Üzerinde çok fazla tartışma yapılmayan, ama hakkında en çok
yazılan konuların başında dinin geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu yaklaşım haksız da değildir. Konu önemle ve ciddiyetle ele alınmayı
her zaman için gerekli kılmıştır. En basit ele alan yaklaşımlar bile
kendilerini dinin etkilerinden kurtaramamışlardır. Dolayısıyla din ister
ne olduğuna yönelik olsun, isterse insan yaşamını derinden etkileyen
yönüyle olsun, isterse de bir egemenlik aracı olarak egemenler
tarafından kullanılması yönüyle olsun, önemle ele alınmayı gerekli
kılmaktadır.
Şüphesiz değerlendirmeler yaparken, bir ihtiyaç olarak gelişmesini
ve egemenler tarafından bir iktidar aracı olarak kullanılmasını özenle
birbirinden ayırmak gerekmektedir. Din değerlendirilirken belki de en fazla
düşülen hata da burada yapılmaktadır.
Dinin insan
yaşamında yer alması çok uzun bir tarihsel geçmişe dayanmaktadır. Şüphesiz ilk
doğa dinleriyle bugünkü gelişmiş, soyut kavram düzeyine indirgenmiş tek tanrılı
dinler arasında farklar vardır. Bu farklar inanma boyutundan ziyade, kurallar
ve dogmalardadır. Çok tanrılı politeist dinler temelde insanın umut ve
korkularının ve bilinmezlikler karşısındaki yaklaşımından kaynaklı olarak
gelişmiş ve insanlığın yaşamına anlam katmasını sağlamıştır. Ritüelleri, kuralları
son derece basit olan politeistik dinler denilebilir ki, anlam arayışlarına
verilen ilk karşılık olmuştur. Bilinmezliklerle dolu olan doğada yaşamın temel
dayanağı olarak insan zihniyet yapılanmasında ve hakikat arayışında çok önemli
bir rol oynamıştır. Tek tanrılı dinlerin de aynı iz ve yol üzerinden
yürüdükleri söylenebilir. Başlangıç itibariyle yaklaşımlarında temelde herhangi
bir farklılık yoktur. İbrahim’i dinlerin yol tayininde, umut ve korkuları
tanımlamada, evrenin bilinmezlerini kavrama ve tanımada son derece önemli
roller oynadığı, zihniyet yapılanmasında bir aşama ve hamle olduğu kesinlikle
tartışma götürmezdir. Animizmin doğasal yaklaşımları nispeten aşılsa da, doğaya
uygun yaşamak, ama güçsüz ve etkisiz tanrı putlarını da kırıp oradan kaldırmak
İbrahim Peygamber’in ve dininin en temel yaklaşımı olmuştur.
Put, insanın kendi
elleriyle yaptığı umut ve hayallerini gerçekleştirmenin aracı olarak gördüğü
tapınma konusu ve aracı olmuştur. Güçsüzlüğü kadar gücü de inanmayla birlikte
kendisinde taşımıştır. Güçsüzlüğü kendi yaptığı bir araç olması, gücü ise
inanma ve bağlanmayla bağlantılıdır. İnanmadan ve bağlanmadan ve korkularının,
umutlarının nedenlerini kavramadan yaşamak ne bu dönem ne de başka herhangi bir
dönem insanı açısından mümkün olmamıştır. İnanmak ve bağlanmak insanı
manevi/metafizik bir varlık haline getirmiştir. Felsefe tarihinin uzun ve
süregelen ruh madde ayrım ve çelişkisinde bir uçtan diğer uca kaymalar insanın
maddi ve aynı zamanda ‘metafizik bir varlık’ olduğunu her zaman göz ardı
etmiştir. Ya hep maddi bir varlık, ya da salt ruh olarak değerlendirilmiştir
ki, bu da insanı, bağlılıklarını, inanmasını, inançlarını tanımlamaya
yetmemiştir. Politeist dinler tanımlanmaları son derece kolay dinlerdir;
karmaşıklıkları, karışıklıkları fazla yoktur. Ancak basitliği güçsüzlüğü
anlamına da gelmemektedir. Bugün zihniyeti açısından basitliğiyle ele
alınabilir, ancak bu gerçeğini göz ardı etmek anlamına gelir. Basitliğiyle de
olsa binlerce yıl ve insan zihniyet yapılanmasında son derece önemli bir rol
oynamıştır. Bu basit gibi görünen yaklaşım olmasaydı, insanın daha etkili
zihniyet yapılanmalarına geçmesi düşünülemezdi. Soyutlamanın, kavramsal din ve
tanrı tanımlamasına bu basit zihniyet yapılanması temelinde ulaşıldığı, bir
anlamda zihniyet yapılanmasında temel bir rol oynadığı göz ardı edilmemelidir.
Bu göz ardı edilirse, insanı ve zihniyet yapılanmasını kavramak, inançlarını
doğru tanımlamak mümkün olmaz ve tek tanrılı İbrahim’i dinler de
anlamlandırılamaz.
İnsanlığın çok
uzun bir tarihsel zamana sahip olduğu açıktır. Toplumsallaşmasının bile on
binlerce yıl gerilere gittiği yapılan araştırmalardan anlaşılmaktadır.
Toplumsallaşma üstyapı kurum ve araçlarının oluştuğu/oluşmaya başladığı zamanı
da tanımlar. Din bu üstyapı kurum ve araçlarının başında gelmektedir.
Evrimleşmeyi çok daha geniş bir zaman ve mekan içerisinde değerlendirmek
gerekir. Bu uzun tarihsel süreç insanlığın dilden düşünce yapısının gelişmesine
kadar geçen zamanı ifade etmektedir. Evrimleşme, bu sürecin hem adıdır, hem de
tarihi.
‘Oluş’
hem evrenin hem de insanın merak konusunu oluşturmuştur
Burada insanın
gelişim tarihi tek yönlü, tek boyutlu ele alınmamaktadır. Zaten insanın
kendisine sorduğu soru da; ne olduğu ve nasıl oluştuğudur. ‘Oluş’ hem evrenin,
hem de insanın merak konusunu oluşturmuştur. Bundan dolayıdır ki, insan zihnini
kullanmaya başladığı ilk andan itibaren kendisini ve evreni tanımaya
çalışmıştır. “Bu evren nasıl oluştu ve nasıl oluyor da olduğu gibi duruyor?
Niçin bu alem vardır?” İnsanın evreni tanıma çabaları, özünde bu basit gibi
görünen sorularla başlamıştır. Her zihniyet yapısı, dönemi ve zihniyet
yaklaşımı çerçevesinde bu sorulara yanıt vermeye çalışmıştır. Evreni tanıyan
insan, aynı zamanda kendisini de tanımış olacaktır, ya da tersinden; kendisini
tanıyan insan evreni de tanımış olacaktır. ‘Kendini bil’ düsturu bu çift yönlü
sorunun yanıtıdır. Bilim, felsefe ve mitoloji kadar din de bu sorulara yanıt
vermek üzere gelişmiştir.
Farklı biçim ve
özellikler kazansa da, din, insanın en eski düşünce yapısını oluşturur.
Şüphesiz değişmez bir biçim olarak ilk çağlardan günümüze olduğu gibi
taşınılmış değildir. Zaman ve insanın kavrayış düzeyi kadar, mekan da dinin
farklı yaklaşımlar altında gelişmesinin zeminini hazırlamıştır. İlkçağ
dinlerinin günümüz dinlerinden çok farklı olduğunu söylemek doğrudur. İnsanın
çocuksu çağlarını ve inancını anlatan animizm, ya da klanların kendi
varlıklarının gerekçesi olarak görüp bağlandıkları totemleri vb kendi
topluluklarının ve çağlarının dinleridir. Bu dinler fazla gelişmemiş,
sistemleşmemiş, bir hukuka ve kurallar bütünlüğüne ulaşmışlardır, ancak toplumu
var etmede son derece önemli bir rol de oynamışlardır. Son derece basit ve
çocuksu olmasından hareketle hiç kimse ne animist yaklaşımları, ne totemci
klanları ya da şaman bağımlı toplumları bu özelliklerinden hareketle, ‘basit
yaklaşımların sahibi’ olarak değerlendiremez. ‘Basitlik’ izafidir ve bu
toplumların/toplulukların yaklaşımlarının basitlik olarak değerlendirilmesi de
günümüz pozitivist yaklaşımlarının ürünüdür.
Bunları, o dönem
dinlerinin çok gelişkin oldukları anlamında söylemiyoruz. Dinin gelişim düzeyi
düşünce ve aklın algılama düzeyinin gelişimiyle bağlantılıdır. Şayet evreni tam
bir bütünlük içerisinde tanımlayan bir yaklaşıma sahip olunsaydı, korkularının
kaynağı olan şeyleri, ya da çok rahat tanımlanabilen şeyleri kutsallık sıfatıyla
kutsamaz ve tapınç konusu yapmazlardı. Soyut tanrı ve din kavramının, bu
tanımlanamaz kavramların ya da varlıkların tanımlanmasıyla birlikte geliştiği
açıktır. Örneğin insanların kendi elleriyle yaptıkları putlara tapınmaları,
elleriyle yaptıkları putlardan kendilerine ve geleceklerine yönelik beklenti
içinde olmaları, umut beslemeleri, onlara adaklar sunmaları başka nasıl izah
edilebilir? Soyut tanrı kavramı bu putların güçsüzlüklerinin, insan eliyle
yaratılmışlıklarının bilince çıkarılması ve daha ‘yüce, kutsal’ varlıkların
olabileceği düşüncesinin şekillenmesiyle birlikte gelişmiştir. Tek tanrılı
dinlerin atası sayılan İbrahim peygamberin soyut tanrı fikrine ve bu temelde
din kavramına ulaşırken, putlarla yaşadığı hikayesi meşhurdur. Bir efsane olarak
anlatılan bu olay, biraz da hikayeyi renklendirir: İddia olur ki; İbrahim
peygamberin babası (üvey babası) Azer, Nemrut’un yanında çalışan biridir. Belki
de Nemrut’un panteonunun bekçisidir. İbrahim peygamber bir gün eline aldığı
baltayla panteona dalar ve büyük put hariç diğer tüm putları kırar. Bu
tanrılara ve Nemrut’a karşı büyük bir suç işlemek anlamına gelmektedir.
Kovuşturması geciktirilemez, çünkü bağlı olunan tanrıların hoşnutsuz
kalacakları düşünülür. Ve İbrahim peygamber yakalanarak Nemrut’un huzuruna
çıkarılır. Nemrut İbrahim’e putları neden kırdığını sorar. O da, kendisinin
değil, büyük putun kırdığını söyler. Nemrut, “cansız put nasıl kırar” deyince,
O da, “put tanrı değil mi” diye yanıt verir. Bu kısa diyalog bile, aslında
tapındıkları şeyin basitliğini bildiklerini göstermektedir. Buna rağmen yargıda
kusur işlenmez, tanrılara karşı işlediği suçtan dolayı İbrahim peygamber ağır
bir cezaya çarptırılmaktan kurtulamaz; dağ gibi yığılan odunların üzerine
mancınıkla atılarak yakılma cezasına çarptırılır. Sonrası mucize; odun ateşinin
İbrahim peygamberi yakamaması, ateş yakılan alanın bir göle, su birikintisine,
odun közlerinden geriye kalanların da balıklara dönüşmesiyle süreç tamamlanmış
olur. Kazanan; soyut aklın yolunun açılması ve daha somut olarak da soyut tanrı
fikridir.
Ahlakı
olmayan toplum
özgürlüğü
olmayan toplumdur
Bu dönem
itibariyle din, bilmeye değil inanmaya dayanıyordu. Aslında sadece ilk çağlar
açısından değil, her dönem din, bilmeye değil inanmaya dayanmıştır. Ama bilmek
bir dönemden sonra inançla birlikte yan yana olmuştur. Din dogmalarla yüklü
olsa ve aklı dışlasa da, bir dönemden sonra insan bu gerçekliği kabullenmek
zorunda kalmıştır veya toplumsal gerçekliklerin gelişim düzeyi onu buna
zorlamıştır. Yeniden inşa edilme durumuyla karşı karşıya kalan toplumsal
gerçeklikler, dogmatik kalıpların kırılmasını zorlamıştır. Bilmek, bugün ile
ilk çağlar açısından farklı karşılıklar, anlamlar ifade etmiştir. Bilmek,
insanlığın ilk dönemleri açısından zihni yapısı elvermemek kadar, bir ihtiyaç
da değildir. Karmaşık, analitik zekanın yoruma dayanan yapısı fazla öne çıkmamıştır.
İlk çağ insanlarının ne karmaşık sorunları vardır, ne karmaşık zeka
yapılanmaları ve ne de buna ihtiyaçları. Onlar için önemli olan kendisini
tanımlayabilmesi ve toplumu ayakta tutabilmesiydi. Bunu başarması, gerisini
sorgulamayı önemli oranda ortadan kaldırıyordu. Bunu sağlayan ise, toplumu
ayakta tutan ahlaktı. Dolayısıyla dinden önce topluma çimento vazifesi gören
ahlak devreye giriyordu. Yekpare toplum, tam bir birlik, özgür yaşam ve
topluluğun her bireyinin buna bağlılığı ahlaki örgüyü oluşturuyordu. Ahlak
toplumun özgürlüğüyle bağlantılı bir olaydı ve yazılı olmayan, ama toplumun her
bireyinin kendisini bağımlı hissettiği ve onun dışında hareket edemediği
kurallardı. “Ahlak anlam olarak toplumun
uyulması gereken kural gücüdür. Bu güç zorla değil, toplumsal varlığın
sürdürülmesinde hayati rolünden ötürü gönüllüce yürütülmektedir. Dinden farkı,
kutsallık yerine dünyevi ihtiyaçtan kaynaklanmasıdır. Din de şüphesiz
dünyevidir. Ama kavramların sihirli yanı ve en eski oluşumu onu kutsallığa daha
fazla büründürmektedir. Daha soyut ve törenseldir. Ahlak ise daha günlük,
dünyevi ve gerekli pratik kurallardır.” (Bir Halkı Savunmak)
Ahlakı olmayan
toplum, özgürlüğü olmayan toplumdu. Özgürlükten yoksun bırakılan toplum ise;
ahlaki örgüsü dağıtılmış olan toplumdu.
Soyut tanrı
fikrine ulaşmayla birlikte, toplumsal bir gerçeklik olarak din, bütün
kurallarıyla, yaptırımlarıyla, ritüelleriyle birlikte inşa edilir. Tek tanrılı
dinler kadar öncesindeki çoklu tanrı sistemleri ya da doğayı kendisi gibi canlı
gören yaklaşımlar da insanın metafizik ihtiyaçlarının bir ürünü olarak inşa
edilmişlerdi. Din toplumsal bir gerçeklik olarak bir ihtiyacı karşılamak üzere
inşa edilmişti. İlk çağ dinleri bir başlangıç olarak bu tarihsel gelişmede rol
oynasa da, değişmesi, ortadan kalması ya da yerini daha gelişmiş başka dinlere
bırakması kaçınılmazdı. Her inşanın yerini bir yenisine bırakırken olduğu gibi,
oluşum ve yıkılma hep bir arada yürümüştür. Önderlik, toplumsal gerçekliklerin
inşa edilme ve yıkılma süreçlerine ilişkin aşağıdaki değerlendirmeyi
yapmaktadır:
“Toplumsal gerçeklerin sıkça inşa edilmiş gerçekler
olduğunun ne kadar bilincinde olursak, yıkılmaları ve yeniden inşa
edilmelerinin gereğine o ölçüde daha iyi hükmedebiliriz. Yıkılmaz, değişmez
toplumsal gerçeklikler yoktur. Hele hele baskıcı ve sömürgen kurumların
yıkılmaları, aşındırılmaları özgür yaşamın vazgeçilmez gereğidir. Toplumsal
gerçek derken, toplumun tüm ideolojik ve maddi kurumlarını kastetmekteyiz.
Dilden dine, mitolojiden bilime, ekonomiden siyasete, hukuktan sanata, ahlaktan
felsefeye kadar tüm toplumsal alanlarda uygun zaman ve mekan koşullarında
sürekli toplumsal gerçeklikler kurulur, yıkılır, restore edilir ve yenileri
oluşturulur.” (Uygarlık)
Anlaşıldığı gibi
din de diğer tüm toplumsal olgular gibi aklın ürünü olarak gelişmiştir. Ancak
ilk dönem dinleri ile sonraki kutsallıklarla bezenmiş soyut tanrı ve din
arasında büyük farklılıklar oluşmuştur. Din insanın metafizik ihtiyacını
karşılayan bir araç olarak doğmuş ve gelişmiştir. Ancak hiyerarşik devletçi
yapılamaya geçişle veya hiyerarşik devletçi yapılanmada bu doğuş ihtiyaç ve
özelliklerinden uzaklaşmıştır. Evreni ve kendisini bilme ikinci planda kalmış,
toplumun yönetilmesinde, yönlendirilmesinde temel araçlardan biri haline
gelmiştir. Başlangıçta kendisini tanrı gören ve gösteren krallar bu yalanı ve
bu yalana dayalı olarak toplumu yönetemeyeceklerini anladıklarında, hem
tanrıların, hem tanrı kralların, hem de dinin rolü önemli oranda değişmiştir.
Üst toplum dini en etkili bir yönetim aracı olarak kullanırken, alt toplum
metafizik ihtiyaçlarının tatmini temelinde yaklaşım göstermiştir. Tanrının
varlığı ya da yokluğu, dinin gerçekliği, olması ya da olmaması onlar açısından
fazla anlam taşımamıştır. Bu konular alt toplum açısından tartışılması gereken
konular olmamıştır. Hiyerarşik devletçi sistemi temsil edenler, tanrılık
sıfatından düşseler de tanrılar gibi yaşayan üst toplum, alt toplumun gerçeği
düşünmesinin önüne geçmeye çalışmıştır. Üst toplum inşa edilen bir toplumsal
gerçeklik olan dinin ya da dinle birlikte anılan tanrının tartışılmasını,
gerçeğe ulaşılmasını, yine topluma egemen kıldığı dinin kurallarıyla
engellemiştir. Bu tür tartışma konularını dinden çıkma olarak değerlendirmiş,
yaptırım olarak da insanların bilincinde yaratılan ve tanrısal kattan gelen
sonsuz bir cezalandırma baskıyla tanımlamışlardır. Kendileri gerçeği
bilmelerine rağmen, bu gerçeğin toplum tarafından bilinmesini asla istememiş ve
de engellemek için ellerinden geleni yapmışlardır. Baskılı mekanizmanın
zihindeki yansıması olarak cehennem alt topluma reva görülürken, cennet üst
topluma tahsis edilmiştir. Dahası egemenler inşa etmiş oldukları bu toplumsal
gerçeklikle cennete gitmeden, cenneti bu dünyaya getirmiş ve “cennette yaşar
gibi” yaşamışlardır. Mitolojik çağlardan günümüze dinin tarihi bu temel
yaklaşım üzerinde şekillenmiştir.
Din
toplumsal olgunun
ilk
ahlaksal yönetim biçimidir
Bu, dinin ütopik
ve toplumsal yaklaşımlarının hiç olmadığı, doğuşundan son gününe kadar despotik
ve iktidarcı olduğu anlamına gelmez. İlk çağ ‘ilkel’ dinlerinde iktidarcı,
hiyerarşik, devletçi bir yaklaşımın olmadığı kesindir. Hatta denilebilir ki,
mitolojik çağlarda da, din rolünü gören ve tek tanrılı dinlere de kaynaklık
eden mitolojiler tam anlamıyla iktidarcı değillerdir. Toplumun birliğini ve
örgütlülüğünü savunmaya mitolojilerde de rastlanmaktadır. Hatta tek tanrılı
dinlerde de somut hiyerarşik yapıların savunulmasına rastlanmaz. Bu dinler
derinlikli olarak ele alındıklarında başlangıçlarında hiyerarşi karşıtı
oldukları da görülür. Örneğin hıristiyanlık, islamiyet buna örnek olarak
gösterilebilirler. Hıristiyanlık 300 yıl gibi uzun bir süre savunduğu toplumsal
eşitlikçi yaklaşımlardan dolayı kovuşturmalara, takiplere, baskılara,
işkencelere, çarmıhlara gerilmelere, arenalarda aslanlara yedirilmelere vb
uğramıştır. Ama devlet dini haline geldikten sonra bu toplumsal özelliklerinden
uzaklaşmış/uzaklaştırılmış, egemen sınıflar elinde ütopyalarına aykırı olarak
toplumu yönetmenin aracı haline gelmiştir. Keza islamiyetin doğuş süreçlerinde
de benzer bir durum yaşanmış, Hz. Muhammed’in ölümüyle birlikte islamiyet de bu
eşitlikçi ütopyalarından uzaklaşmıştır. Bugün ise, bu dinlerin doğuş
dönemindeki özellikleriyle hiçbir bağları kalmamış, toplumsal bir baskı
aracına, devlet yönetme araçlarına dönmüşlerdir. Toplum değil, devlet dinin
sahibi olmuştur. Bugünden bakıldığında din ve devlet yönetiminin birbirlerinden
ayrılmaz ikili haline geldikleri rahatlıkla söylenebilir. Her ne kadar laiklik
(sekülerlik) adı altında din ve devlet işleri birbirlerinden ayrıştırıldıkları,
dinin bir inanç olayı olarak vicdanlara bırakıldığı söylense ve iddia edilse
de, gerçek bunun tam tersini göstermektedir. Dahası din devleti olarak
kendisini tanımlayan devletlerin sayısı hiç de az değildir. Vicdan ikinci
plandadır veya sadece alt topluma hitap eden bir yaklaşımdır. Üst toplum neyin
ne olduğunu, dinin özellik ve rolünü çok iyi bildiğinden, vicdanıyla asla dine
yaklaşmaz. Onun için din, çıkarlarını ifade ediyor mu, etmiyor mu, önemli olan
budur.
Din ile vicdanın
birlikte ve aynı şeymiş gibi ele alınması başka bir yanlış yaklaşıma da kapıyı
aralamaktadır. Vicdan insanın ahlak çerçevesinde olay ve olgulara
yaklaşmasıdır. Doğru ve yanlışı toplumun değer yargılarıyla kıyaslayarak yapıp
yapmamaya karar vermesidir. Vicdan, eğer davranışının toplumsal değerlerle
çatışması durumunu ortaya çıkarıyorsa, kişinin istek ve arzularından ziyade
toplumun genel çıkarları temelinde hareket etmesini ifade eder. Din ve vicdan
özgürlüğü çokça ifade edilen bir değerlendirme olmaktadır. Bu, hiyerarşik
sistemin önemli hukuk kurallarından biri haline gelmiştir. Bu yaklaşımdan
hareketle din kişisel bir yaklaşıma indirgenmiştir ve bu yaklaşım günümüzde
oldukça hakim bir yaklaşım haline getirilmiştir. Önderlik bunun yanlış bir
yaklaşım olduğunu, “dinin kişisel bir mesele” olarak ele alınamayacağını,
“kişisel değil, toplumsal olgunun ilk kavramsal, ahlaksal ve yönetim biçimi”
olduğunu belirtmektedir. Dinin kişisel bir mesele olarak ele alınıp
değerlendirilmesi, iktidarın ideolojik yapısının siyasal teoloji tarafından
oluşturulduğunu örtmeye, gizlemeye ve sanki hiyerarşinin, iktidar erkinin dinle
bir bağının olmadığını kanıtlamaya yöneliktir. İnanıp inanmamayı toplumsal
gerçekliklerden kopartmak ve sadece kişinin kendisine bağlı bir olaymış gibi
ele almak bu toplumsal gerçekliği çarpıtmaktır. İnsan nasıl ki toplumsal bir
varlık olmanın dışında değerlendirilemezse, din de toplumsal niteliğinden
soyutlanarak değerlendirilemez.
Ortaçağ’ın tüm
devletleri din devletleriydi. Dinsiz bir devlet yoktu ve devleti dinsiz
düşünmek o günün koşullarında mümkün de değildi. Böyle bir devletin yaşama
şansı da zaten olmazdı. O koşullarda inancın şahsiliği diye bir kavram ve
yaklaşım da yoktu. Kraldan en sıradan tebaaya kadar herkesin bir dini vardı,
dine inanmayan da farklı bir yaklaşım gösteremezdi. Bırakalım dine inanmamayı
yüksek sesle dile getirmek, egemenliğinde yaşadığı dinin herhangi bir kuralını
gerçekleştirmemek, ya da dinsel ideolojik merkezin savunduğu kurallardan birine
karşı bir yaklaşım göstermek, tarihten çokça örneklerini bildiğimiz kişinin
diri diri yakılmasına neden olabilmiştir. Din ve vicdan özgürlüğü feodal
devlete karşı kapitalist devletin bireysel haklar kapsamında yükselttiği bir
anlayış olmuştur. Bu ise dini toplumsal olguların kavramsal gerçekliklerinden
tümden koparmıştır. Bu yaklaşımla dinin sosyolojik tahlilinin yapılamayacağı
açıktır. “Din sosyolojisi toplumsal gerçekliği
yansıtmaktan uzaktır. Epistemolojinin (bilme bilimi) toplumsallıkla bağının
yetkin kurulması, çözümlenmesi gereken bir sorundur.” (Bir Halkı Savunmak)
Sadece ortaçağ
devletleri değil, tüm hiyerarşik devlet yapılanmalarının temelinde dinsel
ideoloji vardır. Kapitalizm her ne kadar feodal devlete karşı bireyin
özgürlüğünü propaganda kapsamında öne çıkarsa, laiklik bayrağı altında toplumun
desteğini arkasına almak istese ve yine bireysel haklarla birlikte anarak din
ve vicdan hürriyetini öne çıkarsa da, egemen hale geldikten, iktidarını etkin
kıldıktan sonra teolojiyi iktidarın temeli haline getirmiştir. Günümüzün en
modern burjuva devletini dahi bu literatürün dışında değerlendirmek mümkün
değildir. Siyasal teoloji, hiyerarşik devletçi yapılanmaların tüm yönetim
kavramlarının dinsel kökenli olduğunu gösterir.
Din
ile devlet ilişkileri
iç içe
geçen ilişkilerdir
Din ile devlet,
din ile siyaset ilişkileri iç içe geçmiş haldedir. Ne devleti din olmadan
değerlendirmek mümkündür, ne de dini devlet olmadan. Yukarıda
belirttiklerimizde de görüldüğü gibi bu ilişkileri birbirinden ayrı
değerlendirmek imkansızdır. Fransız Devrimi’yle başlayan ulus devlet süreci,
her ne kadar devleti din olmadan tanımlamaya kalksa da, bu gerçeği yansıtmaz.
Anayasalar, halk iradesine dayanan cumhuriyetlerin tanımını, ya da halkın kendi
kendisini yönetmesi anlamında demokrasi olarak devlet biçimini tanımlasa da, bu
yaklaşımlar birer örtü olmaktan öte bir anlam ifade etmezler. Çünkü siyaset
dilinin temel kavram ve yaklaşımları ne kadar kendilerini uzak tutsalar da, din
merkezlidir. Siyaset ile din ilişkisi de, din ile devlet ilişkileri gibi iç içe
geçen ilişkilerdir. Hiyerarşik devletçi sistem altında bu ilişkileri
birbirinden ayırmak mümkün değildir. Günümüzün demokratik ya da cumhuriyet olan
devlet biçimleri ile ortaçağın teokratik devleti arasındaki fark nispidir ve
görüntüden ibarettir. Siyasetin dili de farklı değildir. Siyasetin kavram ve
kuralları kaynağını dinden almaktadır. Devletlerin, siyasetin literatürünün
teolojik olduğu söylendiğinde, kaynağa atıfta bulunulmaktadır. Günümüzün tüm
toplumsal ilişkilerinin kaynağının tarihte gizli olması gibi… Bugünü tarihin
başlangıcından, dini mitolojiden ve siyasetin kavramlarını dinden ayrı
değerlendirmek mümkün değildir ve ayrı değerlendirilse bile, bu, gerçeğin
ifadesi olmayacaktır.
Din, tarihin belli
bir döneminde ortaya çıkmış ve insanlığın önemli bir sorununa yanıt olmuştur.
Din, insanın metafizik, yani akıl, mantık ve duygularıyla kavrayamadığı soru ve
sorunlarını kavramada ya da kavramasa da anlam vermede önemli bir rol
oynamıştır. Hatta denilebilir ki, ilk insanların özgürleşme serüvenlerinin
başlangıcını da oluşturmuştur. Animist yaklaşımlarla kendisini doğanın bir
parçası olarak görmüş, totemle klan bilincine ulaşmış, totem çerçevesinde
klanın birliğini, bütünlüğünü sağlamış, daha gelişkin dinsel oluşumlarla da
kavim, aşiret ve daha geniş anlamda da ümmet ya da evrensel insanlık bilincine
ulaşmıştır. Kavim, aşiret, ümmet ve evrensel insanlık bilincinin oluşumunda
din, insanın ihtiyaçlarının ürünü olarak ortaya çıkış koşullarının tersine
kullanılmıştır, ama ortaçağ din devletlerinden günümüze, modern devletlere
doğru gelindiğinde bu kullanım çok daha kapsamlı ve etkili hale gelmiştir. Yani
dinin bir ihtiyacı karşılama durumu, yerini toplumu yönlendiren etkin ve temel
araçlardan biri olmaya bırakmıştır. Din, dincilikle yer değiştirmiştir. Günümüzde
etkin kullanılan ve geçerli olan, dinin çarpıklaştırılmış halidir.
Din sınıflaşmanın
gerçekleştirilmesinde de son derece önemli roller oynamıştır. Hiyerarşik
devletçi yapılanmanın geliştirilmesi sınıflaşma yaşanmadan mümkün olmazdı.
Düzen oturtulmadan, farklılaşma ideolojik olarak topluma benimsetilmeden ve
bunun bir tanrı kararı olduğu kabul ettirilmeden, sınıfsal temele dayanacak
olan bir hiyerarşi kurulamazdı. Komünal demokratik değerlerin zar gibi sardığı
toplum parçalanacaktır ki, hiyerarşi fazla sorun çıkarmadan sürdürülebilsin. Bu
da ancak ideolojik alanda sağlanacak başarıyla hayata geçirilebilirdi.
İdeolojik alanda tam bir hakimiyet sağlanmadan, salt zorla özgür yaşamış olan
bir toplumu/topluluğu baskı ve denetim altına almak mümkün olamazdı. Önderlik
ideolojik egemenlik olmadan, zorla “uzun süre hayvanların bile ağılda
tutulamayacağını” belirtirken, devletçi hiyerarşik yapılanmanın dayanmış olduğu
temel ilke ve yaklaşımları çok veciz bir biçimde dile getirmiştir. Düzen
anlayışı bu yaklaşımın ürünü olarak gelişmiştir.
Ziggurat rahipleri
bu durumu çok iyi görmüşlerdir. Din ve tanrı inancıyla dolu olan insanların bu
temelde kurulacak olan bir düzene karşı çıkmayacaklarını erkenden tespit
etmişlerdir. Önemli olan; kurulacak düzenin tanrı adına olduğu ve onların
çıkarlarını temsil ettiği benimsetilebilsin. Düzen, sistem o güne kadar topluma
anlatılan zemin üzerinden geliştirilecektir. Rahiplerin doğayı tanımlamaları ve
topluma benimsettikleri evren anlayışları, kurulmak istenen sistemin ana
hatlarını da vermiştir. Evren; yukarıda gökyüzü, insanların yaşadıkları yeryüzü
ve de karanlık dünya olarak tanımlanan yer altı. Rahiplerin yapmış oldukları
zigguratlar da, bu sistemin somutlaşmış hali, makete indirgenmiş biçimidir.
Mitolojik dönemde
tanrı simgesel varlığını korumuştur. Sayıları sınırlansa da, etkinlikleri
artmıştır. Etkin ve önemli tanrıların büyük çoğunluğu ya gökyüzüne, ya da
yeraltına yerleşmişlerdir. Her iki durumda da, tanrılar insanların hayatlarına
girebilmekle beraber, insanlar onlara çok fazla dokunabilme durumunda
değillerdir. Tanrılar; güneştir, aydır, yıldızdırlar, ya da görünmeyen ve
bilinmeyen, ama korkutuculuklarıyla öne çıkan yeraltının dehşet verici
figürleridir, cehennemin korkutucu yaratıklarıdır. Yeraltı ve yerüstü, her iki
dünya, her iki sistem birbirini tamamlar. Adeta madalyonun iki yüzü gibidirler.
İnsanların zihninde yaratılan en kusursuz sistem; kendilerini var eden ve
geleceklerini tayin eden gökyüzündeki sistemdir. En kusurlu olan ise,
tanrılardan kopuk olan ve her iki sistemin arasında yer alan yeryüzü
sistemidir. O zaman tanrılara ulaşmak için gökyüzü düzenini yere indirmek
gerekmektedir. Kusursuz bir sistem, günahsız ve tanrılarla barışık insan,
gökyüzü sisteminin bir benzerini yeryüzünde kuran ve buna uygun yaşayan insandır.
Dinde ve
mitolojide gökyüzü aşamalardan oluşmuştur. Kutsal kitaplar gökyüzünün yedi
kattan oluştuğunu anlatırlar. En üst kat, tanrının oturduğu kat olarak
tanımlanır. Yani evren yukarıdan aşağıya doğru bir etkinlik, egemenlik ve
hiyerarşik sisteme sahiptir. En üst gözleyen ve yönetenin yeridir, aşağı
katlarda yer alanlar ise, etkinliklerine göre sıralanır tek tanrılı sistemlerde
tanrı yukarıda diğerleri aşağıdayken, modelin örnek alındığı mitolojide tüm
tanrılar yukarıdadırlar. Kendi aralarında kurdukları tanrılar kurulunda
(panteon) bir hiyerarşileri vardır: Yaratıcı gücü olan tanrılarla, ikinci
derecede etkili olan tanrılar. İşte rahiplerin topluma benimsettiği kusursuz
işleyen sistem, bu sistemdir.
‘Tanrının
yeryüzündeki
tezahürü
olmak!’
Şayet tanrılar
kendi aralarında bir hiyerarşi oluşturmuş, bir tanrı diğer tanrılar içinde
ayrıcalıklı ise, gökyüzü katlara bölünmüş ve her kat bir katın altında veya
üstünde yer alıyorsa, o zaman farklılık, alt üst olma durumu evrenin bir yasası
demektir veya bu anlama gelir. Her şeyin bir altı, bir üstü varsa, o zaman
insanların aralarında da bir hiyerarşinin olması evrenin kaçınılamaz yasası
gereği demektir. Bundan daha iyi bir düzen ne düşünülebilir, ne de bulunabilir.
Tanrıların bile hiyerarşiye tabi oldukları kanıtlandıktan sonra, insanlar buna
inanmazlık edemezler. Bu temelde kurulacak düzen en despotik yaklaşımları bile
rahatlıkla uygulayabilecektir ve hiç kimse de buna karşı çıkamayacaktır. Çünkü
karşı çıkılan sadece uygulana gelen sistem değildir, aynı zamanda tanrının
kendisidir. Rahibin uzun yıllar boyunca topluma enjekte ettiği ve en sonunda
kabul ettirdiği, üzerinde sistemi oturttuğu bu yaklaşımdır. Bundan sonrası
rahip için çocuk oyuncağı gibidir ve arkası çorap söküğü gibi gelecektir.
Rahip, sistemi bu
anlayış temelinde kurar. Düzen yukarıdan aşağıya doğru örgütlendirilir. Düzen
kendisinin değil, tanrının düzenidir. Kendisi tanrı adına bu düzeni kurmakta ve
yönetmektedir. Kendisi salt bir sözcü ve temsilcidir. Bunun dışında farklı bir
şey değildir, ama ona yaklaşım tanrının sözcüsüne yaklaşımdır. Ona karşı
yapılacak herhangi bir yanlış yaklaşım, aynı zamanda onun şahsında tanrıya
yapılmış olacaktır. Düzene karşıt durmak da, sadece kurulu sisteme karşı durmak
anlamına gelmeyecek, aynı zamanda yine tanrının düzenine, dolayısıyla da
tanrıya karşı durmak anlamına gelecektir. Tanrıya karşı gelmenin cezası ise;
sonu belirsiz ve korkulu yeraltı dünyasının cehennem azabıdır. Kurulan düzen
tanrı düzenidir ve çağlar sonrasında da “kutsal düzen” anlayışı egemenliğini
sürdürmeye devam edecektir. Tüm sınıflı toplumların egemen yapıları kendilerini
aynı düzenin temsilcileri olarak tanımlamışlardır. En son modern çağın ulus
devleti de kendisini bu kutsallığın ifadesi olarak tanımlayacaktır. Dolayısıyla
hiyerarşik devletçi yapı, kendisini tanrının yeryüzündeki tezahürü olarak
göstermiştir.
Rahip
kutsallıklarla bezenmiştir. Tanrıyla insanlar arasındaki tek köprüdür, tek
halkadır. Neolitik dönemin çoklu tanrı sistemlerinde, putlara tapınma biçiminde
de olsa insanlar tanrılarıyla direkt ilişki kurabilmekteydiler. Beklentilerini
olduğu kadar, af dileklerini de direkt kendi ağızlarından tanrıya
yakarışlarıyla dile getirebiliyorlardı. Ama rahibin toplum içinde egemen hale
gelmesiyle birlikte insanların tanrılarına direkt tapınma, istem ve
beklentilerini dile getirme, af dileme durumları da ortadan kalkar. Tanrı bir
anlamda özelleştirilir. Rahip olmadan tanrıya ulaşmak mümkün değildir. Bir
tapınma ya da yakarış mı gerçekleştirilecek, ancak rahibe başvurulur ve onun
aracılığıyla bu yakarış ya da tapınma olayı gerçekleştirilir. Aracı, tanrıdan
sonraki en güçlü ve etkili yaratık haline gelir. Aslında tanrı rahip iç içedir,
aynı kişiliktir. Başrahip tanrının görünen, tanrı ise, rahibin görünmeyen
yüzüdür.
“Rahip zigguratın
en üst katını tanrılara (sayıları giderek azalır) verirken, bu katı son derece
gizli tutar. Kendisi (başrahip) dışında kimsenin bu kata çıkmamasını kayıt
altına alır. Bu taktik yeni dinsel gelişme için önemlidir. Böylece hem
insanların saygısını ve merakını, hem de bağımlılığını geliştirir. Başrahip
burada tanrıyla buluştuğunu, konuştuğunu sürekli topluma yayar. Tanrının sözünü
duymak isteyen, başrahibin ‘sözüne’ bakmalıdır. Çünkü o, tanrının tek yetkili
sözcüsüdür. Bu gelenek olduğu gibi İbrahimi dinlere de geçmiştir. Hz. Musa
Sina-Tur dağında tanrıyla konuşup ‘On Emri’ almıştır. Hz. İsa’nın diğer adı
‘tanrı sözcüsü’dür. Birçok defa o da tanrıyla konuşma denemesine girmiş, ancak
şeytan bu girişimi boşa çıkarmıştır. Fakat sonunda başaracaktır. Hz.
Muhammed’in miraca çıkışı, aynı geleneğin islamla devam ettiğini
gösterir.”(Kapitalist modernitenin aşılma sorunları ve demokratikleşme)
Önderlik rahibin ziggurat sistemini ve bu temelde düzeni nasıl kurduğunu böyle
anlatıyor. Tek tanrılı din ve temsilcilerinin de aynı rahibin yolundan
yürüdükleri, oluşturulan kutsallığa halel getirmediklerini de bu
değerlendirmede görüyoruz. Önderlik devamla da şunları belirtiyor:
“Başrahip tanrı katında, evinde düşünce yoğunluğunu
başaran kişidir. Yeni toplumun düzenlenmesinin etkili olması için, bu
düzenlemenin tanrıyla diyalogunda geçen sözlere göre olması son derece
önemlidir. Tanrı temsilleri için ilk defa bazı heykeller de bu kata
yerleştirilmektedir. Bu buluş insan merakını daha da artırır. Kavramsal
tanrının simgesel putları, figürleri gerekli görülür. Zaten dönemin insan
belleği bu tip soyut kavramlarla düşünmekten çok, figürlerle zihni tasarıya
hepten yatkındır. Figürsel olmayan düşüncenin, yani sözel, soyut düşüncenin
anlaşılması çok güçtür.
“Demek ki zigguratın üst katının ilk tanrı evi, panteon,
kilise, havra, cami, cemaa (üniversite) örneği olması son derece öğreticidir.
Zincirlemesine birbirine bağlı bu tarihsel oluşumlar toplumun kutsal hafızası,
kimliği anlamına da gelmektedir. İlahiyat, diğer adıyla teoloji bu hafızayı felsefeleştirerek
öğretmektedir: İlk örneğinden kopuk ve soyut olarak. Tarihteki en büyük
çarpıtmalar ilahiyat teoloji alanında yapılmaktadır. Şüphesiz bilim ve
felsefenin gelişmesinde ilahiyatın rolü yadsınamaz. Ama tanrısallığın toplumsal
kaynağını belirlemeyerek, soyutun soyutuna, putun putuna sığınarak bunu
yürüttükleri için, inşa ettikleri toplumsallıkla genelde uygarlığın, özelde
bugünkü uygarlığın oluşumundaki baş sorumlu sınıf konumundadırlar.” (Uygarlık)
Din
olmadan ne köleci ne de
günümüz
devleti düşünülemez
Kutsal düzen
anlayışı olmadan toplumun hiyerarşik olarak parçalanması, devletçi topluma
geçiş yaptırılması mümkün olamazdı. Toplumun aleyhine gelişen hemen her şeye
kutsallık giysileri giydirilmiş, tanrı düzeninin ifadesi olarak toplum
değerlendirilmiştir. Kutsal tanrı düzeni, topluluğu aldatmanın ve kendi
yaşamına aykırı bir sistemin içinde tutulabilmenin en mükemmel aracı olmuştur.
İnsanları kulluğa ve köleliğe koşturan da bu yaklaşımdır. Farklılaşan toplum,
kendi köleliği, kulluğu pahasına da olsa en yabancısı olduğu devletle,
sınıflarla böylece tanışmış olacaktır. Hiçbir insan ya da topluluğun kulluğa,
köleliğe gönüllüce koştuğunu kimse iddia edemez. Kutsal tanrı düzeninin onu
oraya götürdüğünün çok farkında olduğu da söylenemez.
Düzen en yetkin
temsiline devletle ulaşır. Yetkin ve karmaşık devlet yapılanmasını
gerçekleştirmenin yolu da düzen anlayışının topluma benimsetilmesi,
sistemleştirilmesi ve uygulanması temelinde gerçekleşmiştir. Düzen fikri
topluma benimsetilmeden, ruhunun kaynağı olan özgürlüğüne aykırı olarak
köleleşme insana kabul ettirilemezdi. Gökyüzünün kusursuz işleyen düzeninin
yere indirilmesi, ete kemiğe büründürülmesi neticesinde egemenlikçi, hiyerarşik
devletçi, sınıfçı sistem topluma benimsetilebilinmiş, insanlık ruhunun
kaynağından uzaklaştırılabilinmiştir. Bu da din ile devlet ilişkilerinin iç içe
geçmesine neden olmuş, hatta din devletin kaynağı rolünü de oynamıştır. Din
olmadan ne köleci ne de günümüz devleti düşünülemez.
Düzen anlayışının
oturtulması, sınıfsal egemenliklerin uygulanması için uygun zemini yaratmıştır.
O zamana kadar bir bütün olan, egemenlik ve sömürü ilişkilerini bilmeyen, tam
bir bütün ve eşitliği oluşturan toplum, yarattığı etki, uyandırdığı bilinç ve
zihniyet yapısıyla farklılığa ve egemenlik ilişkilerine dayanan sınıflaşmayı,
dinin ve tanrının cevaz verdiği bir yaklaşım olarak ele almıştır. Tanrı nasıl
her şeyin üstündeyse, panteonda nasıl ki bir tanrı diğer tüm tanrılara üstün
bir konumdaysa, o zaman insanlar arasında da benzer bir farklılaşmanın olması,
bazılarının diğerlerine üstün olması kaçınılmaz olacağı düşüncesi din
aracılığıyla topluma egemen kılınmıştır. Yani hiyerarşik devletçi yapılanma ve
kölecilik kaynağını bu kutsal tanrısal düzenden alacaktır. Din ve tanrı
sınıflaşmayı kolaylaştıran temel araçlar olmuştur ve bu sadece sınıflaşmanın,
hiyerarşik devlet yapılanmasının doğduğu zamanlar için değil, tüm zamanlar için
geçerli bir yaklaşım olagelmiştir.
İnsanların on
binlerce yıl özgür yaşamalarına aykırı olarak köleleştirilmeleri kolay kabul
edilmemiştir. Kadının köleleştirilmesi ve erkeğin metası haline getirilmesi de
kolay kabul edilmemiştir. Bu kölelik ilişkisini kadınlara, erkeklere kabul
ettirmek bir çırpıda ve kolay gerçekleşmemiştir. Zor yalnız başına böyle bir
şeyi gerçekleştirebilme gücünden yoksundur. Bunu ancak bir inanç, bir ideolojik
sistem geliştirebilirdi. Din ve tanrı inancı, kutsal düzen fikri insanları
binlerce yıllık özgür yaşam alışkanlıklarından kopartabilir, bir hayvan, bir
mal, bir iş aleti haline getirebilir, alınıp satılması karşısında sessiz
kalmasını sağlayabilirdi. Rahibin din ve tanrı icat etme düşünce ve eylemi
burada devreye girer ve anlamını da burada bulur:
“Avcılık ve savaş kültürünün varacağı durak askeri
örgütlenmedir. Askeri örgütlenme doğal, etnik toplumun dağılması oranında
gelişir. Kadın ana etrafındaki örgütlenme soy, gen, akraba ön ilişkisini
geliştirirken, askeri örgütlenme bu ilişkiden kopmuş güçlü erkekleri esas alır.
Artık bu gücün karşısında hiçbir doğal toplum biçiminin karşı duramayacağı
açıktır. Toplumsal ilişkilere toplumsal zor –buna medeni ilişki de
denilmektedir– girmiştir. Belirleyen güç zorun sahipleridir. Böylelikle özel
mülkiyetin de yolu açılmaktadır. Mülkiyetin temelinde zorun yatması anlaşılır
bir husustur. Zorla ve kanla ele geçirme benlik duygusunu aşırı güçlendirir.
İlişkilere hükmetme olmadan, zor aracı geliştirilip uygulanamaz. Hükmetme ise
sahip olmayla bağlantılıdır. Hükmetmenin içeriğinde sahip olma bir diyalektik
ilişkidir. Sahiplik de tüm mülk düzenlerinin öznesidir. Artık topluluğa, kadına,
çocuğa, gençlere, verimli av ve toplayıcılık alanlarına mülk gözüyle bakma
dönemi açılmaktadır. Güçlü erkek bütün ihtişamıyla ilk çıkışını yapmaktadır.
Tanrı kral olmaya az kalmıştır. Şaman rahip artık bu yeni sürecin mitolojisini
oluşturmak için iş başındadır. Yapılması gereken iş, bu yeni oluşumu muhteşem
bir gelişme olarak hükmedilen insanın zihnine yerleştirmektir. Meşruiyet savaşı
en az çıplak zor kadar hünerli çaba gerektirmektedir. İnsanın zihnine öyle bir
inanç yerleştirilmeli ki, mutlak bir kanun değerinde olsun. Bütün sosyolojik
veriler ‘hükmeden tanrı’ kavramına bu süreçte erişildiğini göstermektedir.” (Bir Halkı
Savunmak)
‘Kişinin
tanrılaşması’
‘topluluğun
karıncalaşması’dır
Sınıflaşma,
devletleşme, erkek egemenlikçi topluma geçiş zamansal olarak aynı olmasalar da,
aynı zihniyet yapılanmasına, aynı anlayışa dayanırlar. Zihniyet, üretimin
toplumsal niteliğine aykırı olarak, toplumsal üretim fazlalılığına bireysel el
koymadır. Azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliğidir, ‘kişinin tanrılaşması’,
‘topluluğun karıncalaşması’dır. Doğal toplumu oluşturan temel yaklaşım olan yaş
ve cinsiyet gözetmeyen ortak üretim ve ortak tüketimdir. Üretime toplum adına
kişinin el koyması toplumsal ilişkilerde büyük bir değişimdir ve bu insanın
binlerce yıl devam eden özgür, hiyerarşisiz, egemensiz yaşamından sonra
gerçekleşmiştir. İnsana rağmen, insana karşıt bir yaklaşım, yine insan eliyle
sağlanmıştır. Elbette bunun, toplumun en kurnazlarının hile ve zoru yoluyla
başarıldığı söylenebilir ve bu büyük çoğunlukla da doğru bir tespit de olur,
ama gerçeğin hepsini ifade etmez. Çünkü sadece zor, Önderliğin de belirttiği
gibi; “yalnız başına uzun süre hayvanları
bile ağılda tutamaz.”
O zaman yapılan iş
bir meşruiyet aracına ihtiyaç duyar veya devreye giren meşruiyet araçlarıyla bu
kendisine karşıt yaklaşım tüm topluma benimsetilir. Meşruiyet araçlarının en
etkilisinin kutsal din, tanrı ve düzen anlayışı olduğu tartışma götürmezdir. Bundan
dolayıdır ki, tüm sınıfçı, egemenlikçi sistemler dini meşruiyet aracı olarak
kullanmaktan asla vazgeçmemişlerdir. Kadının köleleştirilmesi, eski ana tanrıça
özelliklerinden uzaklaştırılması, erkeğin hizmetinde bir mal durumuna
düşürülmesi, kölenin kölesi bir konuma getirilmesi de bu meşruiyet aracıyla
sağlanmıştır. Tek tanrılı dinler, tanrının insanları kendi suretinde
yarattıklarını söyleseler de, yaratılışın temel kaynağı mitolojiye
baktığımızda, insanın tanrı tarafından yaratımının aşağılanma içerdiği
rahatlıkla görülebilir. İnsanları dışkılarından, “bir adım daha ileride”
çamurdan yaratan tanrılar, bu yaklaşımlarıyla ne kadar aşağıladıklarını
gösterirler. Kadın ise bu yaratımda unutulmuş gibidir. Kadın ne tanrıdan bir
parçadır, ne de tanrının suretinden yaratılmıştır. Kadın çamurdan bile
yaratılmamıştır. Tanrı erkeği çamurdan, kadını da çamurdan yarattığı erkeğin
‘kaburga kemiğinden’, hem de ‘eğri’ kaburga kemiğinden yaratmıştır. Mitolojinin
mitos dili başta kadın olmak üzere yaratım olayını öyle fazla sağa sola
çekmeden ve dolaylı yöntemlere de başvurmadan, dosdoğru anlatır. Anlatım çok
nettir; mitoloji, giderek dinin kadın yaratımına ilişkin bu yaklaşımı, kadına
biçilen toplumsal kölelik statüsünün din aracılığıyla meşruiyet zeminine
oturtulmasıdır. Kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratılması, aslında kul
köle olarak yaratılan erkeğe ikincil bir ek yapılmaktadır: Kadın, kölenin
kölesi olarak tanımlanmış ve meşru kılınmıştır.
Kölecilik kadın
aleyhine ilk cinsel
kırılmayla sistem
haline gelebilmiştir
“Tanrısal bağlılıkta güçlü bir inanç ve ibadet bütünlüğü
vardır. Rahip geleneğinde tanrı kral olarak devlet bağlılığı o kadar büyük bir
deha ile işlenmiştir ki, köleler kullar ordusu karıncalaşarak yük taşıyacak
denli küçültülmüş ve hizmetçi kılınmıştır. Sümer mitolojisinde insan,
tanrıların dışkısından veya bir adım daha ileride topraktan (çamur) yaratılmış
gibi gösterilir. Tanrıların en aşağı tarzda insan yaratması inceleşerek
günümüze kadar gelir. Kadın, tanrıdan yaratılamayacak kadar unutulmuştur. Ona biçilen
paye erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmış olmasıdır. Bu anlatımlar devlet
tabakasının ilk doğuşundaki büyük ideolojik düzeni göstermesi bakımından
önemlidir. İnsanların bölünmesi o denli işlenmiştir ki, nesiller boyu toplumun
ezici çoğunluğu devlet tabakasının tanrısallığını sadece onaylamıyor, ibadet
ediyor ve en ağırından çalışmayı bir tanrı emri olarak algılıyor. İdeolojik
derinlik bu kadar gelişmiş oluyor. Aslında temeli zorbalık ve yalan olan bir
kurumsal özellik, en yüce, tapınılan ve uğruna her tür çaba gösterilen bir
metafizik, soyut fetiş –tapınılan şey– haline getiriliyor.”(Bir Halkı
Savunmak)
Kölecilik bu
yaklaşımın meşru kılınmasından sonra gelişebilmiştir. Artık sadece kadın değil,
erkek de köle olarak mal haline getirilecek, beş para değerle alınıp
satılabilecek ve bu da kutsal din ve tanrıya dayandırılacaktır. Kutsallık
maskesiyle meşruiyet zeminine taşındıktan sonra kim buna karşı çıkabilir,
etkisiz duruma getirebilir ki? Düzen ve düzen hükmü tanrısal kaynaktan
çıkmıştır, o zaman buna itirazsız uymak gerekir ki, tanrılar kızmasın, kişi
kutsallıktan koparılmasın ve tanrısal cezalandırmalar gündeme gelmesin! Hikaye
eski, basit, ama son derece etkili. Acı çekmeden yaşamak, acı çektiğini bile
tanrılara hissettirmemek. Tanrı adına hükmeden kralların insanların acı
çekmelerine inanmamaları, bilmemeleri, kölelerin cansız ve acısız yaşayan
varlıklar olarak bilinmeleri… Eyüp Peygamber’in acı çektiğini, kendi şahsında
insanların acı çektiklerini tanrı krala kabul ettirmesinin başarısı burada yatmaktadır.
Köleciliğin bir
sistem olarak gelişmesi kadın aleyhine ilk cinsel kırılmanın gerçekleşmesinden
sonra mümkün olabilmiştir. Bir kez geliştikten sonra da tüm insanları
köleleştirmeyi hedeflemiştir. Kadın, çocuk, genç sistem açısından fark
etmemiştir. Önemli olan yaşları ve cinsiyetleri değildir, önemli olan;
sömürünün gerçekleşmesinde katkı paylarının ne olacağıdır. Sonraki bazı dinler
köleciliğin bu egemenlikçi yaklaşımlarına karşı çıkmış, eşitlik ve özgürlüğü
savunabilmişlerdir. Hıristiyanlık ve islamiyet buna örnek gösterilebilir. Ancak
bu dinlerin de her zaman aynı yaklaşımlara sahip oldukları ve insan emeği
üzerindeki baskı ve sömürüye karşı çıktıkları anlamında değildir. Hıristiyanlık
sömürüye karşı özgürlükçü ve eşitlikçi bir yaklaşımı savunduğu dönemlerde Roma
İmparatorluğu’nun kovuşturmalarına uğrarken farklı, ama Roma İmparatorluğu
tarafından devlet dini olarak kabul ve ilan edildikten sonra farklı bir
yaklaşımın sahibi olmuştur.
İktidarla
bütünleşmek dinin özünde vardır. Kutsal tanrı düzenini yeryüzüne indirirken,
dinin temel aldığı ilkeler egemenlikçi yaklaşımları bağrında taşımıştır. Tanrı
ve kul, tanrının temsilcisi rahip ile insan, azınlıktaki yönetici ile
çoğunluktaki yönetilen tanrı buyrukları olarak dinin esaslarını
oluşturmuşlardır. Din kendisini iktidardan ayrı ve uzak görmemesi kadar,
iktidar da kendisini dinden uzak görmemiştir. İkisi birbirini her zaman
tamamlamışlardır. Roma İmparatorluğu’nun hıristiyanlığı devlet dini olarak
kabul ve ilan etmesi, dinin iktidarla olan bu bağından hareketledir. Bundan
dolayı Önderlik, hangi sınıfsal temelde olursa olsun, iktidar bağlantılı tüm
kavramların din kökenli olduğunu söyler. Siyasal teoloji yüzüne örtü çekilen
iktidarın kavramlarının dinsel kökenini anlatır. Roma İmparatorluğu’nun yüzyıllarca
kendisine karşı mücadele eden hıristiyanlığı devlet dini olarak kabul etmesinin
altında yatan gerçek, hıristiyanlığın çok geniş çevreler üzerinde yaratmış
olduğu etki kadar, bu dinin bağrında taşımış olduğu iktidar bağlantılı temel
yaklaşımlarını görmüş olmasından dolayıdır. Bunun paganizm ya da hıristiyanlık
tarafından yürütülmüş olması ya da herhangi başka bir yaklaşım tarafından
sürdürülmüş olması sistem açısından önemli değildir. Önemli olan sistemin
teklemeden, tökezlemeden sürmüş olmasıdır. Ölümsüzleşen tanrı krallarla, ölümlü
insanlar, ‘karınca misali çalışan’ ölümlü insanlar, devletin sürekliliğinin
ifadesi olmuştur. Ölümsüz tanrı krallar ile karıncalaşan insanların Ortadoğu
egemenlik zihniyetini oluşturduğunu belirten Önderlik, bu konuda aşağıdaki
değerlendirmeyi yapar:
“Firavun ve Nemrut deyimleri Ortadoğu kültüründe tam da
tanrı kralları ifade eder. Tanrı kral bir Ortadoğu yaratımıdır. Bir şahıs
olmanın ötesinde bir kültür, bir kurumdur. Toplumun tüm üyelerinin tanrı kral
kişiliği karşısındaki yerleri erzak taşıyan karınca misalidir. Tanrı kral ve
öteleşen toplum arasındaki fark o denli abartılı ve tersyüz edilmiştir ki,
sonunda iki soy belirmiştir: Ölümsüzler olarak tanrı krallar ve ölümlüler
olarak insanlar. Mitolojik kurnazlık veya yetkinlik, devletleşen tabakayı
insandan saymamaya özen göstermiştir. Kurum olarak devletin hakimlerin yaşamı
için arz ettiği süreklilik, sanırım bu ‘ölümsüzler’ sıfatının oluşumunda
belirleyici rol oynamıştır. Tanrı fikrindeki ‘ölümsüzlük’ kavramının devlet
kurumundaki süreklilikle bağı çok açıktır. Devletleşmeden önceki tanrılar için
de ölüm düşünülürdü. Neolitik dönem tanrılarında ve onu temsil ifadelerinde her
yıl tanrı doğuş ve ölümleri için özel günler vardır. Yaygın söylence ve
ritüellerle –ibadetler– kutlama ve yas törenleri düzenlenirdi. Ne zaman ki
devlet kurumu süreklilik –şahıslar geçici, devlet kalıcı– kazandı, o zaman
tanrılar da ölümsüz kılındı. Burada tanrı kralların soy ve hanedanlarını
ayrıcalıklı kılmanın rolü de önemlidir. İnsandan sayılmama ve ölümsüzlük,
olağanüstü bir büyüklük ve farklılık sağlar. Devletliler sınıfı böylece
tanrılaşarak ölümsüz bir soy haline getirilince, öteki insanlara –diğer tüm
toplum insanları– düşen de ona kulluk etmektir.” (Bir Halkı
Savunmak)
Toplumsal
kulluk sadece
sınıfsal bir olgu değildir
Hıristiyanlığın
Roma karşısındaki mücadelesi uzun sürmüştür. Hıristiyanlık bu mücadele süreci
boyunca kölecilik karşıtı ve özgürlükçü düşünceleri savunmuştur. 300 yıl süren
bu mücadele sonrasında iktidarla buluşmuş, devlet dini haline gelmiştir.
İktidarla buluştuğu an özgürlükçü ütopyalarını da, Lenin’in burjuvazi için
söylediği gibi, ‘geminin bordasından denize atmış’, kölecilik karşıtı
yaklaşımlarını unutmuştur. Üretim araçlarının gelişimine bağlı olarak
kölecilikte zayıflama yaşansa da, hıristiyanlığın egemenliği altında da
varlığını devam ettirmiştir. Krallara taç giydiren din, özgürlük ütopyalarının
sahibi olmaktan çıkmıştır. İslamiyet ise bu özgürlükçü düşünceleri çok daha
erkenden yitirmiştir. İslam dini, daha Hz. Muhammed yaşarken bir imparatorluk haline
gelecek kadar iktidarla iç içedir. İktidar kavgaları peygamberin cenazesi daha
yerdeyken başlamış, Muaviye’yle birlikte saltanatın Emeviler’e geçmesi
sonrasında da islam dininin ilerici ve özgürlükçü hiçbir yanı kalmamıştır.
Hıristiyanlıkta olduğu gibi, burada da iktidarla tam bir bütünleşme
gerçekleşmiştir. Bu olumsuz gidişatı kişilerle açıklamak mümkün değildir. Yani
Muaviye olmasaydı da bu din de hıristiyanlık gibi iktidarla tam bir bütünlük
oluşturacak, gerçek rengiyle arz-ı endam edecekti. Tencere kapak misali
iktidarla din birbirlerini tamamlayan iki müthiş figür olmuşlardır. Üretim
tarzlarının değişmesinde rolleri olsa da, temel özellik ve yaklaşımları bu
olmuştur.
Kapitalizm olarak
tanımlanan finans-kapitalin egemen olduğu burjuva düzeni, gelişmeye başladığı
ilk dönemlerde din karşıtı bir yaklaşım sergilemiştir. Laisizm adı altında din
ile devlet ilişkilerini birbirinden ayırdığını söylemiş, kilisenin etkinlik
alanlarını sınırlamış, mülklerine el koymuştur. Ancak iktidarda tam bir
hakimiyet sağladıktan sonra, din olmadan sistemi sürdürmenin mümkün olmadığını
görmüştür. Toplumu kutsallık yüklenen metafizik kavramlarla en fazla sistemin
yönetimine hazırlayanın din olduğunu, temel kavramlarının da buradan ödünç
alındığını görmüştür. Gelişen toplumsal muhalefeti din olmadan etkisiz duruma
getirmeyeceğini anlayınca da, laisizmi bir kavram olarak korusa da, gizliden
gizliye dine de yeniden başköşeyi vermiş, etkin hale gelmesini sağlamıştır.
Denilebilir ki, dinin iktidar organları tarafından en çok kullanıldığı,
toplumun en fazla kul haline getirildiği, sistemin yedeği ve ‘uysal eşeği’
haline getirildiği, en çok din karşıtı olduğunu söyleyen kapitalist modernist
sistem tarafında gerçekleştirilmiştir. Bu da şaşırtıcı değildir. Çünkü
hiyerarşik sistem olarak tanımlayabileceğimiz hem din, hem de iktidar aynı
kaynaktan doğmuşlardır. Dinin vaaz ettiği mutlak düzen fikri, tüm iktidar
sistemlerinin de uygulamak istedikleri şeydir. Bu da ancak toplum
kullaştırılarak gerçekleştirilebilir.
“Toplumsal kulluk sadece sınıfsal bir olgu değildir.
Despot dışında –o da sistemin tutsağıdır– herkes, tüm toplumsal sınıf ve
tabakalar bağlanmıştır. Köleci sistemden daha derinlikli gizlenmiş bir boyun
eğdirmecilik düzeni vardır. Yumuşatma, sistemin derinleşmesi anlamına da gelmektedir.
Toplumun temel paradigması, öncesi ve sonrası olmayan bir kulluk sistemidir.
Ezelden ebede –bu iki kavram daha çok olgunluk dönemi devletine aittir– kadar
düzen olduğu gibi sürecektir. İmtihan ve değişme yeri öte dünyaya ilişkindir.
Sisteme sadece fiili kalkışma biçiminde değil, ruhen ve fikren karşı olmak bile
en büyük günahtır. En iyi kulluk mutlak itaat etmesini bilen için erdemin,
yetkinliğin ta kendisidir.” (Bir Halkı Savunmak)
Kölecilik açık bir
baskı rejimidir. Köle sahibiyle köle arasındaki ilişkiler ve uygulanan sömürü
açıktır, herhangi bir gizliliğe ihtiyaç duymaz. Meşruiyet zeminini din aracını
kullanarak gerçekleştirir. Aynı şey feodalizmde de mevcut olmakla birlikte
nispeten daha gizlidir. İnsan yine üretim aracıdır, ama toprak da önemli bir
üretim aracı haline gelmiştir ve insan toprağa bağımlı hale gelmiş,
getirilmiştir. Toprağa bağımlı hale getirilen insan, artık bir hayvan gibi pazarda
alınıp satılmamakta, masa başlarında toprakla birlikte alınıp-satılmaktadır.
Feodalizmin meşruiyet ihtiyacını da din karşılar. Kapitalist sistem bu sömürü
düzeninin üzerine bir perde örtmüştür. Bu perde emeğini satma özgürlüğüdür.
Bununla sömürü ve baskı yokmuş gibi gösterilir. Zorla işe koşturulan ve
pazarlarda alınıp satılan kölenin, ya da toprakla birlikte alınıp satılan
serfin yerini, emeğini özgürce satma hakkına sahip proleter almıştır.
Gelenekten ve ahlaktan kopan bu sistemin nazarında insanın hayvanlar kadar bile
değeri yoktur. Emeğini satma özgürlüğü, işsizlik ve açlıktan ölmeme
özgürlüğüdür. Bu sistemin de meşruiyet ihtiyacı vardır ve bu ihtiyacı da din
karşılar. Dikkatle izlenip değerlendirildiğinde, dinin bir baskı ve egemenlik
aracı olarak tüm karşıtlığına rağmen, en fazla kapitalist modernizm tarafından
kullanıldığı görülür.
Dinin devletle iç
içe olan ilişkilerini öğrenmek için herhangi bir devlete bakmak yeterlidir.
Türkiye buna iyi bir örnektir. Türkiye gibi kendisini laik sayan kimi devletlerde
ise, en büyük bütçeli, yüz binlerce kadrolu dini kurumlar, sistemler
oluşturulmuştur. Bu ülkelerde dini devlet eliyle geliştiren ve yayan eğitim
kurumları bir ağ gibi toplumu sarmışlardır. Tüm toplumsal mücadelelerde, emekçi
sınıfların hak arayışlarında panzehir olarak başvurulan araç hep din olmuştur.
Sistemin egemenlikçi, sınıfçı, devletçi hiyerarşik yaklaşımlarını uygulamanın
en temel aracı din, geçmişten günümüze, ilk hiyerarşik yapılanmadan en gelişmiş
devlet yapılanmasına kadar her zaman başvurulan ve uygulanan temel araç
olmuştur. Tüm sınıflı toplumların yönetim kavramlarının kaynağı hiç şüphe yok
ki, din olmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder