9 Temmuz 2012 Pazartesi

Bir Egemenlik Aracı Olarak Dincilik-1

Üzerinde çok fazla tartışma yapılmayan, ama hakkında en çok yazılan konuların başında dinin geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu yaklaşım haksız da değildir. Konu önemle ve ciddiyetle ele alınmayı her zaman için gerekli kılmıştır. En basit ele alan yaklaşımlar bile kendilerini dinin etkilerinden kurtaramamışlardır. Dolayısıyla din ister ne olduğuna yönelik olsun, isterse insan yaşamını derinden etkileyen yönüyle olsun, isterse de bir egemenlik aracı olarak egemenler tarafından kullanılması yönüyle olsun, önemle ele alınmayı gerekli kılmaktadır.

 Şüphesiz değerlendirmeler yaparken, bir ihtiyaç olarak gelişmesini ve egemenler tarafından bir iktidar aracı olarak kullanılmasını özenle birbirinden ayırmak gerekmektedir. Din değerlendirilirken belki de en fazla düşülen hata da burada yapılmaktadır.

Dinin insan yaşamında yer alması çok uzun bir tarihsel geçmişe dayanmaktadır. Şüphesiz ilk doğa dinleriyle bugünkü gelişmiş, soyut kavram düzeyine indirgenmiş tek tanrılı dinler arasında farklar vardır. Bu farklar inanma boyutundan ziyade, kurallar ve dogmalardadır. Çok tanrılı politeist dinler temelde insanın umut ve korkularının ve bilinmezlikler karşısındaki yaklaşımından kaynaklı olarak gelişmiş ve insanlığın yaşamına anlam katmasını sağlamıştır. Ritüelleri, kuralları son derece basit olan politeistik dinler denilebilir ki, anlam arayışlarına verilen ilk karşılık olmuştur. Bilinmezliklerle dolu olan doğada yaşamın temel dayanağı olarak insan zihniyet yapılanmasında ve hakikat arayışında çok önemli bir rol oynamıştır. Tek tanrılı dinlerin de aynı iz ve yol üzerinden yürüdükleri söylenebilir. Başlangıç itibariyle yaklaşımlarında temelde herhangi bir farklılık yoktur. İbrahim’i dinlerin yol tayininde, umut ve korkuları tanımlamada, evrenin bilinmezlerini kavrama ve tanımada son derece önemli roller oynadığı, zihniyet yapılanmasında bir aşama ve hamle olduğu kesinlikle tartışma götürmezdir. Animizmin doğasal yaklaşımları nispeten aşılsa da, doğaya uygun yaşamak, ama güçsüz ve etkisiz tanrı putlarını da kırıp oradan kaldırmak İbrahim Peygamber’in ve dininin en temel yaklaşımı olmuştur.

Put, insanın kendi elleriyle yaptığı umut ve hayallerini gerçekleştirmenin aracı olarak gördüğü tapınma konusu ve aracı olmuştur. Güçsüzlüğü kadar gücü de inanmayla birlikte kendisinde taşımıştır. Güçsüzlüğü kendi yaptığı bir araç olması, gücü ise inanma ve bağlanmayla bağlantılıdır. İnanmadan ve bağlanmadan ve korkularının, umutlarının nedenlerini kavramadan yaşamak ne bu dönem ne de başka herhangi bir dönem insanı açısından mümkün olmamıştır. İnanmak ve bağlanmak insanı manevi/metafizik bir varlık haline getirmiştir. Felsefe tarihinin uzun ve süregelen ruh madde ayrım ve çelişkisinde bir uçtan diğer uca kaymalar insanın maddi ve aynı zamanda ‘metafizik bir varlık’ olduğunu her zaman göz ardı etmiştir. Ya hep maddi bir varlık, ya da salt ruh olarak değerlendirilmiştir ki, bu da insanı, bağlılıklarını, inanmasını, inançlarını tanımlamaya yetmemiştir. Politeist dinler tanımlanmaları son derece kolay dinlerdir; karmaşıklıkları, karışıklıkları fazla yoktur. Ancak basitliği güçsüzlüğü anlamına da gelmemektedir. Bugün zihniyeti açısından basitliğiyle ele alınabilir, ancak bu gerçeğini göz ardı etmek anlamına gelir. Basitliğiyle de olsa binlerce yıl ve insan zihniyet yapılanmasında son derece önemli bir rol oynamıştır. Bu basit gibi görünen yaklaşım olmasaydı, insanın daha etkili zihniyet yapılanmalarına geçmesi düşünülemezdi. Soyutlamanın, kavramsal din ve tanrı tanımlamasına bu basit zihniyet yapılanması temelinde ulaşıldığı, bir anlamda zihniyet yapılanmasında temel bir rol oynadığı göz ardı edilmemelidir. Bu göz ardı edilirse, insanı ve zihniyet yapılanmasını kavramak, inançlarını doğru tanımlamak mümkün olmaz ve tek tanrılı İbrahim’i dinler de anlamlandırılamaz.

İnsanlığın çok uzun bir tarihsel zamana sahip olduğu açıktır. Toplumsallaşmasının bile on binlerce yıl gerilere gittiği yapılan araştırmalardan anlaşılmaktadır. Toplumsallaşma üstyapı kurum ve araçlarının oluştuğu/oluşmaya başladığı zamanı da tanımlar. Din bu üstyapı kurum ve araçlarının başında gelmektedir. Evrimleşmeyi çok daha geniş bir zaman ve mekan içerisinde değerlendirmek gerekir. Bu uzun tarihsel süreç insanlığın dilden düşünce yapısının gelişmesine kadar geçen zamanı ifade etmektedir. Evrimleşme, bu sürecin hem adıdır, hem de tarihi.

‘Oluş’ hem evrenin hem de insanın merak konusunu oluşturmuştur

Burada insanın gelişim tarihi tek yönlü, tek boyutlu ele alınmamaktadır. Zaten insanın kendisine sorduğu soru da; ne olduğu ve nasıl oluştuğudur. ‘Oluş’ hem evrenin, hem de insanın merak konusunu oluşturmuştur. Bundan dolayıdır ki, insan zihnini kullanmaya başladığı ilk andan itibaren kendisini ve evreni tanımaya çalışmıştır. “Bu evren nasıl oluştu ve nasıl oluyor da olduğu gibi duruyor? Niçin bu alem vardır?” İnsanın evreni tanıma çabaları, özünde bu basit gibi görünen sorularla başlamıştır. Her zihniyet yapısı, dönemi ve zihniyet yaklaşımı çerçevesinde bu sorulara yanıt vermeye çalışmıştır. Evreni tanıyan insan, aynı zamanda kendisini de tanımış olacaktır, ya da tersinden; kendisini tanıyan insan evreni de tanımış olacaktır. ‘Kendini bil’ düsturu bu çift yönlü sorunun yanıtıdır. Bilim, felsefe ve mitoloji kadar din de bu sorulara yanıt vermek üzere gelişmiştir.

Farklı biçim ve özellikler kazansa da, din, insanın en eski düşünce yapısını oluşturur. Şüphesiz değişmez bir biçim olarak ilk çağlardan günümüze olduğu gibi taşınılmış değildir. Zaman ve insanın kavrayış düzeyi kadar, mekan da dinin farklı yaklaşımlar altında gelişmesinin zeminini hazırlamıştır. İlkçağ dinlerinin günümüz dinlerinden çok farklı olduğunu söylemek doğrudur. İnsanın çocuksu çağlarını ve inancını anlatan animizm, ya da klanların kendi varlıklarının gerekçesi olarak görüp bağlandıkları totemleri vb kendi topluluklarının ve çağlarının dinleridir. Bu dinler fazla gelişmemiş, sistemleşmemiş, bir hukuka ve kurallar bütünlüğüne ulaşmışlardır, ancak toplumu var etmede son derece önemli bir rol de oynamışlardır. Son derece basit ve çocuksu olmasından hareketle hiç kimse ne animist yaklaşımları, ne totemci klanları ya da şaman bağımlı toplumları bu özelliklerinden hareketle, ‘basit yaklaşımların sahibi’ olarak değerlendiremez. ‘Basitlik’ izafidir ve bu toplumların/toplulukların yaklaşımlarının basitlik olarak değerlendirilmesi de günümüz pozitivist yaklaşımlarının ürünüdür.

Bunları, o dönem dinlerinin çok gelişkin oldukları anlamında söylemiyoruz. Dinin gelişim düzeyi düşünce ve aklın algılama düzeyinin gelişimiyle bağlantılıdır. Şayet evreni tam bir bütünlük içerisinde tanımlayan bir yaklaşıma sahip olunsaydı, korkularının kaynağı olan şeyleri, ya da çok rahat tanımlanabilen şeyleri kutsallık sıfatıyla kutsamaz ve tapınç konusu yapmazlardı. Soyut tanrı ve din kavramının, bu tanımlanamaz kavramların ya da varlıkların tanımlanmasıyla birlikte geliştiği açıktır. Örneğin insanların kendi elleriyle yaptıkları putlara tapınmaları, elleriyle yaptıkları putlardan kendilerine ve geleceklerine yönelik beklenti içinde olmaları, umut beslemeleri, onlara adaklar sunmaları başka nasıl izah edilebilir? Soyut tanrı kavramı bu putların güçsüzlüklerinin, insan eliyle yaratılmışlıklarının bilince çıkarılması ve daha ‘yüce, kutsal’ varlıkların olabileceği düşüncesinin şekillenmesiyle birlikte gelişmiştir. Tek tanrılı dinlerin atası sayılan İbrahim peygamberin soyut tanrı fikrine ve bu temelde din kavramına ulaşırken, putlarla yaşadığı hikayesi meşhurdur. Bir efsane olarak anlatılan bu olay, biraz da hikayeyi renklendirir: İddia olur ki; İbrahim peygamberin babası (üvey babası) Azer, Nemrut’un yanında çalışan biridir. Belki de Nemrut’un panteonunun bekçisidir. İbrahim peygamber bir gün eline aldığı baltayla panteona dalar ve büyük put hariç diğer tüm putları kırar. Bu tanrılara ve Nemrut’a karşı büyük bir suç işlemek anlamına gelmektedir. Kovuşturması geciktirilemez, çünkü bağlı olunan tanrıların hoşnutsuz kalacakları düşünülür. Ve İbrahim peygamber yakalanarak Nemrut’un huzuruna çıkarılır. Nemrut İbrahim’e putları neden kırdığını sorar. O da, kendisinin değil, büyük putun kırdığını söyler. Nemrut, “cansız put nasıl kırar” deyince, O da, “put tanrı değil mi” diye yanıt verir. Bu kısa diyalog bile, aslında tapındıkları şeyin basitliğini bildiklerini göstermektedir. Buna rağmen yargıda kusur işlenmez, tanrılara karşı işlediği suçtan dolayı İbrahim peygamber ağır bir cezaya çarptırılmaktan kurtulamaz; dağ gibi yığılan odunların üzerine mancınıkla atılarak yakılma cezasına çarptırılır. Sonrası mucize; odun ateşinin İbrahim peygamberi yakamaması, ateş yakılan alanın bir göle, su birikintisine, odun közlerinden geriye kalanların da balıklara dönüşmesiyle süreç tamamlanmış olur. Kazanan; soyut aklın yolunun açılması ve daha somut olarak da soyut tanrı fikridir.

Ahlakı olmayan toplum
özgürlüğü olmayan toplumdur

Bu dönem itibariyle din, bilmeye değil inanmaya dayanıyordu. Aslında sadece ilk çağlar açısından değil, her dönem din, bilmeye değil inanmaya dayanmıştır. Ama bilmek bir dönemden sonra inançla birlikte yan yana olmuştur. Din dogmalarla yüklü olsa ve aklı dışlasa da, bir dönemden sonra insan bu gerçekliği kabullenmek zorunda kalmıştır veya toplumsal gerçekliklerin gelişim düzeyi onu buna zorlamıştır. Yeniden inşa edilme durumuyla karşı karşıya kalan toplumsal gerçeklikler, dogmatik kalıpların kırılmasını zorlamıştır. Bilmek, bugün ile ilk çağlar açısından farklı karşılıklar, anlamlar ifade etmiştir. Bilmek, insanlığın ilk dönemleri açısından zihni yapısı elvermemek kadar, bir ihtiyaç da değildir. Karmaşık, analitik zekanın yoruma dayanan yapısı fazla öne çıkmamıştır. İlk çağ insanlarının ne karmaşık sorunları vardır, ne karmaşık zeka yapılanmaları ve ne de buna ihtiyaçları. Onlar için önemli olan kendisini tanımlayabilmesi ve toplumu ayakta tutabilmesiydi. Bunu başarması, gerisini sorgulamayı önemli oranda ortadan kaldırıyordu. Bunu sağlayan ise, toplumu ayakta tutan ahlaktı. Dolayısıyla dinden önce topluma çimento vazifesi gören ahlak devreye giriyordu. Yekpare toplum, tam bir birlik, özgür yaşam ve topluluğun her bireyinin buna bağlılığı ahlaki örgüyü oluşturuyordu. Ahlak toplumun özgürlüğüyle bağlantılı bir olaydı ve yazılı olmayan, ama toplumun her bireyinin kendisini bağımlı hissettiği ve onun dışında hareket edemediği kurallardı. “Ahlak anlam olarak toplumun uyulması gereken kural gücüdür. Bu güç zorla değil, toplumsal varlığın sürdürülmesinde hayati rolünden ötürü gönüllüce yürütülmektedir. Dinden farkı, kutsallık yerine dünyevi ihtiyaçtan kaynaklanmasıdır. Din de şüphesiz dünyevidir. Ama kavramların sihirli yanı ve en eski oluşumu onu kutsallığa daha fazla büründürmektedir. Daha soyut ve törenseldir. Ahlak ise daha günlük, dünyevi ve gerekli pratik kurallardır.” (Bir Halkı Savunmak) 

Ahlakı olmayan toplum, özgürlüğü olmayan toplumdu. Özgürlükten yoksun bırakılan toplum ise; ahlaki örgüsü dağıtılmış olan toplumdu.

Soyut tanrı fikrine ulaşmayla birlikte, toplumsal bir gerçeklik olarak din, bütün kurallarıyla, yaptırımlarıyla, ritüelleriyle birlikte inşa edilir. Tek tanrılı dinler kadar öncesindeki çoklu tanrı sistemleri ya da doğayı kendisi gibi canlı gören yaklaşımlar da insanın metafizik ihtiyaçlarının bir ürünü olarak inşa edilmişlerdi. Din toplumsal bir gerçeklik olarak bir ihtiyacı karşılamak üzere inşa edilmişti. İlk çağ dinleri bir başlangıç olarak bu tarihsel gelişmede rol oynasa da, değişmesi, ortadan kalması ya da yerini daha gelişmiş başka dinlere bırakması kaçınılmazdı. Her inşanın yerini bir yenisine bırakırken olduğu gibi, oluşum ve yıkılma hep bir arada yürümüştür. Önderlik, toplumsal gerçekliklerin inşa edilme ve yıkılma süreçlerine ilişkin aşağıdaki değerlendirmeyi yapmaktadır:

“Toplumsal gerçeklerin sıkça inşa edilmiş gerçekler olduğunun ne kadar bilincinde olursak, yıkılmaları ve yeniden inşa edilmelerinin gereğine o ölçüde daha iyi hükmedebiliriz. Yıkılmaz, değişmez toplumsal gerçeklikler yoktur. Hele hele baskıcı ve sömürgen kurumların yıkılmaları, aşındırılmaları özgür yaşamın vazgeçilmez gereğidir. Toplumsal gerçek derken, toplumun tüm ideolojik ve maddi kurumlarını kastetmekteyiz. Dilden dine, mitolojiden bilime, ekonomiden siyasete, hukuktan sanata, ahlaktan felsefeye kadar tüm toplumsal alanlarda uygun zaman ve mekan koşullarında sürekli toplumsal gerçeklikler kurulur, yıkılır, restore edilir ve yenileri oluşturulur.” (Uygarlık)

Anlaşıldığı gibi din de diğer tüm toplumsal olgular gibi aklın ürünü olarak gelişmiştir. Ancak ilk dönem dinleri ile sonraki kutsallıklarla bezenmiş soyut tanrı ve din arasında büyük farklılıklar oluşmuştur. Din insanın metafizik ihtiyacını karşılayan bir araç olarak doğmuş ve gelişmiştir. Ancak hiyerarşik devletçi yapılamaya geçişle veya hiyerarşik devletçi yapılanmada bu doğuş ihtiyaç ve özelliklerinden uzaklaşmıştır. Evreni ve kendisini bilme ikinci planda kalmış, toplumun yönetilmesinde, yönlendirilmesinde temel araçlardan biri haline gelmiştir. Başlangıçta kendisini tanrı gören ve gösteren krallar bu yalanı ve bu yalana dayalı olarak toplumu yönetemeyeceklerini anladıklarında, hem tanrıların, hem tanrı kralların, hem de dinin rolü önemli oranda değişmiştir. Üst toplum dini en etkili bir yönetim aracı olarak kullanırken, alt toplum metafizik ihtiyaçlarının tatmini temelinde yaklaşım göstermiştir. Tanrının varlığı ya da yokluğu, dinin gerçekliği, olması ya da olmaması onlar açısından fazla anlam taşımamıştır. Bu konular alt toplum açısından tartışılması gereken konular olmamıştır. Hiyerarşik devletçi sistemi temsil edenler, tanrılık sıfatından düşseler de tanrılar gibi yaşayan üst toplum, alt toplumun gerçeği düşünmesinin önüne geçmeye çalışmıştır. Üst toplum inşa edilen bir toplumsal gerçeklik olan dinin ya da dinle birlikte anılan tanrının tartışılmasını, gerçeğe ulaşılmasını, yine topluma egemen kıldığı dinin kurallarıyla engellemiştir. Bu tür tartışma konularını dinden çıkma olarak değerlendirmiş, yaptırım olarak da insanların bilincinde yaratılan ve tanrısal kattan gelen sonsuz bir cezalandırma baskıyla tanımlamışlardır. Kendileri gerçeği bilmelerine rağmen, bu gerçeğin toplum tarafından bilinmesini asla istememiş ve de engellemek için ellerinden geleni yapmışlardır. Baskılı mekanizmanın zihindeki yansıması olarak cehennem alt topluma reva görülürken, cennet üst topluma tahsis edilmiştir. Dahası egemenler inşa etmiş oldukları bu toplumsal gerçeklikle cennete gitmeden, cenneti bu dünyaya getirmiş ve “cennette yaşar gibi” yaşamışlardır. Mitolojik çağlardan günümüze dinin tarihi bu temel yaklaşım üzerinde şekillenmiştir.

Din toplumsal olgunun
ilk ahlaksal yönetim biçimidir

Bu, dinin ütopik ve toplumsal yaklaşımlarının hiç olmadığı, doğuşundan son gününe kadar despotik ve iktidarcı olduğu anlamına gelmez. İlk çağ ‘ilkel’ dinlerinde iktidarcı, hiyerarşik, devletçi bir yaklaşımın olmadığı kesindir. Hatta denilebilir ki, mitolojik çağlarda da, din rolünü gören ve tek tanrılı dinlere de kaynaklık eden mitolojiler tam anlamıyla iktidarcı değillerdir. Toplumun birliğini ve örgütlülüğünü savunmaya mitolojilerde de rastlanmaktadır. Hatta tek tanrılı dinlerde de somut hiyerarşik yapıların savunulmasına rastlanmaz. Bu dinler derinlikli olarak ele alındıklarında başlangıçlarında hiyerarşi karşıtı oldukları da görülür. Örneğin hıristiyanlık, islamiyet buna örnek olarak gösterilebilirler. Hıristiyanlık 300 yıl gibi uzun bir süre savunduğu toplumsal eşitlikçi yaklaşımlardan dolayı kovuşturmalara, takiplere, baskılara, işkencelere, çarmıhlara gerilmelere, arenalarda aslanlara yedirilmelere vb uğramıştır. Ama devlet dini haline geldikten sonra bu toplumsal özelliklerinden uzaklaşmış/uzaklaştırılmış, egemen sınıflar elinde ütopyalarına aykırı olarak toplumu yönetmenin aracı haline gelmiştir. Keza islamiyetin doğuş süreçlerinde de benzer bir durum yaşanmış, Hz. Muhammed’in ölümüyle birlikte islamiyet de bu eşitlikçi ütopyalarından uzaklaşmıştır. Bugün ise, bu dinlerin doğuş dönemindeki özellikleriyle hiçbir bağları kalmamış, toplumsal bir baskı aracına, devlet yönetme araçlarına dönmüşlerdir. Toplum değil, devlet dinin sahibi olmuştur. Bugünden bakıldığında din ve devlet yönetiminin birbirlerinden ayrılmaz ikili haline geldikleri rahatlıkla söylenebilir. Her ne kadar laiklik (sekülerlik) adı altında din ve devlet işleri birbirlerinden ayrıştırıldıkları, dinin bir inanç olayı olarak vicdanlara bırakıldığı söylense ve iddia edilse de, gerçek bunun tam tersini göstermektedir. Dahası din devleti olarak kendisini tanımlayan devletlerin sayısı hiç de az değildir. Vicdan ikinci plandadır veya sadece alt topluma hitap eden bir yaklaşımdır. Üst toplum neyin ne olduğunu, dinin özellik ve rolünü çok iyi bildiğinden, vicdanıyla asla dine yaklaşmaz. Onun için din, çıkarlarını ifade ediyor mu, etmiyor mu, önemli olan budur.

Din ile vicdanın birlikte ve aynı şeymiş gibi ele alınması başka bir yanlış yaklaşıma da kapıyı aralamaktadır. Vicdan insanın ahlak çerçevesinde olay ve olgulara yaklaşmasıdır. Doğru ve yanlışı toplumun değer yargılarıyla kıyaslayarak yapıp yapmamaya karar vermesidir. Vicdan, eğer davranışının toplumsal değerlerle çatışması durumunu ortaya çıkarıyorsa, kişinin istek ve arzularından ziyade toplumun genel çıkarları temelinde hareket etmesini ifade eder. Din ve vicdan özgürlüğü çokça ifade edilen bir değerlendirme olmaktadır. Bu, hiyerarşik sistemin önemli hukuk kurallarından biri haline gelmiştir. Bu yaklaşımdan hareketle din kişisel bir yaklaşıma indirgenmiştir ve bu yaklaşım günümüzde oldukça hakim bir yaklaşım haline getirilmiştir. Önderlik bunun yanlış bir yaklaşım olduğunu, “dinin kişisel bir mesele” olarak ele alınamayacağını, “kişisel değil, toplumsal olgunun ilk kavramsal, ahlaksal ve yönetim biçimi” olduğunu belirtmektedir. Dinin kişisel bir mesele olarak ele alınıp değerlendirilmesi, iktidarın ideolojik yapısının siyasal teoloji tarafından oluşturulduğunu örtmeye, gizlemeye ve sanki hiyerarşinin, iktidar erkinin dinle bir bağının olmadığını kanıtlamaya yöneliktir. İnanıp inanmamayı toplumsal gerçekliklerden kopartmak ve sadece kişinin kendisine bağlı bir olaymış gibi ele almak bu toplumsal gerçekliği çarpıtmaktır. İnsan nasıl ki toplumsal bir varlık olmanın dışında değerlendirilemezse, din de toplumsal niteliğinden soyutlanarak değerlendirilemez.

Ortaçağ’ın tüm devletleri din devletleriydi. Dinsiz bir devlet yoktu ve devleti dinsiz düşünmek o günün koşullarında mümkün de değildi. Böyle bir devletin yaşama şansı da zaten olmazdı. O koşullarda inancın şahsiliği diye bir kavram ve yaklaşım da yoktu. Kraldan en sıradan tebaaya kadar herkesin bir dini vardı, dine inanmayan da farklı bir yaklaşım gösteremezdi. Bırakalım dine inanmamayı yüksek sesle dile getirmek, egemenliğinde yaşadığı dinin herhangi bir kuralını gerçekleştirmemek, ya da dinsel ideolojik merkezin savunduğu kurallardan birine karşı bir yaklaşım göstermek, tarihten çokça örneklerini bildiğimiz kişinin diri diri yakılmasına neden olabilmiştir. Din ve vicdan özgürlüğü feodal devlete karşı kapitalist devletin bireysel haklar kapsamında yükselttiği bir anlayış olmuştur. Bu ise dini toplumsal olguların kavramsal gerçekliklerinden tümden koparmıştır. Bu yaklaşımla dinin sosyolojik tahlilinin yapılamayacağı açıktır. “Din sosyolojisi toplumsal gerçekliği yansıtmaktan uzaktır. Epistemolojinin (bilme bilimi) toplumsallıkla bağının yetkin kurulması, çözümlenmesi gereken bir sorundur.” (Bir Halkı Savunmak)

Sadece ortaçağ devletleri değil, tüm hiyerarşik devlet yapılanmalarının temelinde dinsel ideoloji vardır. Kapitalizm her ne kadar feodal devlete karşı bireyin özgürlüğünü propaganda kapsamında öne çıkarsa, laiklik bayrağı altında toplumun desteğini arkasına almak istese ve yine bireysel haklarla birlikte anarak din ve vicdan hürriyetini öne çıkarsa da, egemen hale geldikten, iktidarını etkin kıldıktan sonra teolojiyi iktidarın temeli haline getirmiştir. Günümüzün en modern burjuva devletini dahi bu literatürün dışında değerlendirmek mümkün değildir. Siyasal teoloji, hiyerarşik devletçi yapılanmaların tüm yönetim kavramlarının dinsel kökenli olduğunu gösterir.

Din ile devlet ilişkileri
iç içe geçen ilişkilerdir

Din ile devlet, din ile siyaset ilişkileri iç içe geçmiş haldedir. Ne devleti din olmadan değerlendirmek mümkündür, ne de dini devlet olmadan. Yukarıda belirttiklerimizde de görüldüğü gibi bu ilişkileri birbirinden ayrı değerlendirmek imkansızdır. Fransız Devrimi’yle başlayan ulus devlet süreci, her ne kadar devleti din olmadan tanımlamaya kalksa da, bu gerçeği yansıtmaz. Anayasalar, halk iradesine dayanan cumhuriyetlerin tanımını, ya da halkın kendi kendisini yönetmesi anlamında demokrasi olarak devlet biçimini tanımlasa da, bu yaklaşımlar birer örtü olmaktan öte bir anlam ifade etmezler. Çünkü siyaset dilinin temel kavram ve yaklaşımları ne kadar kendilerini uzak tutsalar da, din merkezlidir. Siyaset ile din ilişkisi de, din ile devlet ilişkileri gibi iç içe geçen ilişkilerdir. Hiyerarşik devletçi sistem altında bu ilişkileri birbirinden ayırmak mümkün değildir. Günümüzün demokratik ya da cumhuriyet olan devlet biçimleri ile ortaçağın teokratik devleti arasındaki fark nispidir ve görüntüden ibarettir. Siyasetin dili de farklı değildir. Siyasetin kavram ve kuralları kaynağını dinden almaktadır. Devletlerin, siyasetin literatürünün teolojik olduğu söylendiğinde, kaynağa atıfta bulunulmaktadır. Günümüzün tüm toplumsal ilişkilerinin kaynağının tarihte gizli olması gibi… Bugünü tarihin başlangıcından, dini mitolojiden ve siyasetin kavramlarını dinden ayrı değerlendirmek mümkün değildir ve ayrı değerlendirilse bile, bu, gerçeğin ifadesi olmayacaktır.

Din, tarihin belli bir döneminde ortaya çıkmış ve insanlığın önemli bir sorununa yanıt olmuştur. Din, insanın metafizik, yani akıl, mantık ve duygularıyla kavrayamadığı soru ve sorunlarını kavramada ya da kavramasa da anlam vermede önemli bir rol oynamıştır. Hatta denilebilir ki, ilk insanların özgürleşme serüvenlerinin başlangıcını da oluşturmuştur. Animist yaklaşımlarla kendisini doğanın bir parçası olarak görmüş, totemle klan bilincine ulaşmış, totem çerçevesinde klanın birliğini, bütünlüğünü sağlamış, daha gelişkin dinsel oluşumlarla da kavim, aşiret ve daha geniş anlamda da ümmet ya da evrensel insanlık bilincine ulaşmıştır. Kavim, aşiret, ümmet ve evrensel insanlık bilincinin oluşumunda din, insanın ihtiyaçlarının ürünü olarak ortaya çıkış koşullarının tersine kullanılmıştır, ama ortaçağ din devletlerinden günümüze, modern devletlere doğru gelindiğinde bu kullanım çok daha kapsamlı ve etkili hale gelmiştir. Yani dinin bir ihtiyacı karşılama durumu, yerini toplumu yönlendiren etkin ve temel araçlardan biri olmaya bırakmıştır. Din, dincilikle yer değiştirmiştir. Günümüzde etkin kullanılan ve geçerli olan, dinin çarpıklaştırılmış halidir.

Din sınıflaşmanın gerçekleştirilmesinde de son derece önemli roller oynamıştır. Hiyerarşik devletçi yapılanmanın geliştirilmesi sınıflaşma yaşanmadan mümkün olmazdı. Düzen oturtulmadan, farklılaşma ideolojik olarak topluma benimsetilmeden ve bunun bir tanrı kararı olduğu kabul ettirilmeden, sınıfsal temele dayanacak olan bir hiyerarşi kurulamazdı. Komünal demokratik değerlerin zar gibi sardığı toplum parçalanacaktır ki, hiyerarşi fazla sorun çıkarmadan sürdürülebilsin. Bu da ancak ideolojik alanda sağlanacak başarıyla hayata geçirilebilirdi. İdeolojik alanda tam bir hakimiyet sağlanmadan, salt zorla özgür yaşamış olan bir toplumu/topluluğu baskı ve denetim altına almak mümkün olamazdı. Önderlik ideolojik egemenlik olmadan, zorla “uzun süre hayvanların bile ağılda tutulamayacağını” belirtirken, devletçi hiyerarşik yapılanmanın dayanmış olduğu temel ilke ve yaklaşımları çok veciz bir biçimde dile getirmiştir. Düzen anlayışı bu yaklaşımın ürünü olarak gelişmiştir.

Ziggurat rahipleri bu durumu çok iyi görmüşlerdir. Din ve tanrı inancıyla dolu olan insanların bu temelde kurulacak olan bir düzene karşı çıkmayacaklarını erkenden tespit etmişlerdir. Önemli olan; kurulacak düzenin tanrı adına olduğu ve onların çıkarlarını temsil ettiği benimsetilebilsin. Düzen, sistem o güne kadar topluma anlatılan zemin üzerinden geliştirilecektir. Rahiplerin doğayı tanımlamaları ve topluma benimsettikleri evren anlayışları, kurulmak istenen sistemin ana hatlarını da vermiştir. Evren; yukarıda gökyüzü, insanların yaşadıkları yeryüzü ve de karanlık dünya olarak tanımlanan yer altı. Rahiplerin yapmış oldukları zigguratlar da, bu sistemin somutlaşmış hali, makete indirgenmiş biçimidir.

Mitolojik dönemde tanrı simgesel varlığını korumuştur. Sayıları sınırlansa da, etkinlikleri artmıştır. Etkin ve önemli tanrıların büyük çoğunluğu ya gökyüzüne, ya da yeraltına yerleşmişlerdir. Her iki durumda da, tanrılar insanların hayatlarına girebilmekle beraber, insanlar onlara çok fazla dokunabilme durumunda değillerdir. Tanrılar; güneştir, aydır, yıldızdırlar, ya da görünmeyen ve bilinmeyen, ama korkutuculuklarıyla öne çıkan yeraltının dehşet verici figürleridir, cehennemin korkutucu yaratıklarıdır. Yeraltı ve yerüstü, her iki dünya, her iki sistem birbirini tamamlar. Adeta madalyonun iki yüzü gibidirler. İnsanların zihninde yaratılan en kusursuz sistem; kendilerini var eden ve geleceklerini tayin eden gökyüzündeki sistemdir. En kusurlu olan ise, tanrılardan kopuk olan ve her iki sistemin arasında yer alan yeryüzü sistemidir. O zaman tanrılara ulaşmak için gökyüzü düzenini yere indirmek gerekmektedir. Kusursuz bir sistem, günahsız ve tanrılarla barışık insan, gökyüzü sisteminin bir benzerini yeryüzünde kuran ve buna uygun yaşayan insandır. 

Dinde ve mitolojide gökyüzü aşamalardan oluşmuştur. Kutsal kitaplar gökyüzünün yedi kattan oluştuğunu anlatırlar. En üst kat, tanrının oturduğu kat olarak tanımlanır. Yani evren yukarıdan aşağıya doğru bir etkinlik, egemenlik ve hiyerarşik sisteme sahiptir. En üst gözleyen ve yönetenin yeridir, aşağı katlarda yer alanlar ise, etkinliklerine göre sıralanır tek tanrılı sistemlerde tanrı yukarıda diğerleri aşağıdayken, modelin örnek alındığı mitolojide tüm tanrılar yukarıdadırlar. Kendi aralarında kurdukları tanrılar kurulunda (panteon) bir hiyerarşileri vardır: Yaratıcı gücü olan tanrılarla, ikinci derecede etkili olan tanrılar. İşte rahiplerin topluma benimsettiği kusursuz işleyen sistem, bu sistemdir.

‘Tanrının yeryüzündeki
tezahürü olmak!’

Şayet tanrılar kendi aralarında bir hiyerarşi oluşturmuş, bir tanrı diğer tanrılar içinde ayrıcalıklı ise, gökyüzü katlara bölünmüş ve her kat bir katın altında veya üstünde yer alıyorsa, o zaman farklılık, alt üst olma durumu evrenin bir yasası demektir veya bu anlama gelir. Her şeyin bir altı, bir üstü varsa, o zaman insanların aralarında da bir hiyerarşinin olması evrenin kaçınılamaz yasası gereği demektir. Bundan daha iyi bir düzen ne düşünülebilir, ne de bulunabilir. Tanrıların bile hiyerarşiye tabi oldukları kanıtlandıktan sonra, insanlar buna inanmazlık edemezler. Bu temelde kurulacak düzen en despotik yaklaşımları bile rahatlıkla uygulayabilecektir ve hiç kimse de buna karşı çıkamayacaktır. Çünkü karşı çıkılan sadece uygulana gelen sistem değildir, aynı zamanda tanrının kendisidir. Rahibin uzun yıllar boyunca topluma enjekte ettiği ve en sonunda kabul ettirdiği, üzerinde sistemi oturttuğu bu yaklaşımdır. Bundan sonrası rahip için çocuk oyuncağı gibidir ve arkası çorap söküğü gibi gelecektir. 

Rahip, sistemi bu anlayış temelinde kurar. Düzen yukarıdan aşağıya doğru örgütlendirilir. Düzen kendisinin değil, tanrının düzenidir. Kendisi tanrı adına bu düzeni kurmakta ve yönetmektedir. Kendisi salt bir sözcü ve temsilcidir. Bunun dışında farklı bir şey değildir, ama ona yaklaşım tanrının sözcüsüne yaklaşımdır. Ona karşı yapılacak herhangi bir yanlış yaklaşım, aynı zamanda onun şahsında tanrıya yapılmış olacaktır. Düzene karşıt durmak da, sadece kurulu sisteme karşı durmak anlamına gelmeyecek, aynı zamanda yine tanrının düzenine, dolayısıyla da tanrıya karşı durmak anlamına gelecektir. Tanrıya karşı gelmenin cezası ise; sonu belirsiz ve korkulu yeraltı dünyasının cehennem azabıdır. Kurulan düzen tanrı düzenidir ve çağlar sonrasında da “kutsal düzen” anlayışı egemenliğini sürdürmeye devam edecektir. Tüm sınıflı toplumların egemen yapıları kendilerini aynı düzenin temsilcileri olarak tanımlamışlardır. En son modern çağın ulus devleti de kendisini bu kutsallığın ifadesi olarak tanımlayacaktır. Dolayısıyla hiyerarşik devletçi yapı, kendisini tanrının yeryüzündeki tezahürü olarak göstermiştir.

Rahip kutsallıklarla bezenmiştir. Tanrıyla insanlar arasındaki tek köprüdür, tek halkadır. Neolitik dönemin çoklu tanrı sistemlerinde, putlara tapınma biçiminde de olsa insanlar tanrılarıyla direkt ilişki kurabilmekteydiler. Beklentilerini olduğu kadar, af dileklerini de direkt kendi ağızlarından tanrıya yakarışlarıyla dile getirebiliyorlardı. Ama rahibin toplum içinde egemen hale gelmesiyle birlikte insanların tanrılarına direkt tapınma, istem ve beklentilerini dile getirme, af dileme durumları da ortadan kalkar. Tanrı bir anlamda özelleştirilir. Rahip olmadan tanrıya ulaşmak mümkün değildir. Bir tapınma ya da yakarış mı gerçekleştirilecek, ancak rahibe başvurulur ve onun aracılığıyla bu yakarış ya da tapınma olayı gerçekleştirilir. Aracı, tanrıdan sonraki en güçlü ve etkili yaratık haline gelir. Aslında tanrı rahip iç içedir, aynı kişiliktir. Başrahip tanrının görünen, tanrı ise, rahibin görünmeyen yüzüdür. 

“Rahip zigguratın en üst katını tanrılara (sayıları giderek azalır) verirken, bu katı son derece gizli tutar. Kendisi (başrahip) dışında kimsenin bu kata çıkmamasını kayıt altına alır. Bu taktik yeni dinsel gelişme için önemlidir. Böylece hem insanların saygısını ve merakını, hem de bağımlılığını geliştirir. Başrahip burada tanrıyla buluştuğunu, konuştuğunu sürekli topluma yayar. Tanrının sözünü duymak isteyen, başrahibin ‘sözüne’ bakmalıdır. Çünkü o, tanrının tek yetkili sözcüsüdür. Bu gelenek olduğu gibi İbrahimi dinlere de geçmiştir. Hz. Musa Sina-Tur dağında tanrıyla konuşup ‘On Emri’ almıştır. Hz. İsa’nın diğer adı ‘tanrı sözcüsü’dür. Birçok defa o da tanrıyla konuşma denemesine girmiş, ancak şeytan bu girişimi boşa çıkarmıştır. Fakat sonunda başaracaktır. Hz. Muhammed’in miraca çıkışı, aynı geleneğin islamla devam ettiğini gösterir.”(Kapitalist modernitenin aşılma sorunları ve demokratikleşme) Önderlik rahibin ziggurat sistemini ve bu temelde düzeni nasıl kurduğunu böyle anlatıyor. Tek tanrılı din ve temsilcilerinin de aynı rahibin yolundan yürüdükleri, oluşturulan kutsallığa halel getirmediklerini de bu değerlendirmede görüyoruz. Önderlik devamla da şunları belirtiyor:

“Başrahip tanrı katında, evinde düşünce yoğunluğunu başaran kişidir. Yeni toplumun düzenlenmesinin etkili olması için, bu düzenlemenin tanrıyla diyalogunda geçen sözlere göre olması son derece önemlidir. Tanrı temsilleri için ilk defa bazı heykeller de bu kata yerleştirilmektedir. Bu buluş insan merakını daha da artırır. Kavramsal tanrının simgesel putları, figürleri gerekli görülür. Zaten dönemin insan belleği bu tip soyut kavramlarla düşünmekten çok, figürlerle zihni tasarıya hepten yatkındır. Figürsel olmayan düşüncenin, yani sözel, soyut düşüncenin anlaşılması çok güçtür. 

“Demek ki zigguratın üst katının ilk tanrı evi, panteon, kilise, havra, cami, cemaa (üniversite) örneği olması son derece öğreticidir. Zincirlemesine birbirine bağlı bu tarihsel oluşumlar toplumun kutsal hafızası, kimliği anlamına da gelmektedir. İlahiyat, diğer adıyla teoloji bu hafızayı felsefeleştirerek öğretmektedir: İlk örneğinden kopuk ve soyut olarak. Tarihteki en büyük çarpıtmalar ilahiyat teoloji alanında yapılmaktadır. Şüphesiz bilim ve felsefenin gelişmesinde ilahiyatın rolü yadsınamaz. Ama tanrısallığın toplumsal kaynağını belirlemeyerek, soyutun soyutuna, putun putuna sığınarak bunu yürüttükleri için, inşa ettikleri toplumsallıkla genelde uygarlığın, özelde bugünkü uygarlığın oluşumundaki baş sorumlu sınıf konumundadırlar.” (Uygarlık)

Din olmadan ne köleci ne de
günümüz devleti düşünülemez

Kutsal düzen anlayışı olmadan toplumun hiyerarşik olarak parçalanması, devletçi topluma geçiş yaptırılması mümkün olamazdı. Toplumun aleyhine gelişen hemen her şeye kutsallık giysileri giydirilmiş, tanrı düzeninin ifadesi olarak toplum değerlendirilmiştir. Kutsal tanrı düzeni, topluluğu aldatmanın ve kendi yaşamına aykırı bir sistemin içinde tutulabilmenin en mükemmel aracı olmuştur. İnsanları kulluğa ve köleliğe koşturan da bu yaklaşımdır. Farklılaşan toplum, kendi köleliği, kulluğu pahasına da olsa en yabancısı olduğu devletle, sınıflarla böylece tanışmış olacaktır. Hiçbir insan ya da topluluğun kulluğa, köleliğe gönüllüce koştuğunu kimse iddia edemez. Kutsal tanrı düzeninin onu oraya götürdüğünün çok farkında olduğu da söylenemez.

Düzen en yetkin temsiline devletle ulaşır. Yetkin ve karmaşık devlet yapılanmasını gerçekleştirmenin yolu da düzen anlayışının topluma benimsetilmesi, sistemleştirilmesi ve uygulanması temelinde gerçekleşmiştir. Düzen fikri topluma benimsetilmeden, ruhunun kaynağı olan özgürlüğüne aykırı olarak köleleşme insana kabul ettirilemezdi. Gökyüzünün kusursuz işleyen düzeninin yere indirilmesi, ete kemiğe büründürülmesi neticesinde egemenlikçi, hiyerarşik devletçi, sınıfçı sistem topluma benimsetilebilinmiş, insanlık ruhunun kaynağından uzaklaştırılabilinmiştir. Bu da din ile devlet ilişkilerinin iç içe geçmesine neden olmuş, hatta din devletin kaynağı rolünü de oynamıştır. Din olmadan ne köleci ne de günümüz devleti düşünülemez.

Düzen anlayışının oturtulması, sınıfsal egemenliklerin uygulanması için uygun zemini yaratmıştır. O zamana kadar bir bütün olan, egemenlik ve sömürü ilişkilerini bilmeyen, tam bir bütün ve eşitliği oluşturan toplum, yarattığı etki, uyandırdığı bilinç ve zihniyet yapısıyla farklılığa ve egemenlik ilişkilerine dayanan sınıflaşmayı, dinin ve tanrının cevaz verdiği bir yaklaşım olarak ele almıştır. Tanrı nasıl her şeyin üstündeyse, panteonda nasıl ki bir tanrı diğer tüm tanrılara üstün bir konumdaysa, o zaman insanlar arasında da benzer bir farklılaşmanın olması, bazılarının diğerlerine üstün olması kaçınılmaz olacağı düşüncesi din aracılığıyla topluma egemen kılınmıştır. Yani hiyerarşik devletçi yapılanma ve kölecilik kaynağını bu kutsal tanrısal düzenden alacaktır. Din ve tanrı sınıflaşmayı kolaylaştıran temel araçlar olmuştur ve bu sadece sınıflaşmanın, hiyerarşik devlet yapılanmasının doğduğu zamanlar için değil, tüm zamanlar için geçerli bir yaklaşım olagelmiştir.

İnsanların on binlerce yıl özgür yaşamalarına aykırı olarak köleleştirilmeleri kolay kabul edilmemiştir. Kadının köleleştirilmesi ve erkeğin metası haline getirilmesi de kolay kabul edilmemiştir. Bu kölelik ilişkisini kadınlara, erkeklere kabul ettirmek bir çırpıda ve kolay gerçekleşmemiştir. Zor yalnız başına böyle bir şeyi gerçekleştirebilme gücünden yoksundur. Bunu ancak bir inanç, bir ideolojik sistem geliştirebilirdi. Din ve tanrı inancı, kutsal düzen fikri insanları binlerce yıllık özgür yaşam alışkanlıklarından kopartabilir, bir hayvan, bir mal, bir iş aleti haline getirebilir, alınıp satılması karşısında sessiz kalmasını sağlayabilirdi. Rahibin din ve tanrı icat etme düşünce ve eylemi burada devreye girer ve anlamını da burada bulur:

“Avcılık ve savaş kültürünün varacağı durak askeri örgütlenmedir. Askeri örgütlenme doğal, etnik toplumun dağılması oranında gelişir. Kadın ana etrafındaki örgütlenme soy, gen, akraba ön ilişkisini geliştirirken, askeri örgütlenme bu ilişkiden kopmuş güçlü erkekleri esas alır. Artık bu gücün karşısında hiçbir doğal toplum biçiminin karşı duramayacağı açıktır. Toplumsal ilişkilere toplumsal zor –buna medeni ilişki de denilmektedir– girmiştir. Belirleyen güç zorun sahipleridir. Böylelikle özel mülkiyetin de yolu açılmaktadır. Mülkiyetin temelinde zorun yatması anlaşılır bir husustur. Zorla ve kanla ele geçirme benlik duygusunu aşırı güçlendirir. İlişkilere hükmetme olmadan, zor aracı geliştirilip uygulanamaz. Hükmetme ise sahip olmayla bağlantılıdır. Hükmetmenin içeriğinde sahip olma bir diyalektik ilişkidir. Sahiplik de tüm mülk düzenlerinin öznesidir. Artık topluluğa, kadına, çocuğa, gençlere, verimli av ve toplayıcılık alanlarına mülk gözüyle bakma dönemi açılmaktadır. Güçlü erkek bütün ihtişamıyla ilk çıkışını yapmaktadır. Tanrı kral olmaya az kalmıştır. Şaman rahip artık bu yeni sürecin mitolojisini oluşturmak için iş başındadır. Yapılması gereken iş, bu yeni oluşumu muhteşem bir gelişme olarak hükmedilen insanın zihnine yerleştirmektir. Meşruiyet savaşı en az çıplak zor kadar hünerli çaba gerektirmektedir. İnsanın zihnine öyle bir inanç yerleştirilmeli ki, mutlak bir kanun değerinde olsun. Bütün sosyolojik veriler ‘hükmeden tanrı’ kavramına bu süreçte erişildiğini göstermektedir.” (Bir Halkı Savunmak)

‘Kişinin tanrılaşması’
‘topluluğun karıncalaşması’dır

Sınıflaşma, devletleşme, erkek egemenlikçi topluma geçiş zamansal olarak aynı olmasalar da, aynı zihniyet yapılanmasına, aynı anlayışa dayanırlar. Zihniyet, üretimin toplumsal niteliğine aykırı olarak, toplumsal üretim fazlalılığına bireysel el koymadır. Azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliğidir, ‘kişinin tanrılaşması’, ‘topluluğun karıncalaşması’dır. Doğal toplumu oluşturan temel yaklaşım olan yaş ve cinsiyet gözetmeyen ortak üretim ve ortak tüketimdir. Üretime toplum adına kişinin el koyması toplumsal ilişkilerde büyük bir değişimdir ve bu insanın binlerce yıl devam eden özgür, hiyerarşisiz, egemensiz yaşamından sonra gerçekleşmiştir. İnsana rağmen, insana karşıt bir yaklaşım, yine insan eliyle sağlanmıştır. Elbette bunun, toplumun en kurnazlarının hile ve zoru yoluyla başarıldığı söylenebilir ve bu büyük çoğunlukla da doğru bir tespit de olur, ama gerçeğin hepsini ifade etmez. Çünkü sadece zor, Önderliğin de belirttiği gibi; “yalnız başına uzun süre hayvanları bile ağılda tutamaz.”
 
O zaman yapılan iş bir meşruiyet aracına ihtiyaç duyar veya devreye giren meşruiyet araçlarıyla bu kendisine karşıt yaklaşım tüm topluma benimsetilir. Meşruiyet araçlarının en etkilisinin kutsal din, tanrı ve düzen anlayışı olduğu tartışma götürmezdir. Bundan dolayıdır ki, tüm sınıfçı, egemenlikçi sistemler dini meşruiyet aracı olarak kullanmaktan asla vazgeçmemişlerdir. Kadının köleleştirilmesi, eski ana tanrıça özelliklerinden uzaklaştırılması, erkeğin hizmetinde bir mal durumuna düşürülmesi, kölenin kölesi bir konuma getirilmesi de bu meşruiyet aracıyla sağlanmıştır. Tek tanrılı dinler, tanrının insanları kendi suretinde yarattıklarını söyleseler de, yaratılışın temel kaynağı mitolojiye baktığımızda, insanın tanrı tarafından yaratımının aşağılanma içerdiği rahatlıkla görülebilir. İnsanları dışkılarından, “bir adım daha ileride” çamurdan yaratan tanrılar, bu yaklaşımlarıyla ne kadar aşağıladıklarını gösterirler. Kadın ise bu yaratımda unutulmuş gibidir. Kadın ne tanrıdan bir parçadır, ne de tanrının suretinden yaratılmıştır. Kadın çamurdan bile yaratılmamıştır. Tanrı erkeği çamurdan, kadını da çamurdan yarattığı erkeğin ‘kaburga kemiğinden’, hem de ‘eğri’ kaburga kemiğinden yaratmıştır. Mitolojinin mitos dili başta kadın olmak üzere yaratım olayını öyle fazla sağa sola çekmeden ve dolaylı yöntemlere de başvurmadan, dosdoğru anlatır. Anlatım çok nettir; mitoloji, giderek dinin kadın yaratımına ilişkin bu yaklaşımı, kadına biçilen toplumsal kölelik statüsünün din aracılığıyla meşruiyet zeminine oturtulmasıdır. Kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratılması, aslında kul köle olarak yaratılan erkeğe ikincil bir ek yapılmaktadır: Kadın, kölenin kölesi olarak tanımlanmış ve meşru kılınmıştır.

Kölecilik kadın aleyhine ilk cinsel
kırılmayla sistem haline gelebilmiştir

“Tanrısal bağlılıkta güçlü bir inanç ve ibadet bütünlüğü vardır. Rahip geleneğinde tanrı kral olarak devlet bağlılığı o kadar büyük bir deha ile işlenmiştir ki, köleler kullar ordusu karıncalaşarak yük taşıyacak denli küçültülmüş ve hizmetçi kılınmıştır. Sümer mitolojisinde insan, tanrıların dışkısından veya bir adım daha ileride topraktan (çamur) yaratılmış gibi gösterilir. Tanrıların en aşağı tarzda insan yaratması inceleşerek günümüze kadar gelir. Kadın, tanrıdan yaratılamayacak kadar unutulmuştur. Ona biçilen paye erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmış olmasıdır. Bu anlatımlar devlet tabakasının ilk doğuşundaki büyük ideolojik düzeni göstermesi bakımından önemlidir. İnsanların bölünmesi o denli işlenmiştir ki, nesiller boyu toplumun ezici çoğunluğu devlet tabakasının tanrısallığını sadece onaylamıyor, ibadet ediyor ve en ağırından çalışmayı bir tanrı emri olarak algılıyor. İdeolojik derinlik bu kadar gelişmiş oluyor. Aslında temeli zorbalık ve yalan olan bir kurumsal özellik, en yüce, tapınılan ve uğruna her tür çaba gösterilen bir metafizik, soyut fetiş –tapınılan şey– haline getiriliyor.”(Bir Halkı Savunmak)

Kölecilik bu yaklaşımın meşru kılınmasından sonra gelişebilmiştir. Artık sadece kadın değil, erkek de köle olarak mal haline getirilecek, beş para değerle alınıp satılabilecek ve bu da kutsal din ve tanrıya dayandırılacaktır. Kutsallık maskesiyle meşruiyet zeminine taşındıktan sonra kim buna karşı çıkabilir, etkisiz duruma getirebilir ki? Düzen ve düzen hükmü tanrısal kaynaktan çıkmıştır, o zaman buna itirazsız uymak gerekir ki, tanrılar kızmasın, kişi kutsallıktan koparılmasın ve tanrısal cezalandırmalar gündeme gelmesin! Hikaye eski, basit, ama son derece etkili. Acı çekmeden yaşamak, acı çektiğini bile tanrılara hissettirmemek. Tanrı adına hükmeden kralların insanların acı çekmelerine inanmamaları, bilmemeleri, kölelerin cansız ve acısız yaşayan varlıklar olarak bilinmeleri… Eyüp Peygamber’in acı çektiğini, kendi şahsında insanların acı çektiklerini tanrı krala kabul ettirmesinin başarısı burada yatmaktadır. 

Köleciliğin bir sistem olarak gelişmesi kadın aleyhine ilk cinsel kırılmanın gerçekleşmesinden sonra mümkün olabilmiştir. Bir kez geliştikten sonra da tüm insanları köleleştirmeyi hedeflemiştir. Kadın, çocuk, genç sistem açısından fark etmemiştir. Önemli olan yaşları ve cinsiyetleri değildir, önemli olan; sömürünün gerçekleşmesinde katkı paylarının ne olacağıdır. Sonraki bazı dinler köleciliğin bu egemenlikçi yaklaşımlarına karşı çıkmış, eşitlik ve özgürlüğü savunabilmişlerdir. Hıristiyanlık ve islamiyet buna örnek gösterilebilir. Ancak bu dinlerin de her zaman aynı yaklaşımlara sahip oldukları ve insan emeği üzerindeki baskı ve sömürüye karşı çıktıkları anlamında değildir. Hıristiyanlık sömürüye karşı özgürlükçü ve eşitlikçi bir yaklaşımı savunduğu dönemlerde Roma İmparatorluğu’nun kovuşturmalarına uğrarken farklı, ama Roma İmparatorluğu tarafından devlet dini olarak kabul ve ilan edildikten sonra farklı bir yaklaşımın sahibi olmuştur. 

İktidarla bütünleşmek dinin özünde vardır. Kutsal tanrı düzenini yeryüzüne indirirken, dinin temel aldığı ilkeler egemenlikçi yaklaşımları bağrında taşımıştır. Tanrı ve kul, tanrının temsilcisi rahip ile insan, azınlıktaki yönetici ile çoğunluktaki yönetilen tanrı buyrukları olarak dinin esaslarını oluşturmuşlardır. Din kendisini iktidardan ayrı ve uzak görmemesi kadar, iktidar da kendisini dinden uzak görmemiştir. İkisi birbirini her zaman tamamlamışlardır. Roma İmparatorluğu’nun hıristiyanlığı devlet dini olarak kabul ve ilan etmesi, dinin iktidarla olan bu bağından hareketledir. Bundan dolayı Önderlik, hangi sınıfsal temelde olursa olsun, iktidar bağlantılı tüm kavramların din kökenli olduğunu söyler. Siyasal teoloji yüzüne örtü çekilen iktidarın kavramlarının dinsel kökenini anlatır. Roma İmparatorluğu’nun yüzyıllarca kendisine karşı mücadele eden hıristiyanlığı devlet dini olarak kabul etmesinin altında yatan gerçek, hıristiyanlığın çok geniş çevreler üzerinde yaratmış olduğu etki kadar, bu dinin bağrında taşımış olduğu iktidar bağlantılı temel yaklaşımlarını görmüş olmasından dolayıdır. Bunun paganizm ya da hıristiyanlık tarafından yürütülmüş olması ya da herhangi başka bir yaklaşım tarafından sürdürülmüş olması sistem açısından önemli değildir. Önemli olan sistemin teklemeden, tökezlemeden sürmüş olmasıdır. Ölümsüzleşen tanrı krallarla, ölümlü insanlar, ‘karınca misali çalışan’ ölümlü insanlar, devletin sürekliliğinin ifadesi olmuştur. Ölümsüz tanrı krallar ile karıncalaşan insanların Ortadoğu egemenlik zihniyetini oluşturduğunu belirten Önderlik, bu konuda aşağıdaki değerlendirmeyi yapar:

“Firavun ve Nemrut deyimleri Ortadoğu kültüründe tam da tanrı kralları ifade eder. Tanrı kral bir Ortadoğu yaratımıdır. Bir şahıs olmanın ötesinde bir kültür, bir kurumdur. Toplumun tüm üyelerinin tanrı kral kişiliği karşısındaki yerleri erzak taşıyan karınca misalidir. Tanrı kral ve öteleşen toplum arasındaki fark o denli abartılı ve tersyüz edilmiştir ki, sonunda iki soy belirmiştir: Ölümsüzler olarak tanrı krallar ve ölümlüler olarak insanlar. Mitolojik kurnazlık veya yetkinlik, devletleşen tabakayı insandan saymamaya özen göstermiştir. Kurum olarak devletin hakimlerin yaşamı için arz ettiği süreklilik, sanırım bu ‘ölümsüzler’ sıfatının oluşumunda belirleyici rol oynamıştır. Tanrı fikrindeki ‘ölümsüzlük’ kavramının devlet kurumundaki süreklilikle bağı çok açıktır. Devletleşmeden önceki tanrılar için de ölüm düşünülürdü. Neolitik dönem tanrılarında ve onu temsil ifadelerinde her yıl tanrı doğuş ve ölümleri için özel günler vardır. Yaygın söylence ve ritüellerle –ibadetler– kutlama ve yas törenleri düzenlenirdi. Ne zaman ki devlet kurumu süreklilik –şahıslar geçici, devlet kalıcı– kazandı, o zaman tanrılar da ölümsüz kılındı. Burada tanrı kralların soy ve hanedanlarını ayrıcalıklı kılmanın rolü de önemlidir. İnsandan sayılmama ve ölümsüzlük, olağanüstü bir büyüklük ve farklılık sağlar. Devletliler sınıfı böylece tanrılaşarak ölümsüz bir soy haline getirilince, öteki insanlara –diğer tüm toplum insanları– düşen de ona kulluk etmektir.” (Bir Halkı Savunmak)

Toplumsal kulluk sadece sınıfsal bir olgu değildir

Hıristiyanlığın Roma karşısındaki mücadelesi uzun sürmüştür. Hıristiyanlık bu mücadele süreci boyunca kölecilik karşıtı ve özgürlükçü düşünceleri savunmuştur. 300 yıl süren bu mücadele sonrasında iktidarla buluşmuş, devlet dini haline gelmiştir. İktidarla buluştuğu an özgürlükçü ütopyalarını da, Lenin’in burjuvazi için söylediği gibi, ‘geminin bordasından denize atmış’, kölecilik karşıtı yaklaşımlarını unutmuştur. Üretim araçlarının gelişimine bağlı olarak kölecilikte zayıflama yaşansa da, hıristiyanlığın egemenliği altında da varlığını devam ettirmiştir. Krallara taç giydiren din, özgürlük ütopyalarının sahibi olmaktan çıkmıştır. İslamiyet ise bu özgürlükçü düşünceleri çok daha erkenden yitirmiştir. İslam dini, daha Hz. Muhammed yaşarken bir imparatorluk haline gelecek kadar iktidarla iç içedir. İktidar kavgaları peygamberin cenazesi daha yerdeyken başlamış, Muaviye’yle birlikte saltanatın Emeviler’e geçmesi sonrasında da islam dininin ilerici ve özgürlükçü hiçbir yanı kalmamıştır. Hıristiyanlıkta olduğu gibi, burada da iktidarla tam bir bütünleşme gerçekleşmiştir. Bu olumsuz gidişatı kişilerle açıklamak mümkün değildir. Yani Muaviye olmasaydı da bu din de hıristiyanlık gibi iktidarla tam bir bütünlük oluşturacak, gerçek rengiyle arz-ı endam edecekti. Tencere kapak misali iktidarla din birbirlerini tamamlayan iki müthiş figür olmuşlardır. Üretim tarzlarının değişmesinde rolleri olsa da, temel özellik ve yaklaşımları bu olmuştur. 

Kapitalizm olarak tanımlanan finans-kapitalin egemen olduğu burjuva düzeni, gelişmeye başladığı ilk dönemlerde din karşıtı bir yaklaşım sergilemiştir. Laisizm adı altında din ile devlet ilişkilerini birbirinden ayırdığını söylemiş, kilisenin etkinlik alanlarını sınırlamış, mülklerine el koymuştur. Ancak iktidarda tam bir hakimiyet sağladıktan sonra, din olmadan sistemi sürdürmenin mümkün olmadığını görmüştür. Toplumu kutsallık yüklenen metafizik kavramlarla en fazla sistemin yönetimine hazırlayanın din olduğunu, temel kavramlarının da buradan ödünç alındığını görmüştür. Gelişen toplumsal muhalefeti din olmadan etkisiz duruma getirmeyeceğini anlayınca da, laisizmi bir kavram olarak korusa da, gizliden gizliye dine de yeniden başköşeyi vermiş, etkin hale gelmesini sağlamıştır. Denilebilir ki, dinin iktidar organları tarafından en çok kullanıldığı, toplumun en fazla kul haline getirildiği, sistemin yedeği ve ‘uysal eşeği’ haline getirildiği, en çok din karşıtı olduğunu söyleyen kapitalist modernist sistem tarafında gerçekleştirilmiştir. Bu da şaşırtıcı değildir. Çünkü hiyerarşik sistem olarak tanımlayabileceğimiz hem din, hem de iktidar aynı kaynaktan doğmuşlardır. Dinin vaaz ettiği mutlak düzen fikri, tüm iktidar sistemlerinin de uygulamak istedikleri şeydir. Bu da ancak toplum kullaştırılarak gerçekleştirilebilir. 

“Toplumsal kulluk sadece sınıfsal bir olgu değildir. Despot dışında –o da sistemin tutsağıdır– herkes, tüm toplumsal sınıf ve tabakalar bağlanmıştır. Köleci sistemden daha derinlikli gizlenmiş bir boyun eğdirmecilik düzeni vardır. Yumuşatma, sistemin derinleşmesi anlamına da gelmektedir. Toplumun temel paradigması, öncesi ve sonrası olmayan bir kulluk sistemidir. Ezelden ebede –bu iki kavram daha çok olgunluk dönemi devletine aittir– kadar düzen olduğu gibi sürecektir. İmtihan ve değişme yeri öte dünyaya ilişkindir. Sisteme sadece fiili kalkışma biçiminde değil, ruhen ve fikren karşı olmak bile en büyük günahtır. En iyi kulluk mutlak itaat etmesini bilen için erdemin, yetkinliğin ta kendisidir.” (Bir Halkı Savunmak) 

Kölecilik açık bir baskı rejimidir. Köle sahibiyle köle arasındaki ilişkiler ve uygulanan sömürü açıktır, herhangi bir gizliliğe ihtiyaç duymaz. Meşruiyet zeminini din aracını kullanarak gerçekleştirir. Aynı şey feodalizmde de mevcut olmakla birlikte nispeten daha gizlidir. İnsan yine üretim aracıdır, ama toprak da önemli bir üretim aracı haline gelmiştir ve insan toprağa bağımlı hale gelmiş, getirilmiştir. Toprağa bağımlı hale getirilen insan, artık bir hayvan gibi pazarda alınıp satılmamakta, masa başlarında toprakla birlikte alınıp-satılmaktadır. Feodalizmin meşruiyet ihtiyacını da din karşılar. Kapitalist sistem bu sömürü düzeninin üzerine bir perde örtmüştür. Bu perde emeğini satma özgürlüğüdür. Bununla sömürü ve baskı yokmuş gibi gösterilir. Zorla işe koşturulan ve pazarlarda alınıp satılan kölenin, ya da toprakla birlikte alınıp satılan serfin yerini, emeğini özgürce satma hakkına sahip proleter almıştır. Gelenekten ve ahlaktan kopan bu sistemin nazarında insanın hayvanlar kadar bile değeri yoktur. Emeğini satma özgürlüğü, işsizlik ve açlıktan ölmeme özgürlüğüdür. Bu sistemin de meşruiyet ihtiyacı vardır ve bu ihtiyacı da din karşılar. Dikkatle izlenip değerlendirildiğinde, dinin bir baskı ve egemenlik aracı olarak tüm karşıtlığına rağmen, en fazla kapitalist modernizm tarafından kullanıldığı görülür. 

Dinin devletle iç içe olan ilişkilerini öğrenmek için herhangi bir devlete bakmak yeterlidir. Türkiye buna iyi bir örnektir. Türkiye gibi kendisini laik sayan kimi devletlerde ise, en büyük bütçeli, yüz binlerce kadrolu dini kurumlar, sistemler oluşturulmuştur. Bu ülkelerde dini devlet eliyle geliştiren ve yayan eğitim kurumları bir ağ gibi toplumu sarmışlardır. Tüm toplumsal mücadelelerde, emekçi sınıfların hak arayışlarında panzehir olarak başvurulan araç hep din olmuştur. Sistemin egemenlikçi, sınıfçı, devletçi hiyerarşik yaklaşımlarını uygulamanın en temel aracı din, geçmişten günümüze, ilk hiyerarşik yapılanmadan en gelişmiş devlet yapılanmasına kadar her zaman başvurulan ve uygulanan temel araç olmuştur. Tüm sınıflı toplumların yönetim kavramlarının kaynağı hiç şüphe yok ki, din olmuştur. 

Hiç yorum yok: