6 Ocak 2011 Perşembe

Endüstri toplumunda para bir kültürdür

Kapital, kapitalist ve kapitalizm para saltanatının ön basamaklarıdır. Onlar bu basamakları atlayan gerçek birer kraldılar: Çıplak krallar. Ticaret çağı büyük hızıyla birlikte büyüyen kârını büyük oranda bu paralaşma ve para araçlarına borçluydu. Paranın egemenliği sessiz ve derinden ilerliyordu. Sadece krallığa değil, tanrısallığa da oynuyordu. Hem de ilk defa maskesiz ve bizzatihi olarak. Endüstri çağı ona hem çok şey borçluydu, hem de çok büyük fırsatlar sundu. Toplumda pazarlaşma, kentleşme, emtialaşma ve ticaret yoğunlaşması olmadan sanayi devrimi olamazdı. Tüm bu süreçler para olmadan gerçekleşemezdi. Para ve paralaşmanın hız kazanması vücut organlarındaki kan dolaşımı rolünü kazanmıştı. Onun kesilmesi organların çalışamaz duruma gelmesi ve işlevini kaybetmesiydi. Bu da ölümleriyle eşanlamlıydı.

Fabrika-işçi ilişkisini çözümlediğimizde durum daha iyi anlaşılır. Fabrikalaşmayı eski köle ve köylü serfle işletmek mümkün değildir. Hem efendiden, hem senyör ve topraktan kopmadan işçileşme olmaz. Tam bir işçileşme mutlak ücretle gerçekleşir. Ücret ise, para olmadan ödenecek bir değer değildir. İşçinin paraya kesin mahkûmiyeti gerçekleşmiş oluyordu. Para, efendi ve senyör olmadan yeni köleyi mutlak egemenlik altına almanın konumunu kazanmıştı. İktidarlaşmada bu dev bir adımdır. Yeni sanayi toplumu bu yolla tamamen paranın egemenliğini tanıyan ilk büyük toplum biçimi oluyordu. Daha önceki hiçbir uygarlık toplumu bu denli paranın hâkimiyetini tanımamıştı. Endüstri toplumunda para artık bir kültürdür. Her şey onun etrafında anlam kazanır. Büyük hayallere yol açması kadar, tüm büyük projeler para olmadan başlatılamazdı. Çocuğuna küçük bir ayakkabı almaktan evinin ışığını yakmaya kadar, en ücra köyden en gelişmiş kent semtlerine kadar her aile paranın mutlak gereğinin bilincindeydi. Onu elde etmek uğruna içine girilmedik bir iş, plan düşünülemezdi. Herkes para edinmek için ne gerekiyorsa onu yeni tanrısına sunmaya mecbur edilmişti.

Görünüşte kutsal değer emek satılıyordu. Bu, paranın yol açtığı en tipik yanılgılardan biridir. Parayla satılan, yani elden çıkarılan sadece emek değildir. Onu elde etmek için öncelikle sağlıklı bir bedene, bedeni elde etmek için bir anaya, anayı elde etmek için bir kadına ihtiyaç vardı. Bu içinler sonsuza dek gider. Tarih ve toplum satılıyordu. İnsan, birey böyle araçsallaştırılmıştı. Şimdiye kadar hiçbir toplumsal tanrı bu denli kulları üzerinde hâkimiyet kurmamıştı.

Kapitalizmin ilk büyük küreselleşme hamlesi, bilindiği gibi ticaret çağının (M.S. 15.-18. yüzyıllar) kıtasal sömürgeleştirme ve yarı sömürgeleştirme hareketleriydi. İkinci büyük küreselleşme hareketi, sanayi çağının (kabaca 19. yüzyılın başından 20. yüzyılın son çeyreğine kadar) emperyalizm hamlesi ve ondan kaynaklanan çok geniş bir sınıfsal ve ulusal savaşlar dönemiydi. Yaklaşık dört yüzyıl yıl süren bu dönemlerin baş yapıcılarından birinin para olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Hepsine birden para çağı demek yanlış olmazdı. Para, ekonominin ve tarihte genel anlamda karşılığı olmayan yeniçağın yükselen yeni tanrısıydı. Tüm kadim tanrıları bastıran ve hegemonyasını kuran tanrı!

Finans çağının temel özelliği, para kurumunun başat duruma geçmesidir. Sanayi ve ticaret tekellerini tamamen kontrolü altına almıştır. Tekel olarak devleti de (özellikle ulus-devleti) kendine iyice bağımlı hale getirdi. Ekonominin temel katları olan kullanım ve üretim-değişim platformlarını da tamamen paranın denetimine aldı. Kullanılan araçlar IMF, Dünya Bankası, Uluslararası Ticaret Örgütü; dünyanın tüm merkez bankaları, küresel bankalar, çeşitli kredi senetleri, piyasa ve borsalar; bono ve tahvil senetleri, tüketici kartları, faizler ve döviz kurları vb. geniş bir enstrümanlar listesidir. Bu kurumlar aracılığıyla para artık hayalet bir varlık haline gelmiştir.

Kendi içinde bu kurumlar müthiş bir ağ halindeler. Son derece organizeler. Saniye saniye birbirlerinden haberleri vardır. Birbirlerini etkilerler. Ekonomik, toplumsal ve siyasal dünyanın tüm ilişki ve çelişkileri bu yeni sanal sisteme olduğu gibi taşınmıştır. Hatta ideolojik, akademik ve diğer kültürel argümanlar da bu sistemin pençesine aldığı dünyalardır. Dolar’ın (yedekte tutulan Euro) temel muhasebe birimi olması ne anlama gelmektedir? Dolar birikim alanları ve milli paralar arasındaki kur değişimleri; bono ve tahvil, hisse senetleri piyasasındaki hareketler, faiz ve fiyat değişiklikleri hangi somut dünyalardaki ilişki ve çelişkileri, dolayısıyla ittifak ve savaşları yansıtmaktadır? Acaba giderek sıkça sözü edilen Üçüncü Dünya Savaşı ağırlıklı olarak bu simgesel, sanal dünya içinde geçmiş olmasın? Gerçek alandaki savaşlar ise, bunun yer yer deprem dünyasının fay yarıklarından dışa vurması misali gibi olmasın?..

Demokratik Uygarlık Manifestosu kitabından alınmıştır.

AKP’ye her şey şirketten!

Yeni_Özgür_PolitikaVan Belediyesi’nin, 2004-2009 yılları arasında Mavi Kent Anonim Şirketi’nin tüm hesaplarını incelemesinden sonra hazırlanan raporda 52 milyon 860 bin TL’nin Burhan Yenigün’ün ailesinden, AKP Van Milletvekili Hüseyin Çelik’e; dönemin valisinden, şirket yöneticilerine kadar birçok kişinin menfi işlerine harcandığı ortaya çıktı.
Raporda dikkat çekici bir husus ise, yüzlerce cumhuriyet altınının kime ne için alındığının belli olmaması. Van Belediyesi’nin, 2004-2009 yılları arasında belediyeye ait Mavi Kent Anonim Şirketi’nin tüm hesaplarını inceleyerek, kamuoyuna açıklamasından sonra gözler, bu kadar paranın nereye aktarıldığı konusuna çevrildi. DİHA’nın ele geçirdiği belgelere göre, 52 milyon 860 bin TL’nin AKP’li Burhan Yenigün’ün ailesinden, AKP Van Milletvekili Hüseyin Çelik’e; dönemin valisinden, şirket yöneticilerine kadar birçok kişinin menfi işlerine harcandığı ortaya çıktı. Mavi Kent Şirket hesabından, yüzlerce kiloluk peynirden, yüzlerce cumhuriyet altınına, kol saatlerinden, çikolata ve kuruyemişine; kahvaltısından çiçeğine; Hüseyin Çelik ve dönemin Valisi Özdemir Çakacak’ın eşlerinin düzenlediği etkinliklere ilişkin hazırlanan davetiyelerine kadar milyonlarca paranın heba edildiği belgelerle kanıtlandı. Sözkonusu malzemelerin sadece tutarları şirket hesabından kesildiği belgelenirken, bunların kime, ne için verildiği konusu ise bilinmiyor.

Temsili ağırlamaya 998 bin 477 TL
Belediye Başkanı’nın sadece Özel Kalem Müdürlüğü üzerinden harcaması gereken temsili ağırlama ve tören giderleri, AKP’li Burhan Yenigün döneminde şirket üzerinden ödenerek 4734 sayılı kanun ve diğer ilgili mevzuat hükümlerine aykırı şekilde davranıldı. Şirket üzerinden ödenme nedeni olarak da temsili ağırlama giderlerinin çok çok üstünde bir fiyatın ortaya çıkarıldığı ve böylelikle şirketin zarara uğratıldığı belgelerde görülüyor. AKP’li Burhan Yenigün’ün 5 yıllık süre zarfında, „Temsili ağırlama ve tören giderleri“ne harcadığı 988 bin 477.26 TL dudak uçuklatan cinsten. Söz konusu temsili ağırlama kalemi konusunda şu bilgilere yer veriliyor: „Belediye başkanının mevzuattan ödenmeyecek temsils ağırlama ve seyahat giderlerini, şirketi temsile yetkili tek kişinin kararı ile (Yönetim Kurulu Başkanı Burhan Yenigün, mevzuata aykırı şekilde yaparak, ödemeler şirket üzerinden yapmıştır. Örneğin: 533 kilo 34 gram peynir, 166 kilo 68 gram bal; 1 adet kol saati, 110 adet gömlek, Z. ve Y. kuyumculuktan 69 bin 256 TL tutarında altın alınmıştır.“ Raporda bu tutarın muhasebeleştirilerek belediyeden tahsil edilmek üzere borç olarak yansıtıldığı, belgelerle ortaya konuldu.

Çelik’in davetiyeleri şirketten!
Raporun başka bir maddesinde ise, Mavi Kent A.Ş.’nin muhtelif firma ve tarihlerde belediye başkanının 287 bin 652,93 TL temsil ağırlama ve seyahat giderleri, şirketi temsile yetkili tek kişinin kararı ile şirket üzerinden mevzuata aykırı şekilde yapıldığı belirtilirken, sözkonusu temsili giderin arasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a alınan hediyeler ile Hüseyin Çelik’e alınan giyim malzemeleri ‘soygunun’ vardığı boyutları gözler önüne serdi. Yine AKP’li Van Milletvekili Hüseyin Çelik ile dönemin Van Valisi eşlerinin 5 bin TL tutarındaki davetiye bedelinin şirket yönetim kurulu üyeleri ile şirket yetkililerinin şirket kaynaklarından ödeme yetkileri bulunmamasına rağmen, şirket kasasından ödendiği ortaya çıktı.

Erdoğan’a 35 binlik hediye
Komisyonun raporunda, Başbakan Erdoğan ve Hüseyin Çelik’e ilişkin bölüm şöyle: „Belediye başkanının temsil ağırlama gideri sayılmayacak mevzuattan ödenmeyecek olan giderler ve ödemeler yapılmış. 31.10.2008 tarih ve 1953 nolu yevmiyeye kaydedilen ve 13 nolu gider pusulası ile İran-Tebriz’de alınan 15 bin 650 TL (ürün) Başbakan’a hediye adı altında alındığı belirtilip, ödemesi şirketten yapılmıştır. Belediye başkanları kenti ziyaret eden devlet büyüklerine bütçelerinin temsil ağırlama giderlerinden mevzuata uygun hediyeler verebilmektedirler. Bu usule uyulmadan şirket kasasından Başbakan’a 8 bin 421 TL’lik halı alınmış. Şayet belediye başkanı böyle bir hediye verecek ise, onu belediye bütçesinden mevzuata ve usulüne uygun alınıp verilmesi gerekirdi. Belediye başkanı şirket üzerinden böyle bir hediye veremez. 15.02.2009 tarih ve 263 nolu yevmiyeye kaydedilen ve 39 nolu gider pusulası ile ŞAPUR-TEBRİZ’den alındığı belirtilen 10 bin TL Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a hediye adı altında alındığı belirtilip, ödemesi şirketten yapılmıştır. VUK. (Vergi Usulü Kanunu) kanununda gider pusulası kimler için düzenleneceği sarih iken, bu işlem için üstelik bir yurtdışı alımı için gider pusulası ve satıcının açık kimliği yerine bir başka ülkenin şehir ismi yazılması ise, bir başka suç unsurudur. Bu işlemin muhasebe kayıtları yapılırken, ‘131- Ortaklardan Alacaklar Van Belediyesine Yapılan İş Hizmetler Hesabına’ borç kayıt edilerek, Van Belediyesi borçlandırılmış. 5-6 Temmuz 2008 tarihinde ilimize gelen Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ve beraberindeki heyetin kahvaltısını vermek üzere Y. K (Bir kahvaltı salonu) ve bu faturaya ilişik İGS ŞAL mağazasından takım elbise, kravat gömlek ayakkabı bedeli fatura edilerek, toplam 14 bin 60 TL ödeme firmaya yapılmıştır.“

Öte yandan yerel seçimlerden hemen önce 25 Mart 2009 tarih ve 444 nolu yevmiyeye kayıt edilen, „Devlet büyüklerine verilen hediye“ adı altında 56 bin 667.14 TL bedelinde hediye verildiği belirtilirken, bunların hangi devlet büyüklerine verildiği hususunun ise belirtilmediği ortaya çıktı.

Çiçek paraları bile ödenmiş
Rapora göre muhtelif zamanlarda kentte bulunan S. Çiçekçilik’e 20 bin 650 TL, 8 Şubat 2009 tarihinde E. Çiçekçilik’e ise, çiçek alımı için 20 bin TL ödeme yapılması dikkat çekerken, değişik zamanlarda 32218-32183-32182 nolu fatura ile Y. Kuyumculuk’tan 322 adet 22 ayar muhtelif altın alındığı ve şirketten ödeme yapıldığı ancak, kime verildiğinin bilinmediği kaydedildi.

Saat altın ve yemekler!
Yolsuzlukların vardığı boyut gün gün artarken, 5 Kasım 2008 tarih 61670 nolu faturaya göre S. LTD. ŞTİ’den bin 400 TL’lik Frederique marka bir adet kol saatinin alındığı, yine 10 Nisan 2008 tarih ve 13007 nolu D. AVM firmasından 10 adet kol saatinin 300 TL’den toplam 3 bin TL’ye alınarak, ödemesinin Mavi Kent Şirketi’ne yapıldığı, bu kol saatlerinin kimlere ne için alındığının tespitli olmadığı vurgulandı. 2008 yılında muhtelif zamanlarda sadece bir lokantaya 69 bin 500 TL yemek bedeli şirketin hesabından ödenirken, 19 Mart 2008 tarih 109997 nolu faturayla Özalp Vergi Dairesi’nde kayıtlı bulunan S. PETROL ÜRN. LTD.ŞTİ faturasıyla 21 adet yarım altın alındığı, parasının ise şirketten ödendiğine dikkat çekildi.

Çikolata ve bebe bisküvisi de
Harcamalar sadece kol saati, altın ve hediyelik eşyalarla da sınırlı değil. Ş.Y. adına olan ve kuru gıda malzemesi olarak belirtilen 42276 nolu faturayı hem 1162 hem de 1132 nolu yevmiye ile mükerrer işleyerek, iki kez ödeme yapıldığı; 24 Haziran 2008 tarih ve 222848-224373 nolu D. LTD. ŞTİ. faturası ile temsil ve ağırlama adı altında 13 bin 456.81 TL çikolata, hanım eli bisküvi, ballı sütlü ve sade bebe bisküvi, sütlü fındıklı baton v.b. gıda ürünlerinin alındığı ve ödenmesinin de şirketten yapıldığı tespit edildi. Öte yandan 27 Aralık 2008 tarih ve 99763 nolu S. B. adlı firmadan çikolata bedeli olarak AKP’li Burhan Yenigün şahsı adına 16 bin 500 TL şirketten ödeme yapıldığı da kayıt altına alındı. Bütün bu alımlar muhasebeleştirilirken, belediyeden tahsil edilmek üzere, „Ortaklardan Alacaklar ve Van Belediyesi’ne Yapılan Hizmetler“ hesabına borç kayıt edilerek, belediyenin borçlandırıldığı ortaya çıktı.

Erdoğan illa da Yenigün demişti
Türk Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 29 Mart 2009 Yerel Seçimlerinde Van’da Belediye Başkanı Burhan Yenigün ile devam kararı almıştı. Van Belediye Başkan aday adaylığı için Burhan Yenigün dışında 4 aday adayı daha vardı. Ancak Başbakan Erdoğan, Van’da çalışmalarını ‘başarılı bulduğu’ Burhan Yenigün’ü tercih etmişti. Seçimlerde AKP hezimet yaşayarak, BDP’li Bekir Kaya seçilmişti.
ABDURRAHMAN GÖK/DİHA/VAN

Yoksulluk Yardimi Siyaseti-2

Yeni_Özgür_Politika AKP, yani devlet, sosyal patlamaların önüne geçmeye çalışıyor. Bu açıdan yoksulluk yardımları da, AKP’nin yoksullaşmış enformel işçi sınıfını, dolayısı ile de Kürtlerin büyük çoğunluğunu, siyasi olarak kontrol etmek ve harekete geçirmek için benimsediği siyasi bir strateji oluyor. Bu, Kürt muhalefetinin de karşı bir stratejiyi geliştirmesini gerektiriyor.
Dünkü yazıda belirtmeye çalıştığım üzere, 2000’lerde yoksulluk yardımlarındaki patlamayı şekillendiren şey, AKP, CHP ve DTP/BDP arasındaki gittikçe yükselen siyasi rekabet olmuştur. IMF ve Dünya Bankası gibi aktörlerin de yoksulluk yardımlarını, üstelik de dünya ölçeğinde, tehlikeli toplumsal hareketlerle başa çıkmanın bir yolu olarak ortaya koyması da, yoksulluk yardımlarının Türkiye’de mantar gibi çoğalmasına katkı sağladı. Zira hem AKP’nin hem IMF/DB’nın öngörüleri örtüşmüş oldu.

AKP, CHP, BDP
Türkiye özelinde, AKP ve Kemalist cephe arasında son sekiz yıldır süren ve hepimizin yakından takip ettiği siyasi rekabet, devlet iktidarını elde tutabilmek için hemen her yolun kullanıldığı egemenler arası açık bir savaş haline geldi. Darbe yapmak/muhtıra vermek, parti kapatmaya çalışmak, Cumhurbaşkanlığı’nı ele geçirmek, YÖK’ü kapmak, suikastler düzenlemek, istihbarat kullanmak, komplo kurmak dahil olmak üzere çeşitli yöntemler karşılıklı aktörler tarafından kullanıldı. Ama, merkezi devlet aygıtı içerisinde süren bu mücadeleyi sürdürebilmek için bir halk desteği de gerekti. Kemalistler irtica karşıtlığı söylemi ile orta sınıfları mobilize ederken, AKP de yoksulluk ve sağlık yardımlarını artan bir şekilde kullanıp alt sınıfları mobilize etmeye çalıştı. AKP bunu yaptığı ölçüde batıdaki metropollerin varoşlarını mobilize etti. CHP’nin son yerel seçimlerdeki varoş atağı kısmen başarı kazanınca da, CHP kurmayları bunun AKP’yle başetmenin yegane yolu olduğunu kavradılar. Bu süreç de Kılıçdaroğlu’nu iktidara gelişini kısmen açıklamaktadır.

AKP, bu elit mücadelesinin tarafı olarak Kemalist’lerle rekabet ederken, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hükümeti olarak da Kürt hareketini zaptetmek durumunda. Bu, bir yandan devletin şiddet aygıtını, askeri, polisi, yargıyı kullanmak demek iken, bir yandan da siyasi arenada BDP ile rekabet etmek anlamına geliyor. BDP’yi altetmek demek, büyük kentlerin, İstanbul’un, İzmir’in, Diyarbakır’ın yoksul varoşlarını tam olarak kontrol etmek oluyor. Zira, BDP, büyük kentlerin varoşlarında AKP’nin önemli bir rakibi, Kürt illerinde ise tek rakibi haline gelmiştir. Konda’nın yaptığı araştırmanın sonuçları bunu göstermektedir.

2007 yılındaki bu tablo, toplumu gelir gruplarına göre beşe bölmektedir ve bu grupların kime oy verdiğini göstermektedir. Buna göre, en fakir yüzde 20’lik nüfusun yüzde 43.9’u AKP’ye oy verirken, ikinci sırada yüzde 11.1 ile DTP gelmektedir. DTP’nin seçmenlerinin üçte ikisi en alt yüzde 40’lık gruptandır. DTP, en zenginlerden hiç oy almazken, “sosyal demokrat” CHP en zenginlerin yüzde 40.5’inin oyunu almıştır. Bu tablo göstermektedir ki, AKP ve BDP, en yoksullar üzerine, proleterler üzerine, rekabet etmektedirler. Benim Diyarbakır’ın Bağlar semtinde gerçekleştirdiğim kendi araştırmamdan da şöyle bir sonuç çıkmıştır: BDP’nin yüzde 80’e yakın oy aldığı bu yoksul mahallede, AKP’yi destekleyen az sayıda insan iki ayrı gruptan gelmektedir. Ya, sigortalı sabit bir iş, bir dükkan gibi az da olsa bir ayrıcalığı olan insanlar, ya da en dipte olan, en yoksul olan, ama en çok miktarda yoksulluk yardımı alan insanlar. AKP’yi bu insanlar desteklemektedir. Yine, Diyarbakır’daki son 4 seçimde oy oranlarından da görüleceği üzere, AKP-DTP rekabeti kıyasıya bir rekabettir, oylar bir AKP’ye bir DTP’ye kaymaktadır. AKP, 2007’ye kadar oylarını artırmış, ama 2009 seçim çalışması ile DTP oylarını geri alabilmiştir. Bu dönemde, Diyarbakır’da yoksulluk yardımları seçim mücadelesinin bir aracı olarak kat be kat artmıştır.

Refah sistemindeki dönüşüm
Siyasi alandaki bu rekabet, yoksulluk yardımlarındaki “dengesiz patlamanın” en önemli sebebidir. Ancak, yoksulluk yardımlarındaki patlama, Türkiye’ki sosyal refah sisteminin geçirdiği daha büyük bir dönüşümün de bir parçası. Türkiye’de, 1980’lerden bu yana vatandaşlara verilen sosyal refah, “iş merkezli” bir sistemden “gelir merkezli” bir sisteme geçmektedir. Yani, eskiden vatandaşlar “çalıştıkları işe göre”, işçi mi, memur mu, köylü mü, esnaf mı, olduklarına göre sosyal refah ve güvenlik uygulamalarından faydalanırken, bugün, “sahip oldukları gelire” göre sosyal refah sistemine dahil olmaktadırlar. Yani, kişi belli bir gelirin altında ise kömür, yeşil kart, gıda, nakit transferi almakta, üstünde ise almamaktadır. Bir başka deyişle, 2000’lerden önce vatandaşların çoğu ve devlet için, asıl önemli olan Emekli Sandığı, Bağkur, SSK gibi kurumlar iken, bugün önemli olan yeşil kart, kömür, şartlı nakit transferleridir. Devlet, giderek artan miktarda kaynağını gelir kriterine göre dağıtmakta, giderek fazla sayıda insana bu gelir kriterine göre refah dağıtmaktadır. Yoksulluk yardımlarının patlaması da, bu sistematik geçişin bir göstergesidir.

Daha önce de belirttiğim gibi, refah uygulamaları bütün modern dünya tarihi boyunca, bir siyasi kontrol ve mobilizasyon aracıdır. Bunu yapabilmesi için de sosyal refahın vatandaşlar için bir “çekiciliği” olması, bir meşruiyet sağlaması gereklidir. Mesela, işçiler radikalleştiği zaman, onların sağlık haklarını artırmak, emeklilik yaşını düşürmek, işçileri sakinleştirmeye aday bir hamledir. Ancak, 1970’lerle bugünü karşılaştırınca ortaya çıkan asıl sonuç şudur: Türkiye’de toplumsal muhalefet merkezi, “formal işçi sınıfından”, belkemiğini Kürtlerin oluşturduğu “enformal işçi sınıfına” geçmektedir. Devletin asıl olarak zaptetmek veya mobilize etmek istediği kesim artık budur. Ama düşünün, Mersin’de, Hakkari’de, Güngören’de polise taş atan 19 yaşındaki bir Kürt genci için emeklilik hakkına sahip olmak, hiç de “çekici” bir olanak değildir, zira o genç, bugünkü ekonomi içerisinde bunun emekli olmasının mümkün olmadığının farkındadır. Kayıtdışı ve geçici işlerin yoğunlukta olduğu bir ekonomide, emekli olmak için gerekli zaman boyunca o gencin sigortalı kalması hemen hemen imkansızdır. Bu, bugün toplumsal siyasette baskın özne olan Kürt proleterlerin, örneğin, Diyarbakır’da taş atan Kürt gençlerinin, Newroz’a giden Kürt kadınların, oyunu AKP’ye mi BDP’yi mi vereceğini düşünen Bağcılar’daki inşaat işçilerinin çoğu için geçerlidir. Yukarıda belirttiğim gibi de, AKP ve DTP bu en yoksullar, proleterler üzerine rekabet etmektedirler. Bu rekabette, AKP, yani devlet, bu insanları SSK ile kendine bağlamayaz, ama kömür yardımı ile, yeşil kart ile, gıda yardımı ile bağlayabilir. Bu kavrayış, yoksulluk yardımlarının hızla artırılmasının ardındaki temel saiktir.

Yanlızca Türkiye’de değil
Bu tarz bir dönüşüm yanlızca Türkiye olmuyor. Tam tersine birçok ülkede, özellikle Türkiye benzeri ülkelerde, örneğin Brezilya’da, Endonezya’da, Güney Afrika’da, Güney Kore’de, yoksulluk yardımları eskinin iş merkezli yardımlarının yerini hızla alıyor. Bu genel bir eğilimdir, zira bu politikaları asıl olarak ortaya koyan ve tavsiye eden Dünya Bankası ve IMF gibi uluslarası kuruluşlardır. Bu kuruluşlar yoksulluk yardımlarını öne çıkarmaktadırlar, çünkü Türkiye’nin varoşlarındaki hareketlilik Brezilya’nın, Endonezya’nın, Güney Afrika’nın, Güney Kore’nin varoşlarında da olmaktadır. Türkiye’nin refah sistemindeki değişiklik, dünyadaki refah sistemlerindeki genel değişikliğin bir parçasıdır, çünkü Türkiye varoşlarındaki değişiklik, dünyadaki varoşların geçirdiği değişikliğin bir parçasıdır. Varoşların enformal proleteryası bütün dünyayı tehdit etmektedir, etnik ayaklanmalar bütün dünyayı tehdit etmektedir. Immanual Wallerstein’in dediği gibi, bu ikisi, yani etnik ayrımlar ve sınıfsal ayrımlar da gittikçe örtüşmektedir. Dünya bankası da, IMF de, AKP de bunun farkındadır, ve işte kömür yardımları da tam bu yüzden dağıtılmaktadır.

Kontrol ve Mobilizasyon
Kısacası, AKP bu yoksulluk yardımlarını iki amaçla kullanmıştır: Birincisi, güvenlik gerekçesi ile, Kürtlerin BDP etkisi ile daha da radikalleşmesini ve siyasi bir tehdit olmasını engellemeye çalışmaktadır. Yoksulluk yardımları ile AKP, kentleşen, proleterleşen ve yoksullaşan Kürtleri BDP’nin ekseninden çıkarabilmeye çalışmaktadır. Eğer, devletin ve AKP’nin derdi gerçekten vatandaşının “yediği, içtiği, yakacağı, giyeceği” olsa idi, benzer dertlerin olduğu yerlere benzer şekillerde müdahale etmeleri gerekirdi. Ancak, İç Anadolu’da yardımlar bu ölçüde dağıtılmamıştır, zira İç Anadolu halkı devlet için bir tehdit değildir. Bugün Kürtler, özellikle Kürt gençleri ve kadınları, aktif ve radikal bir mücadeleye aktif bir şekilde katılmaktadırlar- tıpkı 1960’larda Amerikan metropollerindeki siyah gençler gibi. Dolayısı ile, Melih Gökçek’in de bizimle paylaştığı gibi, AKP, yani devlet, sosyal patlamaların önüne geçmeye çalışıyor. İkinci olarak, AKP, Kemalistlere karşı Kürtlerin ve yoksulların oylarını ve desteğini mobilize etmeye çalışmaktadır. En son referandumdaki boykot kararının yankısı ve etkileri de, bu kitlenin kritik seçmen gücünü hepten ortaya koymuştur. Yoksul işçilerin ve Kürtlerin desteği olmadan, AKP’nin Kemalistler ile mücadele etmesi imkansızdır. Yoksulluk yardımları patlama yapmıştır, çünkü AKP, CHP ve DTP/BDP arasındaki siyasi mücadele patlama yapmıştır. Yoksulluk yardımları, bu politik mücadeleye paralel bir istikamet takip etmiştir.

Ne yapmalı?
Bütün bu saptamalar şunu gösteriyor: Yoksulluk yardımları, AKP’nin yoksullaşmış enformel işçi sınıfını, dolayısı ile da Kürtlerin büyük çoğunluğunu, siyasi olarak kontrol etmek ve harekete geçirmek için benimsediği siyasi bir strateji. Bu, Kürt muhalafetinin de karşı bir stratejiyi geliştirmesini gerektiriyor. Kısaca belirtmeye çalışmıştım. BDP, AKP’nin yoksulluk yardımlarını ne amaçla kullandığının gayet farkında, ve bunun önemli bir tehdit olduğunun da bilincinde. Bugüne kadar da Kürt hareketinin bu yardım temelli siyasete verdiği iki temel yaklaşım mevcut. Birincisi, “AKP yardımlarla oyumuzu satın almaya çalışıyor”, “Kürt halkının onuru ile oynuyor” diyen sadaka kültürü eleştirisi. Bu eleştiri muhakkak ki doğru. Ancak, bu eleştiri Kürt siyasi hareketini de Kürt halkını da pasif bir konumdaymış gibi değerlendiriyor. İnsanların yoksulluk yardımını alırken, hatta yoksulluk yardımını alıp oyunu da AKP’ye verirken, aslında rasyonel davrandıklarını düşünmeyen bir eleştiri bu, ve biraz da mağdur pozisyonundan bir siyasete yol açıyor.

Ancak, bundan daha tehlikelisi, böyle bir siyaset, Kürt halkını yoksulluk yardımlarını reddetmeye çağırıyor. Ancak, insanlar, eğer kömür yardımı alıyorlarsa, seçimden önce buzdolabını kabul ediyorlarsa, bunu gerçekten, ama gerçekten ihtiyacı içerisinde oldukları için yapıyorlar. Dolayısı ile, BDP, yoksulluk yardımlarını kötüledikçe, kendi kitlesi ile arasına maddi bir çıkar çelişkisi koymuş oluyor. AKP, Kürtleri “ya Kürt kimliği, ya bulgur makarna” ikilemine koymuşken, BDP de “bulgur makarna onursuzluktur” dediğinde, sanki kendi insanının karnının aç olup olmadığını AKP kadar umursamıyormuş, konumuna düşmüş oluyor.

İkinci bir yaklaşım da, yoksulluk yardımının siyasi gücünü kabullenip, kendi yardımını dağıtmayı seçmek. Bu, yardım siyasetinde AKP ile yarışa girmek anlamına geliyor. Ben, doğrusu, bu yarışa girilmesi gerektiğini düşünüyorum, AKP’ye siyasi alan kaptırılmaması için yapılması gereken bir harekettir. Bu açıdan da, Diyarbakır’daki Sarmaşık gibi kurumların çok ama çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ama, AKP, devletin IMF ve Dünya Bankası destekli milyar dolarlık bütçesini yardımlar için kullandığı için, başka bir strateji eşliğinde olunmadığı takdirde bu yarışı kaybetmek çok doğal olacaktır.

Yoksulluk yardımı veriyorlarsa, daha fazlasını talep edelim!
Benim önerdiğim yaklaşım ise şöyle. Devletten vatandaşa yoksulluk yardımı gitmesi her zaman için iyi bir şeydir veya kötü bir şeydir, denemez. Burada önemli olan, yoksulluk yardımı politikasının öznesinin kim olduğudur, yani bunu kimin talep ettiğidir. Eğer, yoksulluk yardımını AKP veya IMF veya Dünya Bankası, tepeden inmeci bir şekilde gündeme getiriyor ise, bu benim ta baştan beri anlattığım siyasi kontrol ve mobilizasyon staretejilerinin bir parçasıdır. Ancak, eğer, yoksulluk yardımını talep eden bir halk hareketi varsa, işler değişir.

Diyelim ki AKP bu yardım sistemini sistemi başlattı, ve de başka türlü siyasi hesapları var. AKP ne yapıyor, Şartlı Nakit Transferi ile ayda 20-30 milyon lira annelere para yardımı yapıyor. Yahut, sistematik olmayan bir şekilde kömür yardımı dağıtıyor, seçimden önce buzdolabı veriyor vs vs. Zaten, yoksulluk yardımlarının AKP için bu kadar güçlü hale gelmesinin sebebi de bu dağıtılış şekli. Çoğunlukla kurala, sisteme bağlı olmadığı için, sanki bir nimetmiş gibi, AKP’nin gönlünden kopmuş gibi bir izlenim yaratabiliyorlar.

İşte bu noktada, Kürt halkı şu iki talebi kitlesel bir şekilde yükseltirse, AKP’nin silahı AKP’ye geri patlayabilir: (1) Yardımlar sistematik ve hak temelli olsun (2) yardımların miktarı ve kapsamı artırılsın. BDP seçim propagandasında bunu zorlayacak tek partinin kendisi olduğunu dile getirmeli. Eğer Kürtlerin ve ezilenlerin mücadelesinde yoksulluk yardımı düzenli bir hak olarak talep edilirse, sosyal yardımlaşmadan gıda yardımı 2 aydır ilk defa geldiği zaman Bağlar’daki vatandaş “Allah razı olsun” demektense, “iki aydır neredeydiniz, benim hakkımı getirmediniz” diyebilecektir. AKP 2 kilo bulgur veriyorsa, 4 kilo talep etmek lazım, 25 lira çocuk parası veriyorsa 50 lira talep etmek lazım. Madem ki yardım vermeyi çok seviyorlar, insan gibi versinler, değil mi? Bu tarz talepleri sürekli olarak yükseltmek, hem AKP’yi sıkıştıracak, hem de Kürtlerin siyasi ve maddi çıkarları arasındaki gerilimi azaltıp BDP’ye siyaset alanı açacaktır.

Unutmamalıyız, yoksulluk yardımlarının tarihi ve sosyolojisi bize gösteriyor ki, yoksulluk yardımları, ancak yoksullar siyasi özne oldukları zaman devlet tarafından veriliyor. Aynı 1960’larda ABD’deki siyahlar gibi, Türkiye’de Kürtler de kentlerde siyasallaştıkça yardımlar arttı. Dolayısı ile, yoksulluk yardımlarının artması, Kürt siyasi hareketinin kentlerde yükselmesinin bir sonucudur. Bu, devletin, mücadelenin önünü kesme çabasıdır; bu, mücadelenin bir sonucudur. Bunun bilincinde olarak, şimdi de mücadele, bu yardımların daha düzenli, hak temelli ve daha yüksek miktarlarda verilmesini talep etmelidir.

Ayrıca, yardım alan insanların maddi çıkarı dışında da önemli bir şey var. İlk bölümde bahsettiğim DPT’nin raporu önemli. Rapor, yoksulluk yardımları yoksulluğu azaltmıyor diyor. Dolayısı ile, insanlar aslında yoksulluktan kurtuldukları için AKP’ye sempati duymuyorlar. AKP onları yardım-seçim sürecinde bir insan, bir aile olarak dikkate aldığı için, bir oylarının bile ne kadar değerli olduğunu gösterdiği için, o bir oy için bir milyarlık buzdolabını verdiği için, AKP’ye sempati duyuyorlar. İnsan, kendisine önem verene önem verir, değil mi? AKP’nin yardım politikası bireyselleştirici bir politika, insanları toplumsal bağlam ve hareketten izole edip, onlarla birey ve aile olarak iletişime geçen bir politika. Bunun karşısında, Kürt insanını sadece “Kürt hareketinin kitlesi” olarak görmemek lazım. İnsanların gayet bireysel olan maddi ihtiyaçlarını, toplumsal bir talebe dönüştürmek, Kürt bireyinin çıkarı ile Kürt hareketinin çıkarını örtüştürmek gerekiyor. Hak temelli yoksulluk yardımlarını bir toplumsal hareketin talebi olarak yükseltmek, bu açılardan oldukça işe yarayacaktır diye düşünüyorum.

BİTTİ
ERDEM YÖRÜK
 

Yoksulluk Yardimi Siyaseti-1





Yeni_Özgür_PolitikaTürkiye’de 2000’li yıllarda yoksulluk oranı düşmesine rağmen yoksulluk yardımları patladı ve Kürt illerine, aynı derecede yoksul olmalarına rağmen, İç Anadolu’daki illere göre fazla yoksulluk yardımı verildi. Bunlar gösteriyor ki, yoksulluk yardımlarını belirleyen şey, yoksulluk değil. Bu yardımlar siyasetin aracıdır. Yardımlarla AKP, alt sınıfları, ama özellikle de Kürt olanları, BDP’nin etkisinden çıkarıp ‘ehlileştirmeye’ çalışmaktadır. 
Yoksulluk yardımları, AKP’nin Kürtleri BDP’den koparma stratejisinin bir aracı ise, bu durumda geliştirilecek karşı strateji ne olmalıdır? Bu yazı dizisinin amacı bu sorunun cevabına katkı sağlamak ve bir siyaset önerisinde bulunmaktır. Bu dizide Türkiye’deki yoksulluk yardımlarının seyri, yoksulluk yardımlarının tarih boyunca ve diğer ülkelerde devletleri yönetenler tarafından nasıl kullanıldığı ve yoksulluk yardımlarının bugünün Türkiye’sindeki siyasi işlevini gösterip, “peki ne yapmalı” sorusuna bir yanıt vermeye çalışacağım.

Yoksullukla yoksulluk yardımının ilişkisi yok
“Eğer bugün Ankara’da bir sosyal patlama yoksa, yapılan sosyal yardımların ve sosyal projelerin buradaki etkisi çok olmuştur”. Ankara Belediye Başkanı Melih Gölçek, geçtiğimiz Mart ayında bunu söyleyerek benim bugün ilk olarak soracağım iki sorunun da cevabını kısmen vermiş oluyor. Birincisi, Türkiye’de yoksulluk oranı 2002’den beri azalmasına rağmen, yoksulluk yardımları neden 20-30 kata kadar artış gösterdi? İkincisi, İç Anadolu ve Doğu/Güneydoğu Bölgeleri’nde yoksulluk oranları yaklaşık aynı oldukları halde, neden Doğu/Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde İç Anadolu’da dağıtılan yoksulluk yardımının 5-10 katı yoksulluk yardımı dağıtıldı?

Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre gıda yoksulluğu oranı 2002’de yüzde 1.35 iken, 2008’e kadar giderek azalarak yüzde 0.54’e düştü. Aynı şekilde, gıda ve gıda dışı yoksulluk oranı da yüzde 27’den yüzde 17’ye düştü. Aynı dönemde yoksulluk yardımları ise dağıtılan yardım miktarı ve faydalanan insan sayısı açısından patlama yaptı: Günlük yemek yardım harcamaları 11 katına; dağıtılan kömür miktarı 3 katına, kömür alan aile sayısı 2.5 katına; şartlı nakit transferi harcamaları 147 katına, yardım alan kişi sayısı 50 katına; eğitim yardımları 18 katına, yardım alan kişi sayısı 2.5 katına; yeşil kart harcamaları 4.5 katına, yeşil kart alan kişilerin nüfusa oranı ise 3 katına çıktı.

Yoksulluk yardımı yoksulluğu azaltmıyor
Bu rakamları gören bir AKP’li diyebilir ki, “İşte tam da bizim verdiğimiz yoksulluk yardımları sayesinde yoksulluk azalmıştır”. Ancak, durum öyle değil. Devlet Planlama Teşkilatı tarafından 2009’da yayınlanan “Türkiye’de Sosyal Transferlerin Yoksulluk Üzerindeki Etkileri” başlıklı çalışma, 2000’li yıllarda yoksulluk oranındaki düşüşün yoksulluk yardımları sayesinde “gerçekleşmediğini” gösteriyor. Yapılan sosyal yardımlar, yani yeşil kart, gelir transferleri ve ayni yardımlar, yoksulluk oranındaki bu düşüşü sağlayabilecek şekilde ve miktarda dağıtılmıyor ve yoksulluk sınırının altında olan insanları yoksulluk sınırının üzerine çıkarma işine de yaramıyor. Yani bu rapora göre, yoksulluk oranının düşmesinin sebebi yardımlar değil. Dolayısıyla da, “yoksulluk oranı düştü, çünkü yoksulluk yardımları arttı” diyemiyoruz. Tam tersine, başka bir soru sormak gerekiyor: “Yoksulluk oranı düşmesine rağmen, yoksulluk yardımları neden patladı?”.

Kürtler neden daha fazla yardım alıyor?
İkinci sorumuzla ilgili olarak: İç Anadolu Bölgesi ile Doğu/Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nin yoksulluk oranları yaklaşık olarak eşit; ilkinin yüzde 32.01 ve ikincisinin de yüzde 33.97. Ancak, yoksulluk yardımları Doğu/Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde, yani Kürt illerinde İç Anadolu Bölgesi’ne göre kat kat fazla dağıtlıyor. 2007 yılında, Şartlı Nakit Transferi sağlık yardımı alanların oranı tüm Türkiye’de yüzde 1.67, İç Anadolu’da yüzde 0.95 iken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde yüzde 5.58 oldu. Eğitim yardımı alanların oranı, tüm Türkiye’de yüzde 0.99, İç Anadolu’da yüzde 0.42 iken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yüzde 3.91. Yeşil kart sahibi olanların oranı, Türkiye genelinde yüzde 13.2, İç Anadolu’da yüzde 8.1, ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ise yüzde 37.7 oldu. Yani, Doğu ve Güneydoğu’da, İç Anadolu’ya göre, eğitim yardımları 9 kat, sağlık yardımları 6 kat, yeşil kart ise 5 kat fazla dağıldı.

Özetlemek gerekirse, birincisi, 2000’li yıllarda yoksulluk oranı düşmesine rağmen yoksulluk yardımları patladı; ve ikincisi, Kürt illerine, aynı derecede yoksul olmalarına rağmen, İç Anadolu’daki illere göre kat be kat fazla yoksulluk yardımı verildi. Bunlar gösteriyor ki, yoksulluk yardımlarını belirleyen şey, yoksulluk değil. Peki, nedir o zaman?

Yardımlar siyasetin aracıdır
Modern kapitalizmin tarihi boyunca devletleri yönetenler, yoksulluk yardımlarını ya siyasi olarak “tehlikeli” sosyal grupları kontrol altında tutmak için, yahut da, halk gruplarını harekete geçirip, yani mobilize edip, kendi kitleleri haline getirmek için kullanmışlardır. Türkiye’de de bugün olan budur. Son sekiz yılda yoksulluk yardımları şiddetle artmıştır, ama bunun sebebi yoksulluğun şiddetle artması değil, AKP, CHP ve DTP/BDP arasındaki siyasi mücadelenin şiddetle artmasıdır. AKP, alt sınıfları, ama özellikle de Kürt olanları, BDP’nin etkisinden çıkarıp “ehlileştirmeye” çalışmaktadır. Aynı zamanda da, bu insanları kendi çatısı altında mobilize edip, CHP ve kemalist bürokrasiye karşı elini güçlendirmeye çalışmaktadır.

Ne yapmalı?
Peki, ne yapmalı? Kürt hareketi, yukarıda bahsettiğim devlet stratejisinin pekala farkında ve bugüne kadar da yoksulluk yardımlarına iki temel yaklaşımı oldu. Birincisi, yardımları, bir sadaka kültürü yaratması ve halkın onuru ile oynaması sebebi ile reddetmek oldu. Bunun neticesinde Kürt halkını devletin yoksulluk yardımlarından “korumak” için mümkün olduğu çaba sarfedildi. İkinci olarak, yoksulluk yardımları konusunda AKP ve devlet ile rekabete girmek yolu seçildi. BDP’li belediyeler de gıda yardımları dağıtmaya başladı.

Ben, bu iki yaklaşımın dışında, daha işe yarar ve daha kolay bir yolun olduğunu düşünüyorum: Madem AKP ve devlet yoksulluk yardımı dağıtmak istiyor, biz de daha fazlasını talep edelim. Yani, eğer AKP ayda 25 lira çocuk yardımı veriyorsa, BDP’nin talebi bunun 75 lira olması olabilir, eğer AKP kırk yılın başı yemek yardımı yapıyorsa, BDP bunun bir hak olarak düzenli olarak haftada bir yapılmasını talep edebilir. Eğer AKP yeşil kart dağıtıyorsa, BDP yeşil kartla sunulan sağlık hizmetinin kalitesinin artmasını talep edebilir.

Daha fazla yardım talep etmek
Peki nedir bunun faydası? Bir kere, ilk yaklaşım neticesinde, BDP, yardımları yoksul Kürtlerden uzak tutmaya çalışınca, kendi kitlesi ile arasına, tam da AKP’nin istediği gerilimi sokmuş oluyor. AKP diyebiliyor ki, BDP, o özgürlük istediği halkının karnının aç kalmasını mı istiyor? İkinci yaklaşımda ise, devletin, IMF’nin, Dünya Bankası’nın milyar dolarlık yoksulluk yardımı projeleri ile, BDP’nin yarışmasının imkanı yok. BDP’li Belediyelerin yaptığı şey son derece önemlidir, ama tek başına yapıldığı zaman kaybedilecek bir yarışa girmektir. AKP, asıl olarak, bu yardımları düzensiz, keyfi, aynı sadaka gibi verdiği için Kürtleri etkileyebilmektedir. Sanki yardımları devlet değil, AKP dağıtıyormuş hissiyatı uyandırmaktadır. Bu yardımları düzenli hale getirmeyi, miktarını artırmayı, bir hak haline getirmeyi talep etmek, AKP’nin sınırlarını zorlamak, üstelik de bunu bir halk hareketinin talebi olarak yükseltmek, AKP’nin kendi kalesine gol atmasına sebep olabilir.

Dünyada ve tarihte yoksulluk yardımları
Dünyanın bir çok ülkesindeki sosyal refah devleti uygulamalarına bakınca, refah devletinin ortaya çıkışını ve geçirdiği değişimleri belirleyen şeyin asıl olarak siyasi saikler olduğunu görüyoruz. Devleti yönetenler, birincisi, tehlikeli toplumsal grupları kontrol altına almak, ikincisi de, belirli toplumsal grupları siyasi olarak harekete geçirmek için sosyal refah devleti araçlarını kullanırlar. İlkinde, devletler, siyasi tehdit oluşturan, ayaklanma, eylem, isyan, kalkışma içerisinde olan ve olabilecek grupları, veya radikal siyasi akımları destekleyecek grupları zaptedebilmek, kontrol edebilmek veya ehlileştirebilmek için bu grupları sosyal refah uygulamaları ile “satın almaya çalışır”. Bu gruplar, çoğu zaman işçilerdir, etnik ve ulusal gruplardır. 19. yüzyılda İngiltere’de işçiler ayaklanınca ardarda gelen “Yoksulluk Kanunları” ile geniş kitlelere yoksul yardımları dağıtılmıştır; 1930’lardan itibaren, yükselen işçi hareketini zaptetmeye çalışan Sovyetler Birliği’nin dibindeki Avrupalı devletler, modern sosyal demokratik refah devletlerini inşa etmişlerdir; 1960’larda Amerika’da siyahlar ayaklanınca da yoksulluk yardımları inanılmaz biçimde patlama yapmıştır.

Toplumsal kontrol ve mobilizasyon
Bu toplumsal kontrol işlevinin yanısıra, devletler refah uygulamalarını halkı siyasi olarak herekete geçirmek, yani mobilize etmek amacıyla da kullanırlar. Birincisi, devleti yöneten veya yönetmek isteyen farklı elit grupları birbirleri ile mücadeleye girdiklerinde, iktidarı elinde bulunduran grup, ihtiyaç duyduğu toplumsal desteği elde etmek için sosyal güvenlik ve yardım seviyelerini artırıp halkı kendi etrafında mobilize etmeye çalışır. İkincisi, savaş zamanlarında, devletler yüzlerini yine halka, yani emekçi ve ezilenlere dönerler, zira savaşacak olan, desteğine ihtiyacı olunan bu insanlardır. Hem savaş sanayiinin grevlerle kesintiye uğramaması lazımdır, hem de halkın askere alınırken itiraz etmemesi sağlanmalıdır. Bu amaca yönelik milliyetçi vatansever propagandanın yetmediği durumlarda da refah devleti kullanılır. İşçi ücretleri artar, sendikalar güçlendirilir, vatandaş-işçiler kıymete biner. İngiltere’nin, Almanya’nın, ABD’nin refah devletlerinin tarihi, bunun tarihidir.

Amerika, 1960’lar
Bu tarihe biraz daha yakından bakınca, “Türk devleti, Kürtler ve yoksulluk yardımları” arasında bugün varolan ilişkinin, 1960’larda “Amerikan devleti, siyahlar ve yoksulluk yardımları” arasındaki ilişki ile çarpıcı benzerlikler gösterdiğini görebiliriz. 1960’larda da yükselen siyah hareketi zaptedebilmek amacı ile Amerikan devleti yoksulluk yardımlarında bir patlama yaratmıştır. Bu süreç ise 1950’lerde Amerikanın güneyindeki tarımsal modernizasyon ile başlamıştır. Güneydeki çiftliklerde çalışan siyah işçiler, tarımda modern teknolojinin kullanımı ile atıl duruma gelmişler, bu da güneydeki ırkçı baskılarla birleşince, dört milyon siyah kuzeydeki büyük metropollere göç etmek zorunda kalmıştır. Kuzeyde göç ettikleri New York, Philadelphia, Chicago, Detroit, Baltimore gibi sanayi kentlerinde ise, onları daralan bir istihdam ve ırkçılık beklemektedir. Dolayısı ile, varolan az sayıdaki işe girmekte de oldukça zorlanan siyahlar için kuzeyde işsizlik, geçici, güvencesiz, düşük ücretli işler, ve yoksulluk temel kentsel tecrübeler olmuştur. Ama, bu durum 1950’lerden itibaren gerçekleşmekle beraber, yoksulluk yardımlarının hızlı yükselişi ancak 1964 sonrasında gerçekleşmiştir. Amerikan sosyoloji ve siyaset bilimi literatürlerinde çokça tartşıldığı üzere, yoksulluk yardımları ancak siyahlar ayaklandığı ve aynı zamanda bir seçmen gücü olduğu zaman patlama yapmıştır.

Sosyolog Francis Fox Piven ve Richard Cloward, Amerika’daki yoksulluk yardımlarının patlamasının altında yatan sebebin vatandaşların “objektif yoksulluğunu” giderme kaygısı olmadığını, asıl derdin, toplumdaki siyasi karışıklığı zaptetmek olduğunu göstermişlerdir. Onlara göre, 1960’ların ortalarında yükselen siyah özgürlük hareketinin (civil rights movement) etkisi ile siyahlar büyük kentlerde şiddetli ayaklanmalarda bulunmuşlardı. 
Objektif olarak yoksulluk uzun süre hep var olmasına rağmen, Amerikan devleti ancak ve ancak siyahlar ayaklandığı zaman yardımları bol keseden dağıtmaya başlamıştır.

Kürtler, siyahlar ve yoksulluk yardımı
Şimdi, 1960’ların Amerika’sı ve 2000’lerin Türkiye’si arasındaki paralelliklere bir kez daha bakalım. Amerika’da 1950’ler ve 1960’lar boyunca dört milyon siyah, güneyin kırsallarından kuzeyin metropollerine, Piven ve Cloward’ın deyimi ile, zorunlu göçe (forced migration) tabi oldu. Benzer şekilde, 1990’larda Türkiye’de 2-3 milyon arası Kürt, bu kez doğunun kırsallarından batının metropollerine (ve ayrıca bölgedeki metropollere) zorunlu göçe tabi oldu. Amerikan metropollerine gelen, ama azalan istihdam olanakları ve ırkçılıkla karşılaşan siyahlar ya işsiz kalmışlar ya da geçici, güvensiz ve düşük ücretli işlerde çalışmak zorunda kalmışlardır. Türkiye’de de benzer şekilde, benim daha önceden tarif etmeye çalıştığım gibi, metropollere göç eden Kürtler proleterleşmiş, Türkiye proleteryası da gittikçe Kürtleşmiştir. 1960’larda siyahlar Amerikan metropollerinin siyah gettolarını, 1990’lardan bu yana Kürtler de Türkiye’nin varoşlarını mesken tutmuşlardır. Son olarak da, “siyah özgürlük hareketi”nin etkisi ile siyahlar 1960’ların ikinci yarısı itibariyle metropollerde ayaklanmışlar, bu da onları önemli bir siyasi aktör, Amerikan devleti için de siyasi bir tehdit haline getirmiştir. Benzer şekilde Türkiye varoşlarındaki Kürtler de Kürt siyasi hareketinin etkisi ile gittikçe siyasileşmiş, bu siyasileşme şehirlerin varoşlarında eylemlere, çatışmalara, zaman zaman da küçüklü büyüklü ayaklanmalara yol açmıştır. Aynı zamanda, aynı 1960’ların Amerika’sında olduğu gibi, gittikçe kalabalıklaşan ve politikleşen Kürtler, 2000’lerde seçim zamanlarında da kritik bir pozisyon da tutmaya başlamışlardır. Bu seçim gücü, ayaklanma eğilimi ile birleşince kentli Kürtleri Türkiye’deki en önemli siyasi aktörlerden birisi konumuna getirmiştir. Nasıl Amerika’da yoksulluk yardımları siyahları kontrol etmek için artırılmışsa, Türkiye’de yoksulluk yardımları da Kürt proleterleri kontrol ve mobilize etmek için artırılmıştır. Yarınki yazımda, Türkiye’deki sürecin daha yakından bir analizini yapmaya ve AKP’ye yöneltilebilecek karşı staretejinin detayları üzerine tartışmaya çalışacağım.
YARIN: Siyasi alandaki rekabet, yoksulluk yardımlarındaki ‘dengesiz patlamanın’ en önemli sebebidir.

ERDEM YÖRÜK

AKP Hizbul-Kontra Ittifakı

AKP Kürdistan’da Kürt sorunu noktasında kaybettiği inisiyatifi kazanmada kullanmak için müebbet ağır hapis cezası verdiği Hizbul-Kontra tetikçilerini...
Ergenekon davası kapsamında yargılanan ve JİTEM’i kurduğunu itiraf eden Albay Arif Doğan daha önce çeşitli itiraflarda bulunmuştu. Doğan itiraflarında; daha önce İstanbul Beykoz’da bir operasyon kapsamında öldürülen Hizbul-kontra lideri Hüseyin Velioğlu’nu tanıdığını, Hizbullah adında bir örgütü bilmediğini ama bölgede Hizbul-Kontra’yı tanıdığını ve araştırılması gerektiğini söylemişti. Kürdistan’da Kürt Özgürlük Hareketinin 90’lı yıllardaki yükselişi ardından Türk özel harp dairesi tarafından daha önce kurdurulan ve JİTEM ile ortak çalışan Hizbul-Kontra, masum yurtsever Kürtlerin katledilmesinde yıllarca kullanıldı.  

‘KARARGÂHLARI JİTEM BİNASININ YANI’

Hizbul-Kontra, Özel Harp Dairesinin komutanlarından General Temel Cingöz tarafından kurdurulacaktı. Cingöz sonradan Hizbul-Kontra’nın başına getireceği Hüseyin Velioğlu’nu Batman’da yüzbaşı olduğu dönemde, Yurtsever devrimci adaylara karşı milliyetçi faşistlerin Batman-Petrol İş sendikasının başkan adayı olarak piyasaya sürmüştü. Zamanın Batman Emniyet Müdürü Öztürk Şimşek de, “Hizbullah’ın üzerine nasıl gidelim? Karargâhları JİTEM binasının yanındadır” diyordu. 90’lı yıllarda Kürt halkına karşı kirli savaşın yürütüldüğü dönemin Türk içişleri bakanı İsmet Sezgin’de ‘Hizbullah’ın, PKK’ye karşı devlet tarafından örgütlendirildiğini’ birinci ağızdan itiraf etmişti. 

HİZBUL-KONTRA 1 HAZİRAN’DAN SONRA AKP ELİYLE YİNE SAHNEDE

 Türk devleti, Amed, Batman, Nusaybin, Silvan gibi daha birçok Kürdistan kentinde binlerce yurtsever Kürdün kanına giren Hizbul-Kontra’yı uzun yıllar kullandıktan sonra, 2000 yılında kapsamlı operasyonlarla lideri Hüseyin Velioğlu’nu öldürmüş birçok yönetici ve tetikçisini cezaevine atmıştı. Kürt Özgürlük hareketi, AKP hükümetinin zamana yayma ve çürütme politikası ile Kürt özgürlük hareketini tasfiyedeki ısrarına karşı tek yanlı ateşkesi kaldırdı. Ve 2004’te 1 Haziran meşru savunma hamlesini başlattı. Bu Kürt toplumsal direniş hamlesiyle Kürt sorunun çözümünü her zamandan daha fazla kendisini dayatarak AKP’nin çürütme politikası boşa çıkarıldı.  Bunun üzerine AKP Kürt sorununun demokratik çözümünü geliştireceğine, yeni döneme uygun özel-kirli savaş yöntemlerinin arayışına girdi. Tasfiye politikası iflas eden AKP, Hizbul-Kontra’ya örgütleme zemini sunarak Kürt halkının iradesini kırmada yeniden kullanmak istedi.

DEMOKRATİK ÖZERKLİĞE CEVAP

Diyarbakır’da Hizbul-Kontra’ya yakın bir haber kaynağımızdan edindiğimiz bilgiye göre; ‘Yeşil Ergenekon’u örgütleme arayışları çerçevesinde AKP Hizbul-Kontra’nın yöneticileri ve tetikçileriyle ilişkiye girerek kirli bir ittifak kurduğunu, AKP’nin bu ittifak çerçevesinde Hizbul-Kontra’yı önce Amed, Muş, Bingöl’de Mustazaf, Şura-der, İkra-der ve İhya-der gibi derneklerle örgütlendirdiğini belirtti. Yine aynı kaynak; ‘Kürt halkının kendi çözüm modelini geliştirmesi çerçevesinde başlattığı Demokratik Özerkliği inşa hamlesinin ardından AKP daha ileri bir adım atarak tutuklu Hizbul-Kontra yönetici ve tetikçilerini CMK (Ceza Muhakemeleri Kanunun) 5. Maddesinde yapılan değişiklikle bu amaçla serbest bıraktığını belirtti.’ Bu adım AKP’nin Demokratik Özerkliğe cevabıydı. Tahliye edilen 26 kişinin arasında Hizbul-Kontra şura üyesi Edip Gümüş ve askeri sorumlusu Cemal Tutar’ın da bulunması tesadüf olmayıp bu amaçla atılan bir adımdı. 

İYİ ÇOCUKLARA VEFA BORCU

AKP Kürdistan’da Kürt sorunu noktasında kaybettiği inisiyatifi kazanmada kullanmak, için müebbet ağır hapis cezası verdiği Hizbul-Kontra tetikçilerini serbest bıraktı. AKP bunu da Yeşil Türkçü Faşizm örgütlemesinin önemli bir adımı olarak görüyor. AKP’nin diğer örgütlere mensup bazı tutukları serbest bırakması da örgütlemek istediği Yeşil Ergenekon’u kamufle amaçlıydı. Yoksa durduk yerde domuz bağı gibi vahşi yöntemlerle birçok Kürt yurtseverini katlettikleri yüzlerce delille ispatlanan bu suçluları niye bıraksın? Bu yoksa Türk devletinin geçmişte kullandığı iyi çocuklarına AKP eliyle ödediği vefa borcu mu oluyor? Kayseri Tüccar zihniyetine sahip AKP yoksa bu adımı karşılıksız mı attı? 

Artim Ronî

Sağlıkta Bölgeler Arası Eşitsizlik-2

Bulaşıcı hastalıklar

2004 yılına kadar olan verilerde Bölge'de düşük bir aşılama çalışmasının olduğu fakat 2004 yılında yükseldiği görüldü. Bunun sebebi olarak Avrupa ülkelerinin aşılama için Türkiye'ye aktardığı fonlar olabilir.


Özellikle Diyarbakır gibi bazı illerimizde şehir ismiyle anılır halde olan sıtma gibi bazı hastalıklar aşılamayla neredeyse bitmiştir. Özellikle bu azalma yerel yönetimlerin yapmış olduğu çevresel önlemlerle gerçekleşmiştir. Yerel yönetimlerin bu çalışmaları kanalizasyon ve su ile bulaşan hastalıkların ciddi anlamda azalmasına sebep olmuştur. Her ne kadar temiz su kaynaklarına ulaşılabilirlik, altyapı, hijyen ve bağışıklama gibi konularda büyük ilerlemeler sağlanmışsa da; gelir dağılımındaki uçurumun getirdiği yoksulluk, nitelikli sağlık hizmetleri ve temiz su kaynaklarına erişilebilirlikteki sıkıntılar ve altyapı sorunlarının halen devam etmesi ile savaş, işsizlik ve yoksulluk sonucu meydana gelen göçün ürettiği sorunlar bulaşıcı hastalık etkenlerinin çoğalmasını ve yayılmasını her geçen gün farklı boyutlarda da olsa sağlamaktadır.


Bölgemizde devlete karşı olan güvensizliğin bir yansıması olarak bağışıklama programlarına karşı oluşmuş bir direnç mevcuttur. Özellikle de SSPE vakalarının görülmesiyle aşı yapılması sıkıntı yaratmaktadır. Kırsal bölgede daha fazla olmak üzere yaşayan birçok yurttaş, devletin özel bir politika olarak aşıyı Kürt nüfusunu azaltma amacıyla yaptırdığını iddia etmekte, kendisi ve çocuğuna aşı yaptırmamaktadır. Bağışıklama programları hastalıklardan korunmada en önemli yöntem olarak öne çıkmaktayken, toplumun devlete karşı haklı (!) önyargısı bunun önünde en önemli engeli oluşturmaktadır. Bunun sonucu olarak; eğitime gerekli önemin verilmemesi, kırsal alanda yaşayan nüfusun fazlalığı ve yabancı dilde eğitim ve sağlık hizmeti verilmesinden dolayı sistem tıkanma noktasındadır. Yine Bölge'de birçok ilde Hepatit-A, Akut kanlı ishal, Tifo, Brucella Türkiye ortalamasının çok üzerindedir.

 


Göçün yarattığı sağlık sorunları

  • TİHV'in yaptığı araştırmaya göre 2-3 milyon kişi yaşadığı yeri terk edip göç etmiştir.
  • Van'da yapılan çalışmada göç edenlerin;
    • Yüzde 30'unda depresyon
    • Yüzde 15'inde manik bozukluk
    • Yüzde 19'unda somatizasyon bozukluğu, tespit edilmiştir.
  • Diyarbakır merkezine göç sebebiyle gelen 100 göçmen ile yapılan çalışmada yüzde 66 oranında travma sonrası stres bozukluğu saptanmıştır.
  • TÜİK verilerine göre Bölge'deki depresyon yaygınlık oranı Türkiye ortalamasından 3,2 kat daha fazladır.

İntiharın nedenleri çeşitlilik göstermektedir. Bunlar: Psikolojik (kişisel) nedenler ve sosyolojik (toplumsal) nedenlerdir. Psikolojik nedenleri, derin bir umutsuzluk, depresyon, uzaklaşma, öz-nefret, başkalarını cezalandırma veya onlara suçluluk hissettirme çabası, dayanılmaz acılardan, başarısızlıklardan, yaşlılık korkusundan kurtulma arzusu ve intikam olarak sıralamaktadır. Sosyolojik neden olarak ise, modernleşmenin uluslararası düzeyde getirdiği ortak yaşam alanları ve üst kimliklerin bireye dayatılmasını göstermektedir. Dünyanın birçok yerinde erkek intihar oranları kadınlardan yüksek iken, bu oran özellikle bölgemizde kadın intihar oranları erkek intihar oranlarından 3 kat daha fazladır. Batman ve Diyarbakır'da yaşayan kadınların intihar eğilimi düzeyleri Ankara'da yaşayanlarınkinden daha yüksek. Silahlı çatışmanın intihar eğilimi açısından bir fark yaratıp yaratmadığını belirlemek amacıyla Bölge'de yapılan araştırmalarda, silahlı çatışmaya tanık olan kadınların intihar eğilimlerinin, Bölge'de yaşayıp çatışmaya tanık olmayanlarınkinden yüksek olduğu saptanmıştır. Kısacası Bölge'deki kadın intiharlarının en önemli nedeni o Bölge'de yaşanan savaş olduğunu söyleyebiliriz.

  • Mazlum-Der'in 2008 yılı Türkiye İnsan Hakları Değerlendirme Raporu'na göre, Türkiye'de 2007 yılında yaşanan çatışma sayısı 615 iken, 2008 yılında bu sayı 1103 olarak gösterilmiştir. Yine rapora göre çatışmalar, 1980 yılından sonra yoğunlukla Bölge'de gerçekleşti. Bu çatışmaların Bölge insanı üzerinde bıraktığı olumsuz psikolojik etkilere dikkat çekilmiştir.

Yerinden edilme, şiddet olaylarına tanık olma, doğrudan saldırı hedefi olma gibi durumların bu çatışmalı bölgelerde büyüyen çocukların sürekli olarak tanık oldukları ve maruz kaldıkları travmatik olaylardan bazılarıdır. Çatışma yaşanan ülkelerde meydana gelen travmatik yaşantıların, çocukların gelişimi, onların topluma yönelik tutumları, başkalarıyla olan ilişkileri ve genel olarak yaşama bakışları üzerinde etkisi olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Savaş dönemlerinde çocukların maruz kaldığı bazı travmatik yaşantılar şu şekilde sıralanabilir.

  • Ebeveynlerin şiddet/vahşet içeren ölümü,
  • Yakın aile bireylerinin öldürülmesine tanık olma
  • Ayrılık ve yerinden edilme
  • Terör saldırıları, kaçırma, yaşam tehdidi
  • Şiddet içeren eylemlerde yer alma
  • Bombardıman altında kalma
  • Ebeveynlerin korku tepkilerine tanık olma
  • Fiziksel yaralanma ve sakatlanmalar
  • Aşırı yoksulluk ve açlık

Travmatik olayların ardından, hazır olmadıkları halde yetişkin rolü üstlenmek durumunda kalabilirler. Ebeveynlerden birinin beklemedik kaybı ergenlerde olgunlaşmamış (prematüre) kimlik oluşumuna ya da kimlik karmaşasına neden olabilmektedir. Ergenler travmatik olayların yarattığı kaygılardan uzaklaşmanın bir yolu olarak kendine zarar verme davranışı sergileyebilirler. Ergenlik döneminde çatışma ve savaş gibi travmatik olayların olumsuz sonuçlarından bir diğeri de isyankâr ve antisosyal davranışlarda bulunma eğilimidir. DSM IV'ün son sürümünde (2005) travma sonrası stres bozukluğu 3 belirti kümesiyle tanımlanmaktadır; tekrar eden deneyimlere bağlı kabuslar ve flashbackler; duyarsızlaşmaya bağlı kaçınma ya da geri çekilme; aşırı uyarılma, belirgin sinirlilik, uykusuzluk, agresyon ya da zayıf konsantrasyon. Bunların hayatı tehdit eden olaylara yanıt olarak ortaya çıkmakta olduğu söylenebilir.

Türkiye'de 1991'de çıkan (TMK) nedeniyle, yaklaşık 5 bin çocuk "yetişkin" gibi gözaltına alınıyor, sorgulanıyor, yargılanıyor, hapsediliyor. 30 seneyi aşan cezalar alıyordu.


Halen 12-18 yaş arası bu çocuklar pedagojik destek alamıyor, öğrenimlerine devam edemiyor. Duruşmalara elleri kelepçeli götürülüp getiriliyor. Diyarbakır Valiliği İl İnsan Hakları Kurulu'nun raporuna göre, yeterli beslenemiyor, pis ortamlarda yaşıyor, çamaşırlarını ve bulaşıkları sağlıksız yerlerde kendileri yıkamak zorunda kalıyor, yeterli sağlık hizmeti alamıyor. TMK Mağduru Çocuklar dediğimiz bu çocukların bir bölümü "yetişkin"lerle aynı koğuşlarda kalıyor, aileleriyle görüşleri yasaklanıyor, işkence ve kötü muameleye uğruyor. Kolluk güçlerince öldürülen, yaralanan çocuklar var. 1991'den bu yana polis ve asker şiddetiyle, Bölge'de hayatını kaybeden çocuk sayısı 328. Aralarında henüz ismi konmamış bebekler de vardı.


MEVSİMLİK İŞÇİLER


Mevsimlik işçilikle geçinenlerin zorunlu göç mağdurları arasındaki oranı bilinmiyor. Tabii, bu şaşırtıcı bir durum değil, zira zorunlu göçe dair hemen hiçbir konuda elimizde sağlıklı veri yok. İradeleri dışında topraklarından koparılan, ani, hazırlıksız ve kitlesel bir göçe zorlanan, bu süreçte devletten herhangi bir yardım almadıkları gibi ulusal ve uluslararası yardım kuruluşlarına ulaşmaları da engellenen, Bölge'deki ve ülkenin batısındaki büyük şehirlerin çeperlerinde kurulan "göç mahalleleri"nde yıllarca yoksulluk, yoksunluk, işsizlik ve ayrımcılıkla mücadele eden Kürtler, karınlarını doyurmak için yıllardır mevsimlik işçilik yapıyor.

 



Göç


Göç olgusu Türkiye açısından hayati bir noktada durmaktadır ve halen devam eden bu süreç ülkemizin varlığı ve geleceği açısından da merkezi bir role sahiptir. Türkiye'de göçün tarihini Cumhuriyet öncesine kadar uzatmak mümkündür. 93 Harbi, Balkan Savaşları ve arkasından gelen 1. Dünya Savaşı, Osmanlı egemenliğindeki topraklarda yaşayan insanların -özellikle Balkanlarda ve Anadolu'da- hayatlarını önemli ölçüde etkiledi. Günümüz Türkiye'sinde köylerden şehirlere ve kasabalara değil, kasaba ve küçük şehirlerden metropollere doğru bir göç hareketi sürmektedir. Bu süreç aynı şekilde devam ettiği takdirde metropoller başta olmak üzere büyük şehirler içinden çıkılamaz hukuki, toplumsal, siyasal ve kültürel problemler üretmeye devam edecektir.


KÜRT SORUNU VE GÖÇ


Cumhuriyetin kuruluşundan beri Türkiye'nin bir Kürt meselesi hep varolmuştur. Önceleri, ağırlıklı olarak entegrasyon ve geri kalmışlık kaygılarıyla ele alınan bu sorun, 1980'lerden itibaren, PKK'nin ortaya çıkmasıyla bir güvenlik sorunu olarak ele alınmaya başlanmıştır. Osmanlı döneminde yaşanan göçlerde, göçe tabi tutulanlara belli bölgeler gösterildikten sonra, iskân olanağı sağlanıyordu. Boşaltılan köylerin arazileri kadar göç edenlerin yaşayacağı yerlerde arazi tahsis ediliyordu. Günümüzde ise yer vermek bir yana yurttaş canını zor kurtararak göç etmek zorunda bırakılıyor. Bazen göç etmeleri için yurttaşa bir hafta-on beş gün süre veriliyor, bazen de hiç bu süre dahi tanınmadan baskın düzenlenerek köy yakılıp yıkılarak halkı yerinden sürülüyor. Köy halkı da en yakın şehre veya metropollere göç ediyor. İradeleri dışında topraklarından koparılan, ani, hazırlıksız ve kitlesel bir göçe zorlanan, bu süreçte devletten herhangi bir yardım almadıkları gibi ulusal ve uluslararası yardım kuruluşlarına ulaşmaları da engellenen, Bölge'deki ve ülkenin batısındaki büyük şehirlerin çeperlerinde kurulan "göç mahalleleri"nde Kürtler yıllarca yoksulluk, yoksunluk, işsizlik ve ayrımcılıkla mücadele etmektedir. Kürtler göç ettikleri yerlerde hor ve hakir görüldüler, kiralık ev dahi verilmedi. Potansiyel suçlu olarak her zaman ve her yerde takibata, gözaltı ve faili meçhul cinayete uğradılar. Dil ve kimlik sorunu yaşadılar. Çocuklar okulda ve çevrede uyum sorunları yaşadı. Sağlık sorunu ve tedavi için sosyal güvenceleri olmadığından, yeşil kart dahi verilirken sorunlar yaşandı. Büyük şehirlerin ana cadde ve meydanlarında iş bekleyen boş insanları, cadde ve sokaklarda mendil ve sakız satan çocukları, köprü altı sakinleri çoğaldı. Büyükler iş bulamazken daha ucuz olduğundan küçük çocuklara iş vererek sömürü çarkını işlettiler. Yeraltında denetimsiz, sağlıksız ve sosyal güvencesiz iş atölyeleri çoğaldı. Büyükşehirlerde gecekondulaşma aldı yürüdü. Altyapısı, okulu, sağlık ocağı olmayan; yol, su, telefon, elektrik vs. hizmetleri kısmen olan, çarpık bir kentleşme yaşandı. Geçmişi aratan bugünkü yönetim sonucunda halk üretimden kopartılmış, tüketen, işsiz, atıl bir duruma düşürülmüştür. Ülkenin sorunlarının yanlış politikalar sonucu bu hale gelmesinin sorumluluğu Bölge halkına yüklenmiştir.


Türkiye'nin doğusunda 1990'ların başlarında başlayan köy boşaltma ve zorla göç ettirme olgusu 1999 yılına kadar devam etmiştir. Göç ettirilen nüfus İçişleri Bakanlığı'na göre 355 bin, Hacettepe Üniversitesi'ne göre 950 bin, İHD ve TİHV'e göre 2,5 milyon, TMMOB ve GÖÇ-DER'e göre 3 milyondur.

 



PSİKOLOJİ

Psk. Mesut UMAR

Bağımlı kişilik bozukluğunun temel özelliği kişinin diğerlerinden bağımsız hareket edememesi ve aşırı derecede kendisine bakılma gereksinmesinin olmasıdır. Davranış biçimi uysallık ve yapışkanlıktır. Başkalarının yardımı olmadan bir işi yeterince başaramayacaklarıyla ilgili bir benlik algısı vardır. Bağımlı kişilik bozukluğu olan kişiler başkalarından bol miktarda öğüt ve destek almazlarsa gündelik kararlarını vermekte güçlük çekerler. Yağmurlu bir havada yağmurluğunu giyip giymeme, ihtiyacı olan ayakkabıyı satın alıp almama gibi durumlarda karar vermede sıkıntı yaşar. Bu kişiler yaşamlarında genellikle edilgendirler ve önemli kararlarda, sorumluluk almada başkalarının onlara yardımcı olmalarını isterler. Bu kişiler eğitimleri, nerde yaşayacakları, evlilikleri, işleri vb konularda genellikle kendi başlarına karar veremezler ve anne babalarına ya da diğer yakınlarına bağımlıdırlar. Sorumluluklarını başkalarının alması gereksinmesi normal bir yardım istemenin çok ötesindedir.

Bağımlı kişilik bozukluğu olan kişiler, desteklerini yitirecekleri ya da kabul görmeyecekleri korkusuyla başkaları ile aynı görüşü paylaşmadıklarını söylemekte zorluk çekerler. Farklı bir görüşe sahip olsalar bile bunu dile getirmezler. Bağımlı oldukları kişi ya da kişiler yanlış yapsa dahi onların desteğini kaybetmeme adına bir şey söylemezler. Aynı nedenle bu kişilere yönelik kızgınlıklarını göstermezler. Bu kişiler kendi başlarına bir işi başlatma ve sürdürme konusunda başkalarının yardımına ihtiyaç duyarlar. Başkalarının bir işi kendilerinden daha iyi yapacaklarını düşünürler. Bu kişiler kendilerine güvenmezler ve kendilerini beceriksiz olarak kabul ederler. Başkalarından onay aldığında ise bir işi yalnız başına başarabilirler. Daha yeterli biri olmaktan korkarlar, çünkü bu durumun terk edilmelerine yol açacağına inanırlar. Sorunlarının ele alınması ile ilgili olarak başkalarına güvendikleri için bağımsız yaşama becerilerini geliştiremezler.


Bağımlı kişilik bozukluğu olan kişiler başkalarının bakım ve desteğini sağlamak için hoş olmayan şeyleri dahi yaparlar. Akla yatkın olmasa dahi başkalarının isteklerine boyun eğmeye hazırdırlar. Çoğu zaman ilişkileri çarpık olabilir. Olağandışı özverilerde bulunabilirler ya da sözel, fiziksel ya da cinsel kötüye kullanıma katlanabilirler. Tek başlarına kaldıklarında kendilerini çaresiz ve rahatsız hissederler. Tek başlarına kalmamak için önemli buldukları kişilerin peşine takılırlar.


Bağımlı kişilik bozukluğu olan kişiler yakın bir ilişkileri sonlandığında bir bakım ve destek kaynağı olarak derhal başka bir ilişki arayışına girerler. Anne baba ya da başka bir yakının kaybı ya da eşinden ayrılma durumunda başka birine gelişi güzel bağlanabilirler. Kendi başlarına bırakılacakları konusunda korku yaşarlar.


Bağımlı kişilik bozukluğu sergileyen kişilerde, plan yapma, herhangi bir projeye başlama konusunda yetersizlik, özgürlüklerinden ve girişimciliklerinden tamamen vazgeçme gibi temel çatışmalar vardır. Bu kişilerin diğerlerine bakışı, onları verici ve yeterli olarak görmeleridir. "Tümüyle çaresizim" gibi temel şemaları vardır. "Yeterli biri yanımda olursa hayatımı sürdürebilirim. Eğer terk edilirsem ölürüm. Var olabilmem için diğer insanlara özellikle güçlü insanlara ihtiyacım var. Mutluluğum böyle bir insana ulaşabilmeme bağlıdır" gibisinden işlevsel olmayan inançları vardır. Bu nedenle de "seni koruyanı, yardım edeni kızdırma. Onun yakınında ol. Mümkün olduğu kadar yakın bir ilişki kur. Onu kendine bağlamak için boyun eğici ol" stratejilerini kabul ederler. Reddedilme ya da terk edilme gibi temel korkuları vardır. Tipik davranışları, karşıdaki insanı mutlu ederek yakın ilişkiyi sürdürmedir. Bu kişiler gergin ilişkilerde anksiyete ve bağlı olduğu kişi yakınlarda olmayınca da depresyon yaşayabilirler.


Kaynaklar:
-Amerikan Psikiyatri Birliği: Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı, Dördüncü Baskı Yeniden Gözden -Geçirilmiş Tam Metin (DSM IV-TR) Amerikan Psikiyatri Birliği, Washington DC,2000, Köroğlu E(çeviri ed.), -Hekimler Yayınlar Birliği, Ankara, 2007
-Savaşır I. Soygüt G. Kabakçı E. (2003). Bilişsel-davranışçı terapiler. Genişletilmiş 3. Baskı. Türk Psikologlar Derneği Yayınları. Sy.168 

Sağlıkta Bölgeler Arası Eşitsizlik-1

Sağlık politikalarının gelişimi konusunda en önemli noktalardan biri 1978 Alma Ata bildirisidir. Bu bildiride dünyamızda yaşayan milyonlarca insanın sağlık koşullarının uygun olmadığı belirtilmiş, sağlığa ve sağlık hizmetlerine ilişkin yeni yaklaşımların geliştirilmesi çağrısı yapılmıştır. Bu yeni yaklaşıma göre, sağlık kaynaklarının daha eşitlikçi bir dağılıma kavuşturularak, dünyada yaşayan tüm insanların gerekli sağlık düzeyine kavuşmalarıdır. Sağlık düzeyleri incelenirken, ırk, konut sağlığı, eğitim, kültür, beslenme, coğrafi konum durumu, çevresel etkenler, yaş ve cinsiyet ile sağlık hizmetleri göstergeleri birlikte tartışılmalıdır.
Bölge'de en gelişmiş iki ilin erişkinlerde okur-yazar olmayanların oranı Diyarbakır'da %18,2, Van'da %18,8 iken Türkiye ortalaması %11,9'dur. Eğitimin kişilerin sağlık düzeylerini yükseltici, sosyal eşitsizliğin azaltıcı rolünün olduğu bilinmektedir. Okur-yazarlığın düşük olması kişinin sağlık hizmetine ulaşmasından sağlık hizmetlerinden maksimum düzeyde faydalanmasına kadar dezavantaj sağlamaktadır.

Bölgelere göre okur-yazarlık oranını gösteren aşağıdaki tabloda,  bölgelerin okur-yazarlık oranına göre yüksekten düşüğe doğru sıralanmış halini yansıtıyor.


Tablo 3: Bölgelere göre okur     yazarlık oranları, 15 +yaş, 2009
Batı Marmara 89,33
Batı Anadolu 89,21
Doğu Marmara 88,89
Ege 87,99
İstanbul 87,39
Akdeniz 84,95
Batı Karadeniz 83,96
Orta Anadolu 83,78
Doğu Karadeniz  82,70
Kuzeydoğu Anadolu 74,68
Ortadoğu Anadolu 73,80
Güneydoğu Anadolu 72,50
Kaynak: TÜİK, Adrese dayalı nüfus kayıt sistemi nüfus sayımı sonuçları.

Yukarıda görüldüğü gibi, ülkenin okur-yazarlık oranı en düşük bölgesi Bölge, en yüksek okur-yazarlık oranına sahip bölge ise Batı Marmara bölgesi. TÜİK'in verileri Bölge, Kuzeydoğu Anadolu ve Ortadoğu Anadolu bölgelerinin okur-yazarlık oranlarının birbirlerine çok yakın olduğunu ve bir üst sırada yer alan Doğu Karadeniz Bölgesi'nden belirgin bir şeklinde ayrıştıklarını gösteriyor. Sağlığa erişimin temel etmenlerinden birisinin eğitim olduğu bilinmektedir. Eğitimle birlikte pozitif davranışlar kazandırılması, alkol, sigara, uyuşturucu ve uçucu maddelere yönelmeyi azalttığı da gözlemlenmektedir. Eğitim aynı zamanda anne sağlığı ve Aile Planlaması kullanılması yönüyle de yakından ilgilidir. Bölge özneliğine baktığımızda özellikle kadın okur-yazarlık düzeyinin düşük olduğu gözlemlenmiştir

      
Anne ve bebek ölüm oranları sağlık düzeyi açısından önemli ölçütlerdir. Tablo incelendiğinde anne ölüm hızının yüzbinde Türkiye ortalaması 19,4 iken Bölge'de bu oran ortalama 25,0'dir. Yine Bölge kadınlarının %26,8'i evde doğum yaptıkları, doğum öncesi alınan bakıma bakıldığında %45,5'inin bu hizmeti almadığı görülmüştür. Anne ölümlerinin Bölge'nin en gelişmiş illerinden biri olan Van'da yüzbinde 65.7 olarak saptanması vahim bir durumdur. Veriler incelendiğinde Bölge'de kadın sağlığı ve doğum hizmetlerinin ciddi sıkıntılar içinde olduğunu söylemek güç değildir. Anne ölümlerinin Bölge'de bu kadar yüksek olmasının başlıca nedenleri, sağlığa erişimde; anadil, gelir düzeyi, eğitim, sık ve erken yaşta doğumlar, sağlık hizmetleri açısında da; doğumun eğitimli sağlık personeli olmadan uygunsuz koşullarda gerçekleşmesi ve buna bağlı doğum sonrası bakımın alınamaması, enfeksiyon hastalıkları ve yetersiz eğitim olduğu söylenebilir.
      
Tablo incelendiğinde özellikle ehil olmayan sağlık personelinin Bölge'de görev yaptığı, kadınların doğum sonrası ilk bakımlarını almada Türkiye ortalamasının çok altında faydalandıkları görülmüştür. Tüm 5 yaş altı ölüm hızlarının Bölge'de yüksek oluşu, enfeksiyonlarla, beslenmeyle, doğum sonrası sağlık hizmetinin yetersizliğiyle açıklanabilir.
Bebek Ölüm Hızı: Bir ülkede sağlık hizmetlerinin düzeyini gösteren en hassas ölçüttür. Tablo incelendiğinde doğu-batı farkı net olarak görülmekte ve batıdaki ölen bir bebeğe karşılık doğuda 2,7 bebek ölmektedir. Bölge'de özellikle evde yapılan doğumların yüksek olması ve bu doğumlarda ölen bebeklerin kayıt altına alınması durumunda bu oran çok daha yüksek çıkacaktır. Bebek ölüm hızlarının yüksek olması, doğum öncesi bakımından uygun koşullarda doğuma kadar birçok etmenle ilişkisi vardır. 2008 verileri incelendiğinde Türkiye'de bebek ölüm hızı binde 17.0 olmuştur. Bu veriyi Avrupa ortalaması olan binde 5 ile karşılaştırdığımızda bebek ölümlerinde ciddi bir sorunun olduğu görünmektedir. Yıllar itibari ile bebek ölüm hızları incelendiğinde bir düşüşün olduğunu görmekteyiz. Ama bu düşüş doğu-batı fakını artırmıştır. Eşitsizlikleri gösteren en temel verilerinden biri olan bebek ölüm hızlarının doğudaki yüksek seyri bize sağlık hizmetine ulaşım ve hizmetten faydalanma eşitsizliğinin ne kadar derin olduğunu göstermektedir. Elbette birçok etmenden söz etmek mümkündür. Bu etmenlerden birkaçını sıralarsak; yeterli düzeyde sağlık hizmeti alamama, sağlık hizmetine ulaşımda yaşanan sıkıntılar, yoksulluk, eğitim beslenme ile ilişkisi de vardır. Nitekim doğuda doğan her 100 bebekten 16,7 si 2,5 kilodan az doğarken, Türkiye ortalaması %11'dir. Bu durum yeterli ve dengeli beslenememenin bir göstergesidir. Birçok araştırma çocuk ölümlerinin en az yüzde 50'sinin yetersiz beslenme ilişkili olduğunu, örneğin yeterli beslenenlere göre orta derecede beslenme yetersizliği olan çocukların 4.6 kat daha çok ölme riski taşıdığını gösteriyor.

Bebeklerin doğumdan itibaren sağlık kontrollerinin yapılması bebek ölümlerinin önlenmesi bakımından çok önemlidir. Doğum sonrası bakımın Bölge'de Türkiye ortalamasının altında olması doğumun hastane dışında sağlık personeli yardımı olmadan gerçekleşme oranının yüksek olmasıyla da doğru orantılıdır. Çocuk ölüm riskinin de hanenin ekonomik durumu ile ilişkili olduğu görülmektedir. Refah düzeyi yüksek hanelerdeki çocuk ölüm oranları refah düzeyi düşük ailelerdeki çocuk ölümlerinin üçte biri oranındadır.
  
Sağlık hizmetlerinden faydalanmanın ölçütlerden birisi, sağlık hizmeti alan kişilerin ortalama ömürlerinin almayanlara göre yüksek olduğudur. Tablo incelendiğinde Bölge ve Ortadoğu Anadolu'nun Türkiye ortalamasının çok altında olduğu görülmektedir. 65 yaş ve üstü nüfus Türkiye ortalaması %6,8 iken bu Bölge'de %4,5 seviyesinde seyretmektedir. Bölge'de erken ölümlerin birçok etkeni olmasına karşılık en önemli etken sağlığa erişim ve sağlık hizmetlerinden faydalanamamanın göstergesidir.
  
Tablo incelendiğinde sadece Kürtçe bilen kadınların Türkçe bilen kadınlara oranla maddi olanaksızlık oranları her bir Türkçe bilen kadına karşılık 2,5 Kürtçe bilen kadın olduğu görülmüştür. Bu da yoksulluğun başka bir göstergesidir. Hizmete bağlı nedenler incelendiğinde bu oranın 3,0 olduğu ve sağlık hizmetlerinin Bölge'de kötü seyrettiğini Tablo göstermektedir.

Halen evli ve gebelik riski altında olan kadınların yöntem kullanma durumunun anadillerine göre dağılımı (Türkiye, 1998)
                        
Anadil Kullanan    Kullanmayan
Türkçe 85,6  14,4
Kürtçe      53,8 46,2
Diğer 65,8 34,2
Hız oranı K/T   3,2
Hız oranı D/T   2,4
TÜRKİYE 80,9 19,1
TNSA 1998 ileri analiz sonuçları verilerinden. O.Hamzaoğlu, Anadil ve Sağlık Sempozyumu 2010

Risk altında olan kadınlarda Türkçe bilen ve yöntem kullanan her bir kadına karşılık Kürtçe bilen 3,2 kadın olduğu tespit edilmiştir


Halen evli ve gebelik riski altında olan kadınların yöntem kullanma durumunun anadillerine göre dağılımı (Türkiye, 2003)
Anadil Kullanan    Kullanmayan
Türkçe 90,5 9,5
Kürtçe 71,5 28,5
Diğer 82,0 18,5
Hız oranı K/T   3,0
Hız oranı D/T   1,9
TÜRKİYE 80,9 10,8
TNSA 2003 ileri analiz sonuçları verilerinden. O. Hamzaoğlu, Anadil ve Sağlık Sempozyumu 2010

2003 verisi de incelendiğinde bu oranın çok değişmediği görülmüştür. Birçok etmenin bunu etkilediği düşünülebilinir. Ama en önemli etmenin anadil olduğu açıktır. Özellikle okuma-yazma bilmeyen kadınların sayısı düşünüldüğünde Kürtçe dışında başka bir dil bilmeyen kadınlara anadilde sağlık hizmeti verilmesinin önemi görülecektir.


Kadın Sağlığı:
Toplumun algılamalarından kaynaklanan toplumsal cinsiyet rolleri, ulaşılabilir sağlık hizmetlerinin kalitesi, eğitim düzeyi, ilk evlenme yaşı, doğurganlık sayısı, doğum öncesi ve sonrası bakım hizmetleri, toplumun ekonomik refah düzeyi gibi pek çok faktörden etkilenmektedir. Kadınlara hizmet sunan kuruluşların sayıca arttırılması ve bu kurumlarda toplumsal cinsiyet duyarlılığına sahip personellerin bulunması, sağlık personeli tarafından toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadına yönelik şiddetle ilgili eğitimlerin programlanması ve yürütülmesi ve bu eğitimlerin amacına ulaşabilmesi için anadilde olması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bu eşitsizliklerin giderilmesi için yerel yönetimler ve kadın örgütleriyle ortak programlar çıkarılması ve ekonomik anlamda desteklenmesi gereklidir.

TNSA 2008'de sağlık personeli yardımıyla hastanede yapılan doğum oranının eğitim ve refah düzeyiyle doğrudan ilişkili olduğu ortaya çıkmıştır. Sağlık kuruluşunda doğum yapma oranı düşük eğitim ve refah düzeyine sahip kadınlarda %71 iken en yüksek eğitim ve refah düzeyindeki kadınlarda bu oran %100'dür. Kadınların AÇSAP merkezlerine başvurma nedenleri arasında ilaç yazdırma ilk sıradadır. Gebe-çocuk takibi yaptırmak içinse başvuru çok daha azdır. Bu durumun yaşanmasında anadilinde sağlık hizmeti alamayan kadınların, sağlık personeliyle olan iletişimsizliği ve bundan kaynaklı güven ilişkisinin yeterince sağlanamamasının önemli bir etkisi vardır. Bu da birinci basamak sağlık hizmetinin istenildiği gibi amacına ulaşmadığını gösterir. Kadın sağlığı denildiğinde ilk olarak üreme sağlığı ve aile planlaması akla gelmektedir. Ancak kadınların üreme sağlığı yanında diğer sağlık sorunları da vardır ve bunlar gözardı edilmemelidir. Toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri kadınların sağlık hizmetine erişiminde önemli bir engel teşkil etmektedir. Türkiye'nin 1985 yılında onaylayarak taraf olduğu Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) "Sağlık Hizmetlerine Erişimi" de düzenlemektedir. Mevcut durum var olan eşitsizliklerin giderilmesi yönünde gerekli politikaların üretilemediği gibi imzalanan uluslararası sözleşmelerin yerine getirilmesinde de sıkıntılar yaşandığını göstermektedir. Kadınlara hizmet sunan kuruluşların sayıca arttırılması ve bu kurumlarda toplumsal cinsiyet duyarlılığına sahip personellerin bulunması, sağlık personeli tarafından toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadına yönelik şiddetle ilgili eğitimlerin programlanması ve yürütülmesi ve bu eğitimlerin amacına ulaşabilmesi için anadilde olması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bu eşitsizliklerin giderilmesi için yerel yönetimler ve kadın örgütleriyle ortak programlar çıkarılması ve ekonomik anlamda desteklenmesi gereklidir.
  
Gelir ve sağlık arasında çok güçlü korelasyon vardır. Ülkeler arasında karşılaştırma yapıldığında, eşit gelir dağılımına sahip olan gelişmiş ülkelerde mortalite oranı daha düşüktür. Örneğin, OECD'ye üye olan 23 ülke arasında yapılan araştırma göstermektedir ki, eşit gelir dağılımına sahip ülkelerde, doğumdan beklenen yaşam yıl sayısı daha fazladır. Düşük gelire sahip olmanın sağlığa olan etkisini çözmek oldukça zordur. Çünkü, çalışma koşulları, eğitimin olmayışı, dengesiz ve yetersiz beslenme, düşük gelire sahip olan kişilerin toplumda söz sahibi olmaması gibi sosyal etkenlerin de sağlığa olan etkisi çok fazladır (Dahlgren ve Whitehead, 1992). Tablo incelendiğinde Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı 21 ilde yeşil kart sahibi kişi 4,290,996 iken diğer 60 ilde 5,071,253 kişidir. Bu 21 ilin Türkiye nüfusuna oranı %45,8 iken Türkiye'de yeşil kartlıların oranı %13,3'tür. Bölge'deki yoksulluk oranını belirten yeşil kartın yanı sıra hane başı gelirde Bölge ile Türkiye ortalaması arasında 2 kattan fazla fark vardır. Hane başı gelire ortalama hane büyüklükleri eklendiğinde bu oran kişi başına düşen gelir olarak düşünüldüğünde farkın arttığı görülecektir. Yarısından fazlasının yoksul olduğu Bölge halkı Sağlık Bakanlığı'nın SSGSS ile yaptığı sağlıkta dönüşüm adı verilen düzenlemelerin halka yansımasını sağlık hizmetlerinden cepten harcama verileri ile karşılaştırdığımızda sağlığa erişimin sıkıntılarını Bölge halkı için göstermektedir.

Yıllara Göre Kişi Başı Cepten Yapılan
Sağlık Harcaması, TL, Türkiye
Yıllar     TL
1999 23
2000 35
2001 43
2002 56
2003 67
2004 85
2005 117
2006 139
2007 158
1999-2000, OECD Sağlık Hesapları Sistemine Göre Türkiye Ulusal Sağlık Hesapları, SB Hıfzıssıhha Mektebi Müdürlüğü. 2001-2007, TÜİK.

Gittikçe yükselen cepten sağlık harcamaları bundan sonraki dönemlerde katlanarak devam edecektir. Sürekli açık veren Genel Sağlık Sigortası 2008'den bu yana katkı katılım payı ile cepten ödemeyi artırmıştır. Bu durum başta fakir olan Bölge halkı ve tüm Türkiye halklarını sağlığa erişim ve sağlık hizmetlerinden faydalanma hususunda etkileyecektir.


Sağlık hizmetlerinde eşitsizlikleri incelendiğinde sağlık hizmetlerinin nicel durumu bilinmesi de önemlidir. Yine onbin kişiye düşen hastane yatak sayılarına baktığımızda Türkiye 26.3 iken Bölge'de 15.5 ile Türkiye'nin en eşitsiz bölgesidir. Onu takip eden Ortadoğu Anadolu ve Kuzeydoğu Anadolu'dur. Onbin kişiye düşen yoğun bakım yatak sayısı Türkiye'de 2.0 iken Bölge'de 1.4'tür. Yine Bölge'yi Ortadoğu ve Kuzeydoğu Anadolu izlemektedir. On bin kişiye düşen Hemodiyaliz cihaz sayısı incelendiğinde Bölge Türkiye'den keskin bir hatla ayrılmaktadır. Aynı durum MR ve BT cihazı için de geçerlidir.