15 Eylül 2011 Perşembe

Dolandırıcıların Son Baharı!..

AKP rejiminin, PKK ile yaptığı ikili görüşmelerin beşinci oturumuna ilişkin ses kaydı kim tarafından ifşaa edildi bilmiyorum, ama bir dolandırıcılık hamlesinin ifşaası konusunda, sonsuz değerde bir belgedir. Dünyanın gözüne sokma bakımından paha biçilmez değerde.
Lafı döndürüp, dolaştırmanın bir anlamı yok. PKK, Kürdistan hareketidir. Gerilla ülkesine adanmış fedai…
Anlamamakta direnen, kafası almayanlar için vurgulayarak söyleyelim: TC için, „terörist“ olan gerilla gücü ve liderleri Kürdün, Kürdistan’ın ulusal kurtuluş savaşçılardır. O nedenle, her biri korunması gereken birer değerdir, Kürtler için. Kürt, gerektiğinde yemiyor, içmiyor, giymiyor, onlara yediriyor, içiriyor, giydiriyor, herhangi bir köyde dinlenirken, köylüler nöbete duruyor. Kürdistan’ın seçilmişleri de, ulusal kurtuluşa adanmışlıkta öne çıkanlardır.
Ama Türk tarafı, bu gerçeği bir türlü anlamıyor, anlasa bile kafası kavramıyor. Kavramadığı için de seçilmişlere dönüp, „teöristle arana mesefa koy“ diyor. „Koy ki, elini sıkarak seni ödüllendireyim, başdan börekten pay verip, Mehmet Metiner, Galip Ensarioğlu yapayım…“
Kürt seçilmişler, halkına ihanetin dar kapısında çocuklarına „terörist“ demediği için AKP rejimi tarafından dışlanıyor, kabul görmüyor, elleri sıkılmıyordu. Dahası, Avrupa ve Amerika’yı da söylemlerine destekçi yapıyorlardı.
Fakat, ikiyüzlülüğün ironik yanı, Kürt siyasetçilere „teröristlerle arana mesafe koy“ diyerek onları kendi halkının çıkarları ve değerlerine ihanete zorlayan AKP rejimi, perde gerisindeki dolandırma manevralarında, Kürt siyasetçilerin yapmadığını da yaparak yakın temasta saygıyla eğiliyor, müzakerelere oturuyorlardı. Abdullah Öcalan’a „sayın“ dedi diye Kürtleri cezaya boğanlar, şevhetle „sayın“ ve PKK’nin dil alışkanlığıyla „önderlik“ diyorlardı.
İnternete düşen ikili görüşme belgeleri, bu bakımdan iki yüzlülüklerine inen şamar, öte yandan dolandırıcının, Kürtler karşısında son baharıydı. Kürtler artık, kolay dolandırılmıyordu. Şeyh Said, İhsan Nuri Paşa, Seid Rıza deneyimlerinden sonra, kuzu postu altında, „teslim olup, silahları bırakın, haklarınızı verelim“ meleme numarası yapan kurda, „önce yap, göreyim, sonra taviz“ dediklerini gördük, belgelerde.
AKP rejimini, bir yazımda zekası kıt, kısa zamanda zengin olma hırsı boynu aşan Türkleri kandırarak geçinen, Haliç köprüsü ve Taksim’deki saat kulesini satarak, TC tarihinin geçmiş dolandırıcılar arasında en namdar şöhreti olan Sülün Osman’a benzetmiştim.
Evet, AKP rejimi bugün Kürtler karşısında dolandırıcılığının son baharını yaşıyor, fakat o kadar işte…

Yurttaşın hakkını yurttaşa, Sezar’ın hakkını da Sezar’a teslim etmek gerekiyorsa eğer, Sülün hiç bir zaman ve hiç bir dolandırma taklasında, Türk halkı nezdinde AKP rejimi kadar esah, hakiki görünemedi. Cami avlusunda sergilenen kurnazlık kurslarının en başarılısı olarak, o kadar hakiki göründü ki, içeride Kürtler hariç, yapmadığını yapmış, yapamayacağını yapacakmış sihirbazlığının „numarasına gelmeyen“ kalmadı. Teslim olmayanları tehdit ve şantajla emir kulu haline getirerek, demokrasinin uluslararası sularına açıldı.
Nasıl takdir etmezsiniz, emrindeki polis ve askerler Kürt köylerini topa tutup, cinayetler işlerken, gözüne diken gördüğü Kürtleri toplama kamplarına doldururken, yayımlanmamış kitap hakkında ölüm emri verilirken, 68 kişiyle dünyada en çok gazeteci yazar tutuklatan rejim, heykel yıktıran, Faşist İtalya diktatörü Mussolini’nin bilim akademisini kendisine bağlayan ruhunu yere indiren, Kürtlerin dil yasağını, kimlik hırsızlığını tahkim eden, sokağa çıkanın üstüne zehirli gazlar boca eden, cenazeye katılımları polis barikatıyla setleyen AKP rejiminin başı Recep Erdoğan Kuzey Afrika’nın rakipsiz kürsülerinde, insaniyet şarkıları söyleyen bülbüldü. Karşısına dizdiği Araplara „Adam olun, muhalefete zulmetmeyin“ diyordu.
Erdoğan, özenle düşünülüp, dikkatle yazılmış insaniyet nutkunu okurken, baktım, Arap liderler yüzlerinde gülümsemeyle bakıyorlar. O kadar yağa, yollara dökülen bala rağmen alkışlayanın sayısı üçü geçmedi. Onlar kaçın kurası ki, yutmadılar. 
Çünkü, hazretin ağzında, aynı pınardan geldiği Mısırlı Müslüman Kardeşleri iktidar yapmaya oynadığını, Libya’yı yakıp yıkmaya çıktığını, Suriye’nin içine elini daldırdığını unutarak, „ülkelerin içişlerine karışan fesatlara“ yumruk sallıyıp, „demokrasi“ diye haykırıyordu. Arap yutmuyor, ama Ahmet Altan heyecanına mağlup bir şekilde, makalesine „hayranlıkla selamlıyorum“ diye başlıyordu.
Ankara’daki Bakanları, onun „fatih olma“ hevesini, pikniğe davetiye davulu niyetine ölüm tamtamları çalarak açıklıyor, kan görmek isteyen yandaş kalabalıkları sevindirmeye çalışıyorlardı.
Oysa savaş, kurgulanmış film, Qendil’de, zaptı kolay kale değildi. Kolay olsaydı Saddam ve Mollalar rejimi fatih olurdu. Kaldı ki, onların orduları daha az vahşi değildi.
Savaşın öbür korkunç boyutunu, MİT müsteşar yardımcısı, PKK temsilcisine suçlama niyetine, şehirlerin militanlar ve bombalarla doldurduğunu demekle gözler önüne seriyordu. MİT, bu bilgilere sahip olduğuna göre, sonuç hesaplanmalı, birileri bunlara savaşın oyun, hele hele sinema filmi olmadığını anlatmalı.
Unutmamak gerekiyor ki, „imamın ordusu“ düzülmesine rağmen, hala düşmanları da var. Arjantinli Videla da, daha yakın tarihte Falkland fatihi olmaya kalkışmış, kendisi altında kalmıştı. Amerika’nın beş yüz bin kişilik ordu ve son sistem teknoloji silahla destek verdiği Vietnamlı Diem’in akibeti orada duruyor, Kuveyt’i fethe çıkan Saddam kuyudan çıkarılıp asılmıştı…


AHMET KAHRAMAN

AKP'nin Yalancı Baharı ve Kara Harekatı!

Kürt meselesini futbol maçı gibi ele alan AKP iktidarı yalancı baharını yaşıyor. Plan üzerine plan yapıyor. AKP’nin savaş kurmayları da bu plana göre açıklama üzerine açıklama yapıyorlar. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin düdük çalıp futbol maçı başlatır gibi “kara harekatı an meselesi” diyor. Kürtlere karşı savaşın koordinatör kurmayı Beşir Atalay ise “PKK’ye ve Kürtlere karşı tam saha pres” yapılacağını söylüyor. Atalay; Hakkari ve Şırnak hattını kontrol altına alıp Kandil’i de bloke etmeyi hedeflediklerini açıklıyor. AKP’liler kendilerinden çok emin konuşuyor! PKK köşeye sıkıştırılacak. Diplomatik alanda da Kürtler yalnızlaştırılacak. Kısacası AKP Kürtleri askeri olarak yenilgiye uğratıp, siyasal alanda da tasfiye edip güçsüzleştirecek. Askeri, polisi, valisi, medyası ile bunun hesabı içindeler.
Peki bu durum o kadar kolay mı? Birincisi AKP, yanlış zemin ve zamanda at oynatıyor. Dolayısıyla hesap en baştan beri yanlışlık içeriyor. Zemin AKP için çok kaygan, uçurumlarla dolu. Zaman ise AKP’nin istediği gibi ilerlemiyor.
İkincisi AKP’nin içine girdiği PKK karşı ittifak ilişkileri ise kırılagan. İran ile Türkiye ilişkisi Türkiye’ye çok pahalıya patlayacak bir potansiyel taşıyor. Sadece PKK kartı üzerinden İran-Türkiye ortaklaşması gerçekçi görünmüyor. Türkiye; İran’ın bölgedeki dayanaklarını küresel egemen siyasetin çıkarları yönünde zayıflatıyor. NATO’nun Füze Kalkanı projesini kabul etmesi, Arap ülkelerinde İran’ın nüfuzunu kırma çabası, Suriye’ye attığı siyasal ve diplomatik kazık Türkiye’nin İran için güvenilmez olduğunun göstergesi. İran ise Türkiye ile ilişkilerinde ihtiyatlı ama mecburi bir tarz tutturmuş durumda. Türkiye’nin İsrail ile girdiği ilişki biçimindeki durum da çelişkili durum ifade ediyor. AKP’nin Kürtlere karşı savaşındaki önemli ittifaklarından olan İsrail ile ilişkisi görünürde bozulmuş durumda. Erdoğan bunu Arap aleminde siyasal nüfuz ve etkiye çevirme peşinde. Ama bu ilişki tarzı uluslararası alanda AKP’yi daha da zorlayacak bir potansiyeli taşıyor. PKK’nin İsrail-Türkiye ilişkisine ilkeli yaklaşımı PKK’ye itibar kazandırıyor. AKP’ye ise savaş için destek istediği, siyasal olarak ise rant peşinde olduğu İsrail ile ilişkisi ise siyasal ve ahlaki olarak AKP’nin hanesine kötü yazacak. Yani AKP’nin Kürtlere karşı savaşında izlediği diplomatik alan da mayınlı bir alan gibi.
Üçüncüsü AKP’nin Kürtleri bir birine düşürme stratejisi izlemesi. Türk devletinin yıllar yılı denediği, vakti zamanında Kürtlere pahalıya patlayan bu ilişki tarzını AKP iktidarı da denemek istiyor. Ancak Kürtler bu konuda eski Kürtler değil. Güney Kürtleri ile PKK’yi bloke etmek isteyen AKP’nin bu hesabı hiçbir açıdan tutmayacak. Olası durum Kürtlerden önce Türkiye ve bölge için felakettir. Telafisi mümkün olmayan bir girişimdir. Dördüncüsü ise AKP’nin askeri açıdan izlemek istediği plandır. AKP’liler sanki sınır ötesi kara harekatı yapılırsa büyük başarı sağlayacakmış havasındalar. Bu ruh hali AKP için çok pahalıya patlayacak. Sadece AKP için değil, Türkiye için çok belalı sonuçlar ortaya çıkaracak. Türkiye sayısız sınır ötesi ve kara harekatı yaptı. 1983’ten bu yana en belirgin olarak planlanıp yapılanı 25 adettir. Hepsi de sonuçsuzdur. Hatta Türk ordusunun bugün geldiği halin nedeni bu başarısızlıkların sonucudur. Ki o zamanki şartlar ile şimdiki şartlar çok değişti. Türk ordusunda başarısızlık karakter haline gelirken, PKK’de direngenlik ve deneyim önemli bir karakter olarak ortaya çıktı. Yani kara harekatı sonucu ne olursa olsun AKP ve Türk ordusu için çok büyük bir başarısızlık olarak sonuçlanacaktır.
Son olarak bütün bu planlara karşı Kürtlerin çabaları da her alanda artarak devam ediyor. AKP’nin bütün politikalarına ve boyun eğdirme operasyonlarına karşı Kürtler dik duruyor. Dik durunca da halk desteğini fazlasıyla alıyorlar. Uluslararası alanda da saygınlık gören bu direnme biçiminin siyasal sonucu ise orta vadede daha büyük bir sonuç doğuracağa benziyor. Kürtler siyasal alanda birliklerini sağlamak için çabalarını giderek artırıyor. Türkiye halkları ile ortak bir projeyi gerçekleştiriyor. 12 Haziran seçimlerinde yakalanan Demokrasi Cephesi kalıcı bir siyasal örgütlülüğe dönüşüyor.
Dolayısıyla AKP’nin politikalarına karşı Kürtler ve Türkler örgütlenerek karşı duruyorlar. AKP’liler ise komşularına karşı dengesiz ve ilkesiz siyaseti ile durumu kurtarma çabasındalar. Ancak AKP’nin durumu gündelik koruma çabası Türkiye’yi gelecekte büyük bir bataklığa sokacaktır. Savaş Kürdistan ile sınırlı kalmayacak, Türkiye’de huzur ve istikrar bozulacak. Milliyetçilik AKP’nin içinde AKP’yi eritecek temel bir dinamik olacak. AKP’nin koalisyonel yapısında tartışmalar yaşanacak ve parçalanmaya, giderek küçülmeye doğru bir AKP fotoğrafı ortaya çıkacak... Çünkü AKP, PKK’ye ve Kürtlere karşı hep başkasının desteği ve silahları ile savaşa girişti. Eee başkasının Heron’una güvenerek girilen savaştan kim başarılı çıkmış ki AKP de çıksın!..

BAKİ GÜL

TSK Sınırı Aşıyor

Türk ordusunun sınırdaki hareketliliği ve askeri sevkiyatı artarken sıfır noktasındaki Bêzokê ve Museka karakolları, Güney Kürdistan'a bağlı köylere sızıyor. Durumu gerillaya bildiren köylüler, yardım istedi.

17 Ağustos'tan bu yana havadan ve karadan Medya Savunma Alanları'nı bombalayan ve Güney Kürdistan'ı işgale hazırlanan Türk ordusu, sınırda sivil halka dönük provokasyonlarını artırdı. Şemdinli'ye (Şemzinan) bağlı Museka ve Bêzokê karakolları Güney Kürdistan'a sızarak devriye geziyor.

Sınırdan 1 kilometre Güney Kürdistan toprakları içinde yer alan Bêzokê Karakolu ve Museka Karakolu'na bağlı askerlerin bir süredir seyyar birimler halinde, Diyana kentine bağlı Şirwan ve Hacıbeg alanında devriye gezdikleri öğrenildi. Yerel kaynaklar, bu askerlerin gecenin ilerleyen saatlerinde de alandaki Çamê, Kanî Lincê ve Bersiyab köylerinin etrafını ağır silahlarla rastgele yaylım ateşine tuttuklarını, ardından da araziyi ateşe vererek karakola geri döndüklerini belirtiyor. Yüzlerce ağacın yandığı bildirildi. 

Köylüler yardım istedi

Olay, yöre halkının HPG gerillalarını haberdar etmesiyle açığa çıktı. Köylüler, can güvenliklerinin olmadığını kaydederek HPG gerillalarından yardım istedi.

Konuya ilişkin ANF'ye konuşan Zagros alanındaki gerillalar da olayı doğrulayarak, "Halkımızı korumak bizim için hem bir görev, hem de büyük bir onurdur" dedi ve köylülere yardımcı olacaklarını belirtti.

Kürt Hükümeti ise yaşanan bu sınır ihlalleri konusunda herhangi bir açıklamada bulunmadı.

Sevkiyat devam ediyor

Öte yandan işgale hazırlanan Türk ordusunun sınırdaki hareketliliğinde artış gözleniyor. Adı bir çok provokasyonla anılan ve Peyanis katliamında suçüstü yakalanan Hakkari Dağ ve Komando Tugayı'ndan Şemdinli'nin Garê ve Bêzelê karakollarına karadan ve havadan yapılan askeri sevkiyat artarak sürüyor. Buna paralel olarak Amerikan keşif uçakları da Zagros, Xakurkê, Xinêre ve Kandil alanlarında son üç gündür aralıksız keşif uçuşları yaparak Türkiye'ye istihbarat desteği sağlıyor.

Gasp Edilen Ermeni Malları Mevzusu

Bitlis İktidar gücünü elinde bulunduranların ekonomik hırslarının bir halkı nasıl toptan yok etmeye adım adım götürdüğünün tarihteki ilk belirgin örneği olan 1915 Ermeni katliamı, neredeyse bir asrı geride bırakacak. Katliam, sürekli bir etnik mesele olarak algılansa da o günden bu yana yaşananlar açıkça gösteriyor ki Ermeni meselesi, anlatılanın aksine bir Ermeni-Müslüman çekişmesinden öte, yüzyılın ilk en büyük ekonomik kavgasıdır. Konuyla ilgili araştırma haberimizde katliamın en yoğun yaşandığı kentlerden biri olan Bitlis’i ele aldık. Bitlis ve ilçelerinde sürülen ve katledilen Ermenilerin mallarının devlet bürokrasisi tarafından çeşitli entrikalar ve oyunlarla, çıkarılan garip kanunlarla nasıl talan edildiğini inceledik…

Her kentin, her kasabanın, her köyün ve Türkiye’de yaşayan istisnasız herkesin anlatacağı bir Ermeni hikayesi vardır. ‘Ermeni’ kelimesi, resmi tarih ve devlet yetkililerinin ajandasında ‘sözde soykırım’ ve ‘diaspora hayalleri’ cümlelerinde sıkça kullanılıyor olsa da, ‘Ermeni’ kelimesinin halk arasındaki kullanımının asgari objektifliğe sahip olduğu söylenebilir. Birkaç kişinin bir araya gelerek başlattığı konuşmalarda başta “Ermeni komşular” ve onların günlük hayatlarının bizlere ne kadar benzediği gibi insancıl ve kısmen özlem dolu cümleler kullanılırken, hemen sonrasında konuşmanın yönü Ermeni mallarına ve define merakına dönüşüveriyor.

Ermeni kelimesini duyduğunda define merakıyla elleri kazma-kürek sapına giden bizler, Ermenilerin varlıklarının zorba bir şekilde bizlerin varlıklarına armağan ettirildiğinin farkında mıyız? Aklımızdaki Ermeni kavramının salt onların malı ve mülkü üzerinde kurulu olması garipliğini de bir kenara bırakarak, bugüne değin Ermenilerden geriye ne kaldığı sorusunu dahi kendimize yöneltmiyoruz. Binlerce yıldır bu coğrafyada yaşayan, kültürünü şekillendiren bir halktan geriye “Ermeni” denilebilecek bir tek dikili taşın dahi bırakılmamış olması neyin gayretidir? Bu sorunun cevabı gayet basit; Binlerce yıldır Ermeni olan her şey, bir gecede Müslümanlaştırılmış ve Türkleştirilmiştir.

ERMENİ DÜŞMANLIĞI TEMEL DEVLET HİZMETİ!

Ermenileri ve onlara ait olan her şeyi silmek, devlet görevlileri ve yerel bürokratların temel görevlerinden biri olmuş durumda. Her ne kadar günümüzde bu topraklarda Ermeniler yaşamıyor olsa da, bir zamanlar yaşadıkları gerçeğini toplumdan saklamak da sadık devlet memurlarının temel devlet hizmeti olmuştur. Bu kapsamda Ermenilerden kalan gayrimenkullerin çoğu Emval-i Metruke kanunuyla gasp edilerek, kişilere dağıtılmış, asıl sahipleri olan ve devlet eliyle zorla sürülen kişiler mantığa aykırı bir şekilde “firari eşhas” sayılmış, dağıtılamayan gayrimenkuller ise kaderine terk edilmiştir. Bu gayrimenkullerden kiliseler çoğunlukla ahır ya da saman deposu olarak görevlerini tamamlamalarının ardından, tarihten silinmek üzere taşları ya bina yapımında kullanılmak üzere sökülmekte, ya da doğanın insafına terk edilmektedirler.

MEZAR TAŞLARI DELİL OLABİLİR!

Kilise ve manastırlara ek olarak Ermeni mezarlıklarının durumu da hiçlikle anılır durumda. Bu topraklarda yaşananların anlatılmaması için Ermenilerin sürülmeleri, yok edilmeleri yeterli görülmemiş; mezar taşlarının Ermeni varlığına dair delil teşkil etmesinden çekinilmiş olacak ki Ermeni mezarlıkları da kamunun hizmetine sunuldu.

Mezarlıkların kamu hizmetine sunulmasına örnek verecek olursak; Bitlis bu konuda vicdanların en çok yaralandığı yerlerin başında geliyor. Kentteki 4 Ermeni mezarlığından 3’ünün üstünde bugün çeşitli kurumların binaları yükselmekte. Bu mezarlıklardan İnönü Mahallesi’ndeki mezarlığın üzerinde Halk Eğitim Merkezi bulunurken, mezarlığa yakın bir yerde bulunan kilise uzun yıllar cezaevi olarak kullanıldıktan sonra yıkılarak yerine Dideban İlköğretim Okulu kurulmuş. Sapkor (Dsapkor, Sapırkor) Mahallesi’nde bulunan Ermeni Mezarlığı da tamamen tahrip edilerek, üzerinde Bitlis İmam Hatip Lisesi olarak kullanılan bina inşa edilmiş.

Çeşitli kamu binalarının Ermeni mezarlıkları üzerinde kurulması başlı başına vicdanları yaralayan bir devlet tasarrufu olsa da, Bitlis’in Mahallebaşı semtinde bulunan Ermeni mezarlığının üzerinde 8 Ağustos Atatürk Stadyumu’nun kurulmuş olması hiç şüphesiz bütün vicdanları isyana sevk edecek güçte bir tahammülsüzlüğün gerekçesi. Spor müsabakalarının, kurtuluş günlerinin ve resmi geçitlerin yapıldığı stadyum arazisinin bir mezarlık olduğunun bilinmesine karşın yine de stadyum gibi bir yapının mezarlık üzerinde kurulmasının temel amacı; geride Ermenileri hatırlatacak ya da Ermenilerin atalarının yattığı mezarları ziyaret etmemelerini sağlamak olarak açıklanabilir.
KENDİ KANUNU BİLE ÇİĞNİYOR

Devlet eliyle Ermeni mezarlıklarına karşı yürütülen yok etme politikası insanlık ortak değerlerine ve bireysel vicdana aykırı olduğu kadar uluslararası kanunlara da aykırı. Lozan Antlaşması’nın 42. maddesinin üçüncü fıkrasında “Türk Hükümeti sözü geçen azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve diğer dini kurumlara her türlü korumayı sağlamayı taahhüt eder” denmektedir. İlginçtir ki Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, imza attığı uluslar arası kanunları görmezden gelmekle yetinmemiş, kendi kanunlarını; 3998 sayılı Belediye Kanunu’nun ikinci ve Mezarlıkların Korunması Hakkında Kanun üçüncü maddeleri gibi benzeri kanunları da göz ardı ederek, Ermeni mezarlıklarının talanında herhangi bir kusur görmemiş. Bu kanunlar hiçe sayılarak, Bitlis’teki Ermeni mezarlıklarının okul, cezaevi, İmam-Hatip Lisesi ve Stadyum olarak kullanılmasında aykırı bir durum görülmemiş!

TCK’DE BU UYGULAMAYA CEZA VAR

Bu maddelere ek olarak Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 130’uncu maddesi, mezar ve mezarlık talanına üç aydan başlamak üzere iki yıla kadar hapis cezası öngörüyor. Tüm bu kanun maddelerine ve cezai müeyyidelere karşın, Ermeni mezarlıklarına karşı gösterilen devlet hoyratlığı ve bürokratik yağma karşısında hiçbir hukukçunun ses çıkarmaması, devlet erkini elinde bulunduranların bilinçaltlarında düşman olarak belirlediği Ermenilerden her türlü intikamı almasını meşru gören bir anlayışın hakim olduğunu kanıtlar nitelikte.

Bununla beraber, mezarların ziyaret ve anma gibi insancıl ve vicdani bir ritüele sahip olması, Ermeni mezarlarının korunmaları halinde mezarları ziyarete gelecek olan insanların bulunabileceği düşüncesinin de belirgin bir psikolojik etki yarattığı söylenebilir. Ermeni mezarlarının tahrip ya da yok edilmesinin altında, olası ziyaretlerin önünün kesilmesi amaçlanarak, mezarların bulunduğu yöre halkı ile mezarları ziyaret eden Ermeniler arasında olası bir karşılıklı bir etkileşimin de kıvılcımlanmasına şans tanımama zihniyeti amaçlandığı söylenebilir.

‘TERK EDİLMİŞ’ MALLAR KANUNU!

1915 tehcirinin ardından Ermenilerden arındırılan bölgelerde, Ermenilerden kalan gayrimenkuller ya bölge halkı ya da Balkanlar ve Kafkaslardan göç eden muhacirlere cüzi miktarlar karşılığında satıldı. Söz konusu satışlar, 26 Eylül 1915 tarihinde Talat Paşa tarafından hazırlanarak, yürürlüğe konulan Emval-i Metruke (terk edilmiş mallar) kanunuyla, Ermeni malları gerçek sahiplerince yapılacak herhangi bir itirazı kabul etmeksizin yürürlüğe konuldu. İlginç olan şu ki, bu kanunun yürürlüğe konulduğu tarihte Bitlis Valisi Mustafa Abdulhalik, aynı zamanda Talat Paşa’nın da bacanağıdır. Bitlis Valisi ve Talat Paşa’nın bacanağı Mustafa Abdülhalik, bu tarihten 9 sene sonra ilk Meclis’in Maliye Vekili olarak TBMM’de yaptığı konuşmayla tarihe geçecek ve Ermenilerin tehcirinin anlatıldığı üzere salt bir güvenlik tedbiri olmadığını, “Bize mensup olmayanlara mümkün olduğu kadar müşkilat göstereceğiz” sözleriyle ortaya koyacaktır.
SÜRGÜN, KARARDAN ÖNCE BAŞLADI

‘Bitlis’ adının geçtiği bir başka ilginçlik de İttihat Terakki Hükümeti tarafından alınan Tehcir kararının öncesinde Bitlis’te yaşayan Ermenilerin sürgüne yollanmaya başlaması ile anılacaktır. 27 Mayıs 1915’te taslağı hazırlanan, 30 Mayıs 1915’te Meclis-i Vükela’da (Bakanlar Kurulu) imzaya sunularak yürürlüğe konulan Ermenilerin yurtlarından sürülmelerini öngören Tehcir Yasası resmiyet kazanmadan yaklaşık bir ay kadar önce Bitlis’teki Ermeniler, İTC tarafından devlet gözetiminde göç yollarına gitmeye zorlanmışlardı. 2 Mayıs 1915 tarihinde, yani Tehcir Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden 28 gün önce başlanan bu uygulama sonrasında Bitlis’teki tüm Ermeni nüfusu göç ettirilmişti. Göçe tabi tutulacaklar hakkında mahkemelerce alınmış bir karar ya da aranan belirli bir kriter yoktu.

TEHCİR İÇİN ŞÜPHE YETERLİYDİ

Enver Paşa, 2 Mayıs 1915’te Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’dan bu bölgedeki Ermenilerin isyanlarını daha fazla sürdürmelerini engellemek için onların ya Kafkasya’ya, ya da Anadolu içlerine dağıtılmalarını ve yerlerine de Müslümanların yerleştirilmesini istedi. Bunun üzerine Talat Pasa, geçici bir kanun çıkarmadan ve Meclis-i Vükelâ kararı olmadan, bacanağı Bitlis Valisi Mustafa Abdulhalik aracılığıyla Bitlis’te tehciri başlattı. Burada üzerinde durulması gereken konu, tehcir kararı uygulanacak kişiler hakkında net bir belirleme yapılmamış olmamasıydı. Uygulayıcıların, bir şekilde “ihanet içinde” olduklarından şüphelenebilecekleri herhangi bir kişiyi, hiçbir resmi bildirim yapılmadan tehcire tabi tutabilecekleri bu kanun yaklaşık 100 yıldır Türkiye’nin başını ağrıtıyor. Herhangi bir itiraz merciinin olmamasına karşın, olası bir itirazı önlemek isteyen İTC ve günün bürokratları, Bitlis’te yaşayan tüm Ermenileri tehcire tabi tutarak, aleyhlerinde gelişebileceğine inandıkları bir takım olumsuzlukların da önünü böylece kapatmış olmuşlardı.

MALLARI NASIL TALAN EDİLDİ?

Tehcir kararının uygulanarak, Ermenilerden arındırılan topraklar üzerinde geniş çapta bir el değiştirme hareketi yaşandı. Çoğunlukla talanı andıran bu el değiştirmelere yasal bir zemin hazırlama çabasında olan İTC hükümeti 26 Eylül 1915 tarihinde Emval-i Metruke, yani Terk Edilmiş Mallar adı altında bir kanun çıkararak, Ermenilerin geride bıraktıkları mal ve mülkleri hakkında izlenecek yollarla ilgili esasları belirledi. Buna göre tehcire tabi tutulan Ermenilerin mallarının bir kısmı Kafkaslar ve Balkanlardan gelen muhacirlere verilecek, kalan kısmının da satışı yapılarak, tehcire tabi tutulan sahiplerine satıştan elde edilecek gelirler sair masraflar çıktıktan sonra ödenecekti. Bu amaçla aralarında Bitlis’in de olduğu 33 Emval-i Metruke Komisyonu oluşturularak, satış ve devir çalışmalarına başlandı. Komisyon çalışmalarının hakkaniyet sınırları içinde yürütülmediği, çalışmaların başladığı ilk günden itibaren devlet yetkilileri tarafından bile kabul edilmesine karşın, resmi kayıtlarda hangi Ermeniye, hangi malından dolayı ne kadar ödeme yapıldığına dair bir bilgi bugüne kadar bulunamadı.
BACANAK DEVREDE

Ermenilerden kalan gayrimenkul ve mülkler konusu cumhuriyetin ilk yıllarında uğraşması gereken başlıca konulardan biri haline geldi. Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının ardından Ermenilerden kalan mal, mülk ve gayrimenkuller konusu Büyük Millet Meclisi’nin gündemine gelmişti. Gündeme alınan bu sorunla ilgili yürütülen tartışmalarda Ermenilerin mallarına el konulmasının en ateşli taraftarı, Bitlisliler için tanıdık bir sima olan Talat Paşa’nın bacanağı, tehcir dönemi Bitlis Valisi Mustafa Abdulhalik’ti. 1915’te Talat Paşa’nın bacanağı olmanın verdiği referansla Bitlis Valisi olan ve ittihatçılarla birlikte hareket eden Abdulhalik, genç cumhuriyetle beraber, Ermeni meselesi ile ilgili yaşanan tartışmalara Maliye Vekili (Bakan) olarak katılıyordu.

BACANAK VE ARKADAŞLARININ OYUNU

İttihat ve Terakki'nin 1915'te Ermeni ve Rumları sürgün ettikten sonra mal ve mülklerine el koymaya imkan veren 26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunu, İstanbul Hükümeti'nin 8 Ocak 1920 tarihli kararnamesiyle yürürlükten kaldırılır. Bununla, malların sahiplerine geri iade edilmesi ve geçmiş dönemle ilgili zararın tazmini de hedeflenir. Büyük Millet Meclisi, önce gizli ve ardından aleni celsede yapılan tartışma sonucunda kabul edilen 14 Eylül 1922 tarihli kararıyla, bu kararnameyi kaldırır ve 15 Nisan 1923 tarihli 333 no'lu kanunla da İttihatçı tasfiye sistemine tam dönüşü sağlar. Maliye vekili Mustafa Abdulhalik ve arkadaşlarınca Ermeni mallarıyla ilgili sorunları ortadan kaldıracak yöntemler aranırken akıllara pratik bir yöntem gelir.

Tehcire tabi tutulan Ermenilerin geride bırakmaya zorlandıkları malları Osmanlı devleti tarafından terk edilmiş, yani emval-i metruke sayıldıklarından, Ermenilerden mal ve mülk talep edenlerin Lozan Antlaşmasının imzalandığı 24 Temmuz 1923 tarihinde mallarının bulunduğu bölgede olmaları kararı alındı. 24 Temmuz 1923 tarihine kadar malları başında bulunmayan Ermenilerin, malları üzerinde herhangi bir tasarruf hakkına sahip olamayacakları da kanunla ilan edildi. Ek olarak, bu tarihte ülkede bulunmayanlar “Firar-i Eşhas” sayılarak, Ermeniler kendilerince bir tehcir hareketi başlatmış bir gibi ayakları yere basmayan, tarihi gerçeklere aykırı bir durum ortaya çıkarılmıştır. Sonuç olarak, Ermenilerin mallarının geri verilmesi, kendileri sadece 30 Ekim 1918- 20 Kasım 1922 tarihleri arasında başvurmuşlarsa kabul ediliyordu. 20 Kasım 1922’den sonraki istekler ise geçerli olmayacaktı.

ETİK VE VİCDAN BİR TARAFA BIRAKILIR!

Ermeni mallarıyla ilgili sorun, Lozan Anlaşmasıyla yolunca halledildikten ve Ermenilerin malları üzerinde bir tasarruf hakkına sahip olmamaları sağlandıktan sonra, söz konusu mallar ve gayrimenkullerin dağıtımına başlanır. Malların tasfiyesi sırasında etik ve vicdani değerler bir kenara bırakılarak, başta kiliseler olmak üzere çeşitli dini yapılara tapu çıkarılarak, bunların hayvan ahırı ya da samanlık olarak kullanılmasında kusurlu bir yan bulunmadı. Buna ek olarak Ani Harabeleri’nin topçu ateşi ve dinamit yardımıyla yok edilmeye çalışılması gibi kilise, manastır ve benzeri ibadethanelerin yıkılmasında ya da sökülerek, farklı yapılarda malzeme olarak kullanılmasına ses çıkarılmaz. Bu konuda Bitlis’te verilecek 2 örnek, söz konusu uygulamanın vicdan ve ortak insani değerlerin ne denli ayaklar altına alındığını göstermektedir.

SAMANLIK VE AHIR OLARAK KULLANILIYORLAR!

Tatvan ilçesine bağlı Kuşluca köyünde yaklaşık 500 yıllık kiliseye, Tatvan Tapu Kadastro Müdürlüğünce 1988 yılında tapu çıkarıldı ve şuan kilise, mülkiyeti ile birlikte verildiği şahıs tarafından ahır olarak kullanılıyor. Tatvan’da yapılan kadastro çalışmaları ardından Kuşluca köyünde ikamet eden Muhittin G. adlı vatandaşa 3 pafta, 116 parsel numarasıyla 500 yıllık kilise tapu edildi. 90’lı yıllarda boşaltılan köyüne geri dönen Muhittin G., Bitlis Valiliğine başvurarak, “Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Tazmini Hakkındaki Kanun”dan faydalanmak istediğini, göç ettirilmesi nedeniyle 10 yıldan fazla bir süre kendi tapusunda bulunan kiliseyi kullanamadığını belirterek, kurumdan 14 bin TL tazminat istedi. Talebi haklı bulunan ancak meblağı yüksek bulan kurum tarafından Muhittin G.’ye kilisesini kullanamadığı yıllar için 8 bin lira ödeme yapıldı.

Buna benzer bir başka olay da Bitlis merkeze 7 kilometre uzaklıkta bulunan Por (Değirmenaltı) köyünde yaşanıyor. Kilisenin batı duvarının önünde ‘jamatun’ adı verilen bir toplanma yeri inşa edilmiş ve tahminen 15. yüzyılın ortasında eski kilise onarılarak, güneyinde de bir şapel inşa edilmiş. Jamatun adı verilen toplanma yeri bugün harabe haline gelirken, her iki kilise ve şapel ise ahır ve samanlık olarak kullanılıyor.

ANANİA KİLİSESİ

Anadolu coğrafyasında benzerleri arasında eşsiz bir yere sahip olan St. Anania Kilisesi ve Manastırı korunması bir yana, resmi makamlarca yıkılmasının beklendiğini söylemek yanlış olmaz. Geçmiş yıllarda yapı bütününün etrafında evler yokken, son yıllarda köye geri dönüşlerle birlikte artan konut ihtiyacı, hem kilisenin yakınında evlerin inşa edilmesine neden olmuş, hem de başta dolgu malzemesi olarak bin 500 yıllık bir geçmişe sahip olduğu belirtilen yapının taşlarının kullanılmasının önüne geçilememiş. Bu tahribatın önüne geçmesi beklenen Bitlis Kültür ve Turizm Müdürlüğü yetkilileri, olayı incelemek bir yana, kiliseye tapu çıkarılmasına bile en ufak bir itirazda bulunmuş görünmüyor. Tarihi yapının günden güne yok olması karşısında da herhangi bir girişimde bulunmuyor.

**

YUNUS NADİ’NİN TALANI

Emval-i Metruke Kanunu, her ne kadar da Ermenilerden kalan malların müsaderesi ve satışından elde edilecek gelirin gerçek sahiplerine ödemeleri yapılma gerekçesiyle yürürlüğe sokulmuş olsa da devlet görevlilerinin uygulamaları bunun tersine işaret ediyor. Bunun en acı örneği hiç kuşkusuz Vahan Matosyan adlı Ermeni işadamının Matosyan Matbaası adlı işyerinin 20’de biri fiyatına 7 yıl taksitlerle Cumhuriyet gazetesinin patronu Yunus Nadi’ye satılması olayıdır. Türkiye’de cadı avının başlatıldığı günlerde yasal yolları kullanarak İsviçre’ye giden Matosyan ailesine ait, döneminin en modern matbaası, sahibinin tüm itirazlarına karşın Yunus Nadi’ye satıldı.

Vahan Matosyan’ın 4 bin 547 lira 47 kuruşluk borç sebebiyle 80 bin lira değer biçilen tesisinin gasp edilerek, Nadi’ye adeta peşkeş çekilmesi süreci, türlü kurnazlıklar ve bürokratik kayırmalara sahne oldu. Genç cumhuriyetin ‘gözde’ gazetecisi, Mustafa Kemal’in en yakınındaki isimlerden biri olan Yunus Nadi, 1924 senesinde ele geçirdiği matbaa için bir miktar para ödedikten sonra hiç para ödememiş, üstelik devlete ödediği paranın kendisine derhal verilmesini dahi talep etmişti. Zira makinaların tesliminden kısa bir süre sonra bilinmeyen bir sebeple yangın çıkmış, çıkan yangında her nasıl olmuşsa matbaa makinalarının demir aksamlarından dahi geriye en ufak bir iz bulunamamıştı. Matosyan Matbaası’nda bulunan her türlü demirbaş ve kişisel eşyayı satışa çıkaran Yunus Nadi, elde ettiği ganimeti en ufak parçasına kadar değerlendirmiş, hatta Matosyan’ın kütüphanesindeki kitapları dahi Milli Eğitim Bakanlığı’na satmış; sonrasında bu kitaplar Gazi Eğitim Enstitüsü’ne verilmiştir. Dönemin Tanin Gazetesi’nin verdiği haberde, Matosyan’ın kitaplığının değerinin bile tek başına, Yunus Nadi’nin Matosyan Matbaası için devlete ödemeyi taahhüt ettiği miktardan daha fazla olduğuna dikkat çekilmişti.

YOLSUZLUK BASINA VE MECLİSE TAŞINDI

Matosyan Matbaası’nın Cumhuriyet Gazetesi’ne satışına dair ayrıntılar 21 Şubat 1924 Perşembe günü Tevhid-i Efkar ve 22 Şubat 1924 cuma günü Tanin gazetelerinin sütunlarından yayınlanmış, aynı yıl konu Meclis gündemine gelmiş, son olarak da 7’nci dönem Rize Milletvekili Fahri Kurtuluş tarafından Meclis gündemine getirilmiş ve yolsuzluklar Meclis kürsüsünden dile getirilmişti. Tüm bunlara ek olarak Refik Halit de “Bir Avuç Saçma” adlı kitabında Matosyan Matbaasından 109’uncu sayfasında bahsetmektedir.

MATOSYAN’IN PROTESTOSU

Matbaanın sahibi Vahan Matosyan ise 11 Mart 1925 tarihinde Beyoğlu Adliyesi’ne yolladığı protesto mektubuyla yaşadıkları hakkında şu cümlelere yer vermişti, “ ……80 bin lirayı Türki kıymeti hakikisi olan mezkûr matbaa makine ve alât ve edevatının bilâsebep tarumar edilmesi yevmiye 30 lirayı Türki zarar ziyanı intaç ve bu suretle dört hane halkının evladları ile zaruret ve perişaniyete dücar edilmesi muvafıkı nısfet ve madelet almıyacağı derkârdır.” Ailenin girişimine herhangi bir cevap verilmemişti. Söz konusu protesto Maliye Bakanlığı’na iletilmiş, Maliye Bakanlığı ise olaya kayıtsız kalarak herhangi bir cevap vermemişti.

BİR GÜNDE 15 BİN ERMENİ KATLEDİLDİ

Osmanlı ordusunda gönüllü görev alan Venezuellalı Yüzbaşı Rafael Mendez De Nogales görev yaptığı süre boyunca Ermeni katliamlarına tanıklık ettiğini, bu katliamların hükümetin bilgisi ve direktifleri doğrultusunda olduğunu “Osmanlı Ordusunda 4 Yıl’ adlı kitabında şu cümlelerle anlatıyor: “Sokakta Ermenilere ateş edilmesine rağmen belediye reisine yaklaşabildim. Eylemi kendisi yönetiyordu. Beni valinin emrini yerine getirmekten başka bir şey yapmadığını söyleyerek adamakıllı şaşırttı. Emir, 12 yaşından büyük Ermeni erkeklerinin yok edilmesiydi. Ne kadar istesem de bu sivil buyruğa karışamazdım. O zaman jandarmalara çekilme emri verdim ve işin sonuna kadar bekledim. Bir buçuk saatlik kıyımdan sonra Adilcevaz'da yalnız 7 Ermeni kalmıştı". Anılarında Bitlis’e de yer ayıran Yüzbaşı De Nogales, “O gün Komutan Cevdet Bey, Kagikyan Efendi'yle birlikte, Bitlis'in 200 ileri gelen Ermeni'sini, onlardan 5000 altın lira sızdırdıktan sonra astı. Bu parayı Komutan Halil Bey'le aralarında paylaştılar. Bununla da kalmayarak, kentteki bütün erkek Ermenilerin 50 kişilik gruplar halinde civardaki dağlarda yalnız bir yere götürülerek, mezarlarını kazdırdıktan sonra öldürülmeleri emrini verdi. Asker atölyelerinde gerekli olan bir avuç Ermeni ustayı öldürmedi. Genç kadınlar ayak takımı arasında bölüşüldüler ve yaşlılarla, 12 yaşından aşağı çocuklar sürgün edildi. Bitlis kenti ve çevresinde 15 bin kadar Ermeni, bir günde yok edildi” bilgisine yer veriyor.

KİM NE DEDİ?

Araştırmacı-Yazar Sevan Nişanyan: Devletin Başı Çalıntı Köşkte Oturuyor…

Kitapları ve yazılarında başta resmi tarih ve etimoloji (dil bilimi) üzerine eleştirel yazılar yazan araştırmacı-yazar Sevan Nişanyan, Matosyan Matbaası’nın Cumhuriyet Gazetesi’nin eline geçmesi konusunun, tek başına Cumhuriyet’i anlatır nitelikte olduğunu söyledi. Anadolu sermayesi ve burjuvazisinin yaratılması için azınlıkların kurban edildiğine vurgu yapan Nişanyan,” Nihayetinde Cumhuriyet gazetesinin matbaası olayı okyanusta bir damladır. 1913 ile 1923 arasında Anadolu'da toplam mal varlığının yüzde otuzdan fazlası gasp ve yağma yoluyla el değiştirdi. Bu hadiseyi anlamadan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş koşulları hakkında herhangi bir şey anlamak mümkün değildir. Tek Parti döneminin TBMM üyelerinin hangisini incelesen, mutlak surette ya Ermeni ya Rum emval-i metrukesi ile zengin olmuş adamlardır. Yanısıra hemen hemen hepsinin evinde bir, üç, beş Ermeni yetimi veya cariyesi vardır. Memleketin her ilinde "Atatürk Köşkü" adı verilen konaklar vardır; bilirsiniz. İstisnasız hepsi yağma malı gayrımüslim konutlarıdır.

Uzun söze ne hacet? Bu ülkenin cumhurbaşkanlığı konutu Kasapyan Köşküdür. Daha bundan öte söze gerek var mı? Devletin başı çalıntı köşkte oturuyor; bir gariban Yunus Nadi kelepir matbaaya göz koymuş, çok mu?

Eski Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkan Vekili, İstanbul Üniversitesi Öğretim Görevlisi, Sabah Ve Taraf Gazeteleri Yazarı Süleyman Yaşar: 1915’in Provası 1908’de yapıldı…

Resmi tarihin, Ermenilerin başta Doğu Anadolu olmak üzere ülkenin her yerinde sabotaj ve isyanlar başlattıkları gerekçesiyle tehcire tabi tutulduğu ileri sürümünün geçersiz olduğunu, işin temelinde ekonomik kaygıların yattığını doğrulayan İstanbul üniversitesi öğretim görevlisi Süleyman Yaşar, ermeni tehcirinin altında yatan temel etkenin etnik ya da dini farklılıklar olmadığının altını çizdi. Ermeni ve Rum gayrimüslim azınlığın ekonomik hayatı ellerinde bulundurmasının özellikle Makedon ve Balkan kökenlilerin işrahını kabarttığını söyleyen Yaşar, bu alanda 1908 yılında Abdulhamit’e yönelik Hareket Ordusu baskısının gözden kaçırılmaması gerektiğine vurgu yaptı. 1908 hareketinin, 1915 Ermeni tehcirinin provası niteliğinde olduğunu belirten Yaşar, ” Gayrimüslim azınlığa yönelik devlet destekli kalkışmalar, ilk defa 1915 tehcirinde hayata geçirilmemiştir. 1915 tehciri, 1908 yılında yapılan provanın, tatbikatın; gerçekçi hareketidir. Makedon ve Balkan kökenlilerin siyasi ve ekonomik nüfuzlarını arttırmak için gereksinim duydukları burjuvazi sınıfının yokluğu, İstanbul’da “gerici bir ayaklanmanın” patlak vermesi ihtiyacını doğurmuş; böylelikle İstanbul’a askeri müdahaleyle gelen Makedon ve Balkan kökenliler burada 1915 tehcirinin ilk provasını, gayrimüslim azınlığa yönelik kaçırtma hareketiyle başlamışlardır.

Abdülhamit'e karşı 1908'de Hareket Ordusunu örgütlediler. İttihat ve Terakki'yi, o dönemde Rum ve Ermeni tüccarlardan oluşan sermayenin tekelini kırmak amacıyla desteklediler. Sonra, ulus devlet özlemlerini gerçekleştirecek olan CHP'yi kurdular. İşte bugünkü statükocu İstanbul sermayesini, bu eski sermayedar grubun uzantıları oluşturuyor.”dedi.

Agos Gazetesi Yayın Yönetmeni Gazeteci Rober Koptaş: Ermeni Halkının İmha Planı 1800’lerde Başladı…

Anadolu’da Ermeni mallarına yönelik saldırıların tarihi olarak 1800’lerin ikinci yarısında yaşandığını dikkat çeken Rober Koptaş, cumhuriyet kanunları oluşturulurken, ermeni mallarının talan edilmesi için her türlü hukuki düzenlemeyi yaptığını söyledi. İttihat ve Terakki Partisi’nin güçlenmek amacıyla Taşnak Sütyun Partisi ile dirsek temasına da geçtiğini belirten Koptaş,” dayanıyor. O tarihlerde, Osmanlı devletinin modernleşme ve sıkı bir şekilde kontrol altında tutamadığı yöreleri merkeze bağlama çabaları kapsamında, Kürt ve Ermeni nüfusun yoğun olduğu vilayetler adeta ‘yeniden fethedilmişti’. Bu sürecin en önemli mağduru Ermeniler oldu, çünkü göçebe Kürt aşiretlerinin iskan edildiği alanlarda onlar yaşıyordu ve onların silahlı tehdidine maruz kaldılar. Bu aşiretler Ermenilerden haraç alıyor veya onların mallarına, hayvanlarına el koyuyor, kızlarını kaçırıyorlardı. Bu dönemin ikinci önemli gelişmesi ise Kafkasya Müslümanlarının Rus Çarlığı yönetimi altında uğradıkları muameleden kaçarak Osmanlı topraklarına yerleşmesi oldu. Onlar da Ermenilerin yaşadıkları alanlara, üstelik Hıristiyanlara karşı bir hınçla geldi ve silahlıydılar.

Mallara el koyma sürecinin bir diğer perdesi de Abdülhamit’in iktidarı döneminde yaşanan katliamlar sırasında yaşandı. 1890’lı yıllarda tüm Ermeni vilayetlerinde katliamlar ve gasplar yaşandı. Hatta, İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde, İttihat ve Terakki ile Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaktsutyun) arasındaki ittifakın ana gündem maddesi o dönemin gasp edilen topraklarının iadesi anlamına gelen ‘toprak meselesi’ydi… Ancak İttihatçılar verdikleri sözleri tutmadılar. Aksine, 1915’te Abdülhamit katliamlarından çok daha büyük, şiddetli ve planlı bir kırım politikası uyguladılar. Katledilen veya göçertilen Ermenilerin mülklerinin dağıtımı ve işgali de belli bir plan ve program dahilinde işledi. Bu süreç Cumhuriyet döneminde de son bulmadı. Anadolu topraklarında 1000 kadar Ermeni okulu, 2000 kadar kilise, yüzlerce mezarlık ve belki on binlerce şahsi mülk vardı. Bunlar üzerinde şu an Ermeniler değil, başka etnik ve dini kökenlerden insanlar yaşıyor. Bir kısmı ise doğrudan devletin mülkiyetinde. Cumhuriyet rejiminin ayrıca, birer Osmanlı bakiyesi olan gayrimüslim vakıf mallarına el koymak için her türlü hukuki düzenbazlığa başvurduğunu da unutmamak gerekir.”

Hişyar Barzan Şerefhanoğlu

Kürt Kimliğinin Almanya'da Tanınması İçin Kürtler'den Berlin'e 60 bin İmza

'Kürtler Almanya'da kendi kimliğiyle tanınmalı' sloganıyla 15 gün önce başlatılan imza kampanyası sonuçlandı. Kampanya çerçevesinde toplanan 60 bin imza Alman Parlamentosu’na verildi.

Almanya Kürt Dernekleri Federasyonu'nun ( YEK-KOM) öncülüğünde 1 Eylül 2011 tarihinde başlatılan ve 30 civarında demokratik kurum ve kuruluşunda destek verdiği “Kürtler Almanya'da kendi kimliğiyle tanınmalı” isimli imza kampanyası sona erdi.

Kampanya çerçevesinde Almanya genelinde toplam 60 bin imza toplandı. Toplanan imzalar, bugün Federal Almanya Parlamentosu önünde düzenlenen bir miting ile meclis dilekçe ve imza komisyonuna verildi.

Mitinge YEK-KOM yöneticilerin yanı sıra kampanyaya aktif destek veren, Türkiye Almanya İnsan Hakları Derneği (TUDAY) Başkanı İlkay Yılmaz, Almanya Türkiyeli İşçiler Federasyonu (ATİF) adına Süleyman Gürcan, Almanya Göçmen İşçiler Federasyonu (AGİF) adına Baki Selçuk, Goran hareketi adına Kamuran Abdullah Ali, NRW Eyaleti Parlamento Milletvekilleri Hamide Akbayır, Ali Atalan, kapatılan DTP eski Diyarbakır İl başkanı Hilmi Aydoğdu ve birçok kurum temsilcisi de hazır bulundu.

YEK KOM Başkanı Yüksel Koç yaptığı konuşmada, kampanyayı yürüten 30 kurum adına herkese teşekkür ederek, ‘’Biz Kürtler, 15 gün içinde 60 bin imza topladık. Bu bizim gücümüzü gösteriyor. Almanya da kendi yasaları gereğince bu talebimizi kabul etmek zorundadır” dedi.

Koç, başlattıkları imza kampanyasının önemini ise şu cümlelerle açıkladı: ‘’Lozan'da Kürtleri 4 dörde bölen karar Avrupa başkentlerinde çıktı. Bizde bu karardan yıllar sonra yine bir başka Avrupa'nın başkentinde topladığımız bu imzalarla, bu karanızı kabul etmiyoruz diyoruz. Bu kampanyamızın mesajı da böyle okunmalıdır. Almanya ekonomi ve siyasi ilişkilerinizi devreye sokmanızı istiyoruz. Kürt sorunun çözümü için Türkiye'ye baskı yapın. Bu herkesin yararınadır” dedi.

Kürt kimliğinin tanınması için bu bir başlangıç olduğunu da vurgulayan Koç şöyle dedi: “Çalışmalarımızı daha da hızlandıracağız. Bizde diğer göçmen grupları gibi tanınmak istiyoruz’’ diye konuştu.

Türkiye Almanya İnsan Hakları Derneği (DUDAY) Başkanı İlkay Yılmaz ise Kürtlerin diğer halkların sahip olduğu hakka sahip olmasını isterken, Almanya Türkiyeli İşçiler Federasyonu (ATİF) adına Süleyman Gürcan ise “Kürtler kendi kimliğiyle kabul edilmesi gerekiyor” dedi.

Sol Parti NRW Eyalet Parlamento Üyesi Hamide Akbayır da yaptığı konuşmada, ‘’Dilerim ki, Almanya meclisi Kürtlerin bu talebini olumlu karşılar” dedi

MDL NRW Milletvekili Ali Atalan ise Kürtlerin diğer göçmen gruplarıyla aynı hakka sahip olmasını isteyerek, PKK'nin üzerindeki yasağın kalkmasını istedi.

Yapılan konuşmaların ardından oluşturulan bir heyet tarafından toplanan 60 bin imza, Federal Almanya Parlamento Dilekçe ve İmza Komisyonu üyeleri İngrid Remmers ve Erwin Ludwing'e teslim edildi.

Türkiye Suriyeli Muhalifi Teslim Etti!

AKP hükümeti bir yandan Suriye’deki Beşar El Esad rejiminden elini çektiğini belirtirken, diğer yandan Suriye ordusundan kaçarak Türkiye’ye sığınan bir komutanın özel bir operasyonla yakalanıp Esad rejimine teslim edildiği ortaya çıktı.

Her ne kadar Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve hükümeti Suriye’deki muhalefeti desteklediklerini ve Esad rejimine güvenlerinin kalmadığını söyleseler de, Suriye ordusundan kaçan bir komutanın Türkiye tarafından yakalanarak iade edilmesi, farklı bir tablo ortaya çıkarıyor.

Alınan bilgilere göre Hüseyin Hemuş adlı Suriyeli komutan Haziran ayı başında, sivillere karşı işlenen suçlardan dolayı ordudan kaçarak Türkiye’ye sığındı. Hermuş orduya başkaldıran ilk komutan olmuştu.

Ordudan ayrıldıktan sonra Özgür Suriye Komutanları Hareketini ilan eden Hermuş, bu faaliyetlerini Türkiye’de sürdürüyordu.

Bu süreçte Hermuş’un 74 yaşındaki abisi Muhammed Hermuş, Suriye rejimi tarafından tutuklanarak cezaevine konuldu. Kısa bir süre sonra işkencede hayatını kaybetti. Bu açıklama Suriye İnsan Hakları İzleme Komitesi’nden geldi.

Geçen hafta Suriye ordu yetkilileri özel bir operasyonla Hüseyin Hermuş’u yakaladıklarını iddia ettiler. Ancak bu iddia ardından gazeteci Behiye Mardini, güvenilir kaynaklara dayandırdığı bir haberinde şunları belirtti: “Türk devleti, 7 PKK militanı karşılığında, Hüseyin Hermuşi Suriye devletine teslim etti.”

HALKIMIZIN KANI ÜZERİNDEN PAZARLIK YAPILMASINA İZİN VERMEYCEĞİZ

Konuya ilişkin bir açıklama yapan Özgür Suriye Komutanları da Hermuş’un yakalanmasından Türkiye’yi sorumlu tuttu. Hareketin açıklamasında göre Hermuş, ordudan ayrıldığı günden itibaren Türkiye’nin koruması altındaydı. Hareket Türk devletine çağrıda bulunarak, olaya ilişkin bir açıklama yapmasını, aksi takdirde hukuki girişimlerde bulunacaklarını ve BM’ye başvuracaklarını söyledi.

Muhalif hareket şu yarıda bulundu: “Türk devleti Hüseyin Hermuş’u Suriye’ye teslim etmesiyle, mültecilerin hakkını çiğnemiştir. Artık açığa çıktı ki Türk devleti Suriye halkına karşı suç işlemiştir. Bilinmelidir ki biz hiç bir zaman haklimizin kani üzerine pazarlık yapılmasına izin vermeyeceğiz.”

Yunus Nadi'nin Talanı

Yunus Nadi,Mustafa Kemal'le birlikte
Emval-i Metruke Kanunu, her ne kadar da Ermenilerden kalan malların müsaderesi ve satışından elde edilecek gelirin gerçek sahiplerine ödemeleri yapılma gerekçesiyle yürürlüğe sokulmuş olsa da devlet görevlilerinin uygulamaları bunun tersine işaret ediyor. Bunun en acı örneği hiç kuşkusuz Vahan Matosyan adlı Ermeni işadamının Matosyan Matbaası adlı işyerinin 20’de biri fiyatına 7 yıl taksitle Cumhuriyet gazetesinin patronu Yunus Nadi’ye satılması olayıdır. Türkiye’de cadı avının başlatıldığı günlerde yasal yolları kullanarak İsviçre’ye giden Matosyan ailesine ait, döneminin en modern matbaası, sahibinin tüm itirazlarına karşın Yunus Nadi’ye satıldı.

Vahan Matosyan’ın 4 bin 547 lira 47 kuruşluk borç sebebiyle 80 bin lira değer biçilen tesisinin gasp edilerek, Nadi’ye adeta peşkeş çekilmesi süreci, türlü kurnazlıklar ve bürokratik kayırmalara sahne oldu. Genç cumhuriyetin ‘gözde’ gazetecisi, Mustafa Kemal’in en yakınındaki isimlerden biri olan Yunus Nadi, 1924 senesinde ele geçirdiği matbaa için bir miktar para ödedikten sonra hiç para ödememiş, üstelik devlete ödediği paranın kendisine derhal verilmesini dahi talep etmişti. Zira makinaların tesliminden kısa bir süre sonra bilinmeyen bir sebeple yangın çıkmış, çıkan yangında her nasıl olmuşsa matbaa makinalarının demir aksamlarından dahi geriye en ufak bir iz bulunamamıştı. Matosyan Matbaası’nda bulunan her türlü demirbaş ve kişisel eşyayı satışa çıkaran Yunus Nadi, elde ettiği ganimeti en ufak parçasına kadar değerlendirmiş, hatta Matosyan’ın kütüphanesindeki kitapları dahi Milli Eğitim Bakanlığı’na satmış; sonrasında bu kitaplar Gazi Eğitim Enstitüsü’ne verilmiştir. Dönemin Tanin Gazetesi’nin verdiği haberde, Matosyan’ın kitaplığının değerinin bile tek başına, Yunus Nadi’nin Matosyan Matbaası için devlete ödemeyi taahhüt ettiği miktardan daha fazla olduğuna dikkat çekilmişti.

YOLSUZLUK BASINA VE MECLİSE TAŞINDI

Matosyan Matbaası’nın Cumhuriyet Gazetesi’ne satışına dair ayrıntılar 21 Şubat 1924 Perşembe günü Tevhid-i Efkar ve 22 Şubat 1924 cuma günü Tanin Gazetelerinin sütunlarından yayınlanmış, aynı yıl konu Meclis gündemine gelmiş, son olarak da 7’nci dönem Rize Milletvekili Fahri Kurtuluş tarafından Meclis gündemine getirilmiş ve yolsuzluklar Meclis kürsüsünden dile getirilmişti. Tüm bunlara ek olarak Refik Halit de “Bir Avuç Saçma” adlı kitabında Matosyan Matbaasından 109’uncu sayfasında bahsetmektedir.

MATOSYAN’IN PROTESTOSU

Matbaanın sahibi Vahan Matosyan ise 11 Mart 1925 tarihinde Beyoğlu Adliyesi’ne yolladığı protesto mektubuyla yaşadıkları hakkında şu cümlelere yer vermişti, “ ……80 bin lirayı Türki kıymeti hakikisi olan mezkûr matbaa makine ve alât ve edevatının bilâsebep tarumar edilmesi yevmiye 30 lirayı Türki zarar ziyanı intaç ve bu suretle dört hane halkının evladları ile zaruret ve perişaniyete dücar edilmesi muvafıkı nısfet ve madelet almıyacağı derkârdır.” Ailenin girişimine herhangi bir cevap verilmemişti. Söz konusu protesto Maliye Bakanlığı’na iletilmiş, Maliye Bakanlığı ise olaya kayıtsız kalarak herhangi bir cevap vermemişti.

BİR GÜNDE 15 BİN ERMENİ KATLEDİLDİ

Osmanlı ordusunda gönüllü görev alan Venezuellalı Yüzbaşı Rafael Mendez De Nogales görev yaptığı süre boyunca Ermeni katliamlarına tanıklık ettiğini, bu katliamların hükümetin bilgisi ve direktifleri doğrultusunda olduğunu “Osmanlı Ordusunda 4 Yıl’ adlı kitabında şu cümlelerle anlatıyor: “Sokakta Ermenilere ateş edilmesine rağmen belediye reisine yaklaşabildim. Eylemi kendisi yönetiyordu. Beni valinin emrini yerine getirmekten başka bir şey yapmadığını söyleyerek adamakıllı şaşırttı. Emir, 12 yaşından büyük Ermeni erkeklerinin yok edilmesiydi. Ne kadar istesem de bu sivil buyruğa karışamazdım. O zaman jandarmalara çekilme emri verdim ve işin sonuna kadar bekledim. Bir buçuk saatlik kıyımdan sonra Adilcevaz'da yalnız 7 Ermeni kalmıştı". Anılarında Bitlis’e de yer ayıran Yüzbaşı De Nogales, “O gün Komutan Cevdet Bey, Kagikyan Efendi'yle birlikte, Bitlis'in 200 ileri gelen Ermeni'sini, onlardan 5000 altın lira sızdırdıktan sonra astı. Bu parayı Komutan Halil Bey'le aralarında paylaştılar. Bununla da kalmayarak, kentteki bütün erkek Ermenilerin 50 kişilik gruplar halinde civardaki dağlarda yalnız bir yere götürülerek, mezarlarını kazdırdıktan sonra öldürülmeleri emrini verdi. Asker atölyelerinde gerekli olan bir avuç Ermeni ustayı öldürmedi. Genç kadınlar ayak takımı arasında bölüşüldüler ve yaşlılarla, 12 yaşından aşağı çocuklar sürgün edildi. Bitlis kenti ve çevresinde 15 bin kadar Ermeni, bir günde yok edildi” bilgisine yer veriyor.

KİM NE DEDİ?
Araştırmacı-Yazar Sevan Nişanyan: Devletin Başı Çalıntı Köşkte Oturuyor…

Kitapları ve yazılarında başta resmi tarih ve etimoloji (dil bilimi) üzerine eleştirel yazılar yazan araştırmacı-yazar Sevan Nişanyan, Matosyan Matbaası’nın Cumhuriyet Gazetesi’nin eline geçmesi konusunun, tek başına Cumhuriyet’i anlatır nitelikte olduğunu söyledi. Anadolu sermayesi ve burjuvazisinin yaratılması için azınlıkların kurban edildiğine vurgu yapan Nişanyan,” Nihayetinde Cumhuriyet gazetesinin matbaası olayı okyanusta bir damladır. 1913 ile 1923 arasında Anadolu'da toplam mal varlığının yüzde otuzdan fazlası gasp ve yağma yoluyla el değiştirdi. Bu hadiseyi anlamadan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş koşulları hakkında herhangi bir şey anlamak mümkün değildir. Tek Parti döneminin TBMM üyelerinin hangisini incelesen, mutlak surette ya Ermeni ya Rum emval-i metrukesi ile zengin olmuş adamlardır. Yanısıra hemen hemen hepsinin evinde bir, üç, beş Ermeni yetimi veya cariyesi vardır. Memleketin her ilinde "Atatürk Köşkü" adı verilen konaklar vardır; bilirsiniz. İstisnasız hepsi yağma malı gayrımüslim konutlarıdır.

Uzun söze ne hacet? Bu ülkenin cumhurbaşkanlığı konutu Kasapyan Köşküdür. Daha bundan öte söze gerek var mı? Devletin başı çalıntı köşkte oturuyor; bir gariban Yunus Nadi kelepir matbaaya göz koymuş, çok mu?

Eski Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkan Vekili, İstanbul Üniversitesi Öğretim Görevlisi, Sabah Ve Taraf Gazeteleri Yazarı Süleyman Yaşar: 1915’in Provası 1908’de yapıldı…

Resmi tarihin, Ermenilerin başta Doğu Anadolu olmak üzere ülkenin her yerinde sabotaj ve isyanlar başlattıkları gerekçesiyle tehcire tabi tutulduğu ileri sürümünün geçersiz olduğunu, işin temelinde ekonomik kaygıların yattığını doğrulayan İstanbul üniversitesi öğretim görevlisi Süleyman Yaşar, ermeni tehcirinin altında yatan temel etkenin etnik ya da dini farklılıklar olmadığının altını çizdi. Ermeni ve Rum gayrimüslim azınlığın ekonomik hayatı ellerinde bulundurmasının özellikle Makedon ve Balkan kökenlilerin işrahını kabarttığını söyleyen Yaşar, bu alanda 1908 yılında Abdulhamit’e yönelik Hareket Ordusu baskısının gözden kaçırılmaması gerektiğine vurgu yaptı. 1908 hareketinin, 1915 Ermeni tehcirinin provası niteliğinde olduğunu belirten Yaşar, ” Gayrimüslim azınlığa yönelik devlet destekli kalkışmalar, ilk defa 1915 tehcirinde hayata geçirilmemiştir. 1915 tehciri, 1908 yılında yapılan provanın, tatbikatın; gerçekçi hareketidir. Makedon ve Balkan kökenlilerin siyasi ve ekonomik nüfuzlarını arttırmak için gereksinim duydukları burjuvazi sınıfının yokluğu, İstanbul’da “gerici bir ayaklanmanın” patlak vermesi ihtiyacını doğurmuş; böylelikle İstanbul’a askeri müdahaleyle gelen Makedon ve Balkan kökenliler burada 1915 tehcirinin ilk provasını, gayrimüslim azınlığa yönelik kaçırtma hareketiyle başlamışlardır.

Abdülhamit'e karşı 1908'de Hareket Ordusunu örgütlediler. İttihat ve Terakki'yi, o dönemde Rum ve Ermeni tüccarlardan oluşan sermayenin tekelini kırmak amacıyla desteklediler. Sonra, ulus devlet özlemlerini gerçekleştirecek olan CHP'yi kurdular. İşte bugünkü statükocu İstanbul sermayesini, bu eski sermayedar grubun uzantıları oluşturuyor.”dedi.

Agos Gazetesi Yayın Yönetmeni Gazeteci Rober Koptaş: Ermeni Halkının İmha Planı 1800’lerde Başladı…

Anadolu’da Ermeni mallarına yönelik saldırıların tarihi olarak 1800’lerin ikinci yarısında yaşandığını dikkat çeken Rober Koptaş, cumhuriyet kanunları oluşturulurken, ermeni mallarının talan edilmesi için her türlü hukuki düzenlemeyi yaptığını söyledi. İttihat ve Terakki Partisi’nin güçlenmek amacıyla Taşnak Sütyun Partisi ile dirsek temasına da geçtiğini belirten Koptaş,” dayanıyor. O tarihlerde, Osmanlı devletinin modernleşme ve sıkı bir şekilde kontrol altında tutamadığı yöreleri merkeze bağlama çabaları kapsamında, Kürt ve Ermeni nüfusun yoğun olduğu vilayetler adeta ‘yeniden fethedilmişti’. Bu sürecin en önemli mağduru Ermeniler oldu, çünkü göçebe Kürt aşiretlerinin iskan edildiği alanlarda onlar yaşıyordu ve onların silahlı tehdidine maruz kaldılar. Bu aşiretler Ermenilerden haraç alıyor veya onların mallarına, hayvanlarına el koyuyor, kızlarını kaçırıyorlardı. Bu dönemin ikinci önemli gelişmesi ise Kafkasya Müslümanlarının Rus Çarlığı yönetimi altında uğradıkları muameleden kaçarak Osmanlı topraklarına yerleşmesi oldu. Onlar da Ermenilerin yaşadıkları alanlara, üstelik Hıristiyanlara karşı bir hınçla geldi ve silahlıydılar.
Mallara el koyma sürecinin bir diğer perdesi de Abdülhamit’in iktidarı döneminde yaşanan katliamlar sırasında yaşandı. 1890’lı yıllarda tüm Ermeni vilayetlerinde katliamlar ve gasplar yaşandı. Hatta, İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde, İttihat ve Terakki ile Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaktsutyun) arasındaki ittifakın ana gündem maddesi o dönemin gasp edilen topraklarının iadesi anlamına gelen ‘toprak meselesi’ydi… Ancak İttihatçılar verdikleri sözleri tutmadılar. Aksine, 1915’te Abdülhamit katliamlarından çok daha büyük, şiddetli ve planlı bir kırım politikası uyguladılar. Katledilen veya göçertilen Ermenilerin mülklerinin dağıtımı ve işgali de belli bir plan ve program dahilinde işledi. Bu süreç Cumhuriyet döneminde de son bulmadı. Anadolu topraklarında 1000 kadar Ermeni okulu, 2000 kadar kilise, yüzlerce mezarlık ve belki on binlerce şahsi mülk vardı. Bunlar üzerinde şu an Ermeniler değil, başka etnik ve dini kökenlerden insanlar yaşıyor. Bir kısmı ise doğrudan devletin mülkiyetinde. Cumhuriyet rejiminin ayrıca, birer Osmanlı bakiyesi olan gayrimüslim vakıf mallarına el koymak için her türlü hukuki düzenbazlığa başvurduğunu da unutmamak gerekir.”

Hişyar Barzan Şerefhanoğlu

Sinirlioğlu Talabani'den Ne Talep Etti?

Hafta sonu Dışişleri Bakanı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, Bağdat’ta Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari, Irak Milli Parlamento Başkanı Usema Necufi ve Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ile bir görüşme yaptı.

Bağdat’tan sonra Kürdistan’a gelen Türk diplomat, Selahattin kentinde Federe Kürdistan Bölge Başkanı Mesut Barzani’yle son gelişmeleri tartıştılar.

Türkiye’nin Irak ve Kürdistan’daki temaslara Sinirlioğlu’nu göndermesi dikkat çekici. Aslında, Sinirlioğlu Irak ve Kürdistan’daki gelişmelere çok da hakim olmayan bir diplomat. Nitekim Sinirlioğlu temaslarında yapılacak olası bir kara operasyonu için bilgilendirmede bulundu ve PKK’ye karşı Güneylilerden bazı tavizler koparmak istedi.

TALABANİ’YE ARABULUCULUK TEKLİFİ


Ancak görüşmelerde en dikkat çekici gelişme ise Sinirlioğlu’nun Kürt yetkililerden özelikle Celal Talabani’den PKK ile Türkiye arasında aracı rol oynaması talebinde bulunduğu belirtiliyor. Bu iddiayı bölgede yayın yapan yerel basın gündeme getirdi.

Nitekim Sinirlioğlu’nun bölgede olduğu bir sırada gündemde olmadığı halde Celal Talabani’nin BDP’li Leyla Zana’yı davet etmesi bu şekilde yorumlandı.

Talabani, bizzat Sinirlioğlu heyetinden Öcalan’ın yakında İmralı’dan İstanbul’daki bir cezaevine nakledileceği bilgisini aldığını basına yansıttı. Ankara’daki AKP’li yetkililer Öcalan’ın başka bir cezaevine sevk edileceği bilgisini yalanladılar.

PKK’YE PLANLI ÇAĞRILAR

Aslında gelişmeler tam da böyle değildi. Her ne kadar Talabani ile Sinirlioğlu arasında böyle bir diyalog geçmiş olsa da basına yansıtılanlar ile görüşmelerin içeriği farklıydı. Basına verilen bilgiler temasların içeriğini gizlemeye yönelik bir enformasyon çalışması gibi görülüyor.

Sinirlioğlu ile aynı günlerde davet edilen Leyla Zana üzeri BDP’li parlamenterlerin meclise dönmeleri için ‘ikna diplomasisi’ mi yürütüldü sorusunu akıllara getiriyor.

Sadece ikna diplomasisinin bununla sınırlı olmadığı, son dönemde Güneydeki Kürt yöneticilerden ‘PKK ve PJAK’ın silahları bırakarak mülteci kamplara yerleşmesi’ çağrılarının planlı bir çalışma olduğunu ortaya koyuyor.

BDP’NİN MECLİSE DÖNÜŞÜ İÇİN GÜNEYLİ KÜRTLER DEVREDE


İkna diplomasisinin diğer bir ayağı ise BDP’nin Meclis’e dönüşü konusunda Güneyli yetkililerin devrede olduğunu gösteriyor. Bu mesajlar Leyla Zana’ya verildi mi verilmedi mi bilmiyoruz?

Bu ikili diplomasinin özü bir taraftan askeri operasyon için Güneyli güçlerden destek alarak direnen güçleri tasfiye iken, diğer tarafı ise siyasi alanda Kürt iradesini teslim almaya yöneliktir.

Bunu Erdoğan bayram öncesi yürütmüş olduğu psikolojik savaşla denedi. Kürt siyasetçilerini tehdit ederek taraflarını netleştirmelerini, PKK ile aralarına mesafe koymalarını yoksa hesap soracaklarını söylemişti.

Ancak anlaşılan o ki Erdoğan’ın tehditleri çokta yer bulmamış olacak ki bu sefer Güneyli güçleri bu plana dahil etmeye çalışıyorlar.

TESADÜF MÜ, KONSEPT Mİ?

Güneyli güçlerin son dönemlerde en üst düzeyde yapmış oldukları tüm açıklamalar dikkatle incelendiğinde Erdoğan ve AKP hükümetinin BDP’ye ve Kürt Özgürlük Hareketin ısrarla dayatmak istediği politikalarla birebir örtüştüğünü göreceksiniz. Bu tesadüf mü? Yoksa oldukça planlı bir biçimde yürütülen bir konsept mi?

Ancak siyasette tesadüflere pek de yer olmadığı atılan her adımın, söylenen her sözün hangi güce ne mesaj verilmesi gerektiği önceden hesaplanarak söylendiği görülecektir.

PLANDA NELER VAR

Bu görüşmelerde yerel basına yansıdığı kadarıyla Güneyli güçlerden ikna diplomasisi dışında istenen başka şeylerde vardı:

*Birincisi PKK’nin Güneydeki faaliyetlerin sınırlandırılması,

*Medya Savunma Alanlarına (gerilla denetimindeki bölgeler) yönelik tüm giriş-çıkışların kapatılması,

*PKK’ye lojistik destek yollarının kesilmesi,

*Hava saldırılarının daha rahat yapılması için PKK’nin bulunduğu alanlardaki sivil yerleşim birimlerin boşaltılması

*Varolan askeri ve istihbarat üslerinin daha aktif hale gelmesi için daha fazla imkan tanınması,

*Süleymaniye’ye bağlı Ranya ve Qeledıze ilçelerinde yeni ve daha büyük askeri ve istihbarat üslerinin kurulması

*Yine Medya Savunma Alanlarına giden tüm yollardaki askeri kontrol noktalarında peşmerge güçleriyle birlikte kalmak

KANDİL’E GİDENLERİN KİMLİKLERİNE EL KONULUYOR


Nitekim Sinirlioğlu görüşmesinden sonra Kandil’e giden son askeri kontrol noktalarında şimdiye kadar yapılmayan bir uygulama yürürlüğe konuldu. Artık Kandil’e giden herkesin kimliğine gidiş sırasında el konuluyor. Ancak dönüşte tekrar kimlik veriliyor. Bu yeni uygulama istihbarat paylaşımı kapsamında yapılıyor.

Bu taleplerin ne kadarının Güneyli güçler tarafından kabul edilip edilmediğini bilmiyoruz. Bu durum bir iki hafta içinde netlik kazanır. Bu temaslarda özelikle Mesut Barzani ile yapılan görüşme oldukça sıradan ve önemsiz bir görüşme gibi basına yansıtıldı. Çok rutin bir habermiş gibi geçiştirildi. Irak’taki Kürt basını Türk devletinin bu görüşmelerde istediğini koparamadığı gibi bir hava yansıttı. Umarız öyledir.

Er Eren'in Asker Arkadaşları: ''O iİntihar Etmedi!''

İntihar ettiği ileri sürülen er Eren Özel’in amcası Mahmut Özel, “Yeğenim kesinlikle intihar etmedi. Bunu yeğenimin asker arkadaşları da bize söyledi” dedi. Amca Özel, çocukları kışlalarda şüpheli şekilde ya da herhangi bir nedenle ölen askerlerin ailelerine de “Birlikte hareket edelim” çağrısını yaptı.

Maraş’ta 5’inci Zırhlı Tugay Komutalığı 1’inci Mekanize Piyade Bölüğü’nde askerlik yapan 20 yaşındaki piyade er Eren Özel’in 8 Eylül günü nöbetteyken intihar ettiği yönündeki askeri yetkililerden yapılan açıklama tartışılmaya devam ediyor. Eren Özel’in, Malatya’nın Yeşilyurt ilçesine bağlı Çayır köyünde yaşayan ailesi olayın gerçekleşiş şekline işaret ederek, intihar iddiasının doğru olmadığını belirtiyor.

ARD ARDA FARKLI AÇIKLAMALAR!

ANF’ ye konuşan Kürt asker Eren Özel’in amcası Mahmut Özel, “Yeğenim kesinlikle intihar etmedi, intihar etseydi alnından değil de, boğazından vurulurdu. Ayrıca başkalarının silahıyla değil kendi silahıyla vurulmuş olurdu” dedi. Amca Özel, ölüm haberini nasıl aldıklarını şöyle anlattı:

"Eren'in askerlik yaptığı Maraş'taki birliğinden ilk önce beni telefonla aradılar. Eren'in nöbet esnasında intihar ettiğini söylediler. Ben de hemen tüm aileye haber verdim ve ailece oraya gittik. Eren için önce ‘ölü bulundu’ dediler. Bölge Komutanı bize ‘intihar etti’ dedi. Fakat bizim gelmemizi beklemeden cenazeyi Adana'ya, oradan da askeri hastaneye götürmüşler. Eren kaşının ortasından vurulmuş. Bir insan o silahla kendini başından vuramaz. İtiraz ettik ve sonunda beraber nöbet tuttuğu arkadaşı tarafından vurulduğunu itiraf ettiler.”

“Kim suçluysa ortaya çıkarılsın ve cezasını çeksin” diyen Özel, Eren'i vuran askerin tutuklandığını ve şu anda Gaziantep Askeri Cezaevi’nde bulunduğunu, ileride duruşmasının olacağını aktardı. Duruşmaya ailece katılacaklarını belirten Mahmut Özel, çocukları kışlalarda şüpheli şekilde ya da herhangi bir nedenle ölen askerlerin ailelerine de “Birlikte hareket edersek, buna benzer olayların olmasını engelleriz” çağrısında bulundu.

ARKADAŞLARI GERÇEĞİ BİLİYOR

Eren’le öldürülmeden 2 gün önce görüştüğünü ve moralinin gayet yerinde olduğunu söyleyen amca Özel, yeğeninin intihar etmesi için herhangi bir nedeninin ve sorununun olmadığını belirtti. Yeğeninin alnından vurulan kurşunla hayatını kaybettiğini ve o kurşunun da kendi silahından değil de Yozgat nüfusuna kayıtlı Ahmet Aktaş adlı askerin silahındaki kurşunla öldüğünü aktaran Mahmut Özel, “Yeğenim kesinlikle intihar etmedi. Bunu yeğenimin asker arkadaşları da bize söyledi” dedi. Bu asker ölümlerinin hesabının sorulması gerektiğini vurgulayan Özel, şöyle konuştu:

“Yazık değil mi oğlumuza? Kendisi İstanbul’da garsonluk yapıyordu, ne günahı vardı? Dünyanın hiçbir ordusunda bu kadar asker intiharları olmazken, niye bizim ülkede bu kadar intihar olayları oluyor? Birileri hesap versin. Bir daha çocuklar ölmesin. Fakat her zaman yoksulların çocukları ölüyor. Askeri Morg'un kapısında 'Cennet Kapısı' yazıyor. Bu cennet kapısından niye hep yoksulların çocukları geçiyor? Genelkurmay Başkanı'nın, Başbakanın çocukları niye geçmiyor? Madem cennet kapısı, paşaların çocukları geçsin. Biz böyle cennet istemiyoruz.”

AİLE SUÇDUYURUSUNDA BULUNACAK

Olayın takipçisi olacaklarını ve suç duyurusunda bulunacaklarını dile getiren Özel, artık hiçbir asker intiharı haberine inanmadıklarını ve herkesin bu asker intiharları konusunda durması gerektiğini söyledi.

BAYRAĞI GERİ VERDİLER

Erhan Özel’in ölümünün araştırılmasını isteyen aile ve Çayır köylüleri, iki gün önce otobüslerle Malatya’daki 2’nci Ordu Komutanlığı önüne gelmiş ve tabuta sarılı Türk bayrağını karargâha teslim etmişti. Aile karargah önünde 2’nci Ordu Komutanlığı’nda sorumlu bir komutanla görüşmek istemiş, ancak grubun nizamiyeden içeri girmesine izin verilmemişti.

Eren Özel’in babası ise uzun zamandan beri eski Kürdistan Komünist Partisi davasından Ankara Sincan Cezaevi’nde tutuklu bulunuyor.

Erdoğan, Sarkozy ve Cameron Arasında Libya Yarışı

Kaddafi rejiminin yıkılmasıyla Batılı liderler Libya’dan pay kapma yarışına girdi. ‘Arap baharı’ turuna çıkan Erdoğan’dan önce Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve İngiltere Başbakanı David Cameron’ın bugün Trablus’a jet bir ziyaret yapması bekleniyor. Batılı liderlerin niyeti ise ilk ekonomik teklifleri kapmak.

Libya’ya yönelik askeri müdahaleye öncülük eden Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve İngiltere Başbakanı David Cameron elini çabuk tuttu. Kaddafi’nin rejiminin yıkılmasından sonra başkent Trabulus’a gidecek ilk Batılı liderler Sarkozy ve Cameron, Kuzey Afrika gezisinde Mısır ve Tunus’tan sonra Libya’ya da uğramaya niyetlenen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dan hızlı davrandılar.

Fransız filozof Bernard-Henri Levy’in katılacağı gezide Sarkozy ve Cameron Trablus'ta Ulusal Geçiş Konseyi yetkilileriyle yapacağı görüşmenin ardından Bingazi'ye geçmesi bekleniyor. Gezinin ayrıntıları Libyalı kaynaklarca doğrularken, Londra’daki hükümet yetkilileri “Ziyareti teyit edemiyoruz” demekle yetindiler.

Ancak uzun bir süredir her iki liderin Libya gezisini planlarken, tarihin Erdoğan’ın bölgede olduğu sırada denk gelmesi dikkatlerden kaçmadı. Avrupa basınında yapılan bazı yorumlara göre Sarkozy, Cameron ve Erdoğan’ın Libya’ya gitmek için yarışmalarının altında Ulusal Geçiş Konseyi ile yapılacak anlaşmalar yatıyor.

Sarkozy’nin Fransa’daki seçimlere 8 ay kala Libya’da iyi bir sınav vermeye çalıştığı, Erdoğan’ın ise ilk ekonomik teklifleri kapmaya çalıştığı belirtiliyor. Üç liderin Libya merakına dikkat çeken Alman haber dergisi Spiegel, özellikle Erdoğan’ın niyetinin Libya’nın yeniden inşa sürecinde yapılacak yatırımlar için ilk sözleri almak olduğunu yazdı.

Libya, Somali Gibi Dağılabilir

SAMİR AMİN




Libya ne Tunus ne de Mısır’dır. Kaddafi yanlısı iktidar grubu ve onlarla mücadele eden güçler, Tunuslu ve Mısırlı isyancı ve iktidar yanlılarıyla hiçbir şekilde benzeşmezler. Kaddafi hiçbir şey değildi, sadece düşüncelerinin boşluğu o meşhur “Yeşil Kitabı”nda yansıyan bir maskaradan ibaretti. Hâlâ geçmişte yaşayan bir topluma hükmeden Kaddafi, gerçeklikle çok az alakası olan ve birbirini takip eden “milliyetçi” ve “sosyalist” konuşmalar tezatına düşebilirdi, ve ertesi gün kendisini “liberal” ilan edebilirdi.

Liberalizm seçimin toplumsal hiçbir etkisi olmazmış gibi, “lütfen Batı” şiarıyla liberal bir atak yaptı. Ama bunun etkisi oldu ve Libyalıların çoğunluğunun -alışılagelmiş şekilde- yaşam koşullarını kötüleştirdi. Yaygın olarak yeniden dağıtılabilir olan petrol kirası, Kaddafi’nin ailesinin de içinde olduğu imtiyazlı küçük grupların hedefi haline geldi. Bu koşullar daha sonra, ülkenin rejyonalistlerinin ve siyasal İslamcıların hemen avantaj sağladığı bilinen o patlamaya mahal verdi.

Libya gerçekten hiçbir zaman bir ulus olarak var olmadı. Arap Batısı’nı Arap Doğusu’ndan ayıran (Mağrip’ten Maşrık’a) bir coğrafi bölge konumunda. İkisi arasındaki sınır Libya’nın tam ortasından geçiyor. Sirenayka, Maşrıklı (Doğulu) olmadan önce tarihte Yunan ve Helenistik’ti. Trablusgarp, kendi payına, Romalıydı ve sonra Mağripli (Batılı) oldu. Bu sebeple, ülkede bölgecilik her zaman güçlü olmuştur.

Kimse Bingazi’deki Ulusal Geçiş Konseyi üyelerinin kim olduğunu tam olarak bilmiyor. Aralarında demokratlar olabilir, fakat kesinlikle, bölgecilerin yanı sıra, türlerinin en kötüleri olan İslamcılar da mevcutlar. Konsey Başkanı, Bulgar hemşireleri ölüme mahkûm edip Kaddafi tarafından ödüllendirilerek Adalet Bakanlığı’na getirilen (2007’den Şubat 2011’e kadar) yargıç Muhammed Abdulcelil. Bu nedenle Bulgaristan Başbakanı Boikov, konseyi tanımayı reddetti, fakat görüşüne Avrupa Birliği ve ABD tarafından destek verilmedi.

Başından itibaren, Libya’daki “hareket”, sivil gösteriler dalgası olmaktan ziyade, orduya karşı silahlı bir ayaklanma şeklini aldı. Ve derhal bu silahlı ayaklanma yardımına NATO’yu çağırdı. Nitekim, emperyalist güçlere askeri müdahale şansı teklif edilmiş oldu.

Onların amacı kesinlikle ne “sivilleri korumak” ne de “demokrasi”, sadece petrol sahaları ve yeraltı su kaynaklarını kontrol altına alıp ülkede önemli bir askeri üs edinmek. Elbette, Kaddafi liberalizmi kucakladığından beri, Batılı petrol şirketleri Libya petrolü üzerinde kontrol sağlamış durumda. Fakat Kaddafi’yle kimse hiçbir şeyden emin olamazdı. Yarın taraf değiştirip, Hintliler ve Çinlilerle top oynamaya başladığını varsayın. Daha da önemlisi, Afrika Sahrası ülkelerinin çıkarına kullanılabilecek devasa yeraltı su kaynakları. Tanınmış Fransız şirketleri bu yeraltı sularıyla ilgililer (Fransa’nın en başlarda duruma müdahil olma sebebidir). Bu suyu daha kârlı bir yol olan zirai yakıt üretiminde kullanacaklar.

1969’da Kaddafi, Amerikalıların ve İngilizlerin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ellerinde bulunan ülkedeki üsleri terk etmelerini talep etti. Şu an Amerika, AFRİKOM (Amerikan ordusunun Afrika komutanlığı için – ki dünya üzerinde askeri bir kontrol kurma hedefinin önemli bir parçasını oluşturur, ancak merkezi halen Stuttgart’ta olmak zorundadır) için Afrika’da bir yer bulma ihtiyacında. Şu ana dek hiçbir Afrika ülkesinin yapmaya cesaret edemediğini Afrika Birliği yaparak bunu reddetti. Trablusgarp’ta hizmete hazır bir uşak, Washington ve NATO subaylarının talepleriyle uyumlu, Mısır ve Cezayir’e ise direkt tehdit olurdu.

Bunu söyledikten sonra, “yeni rejimin” nasıl davranacağını tahmin etmek zorluğu kalır. Somali modelinde olduğu gibi bir parçalanma olasılığı göz ardı edilmemelidir.

* Kaynak: www.pambazuka.org sitesinden gercegingunlugu.blogspot.com tarafından çevrilmiştir.'

Gerger: Harekât İçin ABD'nin Aktif Desteği Bekleniyor

Araştırmacı-yazar Haluk Gerger’e göre, Türkiye’nin sınır ötesi harekâtında ABD ile Güney’deki Kürt yönetimi ve İran’ın alacağı tutum belirli olacak. Daha öncesi askeri harekâtları anımsatan Gerger, “Operasyon, askeri bir macera olur” dedi.

Araştırmacı yazar Haluk Gerger, askeri bakımdan denenmemiş hiçbir yöntemin olmadığını anımsatarak, “Dolayısıyla denenmişi ve başarısızlığı kanıtlanmış olanı bir daha denemenin çok fazla anlamı yok. Bunu Türkiye biliyor” dedi.

Türkiye’nin bu nedenle ABD’nin aktif desteği ile Güney Kürdistan’daki Kürt yönetiminin aktif stratejik-askeri katkısını alması gerektiğinin farkında olduğunu söyleyen Gerger, “Bunu gerçekleştirebilirse ‘yeni koşullar oluştu, bu sefer ki operasyon yenidir’ diyebilir. Aksi takdirde eskinin bir tekrarı olur, ondan da hiçbir şey çıkmaz. Böyle bir yenilgiyi de göze alamayabilirler” diye konuştu.

‘HERKES KENDİ HAMLESİNİ YAPIYOR’

Sınır ötesi kara harekâtında iki faktörün önemli olduğunu belirterek, “Birincisi ABD faktörü. İkincisi de güney Kürt yönetimini ve İran’ı devreye sokmak. İkinci şıkkın sonuç verme ihtimali daha zayıf. Ama iki taraf da çok sıkıştığı için ‘denenmez’ diye bir şey yok. Şimdi bölgede herkes kendi hamlesini yapıyor. Çünkü bölgede bulanık suda balık avlanıyor” dedi.

“Devletler, bu fırsattan istifade iç hoşnutsuzluğu ortadan kaldırmaya yöneliyor” diyen Gerger, “Çünkü o iç hoşnutsuzlukların Libya’da, Mısır'da ya da diğer kimi ülkelerde ne sonuçlar verdiği ortada. Bu iç hoşnutsuzluğu bastırırken, kimi devletler önce kendi evini düzenlemeye çalışıyor. Türkiye bakımından bu çok önemli. İran'da bu arada kendisine olası bir müdahale bahanesi ortadan kalksın diye Kürt sorununda yeni bir hamle yapıyor” diye konuştu.

‘TASFİYE SONUCUNA ULAŞAMAZLAR’


Araştırmacı yazar Haluk Gerger, ortak bir operasyon yapılabilmesi olasılığının da olduğunu söyleyerek şunları kaydetti: “Bütün askeri güçleriyle başarıya ulaşamadıklarını geçmiş bize gösteriyor. İkisinin ortaklığı da bence yeterli değildir. Amerika ve Amerikan dolayımıyla Barzani rejimi de bu işin içine katılabilirse o zaman askeri dengeler, tablo değişebilir. Ama bunun da olasılığı çok ortada yok. Ancak bunlara rağmen, bu ülkeler can havliyle o sıkışmışlığın bir paniğiyle bir maceraya girebilirler. Onu da yakında göreceğiz. Ama o da bir askeri macera olur, kan dökülür, işler çok gerginleşir ama istedikleri sonucu yani sorunu tasfiye sonucunu getirmez” dedi.

Savcılık 'Susurluk Raporunu' Mercek Altına Aldı

Özel harekatçı Ayhan Çarkın’ın itirafları üzerine faili meçhul cinayetlere yönelik başlatılan soruşturmada savcılık Meclis Susurluk Komisyonu tarafından hazırlanan raporu mercek altına aldı. Savcılık Ergenekon iddianamesinin eski Özel Harekât Daire Başkanı İbrahim Şahin ile ilgili bölümleri de İstanbul’dan istendi. Savcıların bilgisine başvurdukları Susurluk kazası döneminin Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın, “kazadan hemen sonra suikastların ‘bıçak’ gibi kesildiği” değerlendirmesi de dosyaya girdi.

Savcılık, Çarkın’ın itiraflarının ardından geçen haziran ayında, hazırladığı Susurluk Raporu tartışma yaratan eski Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın “bilgisine” başvurmuştu. Soruşturma dosyasına, Savaş’ın “Susurluk olayı bir bütünlük içinde ele alınması gerekirdi. Ancak Susurluk olayının özü ve esası özellikle yargı safhasında gözden kaçmıştır” değerlendirmesi de girdi.

Soruşturma savcısı Hakan Yüksel’le Savaş’ın o dönemde yaptığı çalışmalarda ulaştığı bilgileri de paylaştığı öğrenildi. Savaş’ın verdiği bilgilerin ardından savcı Yüksel, Susurluk Komisyonu tarafından hazırlanan raporu TBMM’den getirterek incelemeye aldı. Savcılıkça yapılan değerlendirmede, Çarkın’ın anlatımlarıyla kısa bir süre önce İstanbul’dan getirtilen kumarhaneler kralı Ömer Lütfü Topal cinayetine ilişkin dosyada yer alan bazı bilgilerin örtüştüğü sonucuna varıldı.

Ergenekon iddianamesinin, bu dava kapsamında tutuklu Şahin ile ilgili bölümleri de İstanbul Başsavcılığı’ndan getirildi. Dosyada yapılan incelemenin ardından Silivri Cezaevi’nde bulunan Şahin’in Ankara’da cezaevine nakledilerek sorgusunun yapılması için girişimlere başlandığı bildirildi.

‘Ermeni Soykırım’ Belgeleri Arşivlerden Silindi

Amerikalı diplomatların iç yazışmalarını ele geçiren Wikileaks'in yayımladığı 12 Temmuz 2004 tarihli belgeye göre, Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi ve Taraf gazetesi köşeyazarı Halil Berktay, ABD'nin İstanbul Başkonsolosu David Arnett'e, Ermenilerin soykırıma maruz kaldığına işaret eden belgelerin Osmanlı arşivinden temizlenmeye çalışıldığını anlattı.
Berktay'a göre bu çalışmalar, ilk defa 1918'de İtilaf Devletleri'nin İstanbul'u işgalinden hemen önce yapıldı. İkinci "temizleme operasyonu" da Turgut Özal döneminde gerçekleşti. Özal, Londra eski Büyükelçisi Nuri Birgi liderliğinde emekli diplomatlar ve generallerden oluşan bir kurulun arşivleri açması için girişim başlattı. İddiaya göre Berktay, ortak bir arkadaşları vesilesiyle Birgi ile bir araya geldiklerini ve emekli büyükelçinin "Biz gerçekten onları katletmişiz" dediğini Arnett'e aktarmış.

Milliyet

ABD,Latin Amerıka'nın Yakasını Bırakmıyor.

Peru ordusu, ilk kez Apurimac Nehri vadisinde Ayacucho’da yeni bir askeri üs kurulmakta olduğunu kabul etti. Bu bölgede mayıs ayında yapılan ‘Yeni Ufuklar 2008’ tatbikatına ABD’nin Güney Komutanlığı’na bağlı Amerikalı askerler de katılmıştı Peru ordusu Genelkurmay Başkanı General Edwin Donayre bölgede bir hava üssü kurulması için Washington’la görüşmelerin sürdüğünü bir süre önce açıklamıştı. 1999 yılından beri aktif olan Ekvador’daki Manta ABD üssünün anlaşması gelecek yıl doluyor. Ekvador Başkanı Correa anlaşmanın yenilenmeyeceğini söyledi. Bu nedenle son aylarda Güney Komutanlığı’nın Manta üssünün görevini yüklenecek yeni üs için seçeceği yer konusunda spekülasyonlar yapılmaktaydı. Daha önce Hugo Chavez, Kolombiya-Venezüella sınırındaki Guajira bölgesinin ABD için stratejik önemine dikkat çekmişti. Bazı kaynaklar ise Amazon yağmur ormanları bölgesindeki Iquitos’un (Peru) seçildiğini, halen burada ABD ordusunun operasyonlar yaptığını ileri sürüyor. Ancak Ayacucho olma olasılığı yüksek. 

Telesur’un haberine göre Lima’nın 600 km. güneyinde yer alacak ve And bölgesinde geniş bir kuşağı kontrol edebilecek ABD Güney Komutanlığı’nın çok önemsediği bir üsten söz ediliyor. Üssün özellikle bölgede Amerika’ya güce karşı koyabilecek tek ülke olan Brezilya’ya yönelik bir tehdit unsuru olabileceği belirtiliyor. Bir süre önce Peru parlamentosu Ayacucho’da bir ABD müfrezesinin 5 aylık bir süre için bulunmasını ve ‘Yeni Ufuklar’ manevrasına katılmasını onaylamıştı. Peru’da Güney Komutanlığı’nın varlığına karşı güçlü bir sosyal muhalefet bulunuyor. Ayacucho Halk Cephesi, ABD birliklerinin çekilmesi için yaptığı çağrılar sonucu büyük grevler ve gösteriler düzenlenmişti. Peru hâlâ 1990’lardaki Aydınlık Yol gerillalarıyla ordu arasındaki 70 bin kişinin (çoğunluğu Keçua yerlisi) hayatına mal olan kirli savaşın yaralarını sarmaya çalışıyor. Ancak yeni bir askeri üssün kurulması ABD’nin uzun vadede Güney Amerika stratejisinin temel taşlarından. 

Nitekim Güney Komutanlığı’nın 2007 raporu, Latin Amerika için önümüzdeki 10 yılı içeren bir stratejik planın uzun zamandır hazırlanmakta olduğunu gösteriyor. Telesur’un haberinde sözkonusu strateji uzun vadede üç değişimi varsayıyor: Ilımlılıktan herhangi bir rekabete izin vermeyen üstünlüğe geçiş, caydırıcılık kuramından önleyici savaş anlayışına dönüş ve stabil ittifakların yerine Pentagon’un amaçlarına hizmet eden koalisyonların konması. Bu yılın ilk 6 ayında yaşananlar bölgede egemenlik kurma ve kamusal varlıkların kontrolü için bir çatışma senaryosunun hazırlandığını gösteriyor. Ekvador topraklarında FARC gerilla kampına saldırılması, ABD’nin 4. Filo’yu yeniden harekete geçirmesi ve Karayibler ve Orta Amerika’ya yönlendirmesi belirgin kanıtlar. 

Brezilya kıyılarında petrol yataklarının bulunması bu ülkeyi 21. yüzyılın süper güçleri arasına sokacak. Son olarak Unasur’un (Güney Birliği) kurulması ve Brezilya Devlet Başkanı Lula’nın önerisiyle bir Güney Savunma Birliği’nin oluşturulma çabaları da bölgedeki siyah ve beyazları gösteriyor. Kolombiya Planı, Kolombiya’da Brezilya ordusuna denk bir güç yaratarak bölgedeki askeri dengeyi bozmayı başardı. Buna karşılık Arjantin ve Brezilya nükleer ve savunma amaçlı bir anlaşmayı imzaladılar. Ancak Peru ve Kolombiya gibi önemli müttefiklere sahip Amerika’nın bu girişimi yeni çatışmalara işaret ediyor.

En Eski Kürt Alfabesi-1

Kürtlerin Kökeni

Kürtler, Kuzeyde Azerbaycan'dan, doğuda Hazar Denizi, Fars ve Huzistan'ı kapsayan Güney Batı İran'a, güneyde Basra Körfezi'nden, batıda ise Fırat Nehri'ne kadar uzanan coğrafyanın en kadim sakinleri arasında yer almaktadırlar. Mezopotamya'nın kadim sakinleri Kürtlerin adı, dili ve ana vatanları hakkında çağlar boyunca farklı tezler ileri sürülmüştür. Fakat bu tezler çoğu zaman efsanelere dayanan ve mitolojileri bile aşan hurafelere vardırılmıştır.

Modern çağ akıl, bilim ve kritiğin öncelendiği bir yüzyıl olması hasebiyle bu tür tezlere itibar etmemeyi aksine bilimsel yöntemlerle bu ulusun tarihini, dilini ve etnografyasını ortaya koymayı zorunlu kılan bir çağdır. İşte bu etkenlerden hareketle Kürtlerin kökeni, anavatanı ve dili üzerinde yaptığımız araştırmalar sonucunda önemli sonuçlara ulaştık.

Tabii ki sosyal bilimler durağan değil aksine sürekli bir devinimi bünyelerinde barındırırlar. Ulaşılan neticeler kesin konuşmak için yeterli olmamakla birlikte bu alanda yeni çalışmara zemin oluşturulması açısından temel görevi görmektedir. Öte yandan Kürdolojinin ana problemleri arasında da yer alan bu konulara katkı sunmak düşüncesiyle bu çalışma kaleme alınmıştır. Konu ile ilgili daha önce yapılmış çalışmalar yahut ileri sürülmüş tezler ve tartışmalar üzerinde durmaktan ziyade ele geçen materyali yarı işlenmiş bir şekilde konunun muhataplarına sunuyoruz.

Kürtlerle ilgili yazıldığı bilinen en eski eser Ebu'l-Hasan el-Medaini (ö. 840) tarafından kaleme alınmış ve İslam'ın yayılmaya başladığı dönemde, Kürtler ve İslam ordusu arasında meydana gelmiş olan savaşları anlatan el-Qila' wel-Ekrad (Kaleler ve Kürdler) isimli eserdir.1 Günümüze ulaşmayan bu eserden Taberi yararlanmıştır.

Kürtler hakkında yazılan en eski eserlerden biri de Tarih, Botanik, Dil ve Astronomi gibi bilimlerde derin bilgiye sahip olan Ebu Hanîfe ed-Dînewerî (ö. 895)'ye aittir. Dîneweri, Ensabu'l-Ekrad (Kürtlerin Soykütüğü) isimli eserinde Kürtlerin kökeni ve soyu ile ilgili araştırmalarını bir araya getirmiştir. Eserin varlığı ise kendisinden çok sonra yaşamış yazarlar tarafından yapılan alıntılar sayesinde öğrenilmiştir.2 Henüz herhangi bir nüshası günümüze ulaşmayan bu eserin, Kürtlerin kökeni ve dillerine dair önemli bilgileri içerdiği muhakkaktır. Rus Oryantalist Romaskevic yaptığı araştırmalar sonucunda Saint-Petersburg Asya Müzesi'nde Risaletu Ensabi'l-Ekrad isimli bir eser gördüğünü söylemesine rağmen bunun kime ait olduğunu kaydetmez.

Bu başlık altında Muhammed Efendi eş-Şehrezori (ö. 1667) tarafından bir eserin kaleme alındığı bilinmektedir.4 Romaskevic'in bahsettiği yazmanın bu yazara ait olma ihtimali ile beraber Dîneweri'ye ait olması da mümkündür. Bu elyazması incelendikten sonra konu netliğe kavuşacaktır. Şehrezori, ayrıca Arapça bir Kürt Tarihi kaleme aldı. Tarixu Kurdistan adını taşıyan bu eser Irak'ın Samerra kentindeki Askeriyyin Kütüphanesi'ndedir. 1113/1701 yılında kopya edilmiş olan nüsha 270 varak 540 sayfadır.5

Kürtler hakkında eserlerinde yer veren en eski yazarlara gelince bunlar arasında muhakkak ki Mesudi ilk sıralarda yer alır. Nitekim o Murucu'z-Zeheb we Ma'dinu'l-Cevahir ve et-Tenbih we'l-İşraf isimli eserlerinin her ikisinde de Kürtlere yer vermiştir.6

'Kürtlerin soyları ve kollarına gelince; insanlar onların kökeni konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir görüşe göre Dahhak isimli kralın sırtında yılana benzer iki tane çıkıntı çıkmıştı. Bu yılana benzer çıkıntılar sadece insan beyniyle besleniyordu. Dahhak bu uğurda çok sayıda Fars öldürdü. Dahhakın veziri hergün bir erkek ve bir koç kesiyor, beyinlerini birbirine karıştırıyor ve Dahhakın sırtındaki bu iki yılana benzer çıkıntıya sürüyordu. Kurtulanlar da dağlara kaçıyorlardı. Burada yalnız başlarına yaşamaya başladılar ve çoğaldılar. İşte Kürtlerin kökeni bu olaya dayanır. İşte Kürtler dağlara kaçan bu insanların soyundandırlar. Zamanla kollara ayrıldılar.'7

Mesudi, Kürtlerin kökeni ile ilgili olarak ileri sürülen bütün görüşleri kaydettikten sonra kendi görüşünü de söyler. 'Kürtlerin kollarına gelince ise bunlar Dînewer ve Hemedan şehirleri arasındaki bölgede yaşayan Şohcan, Azerbaycan bölgesindeki Kinkewer bölgesindeki Macurdan, Hezbaniler, el-Cibal denilen Zağros Dağlarında Şadincan, Lur, Madincan, Mezdincan, Barisan, Xali, Cabarqi, Cawani, Mistegan, Şam bölgesindeki Dünbüliler, Yakubiler, Musul ve Cudi Dağı eteklerinde yaşayan Hrıstiyan Cozkan aşiretleridir. Kürtler içerisinde Hz. Osman'ı suçlayan bir grup Harici de vardır.'8 Mesudi, Kürtlerle ilgili olarak mitolojiye varan akıl almaz söylencelere bile yer verdikten sonra kendi kanaatini belirtir. Ona göre Kürtler Kuzey Mezopotamya'nın ünlü Arap kabileleri Mudar ve Rebia'ya mensupturlar. Fakat gerek Mesudi ve gerek o dönemdeki bir çok yazar arasında yaygınlık kazanmış hatta bazı Kürtler tarafından bile benimsenmiş gibi görünen bu algının, Arap olmayan Müslümanların itibar kazanma düşüncesinden hareketle oluşmuş veya oluşturulmuş olduğu düşüncesindeyiz. Nitekim Arap olduğunu iddia eden Kürtlere günümüzde bile rastlamak mümkündür.

Kürtlerin Ülkesi

Kürtlerin yaşadıkları en eski ana vatanları ve tarih içerisinde yaşadıkları ülkeler yeterince bilinmemektedir. En meşhur kanaat onların Mezopotamya'nın yerli halkları arasında olduğudur. Kuşku yok ki Kürtlerin tarih içerisinde yalnızca Mezopotamya'da yaşadıkları söylenemez. Çünkü yaptığımız araştırmalarda Kürt coğrafyasının daha geniş bir bölgeyi kapsadığını gördük. Özellikle Batı İran'ın Kürtlerin önemli yerleşim yerleri arasında olduğu kaynaklar tarafından dile getirilir. Çoğunlukla dağlık olan bu coğrafyada yaşam koşulları tabii ki zordur. Mesudi, Kürtlerin bu çetin coğrafyada yaşamı kendi istekleriyle tercih etmediklerini bilakis maruz kaldıkları zulüm ve baskıdan dolayı dağlara çekilmeye mecbur kaldıklarını ifade eder.

Kürtlerin yaşadıkları coğrafya ilgili araştırmalar yapan bilginlerin en önemlisi kuşkusuz İbn Hawqal'dır. Aslen Nusaybin'li olan bu yazar Kürtlerin yaşadıkları coğrafya ile ilgili çok önemli bilgiler verir. İbn Hawqal, Suretu'l-Ard (Yeryüzünün Şekli) isimli eserinde en eski Kürdistan haritasını resmeder. İbn Hawqal el-Cibal denilen Zağros Dağları arasında kalan geniş bölgeyi kapsayacak şekilde Mesayifu'l- Ekrad we Meşatîhim (Kürtlerin Yaylak ve Kışlakları) adı altında Kürd coğrafyasına yer verir.

Bu haritadan hareketle Kürtlerin anavatanlarından birinin Zağros Dağları olduğu kesinlik kazanmaktadır.9 İbn Hawqal, Zağros Dağlarında yaşayan Kürd aşiretleri arasında Humeydi, Lari, Hezbani ve Mihrani gibi önemli aşiretleri sayar.10

Kürtlerin yaşadıkları coğrafya hakkında bilgi veren bir diğer bilgin Türk Dili uzmanı Qaşgarlı Mahmud'dur. Qaşgarlı Mahmud, Diwanu Luğati't-Türk isimli meşhur Türkçe-Arapça sözlüğünde çizdiği dünya haritasında Şam Azerbaycan, Irakeyn (Irak-ı Arap ve Irak-ı Acem), Mısır ve Hicaz Yarımadası arasında kalan bölgeyi Ardu'l-Ekrad (Kürtlerin Ülkesi/Kurdistan) olarak isimlendirir. Tarif edilen bu yer tam olarakMezopotamya'yı kapsamaktadır. Böylelikle Mezopotamyanın Kürtlerin en eski yurtlarından biri olduğu kesinlik kazanmaktadır.

İbn Hawqal'ın Kürtlerin anavatanı olarak saydığı yerlerden bir diğeri de Fars Körfezi'dir. İbn Hawqal burada yaşayan Kürtlerin, Zemm dedikleri bir sosyal örgütlenmeye sahip olduklarını söyler. Her bir Zemm'e ait köyler ve şehirler vardır. Bütün bu yerlerin vergisini bir Kürt yönetici toplar. Bu kişi kendisine bağlı yerlerin yararını gözetmek, kervanları güvenli bir şekilde geçirmek, bu amaçla yol güvenliğini sağlamak, bağlı bulundukları sultanın işlerini yürütmek ve emirlerini uygulamakla sorumludur. Bu Zemmler birer federal idare birimleridir. Bunlar arasında Remican diye meşhur olan Ciloyeh'in Zemm'i, Şehriyar'a ait Mazincan Zemmi, Salih oğlu Hüseyine ait Diwan Zemmi, Leys oğlu Ahmed'e ait Lewalacan Zemmi, Kariyan Zemmi gibi önemli Zemmleri sayar. Daha sonra Fars bölgesindeki Kürd aşiretlerini sıralar. Bunlar ise, Kirmani, Ramani, Meyden, Beqili, Bendazmehri, Sebbahi, İshaqi, Azırgani, Suhreki, Temadehni, Ziyadi, Sehrewi, Bendazqi, Xusrewi, Zenci, Safari, Şehyari, Mihreki, Mubareki, İstamehri, Şahewi, Furati, Selmoni, Syari, Azaddoxti, Muttalibi, Memali, Lari, Berazdoxti, Şahkani ve Celili aşiretleridir.

İbn Hawqal Kürd, Aşiretlerinin bu saydıkları ile sınırlıolmadıklarını daha fazla olduklarını, yaklaşık olarak yüz tane aşiretin bulunduğunu kendisinin ise sadece otuz civarında aşireti saydığını söyler. Şayet Zek‰t Divanları incelenirse bu sayının artacağını söyler. Zira bu arşivlerde bölgede yaşayan Kürd aşiretleri ve sayıları hakkında istatistiksel veriler mevcuttu. Ona göre burada yaşayan Kürtler toplam 500 bin eve sahiptirler. Her bir aşirette bin tane atlı vardı. Yaz ve kış beraber sürülerine mera bulmak için yaylak ve kışlaklara çıkarlardı. Soğuk bölge sınırlarında yaşayanlarda bu tarz bulunmazdı. Burada yaşayan Kürtler koyun ve katır beslerlerdi. Deve onların bulunduğu bölgede çok azdı. Kürtler binek olarak çoğunlukla katırlara binerlerdi. Yaşam tarzı olarak Araplara benzerler.11

Yukarıda verilen kayıtlar daha çok İran Kürtleri için geçerlidir. Çünkü İran Kürtleri göçebe yaşam sürerken Mezopotamya Kürtleri ise yerleşiktiler. Bu nedenle Kürtlerin tarih içerisinde kurdukları devletlerin büyük çoğunluğunun Mezopotamya ve civarında olduğu görülmektedir. Mezopotamya Kürtleri daha çok tarım, botanik ve sanat alanında dahaileri bir seviyedeydiler. Bu durum yerleşik olmanın sonucudur.

WİSİF ZOZANi
Gazetekurd sitesinden alınmıştır

***

1- İbnu'n-Nedim, Kitabu'l-Fihrist, thk. Rıza Teceddüd, Tahran 2003, s. 116

2- Baba Merdux Ruhani, Tarix-i Meşahir-i Kurd, 1995, c. 3, s. 87

3 -Romaskevic,Melanges Asiatique, New Serie, Petrograd 1918, s. 392 (Minorsky, Kürtler ve Kürdistan, İstanbul 2004, s. 106'dan aktararak)

4-Zebidi, 'Kurd', Tacu'l-Arus,

5- Görgis Avvad, Mazi'l-Ekrad ve Hadiruhum fi'l-Mesadiri'l-Arabiyyeti'l-Qadime ve'l-Hadise, Bağdat 1991, s. 35

6-Mesudi, Murucu'-Zeheb Madinu'l-Cevahir, thq. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Kahire, c. 2, s. 122

7-Mesudi, s. 122-123

8-Mesudi, s. 124

9-İbn Hawqal, Suretu'l-Ard, edt. J. H. Kramers, Brill 1939, s. 356

10-İbn Hawqal, s. 370

11-İbn Hawqal, 269-271

HAFTAYA: Kürtlerin Dili ve Alfabesi