8 Temmuz 2011 Cuma

ABD, Ilımlı İslam`ı Nasıl Kurguladı?


 

Dikkatlerinize aylar önce yayınlanmış iki yazıyı sunuyoruz. Aynı yazara ait seri iki yazı...

 
Malezya tartışmasının nasıl başladığını hatırlamakta yarar var.
Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı, seneye Dışişleri Bakanı olması beklenen Richard Holbrook geçen ağustosta PBS TV`de bir söyleşide dedi ki:
"11 Eylül`den beri ABD, dünyanın her yerinde ılımlı İslami demokrasiler istiyor. İşte, sadece iki tane var: Türkiye ve Malezya... Türkler çok dramatik bir seçim yaptı. Ilımlı Müslüman bir parti, meşruiyetlerini Türkiye Cumhuriyeti`ni kuran Atatürk`ten alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu ılımlı Müslüman parti, İsrail ile de iyi ilişkiler içinde ve AB`ye üyelik istiyor. Ben de bunu kuvvetle destekliyorum."
"Ilımlı İslam" tanımının yarattığı antipatiye Malezya`dan gelen haberler de eklenince tüyler ürperdi. Çünkü Malezya da Türkiye gibi anayasa değişikliğine hazırlanıyordu ve "Malezya laik bir devlettir" maddesinin değiştirilmesi düşünülüyordu.
Malezya yüksek mahkemesi başyargıcı, şeriat hükümlerinin hukuk sistemine eklenmesini önermişti.
ABD`nin niyeti konusundaki kuşkular hepten arttı.
Bu niyeti daha iyi anlamak ve yaşanan gelişmeleri netleştirebilmek için, Amerikan stratejisinin zeminini oluşturan bazı raporları hatırlamakta büyük yarar var.
"Diplomatlarını eğitmeliyiz"
Bahsedeceğim raporlar "Rand Coorparation" imzasını taşıyor.
Amerikan dış politikasına yön veren bu etkili "fikir fabrikası", Donald Rumsfeld, Condoleezza Rice, Francis Fukuyama gibi uzmanlarıyla tanınıyor.
Rand Coorparation`ın ılımlı İslamcılarla yakınlaşma tavsiyesi, CIA`den Graham Fuller`ın Savunma Bakanlığı için hazırladığı 1990 "Türkiye`de İslam Köktenciliğinin Geleceği" başlıklı bir raporda yer aldı.
Muammer Aksoy`un, Çetin Emeç`in, Turan Dursun`un, Bahriye Üçok`un peş peşe öldürüldüğü yıldı o...
Merkez sağ krizdeydi. Erbakan`ın başbakan olmasına 5 yıl vardı.
Rand Coorparation, Amerikan yönetimi için bir rapor hazırlayıp 2 şey tavsiye etti:
"1) Türkiye`deki İslami hareketi daha yakından tanımalı, onların ideolojileri hakkında daha yakından bilgilenmeli ve diplomatlarını eğitmeliyiz.
2) ABD`nin İslamcı akımın ılımlı üyeleriyle resmi olmayan ilişkiler kurması yararlı olacaktır."
1999`da ABD Dışişleri Bakanlığı`nca hazırlanan "Din Hürriyeti Raporu"nda Fethullah Gülen`den "ılımlı İslami lider" olarak bahsedilecekti.
Radikal adımlar
Sonra Cheryl Barnard`ın raporu geldi.
Barnard, ABD`nin eski Irak büyükelçisi Zalmay Halilzad`ın Yahudi asıllı eşiydi. O da 2003`te "Sivil Demokratik İslam Raporu" hazırladı. Şöyle yazdı:
"İslam dünyası şu an gelişme yoksunluğu ve globalleşme ile uyumsuzluk sorunlarıyla boğuşuyor. Bugüne dek İslam dünyasında çare için bulunan milliyetçilik, Pan-Arabizm, İslam devrimi vb. kavramların da çözümde yetersiz kaldıkları görülüyor. İslam dünyası kendini tanımlama kavgasını yaşıyor. Peki ABD`nin bu kavgadaki öncelikleri neler? Önce İslamiyetten kaynaklanan şiddetin önlenmesi, sonra ABD`nin İslamiyete karşı olduğu imajından kaçınılması, daha sonra da İslam dünyasının demokratikleştirilmesine yönelik atılacak radikal adımların planlanması..."
İslam dünyası 4 parça
Barnard, raporunda İslam dünyasını 4 kategoriye ayırıyordu:
"1) Köktendinciler: Demokratik değerleri reddederler. İslami değerlerle yönetilen otoriter bir devlet biçiminden yanadırlar.
2) Tutucular: Tutucu bir toplum isterler. Modernleşme ve değişim konularına kuşkulu yaklaşırlar.
3) Modernistler: İslam dünyasının, globalleşmenin bir parçası olmasından yanadırlar. İslamda reform ve modernleşme isterler.
4) Laikler: Din ve devlet işlerinin ayrışmasından, Batı türü demokrasiden yanadırlar. Dini, bireysel düzeye indirgemeye çalışırlar."
Laikler soldan uzaklaşmalı
Peki ABD hangisini destekleyecek?
Raporda köktendincilerin terör eylemlerinin, baskılarının, yolsuzluklarının sürekli basına yansıtılarak aralarındaki bölünmelerin hızlandırılması tavsiye ediliyor.
"Tutucular"ın "köktendinciler"le ittifakının önlenip "modernistler"e yakınlaşmasının sağlanması, "tutucu"lar arasında özellikle Sufizm`in taban bulması için uğraşılması öneriliyor.
Ya laikler?
Raporda "Kemalistler"in ABD`ye yakın durmadıkları belirtiliyor ve şöyle deniliyor:
"Laiklerin köktendinci tehlike karşısında ABD ile aynı görüşte olmaları için uğraşılacak. Bu, laiklerin milliyetçilik ve sol akımlara yanaşması önlenerek gerçekleştirilecek."
Okullar açmaları sağlanmalı
Rapora göre, ABD`ye en iyi müttefik "ılımlı İslamcılar"...
Nasıl desteklenecekleri konusunda şunları öneriyor:
"Çalışmalarının, görüşlerinin yayımlanması ve dağıtılmasına maddi katkı yapılacak.
Daha geniş kitlelere özellikle gençlere ulaşmaları teşvik edilecek.
Sivil toplum kuruluşları kurmalarına, eğitim için yer bulmalarına ve politik süreç içinde gelişmelerine destek olunacak.
Görüşlerini yaymak için web sitesi, okul, enstitüler kurmalarının önü açılacak.
Ilımlı İslamın kitlelerin alternatifi olması sağlanacak."
Fethullah Gülen örneği
"Yönetim talebinden vazgeçirilmiş, sivil, demokratik bir İslam" modeli hedefleyen raporun sonundaki "Derin strateji" bölümünde daha somut öneriler var. Şöyle denmiş:
"Ilımlı İslamcıların cesur sivil liderler olmasına çalışılmalı. Demokrasi, insan hakları, kadın hakları konusunda etkili politikalar geliştirmeleri sağlanmalı. Sivil toplum örgütleri oluşturarak Ilımlı İslamcı liderlere yardım edilmesine çalışılmalı..."
Fethullah Gülen`in örnek olarak verildiği ılımlı İslamcıların ekonomik güç eksikliği dile getirilip maddi destek yapılması önerilmiş.
Bunlar, 3 yıl önceki önerilerdi. Etkileri ortada...
Bu yıl kuruluş, yeni bir rapor yayımladı ve çok daha ilginç öneriler yaptı. Onlara da çarşamba günkü yazımda değineceğim.
25.9.2007 - Can Dündar- Milliyet

Ilımlı İslam ve ABD (2)



Şu Malezya, daha doğrusu "ılımlı İslam" tartışmasının kökenini araştırıyorduk.
Pazartesi bu köşede Amerikan dış politikasına yön veren etkili düşünce kuruluşu Rand Coorporation`ın eski raporlarına yer verdim. Orada da görüldüğü gibi Rand, 1990`ların başından beri Washington`a, köktendincilere karşı, "anti-Amerikan" çizgideki laikler yerine ılımlı İslami örgütlenmeleri desteklemesini tavsiye ediyor.
Onların görüşlerini yayabilmeleri için okullar, enstitüler, web siteleri açmalarına maddi destek sağlanmasını istiyor.
Aynı kuruluş bu yıl da bir rapor yayımladı ve bu konuda yapılacakları somutlaştıran bir yol haritası çizdi.
26 Mart 2007 tarihli, 217 sayfalık bu son rapor "Ilımlı İslami Müslüman Ağı Oluşturmak" başlığını taşıyor.
Okuyunca insan Malezya tartışmasının nereden çıktığını daha iyi anlıyor.
* * *
Angel Rabasa, Cheryl Benard, Lowell H. Schwartz, Peter Sickle`ın imzalarını taşıyan rapor, önce Soğuk Savaş dönemini anımsatıyor.
O dönemki tehlike, nükleer silaha sahip Sovyetler Birliği`nin liderliğindeki komünizmdi.
Amerika, komünizmle mücadele için anti-komünist sendikalara, öğrenci derneklerine, yayın organlarına, siyasi partilere maddi destek yağdırdı. 1950`li ve 60`lı yıllarda ABD`nin parasal ve ideolojik desteğiyle palazlanan bu örgütler, sosyalizmin altını oymakta başarılı oldu.
Rand`a göre bugünkü tehdit "terörist eylemlerle Batı`ya saldıran Cihat hareketi..."
Rapor burada İslam ile Batı arasında bir "medeniyetler çatışması" değil, "geleneksel Vahabi İslamcılar"la "ılımlı Müslümanlar" arasında bir iç çatışma yaşandığı teşhisini yapıyor. Batı`nın bu çatışmada "yabancı taraf" olarak müdahalesinin sonuç vermeyeceğini, ama ılımlı Müslümanlara destek olabileceğini belirtiyor.
Soğuk Savaş`ta Sovyet yayılmacılığına karşı yapıldığı gibi, ılımlı Müslüman ağının genişlemesi için Amerika`nın "Marshall yardımı" türü bir destek programını yürürlüğe koymasını öneriyor.
* * *
Raporda Sufilerle ortaklık ihtimalinden söz edilirken Türkiye ile Malezya`nın adı birlikte zikrediliyor.
Peki kimler desteklenmeli?
İşte Rand`ın listesi:
1) Liberal ve laik Müslüman bilim adamları ve aydınları,
2) Genç ılımlı Müslüman akademisyenler,
3) Toplumsal önderler,
4) Kadın hareketi öncüleri,
5) Ilımlı gazeteciler ve yazarlar.
Bu faaliyetlerin İslam ülkelerinde değil, Batı`daki Müslümanlar arasında başlatılması, oradan diğer ülkelere yayılması tavsiye ediliyor.
* * *
Raporda bahsedilen ılımlı liderlerden biri Fethullah Gülen...
Gülen`in "ılımlı, modern, Sufi İslam"ı temsil ettiği belirtilerek şöyle deniliyor:
"Gülen, Hıristiyan ve Yahudilerle diyalog çalışması başlatmış, iki kez Patrik Bartholomeos ile görüşmüş, 1998`de Roma`da Papa`yı ziyaret etmiş ve İsrail`in Haham başının ziyaretini kabul etmiştir."
Rapora göre Gülen, "Devletin İslami yasalar dayatmasına karşı çıkıyor. İslami kuralların çoğunun, yönetimden ziyade insanların özel yaşamını ilgilendirdiğini vurguluyor. Bir inancın gereklerinin tüm topluma empoze edilemeyeceğini savunuyor."
"Demokrasinin İslamla, cumhuriyet fikrinin İslamın `şûra` kavramıyla uyumlu olduğuna inanıyor. Düşüncelere katı denetim uygulayan her tür otoriter rejime karşı çıkıyor. İran, Suudi Arabistan rejimlerini eleştiriyor. Onun hoşgörüye dayalı, fanatizme kapalı `Anadolu İslamı` yorumu, Araplarınkinden farklı..."
Bu son özellik, raporda aynı zamanda bir dezavantaj olarak vurgulanıyor:
"Gülen `Türk İslamı`nı savunduğu için Türk kültürel sınırları dışında propaganda yapması zor olabilir."
* * *
70`lerde kimlerin maaşını ruble ya da dolarla aldığı merak edilirdi.
Günümüzde insan en çok Amerika`nın "ılımlı İslam Müslüman ağı" oluşturmak için maddi olarak desteklediği aydınları, akademisyenleri, toplumsal önderleri, gazeteci ve yazarları merak ediyor.


27.09.2007 -  

Can Dündar


Rusya,Fethullah Gülen'in CİA Ajanı Olduğu Gerekçesiyle Tüm Okullarını Kapattı

feto_rusyada_bitti

Rusya Fethullah Gülen'in CİA Ajanı Olduğu Gerekçesiyle Tüm Okullarını Kapattı

Rusya'da Yüksek Mahkeme, Tarikatın Bütün Faaliyetlerini Yasakladı

Rusya'dan Fethullah Gülen'e ağır darbe! Rusya Yüksek Mahkemesi, Fethullah Gülen tarikatının bütün faliyetlerini yasakladı. Yüksek Mahkeme,  Gülen okullarının kapatılmasına karar verdi. Rusya'nın önde gelen kuruluşlarından Yakın Doğu Enstitüsü de Gülen örgütünün CIA'nın paravanı olduğunu belirtti.

Rusya'da, Fethullah Gülen cemaatine bağlı grupların faaliyetleriyle ilgili davadan yasaklama kararı çıktı.

Rusya Yüksek Mahkemesi, başsavcılığın talebi doğrultusunda Gülen cemaatini, "aşırı örgüt" kapsamında değerlendirdi ve faaliyette bulunmasını yasakladı.

Mahkemede "Uluslararası dini örgütlenme" olarak bahsedilen Gülen hareketinin, geçen yıl kitapları yasaklanan Saidi Nursi'nin fikirlerini savunduğu ifade edildi.

Rusya'da faaliyet gösteren ve Gülen cemaatiyle bağlantılı olan çok sayıda okul da, dini propaganda yaptıkları gerekçesiyle kapatıldı. Yüksek mahkemenin kararının ardından Gülen örgütünün bütün okullarının kapatılması bekleniyor.

Rusya'nın önde gelen düşünce kuruluşlarından Yakın Doğu Enstitüsü de  Gülen Cemaati'ne ilişkin bir rapor yayımladı. Enstitü'nün uzmanlarından Şeglovin; Fettulah Gülen'in CIA ajanı olduğunu belirtti.

Şeglovin; Fettullah örgütünün CIA'nın dünya çapında kullandığı paravanı olduğunu söyledi.

Yakın Doğu uzmanı; örgüt faaliyetlerinin temel merkezlerinin Afganistan, Afrika ve Orta Asya olduğunu ifade etti.



feto_rusya2
feto_rusya3

Fethullah Gülen'in 35 Yıldır CIA'den Maaş Aldığı Belgelendi

Müthiş iddia: “Genelkurmay’ın 3 istihbarat elemanı ABD tutukludurlar. Bunlar özenle basında gizleniyor. Peki, neden tutuklandılar? Genelkurmay istihbaratçıları Gülen hakkında özel olarak bilgi toplamak ve daha sonra suikast yapmak için görevlendirilmişlerdi. CIA bu kişileri gözaltına alıp tutukladı. ABD, belki bu istihbaratçıları daha sonra orduya karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmak için elinde tutuyor.”www.sendika.org sitesinin yazarı Mustafa Peköz, CIA’in Genelkurmay’ın üç istihbaratçısını tutukladığını, ancak tutuklamanın basından gizlendiğini iddia etti. İşte o yazı:“Türkiye’de rejim değişikliğinde mücadele esasen iki güç tarafından yürütülüyor. Bunların bir tarafını kendisini cumhuriyetin kurucusu ve sahibi gören Genelkurmay, yani bütünlüklü söylersek ordu oluşturuyor. İkinci tarafını ise 1965’ten beri sistemli olarak devleti ele geçirmeye çalışan ve ekonomik olarak bir tekel haline gelen, uluslararası ilişkilerde önemli bir güç olmaya başlayan Gülen cemaatidir. Kıyasıya bir rekabet içinde olan, bazen açık bazen gizli yürütülen çatışmada galip gelenin Gülen cemaati olduğu artık giderek ordu tarafından da kabul edilmeye başlandı. 
Bir dönemler ordu tek hâkim güçtü. Generaller kılıçlarını kuşanır Meclise gelir, genelkurmay başkanını reis-i cumhur seçtirirlerdi. Bu bir bakıma zorunluydu. İstedikleri zaman darbe yapar, yasa çıkartırlardı. Hem fiili karar mekanizması hem pratik uygulayıcı işlevine sahip olurlardı. Atatürkçülüğü, milletin bölünmez bütünlüğünü dillerinden düşürmezlerdi. Çünkü sırtları güçlüydü. Amerika’nın çocukları olmaktan övünürlerdi. Komünizme karşı aktif görev almışlardı. Kredileri büyüktü. Kendilerini devletin tek sahibi görüp, ABD’nin ihtiyaçlarına bağlı olarak askeri strateji oluşturuyorlardı.Uluslararası ve özellikle de bölgenin politik koşullarında değişiklikler oldu. ABD’nin bölgesel ihtiyaçları da farklılaştı. Sovyetler Birliği dağıldı ve küresel güçler bölgeye yönelik, bu kez Ilımlı İslam projesini uygulayama koydular. 1965’ten beri ABD ile derin ilişkisi olan Gülen, özellikle 1980’lerden itibaren Avrasya bölgesinde çok yoğunluklu bir çalışma örgütledi ve ABD için yeni kanallar açtı.

Bölgesel ilişkiler bakımından Ordu ile ilişkilerini dengeli yürüten ABD, bu kez, Gülen cemaatini çok hızlı bir şekilde ön plana çıkarttı, destekledi. Türkiye’nin iç politikasında ılımlı İslamcılığın bir model olarak uygulanması için politik zeminini giderek genişletti. Bu yönelim, aynı zamanda ordu için politik alanın daralması anlamına geliyordu.
 
ABD için ikincil duruma düşen ve artık istediği gibi hareket edemeyen generallerin bütün darbe hazırlıkları anında deşifre ediliyor. Bir bakıma kapanı kıstırılmış durumda. Elindeki iktidar olanaklarını giderek kaybetmeye başlayan ordunun direnci, bütün çırpınışlarına rağmen önemli oranda kırılmış bulunuyor. Dengeler Gülen cemaatine doğru kayıyor.

Gülen ve AKP iktidarını bitirme planı olarak ortaya atılan ‘yeni’ darbe hazırlıkları ciddi bir tartışma konusu yarattı. Genelkurmay, böylesi bir planın kendileri tarafından hazırlanmadığını belirtti ve kesin bir dille reddetti. Hiçbir internet girişi olmadan bu belge nasıl geldi ve kamuoyuna pazarlandı. Aslında generaller bunu çok iyi biliyorlar. Söz konusu belge, ABD tarafından Gülen’e servis edildi. Gülen bu belgeyi, çok özel olarak güvendiği danışmanı Bünyamin ile Erdoğan’ın Yeni Şafak’ta Yasin Doğan adıyla yazan danışmanı Yalçın Akdoğan’a elden teslim mi etti diye sormak gerekir.

Ordu ile ilgili belgeleri deşifre etmekle görevlendirilmiş bulunan Taraf Gazetesine bu belge elektronik posta ile gelmedi, doğrudan elden iletildi. Bünyamin denen kişi, Gülen ile Erdoğan-Gül arasındaki aracıdır. Bu kişi istediği zaman Başbakan ve Cumhurbaşkanı veya her hangi bir bakanla görüşebilir.
Generallerin birçok telefon konuşması deşifre ediliyor ve birçok faili cinayetin azmettiricisi subayın isimleri basında açıklanıyor. Bu bilgeler ABD tarafından alınıp, Gülen üzerinde İslamcı AKP hükümetine iletilmektedir. Bunların internet girişlerini bulmak gerçekten son derece zordur. Erdoğan rahat, çünkü bilgilerin kaynağını biliyor.

Örneğin, Genelkurmay’ın 3 istihbarat elemanı ABD tutukludurlar. Bunlar özenle basında gizleniyor. Peki, neden tutuklandılar? Genelkurmay istihbaratçıları Gülen hakkında özel olarak bilgi toplamak ve daha sonra suikast yapmak için görevlendirilmişlerdi. CİA bu kişileri gözaltına alıp tutukladı. ABD, belki bu istihbaratçıları daha sonra orduya karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmak için elinde tutuyor.

Gülen ile ABD arasında çok daha ilginç bir ilişki var. Gülen ABD’de süresiz oturum almak için yaptığı başvuru dosyasına koydu bir belge var: 35 yıldır CIA’dan maaş aldığına dair banka dekontları bu dosyanın içindedir.
Genelkurmay bu belgeden haberdar olmasına rağmen hiçbir şey yapmıyor ve yapamaz.
Çünkü Gülen, komünizme karşı mücadele politikasında, genelkurmaya bağlı Özel Harp Dairesi ile ilişki içindeydi ve aktif görev almıştı.

Gülen, ABD’de kendinden emin bir şekilde 180 dönümlük arazi üzerinde kurulmuş bir malikânede kalıyor. 220 tane FBİ ajanı tarafından çok sıkı olarak korunuyor. Her gün dünyanın değişik ülkelerinde ziyaretçileri oluyor. Türkiye’den de sık sık ziyaretçileri gider. Gülen, kurulan ‘Dünya İslam Birliği’nin liderliğini ABD’nin kontrolündeki bu malikânede yapıyor. Bütün gelişmeler, toplantılar, alınan kararlar CIA tarafından bilinmektedir. Hatta Genelkurmay, bütün gelişmeleri takip etmekle ve hatta zamanında bilgilenmekle birlikte, yapacak bir şeyleri kalmadığının da farkında.
Generallerin direnci henüz tam kırılmamakla birlikte, yeni sürece sessizce ayak uydurmaya çalışıyorlar. İslamcılaşan Türkiye’nin politik-toplumsal yapısına uygun olarak ordunun yeniden konumlandırılmasına yönelik adımlar atılmaya başlanması, gelişme sürecinin bir parçası olarak değerlendirmek gerekir.

Gülen cemaatinin en önemli hedeflerinden birisi de askeri okullar içerisinde örgütlenmekti. Cemaatin ordu içerisindeki örgütlenmesine karşı hassas olan Generaller sürekli tasfiyeler yaparlar. Yüksek Askeri Şuura kararlarının en önemli ve en çok tartışılan yanı ‘İrticai faaliyetleri’ nedeniyle bazı subay ve astsubayların ordundan atılmasıdır. Ancak bu kararların pek başarılı olmadığını gören Genelkurmay, toplumun İslamcılaşma sürecine kendisini uyarlamaya başladığını gösteriyor.

Genelkurmay sitesinde yapılan bir açıklamadan anlaşılıyor: “1983 yılında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin ilköğretim okulları ile lise ve dengi okullarda okutulacak zorunlu dersler arasına alınmasından sonra, 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu esas alınarak hazırlanan, Türk Silahlı Kuvvetleri Orta Öğretim Okulları Yönetmeliği’ne göre İzmir Maltepe, İstanbul Kuleli askeri liselerinin 9, 10, 11 ve 12’nci sınıflarında ‘Din Kültür ve Ahlak Bilgisi derslerinin verilmesi için ilahiyat branşından çeşitli rütbelerde, 10 subay istihdam” edileceği açıklandı.

Ordunun Ilımlı politik İslamcı sisteme doğru yeniden konumlandırılması süreci fiilen uygulanmaya başlandı. Türkiye’nin iç politik iktidar ilişkilerinde ordunun önemli oranda güç kaybetmesine paralel olarak arka planında daha çok Gülen’in bulunduğu İslamcı politik hareketin etki gücü artmaya devam ediyor.
Ancak sistem içerisinde daha kapsamlı bir iç çatışmanın olmayacağını, uluslararası küresel güçlerin inisiyatifinde sistem kurumları arasında bir uzlaşmanın oluşacağını var saymak daha gerçekçi bir değerlendirme olacaktır.”

CIA Raporundan: Neden Ilımlı İslam ?


Türkiye’de nasıl iktidara gelindiğini, Fethullah Gülen cemaatinin ABD'de nasıl kolayca örgütlendiğini, Türkiye’de büyük finansal güce nasıl ulaştığını ya da medyada profilinin birden bire devlet düşmanlığından halk kahramanlığına nasıl yükseldiğinin perde arkasını anlamak için de bilgi gerekiyor. Bilgiye ulaşıldığında da düğüm kolayca çözülüyor.

Birileri Fethullah Gülen’i, dinlerin buluştuğu kent İstanbul, ılımlı İslam, dinlerarası diyalog söylemini kullanarak, bir yanına Fener Rum ve Ermeni Patriğini, diğer yanına da Hahambaşı’nı alarak oturtacağı “dinlerarası” halifelik makamına hazırlıyor.
CIA’nin İslamiyet Raporu da AKP ve Gülen’in kodlarını çözmeye yarayan bilgileri içeriyor. Fethullah Gülen ve ılımlı islam söylemini “birilerinden” değil “kuklacıdan” dinleyin. İşte “kuklacının” o raporu;

CIA’nin 88 sayfalık raporunun girişinde şu cümleler dikkat çekiyor: “İslam Dünyası kendi değerlerini ve doğasını tanımlamanın kavgasını yaşıyor.

Peki ABD'nin bu kavgadaki öncelikleri neler? 

Önce İslamiyet’ten kaynaklanan şiddetin önlenmesi, sonra ABD'nin İslamiyet’e karşı olduğu imajından kaçınılması ve daha sonra da İslam dünyasının demokratikleştirilmesine yönelik atılacak radikal adımların planlanması...
İslam dünyası şu an gelişme yoksunluğu ve globalleşme ile uyumsuzluk sorunlarıyla boğuşuyor ve bugüne kadar İslam dünyasında çare için bulunan milliyetçilik, Pan-Arabizm, İslam devrimi vb. kavramların da bu çözümde yetersiz kaldıkları görülüyor.' Bu tanımlamadan sonra raporda İslam dünyası 4 başlıkta şöyle kategorize ediliyor:”

1) Köktendinciler: Demokratik değerleri redderler ve İslami değerlerle yönetilen otoriter bir devlet biçiminden yanadırlar.
2) Tutucular: Tutucu bir toplum isterler ve modernleşme ve değişim konularına kuşkulu yaklaşırlar.
3) Ilımlılar: İslam dünyasının, globalleşmenin bir parçası olmasından yanadırlar ve İslamda reform ve modernleşme isterler.
4) Laikler: Din ve devlet işlerinin ayrılmasından yanadırlar. Batı türü demokrasiden yanadırlar ve dini kişi düzeyine indirgemeye çalışırlar.'
Bu kategorilendermenin ardından ABD yönetiminin yapması gerekenler raporda şöyle sıralanıyor:

 
“Önce “Ilımlı İslamcılar” desteklenecek: Çalışmaları ve görüşlerinin yayınlanması ve dağıtılmasına maddi katkı yapılacak, daha geniş kitlelere ve özellikle gençlere ulaşmaları teşvik edilecek, sivil toplum kuruluşları kurmalarına, eğitim için yer bulmalarına ve politik süreç içinde gelişmelerine destek olunacak, görüşlerini yaymak için web sitesi, okul, enstitüler kurmalarının önü açılacak ve Ilımlı İslam’ın kitlelerin alternatifi olması sağlanacak.

Köktendincilere karşı tutucular desteklenecek: Bu amaçla, her iki grubun ittifak kurmalarının önüne geçilecek, Tutucular’la Ilımlı İslamcılar’ın ittifak kurmaları sağlanacak ve tutucu eğitim kurumlarında Ilımlı İslamcılar’ın görüşlerinin yayılmasına çalışılacak, Tutucu İslamcılar arasında özellikle Sufizm’in taban bulması için uğraşılacak.
Laikler, duruma göre desteklenecek: Laikler’in köktendinci tehlike karşısında ABD ile aynı görüşte olmaları için uğraşılacak ve bu durum laiklerin milliyetçilik ve sol akımlara yanaşması önlenerek gerçekleştirilecek.
Köktendincilerle etkili mücadele edilecek: Bu konuda da Köktendinciler’in terör eylemleri sürekli gündemde tutulacak, gazetecilerin köktendinci akımlar içindeki yolsuzlukları, baskıları, moralsizliği sürekli gündemde tutmaları sağlanacak, aralarındaki bölünmeler hızlandırılacak.”

Raporun daha sonraki bölümlerinde kategoriler daha detaylı olarak anlatılıyor ve Türkiye’yi ilgilendiren bölümler başlıyor. Örneğin Köktendinci gruplar arasında El Kaide ile birlikte Kaplancılar da sayılıyor. Laik kategoriye en iyi örnek olarak Türkiye’deki Kemalistler gösteriliyor ve aslında milliyetçilik vb akımlar nedeniyle aslında laiklerin ABD’ye çok yakın bakmadıkları da raporda yer alıyor. Peki bu durumda en iyi ittifak olarak kim kalıyor? Rapora göre bu durumda en iyi ittifak Ilımlı İslamcılar’la yapılabilir...

Ve sıkı durun raporun 38 nci sayfasında Ilımlı İslamcı olarak Türkiye’den Fethullah Gülen’in adı örnek olarak veriliyor. 39 ncu sayfada da Ilımlı İslamcılar’ın en büyük eksikliklerinden birinin “ekonomik güç” olduğu vurgulanıyor ve maddi açıdan desteklenmeleri isteniyor. Raporda Türkiye’nin Ilımlı İslam için iyi bir model oluşturduğu tespitinde bulunularak, bu konuda Türkiye’deki iktidarın desteklenmesinin altı çiziliyor.

Raporun daha sonraki bölümlerinde kategorilendirilen İslami grupların, kadın, evlilik, cihad, demokrasi, eğitim vb. konulara nasıl baktıkları da ayrıntılarla inceleniyor.
Raporun son bölümünde “Derin Strateji” başlığı altında da, ilk başta verilen “Yapılacaklar” daha da detaylandırılıyor. Burada en ilgi çekici olanı da, “Ilımlı İslami bir lider oluşturulması” başlığı altında ortaya çıkıyor: “Ilımlı İslamcılar’ın cesur sivil liderler olmasına çalışılmalı ve demokrasi, insan hakları, kadın hakları konusunda etkili politikalar geliştirmeleri sağlanmalı. İslamın bir üst kimlik olduğundan çok, insanlarının kimliklerinin bir parçası olduğu işlenmeli, sivil toplum örgütleri oluşturarak Ilımlı İslamcı liderlere yardım edilmesine çalışılmalı...”

Tabii raporda Türkiye’yi, Irak’ı ve tüm İslam dünyasını ilgilendiren bölümler ve hepimize tanıdık gelecek “uygulama önerileri” bulunuyor... Biz burada sadece raporu kısaca özetledik...Bilmek sabır ve araştırma istiyor. Bilen, bulmacayı daha kolay çözüyor...

Dr. Noyan Umruk

Kaynak: Rand.org “Civil Democratic Islam: Partners, Resources and Strategies”

 

Siyasetteki Güç Kayması Futbola Yansımaktadır


Türkiye her gün yeni bir şok yaşamaktadır. Seçilmiş milletvekillerinin cezaevinde tutulması tartışılırken, futbolda şike operasyonu gündeme sokulmuştur.

Bu operasyonun gerçekleşme zamanı bir gündem saptırması sağlasa da, diğer yandan futbolun Türkiye’de nasıl bir işlev gördüğünü de tartışmaya açmış bulunmaktadır. Bu bakımdan her işte bir hayır vardır deyimi çerçevesinde bu operasyon olumlu olmuştur diyebiliriz.

http://3.bp.blogspot.com/_3yDaGSLZjgc/TN2NkFIj-wI/AAAAAAAACOY/FC6CQ0BFVIA/s1600/HAFE.jpgTüm antidemokratik ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de siyaset varlığını bugüne kadar psikolojik savaş ağırlıklı sürdürmüştür. Bugün de AKP zihniyetinin hakimiyeti altında Türkiye toplumu ve Kürt halkına karşı yoğun bir psikolojik savaş yürütülmektedir.

20.yüzyılda spor baskıcı ve sömürücü sistemlerin toplum üzerindeki varlığını sürdürmede önemli bir araç olarak kullanılmıştır. 3 S denilen spor, sanat ve seks bir sektör haline getirilerek toplumu uyutma aracına dönüştürülmüştür. Bugün spor da sanat da, cinsellik de gerçek işlevinden çıkarılarak toplum karşıtı psikolojik savaş unsurları olarak kullanılmaktadır.

Türkiye’de futbol her zaman şaibeli olmuştur. Toplumu uyutma aracı olarak kullanıldığı için burada dönen hukuk dışılıklara göz yumulmuştur. Futbolun 1965 yılından sonra gençliğin enerjisini buraya yöneltmek için tüm Anadolu’ya yayıldığı bilinmektedir.

Futbolun en fazla psikolojik savaş aracı olarak kullanıldığı dönem 1990-2000 arasındaki dönemdir. Bu dönem her kurum Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı nasıl psikolojik savaşın parçası olarak kullanılmışsa, futbol da aynı amaçla kullanılmıştır. Bu dönemdeki futbol federasyonu tamamen derin devlete bağlı çalışmıştır. Haluk Ulusoy federasyon başkanlığında futbol sahaları şovenizmin geliştirildiği ve kutsandığı mabetler haline getirilmiştir. Böylece Türkiye toplumunda Kürt halkının mücadelesine nefes aldıracak demokratik gelişimin önü alınmaya çalışılmıştır.

Bu dönemde en çarpıcı gelişmelerden biri de Galatasaray’ın futbolda öne çıkarılması ve arka arkaya gelen şampiyonluklarıdır. Kürtler, Kürt Halk Önderi’nin Galatasaray taraftarı olmasından dolayı Galatasaray’a sempati duymaktadırlar. Yeni kuşak Kürtlerin çoğunluğu Galatasaray taraftarı olmuştur. 1990’lı yıllarda Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı kirli özel savaş ve yoğun psikolojik savaş yürüten devlet, Kürt gençlerinin yönünü gerilladan uzaklaştırıp futbolun içine çekmek için Galatasaray’ın üst üste şampiyon olmasını planlamıştır. O yıllarda çoğunlukla ikinci olan Beşiktaş’ın başkanı Süleyman Seba “şerefli ikincilikler”den söz etmektedir. MİT’le sıkı ilişkisi bilinen Süleyman Seba ülkenin milli menfaatleri için ikincilikte kalmayı şerefli bir sonuç olarak değerlendirmektedir.

1990-2000 yılları futbolda çeteleşmenin kurumlaşıp dal budak saldığı yıllardır. Her ne kadar PKK’nin silahlı güçlerini sınırdışına çıkarmasıyla birlikte bu özel savaş yapılanması gevşese de bugüne kadar çeşitli biçimlerde devam etmiştir. Nasıl ki Kürdistan’daki faili meçhul cinayetler üzerine devlet çıkarları gereği gidilmiyorsa, futbolun Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı kullanıldığı dönem çeteciliğinin üzerine de gidilmemektedir.

2000’li yıllardan sonra bu defa bazı çevreler Kürtler içinde Fenerbahçelilik Galatasaraylılık kadar gelişirse Kürt sorununu birlik içinde çözmek kolaylaşır teorisini ortaya atmışlardır. Fenerbahçe’nin 2000’li yıllardan sonra yükselişinin bu teoriyle ne kadar bağlantılı olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak bir dönem Galatasaray’ın futboldaki hakimiyeti son yıllarda Fenerbahçe’ye geçmiştir.

Ancak son operasyonun daha çok Türkiye’deki siyasi çekişmeler ve Türkiye’de siyasetin yeni dengeler üzerine oturmasıyla bağlantılı olduğunu düşünmek daha gerçekçi ve doğrudur.

AKP, Anadolu’da gelişen sermaye üzerinden Türkiye siyaseti üzerinde etkili olmaya ve devleti ele geçirmeye başlamıştır. Bilinen İstanbul sermayesiyle Anadolu Kaplanları olarak ifade edilen sermaye arasında ciddi bir güç mücadelesi ortaya çıkmıştır. AKP, tarikat ve siyasal İslamcı kimliği olan bu burjuvazinin siyasi temsilcisi olarak 9 yıldır iktidardadır. Tüm siyasi ve ekonomik politikalarını bu sermayenin güçlenmesi doğrultusunda belirlemekte ve uygulamaktadır.

Futboldaki bu operasyon da klasik iktidar blokları ve İstanbul sermayesinin etkisinde bulunan Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ın etkisini kırıp futbolun eksenini de Anadolu Kaplanları denilen sermayenin etkisine kaydırmak için yapılmıştır. Kuşkusuz gerçek olan şike bulguları da bu amaç için kullanılmaktadır.

Futbolda şike ve şaibe her zaman olmuştur. Ama şimdiye kadar toplumu aldatma işlevi gören bu duruma göz yumuluyordu. Futbolun ekseni kaydırılmak istendiğinden bu defa göz yumulmamıştır. AKP siyasi alandaki gücünü bu defa da futbol alanındaki yandaşlarına vermek için kullanmaktadır. Dolayısıyla bu operasyon AKP’nin kendini güçlü hissettiği anda dikkatli olunmazsa ters tepecek bu alana da el atması olarak görülmelidir.

Bursaspor geçen yıl bu amaç doğrultusunda şampiyon yapılmıştı. Bu yıl da Trabzon’un şampiyon olması planlanmıştı. Ancak Fenerbahçe’nin derin ilişkileriyle bilinen başkanı bu gücünü kullanarak bugün belgesi bulunan şike ilişkileriyle Fenerbahçe’nin şampiyon olmasını sağlamıştır. Anlaşılıyor ki süper ligin ikinci yarısının son 10 maçı Trabzon’u şampiyon yapmak isteyenlerle Fenerbahçe’yi şampiyon yapmak isteyenlerin şike yapma mücadelesi içinde geçmiştir. Kuşkusuz antrenörler ve futbolcular bu şike mücadelesinden habersiz kendi güçlerini sonuna kadar harcamışlardır. Seyirciler de bundan habersiz her maçta büyük heyecanlar yaşamışlardır. Ancak esas sonucu belirleyenin bu çabalar ve heyecanlar değil, şike mücadelesinde baskın çıkanlar olmuştur.

Futbolun Türkiye’de nasıl bir siyasi araç ve sömürü etkeni olduğunu en iyi, bir zamanlar Galatasaray’ın efsane sağa açığı olan Devrimci Futbolcular Sendikası Başkanı Metin Kurt ortaya koymaktadır. Metin Kurt’un belirttikleri tabii ki sadece Türkiye için değil, tüm dünya için geçerlidir.

Futbolu, dolayısıyla tüm sporu bir ticari sektör alanı ve siyasi amaç için kullanılan araç olmaktan çıkarmadan bu tür kirli ilişkiler, şike ve çeteleşmenin önü alınamaz.

Spordaki futbol çetelerinin üzerine gidilmesi ve şikenin ortadan kaldırılması desteklenmesi gereken bir şeydir. Ancak AKP’nin siyasi alanda yaptığı gibi baskıcı otoritenin el değiştirmesi gibi futbolda da mevcut hakim güçlerin yerine yeni futbol çetelerinin ve futbol sektörünün önü açılmak için yapılıyorsa, bu operasyondan futbol ve spor için hayırlı sonuçlar beklemek boş bir hayaldir.

*Hüseyin Ali’nin bu yazısı Yeni Özgür Politika gazetesinin 8 Temmuz tarihli sayısında yayınlandı.

Kriz,Kumarhane Kapitalizminin İflasıdır

Yeni_Özgür_PolitikaDünya toplam üretim hacmi 60 trilyon Dolar iken, spekülasyon hareketleri 610 trilyon Dolar’a ulaştı. Yani dünya ekonomisi bir anlamda sanal ekonomiye dönüştü. İşte finansal krizle patlayan bu köpüktür. Kriz bu anlamıyla sadece bir finansal kriz değil kapitalizmin uzun dalga krizinin dışa vurmasıdır. 
Toplumsal mücadeleler tarihi, siyaset felsefesi üzerine çalışmalar yapan yazar ve sendikacı Volkan Yaraşır, ABD’de başlayan ve dünya geneline yayılan ekonomik krizi “kumarhane kapitalizminin iflası” olarak değerlendirdi. Dünya ekonomisinin sanal ekonomiye dönüştüğünü belirten Yaraşır, şu yorumu yaptı, “işte finansal krizle patlayan bu köpüktür. Yani 28 yıllık saadet zinciri paramparça olmuştur. Kriz bu anlamıyla sadece bir finansal kriz değil kapitalizmin uzun dalga krizinin dışa vurmasıdır. Sermayenin bir iç kasılması ya da spazm niteliğinde bir resesyon değil, çok daha büyük sarsıcı etkisi olan depresyon niteliğinde bir krizdir. Bir anlamda kumarhane kapitalizminin iflasıdır.” Krizin faturasının sermaye güçleri tarafından işçilere çıkarılacağını belirten Yaraşır, “kısacası hem metropollerde, hem çevre ülkelerde işçi sınıfı işsizlik tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu aynı zamanda açlık ve geleceksizlik demektir. Tıpkı Nazi Almanyası’nda olduğu gibi geleceksiz, umutsuz, kendisini bir hiç olarak gören ‘küçük insanlar’ faşizmin militanı olacaktır” uyarısında bulundu. Volkan Yaraşır ile dünyü finansal krizi ve krizin işçi sınıfına etkisi üzerinde söyleştik.

Dünya Borsası’nın etkisi altında günümüzde yaşanan finansal krizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

  1970’lerde kapitalizmin içine girdiği uzun dalga krizi ya da kar oranlarında düşme eğrisi yeni sermaye birikim rejiminin önünü açtı. Bu süreç bir yanıyla da kapitalizmin yeniden yapılanması olarak işledi. Buna ilişkin sermaye yaşadığı krizi aşmak doğrultusunda ikili bir faaliyet yürüttü. Bir yandan kar oranlarını maksimuma ulaştırmayı amaçladı, diğer yandan ise işçi sınıfının her düzeydeki örgütlenmesini parçalamayı hedefledi. Kar oranlarını maksimuma ulaştırmak için üretim sisteminde yapısal değişikliğe gitti ve yeni teknolojiler kullanmaya başladı. Otomasyonu yaygınlaştırdı. Bilgiyi tekelleştirdi ve metalaştırdı. Radikal özelleştirme programları uyguladı. Stoksuz üretime geçti ve esnek üretim yöntemleri geliştirdi. Genel olarak işçi sınıfının ekonomik, demokratik ve siyasi örgütlenmelerini dağıtmayı hedefledi. Sınıfa ekonomik zorun yanında, ideolojik zoru ve açık zoru dayattı. Bu dönemde sanayi sermayesi ikincil sermayeye dönüştü. Spekülatif sermaye ya da parazit sermaye birincil sermaye tipi haline geldi. Sanayi sektörünün yaşadığı kar sorunu finansal hareketler ve aktivitelerle sübvanse edildi. Bir anlamda sermaye grupları rantiye haline geldi. Karlarının büyük bir kısmını finansal hareketlerden kazanmaya başladı.

Ve bu şekilde son 28 yıllık süreçte öyle bir noktaya gelindi ki; dünya toplam üretim hacmi 60 trilyon Dolar iken, spekülasyon hareketleri 610 trilyon Dolar’a ulaştı. Kısacası dünya ekonomisi bir anlamda sanal ekonomiye dönüştü. İşte finansal krizle patlayan bu köpüktür. Yani 28 yıllık saadet zinciri paramparça olmuştur. Kriz bu anlamıyla sadece bir finansal kriz değil kapitalizmin uzun dalga krizinin dışa vurmasıdır. Sermayenin bir iç kasılması ya da spazm niteliğinde bir resesyon değil, çok daha büyük sarsıcı etkisi olan depresyon niteliğinde bir krizdir. Bir anlamda kumarhane kapitalizminin iflasıdır.

Yaşanan bu finansal krizden sizce Avrupa ve Türkiye işçi sınıfı nasıl etkilenecek?

  Aslında bu soru çok kritik bir sorudur. Yaşanan bu finansal kriz üzerinde insanlarımız birçok yorum yapıyor. Fakat krizin jeopolitik yönü ve sınıfa etkisi ile ilgili bugüne kadar hiçbir yorum alamadım. Bu bence bilinçli yapılan bir tercihdir. Bu krizin hem Avrupa üzerinde veyahut merkez ülke üzerinde, hem de bizim gibi ülkelerde katastrof etkisi yaratacağını düşünüyorum. Kapitalizmin yaşadığı her kriz anı aynı zamanda devrim imkanının doğduğu bir andır. Fakat aynı zamanda karşı devrimin de mayalandığı bir andır. Açıkça görüldüğü gibi dünya işçi sınıfı son derece örgütsüz, şekilsiz ve dağınıktır.

Böylesi yıkıcı bir kriz döneminde varolan egemen sınıfların tavrı ne olabilir, ne gibi gelişmeler yaşanabilir?

  Bu süreçte sermaye, işçilere en başta toplu tensikatlar, kazanılmış hakların gaspı, ücretlerin dondurulması gibi yöntemlerle saldıracaktır. Bugün Almanya’da otomotiv sektöründe yaşanan üretimi durdurma kararları, yarın birçok sektöre sıçrayıp işyeri kapatmalarına dönüşebilir. Benzer gelişmeler Türkiye’de de yaşanır. Kısaca sınıfın önündeki en büyük tehlike işsizlik olarak görünmektedir. Bu tehlikeyi sistematik zamlar izleyecektir. Türkiye’de son bir ayda doğalgazın yüzde 80 üzerinde zam görmesi şaşırtıcı değildir. Kısacası hem metropollerde, hem çevre ülkelerde işçi sınıfı işsizlik tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu aynı zamanda açlık ve geleceksizlik demektir.

Ne demiştik?: ´Her kapitalist kriz anı aynı zamanda karşı devrimin mayalandığı andır!` Bu gibi finansal kriz bir yanıyla da -eğer işçi sınıfının güçlü ve örgütlü bir muhalefeti yoksa- kapitalizmin yenilendiği, rektifiye olduğu dönemlerdir. Yani böylesine bir süreçte işci sınıfı örgütsüzse ve işsiz yığınlar doğru bir politika içine çekilmezse, faşizmin kitle ruhu sokakları işgal etmeye başlayacaktır. Egemen sınıflar işsiz yığınları faşizmin mobilizasyonunun aracına dönüştürebilirler. Tıpkı Nazi Almanyası’nda olduğu gibi geleceksiz, umutsuz, kendisini bir hiç olarak gören “küçük insan” faşizmin militanı olacaktır. Merkez ülkelerde böylesi durumlarda neo-faşist bir hareket hızla gelişebilir. Doğu Almanya’da neo-faşist hareketin gelişmesi ve özellikle de Almanya’da yaşamakta olan göçmenlere yönelmesi boşuna değildir. Bunu hepimiz açık bir şekilde görebiliyoruz, günlük yaşamımızda takip edebiliyoruz. Türkiye gibi ülkelerde de faşist hareket ve dinsel gericilik güçlenebilir. Sermaye toplumu destabilize ederek, kendi yenilenmesini yaratacaktır. Türkiye’de Ortadoğu’da, Irak, Lübnan ve Filistin’de yaşanan Balkanlaşma anaforunun bir parçası haline dönüşecektir. Toplumda zaten açıkça varolan polarizasyonlar şiddetlenebilir.

Peki sizce bu süreç Kürt sorununa ne şekilde yansıyabilir? 

  Aslında bu konuda iki pratik örnek verebiliriz. 2008 yılının 1 Mayısı’nda yaşananlar nasıl ki AKP iktidarının sınıfa bakışını gösteriyorsa, Tayyip Erdoğan’ın son Güneydoğu gezisinde açıkça dışa vurduğu “ya sev ya terk et” anlayışı Kürt sorununa bakışını açıkça göstermektedir. Bu son olumsuz gelişmeleri finansal kriz ekseninde ele aldığımızda özellikle kitlelerin alt kimlikleri yani etnik, dini, milli, mezhebi yönlerinin provoke edilmesi önümüzdeki dönemde büyük bir olasılıktır. Geçenlerde Taksim’de kendisi de diskriminasyona uğrayan Roman kökenli birinin Kürtlere pompalı tüfekle ateş etmesi ve Altınova’da yaşananlar lokal düzeyde pogrom provaları olarak ele alınmalıdır. Bildiğiniz gibi pogromlar, yani Yahudi kıyımları Çarlık Rusyası’nda rejimin krize girdiği anda başvurduğu taktiklerdir. Önümüzdeki dönem bu finansal krizin de yıkıcı etkisiyle zaten varolan Türk-Kürt, laik-antilaik, Alevi-Sünni kutuplaşmaları yoğunlaşabilir. Bu süreç bir yanıyla da Balkanlaşma sürecidir. Kitlelerin olası sisteme yönelik tepkileri böylece kolayca nötrleştirilip boğulabilir. Herkes birbirinin celladı haline getirilebilinir. Bütün bu olumsuz gelişmeler aslında bir yanıyla da sermayenin kendini yenilediği, hatta krizden güçlenerek ortaya çıktığı bir dönemi aralayacaktır.

Peki şu an çizdiğiniz bu tablonun engellenmesi için Kürtler, Türkler, Lazlar ve diğer kesimler ne yapmalı?

  Türkiye işçi sınıfını işsizlik, açlık, geleceksizlik bekliyor. İşçi sınıfı kendine yönelik saldırılara karşı, -bu ücretlerin dondurulması, kazanılmış birtakım haklarının tekrar gasp edilmesi, çalışma saatlerinin yükseltilmesi gibi olabilir- hemen harekete geçmelidir. Bugün Sönmez Filament örneğinde yaşandığı gibi işyeri kapatmaları ve toplu tensikatlar gündeme geldiğinde sınıf, bir taban örgütlenmesi olan direniş komitelerini ve işgal komitelerini kurmalıdır. Bu komiteler aracılığıyla haklarına ve geleceğine sahip çıkmalıdır. Benzer gelişmeler Arjantin’de yaşanmıştır. İşverenin kapattığı, kaçtığı işyerleri işçiler tarafından işgal edilmiş bu yerlerde işçi denetimi kurulmuştur. Türkiye işçi sınıfı da bu yoldan yürümelidir ve bunu bugün açıkça ilan etmelidir. Çünkü krizi yaratanlar işçi sınıfı değildir, sermayenin kendisidir. Bu oluşumların yanında doğalgaz, elektrik, su, telefon faturalarını ödememe, kapitalist yapının sinir sistemini oluşturan borsa ve banka blokajları gündeme alınmalıdır. Bu sivil itaatsizlik eylemleri aynı zamanda kapitalizmin teşhiridir. İşçi sınıfı ve emekçiler kendine yönelik her saldırıya karşı direniş ve eylemlerle cevap vermelidir. Bu anlamda işçi sınıfının tarihsel deneyimi olan taban örgütlenmeleri yaşanacak saldırılara karşı sınıfın savunma, direniş ve eylem örgütlerine dönüştürülmelidir. Yaşanan süreç bize aslında son derece önemli olanaklar da sunmaktadır. 28 yıllık muazzam hegemonya kuran neoliberal ideoloji artık iflas etmiştir. Ve olası her düzeydeki saldırıya karşı hazırlıklı olmalıyız. Bu krizin hafife alınması, yaratacağı katastrofun anlaşılmamasını tehlikeli görüyorum. İşçi sınıfının ve emekçi kesimlerin duyarlılığını artırmayı, onlara eylem ve örgütlenme yöntem ve projeleri üretmeyi bugünün temel görevi olarak düşünüyorum. Ayrıca şunu unutmayalım: Her kriz anı aynı zamanda sınıf mücadelesinin inanılmaz zenginliklerinin ortaya çıktığı andır. Hiç beklemediğimiz, bugün hayal bile edemeyeceğimiz gelişmeler olabilir, tıpkı Arjantin’de olduğu gibi birdenbire muazzam sarsıcı etkisi olan toplu kitle hareketleri doğabilir. Sorun buna müdahale edebilmek ve antikapitalist mücadeleyi geliştirebilmektir. Sınıfın bugünden duyarlı kılınması, olası gelişmelere karşı ne yapacağını belirlemesi önemlidir. ‘Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için’ sloganı şiar haline getirilmelidir. Krizin yıkıcı etkilerini ve sermayenin saldırılarını ancak örgütlü gücümüzle aşabiliriz. Gelecek saldırının ve olacakların boyutu çok açık ortadadır. İşçi sınıfı krize karşı acilen örgütlenmeli, programlarını ve projelerini şimdiden ortaya koymalıdır.

Sendikacı Eğitmen


Yeni_Özgür_Politika 1962 yılında Adapazarı’nın Akyazı İlçesi’nde doğdu. Toplumsal mücadeleler tarihi, Siyaset Felsefesi ve işçi hareketleri üzerine birçok çalışmalar yapan yazar ve sendikacı Volkan Yaraşır “Uluslararası İşçi Hareketleri”, “Öfkenin Kısa Tarihi”, “Sokakta Politika”, “Siyasal İslam ve AKP,” “Reddin Gücü”, “Gücün Reddi”, “Devrimin Gökkuşağı”, “İmparatorluğun Yeni Av Sahaları”, “İşgal Direniş Grev” gibi birçok araştırma kitapları yazdı. Bu çalışmaların yanında Yaraşır’ın ayrıca güncel politik gelişmeleri inceleyen yazı dizileri ve sendikal eğitime ilişkin çok sayıda çalışması yayımlanmıştır. T.Ü. Eğitim Fakültesi ve İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitiren ve uzun bir dönem DİSK/Tekstil Sendikası’nda eğitim daire müdürlüğü görevini yürüten Volkan Yaraşır, şu anda Türk-İş’e bağlı Tez-Koop-İş Sendikası’nda Eğitim Danışmanlığı yapıyor.

  NİHAL BAYRAM

Kapitalizmin Örgütlü Yapısı TV ve Diziler

Yeni_Özgür_Politika Dizi izlenme üzerine uzmanların yaptığı en önemli tespit: İnsanların gelişen ve değişen yaşam şartları ile birbirleriyle olan ilişkilerinin azalması ve yalnızlaşmalarıdır. İnsanlar bu yalnızlığını gidermek için çeşitli uğraşlar bulmaya yönelir. En kolay ve düşünme ihtiyacı duymayacağı bir uğraş olarak da, televizyon karşısında durur. Televizyondaki dizileri izlerken, dikkatini o konuya verdiği için kendi sorunlarından uzaklaşır.
İnternet sitelerinde „En çok satan kitaplar“ adlı başlık, kitap severlerin dikkatini sürekli çeker. Genel beğeniyi, kutsal etiği anlama açısından biraz da veri oluşturur. Ya da girdiğiniz bir kitabevinden içeri girenlerin özellikle kadınların çoğunun kasiyerden sorduğu kitaplar... „Binbir Gece Masalları, Hanımın Çiftliği, Aşk-ı Memnu, Yaprak Dökümü vb“ Eski yazarlara yeniden bir ilgi patlaması mı yaşanıyor, sorusu ilk akla gelen olur. Kitaplar alınırken söylenen sözler, ilk akla geleni hemen ortadan kaldırır. Çünkü söz konusu kitapların neredeyse içerikleriyle bağı kalmamış senaryolardan oluşan dizi furyası, kitaplara yönlendirmiştir insanları.

Ülkedeki durumu gözlemleme şansım olmasa da gazete ve internet ortamına düşen bilgilerden, bu dizilerin insanların yaşamının bir parçası olduğu açık. Avrupa’da da durum farksız değil. Türk TV kanalları arasında her gece dolaşan insanlarımız... Reklam arasında başka kanala geçip diğer diziye geçen ya da birini izlerken, ikincisini video ile kaydedip daha sonra izleyen insanlarımız... Kıyafet seçimleri, saç kesimleri, yaşam biçimleri taklit edilen dizilerin, insanların yaşamında artık büyük bir yeri var. Avrupa’nın herhangi bir kentinde bir düğün salonuna gidin; genç kızları ve erkekleri izleyin. Hangisinin hangi dizi karekterine büründüğünü daha açık göreceksiniz!

Doğal Olmayan Doğallaştırılıyor!
Şimdi reytingleri üst düzeyde olan birkaç diziyi ele alalım. Aşk-ı Memnu, Hanımın çiftliği, Küçük Kadınlar, Ezel... Daha adını sıralayamadığımız onlarca dizi... Peki bu dizilerde ne var, sorusuna verilebilecek en iyi yanıt; çarpık ilişkiler, yenge ile ilişki, arkadaşın sevgilisiyle ilişki, evliyken eski sevgiliyle ilişki... Ve hızla büyütülen küçük kızlar... Yani toplamda aldatma, ihanet üzerine kurulu diziler. Tüm hepsi toplumun ortak olarak ürettiği değerler sistemini bozan, zedeleyen sözde hoş karşılamadığımız ama nedense ekrana kilitlendiğimiz diziler. Halkın bu zaafını keşfetmiş ve neredeyse tüm dizileri bu içerikler üzerine kurgulamış reyting pastasından ilk sıralarda bu konular yer alıyor. Şimdi izleyici, „bize ne sunulursa biz onu izliyoruz“ derse, inandırıcı olur mu? Daha kaliteli ya da toplumsal sorunları içeren Kasaba, Bu Kalp Seni Unutur mu gibi diziler ise, reytingleri düşük olduğu için yayından kaldırıldı. Tercihler belli, entrika dolu, ihanet içerikli diziler rağbet görüyor.

Durum acı ve trajik. Daha vahimi bu çarpık ilişkileri doğalmış gibi algılamaya başlamak. Bir taraftan eleştirilen bu diziler, reytinglerine bakıldığında tüm doğruları ters düz ediyor. Halk böyle dizileri seviyor ve amcasının eşiyle birlikte olan Behlül’ü haklı görüyor. Adnan bey yani amcaya ise ‘yaşlı, o yaşında evlenirse genç eşinin onu aldatması doğal’ deniliyor. Kendi yaşamında özlem duyduğu şeyleri görmek doğallaştırıyor bu beraberlikleri. Kardeşinin eşiyle birlikte olan Nejla’ya acıyor. Her türlü entrikayı oluşturan Ferhunde tiplemesini destekliyor. ‘Ama’larla başlayan cümleler bu yaşam şekillerini gizliden destekliyor. Entelektüel kesim ise çağdaşlık maskesinin altında onaylıyor bu ilişkileri. Bu ruh hali düşünüldüğünde gençliğin ilişkilerinin nereye koştuğu ortaya çıkıyor. Milliyet gazetesinde İzmirli bir modacının açıklaması: „Antep’ten bir müşteri aradı. ‘Dün gece Bihter’in giydiği gecelikten eşime almak istiyorum’ dedi“ Ahlaksızlıkla suçlanan bir kadının geceliği yok satıyor. Vehametin boyutunu anlamak için daha fazla örneğe gerek yok.

Sektörün Gelişim Seyri!

Türkiye’deki özel televizyon sisteminin biçimlenişinden sonra, dizi film sektörü kendi içinde hızlı bir gelişim seyri izledi. Yaygın olan sinema filmleri, pembe diziler, polis ve macera dizileri, diğer programlar, dışarıdan satın alınmış diziler; özü itibariyle hepsi Amerikan ticari tarzının kötü bir kopyasıdır. Televizyonda bu kadar fazla dizi olmasının sebebi, arz-talep dengesidir. Televizyon kanalları, talep olan şeyleri yayınlamak ve kendi kanallarını seyrettirmek ister. Çünkü reklam kaygıları vardır. Kanallarına reklam taleplerinin artması için insanların ilgisini çeken programlar hazırlarlar. Dizi filmler devamlılık gösterdiği için bireyi o kanalı izlemeye yönlendirmek ve reytinglerini yükseltme amacı vardır. Sadece bununla da sınırlı değil. Topluma yeni değer yargıları, kapitalist modernitenin yaşam biçimini empoze etmek, en temel amacıdır. Bunun içinde insanların içinde bulunduğu şartları ve psikolojisi değerlendirilerek hazırlanan filmler, her yıl katlanarak artıyor. Bu alanda özellikle Türkiye’de büyük bir pazar oluşmuş durumda.

Dizi izlenme üzerine uzmanların yaptığı en önemli tespit: İnsanların gelişen ve değişen yaşam şartları ile birbirleriyle olan ilişkilerinin azalması ve yalnızlaşmalarıdır. İnsanlar bu yalnızlığını gidermek için çeşitli uğraşlar bulmaya yönelir. En kolay ve düşünme ihtiyacı duymayacağı bir uğraş olarak da, televizyon karşısında durur. Televizyondaki dizileri izlerken, dikkatini o konuya verdiği için kendi sorunlarından uzaklaşacaktır. Biraz da öğrenme ile ilgili bir konudur aslında. Şöyle ki çevresinden özellikle aileden alınan görerek öğrenme sonucu okumayı seçmek yerine seyretmeyi seçecektir. Okuma alışkanlığı ya da okuma tembelliği de kişileri bu alana yönlendiriyor.

İnsanlar sahip olamadıkları ya da asla sahip olamayacakları bu hayatları seyrederek ve o hayatlarda yaşayan kişileri örnek alıp, kendilerini onlarla özdeşleştirerek hayal kurmaktadır. Bu şekilde belli amaçlar edinmektedir. Bir gün bu tür bir yaşam ile karşılaşma olanağı olacağını ümit etmektedir. Kendi yaşamını da bir takım tesadüflerin değiştirebileceğini hayal etmektedir. Ya da seçtiği kahramanla empati kurmaktadır. 


Dizi ve Bağımlılık İlişkisi!

Evet dizi izlemek bağımlılık yaratır. Tıpkı sigara, alkol ve internet bağımlılığı gibi bağımlılık yaratır. Sorunlardan kaçmak, kendine farklı bir dünya kurmak, insan ilişkilerindeki sorunlarla baş edebilmek, yalnızlıktan kurtulmak için bağımlı olur. Çoğu insan işinden gelip ya da ev işlerini düzenleyip belli bir saatte beklediği diziyi seyretmek amacıyla televizyon başına geçmektedir. Hatta yapılacak sosyal toplantılar ya da arkadaş toplantıları bile bu dizilere göre düzenlenmektedir. Zaman zaman aile içinde bile insanları birbirinden uzaklaştırmaktadır. Toplumda geleneksel olan ve aile fertlerinin biraraya gelme fırsatı bulduğu yemek saatleri bile dizilere göre ayarlanmaktadır. Ayrıca herkes istediği diziyi farklı odalarda seyretmektedir. Böylece insanlar hem yalnızlıktan yakınırken hem de kendilerini yalnızlığa itmektedir. Çünkü bireyler arasında iletişim kalmamaktadır. Kendi sorunlarını paylaşmak yerine dizilerde yaşanan olaylar üzerinde konuşmalar yapılmakta ve bu insanların birbirinden uzaklaşmasına sebep olmaktadır.

Dizi filmler genellikle belli dönemlerde yaşanan sorunlara uygun şekillerde yaratılıyor. Yani gündemde olan konular seçiliyor. Böylece ilk yapılan dizi reyting alınca, diğer kanallar da buna benzer diziler yapıyor. Yaşanan sosyal olaylar, televizyon dizilerinde etkili oluyor. Sosyal sorunlara duyarsız hale gelirken, bu tür dizilere yöneliyoruz. Bazı şeylerle yüzleşmek yerine hayal dünyasındaki şeylerle uğraşmayı tercih ediyoruz. Çünkü bu şekilde sorumluluk almıyoruz. Yorulmuyoruz. Belki bir şekilde de kendi hayatımızın eksikleri ile yüzleşmekten kaçıyoruz. Yaşadığımız olumsuz olayları unutuyoruz bu şekilde. Var olmayan hayatları izlemek ve hayallere dalmak sorumluluk duygusundan uzaklaştırıyor. Kendi hayatımızın sorumluluğunu almak yerine hayal aleminde yaşayarak kendimize gerçek olmayan bir yer edinmeye çalışıyoruz. Hatta seçtiğimiz başrol oyuncuları ile özdeşleşip hayatımızı yönlendirmeye çalışıyoruz. Bir şey olduğunda da ‘şu dizideki şu kişi böyle davranıyordu’ diyebiliyoruz. Davranışımıza kılıf uydurmaya çalışıyoruz. O dizideki kişilerin özellikle başrol oyuncusunun her şeyi doğru yaptığına kendimizi inandırıyoruz. Aslında bir şekilde kendimize yol gösterici arıyoruz.

Evet dizilerde hep daha mükemmel hayatlar izleniyor. Böylece insanlar kendi hayatlarındaki eksiklerin farkına varıp, bu eksiklerini farklı şekillerde gidermeye çalışıyor. Ancak bunu yaparken de yanlış yollar seçebiliyor. Ya da birlikte olduğu, ilişki kurduğu kişilerden abartılı beklentileri olabiliyor. Karşılanmadığında hayal kırıklığı ve ruhsal sorunlar yaşanabiliyor. Tabii karşı tarafta bu istekleri yerine getiremediği için sıkıntıya giriyor. 


Sermayenin Örgütlü Yapısı: Televizyon!
Televizyonun yapısı, iş yapış biçimi ve onun ürünü diziler, elbette kendiliğinden bir süreç değil. Sermayenin örgütlü yapısının bir parçasıdır, tüm bu yaşananlar. Özellikle ekonomik ve siyasal pazarın, belli zaman ve yerdeki egemenlik ve mücadele yapısının sonucu olarak kitleleri bu sürece sürükler. Medyanın teknolojik yapısı, program üretimi, dağıtımı ve tüketimi bakımından bağımsız bir yapıya sahip olması koşulları yoktur. İletişim pazarının yapısı, iletişimde tekelleşme, neyin, nerede, nasıl üretileceği ve nerede, nasıl pazarlanacağı konusunda karar verebilme gücü, bizzat sermayedarların güdümündedir. Dizilerle insanlara verilen ise, bu egemenliğin kitlelere empoze etmek istediği kültürden başka bir şey değildir. Bu durum elbette sadece Türkiye’ye özgü değildir. Avrupa dahil bütün dünya, 1980’lerde Amerikan gerçeğinin „özelleştirme ve Deregulasyon“ saldırısıyla karşılaştı. 1990’lara gelindiğinde, Avrupa ve Türkiye’deki iletişim gerçeği Amerikan tipi iletişim düzeninin yapısal olarak özelleştirdiği, profesyonel program pratikleri ve ideolojileri açısından küreselleştirdiği bir gerçek oldu. Türkiye gibi ülkeleri, bu saldırı ve değişimde Avrupa’dan sonraya bırakmıştı. Gerçi Türkiye’de oluşum Avrupa’dakiyle beş altı yıl gibi kısa bir zaman farkıyla oldu, fakat diğer ‘az gelişmiş’ ülkelerde bu oluşum, 1990’ların egemen gündeminin bir parçasıdır.
Günümüzde ise dünya; Amerikan kültürünün, özelleştirme ve deregülasyonla getirilen örgütlenme biçiminin egemenliği altına hızla girmeye devam etmektedir. Dallas Smythe’in belirtiği gibi (1986) kitle iletişim araçları tekelci kapitalist sistemin bir buluşudur. Bu araçların amacı, bütün nüfus ve öteki örgütlerin önderliği için sorunlar, değerler ve politikalar ‘gündemini’ oluşturmaktır. Bu araçlar aynı zamanda izleyicileri kitle halinde üretirler ve reklamcılara satarlar. Bu izleyiciler, kendilerine kitle halinde üretilmiş tüketim malları ve hizmetlerinin pazarlamasında çalışırlar ve pazarlamasında tüketilirler. Bunu P. Baran ve P. Sweezy ‘sivil satış çabası’ diye adlandırır: İzleyicilerin üretimi, tüketimi ve çalışması (emeği) olmaksızın, tüketici mal ve hizmetlerinin kitle halinde üretimi ve büyümesi olanaksızdır. 


Halk: İzleyici!

Kapitalizmin son yüzyılda bu değişiminin ana etkisini reklam, dizi, film vb. dünyası, bütün nüfus tarafından anlaşılan „gerçek dünyanın“ doğası arasındaki farkı silmek veya bulanıklaştırmak amacıyla çok büyük bir yol katetmiştir. Dünya çapında halk ve sermaye arasındaki ana çelişki, bir taraftan sermayenin kendi güç konumunu teknolojinin nimetiyle sunulan bu ürünlerin etkisiyle korumak ve genişletmek yeteneğini, öte yandan kendi yaşam koşullarını denetlemek için mücadele eden halkın direnişi ve kişisel girişimleri arasındadır.

İşin özü kapitalizmin sunduğu bu iletişim, iletinin veya aracın iletişimin ana yanı olmasından uzak, halk ile başlar, halk ile biter. Halk ise burada ‘izleyici’ yapıldığı üretim ve ilişki yeridir. 
Her siyasal ekonomik sistem enformasyonun kullanımını denetleme gücüne dayanır. Bu nedenle basit bir internet sitesinde karşılaştığınız ‘en çok okunan kitaplar’, filmlere dayanarak kitap seçimi yapması ve dizi filmler normal yaşam döngüsünün ötesinde kapitalizmin günlük yaşamımıza örgütlü bir tarzda girişinin sembolleridir. Elimizde kumandayla kanallar arasında gezinirken, uzaklaştığımızı sandığımız sorunlar ise, sistem tarafından her gün yeni biçimlerde üretilerek önümüze çıkar. Bu kullanış; kapitalist- siyasal ekonomik sistemin vazgeçilmez temelidir. Tekelci kapitalizmin çelişkileri yoğunlaştıkça, bu sistemin en zayıf yanının aslında sistemin gücünün en çok dayandığı yanın iletişim olduğu ortaya çıkar. Burada asıl sorun, biz bu iletişimin seyircisi olmaya devam edecekmiyiz?

SELMA AKKAYA


Kaynaklar
 
Alvarez, Sally. (1996). Do You Have a Labor Program on Your Community Channel? Community Media Review. 
Arévalo, Roberto (1995, July 20). Behind the Scenes: Mirror Project Director Reflects on his Latest Endeavor. Somerville Journal. Chomsky, Noam (1997) Media Control: The Spectacular Achievements of Propaganda. New York: Seven Stories Press.
Erdoğan, I. (2000). Kapitalizm, Modernleşme, Post modernism ve iletişim.
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA