A- Ortadoğu’da yaşamı doğru tanımlamak
(KCK Önderi Abdullah ÖCALAN’IN “Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik
Uygarlık Çözümü” kitabından)
Sosyal bilimin temel görevi yaşamı tanımlamaktır. Sümer ve Mısır
rahiplerinden Avrupa’nın pozitivist sosyal bilimcilerine kadar bilim
yaptıklarını iddia edenler, yaşamın toplumsal anlamını tanımlamadıkları
gibi, bu en temel görevin yerine en saptırıcı ve bilinç karartıcı
mitolojik ifadeler geliştirmişlerdir. Halbuki yaşam sosyal bağlamında
tanımlanmadıkça, sosyal bilimden bahsedilemez. Tanımı yapılmayan bir
şeyin bilimi de geliştirilemez. Şüphesiz bu durum hakikatin uygarlık
sistemlerindeki çarpık inşasıyla ilgilidir.
Ortadoğu toplumu için 19. ve 20. yüzyıllar,
kapitalist strateji tarafından fethedilmekten ibarettir. Kapitalist
modernitenin üç mahşeri atlısıyla (kapitalizm, ulus-devlet, endüstriyalizm)
bölgeye yüklendiği bu dönem, krizin ve çöküşün derinleşmesi dönemidir. Binlerce
yıllık tarihsel ve toplumsal yaşam, kendi içinden çıkan beş bin yıllık uygarlık
yapısının çözülüşüyle tam bir kuşatılmışlığa alınıyor. Kendi uygarlık
artıklarıyla kapitalist modernitenin ittifakı, Ortadoğu’da toplumsal yaşamın
bunalımını sürekli derinleştirmiştir. Bunalıma bu niteliğini yaşadığı köklü
geçmiş ve kapitalist modernite stratejisinin uzun süreli saldırısı
verdirmiştir. Toplumsal öz, varlık olarak paramparça edilirken, anlam ve
hakikat olarak da kaotik bir durum yaşamaktadır.
A.Öcalan
http://www.serxwebun.org/index.php?sys=naverok&id=43
Sosyal bilimin temel görevi yaşamı
tanımlamaktır. Sümer ve Mısır rahiplerinden Avrupa’nın pozitivist sosyal
bilimcilerine kadar bilim yaptıklarını iddia edenler, yaşamın toplumsal
anlamını tanımlamadıkları gibi, bu en temel görevin yerine en saptırıcı ve bilinç
karartıcı mitolojik ifadeler geliştirmişlerdir. Halbuki yaşam sosyal bağlamında
tanımlanmadıkça, sosyal bilimden bahsedilemez. Tanımı yapılmayan bir şeyin
bilimi de geliştirilemez. Şüphesiz bu durum hakikatin uygarlık sistemlerindeki
çarpık inşasıyla ilgilidir. Uygarlık sistemlerinde başlangıç anlarından
günümüze kadar sosyal yaşamın hakikati açıklanmadığı gibi, mitoloji, dincilik,
felsefecilik ve bilimcilik kategorileriyle muazzam ölçüde çarpık ve yanlış inşa
biçimlerine büründürülmüş ve anlatıma kavuşturulmuştur. Ayrıca bu anlatılar
sanatlarla cilalanmıştır. Uygarlığın maddi kültürü manevi kültürüyle diyalektik
ilişkiye sokularak, bilinen veya bilinmesine müsaade edilen tarih anlatısı ile
çıplak ve maskeli tanrıların çıkarları, inanç ve arzuları doğrultusundaki bir
yaşam tarzı kullara belletilmiştir. Hegemonik yaşamın bu inşa ve belletilme
tarzı sayısız bilgelikler, hareketler ve topluluklar tarafından itiraz ve
direnişle karşılaşmış olsa da varlığını sürdürebilmiştir.
Savunmamın çeşitli
bölümlerinde, özellikle özgürlükle ilgili bölümlerinde genelde yaşamı, özelde
insanın sosyal yaşamını tanımlamaya çalışmıştım. Bu hatırlatmanın ışığında bir
kez daha yaşama ilişkin özlü bir tanımlamada bulunma ihtiyacı duydum. Özellikle
Ortadoğu’da yaşamın uğradığı güncel suikast, katliam ve soykırımlar beni yaşam
konusunda daha derinliğine anlaşılır ve düzeyi gelişkin bir tanımlamada
bulunmaya zorlamaktadır.
Bana göre
kapitalizmin en büyük tahribatı yaşamın tanımını yok etmesidir. Daha doğrusu,
yaşamın toplum ve çevresiyle olan ilişkisine en büyük ihaneti gerçekleştirmiş
olmasıdır. Tabii bunda arkasındaki uygarlık sistemi de kendisi kadar
sorumludur. Bilim ve iletişimin en güçlü çağında yaşadığımız söylenir. Fakat
bilimin bu olağanüstü gelişmesine rağmen, halen yaşamı ve toplumsal bağlamını
tanımlamaması oldukça tuhaf gelmektedir. O zaman sormak gerekir: Neyin bilimi
ve kimler için bilim? Bu soruların yanıtı verildikçe, sosyal bilimcilerin neden
en temel soruya, yani “yaşam nedir ve toplumla bağı nasıldır?” sorularına yanıt
vermedikleri anlaşılacaktır. Belki çok basit gelebilir bu sorular. Ama insan
denilen varlık yaşamı kadar anlamlıdır. Bunu da anlamadıktan sonra insanın ne
değeri olabilir! Bu durumda belki de bir hayvanın, hatta bitkinin yaşantısından
daha değersiz bir mahluka dönüşmesinden bile bahsedebiliriz. Anlamını,
hakikatini bilmeyen insanlık ya olamaz, ya da olursa en alçakçası, en
barbarcası olur.
a- Yaşam
Yaşam belki de
tanımlanmayabilir; daha doğrusu izafi (görece) olarak hissedilebilir, kısmen
anlaşılabilir. Evrimsel gelişme gerçek olsa bile, Darwinist evrim yorumunun
yaşamın ve türlerin gelişimini izahı hakikati açıklamaktan uzaktır. Üç milyar
yıl önce okyanus içlerinde daha hücre olamamış bir canlıdan günümüz insanına
kadar zincirleme biçimde sürüp gelen bir yaşamı izlemenin de yaşamın anlamına
katkısı sınırlıdır. Bilim şimdi yaşamın sırlarını atom-altı parçacıkların
oluşumlarında aramaktadır. Açık ki bu yöntemle de yaşamın sınırlı bir izahından
öteye gidilemez. Yaşamın bu anlatılarla mutlaka ilişkisi vardır. Ama bunlar
sorunu tam çözmüyorlar. Yaşamı ölümle kıyaslamak da anlamı için yeterli
değildir. Yani “Yaşam ölümden öncesidir” demek pek de tatminkar bir açıklama
tarzı olmamaktadır. Daha doğru olan, yaşamın ancak ölümle mümkün olabildiğidir.
Ölümsüz bir yaşamın olamayacağını biliyorum. Fakat ölümün anlamını da bilmekten
uzağız. Ölüm de en az yaşam kadar tanımlanamaz. Bu belki de yaşamımızın izafi
bir sonucudur; belki de yaşamın bir imkanı, bir gerçekleşme tarzıdır. Ölüm
korkusu, daha sonra kapsamlı tanımlayacağım gibi, bir sosyal ilişkidir. Ölüm
belki de bu korkudan ibaret bir şey gibidir.
İdealizm-materyalizm
ikilemini tutarlı ve açıklayıcı bulmuyorum. Uygarlıksal karaktere sahip bu
ikilemin yaşamı izahının değeri yoktur. Geliştirmek istediğim yorum için bu
ikilemin hakikatle ilişkisinin sınırlı olduğunu belirtiyorum. Benzer biçimde
canlı-cansız kavramları da yaşam konusunda açıklayıcı olmaktan uzaktır.
Hakikat 1: Yaşamı kavramak
isteyen insan dışında, her canlı-cansız varlık sadece kendi anlarını
yaşayabilir. Bir kurdun kaptığı kuzu ile bir kara deliğin yuttuğu galaksi belki
de aynı evrensel kaderi paylaşmaktadır. Bu bile yaşamı kavramak için bir sır
değerindedir sadece.
Hakikat 2: Yavrusu için kendini
paralayan canlıyla atom-altı parçacıkların inanılmaz hızda diyalektik
oluşumları gerçekleştirmesi de aynı evrensel kuralın gereği olarak
işlemektedir.
Hakikat 3: İnsan toplumunda bu
evrensel kural kendini sorgulama durumuna erişmiştir: Ben kimim? Bu soru
evrensel kuralın ilk defa kendini dillendirmeye çalışması sorusudur.
Hakikat 4: “Ben kimim?”
sorusuna yanıt, evrenin nihai amacı olabilir.
Hakikat 5: Canlı-cansız tüm
evrensel yaşam belki de “ben kimim?” sorusuna erişim sağlamak içindir.
Hakikat 6: “Ben benim, ben
evrenim, ben öncesi-sonrası, yakını-uzağı olmayan zaman ve mekanım!” cevabı
nihai amaç olabilir.
Hakikat 7: Fenafillah, Nirvana,
Enel-Hak mutlak bilgelikleri insanın toplumsal yaşamının temel amacını
açıklamış olabilir veya toplumsal yaşamla ilgisini ortaya koyabilir.
Bu yedi hakikatle
yaşamı tanımlamış olmuyorum. İlgi alanını araştırıyorum, araştırmak istiyorum.
Yaşam yaşanırken anlaşılmaz. Anlamla yaşam arasında bu yönlü bir çelişki
vardır. Bir aşık maşukla iken aynı zamanda anlamın bittiği yerdedir. Mutlak
anlayabilmek mutlak yalnızlıkla, yani maşuksuz olmakla mümkündür. Ya yardan ya
serden olmak deyişi, fiziki anlamda değil de metafizik anlamda bu gerçeği ifade
etmek ister. Mutlak yalnızlığa dayanabilmek, mutlak’ı anlamaya yatkın olmakla
mümkündür. Mutlak yalnızlık ancak sadece anlam gücü haline gelindiğinde, yani
maddi güç ilişkisi olmaktan çıkıldığında gerçekleşebilir. Varlık-yokluk ikilemi
anlam-madde ikilemine benzer. Her iki ikilem de bir soyutlama olup gerçekte
yaşanmaz. Yaşam büyük ihtimalle bu ikilemin sonsuz düzenlenme kabiliyetidir.
Düzenlenme aralıkları kaos anları olarak ölüm gibi gelse de, yaşamın
gerçekleşmesi için zorunlu gibi görünmektedir.
Bu kısa çözümlemede
yaşamın neden tam tanımlanamayacağını sınırlı da olsa anlatmaya çalıştım:
Yaşamın mutlak tanımı mutlak yalnızlığı, hiçliği, maddesizliği gerektirir ki,
bu da sadece bir soyutlama düzeyinde kaldığı için, gerek yaşam gerekse onun
anlamına erişim ancak ikilemli ve izafi olarak gerçekleşebilir.
b- Toplumsal
Yaşam
Toplumsal yaşam çok
basit bir kavram olmasına rağmen, tüm bilimlerin temel kavramı olarak
açıklanması gereken bir kavramdır. Çok kullanılmasına rağmen, sanıldığının
aksine, anlamına erişilmemiş bir kavram durumundadır. Sosyal yaşamın ne
olduğunu bilmiyoruz. Bilseydik, hegemonik sistemler altında lime lime edilen
sosyal yaşamımızın amansız savunucuları olurduk. Sosyal yaşamda bilgelik değil
cehalet egemendir. Zaten hegemonik yaşamın karşı kutbunda cahilce yaşam
geçerlidir. Toplumsal yaşamların üstünde cehalet perdeleri gerilmeden hegemonik
sistemler sürdürülemez.
Yaşamın izafi
karakterini göz önüne getirerek sosyal yaşamı tanımlamaya çalışacağım.
Öncelikle tekdüze, sınırsız, her yerde benzer sosyal yaşamlar yoktur. İzafi
yaşam demek biricik, tekil yaşam demektir. Tekillik, bilindiği ve bilinmesi
gerektiği gibi, evrenselliği reddetmez. Ne salt tekillik vardır, ne de salt
evrensellik. Tekillik-evrensellik, anlam-madde kadar geçerli bir ikilemdir.
Tekil olmadan evrensellik gerçekleşmez. Her tekil de evrensel olmadan
yaşayamaz. Daha anlaşılır olması için bir örnek sunabilirim: Yüzlerce farklı
gül birer tekildir. Fakat tüm bu güllerin gül olarak adlandırılmalarını
gerektiren ortak bir yanları vardır. Bu ortak yan evrenseli ifade eder. Tüm
evren çeşitlemesinde bu kural işler.
Savunmamın ilgili
bölümlerinde sosyal yaşamı tarihselliği ve çeşitliliği içinde sunmaya
çalıştığım için tekrarlamayacağım, hatırlatmakla yetineceğim. Afrika’nın
doğusunda yaşadığı varsayılan ve yaklaşık iki yüz bin yıl öncesine dayanan,
ondan sonra bir anadan doğduğu ve elli bin yıl öncesinde simgesel dile
kavuştuğu sanılan, yirmi bin yıl önce Toros-Zagros eteklerinde son buzul
döneminin sona ermesiyle birlikte tarım öncesi toplumdan çıkıp yaklaşık on beş
bin yıl öncesinden itibaren kabilesel tarım ve toplayıcılık-avcılıkla iç içe
bir sosyal yaşam düzenine geçtiği genel kabul gören Homo Sapiens (Düşünen
İnsan) öykülemesi önemli gerçeklik payı taşımaktadır. Tarım-köy toplumu olarak
gelişen bu yaşam tarzının üzerine beş bin yıllık bir dönemle merkezi uygarlık
eklendi. Tarım-köy toplumu ile şehir-ticaret-zanaat ve sanayi toplumu
diyebileceğimiz bir ikilemle günümüze kadar etkili olan hegemonik bir yaşam
kültürünün gelişimini kalın çizgiler veya dönem-döngüler halinde anlatmaya
çalışmıştım. Bu hegemonik kültürün son beş yüz yıllık Avrupa aşamasını da bundan
önceki bölümde sundum. Açık ki oluşumu ve olgunlaşmasıyla, hatta yapısal
bunalımlarıyla bu kültür esas olarak Ortadoğu toplumunun damgasını
taşımaktadır. Anlamını sunmaya çalıştığım kültür, toplum budur. Tekillikleri
çok olsa ve en önemli bir tekilini Avrupa modernitesi teşkil etse de, tekiller
tekili anlamında bir soyutlama, kategorileştirme dönem ve mekan itibariyle her
zaman mümkündür.
Bir tekil olarak
toplum hali, insan türünün yaşamını belirler. Afrika’daki insan yaşamı ile
Ortadoğu’daki insan yaşamı arasındaki farkı, tekilliği bu toplum hali belirler.
Irk veya diğer fiziksel özellikler belirleyici değildir. Hızla ölmezse,
toplumsuz insan bireyi yalnız bilge insana değil, işaret dili ile konuşan
hayvanlara da yakın bir tür olabilir. Toplumsuz insan anti-insandır. Bir insanı
toplumun dışına atmak, toplumsuz kalan insan olmak uğranılacak en büyük
cezadır. İnsan tüm gücünü toplumdan alır. En gelişkin bilimler ve bilgelerin
düzeyi toplumla bağlantılıdır. Toplumsal yaşamı basit fiziksel nicelikler ve
görüngüler olarak değerlendirmek pozitivizmin insana en büyük ihanetidir. İnsan
toplumu düzeyine gelebilmek ancak evrensel bir hamle olarak anlam bulabilir.
Evrensel hamle olarak
toplumsal yaşamın temel karakteristik özelliklerini sıralayalım.
1- Tarih olarak toplum. İnsan topluluklarının
milyonlarca yıl süren, zorlu mekanlarda çok acılı geçen ve büyük mücadele
isteyen çabaları sonucunda daha gelişkin tekil topluluklar oluşturulmuştur.
Bazı mekanlar ve dönemler toplumsal sıçramalarda belirleyici olmuştur.
2- Tarih olarak toplum zeka düzeyini
gerektirir. İnsan türünün zeka düzeyi toplumsallığını belirlemiştir.
Toplumsallık da bu zeka düzeyini zihniyet halinde çalışmaya, gelişmeye
zorlamıştır. Toplumsal doğa zihniyet düzeyi gelişkin esnek bir yapı arz eder.
3- Dil toplumsal zihniyetin sadece aracı değil,
aynı zamanda yapılandırıcı bir unsurudur. Dil bir toplumu var eden temel
özelliklerdendir. Kolektif zeka aracı olarak toplumsal doğanın esnekliğini çok
hızlı geliştirir.
4- Tarım devrimi toplumun maddi ve manevi
kültüründe tarihin en köklü devrimidir. İnsan toplumu esas olarak tarımın
etrafında şekillenmiştir. Tarımsız toplum düşünülemez. Tarım sadece beslenme
sorununun çözümünü sağlamakla kalmaz; zeka, dil, nüfus, yönetim, savunma,
yerleşme, din, teknik, giyim, etnik yapı başta olmak üzere, temel maddi ve
manevi kültür araçlarında köklü dönüşüm ve gelişmelere yol açar.
5- Kadın toplumsal sürekliliği sağlamada en
yoğun çabanın sahibi olduğundan, erkeğe nazaran toplumsallıkta daha başat rol
oynar. Doğum, çocukların büyütülmesi ve savunulması toplumsallığın anacıl
doğrultuda gelişmesini sağlar. Toplum ağırlıklı olarak ana-kadın kimliğini
taşır. Dilin ve dinin kökeninde dişil öğenin varlığı bu gerçekliği doğrular.
Tarım-köy toplumunda kadının kimliği ve sesi gücünü korumaya devam eder.
6- Toplumsal doğa özde ahlaki ve politiktir.
Ahlak toplumun kural düzenini, politika da yönetimini belirler. Ahlak toplumun
düzen ve kalıcılığını sağlarken, politika yaratıcı gelişimini sağlar. Ahlaksız
ve politikasız toplum düşünülemez. Ahlaki ve politik düzeydeki aşınma her türlü
kölelik ve eşitsizliğin gelişimi ile iç içe yaşanır.
c- Toplumsal
hiyerarşi ve devlet
Kadın etrafında
organik olarak sağlanan toplumsal otoritenin avcı toplumun gelenekleri ile hile
ve zorbalıkta büyük güç kazanmış erkek tarafından ele geçirilişi hiyerarşik
düzenin temelidir. Hiyerarşik düzen toplum yaşamına zorbalık ve hilenin
girmesini beraberinde getirir. Hiyerarşi esas olarak hileciliğin temsilcisi
rahip, zorbalığın sahibi asker ve toplumsal tecrübenin sahibi yaşlı erkek
tarafından temsil edilir. Ana-kadınla aralarında ilk büyük sosyal mücadele
dönemi başlar. Proto-uygarlık döneminde otorite büyük oranda erkek
hiyerarşisine geçer. Devlet hiyerarşik yönetimin kent toplumunda kurumlaşması
ile başlar. Toplumlarda hiyerarşik ve devletçi kesimlerin gelişimi ile ahlaki
ve politik düzen bozulur. Toplum karşıtı gelişmeler hız kazanır. Bunlar şöyle
sıralanabilir:
1- Kent toplumu: Kent toplumunun
tarım toplumu ile ticaret ve zanaat temelinde giriştiği işbölümü sonucunda
karma bir toplumsal gelişmeye yol açılırken, hiyerarşik ve devletçi kesimin
üstte kurumlaşması ve yaşanan anti-toplumsal gelişmeler kentle birlikte hız
kazanır. Toplumsal çelişki ve problemlerin temelinde bu anti-toplumsallık
yatar.
2- Sınıflı toplum: Hiyerarşi ve devlet
kurumlaşmasının yoğunluk ve yaygınlık kazanması toplumun ikiye yarılmasına yol
açar. Sınıflılık karakteri toplumsal doğanın yabancılaştırıcı unsurudur.
Toplumun aleyhinde her düzeyde ideolojik ve örgütsel bir saldırı geliştirir.
Hiyerarşi ve devlet doğal toplumun yerine yalanı ve zorbalığı geliştirilmiş
yapay sınıflı toplumu ikame eder. Mitolojik, dinsel, felsefi ve bilimsel
geleneklerde ahlaki ve politik toplumun aleyhinde çarpıtma ve karartma
söylemini geliştirir.
3- Sömürgen toplum: Hiyerarşi ve devlet
kurumu, esas olarak toplumların değer birikimi üzerine kurulur. Kısmen
hissedilen yönetim ihtiyacını savunma ve korunma ihtiyacı ile bütünleştirip,
karşılığında giderek adaletsiz bir hal alan toplumsal değer gaspını
gerçekleştirir. Bunda hem zor hem de ideolojik araçlar birlikte işlev görür.
Sömürge toplumlar sömürünün sağlandığı biçim ve alanlara bağlı olarak ticari,
sınai ve finansal bölümlere ayrılır.
4- Savaşçıl Toplum: Toplumsal değer
gaspının ikna yerine zorla sağlandığı biçimlerdir. Savaş toplumsal yaşamdaki
yabancılaşmanın en aşırı ve vahşi biçimidir; toplumsal doğayı derinden yaralar
ve sakatlar. Bu durumda toplumların korunma refleksleri gelişerek,
yabancılaştırıcı savaşa karşı toplumsal varlığı koruyucu öz savunma savaşı biçimini
alır.
d- Toplumsal
kimlik
Toplumsal tekillikler
zengin bir bileşime sahiptir. Tekillikler kendi içinde çok sayıda tekillikler
tekili kategorileri oluşturur. Toplumları tek kimlikli olarak görmeye çalışmak,
yabanlaştırıcı öğeler olan hiyerarşik ve devletsel düzenlerden kaynaklanır. Kapalı
katı kimlik anlayışı bu düzenlerin dayatmasıdır. Ulus-devlet bu düzenin en
gelişmiş biçimidir. Kimlikler toplumsal formlardır. Toplumun gelişme
özelliklerine denk gelirler. Diğer kimliklerle sentezlenmeye açıktırlar.
Kimliksiz toplum olmaz. Kimlik de en az ahlak ve politika kadar varoluşsaldır.
Çoklu alanlara sahip toplumsal kimliklerin en belli başlı olanlarını şöyle
sıralayabiliriz:
1- Kabile ve aşiret kimlikleri: Toplumların ilk
gelişme kimliği kabileler biçimindedir. Klana kimlik demek zordur. Çünkü klan
henüz farklılaşmanın başlangıcındadır. Fakat klanı proto-kimlik, ön kimlik
olarak tüm kimliklerin ana hücresi, ailesi gibi değerlendirmek mümkündür.
Kabileler ve kabileler birliği olarak aşiretler toplumsal yaşamın en dayanıklı
kimlikleridir. Anti-toplumsal güçlere rağmen, zayıflamış kabile ve aşiretler
çağının bir nevi sivil toplum görünümünde oluşması kaçınılmazdır. Çünkü
toplumlar klansız ve ailesiz olamayacağı gibi, kabilesiz ve aşiretsiz de
olamaz.
2- Kavimsel kimlikler: Tarih boyunca ortak
bir dil ve kültür kökenine dayalı aşiretlerin daha üst düzeyde gelişmiş
biçimlenişi olarak gelişirler. Ağırlıklı olarak ortak bir mekanı kendileri için
yurt, vatan olarak geliştirirler. Yurt, vatan en doğrusu kültür olarak anlam
bulması gereken kavramlardır. Her toplum kavim düzeyine varmak durumunda
değildir. Kavimler içinde çok sayıda başka klan, kabile, aşiret, hatta kavim
yaşayabilir. Homojen kimlik anlayışı ulus-devlet faşizminin bir dayatmasıdır.
3- Ulusal kimlik: Kavim kimliğinin
istikrarlı ve sürekli bir yönetim biçiminde yaşaması halinde oluşacak kimliğe
ulus veya ulusal kimlik demek mümkündür. Ulusun ağır basan yanı öz iradesiyle
kendini yönetebilmesidir. Yönetimin demokratik veya devletçi biçimlerde
gelişmesi mümkündür. Başka ulusların, daha doğrusu devletçi yönetime sahip
ulusallıkların yönetimi altında olan halklara, kabileler toplamına ulus değil
köleler denilir. Sömürge toplumlarda tek ulus adına homojenlik sağlanıp, başka
uluslara ve hatta alt birimlere özgür ve eşit yaşama şansı verilmez. Demokratik
sistemler çoklu kimliklere imkan tanımalarıyla anti-toplumsal sistemlerden
ayrılırlar.
e- Toplumsal
kutsallar
Kutsallık kavramı
büyüleyici, mucizevi, olağanüstü olanın toplumcu tanımlanmasıdır. Kutsal olan
toplumun kendisidir. Ama toplum bunu bilimsel bilinçle değil de dinsel,
mitolojik dediğimiz bilinç biçimleriyle karşılar. Toplum aslında kendini
tanımlıyor. Dinsel ve mitolojik bilinçle tanımlamakla bilimsel bilinçle
tanımlamak arasında kıyaslama yapmak öğretici olabilir. Bilimin kökeninde
mitoloji, din ve felsefenin yattığını unutmamak gerekir. Toplumun zihin
faaliyeti, ister kutsal ister pozitif olsun, hep kendini tanımlamaya
yöneliktir. Bazı önemli kutsallıklar şunlardır:
1- Tanrısallıklar: Üç büyük din de
nesnel idealizmde evrensel olanın karşılığıdır. Hegel’de mutlak tin (Geist)dir.
K. Marks’ta komünizmdir, milliyetçiliklerde ulus-devlettir.
Tanrısallığın sosyal
bilimdeki anlamı toplumsal kimlikle bağlantılıdır. Toplumsalın en üst soyutlama
olarak kavramsallaşmasını karşılayabilir. Allah’ın büyüklüğünün toplum dışında
bir anlamı yoktur. Allah ancak toplumla var olabilir. Toplum onu ister tüm
evren olarak karşılasın, ister içinde bir inanç olarak beslesin, fark etmez.
Felsefede bunun temsili nesnel ve öznel idealizmdir. Bilimde ise yalnızca nesne
ve özne olarak kalır. Bu yöntemle her şeyi nesne ve anlam olarak Tanrı
(Allah)’dan çıkarsamak mümkündür. Bilim diliyle ifade edersek, insanın anlam
düzeyi toplumsallığıyla orantılıdır. İnsanın anlam gücü toplumsal
gelişkinliğiyle belirlenir. Kapitalist liberalizmin dayattığı toplumdan kopuk
birey anlamlılığı tam bir mitolojik yalandır. Birey toplumdan kopuk olarak ancak
bir maymun sürüsünün üyesi kadar anlamlılık ve zihniyet gelişkinliğini
yaşayabilir.
2- Peygamberlik: Toplumsal
kutsallığın ikinci halkasıdır. Gaipten haber verme, tanrının elçisi olma gibi
sıfatlarla tanımlanmaya çalışılır. Üst rahipler sınıfıyla aynı kategoriyi
paylaşır. Felsefedeki karşılığı filozof iken, bilimdeki karşılığı ise
akademisyendir. Üst düzey aydınlar da aynı kategoriyi paylaşır. Hepsinin ortak
özelliği, toplumsal anlamlılığı en üst düzeyde açıklayan bir konumda
olmalarıdır.
Toplumun bu anlam
konumlarını böylesine üst düzeyde değerlendirmesi özünde kendi varlığını
seslendirdikleri içindir. Onlar toplumun aynası, vicdanı konumundadırlar.
Toplum onların şahsında özünde kendini kutsamaktadır. Kutsamanın kendisi
değerlenmek, yüceleşmek, anlamlanmak, güzelleşmek olarak da tanımlanabilir.
3- Bilgelik, ozanlık: Üçüncü sırada bir
kutsama halkasıdır. Aynı işlevi görürler. Toplumun değer, anlam, söz
taşıyıcılarıdır. Ahlaki ve şiirsel duruşu ifadelendirirler. Toplumsal
değerliliğin söz ve sanat temsilcileridir. Toplumsal anlamlılığı en yoğun
yaşama ve ifade etme ayrıcalığına sahiptirler.
4- Kutsal eşyalar, fetişler: Toplumun yaşamasına,
ayakta kalmasına ve hamle yapmasına en çok katkısı olan nesneler
kutsallaştırılır. Kutsallığın nesnelere geçmesi, toplum için hayati bir
ihtiyacı giderme değerini ifade etmesinden ötürüdür. Bir nesne ne kadar
değerliyse, fetişleştirilmişse, o denli kutsallık payı taşır. Örneğin buğday,
zeytin, koyun, inek, at vb. gibi.
f- Toplumsal
hakikat ve yitimi
Toplumsal doğalar
zihinsel yanı gelişkin esnek doğalardır. Anlam yüklüdürler. Genelde
canlılardaki anlam yükü cansızlardakinden fazladır. En basit atom parçacığından
en karmaşık bileşimlerine doğru bir anlam artımı söz konusudur. Anlam artımının
özgürlükle ilişkisi vardır. Enerji-madde ikilemindeki katılaşmış maddi parçacık
denilen yan hep anlamı engellemekle yükümlüdür. Tıpkı duvar gibi. Duvar
içindekileri korur, ama aynı zamanda hapseder. Evrende bu ikilem her olguda
vardır. Duvar bazen tam bir savunma aracı olurken, bazen de hapishane aracı
halini alır. Madde kısmının bu yönlü bir özelliği hep vardır. Toplumsal doğada
(evrende, maddede) çok gelişkin bir anlam birikimi bulunmaktadır. Toplumsal
örgüler, organlar, yapılar, sistemler özünde anlamca belirlenirler. Anlamını en
iyi dile, söze, yapılanmaya kavuşturan toplumlar en gelişmiş toplumlar tanımına
kavuşurlar. Bunlar özgürleşme düzeyi gelişkin toplumlardır. Özgür toplumlar
kendilerini anlamlandıran, dillendiren, konuşturan, ihtiyaca göre çok yönlü
yapılandıran toplumlardır. Özgürlükten yoksun toplumlar ise tersine dillerini
geliştirememiş, açıkça konuşturamamış, kendilerini çok yönlü yapılandıramamış
toplumlardır.
Bu tanım çerçevesinde
çağlar boyunca toplumsal anlamı, hakikat gelişimini değerlendirmek sosyal
bilimin özüdür. Hakikat, esasta çağlar boyunca gelişen toplumsal anlamlılığın
insan bilincine çıkmış halidir. Kendini mitolojik, dinsel, felsefi, sanatsal ve
bilimsel yollarla ifadeye kavuşturma işine hakikati araştırma, dile getirme işi
diyebiliriz. Toplumlar sadece hakikat örgüsü değildirler, aynı zamanda açıklama
gücüdürler. Hakikatini açıklayamamak en ağır kölelik, asimilasyon ve soykırım
durumunu ifade eder ki, bu da bir nevi varoluştan kopma ve gerçeklik olmaktan
çıkma durumuna düşmek demektir. Hakikatsiz toplum, hatta birey anlamsız
kılınmış, başka öznelerin hakikati içinde erimiş ve kimliğini yitirmiş varlık
anlamına gelmiş, daha doğrusu anlamsızlaşmış varlık haline uğramış demektir. Bu
durumda anlamla hakikat arasında sıkı bir ilişki vardır. Anlam bir nevi
hakikatin potansiyelidir. Bu potansiyel dile geldikçe, özgürce konuşulup
yapılandırıldıkça hakikat haline erişilmiş olacaktır.
Hep ‘içimdeki
hakikat’ demek hep ‘içimdeki konuşamayan çocuk’ demektir ki, bu durum en kötü
toplumsal durumu, birey haline düşmüşlüğü ifade eder. Toplumsal anlamlılıklar
(mitolojik, dinsel, felsefi, sanatsal, bilimsel yöntemlerle) hakikat haline
gelmedikçe, bu aşamaya ve aktifliğe (potansiyelden entellegyaya) erişmedikçe
yaşamsallık kazanamazlar. Çocukluktan kurtulamamak Ezop dilini aşamamak
demektir ki, bu durum da hakikat haline erişememeyi ifade eder. Baskı altına
alınmış toplumsal gerçeklikler bu durumu yoğunca yaşarlar. Hakikat açısından
toplumsal gerçekliğe baktığımızda, ancak bu gerçeklikler (toplumsal doğalar, yapılar)
herhangi bir hakikat yöntemiyle (mitolojik, dinsel, sanatsal, felsefi ve
bilimsel) dile geldikçe, aktifleştikçe, yeniden örgütlenip yapısallaştıkça
anlamlı toplumdan hakikatli topluma erişeceğimizi görürüz. Toplumsal çağları
hakikat açısından gözlediğimizde şunları belirtebiliriz:
1- Toplumsal klanlar çağı: Bu çağda karmaşık
bir anlam kazanamamışlıktan ötürü klan topluluklarında hakikatler çok sınırlı
bir kapsamda, gelişmemiş bir dille, bazen sözel anlatımlar ve çoğunlukla beden
diliyle ifade edilirler.
2- Tarım-köy toplumu çağı: Barınma, beslenme,
giyinme, üreme ve korunma konusunda daha karmaşık bir yapısallık yaşandığından,
anlam kapasitesi çok artmış toplumsal gerçeklikler söz konusudur. Anlam
kapasitesine denk gelen bir hakikat çağı gelişmeye başlar. Özellikle ana-kadın
etrafında gelişen mitolojik, dinsel ve sanatsal bir hakikat çağı (şişman
ana-kadın heykelcikleri çağı) tüm kutsallığıyla sahneye çıkar. Diller gelişir.
Mitolojik, dinsel ve sanatsal ifade gücü, orijinal değeri yüksek bir çağı başlatır.
Prehistoryanın en görkemli çağıdır. Toplumun ilk defa kendini kutsal hakikatler
halinde (mitolojik, dinsel, sanatsal yöntemlerle) açıkladığı çağdır. İnsanlık
halen bu dönemin mirasını yemektedir. Felsefi bilgelik ve tıbbi bilim başta
olmak üzere, diğer iki hakikat biçimi de bu çağda temel kazanmıştır. Kadın
bilgeliği ve tıbbı bu dönemin etkin hakikatleri olarak yaşamda önemli yer
bulmuşlardır. Kadın-tanrıçalığın bu çağda egemen olmasının nedeni, kadının beş
önemli hakikat alanında kazanmış olduğu güçten ileri gelmektedir. Bu güç
kazanmanın altında şüphesiz tarımı ve ev ekonomisini geliştirmede başat rol
oynaması yatmaktadır.
3- Şehir ve uygarlık toplumu çağı: Şehirleşmeyle
birlikte artan toplumsallaşma diyalektik gereği zıddını da geliştirmiştir. Bu çağda
diyalektik zıtlık toplumsal sınıflaşma ve devleti doğurmuştur. Bir toplumsal
sapma olarak gelişen sınıfsallık ve devletleşme, toplumsal hakikat konusunda
derin bir yarılma ve bölünmeye yol açmıştır. Yarılma ve bölünmeler şiddet
içeren zıtlıklar temelinde oluştuğundan, hakikatlerin şiddetle bastırılması
çağı da başlamış olur. Somutta bu durum kendini hakikatler savaşı olarak da
açığa vurur.
Hakikatlerin sınıf ve
devlet anlamını yüklenmesi tarihin özü haline indirgenmiştir. Tarih nasıl ve
hangi yöntemle ifade edilirse edilsin, sınıf ve devlet damgasını taşıyacak
biçimde inşa edildi, yazıldı. Toplumsal gerçekliğin, dolayısıyla toplumsal
hakikatin yarılması her türlü yabancılaşmanın temelidir. Yabancılaşma,
toplumsal anlamın saptırılmasına bağlı olarak hakikatinin de gerçeği ifade
etmekten alıkonulmasıdır. Hatta gerçekliğin tersyüz edilmiş olarak ifade
biçimlerine taşırılmasıdır. Toplumsal bireyin köklü yabancılaşması tarihteki en
büyük kötülüktür. Toplumsal yabancılaşma tarihsel ihanet olarak da yorumlanabilir.
Yabancılaşma her düzeydedir. Toplumun tüm maddi ve manevi kültürel alanlarını
kapsar. Emek yabancılaşması zihniyet yabancılaşmasıyla birleştirildiğinde,
hegemonik uygarlık sistemi kendini sürdürebilir. Dolayısıyla sınıflı, devletli
toplum sistemi olarak uygarlık çağı, ancak toplumsal alanların derinliğine
yarılması ve yabancılaşması temelindeki gerçekleşme olarak tanımlanabilir.
Uygarlık
toplumsallığı bölünmüş ve sürekli çatışmayı mümkün kılan bir gerçekliktir.
Derin bir hakikat arayışı, çatışması olarak da kendini var kılar. Sömürü ve zor
tekelini elinde tutan tahakkümcü güçler, toplumsal hakikati bastırıp
çarpıklaştırdıkları oranda ezilen ve sömürülen gruplar, bireyler ve halklardan
oluşan toplumlar inşa ederler. Bu kesimler anlamını, dolayısıyla hakikatini
kaybetmiş yığınlar, sürüler halinde güdülürler. Sözü edilen kesimler ancak
hakikatlerini yitirdiklerinde güdülmeye elverişli konuma gelebilirler. Uygarlık
tarihi dar anlamda bu güdülenimin hem anlam hem de hakikat olarak inşa edilip
sürdürülmesinin tarihidir.
g- Toplumsal
hakikat
ve
yabancılaşma biçimleri
Toplumsal gerçeklik
gerek kendi içinde gerek dışında baskı ve sömürüye alan bırakmadıkça, anlam ve
hakikatinin özgür gerçekleşiminden bahsedilebilir. Bu durumda anlam ve hakikat
özgürdür. Özgür olmak, anlamlı ve hakikatli olmakla mümkündür. Özgürlüğü olmayanın
kimliği, dolayısıyla anlamı ve hakikati de olmaz.
Doğal koşullardan
kaynaklanan tehditlerle (kıtlık, vahşi hayvanlar, iklimsel zorluklar, bulaşıcı
hastalıklar) bollukların (bol yiyecek taneleri, meyveler, av hayvanları,
elverişli iklimler, güvenlikli ve sağlıklı ortamlar) egemen olduğu koşullardaki
hakikat biçimleri ile toplumsal baskı ve sömürünün sürdürüldüğü toplumlardaki
hakikat biçimleri farklı oluşur. Ana hatlarıyla bu biçimleri şöyle
sıralayabiliriz:
1- Henüz toplumsal tahakkümün (hiyerarşi ve
devlet) gelişmediği koşullarda hakikatin başlıca ifade biçimleri mitoloji, din
ve sanatlardır. Hakikati açıklamada felsefe ve bilimin payı sınırlıdır. Ağır
basan ifade biçimi ise mitolojidir. Mitoloji bilindiği üzere söylence, efsane,
masal, öykü biçimindeki anlatılardır. Mitolojilerde mutlaka bir hakikat
gizlidir. Daha doğrusu, mitoloji hakikatin bir söylem biçimidir. Uygarlığa
batırılmamış din de mitolojiye göre inanç yanı daha ağır basan, hakikat
değerliliğine kesinlik katan bir biçimdir. Din kesin olduğuna inanılan
mitolojilerdir. Dinin inanç ve yargılarında hakikatle eşitlenme, özdeşleşme
vardır. Bilgelik (felsefe) ve bilim mitoloji ve dinin ağır etkisini taşır.
Sanat bir hakikat biçimi olarak dinsel ve mitolojik zihniyetle sıkı bağ
içindedir. Müzik ve çizim olarak anlamı ifadelendirmek ister. Müzik, resim ve
heykele yüklenen anlamı araştırmak önemli bir hakikat çalışmasıdır. Önemli olan
müziğin, resmin, heykelin kendisi değildir; ifade ettikleri anlam ve hakikat
olarak değerleridir.
Mitoloji ve dinin
dilinin şiirselliği esastır. Dilin kendisi doğuşundan itibaren uzun süre
şiirsel anlatımlıdır. Dolayısıyla şiirle hakikat arasında sıkı bir ilişki
vardır. Şiir tahakküm tanımayan eski özgür toplumun dili ve hakikatidir. İlk
ozanlar bilgelerden, peygamberlerden önceki hakikat açıklayıcılarıdır. Bir
toplumun dilinin şiirselliği ve ozan anlatımlı gücü, o toplumun ne denli özgür
ve anlamlı bir toplumsal gerçekliğe sahip olduğunu gösterir.
2- Sınıflı ve devletli toplum sistemi olarak
uygar toplum hem kendi içinde hem dışında tahakküme uğradığı ve yarıldığı için,
anlam ve hakikat olarak da parçalanır. Mitolojik ve dinsel anlatıma tahakküm
karıştığından hakikat yabancılaşır. Yabancılaşma uygar toplumun özüne,
varlığına ilişkindir; sadece söyleme dayanmaz. Tahakküm örgütlenmeleri
içerdikleri anlamları hakikat olarak sunduklarında, toplumsal yaşam
paradigmaları köklü değişimler geçirir. Toplumda çelişkili yaşam ve ona yön
veren paradigma biçimleri oluşur. Yabancılaşma hakikati kemirerek, yontarak,
eriterek yaşanır. Yabancılaşmanın hakikat olarak değeri çarpıtılma, bastırılma
ve karartmaların kabulü için girişilen çabalar sonucunda sürekli azalır.
Savaşılacak bir hakikati kalmadığında, yabancılaşmayı yaşayan toplum anlamsız
bir yapılar yığını haline gelir. Söz konusu yapılar toplum için sadece bir
yüktür; bir nevi toplumsal hastalıktır. Tutuculuk, softalık, faşizm biçiminde
patolojik adlarla anılır. Yabancılaşma hastalık halindeki toplumsal gerçeklik olarak
artık anlamsızdır. Anlam yitimi en tehlikeli toplum halini yansıtır.
Toplumsal doğasında
hakikatin yaşadığı yarılma ve çatışmalar uygarlığın bütün biçimlerinde
izlenebilir. Mitoloji ve dinin hakikat değeri düştükçe, anlamlı ve canlı şölen
havasında tapınılan tanrıça ve tanrılar yerlerini değerden düşmüş putlara
bırakırlar. Görkemli, kutsal, mükafatlandıran tanrıça çağından cezalandıran,
kullaştıran tanrı çağına geçilir. Aslında toplumsal dönüşüm (komünal toplumdan
sınıflı topluma) kendini hakikatte böyle ifade etmektedir. Sümer toplumunda bu
dönüşüm çok canlı olarak izlenebilir. Ayrıca tanrılar arasında da savaş çıkar.
Dionysosçu gelenek, tarımsal komünal toplumun hakikati olarak kendini
yansıtırken, Zeusçu gelenek bu toplumun ilk yarılmaya ve dönüşüme uğramış
tahakkümcü kesiminin hakikati olarak yansıtılır. Bu gelenekler çatışması bile
orijinal anlamını Sümer toplumunda bulur. Bu iki gelenek, çağ sanatlarında
çarpıcı olarak yansıtılır. Tanrıça çağı İsa’nın anası Meryem’e kadar yansısını
sürdürür. Kapitalizmin hakim sistem haline gelirken, tanrıça çağının son
temsilcileri olan ‘cadı kadın’ları yakarak modernitesini inşa etmesi son derece
düşündürücü ve öğreticidir.
Uygarlık çağında
felsefe ve bilim, hakikatin ifade biçimleri olarak önem kazanırlar. Bunda
hakikat arayışı ve mücadelesi temel rol oynar. Mitolojik ve dinsel anlatımla
kendini eskisi kadar gizleyemeyen maskeli tanrı-kralların yerini metafizikle
örtünmeye çalışan sistemler alır. Metafizik, nesnel idealizm olarak tek tanrılı
dinlerin yetmezliğe düşmesi sonucunda hakim uygarlık sistemlerinin öznelliği
olarak geliştirilir. Tanrı yerine hakikat olarak ‘idea’lar ikame edilir.
İdealizm, devletleşen tanrı olarak daha çok hakikatmış gibi sunulur. Bu nedenle
idealizmle yabancılaşma arasında sıkı bir ilişki vardır. Toplumsal hakikatler
tanrılarla değil, idealarla ifade edilmeye çalışılır. Toplumsal hakikatin
aşınıma, erimeye ve çarpıtılmaya uğraması idealizmle önemli bir aşama kaydeder.
Hegemonik iktidar ve
sömürü sistemi olarak uygar geçinen sayısız devlet, gittikçe daralan toplumsal
anlamlılığını gizlemek için abartılı, süslemeli ve heybetli sanatsal
biçimlenişlere de ağırlık verir. Örneğin Roma ve Grek uygarlığı mimari, heykel,
müzik, mozaik alanında hakikat olarak böylesi bir sunuma çok büyük önem vermiştir.
Sistem kendini ne kadar abartılı sunarsa, toplumsal anlamı (sömürülen ve
ezilenlerin gerçeğini) o denli gizlemeye, çarpıtmaya çalışır. Bilim, felsefe ve
sanat, mitolojik ve dinsel çağda olduğu gibi iktidara bağlanır,
devletleştirilmeye çalışılır. Dolayısıyla toplumsal yarılmaya karşılık gelen
bir bilim ve felsefi mücadele süreci yaşanır. Anlam yitimine karşı direndikleri
oranda bilim ve felsefenin hakikati ifade etme güçleri de artar. İktidar ve
devlet sahiplerinin emrine girdikçe dogmalaşıp hakikatle bağını yitirir,
yabancılaşmanın bir söylem aracı olarak rol oynarlar. Hakikatle bağını yitiren
mitolojik ve dinsel ifadelere karşı hakikat ifadesi olarak gelişen bilim ve
felsefe, toplumun kendisi için değil, baskı ve sömürü tekellerinin çıkarı için rol
değiştirdiğinde, tıpkı eski mitolojik ve dinsel yabancılaşmalar gibi dogmalaşıp
hakikatle olan bağlarını yitirme sürecine girerler. Sanatlarda da benzer
süreçler yaşanır. Hakikatle bağını yitiren sanatlar abartılı duruma düşerek ve
minimalize olarak toplumsal gerçekliği ifade etmekten uzaklaşırlar.
Uygarlık çağında
tahakküm nedenli toplumsal sorunlar, hakikatin bütün ifade tarzlarında kendini
sorgulamayı ve çözüme kavuşturmayı dayatırlar. Hakikat sorunlarının kaynağı
toplumsal olduğu kadar, çözümleri de toplumsal bilim kapsamındadır.
Toplumsallıkla bağını yitiren bilimin yabancılaşması, dolayısıyla hakikatle
bağını yitirmesi kaçınılmazdır. Kendini hakikatin tüm yöntemlerinde
yetkinleştirmiş toplumlar, sorunlu olmaktan ve yabancılaşmadan kurtulmuş, eşitlikçi,
özgür ve demokratik (ahlaki ve politik) toplumlardır.
h- Kapitalist
modernitede
hakikat ve yabancılaşma
Kapitalist modernite,
iktidarı ve kar-sermayeyi azami biriktirmek kadar, bununla bağlantılı olarak
hakikatin yabancılaştığı sistemi de tanımlar. Sistem olarak doğuşu çok kanlı
hakikat savaşlarını gerektirdiği gibi, sürdürülmesi de tarihin gördüğü en büyük
savaşları beraberinde getirmiştir. Sistemin savaşları sadece iktidar ve sömürü
savaşları olmayıp, aynı zamanda çetin hakikat savaşlarıdır. Uygarlık
sistemlerinin en gelişmiş küresel devamı olan kapitalist modernite, toplumsal
anlamlılığı ve hakikatini ezdiği, çarpıttığı ve kararttığı oranda gerçekleşir.
Sistem içinde kar ve iktidar azamileştiği oranda, toplumsal yaşam hakikatinin
alanı minimumlaşır ve anlam kaybı oldukça fazlalaşır. Toplumsal yaşam sadece
iktidar ve kar hırsının kurbanı olmakla kalmaz; hakikatin tüm ifade
biçimlerinde ağır bir yabancılaşmayı da yaşar. Toplum hem anlam hem de hakikat
olarak tam bir tasfiye süreciyle karşı karşıyadır. Toplumun tüm gerçeklerinin
yerine iktidar ve sermayenin gerçekleri ikame edilmiştir.
Modernitenin birinci
sacayağı olan kapitalizmin kendisi sistem olma şansını yakaladığı zaman, tarih
öncesi ve sonrasının ana toplumsallıklarını tasfiye etmekle işe başlamıştı.
Öncelikle ‘cadı kadın avı’ sloganı altında kadın toplumsallığının ayakta
durmaya çalışan gücünü ateşte cayır cayır yakmıştı. Cadı kadın avı sermayeden
bağımsız düşünülemez. En derin kölelik olarak kadın üzerindeki hegemonyasını
inşa etmesinde bu yakma sahneleri son derece işine gelmiştir. Günümüzde kadının
en düşürülmüş haliyle sistemin hizmetinde olması, kapitalist hegemonyanın çıkış
aşamasında gerçekleştirilen bu yakılışlarla sıkıca bağından ötürüdür.
Yakılmanın dehşetengiz anıları, kadını Avrupa’da erkeğin sınırsız hizmetine
sokmuştur.
Sistem kadından sonra
tarım-köy toplumsallığını da acımasızca yıkmıştır. Komünal demokratik yanı
ayakta kaldıkça azami iktidar ve kar sağlanamayacağından, tarım-köy
toplumsallığının hedeflenmesi kaçınılmazdı. On binlerce yıllık insan
direnişinin, acılarının ve sevincinin anlam ve hakikatinin zemini olan bu
toplumsallıkların tasfiyesi sağlandığı oranda sistemin çıkış şansı artacaktır.
16. yüzyıl ve sonrasının Avrupa’sında ve dünyada gelişen tüm uygulamalar bu
gerçekliği doğrulamaktadır. Modernite öncesi toplumun sınırlı da olsa
hakikatini ifade eden kiliseye karşı sistemin savaşını da bu çerçevede
değerlendirmek gerekir. Şüphesiz kendi içinde yanılsamalı bir toplumsallığın
ifadesi olarak hıristiyan evrenselliği eski iktidar ve sömürü tekelinde pay
sahibi olsa da, toplumu savunmanın en önemli mevzilerindendir. Kapitalizm bu
mevziyi de etkisizleştirmeden çıkış sağlayamazdı. Büyük din savaşları bu
hakikatin ifadesidir.
Kapitalizm
proleterleşme denilen en terbiye edilmiş bir köleliği meşrulaştırarak toplumsal
hakikate ölümcül bir darbe daha vurmuştur. K. Marks’ın en büyük hatalarından
birisi, hakikatin yitirilmiş bir öğesi olan proleteri baş özne sanma gafletine
düşmesidir. Proleter geliştirilmiş bir köledir. Bu durumunu sürdürdükçe asla
hakikat sahibi bir özne olamaz. Kapitalizm proleterdeki tüm insani toplumsal
özellikleri öldürmeden, onu işine koşturamaz. Antikçağ kölesindeki insani
toplumsal öz, modern köle olan proleterdekinden daha fazladır. Ama yine köle
olduğu için hakikat payesini ancak özgürlüğüne kavuştuğunda kazanabilir. Hem
köle olarak kalmak, hem de hakikat payesi taşımak Marksizm’in büyük bir
çarpıtmasıdır. Reel sosyalizmin başarısızlığının temelinde bu hakikat yatar.
Kapitalizmin bir
toplumsal sınıf olarak yükselttiği burjuvazi, hakikatin üzerinde parçalandığı
toplumsal afetin kendisidir. Bir tanrı-kral bin burjuvadan daha çok hakikate
yakındır. Burjuvazi hakikatin ve dayandığı, ifade ettiği toplumsal anlamlılığın
ikiye parçalandığı toplumsal doğanın hasta, patolojik parçasını teşkil eder.
Modernite bu sınıfın somutunda tüm toplumsal hakikati felç ettiği gibi, iktidar
ve sermaye yabancılaşmasını canavar (Leviathan) haline getirir.
Modernitenin ikinci
sacayağı olan ulus-devlet, tarihte eşi görülmedik bir hakikati yontan güç
olarak da tanımlanabilir. Hiçbir toplumsal patoloji, ulus-devlet kadar
toplumsal mühendislik adına (Demiurg = Mimar Tanrı) toplumsallığı
homojenleştirip yaşamsallığından kopartmamıştır. Modernitenin ilericilik
(tanrısal kıyamet inancının moderncesi) kisvesi altında en kutsal toplumsal
yaşam farklılıklarını (yaşam = farklılık olduğu halde) yontup un ufak etmesi ve
tekçi yapılar üretmesi faşizmin kendisidir. Faşizm toplumsal hakikatin bittiği
yerde ortaya çıkan toplumsal patolojidir; ulus-devlet iktidarı ve sermaye
tekelciliği olmadan asla üremez. Ulus-devletin kutsallaştırmaya çalıştığı
sınırlar, vatan, millet, bayrak, marş ve yurttaş kavramları gerçek toplumsal
kutsallığa ihanet etmekle bağlantılıdır. Tekçi vatan, millet, yurttaş inşaları,
tüm çağlar boyunca yaşanmış bir insanlığı kasap gibi doğramakla mümkündür. Bu
durumda sadece toplumsal hakikatten uzaklaşma, yabancılaşma değil, toplumun
kendisinin tüketilişi söz konusudur. Ulus-devletin içerdiği dinci, milliyetçi,
cinsiyetçi ve ‘bilimci’ iktidar çoğaltımı karşısında toplumsal hakikatler her
zerresine kadar tecavüze, işgale ve inkara uğramış durumdadır. Nietzsche,
Foucault ve Adorno başta olmak üzere, bazı filozofların hakikat adına kıyamet
koparmaları, modernitenin iğdiş edilmiş ve toplumsal olmaktan çıkarılmış birey
olduğuna dair açıklamaları bu gerçekliği anlatır.
Modernitenin üçüncü
sacayağı olan endüstriyalizmin ekolojik yaşamın imhası anlamına geldiği tamamen
açığa çıkmış bir hakikattir. Sadece eko-çevrenin değil, toplumsallığın ancak
onunla varlık kazandığı gerçeğinin de imhasıdır. Çevresini her gün yitiren bir
toplum, yaşamını parça parça kaybeden ve canavara yediren toplumdur.
Endüstriyalizm, milyonlarca yıllık direnişle inşa edilmiş bir insan toplumsallığının,
bu uzun süre karşısında bir an sayılabilecek kadar kısa bir aralık içinde
tasfiye edilmesinde kapitalizm ve ulus-devletin suç ortağıdır. Endüstriyel
toplum adı altında bir kanser urunu en ilerici toplum olarak sunma küstahlığı
da endüstriyalizmin ne tür bir patolojik vakıa olduğunu gayet iyi
açıklamaktadır. Hiçbir savaş endüstriyel toplum adına (kapitalizm ve
ulus-devletin desteğiyle) gerçekleştirilen toplumsal cinayetler kadar
cinayetler ve ölümler gerçekleştirmemiş, toplumsallığı yaralayıp hastalığa
mahkûm etmemiştir.
Kıyamet ve mahşer
kavramlarına büyük anlam yükleyen peygamberler, bu kavramlarla herhalde
modernite denilen bu üçayaklı canavarın insan toplumsallığının anlamını ve
hakikatini yok ettiği ahir zamanı anlatmak istemiş olsalar gerek!
Ortadoğu’da sosyal
yaşamın yeniden tanımlanması için gerekli kavramsal ve kuramsal çerçeveyi
kabaca sunmaya çalışmamın asıl nedeni, “toplumsal yaşam nedir?” sorusuna yanıt
geliştirmek içindir. İnsanın kendi öz yaşamına ilişkin tuhaf bir yaklaşımı vardır;
sanki ezelden ebede kadar bir çizgide veya döngüde yaşandığını sanır. Bu köklü
bir yanılgıdır. En anlamlı yaşam şansına sahip olduğu halde, insanın en
yanılgılı tür olması sadece doğanın bir oyunu değildir; sanırım bu daha çok
tahakkümcü toplumda kendini gösteren bir oyundur. Hiçbir canlı türü insan kadar
yanılsamalı değildir. Çok tuhaf bulduğum kadar, ilginç bir oyundur bu benim
için.
Doğru bir
tanım
doğru yaşamın
ilk adımı olabilir
Toplumsal yaşamı
doğru tanımlamak ve bu bilinçle yaşamak, yaşamın kendisi kadar önemlidir. Belki
de yaşam doğru tanımlanmak içindir. Hemen belirtmem gerekir ki, genelde yaşam,
özelde insan yaşamı kendine özgü bir mimarinin, bir inşanın sonucudur. Bu inşanın
içine nelerin girdiğini belirlemek toplumsal bilimin temel görevidir.
Belirlemek istediğim hususun daha iyi anlaşılması için, üç aylık ömrü olan
kelebeği örnek olarak gösterebilirim. İç yapısı ve çevre ekolojisi kelebeğin bu
üç aylık yaşamını belirlemiştir. Eğer bir kazaya kurban gitmezse, kelebek bu üç
ayı yaşayacaktır. Onun için öncesizlik ve sonrasızlık (ezel-ebed sorunu) bu üç
ayla sınırlıdır. Bunu sorun yapmayı da hiç düşünmez. Bu yönlü bir arzusu da
olamaz, olsa da fazla mesele yapmaz. Örnek içinde örnek: Gılgameş gibi.
Gılgameş’i olumsuz örnek olarak sunuyorum. İzahını yapacağım. Tüm doğa ve evren
özünde ‘kelebek kuralı’na bağlı olarak yaşar. Sadece insanda yaşam bu kurala
ters düşer. Muazzam sorunlu bir hal alır.
İnsan türü ömrü için
ebedi-ezeli arayışlar içine girmekten gökte cennet, yeraltında cehennemler
düşünmeye kadar pek çok çılgınca çaba geliştirir. Kendini tanrı-krallar halinde
sunmaktan en alçakça kölelikte tutmaya kadar çılgınlıklar peydahlar. Her gün
cinsel sapıklık içinde yaşamaktan kendini nötr bir cins halinde tutmaya kadar
kural tanımayan tutumlar da sadece insana özgüdür. Planlı soykırımlar
geliştirmekten sonsuz yaşam iksiri peşinde koşmaya kadar bu tutum hiçbir canlı
türünde görülmeyen hastalıklar halinde sürer gider. İnsan için, sınır tanımayan
bu çılgınlıklar için, bunların anlaşılması ve önlenmesi için yaşamın tanımına
ihtiyaç vardır. Doğru bir tanım doğru yaşamın ilk adımı olabilir.
Bu bölümün uzun
girişinde konuyu biraz aydınlatmak için kavramsal ve kuramsal bir çerçeve
geliştirmeye çalıştım. Şüphesiz idealli bir sosyal bilim bu çerçeveyi
geliştirip yaşamsallaştırmakla görevlidir. Kapitalist modernitenin yapısal
krizini ve çıkış olasılıklarını çözümlemeye çalışırken, vazgeçilmez bir
gereksinim olan sosyal bilimin yeniden tanımlanması ve inşası (örgütlenmesi) bu
nedenlerle öncelikli görevlerin başında gelir.
İnsan yaşamının
olmazsa olmazı toplumsallığıdır. Bu konu üzerinde çok ısrarla durmamın birinci
nedeni henüz sosyal bilimce bir tanımlanmasına girişilmemesi, girişim denemeleri
olsa bile anlamı ve hakikat değeri olan bir bilimselliğinin sağlanamaması,
örgütsel inşasının ve toplumsallaştırılmasının başarılamayışıdır. İkinci ve
daha önemli neden, kapitalist modernite liberalizminin bireyi ve bireyciliği
anti-toplumsal temelde yere göğe sığmayacak denli abartılı inşası ve
canavarlaştırmasıdır. Mevcut haliyle bireycilik sadece sürdürülemez değildir,
yaşanılamazdır da. Hiçbir canlı türünde gözükmeyen, her türlü sapıklığa açık
bireyci yaşam için ne toplumun ne de gezegenimizin dayanma gücü kalmıştır. Bu
bireycilik öyle bir sapık haline getirilmiştir ki, günün yirmi dört saatinde
insan öldürmekten, seks, spor ve sanat yapmaktan, kar sağlamaktan ve işkence
yürütmekten usanmaz. Çok açık ki bu bireyciliğin sonu kanser ve AIDS türü
hastalıklardır, nitekim onlar da hızla üremektedir. Peygamberlerin çok önceden
haber verdikleri mahşer denilen günler bu bireycilikli dönemi ifadelendirir.
O halde yaşama
saygının gereği olarak, birinci görev olan toplumsal yaşam tanımlı sosyal
bilimin inşasını, ikinci görev olan bireyci yaşamın ve arkasındaki sistemin
durdurulmasıyla bütünleştirmek çıkış için şarttır.
Şüphesiz toplumsallık
bireysel yaşamın örgütlülüğüne ve inşasına dayanır. Bireyden kopuk toplum
olamaz. Bireyle toplum kıyaslamasını hidrojenle uranyum elementlerinin
kıyaslamasına benzetebiliriz. Hidrojen atomu tek başına olduğunda basit bir
yapıdır. Bazı türlerinde enerji ve parçacık yayımı olsa bile çok sınırlıdır.
Uranyumda ise sentezlenen aynı atomlardan çok sayılı bileşim sürekli enerji ve
parçacık yayar. Nitekim atom bombası uranyumun bu özelliğinden kaynaklanır.
Toplumda da çok sayıda birey sentezlenmiştir. Ama yaydıkları enerji ve
parçacıklar (eski ve yeni topluluklar) bireyci insana göre (kendisini
yaşamaktan başka işlevi olmayan atom) kıyaslama kabul etmez ölçülerdedir.
Birey toplumsallığını
yitirdiğinde, fiziki olarak yaşasa bile, ya bir hain ve alçaktır ya da bir
serseridir. Her iki anlamda da ölümcüldür.
Ortadoğu
toplumsallığını evrensel bir yapılanma olarak anlamlandırmak önemlidir. Gezgin
avcılar ve bitki toplayıcıları Toros-Zagros dağ silsilesinin eteklerindeki uzun
süreli yaşayıştan çıkardıkları deneyimle tarım-köy toplumsallığına geçişi
gerçekleştirdiklerinde, farkında olmasalar da evrensel yaşamın bir
yapılanmasını inşa ediyorlardı. Bu yapılanmanın kendisini ve üzerinde inşa
edilen merkezi uygarlık çağını ilgili bölümlerde çözümlemeye çalışmıştım.
Burada ek olarak bu yapılanmanın anlamı üzerinde durmak ve hakikat değerini
açıklamak katkı sunacaktır.
Son buzul döneminin
sona ermeye başladığı yirmi bin yıl öncesinden itibaren Toros-Zagros dağ
silsilesinin eteklerinde örgütlenmeye çalışılan yeni toplumsallık, zengin bitki
türlerinden tarıma ve evcilleşmeye uygun hayvanlardan hayvancılığa geçiş
halindeydi. On bin yıl öncesinde bu geçiş süreci yerleşik köy yaşamıyla
sonuçlandı. Ekim ve hayvancılık faaliyetleri çiftçi ve çoban toplumsallığını öne
çıkardı. İnsanlık için rüya gibi bir yaşam belirdi. Halen izleri süren tüm
bayram ve törenlerin temeli bu yeni rüya gibi yaşam sevincinden kaynaklandı.
Kıtlık toplumundan bolluk toplumuna geçiş yapılmıştı. Yaklaşık on bin yıl başka
toplum tipleri tanınmadan bu biçim yaşandı. Bu yaşam biçimi tüm dünyaya
yayıldı. Çoklu merkez görüşleri olsa da, beliren yeni yaşamın bu ilk
merkezliliğinin belirleyici önemde olduğu güçlü kanıtlarla daha fazla
desteklenmektedir.
Tarihsellikleri
dışında toplumlar var olamaz
Ana-kadın eksenli
gelişen bu toplum ilk akraba toplumunu inşa etmesi açısından da önemlidir.
Akrabalık ana-kadına yakınlık temelinde belirlenir. İlkel klandan ilk kabile
toplumuna bu akrabalıktan erişilir. Kabile temeli güçlü orijinal kimlikli bir
toplum biçimi olarak halen izini sürdürmektedir. Etkileri günümüze kadar taşan
orijinal dil, din, mitoloji, sanat, bilgelik ve bilimsel kurumlar ilk
ışınlarını bu toplumun bağrında saçtılar. Dokuma, çömlek, toprağı ekme, el
değirmeni ve ev kurma araçları da orijinal çıkışlarını bu dönemin toplumuna
borçludur. Doğaya kutsal bağlanış ve vatancıklar oluşturma da bu toplumun
ürünüdür. Denilebilir ki, toplumsal yaşama ilişkin ‘ilkler’in yüzde 90’ı bu
dönemin toplumundan kaynaklanır.
On binlerce yıl tek
başına süren toplumsallık, insanlığın temel zihniyet ve ruh kalıplarını, maddi
ve manevi kültürel değerlerini teşkil etmiştir. Basit bir toplum
(köy-tarım-çiftçi-çoban-kabile-ana kadın-zihniyet ve ruh kalıpları-bazı üretim
teknikleri) olabilir, ama insanlık için köklü bir yaşamın temeli başarıyla
atılmıştır. Bundan sonra gerçekleşen her şey bu topluma dayalı olarak
gelişmiştir. İnsanla ilgili hiçbir gelişme bu topluma rağmen oluşma yeteneğinde
değildir. Başka hiçbir gelişme olmaz demiyorum. Olsa bile bu toplumla bağlantılı
olarak ve onun bir kolu biçiminde gelişir. Toplumlar tarihsel varlıklardır.
Tarihsellikleri dışında toplumlar var olamaz. Kapitalist modernitenin tarihi
bir tarafa bırakan, sadece analize dayalı bilim yöntemi tüm bilimlerin,
özellikle sosyal bilimin çarpık ve hakikat değeri düşük biçimde gelişmesinden
sorumludur. Analiz ve nesnellik en kötü metafizik olarak Avrupa merkezli
bilimin temel kusurlarıdır.
Eğer toplumlar
tarihsel varlıklar ise, o zaman anlamları da tarihseldir. Anlam ise toplumsal
yaşamın özüdür; toplumsal yaşamın amacı, ruhu ve zihni olarak da
tanımlanabilir. Hakikat ise, bu tarihsel toplum varlığının teşkil ettiği
anlamlılığın mitolojik, dinsel, sanatsal, bilgelik ve bilimsellik olarak dile,
ifadeye ve biçime kavuşturulmasıdır.
İnsan toplumu ağır
tahribatlardan geçmiş olsa bile, şimdi de aynı hakikat yöntemleri temelinde bu
anlamlılığı yaşamaktadır. Toplumun tarihselliğinin bir kanıtı da bu yaşam
biçimidir. Şüphesiz bu toplumsal yaşam biçimi aynı kalmamıştır. Diyalektik
olarak bir gelişmeyi hep bağrında taşımıştır. Ama yıpranmış, tasfiyeyi ve
tahribatı yaşamış da olsa, temel form olarak günümüze kadar kendini
yaşatmıştır.
Bu tarihsel toplumun
yaşam formunda ilk büyük yarılma hiyerarşiyle çizilmiştir. Hiyerarşi
tanımlandığı gibi yaklaşık M.Ö. 5000’lerden itibaren varlığını duyuran bir
unsur olarak toplumun bağrına yerleşti. Hiyerarşinin kendisi ilk seçkinler
grubunu ifade eder. Rahip + yönetici + asker üçlüsü olarak hiyerarşi, ana-kadın
otoritesi yerine kurulmaya çalışılır. Toplumsal yaşamın bağrında ilk büyük
yabancılaşma bu seçkinler otoritesi ile başlar. Seçkin aile, hanedanlık
yapılanmaları da kaynağını hiyerarşide bulur. Hanedanlık bir yandan devlet
olarak biçimlenirken, diğer yandan ailecilik olarak toplumsal yaşamı farklı bir
anlamlılığa ve forma taşır. Köklü dönüşüm söz konusudur.
M.Ö. 3500’lerden
itibaren şehir, sınıflaşma ve devletleşmenin başlamasıyla birlikte bu yarılma,
anlam ve form dönüşümü daha da derinleşir. Uygar toplum başat rol oynar.
Toplumsal artılar üzerine kurulan uygarlık tekelleri (devlet, köle çiftlikleri,
ticaret, tefeci tekelleri) yaşamı derinden yaralamıştır. Tanık olmadığı
yabancılaştırıcı unsurlar toplumun bağrına yerleşince, anlam ve form olarak
giderek bozulan ve bütünlüğü parçalanan alt ve üst tabakalara özgü yaşamlar
peydahlanır. Uygar yaşam tarzı denilen varoluş bu tarzı ifade eder. Ortadoğu
toplumunda aynı merkezi alanda (Verimli Hilal) boy veren uygarlık da merkezi
bir anlama sahiptir. Evrenseldir. Toplumsal yaşamın bağrında yabancılaştırmayı
derinleştirse de, tarihsel ve mekansal olarak Ortadoğuludur. Ortadoğu toplumsal
yaşamında üst bir katman olarak yerleşen uygar yaşam, yaklaşık beş bin yıllık
hegemonik bir dönemi ifade eder.
Hegemonya basit bir
unsur değildir. Toplumsal yaşamın tüm gözeneklerine, doku ve organlarına
sızmıştır. Bu yaşam tarzında kadın kimlik olarak en alta yerleştirilmiştir.
Onun üstünde erkek köleliği oturtulmuştur. Direnen göçebe kabile ve aşiretlerle
emekçi köylüler ve zanaatkarlar üçüncü tabaka olarak düzenlenmek,
yapılandırılmak istenir. Fakat bu kesimler ilk iki tabakayı da etkileyerek,
tarih boyunca direnmeci yaşamı hep canlı tutar. Ayrıca uygarlık tekelleri sadece
çıplak zor araçlarıyla değil, esas olarak hakikatin ifade yöntemlerini
(mitolojik, dinsel, bilgelik, sanat ve bilimler) kullanarak, meşruiyetlerini
toplumsal yaşamda doğalmış gibi sunmak ve sonsuz kılmak isterler. Toplumsal
yaşamın tüm eski kalıplarını, bayram ve törenlerini, ibadet ve eğlencelerini
tekelleri altında yeniden yorumlayarak sahiplenirler, bunlara damgalarını
vururlar. Fakat en eski toplumsal yaşam kalıpları temelde varlığını ve
anlamlılığını sürdürür. Parçalanmış da olsa hakikatini dile getirir. Uygarlık
çağında Hint, Çin ve Güney Amerika uygarlıkları kendi mekanlarında gelişim
sağlasalar da, başat rol Avrupa modernitesine kadar Ortadoğu kökenli merkezi
uygarlık sisteminde kalmıştır.
İslamiyet adı altında
son çıkışını yapan merkezi uygarlık sistemi, anlatıldığı gibi beş yüz yıllık
bir ikame sonunda hegemonyasını Avrupa kapitalist modernitesine kaptırmıştır.
Ortadoğu toplumunun islam adı altında yaşadığı şey, özünde eski tarihidir.
Hiyerarşi, hanedanlık ve imparatorluklar varlıklarını islam döneminde hilafet,
emirlik ve saltanat adı altında sürdürürken, direnişçi demokratik unsurlar çok
çeşitli mezhepler (alevi, şia, harici, êzidi, musevi, hıristiyan halk ve
kültürler) ve cemaatler olarak varlıklarını, anlam ve hakikatlerini sürdürmeye
çalışmışlardır. Tüm bu tabakalaşma ve parçalanmalara rağmen, Ortadoğu’da
toplumsal yaşamın evrensel bir yanının ve bütünlüğünün olduğu açık bir
gerçekliktir. Tarihsel toplum varlığını sürdürmektedir. Ama anlamı ve hakikati
zayıflamış ve parçalanmış olarak.
Kapitalizm bir
stratejik savunma ve saldırı rejimidir
Bu durumda sorulması
gereken temel soru, kapitalist modernitenin Ortadoğu toplumunda neden gelişme
olanağı bulamadığıdır. Sorunun yanıtı ne dinin engelleyiciliği, ne de üretim
araçlarının geriliği ve sermayenin yetersizliğidir. Bu alanlarda Avrupa’nın çok
ilerisinde olunduğu bilinmektedir. Söz konusu olan dönem 12.-15. yüzyıllardır.
Avrupa şehir doğuşlarıyla tanışmaktadır. Ticaret ve para yeni açılan pazarlarda
gelişme göstermektedir. Ortadoğu’da ise bu süreçler dört bin yıl öncesinden
beri döngüler halinde devam etmektedir. Sanayii de Avrupa’nın fersah fersah
ilerisindedir. Merkezi uygarlık hegemonyasına da sahiptir. Bu nedenler, aslında
bu bölgede neden kapitalist sisteme geçilemediğini de açıklamaktadır. Ortadoğu
kendi sistemine güvenmektedir. Artık-değer üretimi hegemonik güçler için
yeterlidir. Dıştan ve içten kaynaklı önemli ve ölümcül karşıt stratejik güçler
söz konusu değildir. Moğollar gibi gelen güçleri de rahatlıkla kendi içinde
eritmektedir.
Bölümün başında
çözümlemeye çalıştığım, Avrupa’nın çıkışında stratejik nedenlerin temel rol
oynadığı görüşü geçerliliğini korumaktadır. Kapitalizm bir stratejik savunma ve
saldırı rejimidir; ancak durumları çok sıkışmış, varlık-yokluk sorununu yaşayan
iktidar ve sermaye tekelleri için başvurulacak bir araçtır. Hollanda ve
İngiltere’nin yaşadıkları stratejik ölüm kalım sorunu onları kapitalizme
zorlamıştır.
Hegemonik güç olarak
yükselen İngiltere, daha 16. yüzyılda Ortadoğu’ya yönelik keşif hareketlerine
girişti. Zaten başta Venedik olmak üzere İtalyan kentleri ve Napolyon daha önce
yolu iyice aralamıştı. Ayrıca Ortadoğu’yu çok iyi tanıyan Yahudi sermayesi
baştan beri stratejik olarak bölge ile ilgilenmekte ve yol göstermekteydi.
Hollanda, İngiltere, diğer önde gelen Avrupa ülkeleri ve ABD’nin bölgeye
ilgisinin uzmanlığını Yahudi sermayesi yapmaktadır. Tersine Avrupa’ya doğru
bilginin uzmanı ve yol göstericisi de yine aynı sermayedir. Yahudiler bu konuda
ilk Urfa ve Mısır’dan çıkış dönemlerinden (MÖ 1600-1300) beri tecrübe sahibi
bir tüccar kabile toplumu olarak hareket etmektedir.
Ortadoğu’da
kapitalizmin stratejik bir rol oynayamamasının ikinci bir nedeni de, islamın
yükselişi ile birlikte gelişmeleri engellenen hıristiyan, Ermeni, Asuri, Helen
ve Yahudi varlığının göçe zorlanmasıdır. Birikimleri haraca bağlanan ve zaman
zaman talan edilen bu kesimlerin Avrupa tarzı bir şehir burjuvalaşmasını
yaşayamaması, bölgenin aleyhine önemli sonuçlar doğurmuştur. Erkenden bir
Rönesans’ın yaşanmaması kadar, geliştirdikleri kültürün darbelenmesi de bölgeyi
çoraklaştırmıştır. İslamiyet tek başına Ortadoğu kültürünü temsil edebilecek
bir konumda olmaktan çok uzaktır. En kültürlü halklar olarak hıristiyanlar ve
museviler, bölgenin hafızası kadar maddi birikimlerinin de sahipleriydi.
İslamiyet biraz da bu değerler üzerine kuruldu. Değerlere el koydu, ama
geliştiremedi. Avrupa’da ise güç kazanan hıristiyan ve Yahudi kültürü, Avrupa
uygarlığının gelişiminde en temel taşları döşeyen unsurların başında
gelmektedir. Ortadoğu’da başat olsalardı, Avrupa uygarlığının hegemonik güç
olarak doğma şansı yok denecek kadar az olurdu. Osmanlı İmparatorluğu’nda bu
gerçekliği izlemek oldukça öğreticidir.
Bu anlatımın ışığında
Avrupa’nın 11.-14. yüzyıllarda sürdürdüğü Haçlı Seferleri ile neden sonuç
alamadığı daha iyi anlaşılmaktadır. Bu seferlerden çıkardığı dersler ve
taşıdığı değerlerle 16.-19. yüzyıllardaki kapitalist temelli stratejik
çıkışlarıyla Ortadoğu’ya yüklendiğinde başarılı olması da aynı nedenlerden
ötürü anlaşılırdır. İlgili bölümlerde konu yeterince çözümlenmiştir. Ortadoğu
için önemli olan, 19. yüzyıldan itibaren stratejik saldırıya geçen Avrupa
modernitesinin yol açtığı gelişmelerdir. Daha da önemli olan, toplumsal yapıda
derinleşen kriz ve çöküşlerdir.
Uygarlığın varlık
olarak sorun kaynaklı olduğunu sıkça vurguladım. Yapısallık olarak uygarlığın
sorundan krize düşmesini belirlemek, gelişmeleri çözümlemek için önem taşır.
Uzun süre yapılanmaları olarak uygarlıklar krize düşmeleriyle birlikte alan ve
hegemonya değiştirirler. Kapitalist moderniteye sıçrama yapamadığından (çok
yönlü iç ve dış nedenler) islam uygarlığıyla son döngüsüne giren Ortadoğu
uygarlığının 13. yüzyıldan itibaren yapısal krize girmesinden bahsedebiliriz.
Osmanlı İmparatorluğu yapısal krizin derinleşmesinden başka bir anlam taşımaz.
Kapitalist stratejinin oluşum yüzyıllarında gösterdiği yayılma, krizli
yapısından ötürü başarılı olamazdı. Nitekim kapitalizmin 19. yüzyılla birlikte
bölgeye yüklenmesi, bu anlamını fazlasıyla açığa çıkardı.
A.Öcalan
http://www.serxwebun.org/index.php?sys=naverok&id=43
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder