27 Şubat 2012 Pazartesi

Haluk Gerger: Türkiye'nin Suriye Konusundaki Acelesi Kürtler

Ankara - Araştırmacı yazar Haluk Gerger, Türkiye'nin Suriye konusunda bu kadar aceleci davranmasının temelinde Kürt meselesinin yattığını ve olası Kürtlere verilecek bir statünün kendileri açısında geri dönüşü olmayan bir çıkmaz olduğunu belirtti.

Araştırmacı yazar Haluk Gerger, ESP Ankara İl Örgütü'nün düzenlediği Ortadoğu'ya ilişkin söyleşide, Suriye'ye ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Önce rejim karşıtı gösteriler daha sonra silahlı çatışmaların arttığı Suriye'deki gelişmeleri değerlendiren Gerger, Suriye konusunda genel gidişatın Türkiye’nin savaş istediği ve bu kadar aceleci olmasının da Kürtlere verilecek statü ile ilgili olduğunu vurguladı.

Konuşmasında Gerger, "Bunun içinde bu soruna bu kadar heveskar davranıyorlar. Suriye konusunda dikkat çeken bir diğer nokta da Türkiye'nin savaş isteyip istemediğidir. Eğer savaş istiyorsa ki genel gidişat onu gösteriyor, kesinlikle büyük bir gizli anlaşma yapıldığını bizim görmemiz gerekir. Tabi bu gizli büyük antlaşmanın ne olduğunu ancak savaştan sonra görebiliriz" dedi.

Gerger, "Ortadoğu halkı ve Araplar 400 yıl Osmanlı zulmü altında yaşadılar. 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı'ya karşı savaştılar. Yani Arap dünyasının yüzyıllara dayanan bir direnişçi geleneği var" dedi.

Bölgede daha sonraki süreçlerde emperyalist işgaller olduğunu belirten Gerger, bölgedeki ulusal solun sanayileşme ve ekonomik kalkınmayı yani devletçi ekonomiyi desteklediğini kaydetti.
Gerger, İsrail karşıtlığı ve IMF karşıtlığı gibi özelliklere sahip olsalar da diğer bir özelliklerinin de anti-komünist olduğunu ifade etti.

ABD'nin "bizimle uzlaşmak istiyorsanız İsrail ile olan ilişkilerinizi düzenlemeniz gerekir" dayatmalarına Mısır'ın "evet" dediğini anlatan Gerger, Mübarek dönemiyle birlikte Mısır'daki özelleştirmelerin hız kesmediğini söyledi.

Bölgedeki antiemperyalist mücadeleleri anlatan Gerger, yoksulluk ve diktatörlüğün zulmüne karşın, komünistlerin iktidara aday olacak gücü kendilerinde göremediklerini söyledi.

Gerger, "Halk büyük bir travma yaşadı ve dine sığındılar. Örgütsüzlük, ideolojisizlik ve öndersizlik gelişti" dedi.

'Katliamların Suskun Ortakları'

Amed Dicle
 
 
“Dünya, yaşamak için tehlikeli bir yer -kötülük yapan insanlar olduğu için değil, yanlarında durup onların kötülük yapmalarına izin verenler olduğu için...”

Albert Einstein

***

Franz Stangl…

Bir Nazi yetkilisiydi, ancak sıradan olanlardan değil...

Stangl binlerce insanın vahşi yöntemlerle öldürüldüğü Sobibor ve Treblinka imha kamplarının komutanıydı.

Naziler yenildikten sonra Franz Stangl Almanyadan kaçtı, sonra yakalanıp yargılandı ve 1971’de Düsseldorf cezaevinde ‘kalp yetmezliğinden’ öldü...

İmha kamplarında yaşanan insanlık dışı uygulamaların, katliamların nasıl gerçekleştiği bir yana, bunları gerçekleştiren katil(ler)in ‘günlük yaşamı’ da, kesinlikle irdelenmesi gereken bir konudur…

Örneğin; Franz Stangl’ın günlük mesaisi, diğer bir çok Nazi yetkilisi gibi insanları gaz odalarına göndermekle, değişik şekillerde öldürmekle geçiyordu.

Franz'ın komutanı olduğu kamplarda, özellikle çocuklara yönelik ‘özel uygulamalar’ yapılıyordu.

Nazi subayları, çocukları ailelerinde ayırıyor, ötenazi programları uyguluyorlardı...

Akşamları ise evlerine geliyor eşleri ve çocukları ile zaman geçiriyorlardı...

Onlar için normal olan buydu!..

1950’li yıllarda bir gazeteci Franz Stangl’ın eşi Theresa Stangl’la bir röportaj yaparak kendisine şu soruyu sordu?

‘Eşinizi seçim yapmak zorunda bıraksaydınız, ona ya bu korkunç işe son vereceksin yada çocukları alıp gideceğim’ deseydiniz tahmininize göre ne olurdu’?

Bu soru savaş sırasında hiç bir Nazi yetkilisine sorulmamıştı. Kendilerinin kendi iç dünyalarında sorup sormadıklarını ise bilmiyoruz...

Theresa Stangl ilk defa sorulan bu soruyu şöyle karşilik veriyor...

‘Ona iki şey arasında yani Treblinka ve benim aramda seçim yapması gerektiğini söyleseydim(...)

Evet, iş gerçekten o dereceye kadar gelseydi, beni seçerdi’’...

‘İş o dereceye gelmedi’ Theresa Stangl’ın eşi yüz binlerce insanın öldürülmesine öncülük etti, akşamları evine gelip ailesiyle zaman geçirdi.

Savaş sona erip Franz Almanya’dan kaçınca, Theresa ve çocukları peşinden gidip onunla bir süre yaşadı.

Kuşkusuz Stangl ailesi Nazi Almanyasında tek örnek değildi.

Binlercesinden sadece biriydi...

***

İnsanlık bugün Franz Stangl ve temsil ettiği zihniyetinin dünya üzerinde artık yaşamadığına inanıp sevinirken, biz hâlâ her gün o zihniyete maruz kalıyor ve onu çok iyi tanıyoruz…

Bu sapık zihniyet bizim coğrafyamızda değişik şekillerde sistematik olarak yaşamaya devam ediyor.

Binlerce Kürd’ın bugün Nazi imha kamplarını andıran zindanlarda olması aynı anlayışın çağımıza uyarlanmış biçimi gibi...

Nazilerin hedefi fiziki bir imhaydı, bir toplumu sistematik olarak bitirmeyi amaçlıyorlardı.

Kürtlere uygulanan ise, onları toplum olmaktan çıkarmaya çalışmak...

Bunun için fiziki, kültürel, siyasal her türlü saldırı, sistematik olarak yapılıyor.

AKP hükümetiyle boyutlanan bu saldırı silsilesinin en büyük hedefi ise, toplumumuzun temel dinamigi olan Kürt çocukları.

Bugün bir çok insan, Uğur Kaymaz, Enes Ata, Abdullah Duran, Ceylan Önkül, Mehmet Uytun, Yahya

Menekşe ve diğer onlarca çocuğu tanımıyor.

Bunlar 8, 9, 10, 13 yaşlarındaki Kürt çocukları.

Yani Tayyip Erdoğan’ın ‘Kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılacak’ ifadesiyle hayat bulan katliamcı zihniyetin kurbanları..

Yani AKP’nin Franz Stanglleri tarafından öldürülen onlarca Kürt çocuğundan birkaçı.

Sokaklarda, kışlalarda, şehir ve dağlarda dolaşan katillerin kirli elleriyle paramparça edilen minicik bedenler..

Öldürülen onlarca çocuğun katilleri bugün dışarda, değişik görevlerde bulunuyor. Hatta bazıları terfi bile ettirildi.

Ve elbetteki Franz Stangl’e gibi onlarda uygulamada olan bir planın ‘gereğini’ yaptılar.

Gündüz cinayet işlediler, akşamları evlerine gelip eşleri ve çocuklarıyla ‘normal’ bir hayat yaşadılar.

Küçücük bir Kürt çocuğunu, sokak ortasında silahının dipçiği ile öldüresiye dövüp öldüğünü sanarak bırakan devlet görevlisi, aynı akşam evinde kendi çocuğunun gögsüne yavaşça yaklaştırdı kulağını ve kalbinin attığından emin olup tebessüm ederek okşadı başını şefkatle...

Sokaklarda, okullarda, köy yamaçlarındaki cinayetler yetmedi...

Kanun çıkardılar... Değişik gösterilere katılan çocukları tutukladılar. Onları değişik işkencelerden geçirdiler, ailelerinden ayırdılar.

Toplama kampı haline getirdikleri cezaevlerinde çocukları hırsızlık, cinayet, tecavüzden tutuklu serserilerin ortasına attılar.

Onlara tecavüz edilmesini sağladılar.

İşte son vaka, Adana Pozantı cezaevinde yaşandı.

Hükümetin molotof atana 18 yıl cezayı öngören yasayı çıkarması, Adana valisinin bir süre önce çocukları ailelerinden alacağız tehdidi, Kürd çocuklarına cinsel şiddet uygulamasıyla dışa vurdu.

Adına "Sevgi evi" denen projenin amacı ve devletin sevgi anlayışının dışa vurumu tüm rezilligiye meydana serildi..

Sadece cezaevleri değil aynı olaylar Mardin, Siirt ve başka şehirlerde yaşandı.

Konu Kürtler olunca, ‘taş atan çocuklar’ olunca bu vahşet normal göründü, görünüyor.

Bu sistematik vahşeti kurgulayan ve yapanlar,televizyonlara çıkıp başka ülkelerde yaşanan vahşeti eleştiriyor, sonra kendi makamlarına gidip kendi ülkesindeki katliamların, tecavüzlerin raporunu okuyorlar.

Akşam da evlerine gidip, eşi ve çocukları ile normal bir hayat yaşıyorlar.

Bunlar gerektiğinde gece yarılarında uykudan uyanıp ‘vurun’ talimatını vererek 34 çocuğun savaş uçaklarıyla paramparça edilmesini sağladılar.

Ve çıkıp ekranlarda bunu yapanları tebrik edip alkışladılar….

Ve kimisi de onları alkışlıyor, kimisi ise sessizce izliyor...

Franz Stangl’de öyle yaşıyordu..

Ama insanlık bugün onu lanetle, kurbanlarını ise saygıyla anıyor...