13 Nisan 2010 Salı

Kadın ve Politika

5000 yıllık toplumsal yaşamdan kopuk iktidara dayalı siyaset anlayışının doğal sonucu olarak ortaya çıkan savaş, şiddet gerçeğini ancak kadın değiştirebilir


Politikayı genel anlamıyla yaşama hâkimiyet, yönetme, sorun çözme, karar ve uygulama gücü olarak ele alabiliriz. Bu nedenle insanlığın toplumsallaşmaya adım atması politikleşmeyle at başı gittiğini belirtebiliriz. Bu açıdan ele aldığımızda yaşamın akışı içinde merkezi bir öneme sahip olan politika kavramı, aynı önemde olan birçok kavram ve gerçeklik gibi rolü, anlamı egemen zihniyet tarafından tersyüz edilmiş ve çarpıtılmıştır. Uygarlık tarihinden önceki toplumsal yaşamda politikanın rolü tek yaşam tarzı olarak bilinen barış, adalet yani özgürlük temelinde kendini sürdürme kaygısı üzerindendir. Zaten başka kaygı güdecek bir ahlaka da sahip değildir. Bu anlamda doğal toplumda politikanın yanında vazgeçilmez bir yere sahip olan demokrasi ve ahlakla tam bir uyum ve ahenk içerisindedir.
Verilen emek ve yaratıcılık anacıl toplumda siyaset gerçeğinin kendisidir. Siyasetin kadınca rengi yaşam karşısında en ileri düzeyde sorumluluk sahibi olma anlamını taşır. Dolayısıyla politika ya gerçek emek sahibinin yaşamı yönlendirme eylemi de demek mümkündür. Zaten politika ne zamanki bu özünü kaybetti insanlık karşısında çaresiz çırpındığı sorunlar yığınından da kurtulamaz oldu. Yani politika sorun çözme sanatı değil iktidar temelinde her koşul altında çıkarların dayatılması, korunması rolüne indirgendi.
Her türlü çirkinliğin yükü politikaya bindirildi. Uygarlık tarihi boyunca egemenler böyle baktı, tanımladı ve kullandı. Eril zihniyetin bu politika anlayışı uğruna hangi insanlık değerleri ayaklar altında çiğnenmekten kurtuldu ki! 5000 yıldır bu gerçeklik her gün aralıksız balyoz gibi toplumların başına iniyor. Gözü kara iktidarcılığın aracı olarak ele alınan politika her türlü çirkinlikle özdeş kılınmıştır. Yukarda da belirttiğimiz gibi temel sapma emekten dolayısıyla yaşamdan ve yaşamın temel öznesi konumundaki kadından koparılmasıyla başlamıştır. Emekten kopuk politik anlayış toplumsal gerekliliklerin dışındadır. Dolayısıyla ancak toplumlara kötülük yıkım nihayetinde felaket getirebilir. Bunun dışında bir sonuç beklenemez.
Toplumsal yaşam gereklilikleri üzerine kurulu politik gerçekliği iktidar amaçlı kullanmanın tek yolu kadını politikadan uzaklaştırmaktır. Kadının trajik düşüşünün başlangıcı böylece kendi emeğinin dili olmasının engellenmesiyle başlamıştır. Erkek egemenlikli zihniyet Kadın emeğinin üzerine her türlü pazarlık yalan dolan hem de kendini emeğin gerçek sahibi kadını emeksizlikle suçlayıp hayatı boyunca hakarete maruz bırakarak politika yapar. İçerilmiş kölelik olarak tabir ettiğimiz kadının din töre adet vs adına kader şeklinde baktığı kölelik gerçeği temelinde şekillendirdiği oranda kendi sistemini daha fazla kurumlaştırmada gücünü kullanır sistem. Her güçlü erkeğin arkasında bir kadın vardır deyişi bu gerçeği oldukça çarpıcı bir biçimde ortaya koyar. Kadının etki gücünü en usta şekilde kullanan sistem yâda birey iktidarını sağlam bir temele oturtmuş demektir. Dikkat edersek tarihte diplomatik evlilikler diye ifade edilen kırallıklar hanedanlar aşiretler vs arasında kadın pazarlığı üzerinden anlaşmalarını tesis etmeleri çok anlatılır. En pahalı mal olarak etkili bir sorun çözme aracıdır.
Günümüze doğru geldikçe kadının kirli politik emeller için kullanımı daha da katlanarak derinleştiğini görüyoruz. Cinselliğini, bedeninin her karesini duygusal ve kıvrak zekâsını kısacası güç, güzellik, çekicilik, doğal etkileyiciliği vs. yanlarını kullanarak amaca ulaşma erkekçe politik bakış açısının vazgeçilmez gerçeğidir. Açık ya da gizli sinsi yöntemlerle önemli değil önemli olan tek şey amaçladığında başarılı olmaktır. Günümüzde genelde kadının direniş mücadelesi ile kazandığı siyaset alanına katılma hakkı, eril zihniyet kendisine göre erkekleştirdiği ölçüde şans tanır. Buna Tansu çiller gibi örnekler gösterebiliriz. Türkiye de çiller Döneminde yaşanan her türlü hak ihlalleri 12 Eylül faşist cunta darbesiyle yarışır bir düzeydeydi. Demek ki sorun kadının siyasi alana biçimsel katılımı değil, kendi özüne dayalı bağımsız, farklılıkları üzerinden en başta da verili siyaset anlayışının kendisine karşıtlık üzerinden geliştiği bilincine kendini ulaştırarak örgütlemesi ve o temelde siyasi iradesini ortaya koyma gücüne kendini eriştirebilmesidir.
5000 yıllık toplumsal yaşamdan kopuk iktidara dayalı siyaset anlayışının doğal sonucu olarak ortaya çıkan savaş, şiddet gerçeğini ancak kadın değiştirebilir, temizleyebilir ve anlamına kavuşturabilir. Bu bağlamda yaşam içerisinde kadın doğal haliyle ahlaka dayalı politikanın yaratıcı ve uygulayıcı gücüdür. Çünkü politika özünde emek üzerinden yaratma eylemidir. Dolayısıyla politika erkeğin değil kadının hüneridir.

Nergiz Faraşin

Türk Devleti ve ABD’nin Savaş Planları

PKK’nin üst düzey gerilla komutanlarına yönelik suikast planları ve ABD ve Türk özel birliklerinin gerilla sahalarına yönelik ani nokta operasyonlarına yönelik hazırlıklar yapılmaktadır.


Irak seçim sonuçları işgal demokrasinin bir başarısı olarak gösterilmeye çalışılsa da gizli ittifak ve planlarla sandıktan çıkan oylar ABD’nin istediği biçimde olmuştur. ABD, Irak seçim sonuçlarıyla Irak merkezli Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme planını devreye soktuğu görülmektedir. Bu planın en önemli figüranları olan aynı zamanda  ‘her şekilde kullanılabilir Türk devleti ve Güney Kürdistan yönetimini’ ABD’nin aynı çatı altında bir araya getirme çabaları bu plan kapsamında öne çıkmaktadır.
Güney Kürdistan ile Türk devleti arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi ABD’nin çıkarları açısından bir zorunluluktur. Bu nedenle PKK’nin bölge politikalarında belirleyici bir güç konumunda olmasını istememektedir ve bu sorundan bir an önce kurtulmayı savunmaktadır.
Seçim sonuçları üzerinde oynanan oyunlarla Kerkük ve Musul, Kürtlerin elinden alınmıştır. KDP ve YNK’nin dar aşiretsel çıkarlarına Kerkük ve Musul feda edilmiştir. Plan gereği Hewler, Duhok ve Süleymaniye ile sınırlandırılmış ve Sünni ve Şiiler tarafından çepe çevre kuşatılmış Güney Kürdistan yönetimi, Türk devletine daha fazla yakınlaştırılmıştır. ABD’nin Kürt planı şimdilik başarıyla sürmektedir. Türk devletinin kucağına itilen Güney Kürdistan yönetimi, kendi soyuna ihanet eden keklik misali diğer parçalardaki Kürtlerin avlanması için kandırılmaya çalışılmaktadır. PKK konusunda Türk devletinin istediği biçimde “daha net tutum” göstermesi istenmektedir.
Güney Kürdistan yönetiminin son dönemlerde yaptığı açıklamalarda ve Türk devleti ile geliştirdikleri ilişkilerde bu oynanan oyunun bir figüranı haline getirildiği görülmektedir. Kerkük ve Musul’u kaybeden Güney Kürdistan yönetimi kendi varlığını Türk devleti ile geliştireceği ilişkilerde görmektedir. Bu nedenle PKK’nin varlığını Türk devleti ile geliştireceği ilişkiler önünde büyük bir engel olarak görmektedir. Şii ve Sunilere karşı Kerkük ve Musul konusunda, Türk devleti ile de PKK’nin tasfiyesi konusunda gizli anlaşmalar içerisindedir.
Güneyli Kürt örgütleri, PKK ve Kuzey Kürdistan Kürtlerinin tasfiyesini hedefleyen Türk devletinin “Yeşil Türkçü partisi” AKP’nin açılım politikalarına destek verdiklerine yönelik açıklamaları oynanan oyunların ne kadar büyük ve tehlikeli olduğunu göstermektedir. Bir süre önce Neçirvan Barzani’nin Türk devletine, “Irak hükümeti bize % 17’lik petrol hakkımızı vermiyor. Gelin % 50’sini sizinle paylaşalım, bizi koruyun” dediği hatırlanırsa, ABD ve Türk devletinin planlarına Güney Kürdistan yönetiminin ne derecede istekli ve kararlı olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
PKK’nin tasfiyesi konusunda oluşturulan 4’lü mekanizma çerçevesinde tırmanan Türk devleti ve Güney Kürdistan yönetiminin ilişkileri, Hewler’de Türk konsolosluğunun açılması, karşılıklı ziyaretlerle önemli bir düzeye gelmiştir. Tüm bu politikalar Güney Kürdistan’ın Türk devleti tarafından tanınması anlamındadır. Tabiî ki bu resmi olmayan tanıma Türk devletinin isteklerine boyun eğmiş, kafesteki keklik haline getirilmiş Kürdün tanınması anlamına gelmektedir.
KDP ve YNK’nin aşiret kültürüne dayalı sahip olduğu ‘tek tip siyaseti’ ve ‘tek tip Kürt anlayışı ile AKP hükümetinin  ‘tek tip Yeşil renkli Türkçü’ siyaseti ve yaratmaya çalıştığı ‘tek tip yeşil Kürtçülüğü’ ortak noktalarda bir araya gelmektedir.
Güney Kürdistan hükümetinin kendi içyapısından kaynaklı gittikçe iradesizleşen ve başka güçlerin özellikle Türk devletinin piyonu haline gelen durumu oldukça tehlikelidir. Kendi Kürdünü inkâr eden, katleden bir devletin başka bir Kürt iradesini muhatap alması hangi koşullarda mümkün olabilmektedir, bir araya gelinen ortak noktalar, varılan anlaşmalar neler olabilir? Elbette bu soruların cevapları oynanan oyunların anlaşılmasında önem taşımaktadır.
Bir süre önce KDP genel başkan yardımcılığı dışında resmi bir görevi bulunmayan Neçirvan Barzani’nin “siyasi ve ticari ilişkileri geliştirmek” yalanıyla Petrol Bakanı Dr. Aşti Hewrami ve yerel hükümet dış ilişkiler sorumlusu Felah Mustafa ile birlikte Türkiye’ye getirilmesi nasıl izah edilebilir. Bu hükümetin başbakanı, varken Neçirvan Barzani’nin hangi sıfatla Türkiye’ye gittiği merak konusudur. Neçirvan Barzani’ye birinci sınıf devlet protokolü uygulanmıştır. Türk devletinin başbakanı Tayyip Erdoğan, Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu ve MİT yetkilileri ile görüşmüştür. Peki, neyin karşılığında bu devlet protokolü uygulanmış ve üst düzeyde görüşmeler olmuştur?
Tek gündemin PKK olduğu bu ziyarette neler konuşulmuş, hangi konularda anlaşmalar yapılmıştır?
•             Maxmur kampının boşaltılması için kamp içinde provokasyon hazırlama bu çerçevede ABD askerlerinin BM gücü olarak kampa müdahale etme planları yapılmış mıdır?
•             Neçirvan Barzani’nin Türkiye’ye getirildiği sırada Maxmur kampında yaratılmak istenen provokasyonun tesadüf olması mümkün müdür?
•             Kampı hedef alan bu olaylarda KDP ve Türk istihbaratının, PKK’den kaçanların işbirliği açık bir şekilde açığa çıkmamış mıdır?
•             Neçirvan Barzani’nin planları arasında Güney Kürdistan sınırlarında HPG gerillalarının konumlandığı alanların Türk ordusu tarafından işgal edilmesi, ardından buralara Peşmergelerin tampon bölge işleviyle yerleştirilmesi, Türk ordusunun gerekli gördüğü durumlarda medya savunma alanlarına operasyon yapmasına göz yumulması planları var mıdır?
•             KDP’nin kendi denetimindeki şehir ve köylerde MİT’in faaliyetlerine izin verilmesi,  olanak sağlanması ve medya savunma alanlarındaki köylülerin Türk istihbaratına çalışması için projeler sunulmuş mudur?
•             Görüşmeler sonrasında basına yapılan açıklamada, ziyaretin ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesi çerçevesinde olduğu söylenmiştir. Güney Kürdistan hükümetinin başbakanı olduğu halde bir partinin genel başkan yardımcısı olan Neçirvan Barzani’nin Türk devleti ile resmi düzeyde bir ilişki kurması bu temelde anlaşmalar yapması nasıl mümkün olmaktadır. Bu ilişkilerin geliştirilmesi Neçirvan Barzani’ye mi kalmıştır?
Güneyli Kürt örgütlerinin yapısını az çok bilenler şu gerçeğin asla değişmeyeceğini de bilirler: Güney Kürdistan’da demokrasi görünümlü bir hükümet kurulsa da asla aşiretler konfederasyonu olan ‘partiler’ üstü olamayacaktır. Son sözü hükümetin başbakanı değil parti başkanı söyler. Neçirvan Barzani’nin KDP genel başkan yardımcısı sıfatıyla Türk devleti tarafından Türkiye’ye getirilmesi, hükümeti ilgilendiren her türlü konuda muhatabın KDP olduğunu, sözde kurulan Güney Kürdistan hükümetinin hiçbir ciddiyetinin olmadığını göstermiş olması açısından önemlidir.
Türk devleti, Neçirvan Barzani’yi neyin karşılığında muhatap almaktadır. PKK dışında hiçbir konuda Güneyli Kürt örgütlerini muhatap alması mümkün değildir.
Suni ve Şii’ler ile 36. paralele sıkıştırılan KDP ve YNK aynı zamanda Güney Kürdistan’da yine Türk devletinin destek verdiği Goran ve Yekgurtu İslami ile KDP ve YNK’yi iradesizleştirmiştir.  Türk devleti, Neçirvan Barzani'ye 'Kerkük ve Musul’u kaybettiniz. Irak seçimlerinde yenilgiye uğradınız. Artık elinizde pazarlık yapacak hiçbir gücünüz yok. PKK'ye karşı ortak tutum dışında bir seçeneğiniz yok' demektedir.
Neçirvan Barzani’nin Türkiye’ye getirilmesi ve yapılan pazarlıklarda en dikkat çeken ve tehlikeli olan ise Güney Kürdistan bölge başkanı aynı zamanda bu görevde olmasına rağmen KDP genel başkanlığı görevini de sürdüren Mesut Barzani’nin Türkiye’ye davet edilmesidir.
Yakın bir zamana kadar Mesut Barzani hakkında Türk devlet yetkililerinin aşağılayıcı açıklamaları yanında Türk basının da hakaret dolusu haberler unutulmuş görünmektedir. Mesut Barzani’nin Türkiye’ye davet edilmesi PKK karşıtlığında oynanan oyunun son perdesidir. Bu davet Neçirvan'ın hazırladığı plana resmiyet kazandırma girişimidir. PKK'ye karşı yapılan anlaşmaların uygulanabilmesi Güney Kürdistan bölge başkanı Mesut Barzani'nin tavrına bağlıdır. Ziyaretin kabul edilmesi ve Mesut Barzani'nin bu plan karşısında takınacağı tutum gelişmelerin yönünü belirleyecek ve netleştirecektir.
Türk devletinin başbakanı Tayip Erdoğan’ın, ABD ziyareti, Güney Kürdistanlı Kürt örgütlerinin Türkiye’ye getirilmesi kapsamlı bir saldırı planının ön görüşmeleri olarak değerlendirilmektedir.
5 Kasım 2007 yılında da benzeri bir diplomasi trafiği yaşanmıştı. Güneyli örgütlerle Zaxo ve Silopi’de görüşmeler yapılmıştı. Ayrıca TC başbakanı Tayip Erdoğan ABD’ye giderek George Bush ile görüşme yapmıştı. Bu görüşmelerde PKK’nin tasfiyesi için bir dizi eylem planı hazırlanmıştı. 21 Şubat 2008’de TC ordusunun ABD’den aldığı izin ve destek doğrultusunda Güney Kürdistan’ı işgal etmişti. 8 gün süren savaşta TC ordusu HPG gerillaları karşısında büyük bir hezimet yaşayarak geri çekilmek zorunda kalmıştı.
Türk devleti bir yıldır Türkiye ve Kürdistan’da sürdürdüğü siyasi soykırım operasyonlarıyla tasfiye planın ilk aşamasını uygulamaya koymuştu. Şimdi ise yapılan tüm hazırlıklar, son darbenin vurulacağı askeri operasyon kapsamında yapılmaktadır.
PKK’ye vurulması düşünülen son darbe,  para kaynaklarının kurutulması, propaganda kanallarının etkisizleştirilerek devre dışı bırakılması ve yapılan askeri hazırlıklar çerçevesinde sürdürülmektedir. Demokrasi ve insan haklarını dillerinden düşürmeyen Avrupa devletleri PKK ve Kürtler söz konusu olduğunda ABD politikalarına alet olmaktan geri durmamışlar ya da bizzat içinde yer almışlardır.
Bu devletler tarafından PKK’nin Kürt halkı tarafından desteklendiği gizlenmeye çalışılarak yardımlar “zorla gasp” olarak gösterilmekte, PKK yöneticilerinin uyuşturucu işiyle uğraştığı şeklinde kirli bir propaganda yapılmaktadır.
ABD ve Türk devleti Güney Kürdistan ve Doğu Kürdistan sınırında uyuşturucu ticareti yapan bazı kişileri tutuklayarak, PKK ile ilişkili olduklarını gösterme arayışını sürmektedirler. Yakalananlar. MİT ve CIA elemanları tarafından sorgulanarak, ele geçen uyuşturucuların PKK’ye ait olduğunu söylemeleri halinde serbest bırakılacakları teminatı verilmektedir.
Avrupa ülkelerinin de içinde yer aldığı Türk devleti ve ABD’nin PKK’ye karşı geniş bir alanda yürüttüğü tasfiye konsepti çerçevesindeki işbirliği, askeri ve istihbarat alanında da sürdürülmektedir.
Kuzey ve Güney Kürdistan’da casus uçaklar ve insana dayalı istihbarat ağı güçlendirilerek PKK’nin üst düzey gerilla komutanlarına yönelik suikast planları ve ABD ve Türk özel birliklerinin gerilla sahalarına yönelik ani nokta operasyonlarına yönelik hazırlıklar yapılmaktadır.
İsrail’den kiralanan Heron insansız keşif uçakları Kuzey Kürdistan dağlarında gerillanın denetiminde olan alanlarda bir süredir keşif-istihbarat faaliyetini yürütüyordu. Birkaç ay önce İsrail’den alınan 10 Heron uçağı daha getirildi. Motorları güçlendirilen ve havada kalış süreleri uzatılan bu uçaklara Aselsan tarafından lazer güdümlü füzelerin takılması planlanmaktadır.
İsrail’den alınan Heronlar yanında, ABD’nin Afganistan ve Pakistan’da Taliban’a karşı kullandığı MQ-9 Reaper” modeli Pradatör insansız keşif ve suikast uçaklarını Türk devletine satacağını açıklanmıştı. MQ-9 Reaper Pradatör uçakları iki adet lazer güdümlü Hellfire füzesi taşıyor. Görülen hedef savaş uçaklarına gerek kalmadan anında füzeler tarafından vurulmaktadır. ABD’ye ait MQ-9 Reaper Pradatör uçakları medya savunma alanları üzerinde 2007 yılı ortalarından beri uçurulmaktadır. Bu uçaklardan alınan istihbarat görüntüleri “anlık istihbarat” olarak Türk ordusuna veriliyordu. Türk devleti ABD’den, anlık istihbaratla birlikte Pradatörler tarafından görülen PKK gerillalarının vurulmasını istemektedir. Daha çok da PKK’nin üst düzey kadrolarının hedeflenmesi istenmiştir.
Bunun yanında Türk ve ABD uçakları tarafından medya savunma alanlarına küçük paraşütlerle GPS (Global Positioning System) özelliği olan yer bildirim cihazları atılmaktadır. Bu cihazlar atıldığı alanda tarama yaparak her türlü ses ve telsiz frekanslarını tespit ederek yerlerinin bulunmasında role görevi görmekte elde edilen bilgiler uydu üzerinden Süleymaniye ve Duhok’ta bulunan ABD üslerine aktarılmaktadır.
ABD ve İsrail tarafından havadan keşif istihbaratının Türk ordusuna sağlandığı 2007 tarihinden itibaren Türk ordusunun elinde olan 40 km menzili olan obüs topları modernize edilerek mekanik olan mesafe ayarları bilgisayar sistemli otomatik koordinat sistemleriyle değiştirilmiştir. Keşif uçaklarından verilen koordinatlara göre nokta atışları yapabilecek düzeye getirilmiştir.
Türk ordusu tarafından kullanılan ve operasyon bölgelerine gönderilen 120 ve 81 mm’lik havanların başlıklarına, 40 km’lik obüslere, süper kobra helikopterlerinin füzelerine kimyasal içerikli başlıkların takılarak gerilla alanların vurulmasının hedeflendiği bu temelde ABD’nin Türk devletine izin verdiği söylenmektedir.
Medya savunma alanlarında PKK’ye karşı hava ve yerden yürütülen istihbarat çalışmalarının yanında Güney ve Kuzey Kürdistan sınırlarına 16 yeni karakolun inşa edilmesine başlanmıştır. Karakol inşaatının sürdüğü alanlara 3.500 civarında uzman çavuş, astsubay ve subaylardan oluşan özel kuvvetlerle birlikte 13 bin askerin konuşlandırılacağı ifade edilmektedir.
Topyekûn imhanın, savaş hazırlıklarının sürdürüldüğü, sınır kesimlerine askeri yığınakların yapıldığı bu şartlarda  “açılım” adı altında ifade edilenlerin tasfiyeden başka bir anlama gelmediği yapılan askeri ve diplomatik hazırlıklara bakılarak çok daha iyi anlaşılmaktadır. Bu saatten sonra AKP hükümetinin ‘açılım’ yalanı daha fazla sürdüremeyeceği açığa çıkmıştır. Ya diyalog ve çözüm olacaktır ya da savaş..!
Kürtlerin de artık ara bir seçeneği ve sabrı kalmamıştır. Diyalog ve çözüm çabaları siyasi ve askeri soykırım operasyonlarıyla engellendiği sürece savaş kaçınılmaz hale gelecektir.

Yasin Kılıçkaya

Ahmet Türk’e Saldırı

Bugün, Samsun Adliye’si önünde Ahmet Türk’e karşı rezil bir saldırı gerçekleşti.
Türk toplumu içerisinden çıkan bu tür siyasi saldırıların psikolojik arka planında, genel de, kahraman olma niyeti barınır.
Yaşlı bir adama saldırmak, kahramanlık değil, rezilliktir.
Zavallılıktır.
Namussuzluktur, namussuzluğun şaha vuruşudur.
Dikkat ederseniz kahraman olma eylemleri, ya arkadan vurmak sureti ile ya da kendini savunamayan yaşlı insanlar üzerinden gerçekleşiyor.
Bugün, Ahmet Türk'ün yerinde olmayı çok istedim.
Saldırıyı yapan şahıs, resimden edindiğim izlenim itibariyle genç biri.
Genç birinin yaşlı bir adama saldırması kahramanlığına değil, zavallı bir rezil olduğuna işaret edebilir ancak.
Bu olayın, Türk toplumunun bir çok bireyine oh dedirttiği, bir çok kişinin karnını sıvazlayarak rahatlattığına eminim.
Türk toplumu, Kürt halkına karşı çok rezilce bir öfke ve düşmanlık yürütmektedir.
Bu rezalet, Türk toplumunun çoğunluğa yakın bireyine işlenmiş bir karakterdir. İyileri tenzih ediyorum.
Her düşmanlığın değer ve yargıları olmak zorundadır.
Ancak bu düşmanlığın değer ve yargıları da yoktur.
İlginç yönleri bulunmaktadır.
Ters tepkiler ve duygular barındırıyor.
Bu düşmanlıkta ortaya konulan öfke, Kürt halkından beklenmesi gereken öfke olmasına karşın Türk Halkı ve devşirmeler ortaya koymaktadır.
Kürdistan coğrafyasını zapt edip buradaki asil halkı ret eden, haklarını ve vatanlarını gasp edenler, kendileridir.
Kürt Halkının Devletler arasında parçalanmasına, Devletsiz bir toplum olmasına neden en esas faktör, kendileridir.
Kurtuluş Savaşlarının içerisine çekip desteklerini alarak sırt dönenler, kendileridir.
Dillerini ve Kültürlerini yasaklayanlar, kendileridir.
Dağ ve dere isimlerini değiştirip yok etmeye çalışanlar, kendileridir.
İsyan etmelerine sebep olanlar, kendileridir.
On binlerce Kürd’ü öldüren, dağ ve ovalarını yakan, 4 bine yakın köy yakıp yıkan, 4 milyona yakın Kürdü kendi ülkelerinde mülteci haline dönüştüren, şehirlerin varoşlarına emanet edenler, kendileridir.
Sorunu üreten ve sorunu devam ettirenler, kendileridir.
1000 yıldır kabus gibi Kürt halkının göğsüne oturanlar ve artık kalkmasını bilmeyenler, kendileridir.
Buna rağmen öfkeli olanlar da kendileridir.
Ne ilginç, rezil ve kahredici bir öfke…


  
Fırat Aras
hurrimitani@hotmail.com

AHMET TÜRK’ÜN YEĞENİ ÖLDÜRÜLDÜ

  Türkiye’de İzmir Karabağlar’a bağlı Yeni Çamlık semtinde oturan Cahit Sincar, dün akşam evinin yakınında silahlı saldırıya uğradı. Vücuduna 5 kurşun isabet eden Sincar, ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı. Tüm müdahalelere rağmen sabaha karşı hastanede yaşamını yitirdi.
Edinilen bilgiye göre, Cahit Sincar, Yeni Çamlık'ta dün akşam saat 23.00 sıralarında markete gitmek üzerinden evinden çıktı. Sincar, evi yakınındaki İlk Kurşun İlköğretim Okulu'nun yanında silahlı saldırıya uğradı. Vücuduna 5 kurşun isabet eden Sincar, Bozyaka Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne kaldırıldı. Ameliyata alınan Sincar, sabaha karşı yaşamını yitirdi. Sincar'ın cenazesi otopsi yapılmak üzere Adli Tıp Kurumu'na kaldırıldı. Polisin olay yeri incelemesinde sekiz boş kovan bulduğu bildirildi. Görgü tanıklarının ise saldırganın bir ağacın arkasından ateş ettiğini söylediği öğrenildi. 26 yaşındaki Cahit Sincar, çanta imalatında çalışıyordu. Arkadaşları, Sincar’ın herhangi bir kimseyle husumetinin olmadığını söyledi. DTP'nin Eşbaşkanı Ahmet Türk'ün yeğeni olan Cahit Sincar’ın, 1993 yılında Batman uğradığı silahlı saldırı sonucu yaşamını yitiren DEP eski Milletvekili Mehmet Sincar’ın da akrabası olduğu öğrenildi. Silahlı saldırı sonucu yaşamını yitiren Sincar'ın cenazesi Adli Tıp Kurumu'na alınarak, memleketi olan Mardin’in Derik ilçesine götürülüyor.

Küresel güçlere ve zamana direnen ülke:IRAN

Uluslararası ilişkilerin çatışma merkezi: İran - 1
12 Haziran 2009 tarihinde yapılan seçimlerden sonra ortaya çıkan politik tablo, İran’ı yeniden uluslararası ilişkilerin merkezine oturttu. 1979 İran İslam Devrimi’nden sonra bekli de ilk kez, bu düzeyde toplumsal çatışma sokaklara yansıdı. İran halkının, İslam rejiminin bugünkü iktidarına karşı sokak gösterilerini örgütlemesi, aynı zamanda dipten gelen toplumsal dalganın gücünü ortaya koyduğu gibi, bu süreçten sonra İran asla eskisi gibi olmayacaktır. Birincisi, İslamcı rejimin politikalarında nasıl bir değişiklik gündeme gelecektir? İkincisi, uluslararası ve bölgesel ilişkilerde İran kendisini yeniden nasıl konumlandıracaktır? Üçüncüsü, güçlü ve tarihsel bir mücadele geleneğine sahip olan ve Şah diktatörlüğünü yıkan Fars halkının bundan sonraki mücadele rotası nasıl gelişecek ve yeni değişimlere önderlik edecek? Bunlar önümüzdeki süreçlerde çok daha yoğun olarak uluslararası ilişkilerin gündemine oturacaktır.

İran Ortadoğu ve Avrasya’da etkili bir güçtür
İran’da gelişen her politik yönelim, bölgesel ve uluslararası ilişkileri önemli oranda etkileyecektir. Gerçekten bir ülkenin jeo-politik ve jeo-stratejik konumunun öneminden bahsetmek gerekirse, dünya genelinde ilk sırada yer alacak ülke hiç şüphesiz İran’dır. İran tarihsel, etnik, kültürel, sosyal yapısıyla Ortadoğu ve Avrasya bölgesinde her zaman ciddi politik bir güç olduğu gibi bölgesel ilişkilerin şekillenmesinde anahtar rolü oynamıştır. Ortadoğu ve Avrasya’ya açılımda stratejik bir konumda bulunan İran, zengin enerji yataklarına sahip olması yanında, özellikle enerji kaynaklarının uluslararası alanlara taşınmasında önemli bir rol üstlenebilecek bir ülke özelliğine sahip olduğu, bütün uluslararası askeri ve politik stratejisyenler tarafından kabul edilmektedir. Bu özelliği nedeniyle İran, bütün siyasal tarihi boyunca uluslararası dünya kapitalist sistem güçlerinin sömürge egemenlik politikası bakımından hemen her dönem önemli bir rekabet ve çatışma merkezi oldu.

Emperyalist-kapitalist ekonomik ilişkiler içerisinde petrolün stratejik bir önem kazanması ile İran üzerinde emperyalist hegomanya mücadelesi giderek yoğunlaştı. İran kendi iç politik dengelerinde belirgin bir iç kırılganlığa sahip olmakla birlikte, bölge siyasetinin oluşturulmasında belirleyici bir rol oynayan İngiliz emperyalizminin İran politikası oldukça geniş ve kapsamlıydı. İran’da egemen olan Fars iktidar gücü, Kürdistan ve Azeri bölgesinde işgalci bir güç konumda bulunurken, mevcut statükonun korumasında İngiliz sömürgeciliğinin çok önemli bir rolü vardı. Dünya kapitalist siyasetinin belirlenmesinde bir dönem tek hâkim güç olan İngiltere ve ikinci dünya savaşından sonra ABD, İran’ın iç politik dengelerinin oluşumunda her zaman aktif bir güç olarak yer aldı. Petrolün dünya kapitalist ekonomik sistemi içerisinde giderek belirleyici bir rol oynaması, uluslararası alanda oluşan karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin şekillenmesinde ve uluslararası tekellerin karlarının maksimal olmasında oynadığı rol nedeniyle İran’ın önemi çok ciddi oranda arttı. Bu nedenle, özellikle İngiltere ve ABD, İran’daki iç politik gelişmelere hemen her zaman müdahale ettiler ve iktidarların şekillenmesinde doğrudan görev aldılar. Ancak İran, hiçbir zaman ‘petrol demokrasisinin’ uygulandığı diğer yapay devletler gibi olmadı. Bu bakımdan İran, tarihsel konumlanması ve bölgesel gücü nedeniyle diğer devletler arasında her zaman ayrıcalıklı bir özelliğe sahip oldu.

Küresel güçler despotik rejimler şekillendirdi
Ortadoğu’nun petrol ihraç eden ülkelerinin hemen hemen tamamında bir bakıma ‘petrol demokrasisi’ egemendir. Petrol gelirlerinin sürekli bir avuç yöneticinin elinde toplanması, devleti elinde tutan güçlerin aşırı merkeziyetçi politikaları ve askeri kuvvetler içerisindeki etkinlikleri gibi faktörler, baskıcı rejimleri sürekli kılmaktadır. Burjuva demokrasisi anlamında dahi, halkın yönetimsel ilişkilere dâhil edilmemesi, bir avuç azınlığın sistemleştirildiği oligarşik despotik yöntemlerle değişmeyen iktidarların oluşturulması, aynı zamanda küresel sistem güçlerinin bölgesel çıkarlarına uygundu. Petrol merkezli ülkeler, bugünkü devlet yapılarının despotik rejimler olmasına ve burjuva demokrasinin bile hiç bir kuralını işletmemelerine rağmen, büyük kapitalist güçler tarafından politik ve askeri olarak destekleniyor.

Söz konusu bu politikalar bazı yönleriyle İran’da uygulanmakla birlikte, tersten önemli farklılıkların olduğunu da belirtmek gerekir. Ortadoğu’da, hem de petrolün akciğeri olan bir bölgede, bir ülkenin kapitalist sistem dışında kalması, uluslararası politik dengeleri ciddi oranda etkilerdi. İran bunun somut bir örneğidir. İran’da, 1951 yılında radikal milliyetçi hükümet İngiliz denetimindeki petrol endüstrisini ulusallaştırdı. Buna verilen cevap, ekonomik ambargo oldu; ancak ambargo, rejimi deviremedi. 1953’de İngiltere ve ABD, nispi ulusalcı özelliklere sahip Mussadık’a karşı Şah’ı destekledi ve fiilen askeri darbe ile iktidara getirdi. Uzun yıllar bölgenin en despotik iktidarını bütün gücüyle destekledi. 1953’ten 1979’da gerçekleşen İslam Devrimi’ne kadar İran’da önemli bir Amerikan denetimi söz konusuydu. Humeyni’nin önderliğinde İran’da ‘İslami’ içerikli bir devrimin gerçekleşmiş olması, özellikle ABD’nin bölgedeki politik ve ekonomik gücüne ciddi bir darbe vurmuş oldu. Bu süreç, aynı zamanda ABD’nin diğer petrol merkezli ülkelerin aşiretsel despotik yönetimlerini çok daha fazla güçlendirmesinin bir gerekçesi oldu. Petrol merkezlerini bölgenin yakın sınırlarında kontrol etmek için de Türkiye ve Mısır gibi faşist ve gerici rejimler ekonomik, politik ve özellikle askeri olarak sürekli güçlendirildi.

İran’ın uluslararası konuşlanışı ile Ortadoğu bölgesinin genel durumu arasında her zaman doğrudan bir bağ var. Özellikle, dünya kapitalist güçlerinin oluşturduğu politikalar bakımından bunun önemli bir rolü bulunmaktadır. Ortadoğu’da izlenen politikaların tarihsel bir analizini yapan Noreng şunları belirtiyor: “.. Avrupa’nın hâkimiyetine karşı büyüyen direniş, 1922’de Mısır’da İngiliz korumasının resmen son bulmasına neden oldu. Gerçekte çok az değişiklik olmuştu. İngiltere askeri üslerini ve Mısır silahlı kuvvetleri ve polisi üzerindeki denetimini korudu. 1936’da yapılan yeni bir anlaşmayla İngiliz mevcudiyeti teyid edildi ve ordunun Mısır toplumu içersindeki rolü güçlendirildi. İran’daki ulusalcı hükümet, İngiliz çıkarlarını tehdit etmeye başlayınca, Şah iktidara getirildi ve desteklendi. Irak’taki İngiliz mandası, Musul bölgesindeki petrol bölgelerinin Irak’a ait olduğunun tanınmasından sonra, 1936’da son buldu…” Peki, İran’ı bölgesel ilişkilerde güçlü kılan nedir. Bu soruya doğru yanıt verilmesi, özellikle günümüz dünyasında küresel sistem güçlerinin Ortadoğu’daki politik ve askeri stratejilerini çok daha iyi kavramamıza yardımcı olacaktır. Özellikle 1990’lı yıllardan sonra ABD eksenli geliştirilen küresel politikaları, Ortadoğu’daki ve özellikle İran’a yönelik yansımaları bakımından önemlidir.

Enerji tedariki ve ulaşımında merkezi posizyona sahip
İran, Avrasya’daki merkezi konumu nedeniyle jeo-stratejik öneme sahip bölgesel bir güçtür. İran’ın jeo-politik konumu onu uluslararası ilişkilerde önemli kılmaktadır. Özellikle enerji yatakları ve stratejik özelliği nedeniyle sürekli ön plana çıkmaktadır. Uluslararası rekabet bakımından İran merkez üs özelliğine sahiptir. Örneğin Ortadoğu petrol ve doğal gazının taşınmasında önemli bir pozisyona sahiptir. Güneyde Basra ve Umman Körfezi’ni kontrol etme gücü vardır. Avrasya’da uluslararası rekabete konu olan Hazar Denizi petrollerini kuzeyde çevreliyor. Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan, Irak, Pakistan, Afganistan ve Türkmenistan ile kara sınırına sahiptir. Komşu sınırı olduğu bütün ülkeler, uluslararası küresel güçlerin rekabet ve çatışma alanları olarak bilinen bölgeler olması nedeniyle İran’ın jeo-politik önemi çok daha fazla ön plana çıkmaktadır. Sınırlarının genel özelliği dikkate alındığında Asya-Afrika-Ortadoğu ve hatta Avrupa ile geçiş merkezine sahiptir. Özellikle enerji yatakları bakımından oldukça merkez bir konumda bulunmaktadır. İran, 1.65 milyon km2’lik yüzölçümü ile dünyanın 18. büyük ülkesidir. Ülkenin yüzölçümü kabaca İngiltere, Fransa, İspanya ve Almanya yüzölçümü toplamlarına eşittir. Kuzey-batıda Azerbaycan ile 432 km/268 mil, Ermenistan ile 35 km/22 mil, Kuzeyde Hazar Denizi; Kuzey-doğuda Türkmenistan ile 992 km/616 mil, Doğuda Pakistan 909 km/565 mil, Afganistan ile 936 km/582 mil, Batıda Türkiye ile 499 km/310 mil ve Irak ile 1.46 bin km/906 mil sınıra sahiptir.

Silahlanmaya en fazla pay ayıran ülkelerden biri
İran 430 bin askeri gücüyle, Orta Doğu’da Türkiye ve Mısır’dan sonra en çok askere sahip olan bir ülkedir. 6390 zırhlı araç 450 savaş uçağı, 230 askeri helikopter, kısa ve uzun menzilli konvansiyonel füze bataryaları ve nükleer askeri potansiyeli olan bir ülke olarak bölgede önemli bir güçtür. İran’ın 1980-2007 yılları arasında silahlanmaya harcadığı para yaklaşık olarak 236 milyar Dolardır. İran’da kişi başına düşen askeri harcama yıllara göre değişmektedir. 1980 yılında Irak ile başlayan savaşta kişi başına askeri harcama 560 Dolar, 1990’da 376 Dolar ve 2005 yılında ise 58 Dolar olarak belirlenirken, asker başına yapılan yıllık askeri harcama ise 2005 yılında 8.333 Dolar, 2007 yılında 9.579 Dolar olarak belirlenmiş. İran’da askeri harcamaların Gayri Safi Milli Hâsıla’ya (GSMH) oranı 2000 yılında yüzde 10.2, 2005 yılında ise yüzde 8.2 olarak gerçekleşmiş. Örneğin bu oran gelişmiş kapitalist ülkelerde yaklaşık olarak yüzde 6.3’tür. İran’ın karşı karşıya bulunduğu ekonomik sorunlar dikkate alındığında GSMH’dan silahlanmaya ayrılan oranın çok yüksek olduğunu belirtmek gerek. İran, jeo-stratejik konumu nedeniyle silahlanma, devletin belirlediği en önemli politikalardan biridir. Bu strateji hiçbir iktidar döneminde değişemeden kesintisizce devam etti. Bu nedenle hükümet harcamalarında askeri harcamalar önemli bir yer tutar. Örneğin Irak ile olan savaşta, hükümet harcamalarının yüzde 50’si askeri harcamalar olarak gerçekleşmiş, 2000 yılında bu oran yüzde 24, 2006’da ise bu oran yüzde 37 düzeyinde olmuş. ABD’nin ambargosuna rağmen dünyanın en önemli uluslararası şirketleri-buna ABD şirketleri dâhildir- İran’da çok kapsamlı yatırımlara sahiptirler. İran askeri ilişkilerini genellikle Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya ile sürdürürken, esas ticari ilişkileri, Almanya, Fransa, İtalya ve Japonya’dır.

Dünya genelinde tespit edilebilmiş petrol rezervleri, bugünkü verilere göre 134 milyar ton civarındadır. Suudi Arabistan’ın 36 milyar ton rezerv ile dünyadaki petrolün yüzde 25’ine sahip olduğu tahmin edilmektedir. Dünya’nın ikinci büyük petrol rezervleri ise 15.2 milyar ton ile Irak geliyor. İran 12.3 milyar varil rezerve ile dünya genelinde üçüncü sırada bulunmaktadır. Suudi Arabistan, Irak, İran, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi 5 Ortadoğu ülkesi, dünya petrol rezervlerinin yüzde 63’üne sahiptir. İran bu ülkeler sıralamasında üçüncü sırada bulunmaktadır. Bu iki ülke, petrol ihtiyacının çok önemli bir kısmını İran’dan karşılamaktadırlar.

İran dahil olmadan BOP hayat bulmaz
Bu nedenle AB patentli uluslararası şirketlerinin İran ile enerjiden tarımsal ürünlere karar birçok alanda kapsamlı anlaşmaları söz konusudur. Bu özet veriler İran’ın uluslararası küresel kapitalist sistem güçleri tarafından ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Dünya kapitalist ülkeleri için stratejik bir öneme sahip olan İran, dünya küresel sistemine dâhil edilmedikçe, ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nin yaşam bulma şansı yoktur. Bu bakımdan İran’ın küresel sisteme dâhil edilmesi için izlenen tek bir politika olmadığı, özellikle ABD’nin çok yönlü politikaları uyguladığını bilmek gerek. Ortadoğu’da egemen bir güç olan ABD, en sorunlu dönemlerde dahi İran’a yönelik çok yönlü politik izlemiştir. 1979 İslam Devrimi, tarihsel süreci alt üst etmekle kalmadı, Ortadoğu’nun politik dengelerini yeniden şekillendirdi. ABD’nin Tahran Büyük Elçiliği’nin işgal edilmesi ile ABD-İran arasındaki ‘diplomatik’ ilişkiler resmen kesildi. Ancak ABD’yi ‘şeytan’ gören Humeyni ile Beyaz Saray başkanları arasında gizli ikili ilişkiler devam etti. Pentagon, İran İslam Devrimi’ne karşı Saddam’dan yana görünürken, arka planda İran’ı askeri olarak sürekli destekledi.

Humeyni’nin ölümünde sonra İran’da egemen Şii İslamcı güçleri arasındaki iktidar çatışması çok belirgin bir tarzda ortaya çıktı. Tutucu olarak ifade edilen ve mevcut rejimin statükocu yapısını savunanlar ile rejim içerisinde reformların kaçınılamaz hale geldiğini söyleyen kesimler arasındaki iktidar mücadelesi, uluslararası ilişkilerde dikkatle izlendi. ABD’nin ‘reformcu’ kanadı desteklemek için yaptığı açıklamalar ve fiili olarak İran’ın ‘içişlerine karışma’ politikası, halktan tersten bir etki yarattı. Güçlenme eğilimi içinde olan ‘reformcu’ kanadın etkisi hızlı zayıfladı ve ‘gelenekçi’ kanat iktidar ilişkilerinde önemli bir avantaj sağladı. Mahmud Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı olması, iç iktidar rekabetinin bir sonucu olarak değerlendirilebilinir. Bu aynı zamanda İran’ın dış politikasına bağlı olarak bölgede artan etkinliği bakımından önemli bir durumdu.

Bölgesel istikrarda önemli bir etken: Şii faktörü
Pers geleneği iki bakımdan ön plana çıkmaktadır. Birincisi, Ortadoğu coğrafyasında köklü tarihsel bir kültüre ve geleneğe sahiptir. İkincisi, bölgede Şiiliğin dinsel-manevi rolü ve etkisi oldukça fazladır. Bu nedenle oluşturulan bölgesel stratejilerde, İran, her zaman en önemli eksen ülkelerden bir oldu. Ayrıca Avrasya ve Orta Asya bölgesi ile olan jeografik ve politik-tarihsel ilişkileri, stratejik konumunu önemli oranda artırmaktadır. Son derece önemli olan diğer bir nokta, İran küresel sistem güçleri tarafından işgal edilen Afganistan’a ve Irak’a sınırdır. Irak’ın nüfusunun yaklaşık olarak yüzde 60’ı, Afganistan’da ise nüfusunun yüzde 25’i Şii’dir. İran ile bu ülkedeki Şiiler arasındaki bu tarihsel manevi bağ, işgal bölgelerinde uygulamaya konulan küresel politikaları etkileyen önemli bir faktör olmaya devam ediyor. Bu nedenle küresel politikaların merkezinde bulanan İran’a yönelik ABD politikaları da değişkendir. ABD, özellikle birinci ve ikinci Bush yönetimleri sırasında, İsrail faktörü nedeniyle, uygulanmaya koyduğu Ortadoğu stratejisinde İran’a herhangi bir rol vermek istemediği gibi, Suriye ile birlikte askeri saldırılar kapsamına aldığını ilan etti. Yani fiilen ‘düşman’ ülkeler kategorisinde gördü. İran’ın ‘nükleer silah’ peşinde olduğunu iddia eden Bush yönetimi, ‘askeri güç kullanımının masada bulunun ve her an uygulanabilir bir seçenek’ olduğunu sık sık vurguladı. Ancak, ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgal etmesinden sonra ortaya çıkan politik istikrarsızlığın aşılması ve belirlemiş olduğu küresel stratejilerin uygulanabilmesi için İran’a zorunlu olarak ihtiyaç duyulması, saldırı planlarını alt-üst etti. Obama’nın Beyaz Saray’ın patronu olmasıyla, sözkonusu politikalarda belirgin bir değişikliğe gidildi. Askeri eksenli saldırılar bir bakıma rafa kaldırdı ve bunun yerine diyalog, yani diplomasiyi esas alan bir politika izlenmeye başlandı.

İran konumunun getirdiği gücün farkında
İran ise küresel sistem güçlerinin uygulamaya koyduğu stratejiler kapsamında bölgesel bir güç olarak söz sahibi olmak ve mevcut dengeleri kendi lehine kullanmak için mevcut jeo-ekonomik ve jeo-politik konumunu hem güçlendirmek hem de kullanmak istemektedir. Birincisi, petrol ve doğal gaz rezervleri ile Suudi Arabistan ve Irak’tan sonra bölgenin üçüncü ülkesi olması nedeniyle stratejik bir öneme sahip olduğunun bilincinde ve bu gücünü pazarlamaktadır. İkincisi, bu konumu nedeniyle ABD ile ciddi sorunlar yaşamakla birlikte Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin çok yakın ekonomik ve politik ilişkilere sahiptir. İran ekonomisi, diğer bölge ülkelerinde olduğu gibi küresel ekonominin güçlü bir parçasıdır. Üçüncüsü, bölgesel askeri bir güç olmaya çalışmaktadır. Nükleer silah arayışları, bölgesel güç olma politikası ile doğrudan ilişkilidir. Bu aynı zamanda Ortadoğu coğrafyasında silahlanmayı teşvik eden etkenlerden biridir. Dördüncüsü, işgal bölgelerinde istikrarın sağlanmasında etkin bir rol oynayabileceğini sürekli vurgulamaktadır. Yani bir bakıma, kilit bir role sahip olduğunun mesajını vermektedir.

Güvenlik için İran’ı NATO’ya dahil etme projesi
NATO’nun özellikle petrol akışının yüzde 65’nin geçtiği Akdeniz’i denetlemesi, uluslararası ilişkilerde son derece önem arz etmektedir. Bu nedenle sorun sadece petrol üretim merkezlerinin denetemi değil aynı zamanda güvenlikli bir biçimde taşınması da oldukça önemlidir. Petrol üretimin ve taşınmasının denetlenebilmesi için bölge coğrafyasını kontrol edebilen bir askeri güce ihtiyaç duyulmaktadır. Bu güç NATO’dur. Söz konusu olan mevcut ülkelerin aşamalı olarak NATO’ya dâhil edilmesi ile bölgenin tamamı denetim altına alınmış olunacak. Öyle ki, ABD’nin ‘haydut devletler’ listesinde bulunan İran ve Suriye gibi ülkelerin dahi, NATO kapsamına alınması için politik projeler üretilmektedir: “Açıkçası, geçtiğimiz on yıl içinde Akdeniz Diyalogu çok mesafe kat etmiştir ve planlandığı gibi hem NATO’ya hem de diyalog ülkelerine, birbirlerini daha iyi tanıma fırsatı sağlamıştır. Tüm Akdeniz bölgesi için etkili bir enformasyon paylaşma aracı olmasının yanısıra yararlı bir güven oluşturma forumu da olmuştur. Cezayir’i üyeliğe kabul etmek için bir kere genişledikten sonra, artık kapılarının diğer ülkelere de açık olması gerekir. İlk diyalog üyelerinden Ürdün tam anlamıyla bir Akdeniz ülkesi olmadığına göre, gelecekteki katılımlar coğrafi sınırlara göre kısıtlanmamalıdır.

Bu nedenle diyalog yavaş yavaş Irak, Libya, Suriye, Lübnan, daha çok sayıda Körfez ülkesi ve hatta İran’ı da içine alarak genişleyebilir. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın zaman içinde Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı haline gelmesi buna iyi bir örnektir. Bu örgüt her şeyden önce geniş, maksimum sayıda ülkeyi kapsayan bir örgüt olmayı amaçlamıştır...” Belirlenen politik stratejiye göre, Balkanlarda tam bir egemenlik sağlayan NATO’nun Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki ülkeleri -öncelikli olarak Akdeniz sahası içerisinde bulunan Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerini- kendi bünyesine katarak genişlemeye devam etmesidir. İran’ın bu sürece dahil edilmesi, aynı zamanda sadece Akdeniz havzasını değil, Basra ve Umman körfezinin de NATO sahasına dahil edilmesi anlamına gelecektir. Bu iki körfez özellikle petrolün taşınmasında en stratejik alan olarak bilinmektedir. Bu bakımdan İran’ın uzun vadeli bir planla NATO’ya dahil edilmesi küresel sistemin askeri denetim alanının en geniş düzeye ulaşması anlamına gelecektir.

SÜRECEK

Mustafa PEKÖZ Gokyuzu9@aol.com

Küresel çatışmanın merkezi: Orta Asya -1

Yeni_Özgür_PolitikaUluslar arası ilişkilerde coğrafi alan hâkimiyeti ile ekonomik ve askeri stratejiler birbirini tamamlar hale gelmiştir. Coğrafi alan hâkimiyetinin tek başına bir anlam ifade etmeyeceği ve daha çok bölgenin stratejik konumunu belirleyen ekonomik verimlilik düzeyinin giderek etkinlik kazandığını ortaya koyan en somut örnek Orta Asya’nın konumudur.
Orta Asya’da kırılgan dengeler - 1
Kırgızistan’ın iç politikasındaki gelişmeler bölge coğrafyasını ve küresel merkez güçlerini de doğrudan ilgilendiriyor. Bir dönem ABD’nin desteğinde Saroz’un küresel emperyalist sivil kurumları tarafından desteklenen ‘lale’ devrimi ile Kırgızistan, ABD’nin bölgesel bir gücü haline getirilmek istenildi. 2005 yılında Askar Akayev görevinden uzaklaştırıldı. Şimdi de onun yerine gelen Kurmanber Bakiyev halkın toplumsal tepkisiyle görevinden uzaklaştırıldı. Bu politik durum, Kırgızistan’ın iç sorunu gibi görülse de, esasen bölgesel rekabetin bir sonucudur.

Uluslar arası ilişkilerin merkezinde olan bu bölgenin her ülkesi stratejik bir öneme sahiptir. Bu bakımdan Kırgızistan’da neler oluyor sorusunun en doğru yanıtı Orta Asya’yı anlamaktan geçer. Yani Kırgızistan’daki gelişmelerle Orta Asya jeopolitiği arasında çok önemli bir ilişki bulunuyor. Avrasya kavramı gibi Orta Asya tanımlanması hem çok geniş hem de çok karmaşık olarak kullanılmaktadır. Ancak Avrasya’nın stratejik önemini artıran ise Orta Asya bölgesidir. Orta-Asya kavramsal olarak farklı jeo-grafik alanları içermekle birlikte, Sovyetler Birliği döneminde bu kavram, sosyalist cumhuriyetler sınırları içerisinde nispeten belirginleştirildi. Daha çok Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan ve hatta Azerbaycan gibi ülkelerini merkez alan ama aynı zamanda bu ülkelerin çevre merkezi olanak bilinen bölgelerini, Çin’in, Moğolistan’ın, Afganistan’ın ve İran’ın belirli bir kesimi ile Hazar Denizini ve Rusya’nın çok önemli bir bölgesini kapsayan bir alan olarak gösterilmektedir. Bu nedenle ne Avrasya’nın ne de Orta Asya/Merkez Asya’nın, herkesin hem fikir olduğunu belirleyen mutlak sınırları yoktur. Çünkü jeo-strateji, jeo-politik ve jeo-ekonomik faktörler coğrafyanın tayininde önemli rol oynamaktadırlar. Bunlarda küresel güçlerin çıkarlarına göre farklılıklar göstermektedir.

Pilot bölge Orta Asya
Mackinder, Avrasya içerisinde özellikle Orta Asya’yı ‘tarihin coğrafi mihver alanı’ veya ‘pilot’ bölge olarak değerlendirirken, dünyaya hakim olmakla eş değerde görmüştü. Orta Asya’nın merkez çevre ülkelerle birlikte Avrasya’nın beyni olarak tanımlaması, bütün tarihi boyunca egemen güçlerin çatışma alanı olma özelliğini korudu. Uzak Asya, Doğu Asya, Kafkasya, Ortadoğu, Balkanlar, Doğu Avrupa gibi bölgelerin merkezinde bulunması nedeniyle Dünyanın kalpgahı sayılan Avrasya’nın beyni Orta-Asya’dır.

Sovyetler Birliğinin dağılması ile Küresel güç merkezleri tarafından yeniden uluslar arası politikanın gündemine getirtilen Avrasya stratejisinin yaşama geçirilmesinde ‘Central Asia’ ya da Orta/Merkez Asya, uluslar arası rekabetin merkezinde olan bölge olarak yeniden ön plana çıktı. Özellikle “Dünya Gayri Safi Yurt İçi Hâsılasının toplamları itibariyle dünyanın en büyük on beş ekonomisinin on’u bu bölgede bulunmaktadır. Ayrıca, 2000 yılı itibariyle dünya petrol talebinin yaklaşık yüzde 45’i, doğal gaz talebininse yaklaşık yüzde 55’i bu komşu alanda gerçekleşmiş. Bölgenin temel ekonomik potansiyelini oluşturan ve dolayısıyla jeopolitik önemini ortaya koyan doğal kaynak zenginliği, bu bölgeye büyük güçlerin yönelişinin temel sebebidir. Bu temel sebebin yarattığı yeni koşullar söz edilen büyük güçlerin lehine işleyerek, bölgenin ekonomik alandaki stratejik unsurlarını büyük ölçüde yönlendirmektedir.”

Uluslar arası ilişkilerde coğrafi alan hâkimiyeti ile ekonomik ve askeri stratejiler birbirini tamamlar hale gelmiştir. Coğrafi alan hâkimiyetinin tek başına bir anlam ifade etmeyeceği ve daha çok bölgenin stratejik konumunu belirleyen ekonomik verimlilik düzeyinin giderek etkinlik kazandığını ortaya koyan en somut örnek Orta Asya’nın konumudur. Böylece küresel bir güç olma hedefini taşıyan tüm ülkeler için Mackinder’ın tanımladığı ‘mihver bölgesi’ politik stratejilerin uygulanması bakımından çok daha önemli hale gelmiştir. Egemen olma kavramının askeri güçlerin düzeyi ile doğrudan bağlantısı olmakla birlikte küresel ilişkilerde ekonomik alan hâkimiyeti de çok daha öncelikli olarak kendisini dayatmaktadır. Özellikle küresel sistem güçlerinin stratejik etkinlik alanlarında ekonomik bağımlılığa dayanan hâkimiyetin ön plana çıkmasının en tipik modeli Merkez Asya’dır. Ayrıca buranın çok sayıda merkez ve çevreyi kapsayan küresel gücün çekim merkezinde bulunması karmaşık politik ilişkilerin yumağını oluşturmaktadır.

Böylece bütün küresel güçlerin 21.yüzyılda yoğunlaştıkları en önemli uluslar arası politikalardan biri de Avrasya stratejisi ekseninde Orta-Asya’nın denetim altına alınmasıdır. Orta Asya’yı önemli kılan bazı temel noktalar ön plana çıkmaktadır. Birincisi petrol ve doğal gaz bakımından oldukça önemli enerji yataklarına sahip olmasıdır. İkincisi Dünya küresel askeri güçleri tarafından işgal edilen Afganistan’a sınırdır. Afganistan işgal stratejisinin uygulanmasında Orta-Asya’nın tarihisel değerde bir öneme sahiptir. Üçüncüsü, enerji yatakları yanında enerji geçiş yollarını kapsamaktadır. Dördüncüsü, Asya bölgesinin küresel güçleri olarak bilinen Çin, Japonya, Rusya ve Hindistan’ın tam merkezinde bulunmaktadır. Bir bakıma bu güçler tarafından çevrelenmiştir. Beşincisi, Orta Asya aynı zamanda dünyanın en önemli enerji merkezi olarak bilinen Orta Doğu ile sınır ilişkisine sahiptir. Bu iki bölge arasındaki ilişki aynı zamanda uluslar üstü tekellerin bu bölgelerde yoğunlaşmasını sağlamaktadır. Sıralayacağımız birçok faktörün etkisiyle Orta Asya’nın politik denklemleri tahminlerden çok daha karmaşık ve değişkendir Avrasya Merkezi olarak tanımlanan Orta Asya üzerinde dünyanın bütün küresel güçlerinin çok yoğunluklu bir rekabeti söz konusudur.

Orta Asya’nın jeo-stratejik ve jeo-politik Konumu
Daha Somut Kavramak Orta Asya’nın mevcut durumunu analiz edebilmek ve daha objektif politik değerlendirmeler yapabilmek için birkaç istatistikî veri sunmakta yarar var. Orta Asya ülkelerinin GSYİH henüz beklenenin çok gerisinde olmakla birlikte, özellikle 2000 yılından beri sürekli bir gelişme eğilimi içerisindedirler. Bölgesel ve iç politik krizler nedeniyle küresel sisteme adapte olmada ciddi sorunlar yaşayan bölge ülkeleri, dünya küresel kapitalist sistemin ekonomik krizine rağmen diğer Asya ülkeleriyle birlikte ciddi bir ekonomik gelişme süreci içerisindedirler. Doğal kaynakları bakımından zengin olan bölgenin Asya ekonomisi içerisindeki verimliliği için önemli bir süreci aşması gerekiyor.

Orta Asya’nın stratejik öneminin ön plana çıkmasında onun jeografik konumunun çok önemli bir etkisi söz konusudur. Genel olarak kıyaslandığında Orta Asya hem dünya, hem de Asya coğrafyasında tayin edici bir coğrafyaya sahiptir. Eski Sovyetler Birliğini oluşturan 6 ülkenin yüzölçümü yaklaşık olarak 4 milyon metre karelik bir yüz ölçüm ve 56 milyonluk bir nüfusa sahiptir. Bu ülkelerin coğrafik konumu birçok bakımdan önemlidir. Birincisi stratejik konumunu güçlendirmektedir. Ülkenin topraksal alanının geniş olması, söz konusu ülkeye uluslararası ilişkilerde önemli avantajlar sunar. Birçok ülke sınır ilişkisi içinde olması, İkincisi yeraltı ve yer üstü zenginlik kaynakları bakımından geniş bir potansiyel oluşturmasıdır. Yüz ölçüm olarak Asya kıtasında önemli bir yere sahip olan Kazakistan hem enerji yatakları, hem de tarımsal sanayi ürünleri bakımından geniş bir alana sahip olması bakımından önemsenen bir ülkedir. Aynı şekilde, Türkmenistan, Kırgızistan, gibi ülkelerin son yıllarda artan öneminin arka planında, Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde muazzam enerji kaynaklarının bulunması ve geniş bir pazar oluşturmasıdır. Üçüncüsü jeo-stratejik konumunun güçlenmesinde önemli faktördür. Bir ülkenin coğrafik konumlanışı, onun bölgesel ilişkilerdeki rolünü artırmaktadır. Dahası coğrafya, jeo-stratejinin önemli bir halkasını oluştur- duğu gibi aynı zamanda, jeo-ekonomiyi ve jeo-politikayı etkileyen çok önemli bir faktördür. Örneğin Hazar Denizinde geniş petrol ve doğal gaz yataklarının bulunması nedeniyle kıyı ülkelerinin stratejik önemini artırmaktadır.

Orta Asya bölgesi stratejik çatışmaların merkezinde olması nedeniyle askeri harcamalar nispeten hızlı artmaktadır. 1998/2007 yılları arasında yaklaşık olarak yüzde 300 bir artış yaşanmış. Kazakistan’ın 10 yıl içerisindeki askeri harcamaları yüzde 500 civarında arttırarak bölgede etkin olan bir ülke konumuna gelmek istiyor. Ancak bölge ilişkilerinde dengeleri korumaya çalışan Türkmenistan ve Özbekistan’ın askeri harcamalarını bütünlüklü bulmak oldukça zor. BM verilerine göre askeri harcamalarında önemli bir sorun yaşanmaktadır ve net olarak tespit edilmiş değildir.

Tarihsel ilişkiler nedeniyle askeri harcamalarının yüzde 70’i Rusya ile olmaktadır. Daha sonra Çin ve ABD geliyor. ABD’nin bölgesel stratejisinde Orta Asya önemli bir sıçrama tahtası olduğundan askeri ilişkiler bakımından önemsediği bir alanı oluşturmaktadır. Afganistan işgali ile bölgeye kurduğu askeri üslerle hem bir avantaj yakaladı, hem de bölge ülkelerine kendi askeri savaş araçlarını pazarladı. İlk yıllar belirli bir etkinlik yakalamasına rağmen Rusya’nın bölgedeki askeri üstünlüğünü kıramadı ve daha çok gerilemeye başladı.

Dünyanın stratejik merkezi olarak bilinen Orta Asya bölgesi, nüfus yoğunluğuna oranla askeri güç sayısında sürekli bir artış yaşanmaktadır. Bölge genelde uluslararası küresel sistem güçlerinin askeri güçlerinin yoğunlaştığı bir alandır. Rusya ve ABD üslerin varlığı, Afganistan işgali nedeniyle askerileştirilmiş bir bölge özelliğini yansıtmaktadır. Bölgede en çok asker barındıran ülke Özbekistan ve Kazakistan’dır. Bugün iç politik kriz yaşayan Kırgızistan’ın asker sayısı 13 bin civarındadır. Asker başına 6.654 dolar, nüfus başına 36 dolar harcayan Türkmenistan, nüfus başına bölgenin en çok askeri harcama yapan ülkesi olmakla birlikte, Kazakistan, Orta Asya merkez ülkeleri içerisinde silahlanmaya en çok para harcayan ülkesidir.

Her Orta Asya ülkesi bölgesel ilişkilerde farklı etkilere veya rollere sahiptir
Bu nedenle tek tek ülkelerin hem kendi aralarında hem de küresel merkez ülkeleriyle farklı düzeylerde gelişmektedir. Her birinin konumunda farklılıkları bölgedeki ilişkileri etkilemektedir. Bunların bir kısmı, bölge ülkelerinin kendi iç ilişkilerinden kaynaklanıyor. Özellikle Rusya dışındaki bölge ülkeleri arasındaki lider olma çelişkisidir. Özellikle Türkmenistan ile Özbekistan arasında çok belirgin bir rekabet söz konusudur. Bu nedenle bölgede belirgin bir etkinliğe sahip olan Rusya ve Çin ile yakın ilişkilerini korumaya özen gösterirlerken aynı zamanda ABD ile yakın ilişkilere özel bir önem vermektedirler. Konu kapsamında uluslar arası ilişkilerin önemi çok daha ciddi olarak ön plana çıkmaktadır.

Orta Asya denge politikaları, özellikle 2001 yılında Afganistan’ın uluslar arası küresel askeri güçleri tarafından işgal edilmesi ile çok ciddi olarak ön plana çıktı. Özellikle Özbekistan ve Kırgızistan politik dengeler konusunda ciddi bir işleve sahip oldu. Newyork’ta ikiz kulelerin vurulması ile uluslar arası ilişkilerin çok yönlü değişim sürecine girmesi, özellikle Orta Asya’da belirgin olarak hissedildi. ABD-Rusya arasındaki dengelerin şekillen- mesinde etkili oldu.

Rusya, ABD’nin Orta Asya ülkelerini kullanmasına izin verirken, ABD’de Rusya’nın Çeçenistan ağırlıklı olmak üzere Kafkasya’da daha etkin bir güç olarak askeri müdahaleleri yoğunlaştırmasına sessiz kaldı. 11 Eylül 2001 sonrası Washington’un müttefik arayışlarının yoğunlaştığı iki Orta Asya ülkesi öncelikli olarak ön plana çıktı. Afganistan eksenli işgal nedeniyle özellikle Özbekistan ve Kırgızistan, bölgesel işgalin en önemli alanları olarak kullanıldı. ABD’nin dönemin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Putin’in olumlu görüş belirttikten sonra, önce Kırgızistan ve Özbekistan hükümetiyle görüşmelerde bulunmak üzere bu bölgeye gidip ABD’nin askerleri için askeri üs pazarlığı yapıldı. ABD’nin bölgede kalıcılaşmasına yol açacak askeri üslerin verilmesi esasen Bush ile Putin arasında yapılan pazarlıkla netleştirildi.

Kırgızistan ve Tacikistan’da ayrıca İslamcı hareketin yoğunluklu olarak yürüttükleri faaliyetler, ülkelerin iç ilişkilerinde silahlı güç olarak etkin olmaya başlamaları, hem bu ülkelerin yönetimlerini, hem de Rusya’yı ciddi oranda kaygılandırdı. Böylece ABD’nin bu ülkelerde askeri konumlanışlarına bir bakıma onay verdiler ve ABD’nin İslamcı örgütlere karşı savaşmasından bir bakıma yararlandılar.

MUSTAFA PEKÖZ gokyuzu9@aol.com