylemsel
mücadele gücü gösterememesi, var olan büyük bir birikimin tasfiyesiyle
sonuçlanmıştır.
Önder Apo şahsında PKK ise daha baştan itibaren
Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin anısını en iyi biçimde temsil
etmeye çaba göstermiştir. Onların fedai ruhunu sadece sözde değil,
yaşamda, eylemde, örgütlemede gerçekleştirmeye çalışmıştır. Apoculuk bu
nedenle daha ilk çıkışından beri varlığını halkının özgürlüğüne adayan
bir fedailer topluluğu olarak ortaya çıkmıştır. Sistemle köprüleri
tümden atan bir militan hareket olarak mücadeleyi başlatmıştır.
Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin kişiliği, yaşamı, ruhu bu
örgütlenmede yaşatılmıştır. Zaten PKK'nin bu karakteri nedeniyle bu
büyük devrimci şehitleri izleyen büyük Türkiyeli devrimciler olan Haki
ve Kemal de Önder Apo'nun yoldaşları olmuşlardır. Önder Apo’nun
yürüttüğü mücadelenin önder kadroları olarak saflarda yerlerini almada
tereddüt etmemişlerdir. Hatta Önder Apo “Beni en iyi anlayan yoldaşlar
Haki ve Kemal yoldaşlardır” diyerek aslında Denizlerin, Mahirlerin ve
İbrahimlerin temsilinin kendi mücadelesinde gerçekleştiğini söylemiştir.
Haki ve Kemal gerçekten yiğit Türk devrimcileriydi. Onlar Denizlerin,
Mahirlerin, İbrahimlerin anısının en iyi Apocular şahsında
yaşatılacağını, bu saflarda yürütecekleri mücadeleyle bu devimcilerin
özlemlerini somutlaştıracaklarını gördükleri için Önder Apo’yla yol
arkadaşı, yoldaş olmuşlardır.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
Apocular, PKK ve Önder Apo hiçbir zaman Denizlerin, Mahirlerin,
İbrahimlerin anısına saygısızlık etmek istemedi; hep tutumlarıyla,
çabalarıyla onlara layık olmaya çalıştı. Sorumsuz ve ciddiyetsiz
yaklaşımlarla bu büyük devrimcilerin anılarına ihanet edecek bir duruma
düşmedi. Bir kere bu gerçeğin bütün Türkiye halkı ve Türkiyeli
devrimciler tarafından bilinmesi gerekiyor. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan
ve Yusuf Aslan Önder Apo'nun da bulunduğu Mamak Cezaevi’nden götürülerek
idam edilmişlerdi. Önder Apo o gün onlara söz vermiştir. Öyle bir
mücadele yürütmeliyim ki, bu büyük devrimcilerin uğradığı akıbete
uğramasın; başarılı bir örgüt, başarılı bir mücadele ortaya çıkarayım
demiştir. Bu sözünü yerine getirmek için böyle bir sorumlulukla, böyle
bir anlayışla, böyle bir ciddiyetle grubunu oluşturmuş, bu ciddiyet ve
bu sorumlulukta en ufak bir gevşeme yaratmadan bugüne kadar mücadeleyi
sürdürmüştür. PKK ve Önder Apo gerçeğini anlarken bu ciddiyeti, bu
sorumluluğu, bu anılara bağlılığı, bu vefayı, bu yoldaşlığı görmek
gerekiyor.
‘ONLARIN ANILARI MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR’
Onların
anıları mücadelemizde yaşıyor. Onlar Nurhak’ta gerillacılık yapmak
istediler. Filistin’e giderek gerilla eğitimi alıp Türkiye ve
Kürdistan'da gerilla mücadelesi yürütmek istediler. Ama tecrübeleri
zayıf olduğu, Türk devletini yeterince tanımadıkları için başarılı
olamadılar. Ama niyet buydu, amaç buydu, özlem buydu. Önemli olan budur.
Bu özlemi, bu umudu, bu duruşu son nefeslerine kadar sürdürdüler. PKK
işte onların anısına bağlı kalarak bugün Kürdistan'ın bütün dağlarında,
ovalarında gerilla direnişini sürdürmektedir. Onların özlemi bugün
Kürdistan'da en zor koşullarda mücadele eden bir halk gerçekliği haline
getirilmiştir. Bugün gerilla her yerde vardır. Daha dün Nurhak
dağlarında bir gerilla şehit düşmüştür. Bugün Kürdistan'da gerillanın
olmadığı tek bir dağ, vadi yoktur. Hatta bu devrimcilerin anısına
bağlılığın gereği Amanoslardan Karadeniz’e kadar gerilla uzanmıştır.
PKK,
Kürt Özgürlük Hareketi yenilmeyerek, direnerek bu devrimcilerin anısını
sürdürmeye devam etmektedir. Bu mücadeleyi de gerçekten Türkiye'nin
demokratikleşmesi ve Kürt halkının özgürlüğü için yapmaktadır. Kürt
halkının Kürdistan'ın özgürlüğü temelinde Türkiye'yi özgürleştiren bir
mücadele yürütülmektedir. Kürt halkının özgürlük mücadelesinin,
demokrasi mücadelesinin Türkiye'yi de doğrudan etkilediği açıktır. Her
ne kadar devlet Kürt halkının özgürlük mücadelesinin Türkiye'yi
etkilemesini engellemeye çalışsa da, engellenmesi mümkün değildir. Zaten
Kürdistan'ın yarısını göçerterek bu devrimci ruhu Türkiye'nin
metropollerine, şehirlerine taşımıştır. Kürt Özgürlük Hareketi sadece
direnişiyle değil, iki halkın mücadele birliği anlayışıyla da onların
anısını gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Onlar Kürt halkının özgürlüğünü
savundular, onlar iki halkın mücadele birliğini savundular. PKK bugün
onların bütün özlemlerine karşılık vermektedir. İki halkın mücadele
birliğini bugün en yüksek sesle dillendiren Kürt Özgürlük Hareketi’dir,
Önder Apo’dur. Önder Apo; Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin özlemini
gerçekleştirmek için çabalamıştır. PKK bunun için çabalamaktadır, Kürt
Özgürlük Hareketi bunun için çabalamaktadır.
Kuşkusuz PKK ilk
başta Kürt halkının özgürlüğü ve demokrasisi için mücadele etmektedir.
Ama mücadelesi sadece Kürdistan’la sınırlı değildir; Türkiye'yi de
özgürleştiren ve demokratikleştiren bir anlayışla hareket etmektedir.
Kürt Özgürlük Hareketi Türkiye'nin demokratikleşmesi, İran'ın, Irak'ın,
Suriye'nin demokratikleşmesi temelinde tüm Ortadoğu'nun
demokratikleşmesini, özgürleşmesini; tüm Ortadoğu'da özgürlükçü,
demokratik, toplumcu değerlerin gelişmesini hedeflemektedir. Kürt
Özgürlük Hareketi'nin demokratik sosyalist anlayışı, toplumcu anlayışı,
demokratik komünal anlayışı, ahlaki toplum değerlerine dayalı yeni yaşam
arayışı zaten Ortadoğu'nun genlerinde var olan toplumcu yaşam
anlayışını güncelleştirmek, güncel değerlerle demokratik sosyalist bir
Ortadoğu yaratmayı hedeflemektedir. Ancak bu amaca ulaşmanın da
özgürlükçü, demokratik değerlerle olacağını, özgürlükçü, demokratik bir
toplum yaratmadan toplumcu değerlerin, eşitlikçi değerlerin, adaletçi ve
komünal değerlerin hakim kılınamayacağını da hem mücadelesiyle
öğrenmiştir hem de teorik olarak bunun böyle olduğunu düşünmektedir.
Önder
Apo İmralı’da yaptığı savunmalarla aslında tüm tarihteki özgürlük ve
demokrasi mücadelelerinin, toplumsal mücadelelerin, son iki yüzyıldır da
sosyalistlerin ve sol demokratların yürüttüğü mücadelenin doğru bir
sentezini yaparak, bütünlüklü bir felsefeyi, ideolojik ve teorik
sistemini ortaya koyarak tarihteki bütün direnenlerin özlemlerine en
doğru karşılığı vermeye çalışmıştır. Bu açıdan biz Önder Apo'nun
ideolojik-teorik duruşu, örgüt anlayışı, demokratik toplum anlayışı ve
hedeflediği ahlaki politik toplum gerçeği şahsında tarihteki tüm
özgürlük savaşçılarının anılarına karşılık verdiği gibi, en başta da
yanı başından götürülüp idam edilen Denizlerin, Yusufların ve
Hüseyinlerin anılarını, özlemlerini yaşatmak ve onları özgür ve
demokratik bir toplumda somutlaştırmak istediğini vurgulamak istiyoruz.
Düşüncesi de, felsefesi de, teorisi de, ideolojisi de, örgüt ve mücadele
anlayışı da tamamen bu değerlerin somutlaşması ve yaşaması içindir.
Önder
Apo, PKK, Kürt Özgürlük Hareketi dün olduğu gibi bugün de 6 Mayıs
direnişçilerinin anısına bağlı kalacaktır. Onların özlemini, demokratik
Türkiye, özgür Kürdistan gerçeğinde somutlaştıracaktır. Demokratik
Türkiye ve özgür Kürdistan gerçeği sadece Türkiye halklarını
özgürleştirmeyecek, Ortadoğu halklarını da özgürleştirmenin önünü
açacaktır. Özgür ve demokratik toplumun yaratılmasıyla bu şehitlerin
sömürüsüz, baskısız, eşit ve adaletli dünya özleminin gerçekleşmesinin
toplumsal zemini gerçekleştirilmiş olacaktır.
ANF NEWS AGENCY