21 Şubat 2010 Pazar

AKP ve Fethullah Gülen Tarikatı, Baasçılarla ne Yapmak İstiyor?

7 Mart’ta yapılacak Irak seçimlerinin üzerinde titizlikle duran Türk devleti, AKP ve Fethullah Gülen aracılığı ile cuntacı Baasçıları desteklemeye başladı.



Türk Devleti, Bağdat’ta İrade Olmasını Engellemek İçin Her Yolu Deniyor

Türk devleti, Kürtlerin Bağdat’ta irade olmaması için, Irak genel seçimlerine müdahil oldu. Bunun için Irak’ta Sünni cephe içerisinde aday olan eski Baascıları desteklemek için girişimlerini hızlandırdı. Gizli yapılan toplantılar ardından Irak Türkmen Cephesi, Tarık Haşimi’nin El-Irakiye listesi, Eyad Allawi ve Salih Mıtlık’ın Ulusal Diyalog listesi ve Irak Cephesi’nin yanı sıra KDP ve YNK’ye muhalif olan eski Kürt korucu başlarının kurmuş olduğu Kürdistan Adalet ve Eşitlik Partisi ile yakın temasa geçti. Ayrıca Erşed Zebari ve tüm Iraklılar kitlesinden Cehwer Herki listesini, Musul’da ise Hedba Partisi’nin onay verdiği adayları destekleyecek.



Türk Devleti’nin Girişimi ile Irak’ta Darbe Hazırlıkları Yapıldı

Irak’ta Baasçı ve cuntacı kesim olarak tanınan bu grup ve kişiler daha önce Türkiye’nin direktifleri ve AKP’nin gizli diplomatik faaliyetleri sonucu Mısır’da toplanarak Maliki hükümetini devirmek ve Irak’ta darbe yapmak için ortak kararlar almışlardı. Irak hükümetinin sert tepkisi ile karşılaşan bu kesimler daha sonra strateji değişikliğine gittiler. Yeni stratejilerini Irak seçimlerini kullanarak darbe yapmanın koşullarını yaratma üzerine inşa ettiler.

AKP’nin destekleme kararı aldığı Sünni cephedeki kişilerin Irak Sorgulama ve Adalet Komisyonu tarafından “darbeci Baasçılar” olarak anılması ve seçim yasağı getirmek istediği kişiler arasında olması ise ayrıca dikkat çekiyor. Irak’ta çıkarları gereği darbeci zihniyetleri destekleyen AKP ve Fethullah Gülen tarikatının cuntacı grupların iktidara gelmesine olanak tanınması için ABD nezdinde ve Tarık Haşimi aracılığı ile gizli diplomasi çalışması yaptığına dair ciddi bilgiler mevcuttur. Bu çalışmaların sonucunda Irak’ta seçimlere girmelerine izin verilmeyen Baascı ve darbeci listenin içinde bulunan Salih Mıtlık, Erşed Zebari, Cewher Herki gibi Kürt karşıtı ve140. maddenin Kerkük’te uygulanmasını istemeyen kişilere, Irak Soruşturma Komisyonu tarafından tekrar seçimlere girme izni verilmesi, her çevrede ciddi kafa karışıklığı yaratmaya yetti.

AKP ve Fethullah Gülen tarikatı ise Türk devletinin yardım fonları, Irak ve Güney Kürdistan’da bulunan Türk firmalarından Nursoy, Gürbağ vs. İHH ile Kimse Yok mu Derneği gibi yardım kuruluşları ve Türkmen vakıflarının aracılığı ile Irak’taki Sünni Baasçılara para yardımı, teknik ve lojistik destek vermeye başlaması tüm dikkatleri bir anda bu noktaya kilitledi. Bu amaçla Türk devletinin Tarık Haşimi’nin kurmuş olduğu Salihiye Vakfına resmi yollardan 100 bin doların yanı sıra seçimler için 200 bin dolar daha aktarması endişeyi daha da büyüttü.



Baasçılar Yeniden Sahnede

Baascıları destekleyen Tarık Haşimi, Türkiye’nin görüş ve direktifleriyle 2 Ocak tarihinde gittiği ABD’de Obama ile yaptığı görüşme ardından Baasçı ve darbeci oldukları gerekçesiyle Irak seçimlerine girmelerine izin verilmeyen 500 kişinin haksız olarak seçimlere katılmalarının engellendiğini belirterek, Sorgulama ve Adalet Komisyonunun yasal olmadığını, heyet üyelerinin parlamentonun onayından geçmediğini, bu nedenle heyetin almış olduğu kararların geçersiz olduğunu ifade etmesi işin rengini tümden değiştirdi. Bu görüşmelerden sonra yasaklanan Baasçıların Irak seçimlerinde tekrar aday olabilecekleri açıklanması, yapılan planlamanın eksiksiz yürüğünü göstermeye yetiyor.



Seçim Rüşvetinde Fettullah Gülen İzi…

İHH insani yardım vakfı ve Kimse Yok mu Derneği yardım kuruluşlarının Kerkük ve Musul’da Irak Türkmen partileri ve Sünni cephesine oy verecek olan kesimlere gıda başta olmak üzere giyecek dağıttı ve ihtiyaca göre bazı kültür merkezleri açtı. Fethullah Gülen tarikatına bağlılığı ile tanınan İHH yardım kuruluşu ise Türkmenlerin ve Sünni Arapların sesi olmak için Kerkük’te Adalet Radyosu adıyla bir radyo istasyonu kurdu. Radyoya Irak’ın toprak bütünlüğü ve Kerkük’ün bir Türk şehri olduğu yönünde sürekli propagandalar yapma rolü verilmiş. Yine aynı radyo seçimlerde darbeci Sünni cephesi adaylarının desteklenmesi için sürekli çağrılar ve programlar organize etmeye başladı. AKP ve Gülen tarikatı tarafından İHH aracılığı ile finans edilen Adalet Radyosu Kerkük’te bu misyonla yayın yapmaktadır.

Planlamanın yürütülmesi için Türkmen Cephesi yetkilileri, Irak seçimlerinin yaklaşmasıyla birlikte Türkiye devleti tarafından özel olarak davet edilerek başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile basına kapalı gizli görüşmeler yaptılar. Irak seçimlerinin ve yeni dönem Irak politikalarının ele alındığı görüşmelerden sonra Irak Türkmen Cephesi lideri Sadettin Ergeç seçim çalışmalarına hız vererek, daha diplomatik bir üslup içerisinde Kürt karşıtı faaliyetlerinin çerçevesini çizmeye çalıştı. İlk başta Kerkük’te Türkmenlerden oluşan askeri bir güvenlik gücünün kurulması gerektiği dillendiren Türkmen Cephesine bağlı yetkililer, Sünni, Şii ve Türkmenlerin Irak’ın toprak bütünlüğüne ve 140. maddenin kaldırılmasını isteyen listelere oy vermesi gerektiğini sürekli dillendirmeye başladılar. Türkiye ise Iraklı Türkmenlere seçimler için 1 milyon dolar fon verdi. Türk Dışişleri Bakanlığı yapılan yardımları Kerkük, Musul ve Telaffer bölgesinde güç koşullar altında yaşamak zorunda kalanlara “insani yardım” olarak açıkladı. Türk Dışişleri Bakanlığı devamla “Irak'a yapılmakta olan bu insani yardım, 2003 yılından bu yana ismi anılan ülkeye ulaştırdığımız ve her yıl yapılmakta olan insani yardımlarımız bakımından yeni bir halkayı oluşturmaktadır” dedi. Oysa işin iç yüzü açıklamada belirtilen gibi değildi, Dışişleri Bakanlığı imzasıyla yayınlanan bildiri manipülasyondan öte bir anlama sahip değil.



Kürt Karşıtlığı Faaliyetleri Bir Devlet Politikası…

Türk Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un talimatı ile AKP’nin himayesi altına giren Irak Türkmen Cephesi, AKP’nin direktifleri sonucu Kerkük ve Musul’da seçim faaliyetlerini hızlandırdı.

Musul’da Türkiye Başkonsolosu Ahmet Yıldız, bu bölgede bulunan Sünni Arapları, Şiileri ve Kürt aşiretlerinin Kürt listelerine oy vermemeleri için Türkmen Cephesine yakın Türkmen partilerinin Hedba listesinin desteklediği Kürt ve Arap adayların desteklenmesi için Musul’a bağlı nahiye ve köylerde çalışmalar yapmaya hız verdi. Bunun için Musul Başkonsolosu Ahmet Yıldız 29 Ocak tarihinde Telafferi ziyaret ederek yerel yetkililer ve aşiret reisleriyle görüştü. Bu görüşmede seçimlerde Kürt listelerine karşı ortak hareket edilmesinin koşulları yaratılmak istendi.

Diğer dikkat çekici bir nokta da Hedba listesi ve cuntacı Baasçılar için AKP ve Fethullah Gülen tarikatının destek verdiği İHH ile Türkmen vakıflarının yardımı ile Musul’da yeni bir tv kanalı kurmaya dönük Ürdün, Suriye ve körfez ülkeleri üzeri teknik çalışma ve alt yapı hazırlığına girişilmesidir. Zaten bu amaçla yayın yapan bir tv kanalı mevcuttur. Irak Türkmen Cephesi’ne bağlı Türkmeneli tv, Türk devletinin desteklediği Türkmen vakıfları (Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı, Kerkük Vakfı vb) aracılılığı ile Nilsat ve Türksat uyduları üzerinden yayın yapmaktadır. Musul ve Irak’ta bulunan Baasçılar içinde benzer bir biçimde Türkiye ve körfez ülkelerinin desteği ile bir TV-radyo kanalının yanı sıra gazete ve dergi çalışması yapılmaktadır.



AKP’nin Korucu (Cash) Kürt Sevdası…

Iraktaki darbecileri ve cuntacıları destekleyen AKP ve Fethullah Gülen şebekesi, Suriye, Ürdün ve Türkiye’de Iraklı Baasçılar listesi içerisinde olan eski Kürt korucu başlarıyla gizli görüşmeler yaparak, onlara para yardımı yapmaktadır. Ürdün ve Suriye toplantılarından sonra İstanbul’da bir araya gelen Türk yetkilileri ve Güneyli eski Kürt korucu başları, Irak seçimleri için AKP’den gereken desteği aldıklarını belirterek seçim broşürleri, kitapçıklar, poster, bayrak ve flamalar için Fethullah Gülen tarikatına bağlı ofset matbaalarından gereken teknik yardımı zaten alıyorlar.

Herki aşiretine mensup kişiler bu yardımların Suriye üzerinden gerçekleştiğini, Musul’un bunun için merkezi bir üs haline getirildiğini söylemeleri ilginçliklerle doludur.

Aynı kişiler yapılan anlaşma karşılığında Fethullah Gülen tarikatına mensup Arapça ve Türkmence bilen bazı kişilerin Alperen Ocakları adı altında seçimlerde Türkmen ve Sünni cephesine oy toplamak için tanınmış bazı kişilere suikastlar düzenleyerek Musul ve Kerkük’te Kürt listelerinin oy çoğunluğuna ulaşmaması için provokasyonlar yapacağını söylemeleri planın ne denli derin olduğunu gösteriyor.



Fettullah Gülen’in Yeni Vurucu Timleri Alperen Ocakları mı?

BBP’ye bağlı Alperen ocaklarının hazırlığına ve girişimlerine bakılırsa işin ciddiyeti kendiliğinden ortaya çıkıyor. BBP’ye bağlı Alperen Ocaklarının yeni görevi, Musul’da Fethullah Gülen tarikatının tetikçi birlikleri olmaktır. Bunların seçimlerden sonra Musul ve Kerkük’te daha çok kullanılacağı birçok çevre tarafından iddia edilmektedir.



Maliki’nin Bilip de Söylemediği Gerçek Ne?

Irak başbakanı Maliki 7 Marta yapılacak Irak seçimlerine dönük Bağdat’ta yaptığı açıklama üzerinde ciddiyetle durmak gerekiyor. Maliki, Irak seçimlerinin önemine değinirken, “Irak seçimlerine bir tek Iraklılar girmiyor, bütün dünya giriyor, özellikle Irak’a komşu ülkeler” derken, bir yandan tepkisini dile getirmiş oldu, öte yandan oynanmak istenen oyuna dikkat çekmesi açısından önemliydi.

Türk devleti ve AKP hükümetinin Irak’ta neden darbecileri desteklediği sorusu ise yanıtını aramaya devam ediyor.



Mehmet Botan

AKP:Kendine Müslüman Kendine Demokrat

Türkiye'de yargı bağımsızlığı tartışılıyor. Taraflar kendine uygun kararlar aldığında yargı iyidir; kendine uygun görmediğinde yargı kötüdür diyor.

Türkiye'de yargı bağımsızlığı tartışılıyor. Taraflar kendine uygun kararlar aldığında yargı iyidir; kendine uygun görmediğinde yargı kötüdür diyor. Kürtler bu tartışmaları hayretler içinde izliyor. Çünkü Kürtler söz konusu olduğunda hiçbirisi kılını kıpırdatmıyor. Kürt çocukları ve Kürt siyasetçileri üzerinde yargı terörü uygulanıyor. Ama hiçbirisi bu nedir demiyor. Bu gerçek bile Kürtlerin Türkiye'nin vatandaşı olarak görülmediğinin kanıtıdır. Kürtler boyun eğdirilmesi gereken bir toplum olarak görüldüğü için hiç birisi ses çıkarmıyor.

Bugün Kürt siyasetçileri ve çocukları üzerindeki yargı terörünün talimatı AKP tarafından veriliyor. Açılımın koordinatörü İçişleri bakanı da bunu uyguluyor. Kürtler üzerinde çok şiddetli bir yargı terörü uygulayan AKP'nin şimdi feryat etmesi karakterini ortaya koyuyor. Kendine Müslüman ve kendine demokrat olması budur.

Şemdinli iddianamesini hazırlayan savcıyı da bu kurul meslekten atmıştı. Ne var ki AKP hiç sesini çıkarmamıştı. Şu anda meslekten atılma yok, sadece verilen bir özel görevin alınması söz konusudur. İşlerine gelmeyince Türkiye yargı devleti değildir diyenler, bu kadar siyasetçi ve çocuk tutuklandığında ise bizde bağımsız yargı var, mahkemelerin sonucunu beklemek gerekir diyor.

Şunu herkes biliyor ki Türkiye'de hiçbir zaman tarafsız yargı olmamıştır. Bundan sonra da olmayacaktır. Kürt sorunu çözülmediği müddetçe yargı Kürtlerin üzerinde terör estirmeye devam edecektir. Yargı böyle bir karakterde şekillenecektir. Türkiye demokratikleşmediği müddetçe başkaları da hep bu yargıdan şikayet edecektir. Dün CHP şikayet ederken, bugün de AKP şikayet edecektir. Yargının tarafgir olmaması için Kürt sorununun çözümü şarttır. Yargı sorununda da görüldüğü gibi Türkiye'deki tüm sorunların demokratik çözümünün yolu Kürt sorununun çözümünden geçmektedir.

Kürtler yararlanır diye yasalar demokratik karakterde yapılmaz. Terörle mücadele kanununun (TMK) kim demokratik karakterde olduğunu söyleyebilir? Dünyanın başka yerinde böyle bir yasa yoktur. Kürtler söz konusu olduğunda uygulama da en sert biçimde yapılır.

Şu anda kendine demokrat ve liberal diyen birçok kişi hakim ve savcılar yüksek kuruluna ateş püskürüyor; adaletten dem vuruyor. Bunların hepsi ikiyüzlü, sahtekar ve yalancıdır. Kürt demokratik siyasetçilerinin kökü kazınırken, gösterilere katılmasın diye Kürt çocuklarına onlarca yıl ceza verilirken bunlar tutuklananları suçlu gösterdiler. Çocuklar kandırılmış diyerek bu tutuklamaları haklı gösterdiler. Şimdi bunlar kalkmış adaletten ve yargı bağımsızlığından söz ediyorlar; bu konuda mangalda kül bırakmıyorlar.

Kürtler siyasetçi soykırımı yapan ve Kürt çocuklarını korkutmak için zindanlara dolduran AKP'nin nasıl kendine demokrat kendine Müslüman olduğunu çok iyi görüyorlar.

CHP Habur için gensoru verecek. Demokratik çözüm gruplarının tutuklanmadan geçişleri gündemleştirilecek. CHP, sen DTP ile anlaştın, AKP ise böyle bir şey yok diyor. CHP’nin yaptığı provokasyon, AKP'nin yaptığı ise kendi kasaba politikacılığının üstünü örtmektir.

Habur’u bir daha hatırlayalım: AKP, Kürt Özgürlük Hareketinin 13 Nisan’da eylemsizlik kararıyla başlattığı demokratik çözüm hamlesini boşa çıkarmak için bir açılım söylemini dillendirmeye başladı. Çünkü eski politikalara Kürtler açıktan tavır koyduğu gibi, iç ve dış kamuoyu da artık bu politikaları kabul etmiyordu. Türkiye'de de Kürt sorununun çözülmesi gerektiği eğilimi artmıştı.

AKP'nin dediği gibi devlet yeni bir Kürt politikası benimsedi. Bu da bazı kültürel argümanlarla meşruiyet kazandırılmış yeni egemenlik ve kültürel soykırımı tamamlama politikasıydı. Kürt Halk Önderi çok makul bir Yol Haritası hazırlayarak Türkiye'yi bir çözüme hazırlamak ya da bu politikayı deşifre etmek istedi. Nitekim Yol Haritası devletin eline geçince ordu Kürt Halk Önderine de, Kürt Özgürlük Hareketine de, demokratik Kürt siyasetine de olumsuz yaklaşımlar gösterdiler. Tasfiye politikasının kabul ettirilemeyeceği anlaşılınca, fazla şey istiyorlar denilerek psikolojik savaş saldırısı arttırıldı.

Kürt Halk Önderi demokratik çözümü dayatmak ve bu konudaki imkanları zorlamak için demokratik çözüm ve barış gruplarının Türkiye'ye gitmesini istedi. AKP bu durumu bir çözüm için değerlendirmek yerine, gelen grupları bakın dağdan indiriyoruz, gerisi de gelecek diyerek bundan siyasi avantaj sağlamayı hesapladı. Devlet ise bir bütün olarak bu gelişleri tasfiye politikasının bir adımı olarak değerlendirme hesapları yaptı.

Ancak milyonlarca halk bu gruplara sahiplenerek gerçek anlamda bir demokratik çözüm tutumunu ortaya koyunca devlet telaşa düştü. Böyle bir halk gerçeğine düşündükleri tasfiye politikasını kabul ettiremeyeceklerini gördüler. Bu nedenle ilk önce “dağdan inişler başlıyor”, “bu işin sonunu getirdik” diye sevinenler, bu defa bu halk gerçeğinin iradesini kırmak için saldırı kampanyası başlattılar.

AKP, Kürtleri tasfiye edecek tek aktör benim, bunu sadece ben yaparım derken, ortada tasfiye edilecek bir hareket olmadığı görülünce AKP'ye yüklenmeye başladılar. AKP ucuz politikacılık yaptığından, halkın demokratik çözüm yakınlaşıyor biçimindeki sevincini demokratik bir çözüm için değerlendireceğine DTP'ye yönelik saldırıya geçmiştir. AKP'nin bu öfkesi tasfiye rolünü yerine getiremeyişinin açığa çıkmasınadır.

AKP'nin çözüm değil, tasfiye politikası olduğundan bekledikleri gerçekleşmeyince yaptığı taktikleri bile sahiplenemeyecek kadar aciz duruma düşmüştür. Zaten şimdiye kadar hep böyle bir tutum içinde olmuştur.

Kuşkusuz Kürt Özgürlük Hareketi bu grupları tutuklanması için göndermedi. Türkiye'deki mevcut yasaları zorlamamak için de hiçbir eyleme katılmayanları gönderdi. Tutuklanmalarını da beklemiyordu. Siyasi ortam tutuklanmayacaklarını gösteriyordu. Öte yandan AKP hükümeti kısa sürede serbest bıraktırarak puan toplamak istiyordu.

Tasfiye politikası için de olsa ortamı yumuşatmak için de olsa gelenlerin tutuklanmaması gerekiyordu. Sadece AKP'nin değil, MİT’in de genelkurmayın da düşüncesi böyleydi. Bir devlet politikası gereği demokratik çözüm grupları Habur’dan kısa sürede geçtiler. Yani içişleri bakanının Ahmet Türk’le neleri konuştuğu o kadar önemli değildir. O konuşma olmasaydı da Habur’dan girenler serbest bırakılacaktı.

Habur’dan serbest bırakılmalar olunca birçok yazar ve uzman böyle bir şey dolaylı ya da dolaysız bazı görüşmelerle olmuştur değerlendirmesi yapmamış mıdır?

Tarihte hiçbir değişim ya da dönüşüm verili hukuka dayalı olarak yapılmamıştır. Siyaset zaten ön açan ve yeni bir hukuk sistemi geliştirmeye çalışan kurumdur.

Tüm tarihi dönüşüm ve değişimlerde siyasetçi rol oynar. Verili hukuk şudur diyerek kendini onunla bağlı hissetmez. Tabii sistemler kendini hukukla korur ve yaşamlarını sürdürürler. Ancak değişim dönemlerinin kanunu ve diyalektiği farklı işler. Kaldı ki verili hukuk zaman geçtikçe ihtiyaçlara cevap veremez hale gelir. Verili olan siyasi, ekonomik ve sosyal yargıyı değiştiren ve yeni bir hukuk sistemi kuranlar tarihin akışına ayak uydurabilirler.

İşte böyle dönemlerde siyaset kurumu devreye girer; inisiyatif alır. Alışılageldik kalıpları kırar. Böyle durumlarda kendini katı hukuk kurallarına bağlı hissedenler hiçbir gelişme sağlayamazlar. Böyle kişilikler ve siyasetçiler zaten tarihsel kişilik olamazlar. Bu anlamda Özal’ın yasaları zorlaması anlamlıdır. Burjuva karakteri de onu esnek kılmıştır. Özal’ın reform yapma eğilimi bu karakterinden ileri gelmiştir. Ama yaşamıyla ödemiştir.

Habur’da siyaset yanlış yapmamıştır; ancak ucuz kasaba politikacılığı yaptığından ve bir çözüm politikası olmadığından öngördüğü hedeflerine ulaşamayınca yaptığına bile sahiplenmemiştir. Aksine Kürt demokratik hareketini suçlayarak kendi gerçek yüzünü ve karakterini saklamaya çalışmıştır.

CHP’nin derdi hukuk savunuculuğu ya da hukukun uygulanıp uygulanmaması değildir. Kürtlere her gün defalarca hukuk dışı keyfi uygulama yapılıyor, ama tek bir gün CHP Kürtlere karşı uygulanan hukuk dışılıklara karşı çıkmamıştır.

CHP iktidarda olsaydı devletin tasfiye politikası gereği bu tür taktik ve oyunları tereddütsüz yapardı. Hatta CHP devletin çıkarına ise her türlü hukuk bile rafa kaldırılabilir derdi. MHP zaten vatan söz konusu olduğunda gerisi teferruattır diyen bir zihniyete sahiptir.

Eğer halk gelişlere sahip çıkmasaydı, halkın AKP'nin uyguladığı tasfiye politikasına uygun davransaydı bu gidişler demokratik çözüm adımı olarak değil de kaybedilmiş bir mücadelenin teslimiyeti olarak algılansaydı, toplumdaki yansıması böyle olsaydı, Habur’daki bu serbest bırakılmaları hiç kimse gündeme getirmezdi.

Habur’a öfke, tasfiye politikasını kabul etmeyen bir halk gerçeğinin ortaya çıkmasınadır. Bu nedenle görülmedik bir politikleşme yaşayan halkın bu duruşu sindirilemiyor. Bu gerçeklik Kürt’ü hep ezik görmüş olanları öfkelendiriyor. Sorun budur. CHP’nin gensorusu bunadır. AKP'nin Habur yüzümüzü deşifre etti diye öfkelenmesi bunadır.



M.KARASU

Hukuk Sorununun Yapısallığı Üzerine

Tarihten günümüze kadın ve toplum, ‘hukuk düzeni’ tarafından en fazla sömürülen iki olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.


Tarihten günümüze kadın ve toplum, ‘hukuk düzeni’ tarafından en fazla sömürülen iki olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki, adına ‘hukuk’ dediğimiz gerçeklik içerisinde kadın ve toplum, adeta kendisini tarihin en çirkin oyunuyla karşı karşıya bulur. Bu bakımdan tüm çağların temel toplumsal sorunu olarak karşımıza çıkan kadın özgürlük sorunu, aslında en büyük darbeyi bu hukuk oyunuyla almıştır. Nitekim var olan toplumsal krizin en temel nedeni olarak vuku bulmuş olmasına rağmen, kadın özgürlük sorununa getirilen ‘hukuki çözüm’ün, kâğıt üzerinde gerçekleşen biçimsel bir eşitlikten öteye geçememiş olması, bunun en açık göstergesidir.

Dolayısıyla, hukuk alanında yapılan bu biçimsel düzenlemelerin, kadın açısından fiili bir eşitliğin sağlanması olarak düşünülmesi çok büyük bir yanılgıdır. Çünkü tersine, kadının erkeğe sözleşme ile bağlanmış bir cinsel obje konumuna taşırılmasını ifade eder ki; bu da Sümerlerin tapınak fahişesine dönüştürdüğü ana-kadının, son kertede hukuk tarafından bir evrensel fahişeye dönüştürülmesi demektir.

Nitekim evrensel hukuk açısından da baktığımızda ‘Üç Kuşak Hakları’nın tanımı ve gelişiminin, yalnızca erkeklerin yaşam deneyimleri ve önceliklerini temel aldığını gözlemlemekteyiz. Bu haklarda kadının toplumsal gerçekliği ve kadınların karşı karşıya bulunduğu risk-tehlikeler, hiçbir şekilde dikkate alınmamaktadır. İşte bu nedenle feminizm, ‘kadınların insan hakları sorunu’nu gündeme getirmiş, hatta bundan dolayı da kadınların hukuk mücadelesi olarak anlamlaşmıştır.

Bu bakımdan yeni bir yargı sistemi arayışı, bilhassa kadınlar için en az feminist çevrelerin hukuku sorunsallaştırma çabaları kadar değerli ve bir o kadar da aciliyet arz eden bir ihtiyaç olarak önümüzde durmaktadır. Ama öte taraftan yeni bir yargı sistemi arayışının doğru gelişebilmesi için, öncelikle erkek egemen sistemin öğrettiği ezberin dışına çıkıp, hukukun gerçek doğuş nedenlerini tespit etmek ve bu anlamda hukukun tanımını yeniden yapmak gerekir.

Hukuk ve Doğuş Nedenleri
Bilindiği üzere hukuk için yapılan en genel geçer tanım, idesi ve ideali toplumsal adaleti sağlamak olan kurallara dayalı bir düzen olduğudur. Bu anlamda hukukun kendisini gerçekleştirmesi üç fonksiyon üzerinden olmaktadır; bunlardan birincisi Düzen fonksiyonudur. Hukukun bu fonksiyonu ile anlatılmak istenen, hukukun toplumsal yaşamı düzenlemesi ve bunun için toplumsal barış-güvenliği sağlamasıdır.

Buna göre hukuk, her şeyden önce bir düzen (daha doğrusu yeni bir düzen) olarak anlam kazanmaktadır. Fakat hukukun öngördüğü bu düzen, toplumun doğal yapısına uygun olarak gerçekleşmiş fiili bir düzen değildir; yani burada toplumsal hakikatin varlık kazandığı düzenin devamlılığını sağlamak değil, toplumun hangi hakikatler üzerinden varlığını sağlaması gerektiğini belirleyen ve topluma, “Benim belirlediğim hakikatlere uy ve yalnızca benim hakikatlerimi gerçekleştir” buyruğu ile seslenen yeni bir düzen söz konusudur. Bu anlamda toplumun karşısına yalnızca kabul edilmesi ve uyulması gereken, doğruluğu tartışmasız bir toplum-üstü kurallar düzeni olarak çıkan hukuk, var olan toplumsal yaşamı düzenlemekten çok, topluma dıştan kendisini dayatan bir düzen olarak anlam kazanmaktadır. Bu nedenle de yaratmak istediği düzeni gerçekleştirmesi ancak güç kullanımıyla mümkün olabilmekte ve toplumsal barışı-güvenliği sağlaması da oldukça zorlaşmaktadır; çünkü toplumun özgürlük karakteri, kendisine dıştan dayatılan her şeye karşı doğal bir meşru savunma refleksi içerisindedir.

Buna karşın Hukuk, ikinci işlevi olarak toplumsal ihtiyaçların karşılanması fonksiyonunu gerçekleştirir. Böylece gelişen toplumsal refleksi engellemeye çalışır. Bu anlamda Pratik yarar fonksiyonu (yani toplumsal ihtiyaçların karşılanması), hukukun ikinci fonksiyonu olarak karşımıza çıkar; bu fonksiyonu ile hukuk doğum, evlenme, ölüm vb. önemli biyolojik olayların tümünü çeşitli hükümlere bağlar.

Buna göre hukukun pratik amacını, toplumsal gerçeklik belirler. Ancak toplumsal hakikatleri inkar edip, topluma kendi hakikatlerini dayatan hatta bunun için zor araçlarını devreye koyan bir anti-toplumsal gerçeklik olarak hukukun, bu haliyle toplumsal ihtiyaçlara cevap olması mümkün değildir. Ayrıca hukuk kurallarının özündeki kesin emir, genelleme ve soyutluk öğeleri, toplumsalın doğasıyla olduğu kadar toplumsal ihtiyaçla da birebir çelişmektedir. Çünkü bu öğeler, toplumsalın somut gerçekliğindeki özgürlük ve çeşitlilik unsurlarını inkar eder ki; bu da hukukun bir eşitlik sorununa yol açmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Dolayısıyla hukuk, bağrında taşıdığı eşitlik sorunuyla, toplumsal ihtiyaca cevap olmaktan çok, çok uzaktır.

Bu nedenle hukuk, üçüncü fonksiyonunu, Adalet olarak gerçekleştirmeye çalışır. Buna göre hukuk, toplumsal ihtiyaçları, özü salt bir eşitlik düşüncesi olan adalet ölçüsüne vurarak gidermeye gayret eder. Ancak toplumun iradesine hükmeden ve toplumsal çeşitliliği inkar eden bir emir düzeni olarak hukukun, bu haliyle toplumsal adaleti sağlaması gerçekçi olmanın da ötesinde, ironiktir! Çünkü burada topluma, hukuka uyma ve onun emrettiğini uygulama dışında hiçbir hak tanınmamaktadır. Dolayısıyla da toplumsalın özgürlük karakterine vurulduğunda, hukukun taşıdığı bu öz, kesinlikle anti-toplumsaldır. Ve bir anti-toplumsalın, toplumsal adaleti sağlaması da ancak bir ironi veya bir aldatmaca olabilir.

Bu durumda hukukun idesi ve idealiyle kendisini bir adalet düzeni olarak sunması, kesinlikle yeniden sorunsallaştırılmayı gerektirmektedir. Zira bu gerçekliğiyle hukuk, asla eşittir adalet olamaz. Çünkü Adalet, bir eşitlik düşüncesidir, bu ise tamamen ahlakiliği gerektiren bir durumdur. Daha da somutlaştırırsak, adalet soyut yasaların anlamını aşan ahlaki bir kavramdır; bu kapsamda erdem ve fazilet anlamında ahlaki bir özelliği deyimler. Ahlakilik ise tamamen toplumsal bir olgudur. Toplumsalın doğal örgütlülüğü ve eşitlik düşüncesidir. Dolayısıyla kendisini toplum-üstü inşa eden hukukun, dıştan dayatma toplum-üstü kurallarıyla toplumsal eşitliği sağlaması gerçekçi olmadığı gibi mümkün de değildir. Nitekim günümüz gerçekliği, bunun açık bir göstergesidir.

O halde hiçbir hukuk düzeni, toplumsalın ahlaki ve politik hakikatini (yani toplumun doğal yapısını-düzenini ve bundan ileri gelen toplumsal ihtiyaçlarını) görmezden gelerek, bir toplumsal düzen gerçekleştiremez ki hukukun kendisini gerçekleştirdiği her üç fonksiyonunu da, ancak ve ancak zor kullanarak gerçekleştirebilmesi, bunu açıkça doğrulamıştır.

Bu durumda herhangi bir hukuk düzeninin veya genel anlamda hukukun, toplumsal sorunlara (toplumsal krize) çözüm getirmesini beklemek, tarihi olduğu kadar, günceli de doğru okumamak olur ki; toplumsal tarih doğru okunduğu vakit, hukukun, aslında toplumsal krize çözüm getirmek için değil, tersine bu krizi yaratan etmenleri (devlet ve sınıfsal gelişme) meşru kılmak ve sürekliliklerini sağlamak için geliştirilmiş olduğu, rahatlıkla anlaşılabilmektedir.

Dolayısıyla hukuksal tarihin doğru bir sunumunun, hem hukukun kendisine hem de onun güncel sorunlarına güçlü bir ışık tutacağı kesindir. Bu bağlamda hukuku sorunsallaştırma çabalarını, hukukun kendi idealiyle çelişen temel noktalar üzerinden değil de, daha çok onun tarihsel temeli üzerinden yapmaya çalışmak, en doğru yöntem olacaktır. Tabi bunun için resmi ideolojinin (sistemin) öğrettiği tarih ezberinin dışına çıkıp, hukuku toplumsal tarih (evrensel tarih) içerisinde bir yerlere oturtmak, yapılması gereken en öncelikli şeydir. Zira hukukun tarihsel gelişiminin, aslında hiç de resmi ideolojinin ezberlettiği gibi olmadığını açığa çıkaran toplumsal tarih, hukukun doğuşunu Atina ve Roma’dan değil, çok daha gerilerden,  Sümerlerden başlatmaktadır.

Hukukun Sümerlere Uzanan Serüveni
Buna göre hukuk, esas olarak Sümer uygarlığında baş gösteren ilk devletleşmeyle (Sümer şehir-site devleti) birlikte gelişen sınıflaşmanın (toplumsal bölünme), bir sonucu olarak gündeme gelmiştir. İlk devletleşmeyle birlikte gelişen sınıflaşmanın toplumu parçalamasından kaynaklı anti-toplumsal karakteri, bir toplumsal krizin (toplumsal refleksin-direnişin) doğmasına yol açmıştır; bu da devletli-sınıflı gelişmeyi sekteye uğratabilecek bir durum olarak, yoğunlaşan eril iktidar tekelini, toplumsal iradeyi dizginleyebilecek daha etkili bir araç bulma arayışına götürmüştür. Bu arayış ise toplumsal iradeyi teslim alan mutlak yasaların keşfedilmesiyle sonuçlanmıştır.

Bundan sonraki süreç ise, artık bu yasaların, Babil’den (son Sümer hanedanı) Roma’ya kadar hukuk diyebileceğimiz sayısız kanun metinleri şeklinde düzenlenmesidir.

Tabi buradaki sürecin en önemli ve kayda değer özelliği, sürecin bilhassa kadını ve onun yaratıcısı olduğu toplumsallığı hedefleyerek gelişim göstermiş olmasıdır. Zira Sümer kent-devleti son tahlilde, ‘kurnaz ve güçlü adam’ın (şef-rahip-şaman üçlüsü= ilk kapitalist), var olan anaerkil toplumsallığa karşı, ana-kadının 10 bin yıllık tarihsel mirasını (toplumsal değerlerini) gasp ederek, onun üzerinden kendisini muazzam büyüklükte bir zor aracı (kent-devleti) olarak örgütlemesidir. Dolayısıyla Sümer kent-devletinin bir toplumsal krizle sonuçlanması, bu gerçeklikle çok yakından bağlantılıdır. Çünkü ‘kurnaz ve güçlü adam’ın güç kullanma ve gasp etme yoluyla kadın üzerinde geliştirmeye başladığı hiyerarşisinin bir nevi kurumlaşması olarak anlam kazanan bu yeni gelişme (Sümer kent-devleti), toplumun en kutsalı ve yaratıcı gücü olan ana-kadının düşürülmesi-ele geçirilmesi, toplum dışına itilmesi ve köleleştirilmesi pahasına gerçekleştirilmiştir. Bir başka şekilde ifade edecek olursak eğer; Sümer kent-devleti, kadına karşı geliştirilmiş bir tecavüz kültürünün (ki bu kültür, daha sonraki 5 bin yıllık sürece yayılacaktır) somutlaşmış ifadesi olarak anlamlaşmıştır. Bunu devletin etimolojik anlamından da okumak mümkündür; bilindiği gibi kökü Arapçadan gelen devlet, kelime anlamı olarak ‘ele geçirilen bir kadınla yaşanılacak gece’ anlamından türemiştir. Çünkü ‘kurnaz ve güçlü adam’ devlet olarak kurumlaştıkça, kadının teslim alınması gerçekleşmektedir.

Bu bakımdan Sümer kent-devletinin, toplum açısından krizli bir durumu teşkil etmesi oldukça anlaşılırdır. Şu nedenle ki toplumun kutsalı, onun toplumsal kimliğini oluşturan maddi ve manevi üretim değerleridir; bu ise varlık kazandığı andan itibaren, ana-kadının kutsallaştırılmasında (yani tanrıçalaştırılmasında) ifadesini bulmuştur. Zira toplumsal kimliği oluşturan bu maddi ve manevi üretim değerleri, Verimli Hilal’de gerçekleşen 10 bin yıllık kadın devriminin (Neolitik devrim) değerleridir. Yani ana-kadının yarattığı değerlerdir ve toplumsallık, bu değerlerle gerçekleştirilmiştir. Bu nedenledir ki, milyonlarca yıl klan olmaktan kurtulamamış insan kümeleri, Neolitik devrimin bu mucizesini (yani ana-kadının etrafında oluşan bu kolektif yaşamı veya toplumsal inşayı) kutsamak adına, klanın toplumsal ifadesi olan totemin yerine tanrıça figürlerini koyarak, kadını bin yıllarca sürecek bir kutsallık mertebesine yükseltmişlerdir. Buradaki kutsallığın kaynağı, insanın beslenmesinde kullanılan gıdalara verilen olağanüstü değerdir ki; gerçekleştirdiği toplayıcılık ve tarım devrimiyle toplumsal üretimin başat gücü haline gelen kadının, bunun karşısında toplumun kutsalı olarak yüceltilmesi elbette kaçınılmazdır. Öte taraftan burada kadın kutsallaştırılırken, bir nevi kadında toplum kutsallaştırılmaktadır. Yani kadın, aslında var olan toplumsallığın kaynağı ve sürdürücü gücü olarak kutsallık kazanmaktadır. Bu anlamda kadın-toplum ilişkisi, ontolojik (varoluşsal) bir ilişkidir. Nitekim doğurganlığı, besleyiciliği, şefkati ve yaşamla olan bağıyla kadın, maddi ve manevi olarak toplumsal yaşamın başat öğesi konumundadır. Dolayısıyla da ‘toplum’ demek aslında her şeyden önce kadın ve onun çocukları, kardeşleri demektir. Bu nedenle de kadının düşürülmesi ve toplum dışına itilmesi, aslında bizzat toplumun düşürülmesi ve kendisi olmaktan çıkarılmasıdır.

Tabi burada Sümer kent-devletinin, toplumun kutsalı ana-kadına yönelmesinin, toplumsal ahlakla olan bağını da iyi görmek gerekir. Zira ‘kutsallık’, toplumsal yaşam üzerinde etkide bulunan her şeye karşı huşu, coşku, bazen korku ve endişe içinde, bazen sevgi ve saygı, bazen ise acı ve ağlayış içinde gösterilen bir tutum olarak ahlakla çok yakından bağlantılıdır. Bundan dolayıdır ki ahlak, toplumun kutsallarına (yani ana-kadının maddi ve manevi yaratımlarına) bağlı kalmak ve onların sürekliliğini sağlamak olarak anlamlaşır.

Dolayısıyla da kutsala yönelim, özünde ahlaka yönelimdir. Bunun anlamı ise toplumun kutsalı olan kadına yönelimin, özünde toplumsal ahlaka yönelim olduğudur. Çünkü yaşamla olan kapsamlı bağı itibariyle kadın için, yaşamın güzelleştirilmesi olarak ahlak, varoluşsaldır. Bu anlamda insan eğitiminin iyi ve kötü yönlerini, yaşam ve barışın önemini, savaşın kötülüğü ve dehşetini, haklılık ve adalet ölçülerini değerlendirme, belirleme ve kararlaştırma gibi ahlaki durumlarda, kadının daha gerçekçi ve sorumlu davranması, doğasının gereği olarak gerçekleşmektedir. Bu açıdan iktidar tekelinin kadına yönelmesi çok bilinçli bir tercihtir; bununla toplumun ahlaki temelden yoksun bırakılması hedeflenmiştir. Ahlaki temelini yitirmiş bir toplumun ise kriz halini alması kaçınılmazdır ki, devletli topluma geçişle birlikte yaşanan da bu olmuştur.

Sonuç itibariyle adına hukuk denilen gerçeklik, esasta gasp, şiddet, cinsiyetçilik ve eşitsizlik olgularının kurumlaşması olarak cisim kazanmış eril iktidar tekelinin (devletin), ana kadının toplumsallığına karşı, kendini meşru ve sürekli kılmasının bir aracı olarak anlam kazanmıştır. Zira toplumsal irade, iktidar tekelinin gaspçı, zorba ve cinsiyetçi karakterini kabul etmemektedir. Dolayısıyla eril iktidar tekelinin sürekliliğini sağlamak için, toplumsallığın parçalanması (sınıfsal bölünme) gerekmektedir. Bu ise ancak toplumsal ahlakın zayıflatılmasıyla mümkündür. İşte hukukun rolü de esas olarak burada anlam kazanmaktadır. Kısacası adına hukuk denilen bu büyük ‘Sümer icadı’, esasta toplumsal ahlakın yerini almak ve böylece ahlakın zayıflamasını sağlamak gayesi ile gerçekleştirilmiştir. Çünkü toplumsal ahlakın zayıflaması, toplumsal iradenin ve refleksin de teslim alınması anlamına gelmektedir. Zira ahlak, toplumsal iradenin doğal örgütlülüğüdür, kolektif vicdanıdır; bu anlamda tüm topluma eşit düzeyde, ama farklılıkların rolünü ve hakkını gözeterek davranan toplumsal bir yargı gücüdür. Dolayısıyla da toplumsal eşitliğin tek güvencesidir.

Bu açıdan Sümer rahiplerinin (ideologlarının) ahlaka karşı, adına yasa (hukuk) dedikleri bu büyük icadı gerçekleştirmeleri, ‘dâhiyane’ olduğu kadar kaçınılmazdı da! Çünkü ahlak, toplumsal eşitliği sağladığı sürece, onların devletli-sınıflı gelişmeyi olası kılmaları mümkün değildi. Bu nedenle hukukun devreye girdiği toplumlar, ahlakın aşındığı, zorun rolünün arttığı ve eşitlik probleminin yoğunca hissedildiği toplumlar olmuştur. Ancak buna rağmen, Sümer hukuku, Sümerlerin son kent-devleti olan Babil’in yıkılışını engelleyemedi. Çünkü toplumsal ahlak, kendisini büyük kabile-aşiret direnişlerinde sürdürmeye devam etti.

Bu anlamda hukukun doğuşu ve tanımı itibariyle Sümer örneğinin bize sunduğu sonuçlar, oldukça çarpıcıdır ve bu çarpıcı sonuçlar üzerinden hukukun yakın tarihini çözümlemeye çalışmak, oldukça aydınlatıcı olacaktır.

Bilindiği gibi, hukukun izlerine esas olarak Sümer devletli toplumunda rastlamış olsak da, hukuk, ilk yazılı ve resmi ifadesini, Atina ve Roma toplumlarındaki uygarlık aşamasında bulmuştur. Hatta yakın tarihiyle Roma Hukuku, günümüz toplumlarının sorunları açısından en yakıcı örneği teşkil etmektedir. Nitekim Roma toplumunun kent devletine dönüşmesiyle birlikte doğuşu gerçekleşen Roma hukuku, Doğu Roma İmparatoru Jüstinyen dönemine (MS. 565) kadar da çağa damgasını vurmuş ve birçok evreden geçerek günümüz hukuku için de temel olma işlevini sürdürmüştür.

Bu bağlamda Roma Hukuku, esas itibariyle Roma aristokrat sınıfının iradesinin, toplumun diğer kesimleri üzerinde yazılı ve resmi bir kural düzeni olarak ilanı ve uygulanmasıdır. Tabi Sümer rahip sınıfının yasa zihniyetini (hukuku) geliştirmedeki amaçları (yani ahlakı zayıflatarak toplumsal iradeyi teslim alma) göz önünde bulundurulduğunda, Roma hukukunun bu şekilde anlam kazanmış olması, elbette ki hukukun doğası gereğidir. Zira Sümer hukuku da, rahip sınıfının eril iktidarının meşruiyet aracı olarak anlam kazanmıştı. Dolayısıyla hukuk, doğası gereği sınıfsaldır. Görevi ise, devlet olarak anlam kazanan iktidar sınıfının çıkarlarını güvenceye almaktır.

İşte bu nedenle Roma hukukunun sonucu da, tıpkı Sümer’in son kent-devleti olan Babil’in yıkılışı gibi, yüceleştirilen yeni sınıfın doğurduğu eşitsizliklere (ahlaki parçalanmaya) karşı, bir tepki hareketine dönüşen tarikat, kabile, aşiret ve kavim boylarının isyanları neticesinde gerçekleşen büyük Roma’nın yıkılışı oldu. Çünkü Roma hukuku, Sümer’le başlayan toplumsal bölünmeyi (sınıflaşma) en üst düzeyde resmileştirerek, süregelen toplumsal krizi daha da derinleştirdi. Bu ise yükselen Roma’nın yıkılışı oldu.

Sümer Hukukundan Laik Hukuka Değişen ‘Hiçbir Şey’
Ancak buna rağmen Batı ulus-devletinin laik hukuku da geleneği bozmadan, kendisini Roma hukuku üzerinden temellendirerek anti-toplumsal (sınıfsal) karakterde bir gelişim seyrine sahip oldu. Böylece diğer hukuk sistemlerinde olduğu gibi laik hukuk da, gelişen yeni iktidar biçiminin (ulus-devlet) meşruiyet aracı olarak anlam kazandı. Bu nedenle ulus-devlet, kendisini hukuk devleti olarak yansıtmaya büyük özen göstermekte ve hatta kendisini hukukun ilk defa tam gerçekleşmiş hali olarak sunmaktadır. Öyle ki ulus-devletin hukuk için en ideal çerçeveyi oluşturduğu iddia edilmektedir.

Ancak bu gerçekliğin altında ahlâkî ve politik toplumun en büyük inkârının yattığı kesindir. Keza ‘kurnaz ve güçlü adam’ın yeni iktidar tekeli olarak anlam kazanan ulus-devlet, toplumsallığın ahlak ve dinle bağlılığını alabildiğine gevşetmiş ve böylece toplumu her yönüyle iktidara tabi kılmıştır. Öyle ki kapitalist tekelciliğin çıkarlarının süzülmüş ifadeler bütünlüğü olan kurallarıyla (anayasa, yasa ve tüzükler dünyası), toplumsal ahlâk ve politikaya neredeyse hiç alan bırakmamıştır. Laik hukuk, toplumun alanlarına sızdıkça, ahlaki ve politik toplumda da aşılma gerçekleşmektedir. ‘Demokrasi’ ise bu kurallar bütünlüğü içinde adeta bir aldatmaca oyununa dönüşmüştür.

Dolayısıyla laik hukukun diğer hukuk sistemlerinden farkı, yalnızca iktidar sınıfının yerini burjuva sınıfının almış olması ve kent-devletin yerine ise ulus-devletin geçmiş olmasıdır. Ayrıca bunların yanı sıra bir de, toplumun kolektif haklarına karşılık, vatandaş bireyin (yani devletin kul-köle bireyinin) haklarının öne çıkarıldığı ‘insan hakları’ yaftası, kendisine vurulmuştur. Ancak bu durum, sınıfsal özünü kesinlikle değiştirmemektedir. Keza hukuk, genel anlamda devlet sınıflarının (özelde ise burjuvazinin) ahlâk ve politikanın yerine egemen kılmaya çalıştığı toplumsal bir kategoridir. Bu anlamda laik hukuk, yalnızca ulus-devletli toplumun düzenleniş esaslarını oluşturmayı (yani devletin kul-köle vatandaşını yaratmayı) ve yönetici sınıfın çıkarlarını, mal mülkünü ve güvenliğini korumayı ifade eder ki, bu da günümüz çağdaş toplumunun ‘anayasası’ dedikleri gerçekliktir.
Tabi buna rağmen laik hukuk, kendisine yamaladığı ‘insan hakları’ etiketiyle, bunun tersini iddia ederek kendisini ‘tüm vatandaşların haklarının güvenceye alınması’ şeklinde anlamlaştırmaya çalışmaktadır. Ancak tüm vatandaşların haklarının güvenceye alınmasının önündeki en büyük engel, zaten laik hukukun kaynağındaki sınıfsallık unsurudur. Çünkü sınıfsalın kapsamı tümü veya bütünü kapsamaktan uzaktır. Bu nedenle de doğasının gereği toplumun diğer kesimleriyle aynı eşit haklarda buluşması mümkün değildir. Nitekim hukuki açıdan iradesini yasalara yansıtmayan herhangi bir gücün, fiili olarak var olsa dahi, resmen var olan hakların sahibi olmaktan yoksun olmasının altında da bu gerçeklik yatmaktadır. Dolayısıyla genel anlamda dar bir sınıfın irade beyanı olarak anlam kazanan hukuktan, tüm toplumun eşitliğini gözetmesi beklenemez.

Bu anlamda Laik hukukun vatandaşlık bilincini geliştirerek, her yurttaş bireyini devlet karşısında daha fazla koruduğu ve güçlü kıldığı iddiası, gerçek anlamda bir safsatadır. Çünkü anlaşıldığı üzere hukukun buradaki asli görevi, her vatandaşa eşit yaklaşımdan ziyade, sınıfsallığın doğurduğu fiili eşitsizlikleri meşrulaştırıp, kabul edilebilir seviyede kesinleştirme ve dokunulmaz kılmadır.

Hukukun Sorunu Yapısaldır
Sonuç olarak hukuk, en genel tabiriyle kadın toplumsallığına karşı, Sümerlerden günümüze gerçekleşen tüm eril iktidar biçimlerinin (kurnaz ve güçlü adam) devletleşmesi olarak anlam kazanmış ve bu bağlamda sınıf temelli bir inşa olarak gerçekleşmiştir. Dolayısıyla da toplumsala hiçbir hizmeti (yararı) olmamış tersine, anti-toplumsal karakteriyle toplumsal krizi daha da derinleştirmiştir.

Ancak gelinen aşamada hukukun, kendisini bu haliyle daha fazla sürdüremeyeceği de açıktır. Zira yaşanan toplumsal krizin derinliği, hukuku gittikçe daha fazla tıkatmaktadır. Hatta Batı uygarlığının yeni tanımının, ‘demokratik hukuk çağı’ olarak adlandırılmasını, bu tıkanmanın bir çırpınışı olarak değerlendirmek mümkündür.

Bu anlamda laik hukukun, tıpkı Roma gibi, günümüz ulus-devletinin yıkılışını gündeme getirmesi kaçınılmaz bir durumdur. Zira sınıf temelli (burjuvaziye dayalı) gerçekleşerek, adına ‘kanun’ dediği toplum üstü kurallarıyla, toplumun komünal-kolektif özüne salt eril bir iktidar sınıfının (yani ‘kurnaz ve güçlü adam’ın sistemleşmesi olarak ifadesini bulan Kapitalist sistem=hukuk devleti) çıkarlarını dayatan laik hukuk, toplumsal krizi alabildiğine derinleştirerek, toplumu intiharın eşiğine getirmiştir.

Dolayısıyla laik hukukun sorunu basit bir reform veya restorasyon sorunu değil, yapısal bir sorundur. Bu nedenle de gerçek anlamda ‘Demokratik Hukuk Çağı’nın gelişebilmesi için, öncelikle hukukun yeniden inşa edilmesi gerekir. Bunun anlamı, hukukun sınıf temelli inşadan toplum temelli bir inşaya evrilmesi ve bu temelde egemenlerin sadık hizmetkarları olan yargıç, hakim ve savcılar sınıfının tekelinden çıkarılıp yeniden topluma iade edilmesidir. Bu ise toplumsal ahlaka (ahlaki yargıya) yeniden dönüş demektir. Keza demokrasinin kendisi de, zaten toplumsuz mümkün değildir. Çünkü demokrasi, toplumsal iradenin özgürleşmesidir. Toplumsal ahlakın kendisidir. Dolayısıyla demokratik hukuk da ancak toplumun bu özgür iradesinin güvenceye alınması olarak anlam kazanabilir.

Bu anlamda toplumsal sorunları çözümleyebilmenin yolu, hukuku yeniden ahlakla buluşturmaktan ve hatta hukuku ahlakın hizmetine sokmaktan geçer ki, bu da zaten hukukun demokratikleştirilmesi dediğimiz olayın kendisidir.

Öte taraftan günümüz açısından hukuk tümüyle ahlakın yerine geçmiş olabilir. Ancak hukukun hiçbir zaman ahlakın yerini alamayacağı da iyi bilinmelidir. Çünkü devlet ve iktidara ilişkin bir sözleşmeler yığını olarak hukukun, hiçbir toplumsal değeri yoktur. Diğer taraftan ise herhangi bir yaptırım gücü olmadan kendiliğinden yürüyen ahlak, güçle yürütülen ve önceden bilinen bir yaptırıma tabi tutulan hukuka karşın, hala toplumun çekim merkezi olmaya devam etmektedir.

Dolayısıyla hukuksuz bir toplum mümkün olabilir, ama ahlaksız bir toplum kesinlikle mümkün değildir. Nitekim 5000 yıllık toplumsal kriz, bunu bize açıkça göstermiştir.

Tabi bunu belirtirken hukukun çözümleyici gücünü asla inkâr etmemek gerekir. Tersine buna değer biçmek ve hukukun bu gücünü demokratikleştirerek, doğru olana kanalize etmek gerekir. Nitekim mevcut durumda ahlakın toplumsal bir sisteme kavuşturulabilmesinin en önemli yol ve yöntemi yine hukuktur. Bu anlamda yapılması gereken şey hukuku bir bütünen dıştalamak değil, daha çok onun sınıfsal karakterini, suç-ceza mantığını, genellemeci ve soyutçu kurallarını aşan, ahlak temelli yeni bir hukuk anlayışını geliştirmektir. Ancak burada hukukun geçiciliği, ama ahlakın kalıcılığı, hukukun etkileyiciliği ama ahlakın belirleyiciliği noktaları, temel bir toplumsal ilke olarak anlam kazanır.

Ekin Gever

Medya – İdeoloji, Medya – Siyaset, Medya – Sermaye İlişkisi

Türkçeye medya olarak geçen İngilizcedeki media sözcüğü, “medium” sözcüğünün çoğuludur. Bu kelimenin kökeni de Latince medius kelimesidir. Medya kelime anlamı itibariyle araç,

Medya Nedir?

Türkçeye medya olarak geçen İngilizcedeki media sözcüğü, “medium” sözcüğünün çoğuludur. Bu kelimenin kökeni de Latince medius kelimesidir. Medya kelime anlamı itibariyle araç, orta, ortam ve aracı demektir. Zaman içerisinde kitle iletişim araçlarının gelişimiyle de beraber bunları ifade etmek için kullanılmıştır. Medya en geniş anlamıyla, kitlelere ulaşabilen her türden sözlü, yazılı, basılı, görsel metin ve imgeleri (kitaplar, gazeteler, dergiler, broşürler, radyo, sinema, televizyon ve internet gibi) ifade etmektedir. Her ne kadar son dönemlerde birçok kesimin medya için kendisince geliştirdiği bazı tanımlamalar olsa da birçok anlatı ve tartışmada kitle iletişim araçlarının tümüne yönelik söylenen bir kavram olmaktan çıkmış, daha çok basın-yayın şirketlerinin yapısı ve işlevi ile ortaya çıkan iletişim ve yapı sistemine verilen genel bir kavram haline gelmiştir. Medyanın gelişimi ekonomiden, toplumsal gerçeklikten, kültürden bağımsız ele alınamaz. 20. yy’da ortaya çıkan bilimsel-teknik devrim medyanın gelişiminde önemli bir yere sahiptir. Toplumların bilinçlendirilmesinde, değiştirip-dönüştürülmesinde etkili bir role sahip olan medya, çeşitli bilgileri içinde barındırarak halka sunar. Bu anlamda yani bilgiyi yaymada hızlı, dönüşümü yaratmada itici bir komut olan medyanın, bütün bir toplumu eğitebilecek, örgütleyebilecek, harekete geçirebilecek hatta güçlü kullanıldığında siyasal iktidarları devirip yerine yenisini getirebilecek kadar etkin bir rolü vardır. Sanayi Devriminin gelişimiyle paralel olarak gelişen medyanın mantığı egemenlerin çıkarlarına hizmet etmek ve halkı bu doğrultuda yönlendirmektir. Basın-yayın alanındaki endüstrileşme İkinci Dünya Savaşından çok sonra gelişmiştir. 19. yy’ın ikinci yarısından sonra başta ABD olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde medyada birikim ve tekelleşme başlatılmış, bu durum günümüze kadar kendisini oldukça üst bir aşamaya vardırmıştır. Medyadaki birikim ve tekelleşmenin temel sebebi siyasaldır. Yaşadığımız dünya koşullarında medya, kapitalist sistemin bir alt sistemi haline gelmiş ve bu saha hakim sınıfların, hakim ulusların çıkarlarına uygun yorum ve çerçeveler sunan aktif bir alan biçimine dönüşmüştür.



1980’lerde başlayıp, halen devam eden medyadaki gelişim süreci en azından teknolojik altyapı, üretim kapasitesi ve etki alanı -gücü- anlamında niteliksel bir dönüşüm yaratmıştır. Teknolojik gelişim toplumsal ilişki ve ihtiyaçlardan bağımsız ele alınamaz. Medya da bununla bağlantılı olarak toplumsal ve tarihsel gerçeklikten bağımsız gelişen, soyut bir teknolojinin doğal sonucu veya insanlığın iletişim alanında yaşaması gereken zorunlu bir aşama değildir. Doğanın gelişim diyalektiğinde ve toplumsal sistemlerde hiçbir değişiklik, aniden ve geçmişten keskince ayrılarak olmaz. Bu durum hem kitle iletişimciliği hem de onun altyapısı olan teknolojinin gelişimi için de böyledir. Telgrafın bulunmasından günümüz uydu ve İnternet sistemine kadar kitle iletişiminde, bir çok teknolojik, politik ve yapısal değişiklikler olmuştur. Günümüzde etki gücüyle dünya çapında yasama, yürütme, yargı gücünden sonra gelen ve ‘dördüncü kuvvet’ olarak tanımlanan medya ulaştığı düzey ve kapsam itibariyle birçok çevre tarafından ‘birinci kuvvet’ olarak ele alınıp değerlendirilmektedir.



İletişimin bir bölümü olan ve büyük bir role sahip olan medyanın başarısı, dilinin çok güçlü kullanılmasıyla bağlantılıdır. Özgün, zengin ve çeşitli olan medya dili yumuşak, dolaylı ve insanları etkileyen bir yapıya sahiptir. Kamuoyunu herhangi bir konuda ikna etme ve zeminini hazırlama görevi medyaya aittir.



Medya–İdeoloji İlişkisi

Basın ideolojilerin mücadele aracıdır. Bütün alanlarda olduğu gibi basın-yayın alanında da ideolojik yetkinleşme sağlanmadan ideolojik mücadele verilemez. Verilse de bunun amaca hizmet edecek sonuçlar vermesini düşünmek çok fazla mümkün değildir. Bu anlamda medya ve ideolojinin bağlantısını doğru kurabilmek için ideolojinin tanımını yapmak yerinde olacaktır.



En genel tanımıyla ideoloji; bir kesimin, hareketin, grubun amaç ve çıkarları doğrultusunda geliştirilen sistemli düşünce biçimine denir. Toplumların geleceğe ilişkin özlemleri, istemleri, gelişim ve düşünüş biçimleri ideolojidir. Bir yaşam biçimi, yaşamı ele alma ve anlama biçimidir. Ölçüleri vardır ve sistemleştirilmiştir. İdeolojinin kendisi bir üstyapıdır. Altyapısı ekonomidir. Özellikle ideolojik kimliklerin sanata, edebiyata, ekonomiye yansıyış biçimi olguları biçimlendirir ve hepsini kaplar. Yön veren toplumsal, tarihsel dönüşüm yasasını belirleyen gerçek düşünce biçimi, yaşam kültürü ve anlayışı olan ideolojik kimlikler, toplumun gelişim ve düşünüş düzeyi bir seviyeye ulaşmadan istenilen düzeyde oturtulamaz. Eskiye ve aşılmak istenene dair yetersizlikler görülmez ve eleştirilerek tamamlanamazsa, yeni bir ideolojik kimlik oluşturulamaz. Bununla bağlantılı olarak eski ideoloji çerçevesinde yaşamını idame eden toplumsal gerçeklikte bunalım sürecine girilmeden, yeni bir ideoloji oluşturulamaz. Ekonomik olarak da bir gelişimin sağlanabilmesi için ideolojik mücadeleye ihtiyaç vardır. İdeolojik kimliğin bir parçası ekonomidir, biçim veren ideolojik kimliktir. Şu anda içerisinde yaşadığımız sistem gerçekliği üst düzeyde bir ideolojik bunalımı yaşıyor ve halkların en temel sorunlarına çözüm üretebilecek bir güçten yoksun kalmış durumda. Yaşanan tüm bunalımlar (sosyal, kültürel, ekonomik, psikolojik) kaynağını buradan alıyor. İdeolojik kimlikleri anlamak için de toplumsal gerçekliği derinlikli çözümlemek gerekiyor. Kapitalist-emperyalist sistemin ideolojik anlamda bir iflası yaşadığı ve miladını tamamlamaya doğru gittiği artık tartışma götürmez bir gerçekliktir. Yaşadığımız çağda insanlığın sorunlarına cevap olabilecek, toplumsal bunalımlara çözüm üretebilecek tek gerçeklik Demokratik Uygarlıktır. Demokratik Uygarlık Çağının ideolojik kimliği Ortadoğu eksenli olup, demokratik aydınlanmayla gerçekleştirilecektir. Halkla ilişkilerden reklamcılığa, üretimden gösteri ve eğlenceye, iletişim tekniğinden matbaaya kadar birçok alanda faaliyet gösteren medya tam bir sanayi sektörü gibi ideolojik-kültürel-siyasal semboller üretir. Bunları tanıtır ve pazarlar. Kısacası medya, ideolojik-düşünsel semboller üreten bir sanayi koludur. Her egemen ideoloji kendini sürekli kılmak, yaygınlaştırmak ve her an yeniden üretebilmek için kurumlaşmıştır. Günümüzde medya ile ortaya çıkan salt bir kurumlaşma değil, sanayileşme şeklinde bir sistemdir. Hız, kapsam, süreklilik, dağıtım ve yayılma itibariyle geçmişin ideolojik kurumlaşmalarıyla kıyaslanmayacak düzeydedir. Sistem medyasının mevcut koşullarda yaptığı; toplumdaki parçaların sesi olmak değil, tüm toplumun üstünde ve siyasal iktidarında yer alan ve aynı zamanda kendi patronluğunu da yapan burjuva sınıfının bakış açısını ve kültürünü hedef kitleye dikte etmektir. İnsan zihniyeti ve ruhu, tarihin hiçbir döneminde tanık olmadığı bir biçim ve içerikte kendi aleyhinde bir düzen tarafından durmadan bombalanmakta ve her an yenilmeye mahkum bırakılmaktadır. Medya aracılığıyla atomlarına kadar parçalanan bir birey biçimi yaratılmış, teknik sayesinde mekanikleşme, toplumsal değer yargılarından uzaklaşma en üst düzeye vardırılmıştır.



Yaşanan bu gerçeklikleri göz önünde bulundurduğumuzda, dünyada ideolojilerden bağımsız yayın yapan hiçbir kurum ve kuruluş göremeyiz. Rekabet dünyasında, sadece ideolojik rekabet yoktur. İdeolojik rekabeti yürütmenin en elverişli ve hızla sonuç aldırıcı araçları arasında da rekabet vardır. Medya ise bu araçların başında gelmektedir. İdeolojide sosyal, kültürel, siyasal vb konularda doğruyu yakalayabilmek, kararlı olmak bu çalışma sahasında önemlidir.



Toplumları iradesizleştirme eğilimiyle çalışmakta olan sistem medyalarına alternatif olabilmek için, insanlık sorunlarının çözümünü koyan bir medya gerçekliğine ulaşmak gerekir. İnsanlığın iradi ve karar gücünü geliştirerek, bilinç, sorgulama ve arayışlarını süreklileştirerek, insanın kendisine inanmasını ve güvenini sağlayarak medya aktif ve etkili olabilir. İnsan beynine anlık giren, anlık çıkan, kalıcılaşmayan bilgileri sunma değil, dinlediği her programda, okuduğu her yazıda geçmişle günümüz arasındaki siyasal, sosyal, kültürel bağı gören ve buna göre de geleceğe hazırlanan kitleleri, toplumları, halkları geliştirmek, insanlığın çıkarları için mücadele eden ideolojik gücün medyasına aittir. Bu aidiyetin sorumluluğuyla yayın yapan bütün medya çalışmalarının başarısız olacağı düşünülemez.





Medya-Devlet İlişkisi

Bu konumuza giriş yaparken devlet kavramını tanımlamak gerekir. En genel tanımıyla devlet; belli bir sistemin çıkarlarını güvence altına alan bir güç veya zor aygıtı olarak tanımlanabilir. Devleti ortaya çıkaran olgu, ihtiyaçlar olmaktadır. İhtiyaçlar devletin ortaya çıkışını hızlandırarak onun kurumlaşmasını sağlamlaştırmıştır. Kapitalizmin babası olarak da bilinen Adam SMİTH; devletin amacı mülkiyeti korumaktır. Devlet otoritesi zengini fukaraya veya mülkiyeti olanları olmayanlara karşı korumak için vardır’ demektedir. Dolayısıyla devlet salt bir sınıfın mülkiyet ve çıkarları için oluşturulmuştur. Yani bir toplum ya da toplumların çıkarları için değildir. Her ne kadar ilk çıkış süreçlerinde topluma hizmet etme adıyla çıkmışsa da, gelişim diyalektiği bu kapsamda olmamıştır. Bir toplum ancak ve ancak devletin hizmetindeki genel gönüllü köleler olmaktadır. Çünkü devlet halk olmadığı gibi halkın üstündedir. Devlete el ve dil uzatma halka ve halk gücüne el ve dil uzatma değildir.



Devletler tarihinde kaba güçle ikna iletişimi, askerlik kurumu, adaleti ve hukuk sistemi (mahkemeler, polis, hapishaneler, ordu) ile yapılır. Bunlar olmadan devlet olmaz. Bir devletin gücü bu belirttiğimiz hususlarda temsilini bulur. Devletin varoluşundan beri ordunun amacı devleti oluşturan güçlerin çıkarlarına sadece dışa karşı değil aynı zamanda iç tehditlere karşı korumak olmuştur. Burada devletin, bir toplumun zayıflıkları üzerinde kendisini kurumlaştırdığı sonucunu çıkarabiliriz. Çünkü devlet herkesten hesap soran, hiç kimseye hesap vermeyen bir güçtür. Yani insanın kendisi, kendi gelişimi için olmadığı gibi, en yaşamsal ihtiyaçları, ilişkilenme biçimi devletin belirlediği yasalar ve kurallar ekseninde olur. Bir toplum içerisinde olan en küçükten en büyüğe kadar olan olgular devletin denetiminde ve bilgisi dahilinde olmaktadır. O açıdan devletin bilmediği hiçbir şey yok gibidir. Çünkü toplumun en küçük zayıflıkları, devletin yürüttüğü ince politikalarda daha da inceltilmiş bir hale sokulmaktadır.



Bir sistemi oluşturan temel olgu devlet ise, o zaman devletten bağımsız hiçbir şey bu sistem içerisinde yer alamaz. Bu açıdan medya da devlet sisteminin çizmiş olduğu sınırlar içerisinde çalışmak zorundadır. Belirlenen bu sistem sınırları aşıldığında, devlet de aşılmış olacaktır. Bu açıdan sınırların aşılmasına müsamaha gösterilmemektedir. Mevcut toplumsal gerçeklikte bir iradi güç açığa çıkmadıkça, zayıflıklar aşılmadıkça, belli bir sorgulama düzeyi oluşmadıkça, bilinç gelişmedikçe devletin kendisini yaşatacağı zemin var demektir. Çünkü toplumun yaşadığı güçsüzlük, iradesizlik, cehalet, dini dogmalar devletin gıdasını aldığı temel noktalar olmaktadır. Bu nedenle zayıf halkalarda güçlenme olduğunda, devlette çözülme aşamasına girilecektir. Özellikle Ortadoğu gerçekliğinde, devlet kendini en köklü bir biçimde kurumlaştırmıştır. Toplumun tüm dinamiklerini eline geçirmiş bir vampir edasıyla, toplumun enerjisini kendisinde biriktirerek duygu ve düşüncelere hükmedebilecek bir düzeye yükselmiştir. Medya bu gerçeğin bir ürünü olması itibariyle devletin ideolojisini en çok kendisi seslendirmektedir. Çünkü tekelci medya sahiplerinin çıkarlarıyla devletin çıkarları örtüşmektedir. Tekelci medya sahipleri dünyanın her yanında büyük sermaye gruplarıdır. Çıkarları doğal olarak kapitalist ideolojinin yayılmasına, tüketim kültürünün geliştirilmesine ve kendi iç çıkarlarının güvence altına alınmasına bağlıdır. Yani tekelci medya devletin ideolojisini, siyasetini yaygınlaştırmak ve taşırmak için bir araç konumundadır.



Özellikle devlet, günümüzde medya aracılığıyla kitleleri psikolojik baskı altına alarak korkuyu, pasifliği geliştirerek dirençlerini kırma anlamında sonuç alıcı olmaktadır. Örneğin bir devletin, direk askeri bir işgale girmesi büyük bir tepkiye neden olabilir. O açıdan önce medyayla bir giriş sağlanır. Halk bu işgalin meşruluğuna inandırılır. Sonra da askeri işgal gelişir. Medya bu anlamda egemenlerin kısa vadede amaçlarına ulaşmada önemli bir işleve ve yere sahiptir. Devletlerin finanse ettiği çeşitli basın-yayın kuruluşları, devlet politikaları çerçevesinde yayın politikasını belirlerken, özel teşebbüslerin girişimleriyle oluşturulan basın-yayın kuruluşlarının yayın politikaları da devlet endekslidir. Tarafsız ve bağımsız medya politikasını belirleyebilmek sistem ideolojisinin dışında bir ideolojik güce sahip olmakla mümkündür. Egemen medya gerçeği kendi devleti ve sistemini koruma işlevini gördüğü gibi kendi ideolojisine göre şekillenen hatta devlete akıl hocalığı yapan bir konumdadır. Bugün bütün haber kaynakları devlet olduğundan medya da bu haber kaynaklarına ulaşmak için devletle iyi geçinmek durumundadır. Devleti eleştiren, devletten kopuşu gerçekleştiren bir medyaya yaşam imkanı verilmez. Kuşkusuz bağımsızlaşan medya gerçeği, devletin mutlaklığının çözülmesinde önemli bir rol ve öncülük üstlenmektedir. Bağımsızlaşan medya sivil toplum örgütlerinin harekete geçirilmesinde, mücadele biçimlerinin belirlenmesinde rol sahibidir. Topluma demokrasi bilinci ve kültürünü verecek, toplum içerisindeki kadın, çocuk, yaşlı çeşitli halklar, gruplar ve örgütlerin kendi rengi ve iradi karar gücünü oluşturacak olan da bu medyadır. Devlet endeksli medya gerçeği karşısında; halkın iradesini, taleplerini ve gücünü yansıtan medya, her şey devlettir mantığının kırılmasını getireceği gibi, halkın örgütlülüğünü yaratma, bilinç kazandırma, halkın enerjisini ortaya çıkarma işlevini hızlandırarak, özgür düşünce ve bilincin geliştirilmesinde etkileyici güç olmaktadır. Bu açıdan tabulaşan devlet, sosyalist demokrasinin savunuculuğunu temsil eden medya ile aşılarak, özgür toplum yaratılacaktır.



Medya-Siyaset İlişkisi

Siyaset Arapça’da seyis sözcüğünden gelmektedir. Toplumsal gelişim diyalektiği içerisinde artı-ürünün artması ve yönetim ihtiyacı, siyaseti ortaya çıkarır. Sınıflı toplumların özü siyasallıktır. Siyaset, insanların varolan ekonomik, kültürel ve sosyal yapının biçim ve içeriğe kavuşması, bunların nasıl olması gerektiği konusunda fikir ileri sürmesi veya eylemde bulunmasıdır. Yaşanan toplumsal sorunların çözümünü, toplumsal düşünce ve eylem olarak geliştiren her şey siyasaldır diyebiliriz. Sınıflı, sosyal düzenlerin yapısı gereği hem toplum içi çatışmalar hem de bunun sonucu olan siyasallık, süreklidir. Sosyal yapının içerisinde yaşayıp da siyaset dışı kalmak olası değildir. Tarihin başlangıcından günümüze kadar siyaset, egemen güçlerin, üst tabakaların mesleği olmuş ve onlarla sınırlı kalmıştır. Bunun en önemli nedeni sömürgecilerin siyaseti sömürünün en temel aracı haline getirmiş olmalarıdır. Siyasetin sayesinde egemenler çıkarları ekseninde, mevcut gerçeklikleri hem çarpıtarak hem de olağanmış gibi topluma benimsettirmişlerdir. Bu biçimiyle de toplum içinde sömürü sistemlerini kurumlaştırmışlardır. Oysa siyaset özünde bilinçlenmenin gelişimiyle bir kesimin mesleği olmaktan çıkmıştır. Herkesin yapabileceği bir iştir.



Her toplumsal grup kendi kimlik yapısına ve o anın koşullarında gereksinim duyduğu şeylere göre ekonomik ve sosyal yapı üzerinde fikir oluşturur. Bu düşüncelerin insanların arasında yayılması için izlenecek tek yol, çok genel anlamıyla iletişimdir. Basın-yayın, iletişim kurumları da kitlelere haber, bilgi ve düşünce aktarımı ve bu yolla toplumda siyasal kanı yaratma işleviyle siyaset sahnesinin önemli bir parçasıdırlar. 20. yy’ın son çeyreğinde yaşanan teknolojik ve sosyal gelişmelerin iç içe gelişmesi medyayı siyaset sahnesinin en etkileyici aktörlerinden birisi haline getirmiştir. Bilindiği gibi egemen siyaseti belirleyen temel kurumlar vardır. Bunların başında parlamento, bakanlıklar, ordu, haber alma teşkilatları, psikolojik savaş birimleri, stratejik araştırma merkezleri, işveren ve sermaye çevreleri (IMF, Dünya Bankası), üniversiteler ve medya gelmektedir. Siyasal konularda yerleşik kanı ve yargılar oluşturmak, bunu yaparken sürekliliği ve iknayı profesyonelce geliştirmek sistem medyasının temel işlevidir. Egemen siyasal düşünce kalıplarını insanların zihinlerine yerleştirmek, bakış açılarına ve yaşamlarına yön vermek medya gücüyle sağlanır. Bu güç sayesinde insanları denetim altında tutmak, yönetmek ve yönlendirmek kolaylaşır.



Siyaset uzmanlaşmayı gerektiren bir sanattır. Bu sanatın etkili ve belirleyici olabilmesi ise toplumun her açıdan iyi tahlil edilmesiyle bağlantılıdır. Tahlil edilen toplum gerçekliği, medya aracığıyla yerinde ve zamanında kullanıldığında istenilen siyasal sonuçlara ulaşmak mümkündür. Ekrana yansıyan bir kare, dile getirilen bir haber, makale ve programların siyasal içerikli hazırlanması ise neyin ne kadar, nasıl olacağı ölçüleri ile belirlenerek topluma sunulur.



Amaçlarını toplumun tüm kesimlerinde etkili ve güçlü bir biçimde yaygınlaştırmak isteyen güçler, insanların duygularına, düşüncelerine medya aracılığıyla hitap ederek siyasal amaçlara ulaşırlar. Medyanın hızı ve etkili rolü sayesinde siyasal amaçlara ulaşmak kısa zaman diliminde gerçekleşir.



Medya toplumun vicdanının sesi olması gerekirken, toplumun değer yargılarını da egemen çıkarlar temelinde yönlendiren gerçeğe dönüşmesi, demokrasinin çözmesi gereken bir sorun olmaktadır. Fakat demokrasi bilincini geliştirmede de medya rol üstlenirken medya-demokratik siyaset ilişkisi birbirini tamamlayan konumdadır. Bu ilişkinin karşılıklı doğru işletilmesi hem medyanın, hem de siyasetin insan vicdanını yansıtan toplumsal ahlaki normların özünün korunmasını sağlayacaktır.



Şu anda varolan medya gerçekliğinde tekelleşmenin olması ve bu tekellerin belirlediği siyaset ekseninde, siyasal mücadelenin yürütülmesi, medyayı en yoğunluklu siyasal arenaya çekmiştir. 3 Kasım 2002 tarihinde Türkiye’de yapılan genel seçimlerde bunu açık görmek mümkündü. Mesut Yılmaz “Medya seçim sonuçlarını belirledi” derken bir gerçeği itiraf ediyordu. Medya yaptığı çeşitli kamuoyu araştırma sonuçlarında bazı partileri öne çıkarırken, bazı partileri baraj altında gösterdi. Bu da halkın önüne “oyunuz boşa gitmesin, barajı geçen partilere oy verin” diyerek, kitlelerin alternatifsiz kalmalarını geliştirdi. Ve bu, seçimin barajı geçen partilerin lehine sonuçlanmasına yol açtı. Kısacası seçimler medyanın yönlendirmesiyle sonuçlandı.



Bu belirttiğimiz hususlarda görüldüğü gibi, dönemin gerekliliklerine göre siyasal olarak etkili olunmak isteniyorsa, medyada belli bir hakimiyetin olması gerektiği tartışma götürmez bir gerçektir. Toplumları, kitleleri dönemin ihtiyaçlarına göre harekete geçirmede etkili bir araç olan medya belli bir gücün çıkarını değil, halkların ve insanlığın çıkarlarını esas alırsa daha güçlü konuma gelecektir.



Medya-Sermaye İlişkisi



Sermayenin Gelişimi:

İnsanlık tarihinde insanlığın açığa çıkardığı en temel değerlerden biri üretim araçlarını keşfetmesidir. Üretim araçları varolan üretim düzeyini hızlandırmış ve tüketebilecek miktardan daha fazlasının üretilmesine yol açmıştır. Üretim araçlarındaki gelişmeler, varolan her toplumsal sistemin üretim düzeyine cevap olamayarak aşılmayla karşı karşıya gelmiştir. Üretim fazlası çeşitli yol ve yöntemlerle bazı kişilerin elinde toplanmaya başlamış ve toplumda sınıflaşma olarak adlandırılan döneme böylece giriş yapılmıştır.



Bu üretim fazlasının aynı ellerde birikimi süreklileştirmek için gerekli olan sistem oluşturulmaya çalışılmış, açığa çıkan sistem ve onun etrafında gelişen ilişki biçimi günümüze kadar varlığını korumuştur. Her uygarlık sistemi esasında üretim sonucu açığa çıkan birikimi değerlendirme, yönetimin ifadesi olsa da üretim araçları temel belirleyen durumundadır. Bir döneme insanın kaba emeği damgasını vursa da, günümüzde ise insan beyninin ürünü olan gelişmiş üretim araçları temel rolü oynamaktadır. Uygarlığın açığa çıkardığı, ürünün birikmiş ifadesi onun sermayesidir. Sermaye en genel tanımıyla elde varolan ve kullanılabilecek birikim potansiyelidir. Bu kültürel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm alanlara uyarlanılabilecek bir tanımlamadır. Yaşam içerisinde diğer alanlarda kullanılan bir kelime olsa da esasında ekonomiyi çağrıştırır. Düşüncemizde ilk şekillenen tablo ekonomiyle ilgili olur.



Feodal toplum içinde sermaye, günümüzdeki kadar kurumlaşmayı yaratmadığı ve aynı zamanda da dışa açılmanın oldukça zayıf olmasından kaynaklı, kendi propagandasını sistemli yapma ihtiyacı hissetmez. Diğer yönüyle bu dönemde zaten medya bir gelişim kaydetmiş durumda değildir. Çok ilkel bazı haber aktarım yöntemleri gelişse de, bu durum direkt sermayenin hizmetinde değildir. Ama unutmamamız gereken en temel gerçeklik sermayenin biriktiği el, kişi ya da kişiler; ya direkt iktidar olmuş ya da iktidar üzerinde oldukça etkili olan en temel güç olmuştur. Bu, sınıflı uygarlığın en belirgin biçimde yansıyışıdır. Sermaye, iktidarın diyalektiği olarak da algılanabilir. Karunlar, Firavunlar, Nemrutlar iktidar-sermaye bileşkesinin tarihi örnekleridir. Yakın dönemin krallık ve imparatorlukları için de aynı durum geçerlidir. Günümüzde bile bunun örneklerine oldukça fazla rastlamaktayız.



Sanayinin gelişimiyle bu durum değişikliğe uğramaya başlamıştır. Üretim oldukça hız kazanmış daha fazla üretim için gerekli olan hammadde ihtiyacı dışa açılımları yaratmıştır. Üretilen metanın yeniden pazarlanabileceği alanlara ihtiyaç duyulmuştur. Kapitalizm ile birlikte gelişen uluslaşma ve sermayenin kendi etrafında çizdiği ulusal-pazar sınırlarına rağmen üretilen malların tüketimi bitmeyince dış pazarlara açılım ihtiyacı hissedilmiştir. Aynı durum ilk elden kapitalizm ile tanışmış ve kendi ulusal pazarını aşan tüm sermaye çevreleri için geçerli olmuştur. 1. ve 2. Dünya savaşları dışa açılarak pazar ve hammadde sağlamaya çalışan devletlerin çatışması olurken bu durum giderek devam etmiştir.



Matbaanın bulunması mevcut imparatorluk ve devletlerden çok, doğuş aşamasında olan burjuvazinin kendisini gerçekleştirmesine hizmet etmiştir. Sansürler ve sürgünler feodal sistemce burjuvazinin gelişimine açılan savaştır. Hollanda’da bu durum devletin basılıp basılmayacağına ilişkin kararlara dönüşürken, Almanya’da yaşanan sürgünlere kadar bu durum geniş bir yelpazeyi kapsamıştır. Burjuvazinin feodal sisteme karşı kazandığı zafer sonrasında, medyanın işlevi gelişerek, çok daha güçlü bir sisteme kavuşmuştur.



Günümüzde Sermayenin Durumu Ve Medya İlişkisi

Kapitalizmin feodal sisteme karşı elde ettiği zafer sonrasında açığa çıkan durum, sistemin en temel karakterini oluşturdu. Daha fazla kar elde etme arayışı beraberinde iç çatışmayı ve mücadeleyi getirdi. Daha fazla açılım, daha fazla hammadde-pazar elde etme hırsı yukarıda belirttiğimiz gibi dünya savaşlarını doğurdu. Savaşlar sonrası oluşan klasik sömürgecilik, halkların direnişi sonucu aşılmaya başlayınca sermaye açılım ve kendi ürettiklerini pazarlama yöntemlerini gözden geçirmiş ve günümüzde varolan biçimin zeminini büyük oranda oluşturmuştur. Kendini, kendi üretimini beğendirtmek için tüm pazarlara giriş yapmayı başarmıştır. Burada medyanın rolü ve ilişkisi önem arz etmektedir.



Medyanın finans kaynaklarını ve bağlı olduğu güçleri gözden geçirdiğimizde kime hizmet ettikleri çok daha iyi anlaşılacaktır. Şöyle bir gerçekliği kimse inkar edemez; günümüz koşullarında üretim araçlarının büyük tekeller tarafından üretilmesi, medya araçlarının da belli tekellerin elinde olmasını sağlamıştır. Bu açıdan medya araçlarına sahip olmak ve onu işletebilmek ekonomik olarak ciddi bir güç olmayı gerektirir. Bunun yanı sıra güçlü bir organizasyon ve örgütlenme de gereklidir. Herkesin bu araçlara sahip olmasını (her türlü teknolojik ürün) düşünmek mümkün değildir.



Günlük gazeteler, televizyonlar oldukça güçlü bir teknik ve fazla bir maliyeti gerekli kılmaktadır. Yayınevleri, zamana yayılmış periyodik yayınlar için de geçerli olsa da, maliyeti diğerlerine oranla daha düşük olduğu için büyük tekeller dışında kalan güçlerin tercihi olmaktadır ki bunlar dahi büyük tekellerin rekabeti içerisinde boğdurulmak istenmektedir. Bu konuda başarılı oldukları da söylenebilir. Dünya genelinde hakim olan bazı medya kuruluşlarının temel finans kaynakları, yine kendileri gibi dünyada her tarafa ulaşan tekellerdir. Medya-sermaye-siyaset iç içeleşmiştir ve bu ilişkilerin gizlenme ihtiyacı çok da hissedilmemektedir. Türkiye’de medyanın gelişimi Avrupa’dan farklılık arz etse de, ortak paydada (sermaye sahiplerinin elinde olması itibariyle) buluşmaları söz konusudur. Medya kuruluşları siyasetçilerin ya da bazı sermaye sahiplerinin ismiyle anılmaktadır. Gülen Cemaati medyası, Doğan Medya grubu, Ciner Medya grubu vb. örnek gösterilebilir. Kısacası medya pazar sahibi olmak ve pazarların kontrolünü elinde bulundurmak isteyen sermaye güçlerinin elindedir.



Medya ¬Sermayeye Nasıl Hizmet Ediyor?

Medyanın sermayenin denetiminde olduğu ve güç ilişkileri temelinde geliştiğini ortaya koyarken bunun nasıl bir hizmete yol açtığını bilmek de o kadar önem arz etmektedir. Bunu anlayabilmek için günlük gazeteleri okumak, televizyonları izlemek yeterli olacaktır. Özellikle haberler ve reklamlar, çekilen film ve dizilerde verilen mesajlar bunu açık göstermektedir.



Reklamcılık ve Sermaye:

Reklamcılık, herhangi bir malı ya da ticari üretim alanlarını çekici kılmak ve tanıtmak için yapılan etkinliklerin toplamıdır. Daha çok ticarette kullanılan bir kavramdır. Önceden çok ilkel yöntemlerle geliştirilmeye çalışılsa da günümüzde oldukça sistemli bir düzeye ulaşarak kendi başına bir sektör olmuştur. Muhatap olduğu kesim sadece belirgin tüccar çevreleri değil, neredeyse toplumun tümü olmaktadır. Muhatap alanı genişledikçe reklamın niteliği ve şekli değişmektedir. Günümüzde bu durum toplum yaşamına yön verecek ve neyi nasıl kullanması gerektiğini belirleyecek düzeye gelmiştir. En önemli nokta onun etkileme düzeyinden çıkıp belirleme düzeyine ulaşmış olmasıdır. Esas üzerinde durulması gereken nokta burasıdır.



Kapitalizmin bir yaşam anlayışı var ve bu anlayışa göre medya hareketli kılınmaktadır. Bu anlayışın temeli tüketim bilincinin verilmesidir. İyi bir tüketim nasıl sağlanır? konusunda toplumu hazır hale getirmek ister. Her program arasına sık sık konulan reklamlar, hatta haber bültenlerinden tutalım çeşitli programlar esnasında dahi ekranın bir köşesinde yayınlanan reklamlar ile insanların neyi giyeceği, neyi yiyeceği ve neyi kullanacağı tercih hakkı bırakılmadan sunulur (Reklam sektörü ve ekranlara yansıyış biçimi artık ‘reklam terörü’ denebilecek bir düzeye ulaşmıştır. Medya organlarının temel kaygısı ‘gazetecilik’ ya da ‘medyacılık’ değil, sadece ‘kar’dır. Nitekim artık ‘programlar arası reklamlar’dan, ‘reklamlar arası programlar’ sürecine geçilmiştir). Periyodik biçimde sunulan reklamlar ile toplumun koşullanması ve yönlendirilmesi yaratılır. Gösterime sokulan reklamlar ile koşullandırma sağlanırken istenilen her tür malzeme daha fazla tüketici bulur. Yine gazetelerin sayfalar dolusu reklam ilanları, bilgilendirme ve enformasyonu, basını bir ticari rekabet alanı haline getirir ve bugün medya kuruluşlarının en büyük gelirleri reklamlardan sağlanmaktadır.



Habercilik ve Sermaye

İletişim araçlarının gelişmesi kendisiyle beraber bilgi alınmayan ama merak edilen alanlardan bilgi elde etmeyi sağlamaya yol açtı. Önceden çok dar istihbarat çalışanlarının yaptığı iş bugün tekelleşmiş medya gruplarının yaydığı ajans ve muhabir ağlarıyla çok rahat, çok daha sistemli yapılmaktadır. Bilgilenme kuşkusuz toplumlar açısından anlamlı bir gelişmedir. Haberleşme ya da medya haberleri bu konuda büyük rol oynamaktadır.



Üzerinde duracağımız nokta bunun sermayeye nasıl hizmet ettiğidir? Öncelikle haberler ve arkasında gizlenmiş yorumlarla toplumun yönlendirilmesi amaçlanır. Örneğin silah stoklarının satışını kolaylaştırmak isteyen silah şirketlerinin denetiminde olan medya kuruluşu, sunduğu haberlerde çok rahat savaş kışkırtıcılığı yapabilir. ABD’nin Irak’a müdahalesinde bunu çok rahat görmek mümkündü. Müdahaleden önce sunulan tüm haberlerde Saddam rejiminin mutlaka devrilmesi gerektiği toplumlara dikte ettirilerek bir hazırlık yapıldı. Sunulan her haberde toplumların önüne savaş alternatifinin dışında başka bir çözüm olmadığı anlatılırken müdahalede kullanılacak silahların da bol bol reklamı yapıldı. Yine büyük tekellerin yaptıkları çeşitli konferanslar ve toplantıların haber sunumlarında sık sık işlenmesi ve bu tekellerin tanıtılması gerçekleştirildi. Diyebiliriz ki özel hazırlanan ekonomi programlarıyla da toplumun hangi sermaye çevrelerine endeksli olacağı belirlenmektedir.



Demokratik Medya

Medya-sermaye ilişkisini de iki yönlü ele alarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Birincisi direkt sermaye ve sahiplerine hizmet eden ve bunlar tarafından finanse edilen medya kuruluşlarıdır. İkincisi ise, çeşitli medya kuruluşlarının kendilerini ayakta tutabilmek ve varlığını sürdürerek, toplumun bilinçlenme görevini en doğru biçimde yerine getirmek için kendi kendisini finanse etmesidir. Medya kuruluşlarının işlevini anlatırken hiçbir ideolojiden bağımsız olamayacaklarını belirtmiştik. Fakat toplumların ve insanlığın siyasal, sosyal, kültürel ve hatta ulusal iradesini temsil eden ve bunun gelişimi için mücadele eden ideolojilerin hiçbir zaman ekonomik çıkarları ön planda değildir. O açıdan bu ideolojiler ekseninde topluma, halklara ve tüm insanlığa hizmet anlayışında tüketici toplum yaratmak yoktur ve çeşitli tekellerin reklam aracı haline kendisini getirmez. Kitlelerin taleplerini, ihtiyaçlarını esas alarak bilinçlenmeyi geliştirme hedefini taşıdığından kendisini finanse etmeyi de halkın gücünden alır.



Demokratik medya, kendini halkın örgütlü gücüne dayandırır ve zaten bu gücün ürünü olarak ortaya çıkar. Ezilen halkların, sınıfların, cinsin ve toplumun her kesiminin yürüttüğü mücadelenin hizmetinde olması onun temel finans kaynağını da oluşturur. Demokratik medyanın sermayesi halkların ve toplumların iradesi ve onun yarattığı örgütlülüktür. Bu örgütlülük demokratik medyayı daha da geliştirip yaygınlaştırırken insanlığın sesi olmasından kaynaklı demokrasi mücadelesi veren güçler tarafından daha fazla desteklenir. Demokratik medya kuruluşlarının aynı zamanda kendisini büyük tekel birikimi haline getirme gibi bir sorunu yoktur. Böyle olunca kendi kendisini finanse edecek kadar ekonomik birikime sahip olması onun için yeterlidir.



Kürt halkının özgürlük mücadelesinde ortaya çıkan halk örgütlülüğüyle, tüm sistem medyalarına alternatif oluşturduğu medya gerçekliğini örnek vermek mümkündür. Bugün hiçbir sermaye sahibinin tekelinde olmadan, bağımsız yarattığı ekonomik kaynaklarla gerçek demokrasinin yayıncılığını yapmaktadır. Mevcut bu gerçeklikte de görülebileceği gibi büyük medya kuruluşlarının rekabeti arasında ayakta kalmak mümkün olduğu kadar, demokratik medyanın muhataplarını yaygınlaştıracağı bir durum da oluşturulabilir.



Rahşan Avesta

Ahlak, Hukuk ve Krizli Toplum

Toplumlar ilk oluşum aşamalarında, sorunlu olan veya sorun doğuran bir yapı olmamıştır. Oluşumunun % 98’lik bir bölümü refah içinde geçerken, bunun sadece % 2’lik bir bölümü sorunlu


Giriş
Toplumlar ilk oluşum aşamalarında, sorunlu olan veya sorun doğuran bir yapı olmamıştır. Oluşumunun  % 98’lik bir bölümü refah içinde geçerken, bunun sadece % 2’lik bir bölümü sorunlu olarak yaşanmaktadır. Sorun toplum olmanın kaynağında  olmayıp, daha sonra gelişmiştir.  Gelişimindeki esas etken ise, ortaya çıkan artı- ürünün sonucunda oluşan yeni iktidar klikleridir. Bu iktidar klikleri insan eliyle icat edilen oluşumlardır. Yani toplumsal problemin kaynağında insanın kendisi vardır.

Anlaşıldığı gibi toplumların refah dönemlerinin sona erip, toplumsal problemin baş göstermesi tamamen insan tarafından oluşturulan bir olgudur. Toplumsal problem, insan eliyle yaratılmıştır. Burada bir toplumun varlığını teşkil eden değerlerin, yani varlığın kendisinin temellerini ortadan kaldıran gelişmeler söz konusudur. Varlığın kendisini ortadan kaldıran en temel gelişme ise ahlakın devletleştirilmesidir ki bu da ahlakın aşındırılması anlamına gelmektedir. Ahlakın devletleştirilmesi de ‘hukuk’ denilen olguya yol açmaktadır.

Toplumsal problemi, toplumun temellerini oluşturan değerleri yıkan güçlerle bağlantılı olarak ele almak en doğru sonuca götürür. Daha sonrasında toplum bünyesinde gelişen tüm diğer sorunlar, ortaya çıkan bu esas problemle bağlantılı olarak gelişmekte ve yaşanmaktadır. Toplumsal problemi oluşturan güçlerin başında sermaye ve iktidar klikleri gelmektedir. Çünkü her ikisi de artık değer üzerinden sağlanan rant temelinde kendilerini şekillendirmiştir. Devlet ve iktidar arasındaki bağlantıyı anlamak önemlidir. İktidar olmak devletle bağlantılı bir olgu değildir. Ancak devlet bir bütünen iktidara bağımlıdır. Bu bağlamda iktidar devletsiz olabileceği gibi, devlet iktidarsız olamaz. Ancak her iktidar kliği daha sonra bir devlet yapılanmasına arzu duyar. Çünkü iktidarını kurumlaştırmanın en iyi yöntemi devletleşmektir. Bunun akabinde çıkan tüm ekonomik,  ekolojik, demografik ve siyasal sorunların kaynağında, sermaye ve iktidar kliklerinin ahlakı devletleştirerek hukuk sınırlarına hapsetmesi bulunmaktadır.

Toplumsallaşma ve Ahlak
Toplumsallaşma ilk oluşum aşamasında ahlaki temeller üzerinde şekillenmiştir. Ahlak, doğal toplumun gönüllü uyulan yaşam kurallarıdır. Politikanın rolü ise, ahlaki kuralları oluşturmak için gerekli olan yol ve yöntemleri tartışarak kararlaştırmaktır. Toplumun varlığını devam ettirebilmesi için ahlaki ve politik kurumlarını oluşturup, çalıştırması gerekmektedir. Toplum olmanın en temel kuralı ahlaki ve politik karaktere sahip olmalarıdır. Var olmak bu karakterle bağlantılıdır. Ahlaki ve politik karakterli olmayan bir toplum varlığını uzun süre devam ettiremez ve yok olmayla yüz yüze kalır.

Ahlak ve politika ayrıca toplumun kendisini savunma mekanizması olmakla birlikte, bu iki olgunun zayıflaması toplumu her türlü baskı ve zor uygulamasına müsait hale getirecektir. Bu nedenle iktidarın amacı ahlaki ve politik yapıyı aşındırarak toplumu savunmasız bırakmaktır. Çünkü ancak bu şekilde zayıf bıraktığı topluluğu oluşturduğu yeni sistem içerisinde istediği tarzda şekillendirebileceği gibi kendi hizmetinde kullanabilecektir.

Dolayısıyla iktidar kliklerinin tahakkümlerini sağlamalarının tek ve en geçerli yolu toplumun ahlaki ve politik yapısını aşındırmaktır. Ancak ahlak toplumun özünde var olan bir olgudur ve sadece baskı ve zor aygıtlarıyla aşındırılabilecek bir özellik değildir. Bunun için de iktidarların yapması gereken öncelikli iş, toplumun hafızası üzerinde hakimiyet kurmaktır.

Doğal toplumun bitimiyle gelişen hiyerarşik ve sınıflı toplumla birlikte toplumun doğal ahlaki ve politik yapısı engellenmeye başlanmıştır. Geliştirilen mitolojiler öyle bir şekilde kurgulanmıştır ki, insanlar artık kendilerinin bir köle olarak yaratıldıklarına ve egemen olan sınıfa itaat etmeleri gerektiğine inandırılmışlardır. Geliştirilen tüm yasalar bu temelde oluşturulmuştur. Ancak bu şekilde elde edilen artı-ürün belli tekellerin elinde kalacaktır. Bu şekilde gelişen tekelleşme kendisiyle sınıflaşmayı yaratmış, bu da kentleşmeye yol açtığı gibi devletin de yolunu açmıştır.

Bu temelde ortaya, esas toplumsal problemle bağlantılı olarak bir zihniyet sorunu çıkmaktadır. Toplumun eline ilk sopayı alması bile bir düşünce ürünüdür. Toplumda bu düşünce yapısı geliştikçe ortak akıl ve vicdan denilen ahlak da gelişmeye başlar. Bu da bir diğer anlamda toplumun kolektif düşüncesidir. Ahlaka dayanmayan bir düşünce birikiminin sonucunda politika yapılamayacağı toplum tarafından da çok iyi bilinmektedir. İktidarla birlikte geliştirilen (daha önceki yapılanmalardan farklı olarak) tüm eğitim kurumları, dini ibadet yerleri ve askeri kurumlarda yapılan şey, zihni, ahlaki ve politik toplumsal karakterleri işgal edip, asimile ederek sömürgeleştirmektir.

Ancak toplumların ahlaki ve politik karakterleri tümden yok edilemezler. Çünkü ahlak ve politika toplumların özünde var olmakla birlikte toplumlar ilk oluşum aşamalarında ahlaki ve politik bir yapıda oldukları gibi, demokratik bir karaktere sahiptirler. Bu nedenle de yapılması gereken toplumun hafızasını kontrol altına almak ve bunun için gerekli ideolojileri yaratarak insanları buna inandırmaktır. Çünkü kölelik ve tahakküm altında olmak ahlaki ve politik bir toplumun kabul edebileceği bir olgu değildir ve ancak bu özelliklerini yitirmiş bir toplum istenildiği gibi yönetilmeye müsait hale gelir.

Ahlaki Toplumdan Hukuk Devletine
Toplumda, köleliğin başlangıcından itibaren görülmektedir ki, oluşturulan tüm sistemler geliştirdikleri ideolojilerle ilk hakimiyetlerini insanların zihniyetleri üzerinde kurgulamışlardır. Toplumun köleleştirilmesi ve bu köleliğe alıştırılabilmesi için öncelikle o toplumun ahlakının aşındırılması gerekmektedir. Bir toplumun ahlakını yok ederek sisteme uygun hale getirmenin ilk ve en geçerli yolu ise, en başta onun zihni üzerinde hakimiyet kurarak yeni sisteme inanmasını sağlamak ve gönüllü itaatini geliştirmekten geçer. Bunun içinse savaş ve diğer zor aygıtlarının yanında farklı ideolojiler geliştirerek toplumun gönüllü itaatini sağlamak sistemin uzun ömürlü olması için vazgeçilmez kuraldır. İşte burada sırasıyla devreye giren mitoloji, felsefe, din ve bilimin rolü, insanların inanabilecekleri bir ütopya oluşturmaktır. Ahlakın aşınması ile birlikte ise toplum, içinden çıkılması çok güç sorunlarla karşı karşıya kalmıştır.

Geliştirilen tüm mitoloji, felsefe, din ve bilimler bu amaç uğruna kullanılmaya çalışılırken, ayrıca bunlar sistemin ideoloji üretim araçları olarak da kullanılmıştır. Oluşturulan bu yeni zihniyet, eski doğal toplumun gönüllü katılımından eser bırakmadığı gibi eskinin canlı ve cennetimsi yaşamı ise bir hayal olmuş ve cennet kurtuluşun tek yolu olarak ancak ölümden sonra ulaşılabilecek bir imge düzeyine indirilmiştir. Tabi bu mutlu sona ulaşabilmenin tek ve kaçınılmaz yolu ise, dünya üzerinde iktidarın temsilcilerine en iyi şekilde hizmet etmek ve iktidar klikleri tarafından oluşturulan kurallara eksiksiz uymaktan geçmektedir. Çünkü tüm bu ideolojiler, yeryüzünde var olan iktidar kliklerini adeta gökyüzünde var olan tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak yansıtmaktadır. Bu nedenle de oluşturulan tüm kurallar birer tanrı emri olarak sorgulanmaksızın bir itaati gerektirmektedir. Uyulması zorunlu olan bu kurallar da ‘hukuk’ adı altında kurumlaştırılır.

Oluşturulan bu hukuk kuralları tamamen ahlakın yerine geçen bir olgudur. Bu anlamda ahlaktan kopuk olarak işletilir. Ahlakın zayıflamasıyla açığa çıkarılan hukuk, bir kavram olmanın ötesinde yine ahlakın aşındırılması temelinde kurumlaşır. Ahlaktan kopuk bir hukuk sisteminin ise toplumu ne hale getirdiği şu anda yaşanan koşullarda çok iyi anlaşılmaktadır.

‘Prens faziletliyse, kanunlara ihtiyaç yoktur; faziletsizse, kanunların hiçbir yararı yoktur’ (Konfüçyüs). Bu sözden de çok iyi anlaşıldığı gibi sadece uyulması zorunlu kurallardan oluşan ve içinde ahlaka yer olmayan bir hukuk sisteminin toplumun sürdürülebilirliği açısından hiçbir değeri olmadığı gibi,  ahlakın var olduğu ve işletildiği bir toplumda da hukuk kurallarına gerek yoktur. Yani toplumların varlıklarını devam ettirebilmeleri için gerekli olan şey hukuk değil, ahlaktır. Toplumlar hukuk olmadan yaşayabilir, ancak ahlaksız yaşayamaz. Toplumun olmazsa olmazı sanıldığının aksine hukuk değil, ahlaktır. Ancak iktidar ve sermaye klikleri kendilerini yaşatabilmek için ahlakı hukuka kurban etmişlerdir. Bu da aslında günümüzde yaşanan toplumsal sorunların kaynağıdır.

Oluşan toplumsal sorunlar tekel ile birlikte gelişen kent, sınıf ve devlet yapılanmaları etrafında oluşmuştur. Yani toplumsal sorunlar tekel güçlerinin ortaya çıkmasıyla yaşanmaya başlanmıştır. Daha sonra gelişen merkezi uygarlık da gelişen bu ‘tekelin’ bir sonucudur. Ortaya çıkan tüm toplumsal sorunların kaynağında da oluşan bu tekelci-iktidarcı-devletçi uygarlık sistemi vardır. Bu durum da toplumun kendi kendini devam ettirebilmesini engellemektedir. Yeni toplum, artık bağımlı ve her türlü yönlendirmeye açık bir toplumdur ki, bu da toplumsal bunalımın en önemli sebeplerinden birisidir.

Ahlakın aşındığı toplumlarda ahlakın yerine Hukuk geçer. Hukuk, kentlerin etrafında sınıflaşma ve Pazar geliştikçe kendini dayatan bir kurumdur. Çünkü Pazar ve sınıflaşma geliştikçe toplumdaki ahlaki yapı aşınmaya başlar ve bu da beraberinde toplumda eşitlik vb. sorunlar açığa çıkarır. Devletli toplumlar da sınıflaşma ve Pazar etrafında gelişir. Bu nedenle de hukuk kurallarının oluşturulması gerekmektedir. Yani hukuk devletleşmeyle birlikte gelişir. Hukuk olmadan devletin kendini sürdürebilmesi çok zordur. Her ne kadar hukuk ahlakın aşındırılması sonucunda oluşuyorsa da kökeninde ahlak vardır. Ahlakın devletleştirilmiş halidir. Ahlakın aşınmasıyla ortaya çıkan can, mal vb. şeylerin güvenliğini sağlayan hukukun, yazılı kurallar bütünlüğüne de ‘Anayasa’ denir.

Hukuk ilk kez Sümerlerde ortaya çıkmıştır. Daha sonraki devlet yapılanmalarında ortaya çıkanlar da oluşturulan bu hukukun kendi iktidar çıkarlarına göre düzenlenmiş ve geliştirilmiş halidir. Bunun sebebi ise devlet yapılanması içerisinde açığa çıkan yönetim ve iktidar sorunudur. Yine yönetimde yaşanan kaos ve kargaşayı aşmak amaçlanır. Atina ve Roma döneminde hukuk, demokrasi ve cumhuriyetin birbirleriyle bağı kurulur ve daha resmi ve düzenli bir yazıma geçilir. Yani temeli Sümerler olmakla birlikte, en düzenli şeklini Atina ve Roma devletlerinde alır. En son Avrupa burjuvazisinde ise insan haklarıyla bağlantılı olarak hukukun anayasacılık, demokrasicilik ve cumhuriyetçilikle bağlantısı tartışılmaya başlanılır.

Ulus devlet ve Endüstriyalizmin Ahlak Karşıtlığı
Daha sonrasında gelişen ulus-devlet, ahlakın inkarı olarak ortaya çıkar. Ulus-devlet ahlaki ve politik toplumun inkarı üzerine gelişir. Bu çerçevede ahlaki toplum yerine ulusal hukuk ve politik toplum yerine ise bürokratik idare hakîm kılınır. Devlet ve burjuva sınıfı ahlaki ve politik toplum yerine adına hukuk denilen toplumsal kategoriyi hakîm kılmak istemektedir. Bunun sebebi ise, devlet birliği, tekliği ve dokunulmazlığının hukuk adı verilen ve uyulması zorunlu olan kurallar tarafından kesinlikle ve her koşul altında korunuyor olmasıdır. Oluşan devlet anayasal güvence altındadır. Ancak gelişen bu tekçilik mantığının daha sonrasında ne gibi sonuçlara yol açtığı da ortadadır. Ortaya çıkan bu tekçilik mantığı milliyetçiliğe yol açarken, bu milliyetçilik de faşizmle sonuçlanmıştır. Hukuk tarafından korunan bu vatanın birliği, tekliği ve bölünmezliği fikri dünya genelinde birçok savaş ve soykırımla sonuçlanmıştır.

Toplumsal sorunlardan biri olan sanayileşme ve oluşturduğu artı-ürünün belli tekellerin elinde olması ve bunun hukuk kurallarıyla korunuyor olması da dünya genelinde yoğun ekonomik sorunların yaşanmasına yol açmaktadır. İşsizlik bunun en büyük sonuçlarından sadece bir tanesidir. Çok yoğun bir işsizlik yaşanmaktadır. Yine bunun yanında yaşanan açlık düzeyi de ahlaki ve politik bir toplumun bu özelliklerinden soyutlanmasının ne gibi sonuçlara yol açtığının en çarpıcı göstergelerindendir. Ayrıca ortaya çıkan işçi sınıfı da var olan bu kurallara ya tam uyum sağlayacak -ki ortaya çıkan sonuç da budur- ya da zaten yoğun olan işsizler ordusuna katılacaktır. Yaşanan bu ekonomik sorunun kaynağında toplumun sermayeleştirilmesi bulunmaktadır. Ekonomi olarak yansıtılan sermaye, esasta ekonomi olmayıp, tersine ekonominin en büyük inkarıdır. Toplumların gelişim aşamalarında sermaye ve kâr gibi amaçlar bulunmamaktadır.

Ancak sanayileşmenin yarattığı bu sorunların temelinde sanayinin var olduğunu düşünmek toplumsal problemi anlamak ve çözüm yolları geliştirmek açısından hatalı olacağı gibi doğru çözümü bulmayı da engelleyecektir. Sanayileşmeyi 19. yüzyılda yapılan Sanayi Devrimi’yle birlikte ele almak yaşanan sorunun kaynağıdır. Çünkü bu durum, sanayiyi bir Avrupa icadı olarak yansıtmakta ve tekellerin eline teslim etmektedir. Bu anlamda yaratılan ilk el aletini de bir sanayi ürünü olarak ele almak önemlidir. Asıl sorun, yeni oluşturulan değil zaten var olan bu sanayileşmenin tekel amaçlı kullanımıdır. Ayrıca sorun olan, ortaya çıkan artı değerin sermaye ve iktidar amaçlı kullanımıdır. İnsan yararına kullanılabilecek bir sanayinin önüne geçen engel sanayinin kendisi değil, bu sanayinin iktidar elitlerinde tekelleştirilmesidir. Bunun sebebi de toplumsal varlığın yani ahlakın bahsi geçen iktidar elitleri tarafından devletleştirilmesiyle açığa çıkmaktadır.

Endüstri ve endüstriyalizmi bu şekilde ele almak önemlidir. Tek başına endüstri toplumun varlık gerekçeleriyle bütünleştirilse insanlık için faydalı olabilecek bir kavramdır. Sorun olarak nitelendirilebilecek asıl kavram endüstriyalizmdir. Yani sorun olan toplumsallaşmanın oluşumundan beri var olan endüstrinin sömürge güçlerinin elinde olmasıdır. Bu anlamda oluşturulan endüstriyalizm, toplumu tarımdan yani köklerinden koparmaktadır. Sanayinin kalkınmanın temel dinamiği olarak görülmeye başlanmasıyla esaslı sorun başlamıştır. Sanayinin bu anlamda hem ekonomik hem de askeri anlamda öneminin artması devletin toplum üzerindeki sömürüsüne yol açar. Bu nedenle endüstriyi sermaye ve tekelin denetiminden çıkarmak büyük önem taşımaktadır.

Özgür İradeli Kadın, Özgür ve Ahlaki Toplum
Ayrıca yaşanan tüm bu sorunların kaynağında kadın sorununun varlığını görmek gerekmektedir. Çünkü toplumların varlık sebebi olan ahlakın aşındırılması için öncelikle toplumsallaşmanın yaratıcısı olan kadının toplumsal yaşamdan soyutlanması gerekmektedir. Ayrıca toplumun bir bütünen köleleştirilmesini sağlamak için en başta kadını köleleştirmek gerekmektedir. Bu temelde oluşan cinsiyetçi mantık ile birlikte, kadın tüm ekonomik, siyasal, toplumsal vb. faaliyetlerden soyutlanarak, ev sınırlarına mahkûm edilmiştir. Kadının ekonomik faaliyetlerden soyutlanması ekonomik sorunlara yol açarken, toplumsal ve siyasal alandan soyutlanması da ahlaki, hiyerarşi, sağlık, eğitim, zihniyet vb. sorunlara yol açar. Çünkü ekonomik faaliyetler esasta kadın işidir ( eko-nomos =aile yasası ). Yine toplumun tüm ihtiyaçları kadınla birlikte karşılanmakta olduğu gibi bunun yapılış amacında kendi iktidarını oluşturmak yoktur. Yani ahlaki bir temelde olup, kadının doğasında var olan adalet ilkesinin bir sonucudur.

Erkek egemenliğine dayalı oluşan aile kurumu devletin bir prototipi olarak, hukuk tarafından korunmaktadır. Devletin ev içindeki temsilcisi bu çerçevede egemen erkektir. Buradan da ailenin oluşumundaki erkek karakter ve bunun devletle olan bağlantısı çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. 

Bununla bağlantılı olarak devletin anlamının ‘ele geçirilen bir kadınla geçirilecek bir gece’ olduğunu hatırlarsak bu oluşumdaki erkek karakter daha iyi anlaşılacaktır. Yani kurulan yeni devlet erkek karakterli olup, bu devlet içinde kadına yer yoktur. Burada kadına biçilen rol, sadece proto-devlet olan erkeğine sınırsız bir itaat sergilemek ve sistemin kendini yürütebilmesi için gerekli olan ordu ve sanayiye asker, iş gücü ve köleler doğurup yetiştirmektir. Ayrıca bunun sonucunda da aşırı bir nüfus artışı yaşanmaktadır. Bu hem zaten yoğun olan işsizler ordusunu daha da arttıracaktır (ki bunun amacı da insanları açlıkla terbiye ederek iktidara itaat etmeye mecbur bırakmaktır) hem de aşırı nüfus artışı ile birlikte gelişen aşırı kentleşmeyle birlikte doğanın tahribatına sebebiyet verecektir. Zaten ahlakın aşınmasıyla birlikte doğaya bakışta da birçok olumsuz gelişme yaşanmıştır. Doğa, artık artı-ürünün daha da arttırılması için bir hammadde olmanın ötesinde hiçbir anlam ifade etmezken, bu da hukuk sınırlarında korunmaktadır. Yaşanan ekolojik felaketler ve doğanın yok olmayla yüz yüze olması da bunun en açık göstergesidir. Yaşanan tüm ekolojik sorunların kaynağında da yine kadın sorunu vardır. Geliştirilen yeni icatların doğa üzerindeki zararları bir yana, insan ve doğanın birbirinden koparılmasıyla birlikte toplumsal bozulmaya yol açılmakta ve doğa her geçen gün daha fazla yok olmayla yüz yüze kalmaktadır.

Her ne kadar geliştirilen feminist akımlarla birlikte hukuki boyutta bazı haklar elde edilmiş olsa da bunlar tekniki olmanın ötesine geçememiş ve aslında zaten var olan köleliği örtük bir biçimde daha da arttırmaktan öteye bir rol oynamamıştır. Oluşturulan tüm bu ekolojik ve feminist hareketler sorunun kapsamının farkında olmamakla birlikte, işin tekniki yanı olan hukuki boyutuyla mücadelelerini sınırlı bırakmışlardır. Zaten ortaya çıkan tüm bu olumsuz sonuçlar da ahlakın hukuka kurban edilmesiyle yaşanmaya başlanmıştır.

Ahlakın aşınması ve hukuk sınırlarına mahkûm edilmesiyle birlikte oluşan toplumsal bunalımın siyasal, ekonomik ve demografik kaynaklı nedenleri kısaca bu çerçevede olup, insanlığı yok olmayla yüz yüze bırakmaktadır.

Özellikle kapitalist toplumla birlikte eşitlik ve özgürlük sorunları,  yani kaos daha fazla açığa çıkar. Çünkü ahlak ve politikanın inkarına en fazla ihtiyaç duyan sistem, kapitalist modernitedir. Bunun nedeni ise, ahlaki ve politik bir toplumda sınıflaşma yani eşitsizlik, tekel, iktidar vb kendisini istediği gibi yaşatamayacak olmasıdır.

Kapitalizm, toplumu tüm gözeneklerine kadar köleleştirmeyi hedeflerken, kendini sanki insanları en özgürleştiren sistem olarak sunar. Tabi bunu sağlamanın tek yolu ise öncelikli olarak insanları buna inandırmaktır. Sağladığı teknolojik imkanlarla sınırsız bir bilimciliğe yol  açarken, insan anatomisinde doğal bir ihtiyaç olan üreme ve cinselliği bile saptırarak aslında tam anlamıyla hastalıklı bir toplum oluşturmaktadır. Üç S (spor, seks, sanat) denilen formülle birlikte tamamen düşünemeyen bir insanlık  ve üretimden kopuk bir toplum hedeflenmektedir. Bunun amacı düşünen ve üreten insanın sistem için bir tehlike olmasıdır

Kadını en fazla ‘özgür’ olarak lanse eden sistem olan kapitalist modernite, esas itibariyle kadını en fazla köleleştiren; gözlerinden dudaklarına, hatta saç tellerine kadar bütün vücudunu dirhem dirhem metalaştıran sistem olmaktadır. Evet kadın belki bir cariye, bir zavallı olarak var olan statüsünü kısmi olarak aşmıştır. Ayrıca toplumsal birçok faaliyette de yer almaktadır. Ancak vücudundan ruhuna kadar paramparça edilmiş ve kâr elde etmek için bir meta olarak kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca bir cinsel obje olarak sunulurken aslında eskisinden daha da katmerli bir köleliğe sürüklenmektedir.  

Erkek Egemen Hukuka Karşı Ahlaki Yargılama                                                                                                   
Bu boyutlarıyla ele alındığında ahlaki boyutta bir aşınmaya uğramış toplum biçiminin kendini devam ettirebilmesinin imkansızlığı çok açık ve net bir şekilde anlaşılacaktır. Günümüzde toplumlarının geldikleri düzey göz önüne alındığında insanlığın içinde bulunduğu durum daha iyi görülmektedir. Mevcut durumun ise daha ne kadar kendini yaşatabileceği, belirsizliğini korumaktadır. Ancak var olan durum karşısında doğa ve toplum acil durum sinyalleri vermektedir.  Doğa yok olmayla karşı karşıyadır. Güzellikler ve kutsallıklarla örülü dünya artık cehennemin ta kendisidir. Yaşamın tek anlamının para olduğu bir dünyada ahlakilikten eser kalmaması anlaşılır bir husustur. Para tüm değerlerin yerini almıştır. Maneviyat yok olmayla yüz yüzedir. Hatta yok denecek kadar azdır. Eskinin tanrısı, artık paradır. Para için satılamayacak tek bir değer yok gibidir.

Bu anlamda insanları tüm toplumsal değerlerden uzaklaştıran güç mülkiyet-mülk edinme mantığıdır. Artı-ürün mantığı da hakeza bununla bağlantılıdır. Tüm toplumsal değerlerinden uzaklaştırılmış bir insanlığın yaşama şansı fazla kalmaz. Zaten sistemde bu anlamda SOS işaretleri vermektedir. Böyle bir durumda sistem ya kendini yeniden restore edecek –ki bunun için de artık çok geç kalınmıştır- ya da yok olacaktır. Yaşadığımız şu an ki mevcut koşullarda sistemin yüz yüze olduğu şey de tam olarak budur. Mevcut olan sistemin yok olmak üzere olduğu süreçler kaos ortamının en yoğun yaşandığı dönemlerdir. Eski sistemin yıkılma ve yenisinin kurulması olasılığının en fazla olduğu zaman dilimidir. Bu nedenle de herkes en fazla nasıl kazançlı çıkabileceğinin hesabını yapar. Kaos aralığı denen bu süreçten nasıl bir sonuçla çıkılacağı ise yapılan mücadeleyle bağlantılı olarak belirlenecektir.

Kaos ortamına yol açan ve bu ortamı daha da yoğunlaştıran esas etken, daha önce de belirtildiği gibi, ahlakın devlet sınırlarına hapsedilerek hukuk adı altında kurumlaştırılması ve iktidarın denetiminde olmasıdır. Bu anlamda ahlakı bu sınırlardan çıkarabilmek, toplumu yeniden oluşturmanın en önemli ayaklarından biridir.

Peki hukuk sınırlarına hapsedilen ahlakı, bu esaretten çıkarıp da yeniden toplumun hizmetine sunmanın yolu nedir? Var olan bu hukuk sistemine karşı nasıl bir alternatif oluşturulmalıdır? Toplumda düzeni sağlamak için var olan hukuk kuralları yeterli midir? Tek başına mevcut hukuk, toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilir mi? Ahlakın yerine geçen (ve içinde ahlaka yer olmayan) bir hukuk sistemi, mevcut koşullarda ne kadar ayakta kalmayı başarabilir? Daha da çoğaltılabilecek bu soruların cevaplandırılması acil bir ihtiyaç olarak insanlığın önünde durmaktadır. Çünkü var olan koşullarda toplum yok olmayla yüz yüzedir. Daha önce de belirtildiği gibi ahlak toplumların cevherinde vardır ve ahlaki kimliğini yani cevherini yitiren bir toplum uzun süreli varlığını devam ettiremez.

Toplumların varlık gerekçesi olarak, ahlak ve politikanın önemini daha önce vurgulamıştık. Ancak konunun vahameti açısından bunu sürekli hatırlamakta fayda vardır. Çünkü daha önceden de belirttiğimiz gibi, sistemin sürdürülemez duruma gelmesinin esas ve en geçerli sebebi budur.

Sanıldığının aksine toplumların devlet, iktidar ve sermaye olmadan, ayrıca uyulması zorunlu olan hukuk kuralları olmadan yaşadığı süreç, bunlarla yaşadığı süreçten çok daha uzundur ve bu süreçler daha fazla refah ve huzur doludur. Devletsiz ve iktidarsız toplum olabilir. Ancak ahlakı ve politikası olmayan toplum düşünülemez. Bu yüzden de toplumdan bahsedeceksek eğer, ahlakilik, politiklik ve demokrasi gibi özelliklerini esas kaynak olarak ele almak önemlidir.

İktidar ve sermayeden kaynaklanan toplumsal problemin sonucunda oluşan tüm toplumsal sorunların anlaşılması için doğru ve bütünlüklü bir tarih bilincinin olması gerekmektedir. Ayrıca bu tarihin güncelle bağlantısı içinde incelenmesi büyük önem taşımaktadır. Bu şekilde görülecektir ki devlet, iktidar ve sermaye toplumların var olmaları için bir zorunluluk olmayıp, aksine toplumların tarihlerinin büyük bir bölümü bu olgular olmadan yürütülmüştür. Yani toplumlar devlet, iktidar ve sömürü kurumları olmadan da var olabileceklerdir. Ancak bu olgular olmadan da var olabilecekken ahlak ve politikadan yoksun var olamazlar. Bu nedenle de varlığı korumanın yolu, öncelikle ahlaki ve politik kurumlarını oluşturabilmek ve işlevli kılabilmektir.

Mevcut koşullarda var olan tarih yazımı, toplumun varlık gerekçesi olan ahlaki ve politik toplumu inkâr ederek, tarihi devletle başlatmış ve ondan önceki süreci vahşilik süreci olarak nitelendirmiştir. Neolitik süreç ile tarım ve köy devrimi inkâr edilmekte ve sanki hiç yaşanmamış sayılmaktadır. Bu anlamda inkâr edilen neolitik kadın tarihi, aynı zamanda ahlaki ve politik toplumun inkarıdır.

Tarih Sümerler ile başlatılır (yazılı tarih). Çünkü Sümerler devlet oluşumunun ilk atalarıdır. Devlet oluşumu kadın etrafında gelişen ahlaki ve politik toplumun inkârı üzerine gelişim gösterir. Oluşumundaki etkenler ve devletin kelime anlamının ne olduğunu daha önce de belirtmiştik. Bu tanımlamaları hatırlarsak hem devletin, hem de yazılı tarihin karakterindeki erkeksilik daha net ve açık ortaya çıkmaktadır. Mevcut tarih erkek eliyle yazılmıştır. Kadın etrafında oluşan toplumsallaşmanın inkarı temelinde gelişmiştir. Kadının ahlaki toplumu devlet sınırlarına hapsedilirken, kadın da dört duvar arasına mahkûm edilmiştir.

Ahlaki ilkelerin işletilmediği, sadece zora dayalı bir suç ve ceza kanunları yığınıyla toplumun sürdürülmesinin imkansızlığı anlaşılmış bulunulmaktadır. Mevcut hukuk sistemi belli bazı elit çevrelerin çıkarına hizmet etmekte ve bu çıkarlara zarar verenlerin yargılanmasını içermektedir. Bu anlamda hukuk, sadece üst sınıfın çıkarına çalışan ve bu temelde alt sınıfı cezalandıran salt bir yargı sistemi olup, içinde adalet ilkesine yer yoktur.

Devletin ortaya çıkan artı ürünün bir sonucu olarak oluştuğunu biliyoruz. Yani kuruluş amacında mülkleştirme, mülk edinme mantığı vardır. Yine hukukun kısaca devlet sınırlarına hapsedilmiş ahlak olduğunu hatırlarsak, bir devlet aracı olan hukukun neye ve kime hizmet ettiği anlaşılacaktır. Bu temelde hukuk, devletin varlık gerekçesi olan mülk, sermaye ve iktidarın koruyucusudur. ‘Adalet mülkün temelidir’ söylemi bunun en açık kanıtıdır. Mevcut hukuk sisteminde adaletin ne ve ne için kullanıldığını en iyi açıklayan, bu sözdür. Adalet, artık mülkiyet edinmenin aracı haline dönüştürülmüştür.

Toplumun ahlaki yapısındaki en temel ilkelerden biri olan adalet ilkesi aynı zamanda evrenin oluşumunda, doğada ve kadın doğasında görülen özelliklerin de başında gelmektedir. Ancak oluşan iktidar olgusu bu en temel özelliği kendi çıkarına kullanmayı bilmiştir. Adalet artık üst sınıfın mal varlığı elde etmesini sağlamak, bunu korumak ve daha da fazlalaştırmak için kullanılan bir olgudur.

Özgürlük, özgünlük kavramları da tüm bunlarla bağlantılı olarak tamamen içeriğinden boşaltılmış ve anlamsızlaşmıştır. Özgürlük, devlet tarafından belirlenen sınırlar içerisine hapsedilmiş ve bu sınırların dışına çıkmak suç sayılmıştır. Adı geçen ve kanunlarla korunduğu söylenen tüm hak ve özgürlükler sadece göstermeliktir. Bu anlamda en temel hak olan düşünce özgürlüğü bile sistemin koyduğu sınırlar dahilinde özgürdür. Eğer sistem için bir tehlike boyutuna ulaşırsa hiçbir özgürlüğü kalmaz. Zaten sistemin en temel amaçlarından bir tanesi düşünemeyen ve her söyleneni yapan bir toplum oluşturmaktır. Böyle olunca da neye göre bir özgürlüğün olduğu sorusu gayet anlaşılırdır.

Özgünlük, farklılık, çeşitlilik vb. kavramlara zaten hiçbir şekilde yaşama şansı tanınmaz. Çünkü devlet yapılanmasında bu kavramlar hayati tehlike anlamına gelir. Tek millet, tek vatan, tek dil mantığı, yani tekçilik anlayışının kendisi aslında en temel devlet ideolojilerinden biridir. Yine vatanın bölünmezliği aslında devletin bölünmezliği anlamını taşımaktadır. Bu anlamda çeşitliliğe yer yokken, tek tip bir toplum yaratılmak amaçlanır.

Sonuç

Devlet oluşumu ve devletleşmiş ahlak olan hukukun oluşturduğu gerçeklik günümüzde olduğu gibi sorunların, kaosun ve bunalımın ana kaynağıdır. Ahlakın ilkeleri olan adalet, eşitlik, özgürlük, özgünlük, farklılık ve çeşitliliğin hiçleştirilmesi insanı, doğayı ve evreni yok olmayla yüz yüze bırakmıştır.

Gerçekler bu iken, sanki devlet olmadan toplum olmak imkansızmış gibi bir düşünce sürekli olarak insan zihnine yerleştirilmeye çalışılır. Toplumun başlangıcı devletle ele alınır. Devletin olmadığı bir toplumun bir kargaşa ortamı olacağı fikri hep canlı tutulmak istenir. Bu anlamda devlet, refahın, huzurun, güvenliğin sağlanmasının en geçerli ve vazgeçilmez yoludur. Her alan, kendi sınırlarında bir devlet kurumudur. Evden okula ve işe kadar her yer birer devlet kurumu olarak onun kurallarına uygun bir şekilde ancak var olabilir. Bu bakımdan var olabilmek için devlet olmak gerekmektedir. Bu fikir sürekli enjekte edilir.

Ancak devlet oluşumuyla birlikte açığa çıkan sorunlu ortam bunun tam tersini insana kanıtlamaktadır. Gösterilmeye çalışıldığının aksine devlet huzuru, refahı, can ve mal güvenliğini sağlayan değil, aksine refahı bozan, huzuru dağıtan, can ve mal güvenliğine en çok kasteden kurumdur.

Eğer iyi bir köleysen, sana verilenle yetiniyorsan ve efendilere en iyi şekilde itaat ediyorsan devletin en has vatandaşısındır. O zaman eşin, bir çocuğun hatta eğer iyi bir kul isen bir iş ve bir evin olabilir. Ancak kul köle olmayı kabul etmiyor ve verilenle yetinmeyip de hakkını arıyorsan bir vatan hainisindir. Tabi ki vatan hainliğine en ağır cezalar reva görülür.  En doğal hak olan ana dilini kullanmak bile vatanı bölmekle itham edilir.

Tüm bu sonuçlar göz önüne alındığında, doğru tarih okumanın önemi çok daha net anlaşılacaktır. Devlet öncesi, çıkışına zemin hazırlayan etkenler, çıkış süreci ve gelişim aşamaları öğrenildiğinde gelinen düzey daha iyi görülecektir. Toplumun ahlaki ilkelerden nasıl koparıldığı ve bu kopuşla birlikte gelinen düzey anlaşılacaktır. Adına uygarlık denilen devletli toplum ve öncesi arasındaki fark görüldüğünde ise uygarlaşma adı altında ne kadar insanlık dışı bir varlık oluşturulduğu ve de nasıl yabanileştiği daha iyi fark edilecektir.

Bu nedenle de yapılması gereken en öncelikli iş, ahlakı hapsolduğu bu sınırlardan kurtarmaktır. Ancak bu şekilde ahlaklı ve politik bir toplum yeniden yaratılabilir. Bu anlamda daha anlamlı bir yaşamın sağlanabilmesi, insanlık ve doğanın kurtuluşu için ahlaki ve politik toplumun yeniden oluşturulması ve hukukun ahlakın hizmetinde olması gerekmektedir. Kuşkusuz burada hukuk hiçleştirilmemektedir. Sadece ahlaki ve politik toplum temelli olması gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Ancak bu şekilde anlamlı ve paylaşılır bir yaşam elde edilebilecektir.

Stêr Serhad